25 Mart 2021 Perşembe

AKP'nin 2023 vizyonu: Kar mikropları öldürüyormuş-BİRGÜN

 

Partisinin 7’nci Olağan Kongresi’nde konuşan Erdoğan’ın ‘2023 vizyonu’ da fiyasko çıktı. Erdoğan lebaleb kalabalıkların yer aldığı kongre için “Kar yağışının mikropları yok ettiği buluşma” dedi. Esnaf aylarca kepenk açamazken pandemi kurallarının hiçe sayıldığı kongreye her kesimden büyük tepki yağdı. SOL Parti, “Tüm ölümlerin tek sorumlusu sizsiniz” açıklaması yaptı.

AKP’nin “Türkiye için güven ve istikrar” 

sloganı ile Ankara’da gerçekleştirdiği 7’nci 

Olağan Büyük Kongresi adeta sözün bittiği yer oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın manifesto 

diye açıkladığı ‘2023 vizyonu’ kendi tabanı açısından bile ne bir ufuk açtı ne de heyecan

yarattı. 

Bolca övgünün yer aldığı konuşma yine bilindik vaatlerle doldu. Kongreden geriye ise 

Erdoğan’ın “Kar yağışının tüm mikropları yok ettiği bir buluşmada sizleri selamlıyorum” sözleri 

ile pandemiye rağmen lebaleb kalabalıklar kaldı.

İl kongrelerinde olduğu gibi yine hınca hınç doldurulan salonda pandemi kuralları hiçe sayıldı. 

Türkiye’nin dört bir yanından getirilen otobüslerle yüzlerce partili başkent Ankara’ya taşındı. 

Erdoğan’ın salona girişi adeta bir mitinge dönüştü. Katılımcılar sosyal mesafe kuralına 

uymadı, bazı katılımcıların ise maske bile takmadığı görüldü.

HALKIN CEBİNDEN TEST

Salondaki 1500 delegenin testinin AKP Genel Merkezi’nde kamu görevlisi sağlıkçılar tarafından yapıldığı bilgisinin kendilerine ulaştığını açıklayan CHP Milletvekili Murat Emir, “Vatandaş test için 250 TL öderken, AKP delegelerinin test masrafı da devletin cebinden çıktı” dedi. Günlük koronavirüs vakası korkutucu boyutta artarken kongreden gelen görüntüler aylarca kepenk açamayan esnaftan salgınının başından bu yana iş yapamayan müzisyenlere dek yurttaşların tepkisini çekti.

SİZ SORUMLUSUNUZ

Kongrede ortaya çıkan görüntüye SOL Parti’den de tepki geldi. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’ya, “AKP kongrelerinde virüs bulaşmıyor mu?” diye soran SOL Parti, “Kapalı salonda ve kalabalık ortamda pandemi kurallarına uyulmadan yapılan AKP kongresi için bilim kurulundan da sağlık bakanından da açıklama bekliyoruz” dedi. Kurallara uymayan AKP’nin her gün yayımlanan tablolarda rakamlara sıkıştırılan ölümlerin yegâne sorumlusu olduğu vurgulanan açıklamada “Haritadaki iller kıpkırmızı kesildi ama yüzler kızarmadı. Sayın Bakan; suskunluğunuz ‘lebaleb’ dolu AKP il kongrelerine onay verdiğiniz ve tüm bilimsel inandırıcılığınızın ortadan kalktığı anlamına gelmektedir” denildi.

***

Yurttaşlar çaresizlikle boğuşuyor

İktidar, salgına rağmen hınca hınç salonlarda kongreler yaparken geçim sıkıntısı yaşayan yurttaşlar çaresizlikle boğuşuyor. “Kırmızı” kategoride bulunan Artvin’de esnaf pandemi döneminde yaşadıkları ekonomik sıkıntılardan şikâyet etti. Pandemide gereken desteği alamadıklarını belirten esnaf, “Devletimiz bizi yalnız bırakıyor. ‘Her koyun kendi bacağından asılır’ diyor. Biz bunu doğru bulmuyoruz” diyerek şikâyet etti. Anka’da yer alan habere göre hükümetin esnafa verdiği 1000’er liranın kirayı bile karşılamadığını anlatan bir esnaf şunları söyledi: “Pandemi döneminde destek anlamında biner lira verildi yalnız verilen biner lira yetmiyor. Kiramız üç bin lira. İşler çok durgun, kirayı bile ödeyemiyoruz.”

Edirne esnafı ise “Bir tarafta parti kongreleri, kurultayları olurken bir tarafta da dükkanımıza insan alamamanın sıkıntısıyla birlikte esnaf resmen bitmiş durumda” dedi. ANKA’ya konuşan bir yurttaş da “Biz bir yıldan beri torunumuza sarılamadım, torunumu öpemedim” diyerek hükümete tepki gösterdi.

***

Müzisyenler: Bize izin yok

Sosyal medya hesaplarından paylaşım yapan müzisyenler de kongre görüntülerine tepki gösterdi. REDD grubu, “Sahne emekçileri çaresizlikten intihar ederken” ifadeleriyle, AKP’lilerin otobüslerle Ankara’ya gidişinin görüntülerini paylaştı. Ceylan Ertem, “Bir tur aracında biz olsaydık, büyük cezalar yerdik müzisyen arkadaşlarım” paylaşımı yaptı. Müzisyen Tan Taşçı ise sosyal medya hesabından, “Müzisyenlere sahne alma, gösteri yapma, para kazanma, hayatını devam ettirebilme, karnını doyurma, mutlu olma izni yok!” dedi.

***

MKYK’de 47 yeni isim yer aldı

Genel başkanlık için Erdoğan’ın tek aday olduğu kongrede, AKP’nin 75’e yükseltilen Merkez Karar ve Yürütme Kurulu (MKYK) için adaylar da belli oldu. Mevcut MKYK’deki 21 isim listede yer bulamazken 47 yeni isim yer aldı. AKP Genel Başkan Yardımcısı Mahir Ünal giremedi.

***

SOL Parti’nin hükümete soruları

1- AKP kongrelerinde virüs bulaşmıyor mu?

2- Kongreleriniz toplum sağlığından daha mı önemli?

3- Kongreler bitiyor yasaklar pazartesi geliyor mu?

4- Aşı yok. Aşılar nerede?

5- Biotech aşılarI DELEGELERE Mİ yapıldı?

BİRGÜN

AKP dosyasındaki terör örgütü - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

 

İnsan hafızası unutmakla malul. Hatırlamak aklın direnme eylemi.

Yıllar sonra, HDP vesilesiyle “AKP kapatma davası, terör örgütü, bir zamanlar açılan davalar” gündeme gelince merak ettim. Acaba 2008 yılındaki AKP kapatma davasına giren bir terör örgütü var mıydı?

Elbette kastettiğim PKK ya da IŞİD değil. Doğrudan FETÖ’den bahsediyorum.

Anayasa Mahkemesi’nin (AYM), 2008/1 esas sayılı dosyasını açtım. Bu kalın dosya, Yargıtay başsavcısının iddianamesinden, AKP’nin savunmasından, karşılıklı beyanlardan ve nihayetinde karardan oluşuyor.

CEMAAT DEĞİL ÖRGÜT

Gelelim “örgüt”e…

İddianameye bakıldığında, Yargıtay Başsavcılığı’nın AKP’yi, Fethullahçılara destek vermekle açıkça suçladığı görülüyor. Elbette 13 yıl önce FETÖ adı kullanılmıyordu. Buna rağmen savcı Abdurrahman Yalçınkaya, Gülenciler için “örgüt” ifadesini tercih ediyor. AKP’nin “Cemaat” kavramını kullanılmasını da eleştiriyor: “Bir tarikat liderinin oluşturduğu yasadışı dini örgütlenme bir anlamda meşrulaştırılarak ‘Fethullah Gülen Cemaati’ olarak nitelendirilmiştir.”

AKP ise yaptığı savunmalarda ısrarla Gülen’e ya da örgütüne yönelik olumsuz bir dil kullanmıyor.

Örnek mi?

En bilineni, dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün yurtdışındaki Gülen Okulları’na destek verilmesi için yayımladığı genelge. 16 Nisan 2003’te büyükelçiliklere gönderilen metinde, okullarla temas ve işbirliğinde bulunulması istenmişti.

İşte bu olay, iddianamede suçlama olarak AKP’ye geri döndü. Yargıtay Başsavcısı, konuyu şöyle ifade etti: “Laik devlet yapısını değiştirerek yerine dini kurallara dayalı bir devlet kurmak amacıyla yasadışı örgüt kurup bu amaç doğrultusunda faaliyetlerde bulunmak suçundan hakkında dava açılan Fetullah Gülen isimli tarikat liderinin yurtdışında kurduğu okullar bir ticari şirket olarak değerlendirilip temas ve işbirliği yapılması, Abdullah Gül’ün Dışişleri Bakanı olduğu dönemde Bakanlığın genelgesi ile Büyükelçiliklerimizden istenmiştir.”

GÜLEN’İ NASIL ANLATTI?

Savcılık, AKP’ye defalarca Fethullahçıları destekleme suçlamasında bulunurken Gülenciler için, 13 yıl sonra bugün, herkesin kabul edebileceği tanımı yapıyor: “Demokratik yollardan devlet kademelerinde kadrolaşarak Atatürk İlke ve Devrimlerini ortadan kaldırıp Şeriat esaslarına dayalı bir devlet kurma…”

AKP ise yaptığı savunmada genelgeyi reddetmiyor. Ancak Gülencilerle ilişki konusunun bir talimat olmadığını söylüyor: “(…) Bahsi geçen dernek, vakıf ve okulların faaliyetler ve tutumlarına bağlı olarak ve yerel koşullar çerçevesinde temas ve işbirliğinde bulunma konusunun misyon şeflerimizin takdir yetkisi içinde bulunduğu hatırlatılmaktadır.”

Savcı Yalçınkaya ile AKP arasındaki Gülen atışması, dava dosyasında sürmüş. AKP verdiği savunma eklerinde, bir zamanlar Gülen okullarını ziyaret eden devlet yetkilileriyle ve bunun fiilen suç olmadığıyla kendisini savunurken, Savcı Yalçınkaya mütalaasında itiraz ediyor:

“Fethullah Gülen’in faaliyetleri Anayasal düzene ve laikliğe aykırı eylemlerdir. Bu nitelikteki eylemler suç olmaktan çıkarılsa dahi siyasi partilere isnat edilebilir (…)”

FETÖ GENELGESİ İPTAL EDİLDİ

Anayasa Mahkemesi, 30 Temmuz 2008’de verdiği kararda, AKP’nin laiklik karşıtı odak olduğunu söyledi. Ancak partiyi kapatmak yerine hazine yardımından yoksun bıraktı.

Bu cezayı eksik bulanlar da vardı. Zira 6 üye partinin kapatılması gerektiğini söylüyordu. Karara, kapatma isteklerini söyleyerek şerh düştüler. AKP’nin Gülen okullarına destek veren genelgesine de dikkat çektiler. Hazine yardımından mahrum bırakılmanın yeterli olmadığını söylediler.

Sonuç olarak AKP, şimdi FETÖ adıyla andığımız yapıyla ilişkileri de delil kabul edilerek cezalandırılan ilk siyasi parti oldu. FETÖ, yıllar sonra terör örgütü kabul edildi ancak “siyasi ayak” tartışılırken o mahkeme kararı ve yapılan savunma unutuldu.

Tayyip Erdoğan’ın gündeme geldiğinde “Teröre bulaşmadıktan, bir fiili eylemin içerisinde olmadıktan sonra, ülke hassasiyetlerini koruyan derneklerle, vakıflarla niçin bizim büyükelçiliklerimiz iletişim içinde olmasın” diyerek savunduğu genelge, AKP-FETÖ ittifakının dağılmasıyla iptal edildi.

O davada, AKP’nin ceza almamasını savunan tek üye, Başkan Haşim Kılıç’tı. İlginçtir, Kılıç da yıllar sonra lehine oy verdiği partinin hedefi oldu. Şimdi pek kimse anımsamıyor. Ancak mahkeme dosyasını açınca gözüme ilk çarpan, Kılıç’ın AKP’yi savunmaya sosyalist Rosa Lüksemburg’dan yaptığı alıntıyla başlaması oldu: “Özgürlük, yalnızca ve daima farklı düşünenlerindir.”

Geçmiş, ondan habersiz olanlar için ne ifade eder bilmem. Ama bildiğim bir şey var: Geleceğin resmi, mutlaka geçmişi hatırlayanların renkleriyle yapılacak.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Yeni Emek Rejimi Tartışmalarına Katkı - Neslihan Eroğlu / SOL(Gelenek)

 “Güvencesizlik”, “geleceksizlik”, “atipik istihdam”, “bacasız fabrikalar”, “esneklik” ve daha birçokları… Bu kavramlar, günümüzde “yeni emek rejimi” tartışmalarının merkezinde yer alıyor.



“Güvencesizlik”, “geleceksizlik”, “atipik istihdam”, “bacasız fabrikalar”, “esneklik” ve daha birçokları… Temelinde, neoliberalizmle değişim geçiren üretim süreçlerini ve bunların sonuçlarını anlatan bu kavramlar, günümüzde “yeni emek rejimi” tartışmalarının merkezinde yer alıyor. Söz konusu değişim ile işçi sınıfının bugünkü parçalı, dağınık ve örgütsüz görünümü arasında doğrudan bir ilişki var. Rejim, üretim sürecinin tasarımından (iş akış şemaları, mesai saatleri, boş zamanın örgütlenmesi, vs.) sürecin tamamlayıcısı disiplin yöntemlerine kadar, sermaye sınıfının hizmetindeki bir dizi tahakküm aracını içeriyor. Bunun sınıf mücadelesi açısından çok önemli bir sonucu var. Bu haliyle üretim sürecinin işçi sınıfı üzerindeki parçalayıcı etkileri, bizzat bu rejime karşı mücadeleyi de güçleştiriyor. Diğer bir ifadeyle, yeni emek rejimi, sınıfın çalışma koşullarından sendikal mücadeleye kadar geniş bir alanda maruz kaldığımız kuşatmanın adı.

İlk bakışta manzaranın pek iç açıcı olduğu söylenemez. İşçiler için örgütlenmek, mücadeleye katılmak ve orada kalıcı olmak eskisi kadar kolay görünmüyor. Şu halde sormamız gereken sorular şunlar: Verili durumda kayda değer ve kalıcı örgütlenme pratikleri genel olarak imkânsızlaşmış mıdır? Değişen emek rejimiyle hangi araçlarla ve zeminde mücadele edilebilir? Bu soruları yanıtlayabilmek için önce etrafımızı saran manzaraya yakından bakmamız gerek.

Üretim süreçlerindeki değişimler

Kapitalist üretim süreci, bölünmüş parça-işlerin birbirine seri halinde eklendiği uzun bir zincire benzer. İşin bütünlüğü, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda (kâr maksimizasyonu ile koşullanmış verimlilik artışı) parçalanır. Marx’ın erken dönem yazılarından itibaren vurguladığı gibi, modern sanayi ile birlikte gelişen bu yeni iş bölümü, işçileri belli vasıflara göre kategorize eder ve kendi potansiyellerini ortaya koyamadıkları, birer makine dişlisine çevirir. Diğer bir ifadeyle, işin parçalanmasıyla (iş bölümünün derinleşmesi ve genişlemesi) emeğin parçalanması, dolayısıyla işçinin emeğinin ürünüyle ilişkisinin parçalanması birbiriyle doğrudan bağlantılıdır. Kapitalizm, çok yönlü, üretken bir toplumsal varlık olan insanı (işçiyi) bu en temel vasfından koparır. İyi biliniyor, Marx buna “yabancılaşma” diyordu. Emeğin emek ürününe, dolayısıyla kendine yabancılaşması, yalnızca başkası (sermayedar) adına ürettiği için değil, bizzat üretim biçiminin kendinden de kaynaklanıyordu.1

Marx’ın tarif ettiği süreç kapitalist üretime dayalı her ülkede geçerliydi. Bugün de geçerli. Üstelik dahası var. Emperyalizm çağında yabancılaşma Marx’ın yaşadığı zamanlardan daha derin ve daha yaygın. Öyle ki, bugün refah toplumları olarak örnek gösterilen AB ülkelerinde de, büyük bir ekonomik güç haline gelen Çin’de de işçinin üretim süreciyle ilişkisi aynı. Sadece “özünde” değil, somut biçimiyle de aynı. Kapitalizmin kendine içkin bu yapısı, gün geçtikçe daha da parçalanmakta ve işçi sınıfının üzerinde çeşitli ideolojik ve siyasal sonuçlara sebep olmakta. Esas olarak emeğin bireyselleşmesine ve sınıf temelli kolektif davranışların zayıflamasına neden olan dağınık bir toplum hedefleniyor. Doğrudan sonucu ise, sınıf bilincini örselemesi. Bu nedenlerle işçiler, bireysel ve kolektif kimlik arayışlarında; milliyetçilik, dinsellik, yerellik gibi alternatif kimliklere yönelmekte ve cemaat tipi kurumlara da daha çok ilgi duymaktalar.2

Kapitalizm yapısal olarak kriz üretiyor, biliyoruz. Sermaye sınıfı ise, tarihi boyunca sistemin sınırlarına dayandığı her büyük krizde, bu sınırların önündeki engelleri kaldırma arayışına girdi. Her arayış, yeni bir sermaye birikim rejimi, dolayısıyla yeni emek rejimleri anlamına geldi. Sonuncusu 70’li yıllarla birlikte tüm dünyaya dayatılan ve hala içinde yaşadığımız neoliberal ekonomi politikaları oldu.  Neoliberalizmle başlayan yapısal değişimler; ekonomide kamunun rolünün küçülmesi, özel sektörün ağırlığının artması ve tam boy piyasalaşma anlamına geldi. Bu değişimler, siyasetten toplumsal hayata her şeyi etkiledi. Elbette çalışma yaşamının koşullarını ve istihdam politikalarını da. İşyeri aidiyeti yüksek, görece güvenceli, daha makul çalışma saatlerine sahip, bir arada ve tam zamanlı emek ile karakterize olan önceki emek rejimi artık tamamen geride kaldı.3 Uzun süredir kendi kuralları ve kuralsızlığıyla karakterize olan yeni bir çalışma hayatı var. “Yeni emek rejimi” olarak adlandırılan istihdam politikalarının belirgin özellikleri şunlar:4

  • Uzun süreli işsizlik
  • Atipik istihdam modelleri
  • Esneklik
    • Çalışma Süreleri Esnekliği
    • Ücret Esnekliği
    • İşlevsel ve sayısal Esneklik
  • İşte denetim mekanizmaları
  • Her yaşta çalışma zorunluluğu
  • Ücretlerde radikal erime5
  • Süreklileşmiş sağlık riski altında çalışma

Dikkat edilirse bunların her biri, işçinin yaşam koşullarının ağırlaşması kadar mücadele imkânlarının kısıtlanması anlamına da geliyor. Dolayısıyla bu mekanizmaları anlamak, günümüz koşullarında işçi sınıfının nasıl örgütlenebileceği sorusunu doğru şekilde yanıtlamamız için bize ışık tutacak.

Yeni Çalışma Rejimi ve İşçi Sınıfına Etkileri

Yeni Çalışma Rejiminin uzun sürelik işsizlik, geçici iş biçimleri, taşeronlaşma, güvencesizlik, alım gücünün enflasyon karşısındaki düşüşü gibi pek çok sonuçları yazıldı, tartışıldı. Ancak bunların başlı başına yeni olgular olduğu düşünülmemeli. Güvencesizlik bir süredir neoliberalizm ile birlikte anılır olduysa da aslında her zaman kapitalizme içkindi. Üretim araçlarından yoksun olan işçi sınıfı tanım gereği güvencesizdir ve hep öyle oldu. Neoliberalizmin farkı, güvencesizliği belirgin ve kalıcı hale getirmesinde yatıyor.6

Güvencesizlik demek, belirsizlik demek, işsizlik demek. Sermaye yedekte tutacağı bir işgücü ordusuna hep ihtiyaç duydu. Hangi birikim rejimi altında olursa olsun, tam istihdamın kapitalizm şartlarında yapısal olarak imkânsız olduğunu Marx bize göstermişti. Ancak şimdilerde işsizlik uzun süreli hale geldi. Mevsimlik işçilik, part-time çalışma, parça başı iş alma, taşeronlaşma, kayıt dışı çalışma gibi olgular çalışma hayatının olağan manzaraları. Ne eğitim ne de çalışma hayatına tam olarak dahil olabilen, iş bulma ümidini kaybetmiş, orada burada kısa süreli işlere girip çıkan, umudu çalınmış büyük bir toplumsal kesim var artık. Böyle kısa süreli işlerde işçinin işyeri ile kurduğu ilişki biçimi, işyeri aidiyetini tesis etmesinin önünde engel teşkil ediyor. Bu durum, uzun süreli ilişkilerin zemin sağladığı dayanışma pratiklerini akamete uğratıyor ve işsizlik tehdidini her an içinde taşıyan güvencesizliğin kanıksanmasına yol açıyor.

Dolaylı bir istihdam biçimi olan taşeronlaşmanın da benzer etkilerinden bahsedilebilir. Taşeronlaşmanın en belirgin özelliği, işleri parçalı hale getirmesi ve işin gerektirdiği tüm sorumlulukları dağıtması. Örneğin, bir taşeron firmadan maaşını almayan işçiler, taşeron zincirinin en tepesindeki patrona gittiklerinde, kendilerinin süreçten sorumlu olmadıklarını, taşeron firmayla aralarında çözmeleri gerektiği yanıtını alabiliyor. Ya da bir iş kazasının sorumluluğu işçilere kadar dağılabiliyor. İşçi sınıfı ve patronlar arasındaki aracıların hem sayısını artıran hem de bunları doğallaştıran taşeronlaşma modeli, aradaki uzlaşmaz çatışmayı belirsizleştiriyor. Ayrıca işçilerin yan yana gelmelerini de zorlaştırıyor.7

Rejimin bir diğer tipik özelliği ise farklı şekillerde esnek olabilmesi. Esneklik kavramını alt başlıklar halinde açmak bu konudaki sınırsızlığın ne boyutlara vardığını anlamamızı sağlayacak. Bunlardan ilki, mesai anlayışını ortadan kaldıran çalışma saati esnekliği. Salgın döneminde evden çalışmayla belirgin hale gelen esnek çalışma saatleri, özel hayat ve iş hayatı arasındaki sınırları da ortadan kaldırdı. Performansa dayalı ücret politikası uygulamaları da bir diğer yaygın esneklik modeli. Örneğini çağrı merkezlerinde gördüğümüz bu ücret modeli, her şeyden önce işçiler arasında rekabeti körükleyerek sınıf dayanışmasını engellemeyi amaçlıyor. Buna ek olarak, önden tam olarak bilinemeyen maaşlar, işçinin ensesinde sürekli bir tehdit olarak durmakta. Yine örneğini eğitim emekçilerinde gördüğümüz bir model, işlevsel ve sayısal esneklik modeli. Özellikle özel okul öğretmenleri ya da sözleşmeli çalışan eğitimcilerin sıklıkla şikâyet ettikleri olgulardan biri, kendi işleri dışında çeşitli idari işleri yapmak zorunda kalmaları. Boş zaman bırakmayan bu durum, bir eğitim emekçisinin sırtına tanımlı işi dışında mecburiyetler yüklemekle birlikte, kimi zaman da birkaç kişinin yapacağı işi tek kişinin yapması biçimini alıyor. Bu, aynı zamanda hem emeğin hem de eğitimin vasıfsızlaştırılması demek.

Bu saydığımız unsurlar, son otuz yılda çalışma hayatına içkin hale geldi. Ancak pandemi dönemi, tabloyu daha dramatik hale getirdi. Bazı iş yerleri evden çalışmaya geçti, bazıları ise tüm süreç boyunca emekçileri işyerlerine gelmeye mecbur bıraktı. Üstelik çoğu işyerinde, kişisel koruyucu ekipmanların tedariki dahi sağlanmadı ve herkesin kendi tedbirini alması beklendi. Süreklileşmiş sağlık riski altında çalışmak, yeni dönemin “yeni normali” oldu. Evden çalışmaya geçen emekçiler ise farklı uygulamalara maruz kaldı. Bu uygulamalar, yeni “denetim” araçlarının denemeleri aynı zamanda. Evden çalışma modeline geçen birçok işyeri, kameralar eşliğinde yoğun mesailer altında çalışma zorunluluğu getirdi. Bu ve benzeri uygulamalar, özellikle evde çocuk bakımı sorumluluğu olan kadınları ağır yükler altında bıraktı.

Kovid olan emekçileri karantinaya girmeleri için evlerine göndermek yerine, kapalı yurtlarda kalması sağlanarak mesai saatlerinde iş başında olmaya mecbur eden uygulamalar da hayata geçti.8 Bir örneğini Dardanel fabrikasında gördüğümüz bu manzara, emekçilere ölümü reva görürken, patronlara kârlarını arttırma olanağı sağlamıştır. Aynı dönemlerde sermaye cephesinden bu türden deneyleri sistematikleştirmeye dönük öneriler de geldi. Emek sömürüsünün yoğun olduğu birçok ülkede hali hazırda uygulanan “kapalı sistem” çalışmanın ülkemizde de denemeleri konuşulmaya başlandı. Geçtiğimiz aylarda, MESS ve MÜSİAD’ın önerisiyle gündeme gelen izole üretim ve akıllı çip uygulamasıyla, emekçilerin boyunlarına her an izlemeyi sağlayacak bir kelepçe takılması önerildi. Buna göre salgına karşı fiziksel mesafeyi koruma bahanesiyle işçilerin her anı gözetlenecek ve herhangi bir yan yana gelişin önüne geçilecek. Modern toplama kampları olarak da ifade edilen bu uygulama önerisi, özünde örgütlenmenin önüne geçme gayesi taşıyor.9 Bu uygulama yalnızca işçinin zamanını tam boy kontrol altına almakla kalmıyor, onun sosyo-kültürel yaşamını tümden belirlemeyi öngörüyor. Oysaki birçok bilim insanı ve meslek odası, tam zamanlı bir kapanmayla salgına karşı mücadele edilebileceği önerisi sundu. Ancak iki haftalık bir kapanmanın ekonomik maliyetini göze alamayan sermaye sınıfı, 14 günlük karantina süresinin uzun olduğunu belirtmiş ve süreyi 10 güne düşürtmüştür.10

İşçi sınıfının organik parçası haline gelen göçmenler de yeni emek rejiminin sermayeye yarayan bir unsuruna dönüştürüldü. Suriyeli göçmen işçiler, çoğunlukla ya kayıt dışı işler de ya da düşük ücretlerle karakterize olan emek yoğun sektörlerde çalıştırılmakta. Farklı ücret politikası ise işçiler arasında öfkenin artmasına ve kimi zaman milliyetçi tepkilere neden olmakta. Manzara, Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu kitabında tasvir ettiğinden çok farklı değil; üstüne üstlük sermaye eski silahların yanına yenilerini de ekledi.

Yeni istihdam politikaları son derece iyi düşünülmüş ince stratejilerin ürünleri. İşçi sınıfı üzerindeki psikolojik, sosyo-kültürel ve politik etkileri çarpıcı, derin, kimi zaman felç edici. Peki sınıf cephesinde işler nasıl? Sendikalar bu süreci nasıl karşıladı? Şimdi de bunlara bakalım.

Sendikalaşmaya bir bakış

Ülkemizde işçi sendikaları 6357 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi kanununa tabidir ve 1980 öncesinde farklı içeriğe sahip olan yasa, önemli değişiklikler geçirmiştir. Bu değişikliklerin en önemlilerinden biri, işyeri ve meslek sendikacılığının yasaklanması ve işkolu sendikacılığının kalıcı hale gelmesi. Bu örgütlenmenin önüne çekilen setlerden yalnızca biri.  Bir iş kolunda yetkili sendika olabilmek için, iki barajın aşılması ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına başvurup “yetki belgesi” alınmış olması gerekiyor.

Bu ağır yasal çerçeveye rağmen sendikalar, üretim ölçeklerinin büyük, ürün çeşitlerinin sınırlı, toplu çalışma alanlarının geniş, tam zamanlı ve düzenli istihdamın yaygın olduğu imalat sanayi işkolunda uzun yıllar örgütlenebildiler.11 Üretimde kamu sektörünün baskın olduğu bu yıllarda, sendikaların da çoğu kamuda etkiliydi. Ancak piyasalaşma ve özelleştirmelerle birlikte taşeronlaştırma, çalışma alanı ölçeklerinin küçültülmesi, mesai sürelerinin parçalanması, işsizliğin artması gibi yenilikler, zamanla sendikal örgütlülüğü zayıflattı. Burada taşeronlaşmanın özel bir işlev üstlendiğini belirtmeliyiz. Kâğıt üzerinde işyerinin adını değiştirme ya da işyerini kapatıp yeni işyeri açarak sendikanın yetki almasını engelleme, yoğun işkolu ve yetki itiraz süreçleri gibi etkili yöntemler bu sayede mümkün oldu.12

Tüm bu zorluklar, istihdamın sektörel dağılımındaki değişime paralel olarak ilerledi. İmalat sanayi verili durumunu büyük ölçüde korurken, tarımın tasfiyesinin getirdiği emek arzı hizmet ve inşaat sektörlerince soğuruldu. Bu sektörel değişim, atipik çalışmanın en yaygın olduğu hizmet ya da inşaat gibi sektörlerin sendikalaşma oranının düşük olmasının önemli sebeplerinden biri.13

2020 Ocak itibariyle, işgücünün %16'sı tarım, %20,7'si sanayi, %5,2'si inşaat, %58,1'i ise hizmet sektöründe istihdam ediliyor. Sanayideki sendikalaşma oranının geçmiş yıllara göre mevcut durumunu muhafaza ettiği söylenebilir ancak büyüyen diğer sektörlerin sendikalaşma oranları oldukça düşük.

Burada özellikle vurgulamak isterim, tüm bu kayıpların nedeni son birkaç yılda değil, sendikalar tarihinin bütününde aranmalıdır. Elbette pek çok neden var. Kanımca bunlardan en önemlisi, sendikal mücadelenin ekonomik temelli yürütülmesi oldu. Bütünlüklü bir siyasal bir perspektifin eşlik etmediği, sosyal haklar ve toplu iş sözleşmelerine indirgenen mücadele süreçlerinin etkisi sınırlı olmaya mahkûm. Oysa hiçbir dönemde, ekonomik, ideolojik ve siyasal bütünlüğü gözeten bir mücadeleye bugünkü kadar ihtiyaç duyulmadı. Üstelik artık kalıcı bir işe sahip olmamanın getirdiği güvensizlik ve kayıtsızlık duygusuyla yaşayan, geleneksel sendikalı profilden farklı yeni bir işçi kuşağından da bahsediyoruz. Bu kuşakla, eski ilişki biçimlerine benzer şekilde temas etmenin kimi özel güçlükleri var. Her şeyden önce bu belirsizlik ve köksüzlük bağlanmayı zorlaştırıyor. Hali hazırda birçok sosyal hakkı elinden alınmış ve sıklıkla yer değiştirmek zorunda kalan genç işgücünü mücadeleye bağlamanın yeni yollarını bulmak gerekiyor. Sektörel ve coğrafi hareketliliğin ivme kazandığı bu çalışma düzeninde, sınıfı örgütlü kılabilmenin yolu, bütünlüklü siyasal bir perspektif ve bu bütünlüğün toplumun genelinde yaratacağı etkiden geçiyor.

Bir diğer önemli neden ise değişen emek rejimine uyum gösteremeyen sendikal örgütlenme modelleri. Sendikaların mevcut yapıları, üye sayısını koruma anlayışları, emeğin değişen yapısını kapsayacak strateji ve örgütsel yaklaşımlar geliştirememeleri sendikal hareketin güç yitirmesine neden oldu.  Türkiye ekonomisinin yapısal zaafları ve kırılganlıkları kriz dönemlerinde birçok işletmenin kapanmasıyla sonuçlanıyor. Bu tablo, özel sektör içerisinde örgütlenen birçok sendikayı doğrudan etkilemekte; ciddi sayıda üye kayıplarına ve işyerlerinde sendikaların kalıcılaşamamasına neden oluyor. Aynı olgunun diğer yüzünde, yani dönemsel olarak hızlı büyüme eğilimine giren işkollarında da durum farklı değil. Üye sayısını muhafaza etmeyi yeterli gören sendikal anlayış, hızla büyüme eğilimine giren işkollarında etki gücünü yitirmektedir.

Bu ağır tabloda yeni örgütlenme olanakları mümkün mü? Örgütlenme koşulları zor olan sektörlerde mücadele deneyimleri var mı? Şimdi de, ilk bakışta karanlık görünen bu manzarada mücadele pratiklerine bakalım. Geçmişten ve yakın tarihimizden bazı deneyimlere eğilmek gelecek dönemin mücadele araçları konusunda fikir verecektir.

Yeni örgütlenme olanakları

Dönemin hissedilen en yakıcı deneyimlerinden biri işsiz olmak. Kitlesel hale gelen uzun süreli işsizlik olgusu önümüzdeki dönemde başlı başına bir mücadele gündemi olmayı hak ediyor. Çalışma hayatının dışına atılmışken örgütlü mücadele vermek güç görünebilir ancak mümkündür ve tarihte pek çok örneği mevcuttur.

3 Mayıs 1962 tarihinde düzenlenen “Açların Yürüyüşü” eylemi, emek tarihimizden özgün bir örnek. Bir inşaat işçisi olan İsmet Demir, Ankara Ulus’ta, işçilerin düzenli olarak gittiği ve daha sonra Yapı İşçileri Sendikası’nın merkezi haline gelen bir kahveye gitmeye başlar. Burada sendikanın başkanı Tahir Öztürk (Fukara Tahir) ile tanışır. Bu kahvedeki buluşmalar, zamanla örgütlü hale gelir ve 5000 inşaat işçisinin katıldığı kitlesel bir yürüyüş kararına varılır. Yalın ayak olarak Meclise yürüme kararıyla yola çıkan yürüyüş, giderek büyür ve ölçeği iktidarı huzursuz edecek boyutlara varır. Yürüyüşün örgütleyicilerinden biri olan İsmet Demir, eyleme atıfla “Yalınayak İsmet” lakabını alır. Bu ilk eylemin sonraki örgütlenme faaliyetlerinde büyük katkısı olur.

Yine o dönemlerden bir diğer örnek, İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği. Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve bir grup aydının içerisinde yer aldığı dernek, dönemin hayat pahalılığına ve yükselen işsizlik oranlarına karşı mücadele etmiş ve çeşitli farklı illerde şubeler açmış, miting ve gösteriler düzenlemiştir. Bunlardan en ses getireni “Ya İş Ya Ekmek” yürüyüşüdür. 30 Kasım 1968’de yapılan miting, iktidar çevrelerini bir hayli rahatsız etmiş, ertesi gün çoğu gazetede manşet olmuştur.14

Daha yakın tarihli bir başka kitlesel örgütlenme örneği eğitim emekçilerinden geldi. 2009 yılında KPSS sınavında yapılan yolsuzluğun açığa çıkması, atama bekleyen işsiz öğretmenler için bardağı taşıran damla oldu. Ortak kullandıkları internet sayfalarında dertlerini paylaşan öğretmenler, yine aynı platformlarda birlikte hareket etme çağrısı yaptılar. Bu çağrıyla yan yana gelen eğitimciler, “Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu” (AYÖP) olarak yola koyuldu ve kitlesel yürüyüşler düzenlediler. Farklı illerde yaşayan ve birbirlerini tanımayan öğretmenler, yalnızca web sitesi ve sosyal medya araçlarıyla paylaştıkları çağrılarla yan yana gelebildiler.

Eğitim emekçilerinin hayat mücadelesi işsiz öğretmelerle de sınırlı değil. Özel okullarda ya da kamuda sözleşmeli olarak çalışan birçok eğitim emekçisi, kamudaki geleneksel çalışma modelinin aksine işten atılma tehditleriyle, yoğun mesai baskısı altında, kimi zaman veli hakaretlerine maruz kalarak, düşük ücretlerle çalışıyor. Ancak tüm bu tehditlere rağmen mücadele etmek için Patronların Ensesindeyiz Özel Okul Öğretmen Dayanışma Ağı’nda yan yana geldiler. Örgütlenerek her geçen gün daha da büyüyen Ağ, patronların da dikkatini çekti. Özel okul sahipleri, hareketi hedef alan açıklamalar yaptılar.15 Yine Ağ çatısı altında örgütlenen Doğa Koleji eğitim emekçileri, uzun süre boyunca maruz kaldıkları hak gasplarına velilerin de desteğiyle bir boykotla karşılık verdi ve haklarını alabildiler.16 Şimdilerde daha güçlü bir örgütlülük için Birlik Sendikası’nda yan yana geliyorlar.

Çalışma yaşamının yeni dinamikleri, işçileri kimi zaman yalnızca ekonomik temelli talepler çerçevesinde örgütlenmeye zorlayabilmekte. Ancak maaş, tazminat gibi hakları almaya dönük yan yana gelişler ne kadar önemliyse, çalışma hakkı için mücadele etmek de bir o kadar önemli. Çalışmak en temel anayasal haktır ve hükümet patronlarla birlikte kitleleri bu haktan mahrum bırakmaktadır. Bireyleri, sıklıkla sınıfın dışına atmakta, sosyal anlamda izole etmekte ve üstelik bu tabloyu her geçen gün meşru hale getirmektedir. Bunu kırmanın yolu ise, topyekûn bir karşı koyuştan bahsedebileceğimiz siyasal bütünlüğü olan bir örgütlenme perspektifinden geçiyor. Örgütlenmenin yolu ise bazen bir kahveden, bazen amele pazarlarından, bazen evlerden ya da Yalınayak İsmet’in adımlarından…

Yeni çalışma rejiminin getirdiği önemli değişikliklerinden bir diğeri, sermayenin kimi işlerde, tam zamanlı erkek işçiler yerine yarı zamanlı kadın ve genç emeği kullanma tercihi. Bu tercihte, ilgili sınıf kesimlerinin kimi dezavantajlarının (kadın-erkek eşitsizliği, yüksek genç işsizlik oranı, vb.) suiistimal edilmesinin payı var. Gençler ve kadınlar yarı zamanlı ya da süreli çalışmaya daha uygun görülüyor. Şimdilerde çalışmayan üniversite öğrencisi bulmak pek mümkün değil. Çoğunlukla hizmet sektöründe çalışan üniversiteliler artık geleceğin potansiyel emekçileri değil, eğitim hayatları sırasında da işçi sınıfının faal üyeleri olarak var oluyorlar. Özellikle mağazalarda, yoğunluklu olarak genç kadın işçiler çalışıyor. Bunun temelinde, kadın emekçileri güzellikleriyle ön plana çıkararak satış rakamlarını yükseltmek gibi insanı nesneleştiren yaklaşımlar var. Esnek çalışma saatleri, part-time çalışma, ruj sürme zorunlulukları gibi zorbalıklar sektörde sık görülen hak gasplarından. Bununla birlikte, farklı saat aralıklarında çalışmak, sürekli müşteri yoğunluğu ile ilgilenmek ya da mağaza müdürünün devamlı gözetiminde olmak, emekçilerin arasındaki iletişimi de olumsuz yönde etkiliyor. Tüm bu koşullara karşı örgütlenen Madam Coco mağazası çalışanlarının mücadelesi, bu açıdan özel bir yere sahip. Madam Coco Mağazası Çalışanları adı altında kurdukları komite aracılığıyla yan yana gelen emekçilerin direnişi hem sektörde bir ilk örnekti, hem de sonrasında yarattığı etki büyük oldu. Direniş sektördeki başka şirketlere de sıçradı ve H&M mağazasında, patronu sendikayı muhatap almaya mecbur bıraktı. Bir işyerinde atılan işaret fişeği, o işkolunda çalışan diğer işçilere de yol gösterdi.

Rejimin bir diğer gerçeği de çevre istihdamının artması. Hükümet tarafından farklı bölgesel yatırımlara dönük teşvikler, sermayenin ihtiyaçlarını iki şekilde karşılamakta. İlki; birçok vergi sorumluluğundan muaf oluyorlar. İkincisi ve en az onun kadar önemlisi; bölgeler arasındaki fiili ücret farklarından faydalanıyorlar. Hatta sermaye cephesinden, yasal kısıtları da ortadan kaldırmak üzere bölgesel asgari ücret uygulamasına geçilmesi önerisi dahi geldi. Bunun anlamı, işçi ücretlerinde genel bir düşüştür. Üstelik Kürt illerinde bu tabloya eklenen göçmenlik olgusu, kayıt dışı çalışma oranlarının ve iş cinayetlerinin artmasına da neden oluyor. Kentlerdeki genç nüfusu, düşük ücret ve yoğun mesai şartları altında çalışmaya mecbur bırakan çağrı merkezleri buna iyi bir örnek. Neredeyse ülkenin her ilinde bir çağrı merkezine rastlamak mümkün. Buralarda çalışma koşulları son derece ağır. Çalışanlar, birbirinden yalıtılmış halde, nefes almadan telefon yanıtlamak zorundalar. Aksi halde aylık olarak kayıt altına alınan performans göstergeleri doğrudan ücretlerine yansıtılıyor. Çalışanların işyeriyle herhangi bir aidiyet kurmamaları adına, kendi masalarına kişisel herhangi bir nesne bırakmalarına dahi izin verilmiyor.17 Burada vurgulanması gereken, söz konusu yalıtılmışlığın mutlak olmadığı ve ağır koşullar altında da olsa sınıfın yaratıcı eylem formları geliştirebildiğidir. Yakın dönemden bir örnek, kulaklık bırakma eylemleriydi. Bir diğeri, ekranların donmasını sağlayarak sistemin durmasına neden olan bir iş yavaşlatma eylemi oldu. Her iki örnekte de gördüğümüz, işkolu bazında örgütlenmenin güç olduğu alanların, işyeri bazlı örgütlenmeye daha uygun olabildiğidir. Diğer bir deyişle bu işkollarında direnişin tek tek işyerleri ölçeğinden işkoluna doğru genişletebileceğidir.

Bölgesel istihdam politikaları yalnızca iller değil uluslararası düzeylerde de işliyor. Avrasya, Ortadoğu ve Afrika ülkeleri başta olmak üzere, farklı ülkelere çalışmak için büyük kafileler halinde giden işçiler günümüzün olağan manzaralarından. 50’li yılarda birlikte başlayan yurtdışına emek göçü şimdilerde de var, ancak hem çerçevesi ve hem de sınıf için anlamı önemli ölçüde değişti. Eskiden, yurt dışına gitmek bir işçi için önemli bir birikim kaynağı ve gelecek garantisiydi. Şimdilerde ise yalnızca iş bulmak ve geçici dönem için bile olsa hayatı ve ailesinin masraflarını idame ettirmenin aracı. Bunun en önemli göstergelerinden biri önceden dolar üzerinden belirlenen ücretlerin, bir süredir Türk lirasına çevrilmiş olması.

İnşaat sektörünün emek göçünün lokomotifi olduğunu söylemek yanlış olmaz.18 Yıllardır yurtdışında iş yapan Türk müteahhitleri, bu alanda önemli deneyimler biriktirdiler. Deneyimden kastedilenin farklı boyutları olduğu bilinmelidir. Elbette deneyimin bir yönünü yapılan işin teknik içeriği oluşturuyor. Ancak asıl deneyim işin organizasyonuna dönük. Geniş bir taşeron ağı kurmak, işgücü değerini sürekli baskılamak, kısa sürelerde iş bitirme garantileri vermek, bunun gerektirdiği yoğun mesaileri organize etmek ve işçiyi buna göre disipline etmek, çeşitli akraba ve eş dost bağlantıları sayesinde toplu işçi gruplarıyla anlaşmak ya da işgücünün çok ucuz olduğu ülkelerden işçi getirmek vb. gibi pek çok incelikli tahakküm aracı… Fotoğrafın öteki yüzünde özel sağlık sigortası, konforlu kamp alanları, yüksek ücret gibi vaatler var. Haliyle yurtdışı şantiyelerine taşınan işçiler kısa bir süre sonra sorunların içinde kalıyor. Bunlara ek olarak yerel işçiler tarafından kabul görmeme, sosyal hayattan kopukluk, destek alınabilecek kurumları tanımama ve daha birçok nedenden ötürü yurt dışında hak aramak çok zor görünüyor.

Tüm zorluklara rağmen, son dönemlerde Patronların Ensesindeyiz ağına yapılan yurtdışı şantiye ihbarları arttı. Bu ihbarların birçoğu sosyal medya araçları kullanılarak yapıldı ve yine aynı kanallar üzerinden örgütlendi. Suudi Arabistan’daki Riyad Metro şantiyesi işçileri, kafala sistemi19 gibi ağır çalışma koşullarına rağmen örgütlenmenin mümkün olabileceğini ve de kazanılabileceğini gösteren örneklerden biri. Doğuş İnşaat’ın yapımını üstlendiği şantiyede, fazla çalıştırma, mesai ücretleri ve tazminat hakkı gaspı gibi pek çok konuda biriken hak ihlallerine karşı birleşen işçiler, hem yasal haklarını kullanmak için adımlar attılar, hem de elçilikle görüştüler. Aynı zamanda Patronların Ensesindeyiz ağı ile de temas eden işçiler, kendi işyeri komitelerini kurma kararı aldılar. Karantina günlerine denk gelmeleri ve bazı arkadaşlarının ayrılmaları, süreci zorlaştırmıştı. Ancak pes etmeyen işçiler kurdukları komite aracılığıyla video yayınladılar. Eş zamanlı olarak Patronların Ensesindeyiz mücadele ağı, ailelere ulaştı ve Türkiye’de de mücadelenin diğer adımı tesis edildi. İki taraftan verilen mücadelenin sonunda, patron geri atmak zorunda kaldı ve işçilere haklarını verdi.20 Koşulların çok zorlayıcı ve dağınık olduğu bu örnekte olduğu gibi, farklı araçlar devreye sokularak çok yönlü ve bütünlükle ele alınan ve toplumsal etkinin büyütülmesi hedeflenen mücadelelerden sonuç alınabilmekte. Bu geleneksel ya da tipik bir örgütlenme örneği değil, sıra dışı çalışma koşullarına cevaben üretilmiş özgün bir örnek oldu ve bu açıdan oldukça eğitici.  Bu türden gelişmelerde uluslararası dayanışmanın önemine de vurgu yapmak gerekir. Hem ülkemizdeki hem de şantiyenin bulunduğu ülkedeki sendikalar ve siyasi partilerin karşılıklı dayanışması, sermayeye karşı baskının ölçeğini genişletiyor ve toplumsal etkiyi büyütmede önemli bir yer tutuyor.21

Bu bölümde doğası gereği örgütlenmenin zor olduğu sektörlerden kimi örnekler verilerek alternatif mücadele olanakları tartışıldı. Bu örnekleri ilgili sektörlerle sınırlı ya da onlara has olarak düşünmemek gerekir. Zira sermaye sınıfı bugün esnek istihdam politikalarını çalışma yaşamının tüm alanlarına doğru genişletmeye niyetli görünüyor. Sağlıkta da eğitimde de imalat sanayinde de benzer eğilimler var. Özetle, işçi sınıfının bölünmüşlüğü artık bir veri. Yukarıda sendikal örgütlenmedeki gerilemenin bizzat mücadele perspektifinin ekonomizme sıkıştırılmasından kaynaklandığını yazmıştık. Bu saldırılar püskürtülecekse, işe bu verili gerçeği tespit ederek başlamalı ve sendikal mücadele anlayışının koşullara nasıl uyarlanabileceğini tartışmalıyız.

Nasıl bir sendika?

Sınıfın toplumsal etkisini büyütmesi, yukarıda tarif edilene benzer örneklerin çoğaltılmasıyla ve örgütlenmesiyle mümkün. Zemini ise; siyasal, ideolojik ve yasal boyutlarıyla, bütünlüklü ve sistematik bir örgütlenme perspektifinin merkezinde olduğu sendikal bir mücadelede; geleneksel sendikal modellerin aksine çalışma hayatının “esnek” yapısına uygun “yaratıcı ve dinamik” örgütlenme arayışlarında. Bu noktanın özellikle vurgulanması gerekiyor çünkü tek sorun, işçilerin hayatına örgütlenme deneyimlerinin girmesi değil. Örgütlenme sürecinin kendisi kadar, onun kalıcılaşması yönünde atılacak adımlar da önemli. Kapitalizmin yeni çalışma politikaları bir işçiyi farklı koşullara mecbur bırakabilir. Sıklıkla görülen yer değişiklikleri ya da işsizlik gibi. Bu ve benzeri yeni güçlükler, işçiyi mücadelenin dışına atmamalı, aksine sendikanın varlığı tam da bu unsurlarla baş etmesi yönünde güç vermelidir. Bu yönde atılacak adımlar, sınıf bilinci ve sendikal aidiyeti yüksek bir ilişkilenme biçimiyle mümkündür.

Sendikalaşmayı güçleştiren en önemli olgulardan birini sektörel istihdam hareketliliği olarak tarif ettik. Bu olguyu bertaraf edebilmek için, öncelikle sendikalaşmanın en düşük olduğu sektörleri, stratejik çalışma alanlarını ve bölgeleri iyi tanımak gerekecek. Bu tanıma ve tanımlama arayışı çeşitli politikalar geliştirmek ve hangi araçlarla örgütlenmenin mümkün olduğunu anlamak için önemli ipuçları verebilir. Özellikle genç ve kadın işgücünün yoğunluklu olduğu sektörlerde verili durumu görebilmek ve bu doğrultuda yeni ve yaratıcı örgütlenme araçları geliştirmek giderek önem kazanmakta. Örneğin, daha önce mücadele deneyimi olmayan pek çok işyerinde sosyal medya araçları kullanarak temas etmenin, içeride çalışan genç işgücünde karşılık bulduğu görüldü.

Sektörlere ve iş yerlerine dönük örgütlenme araçlarını tanımlarken daha önceki bölümlerde de değindiğimiz gibi işkolu örgütlenmesinin kimi güçlükleriyle karşılaşılabilir. Bu açıdan pek çok ölçekte, işyeri merkezli örgütlenme arayışları daha fazla olanak vadetmektedir. Kanımca bu nokta, örgütlenmenin kilit unsuru. Mikro düzeyde görünen bu mücadele tarifi, sendikalaşmaya farklı biçimlerde güç katıyor. Örneğin, komitelerin güçlü olduğu alanlarda, sendikalı kapsamını genişletmek mümkün. Aynı iş yerinde geçici ya da taşeron işçi olarak istihdam edilen pek çok işçi için mücadele etmek, hem örgütlülüğü büyütür, hem de bizzat bu geçici istihdam biçimlerinin ortadan kalkması yönünde adım atma gücü verir.22 Bir diğer önemli katkıysa, komitelerin kendi bünyelerindeki birikim. İşyeri komiteleri, karar verme süreçlerinde biriktirdikleri deneyimlerle, mücadelenin öncü kadrolarını yetiştirdikleri yerlerdir aynı zamanda.

Dünyanın pek çok farklı coğrafyasında bu yeni örgütlenme arayışları ve denemeleri hayata geçmekte. Sendikaların birliğini ve daha çok işçiyi mücadeleye katmaya dönük stratejiler merkeze alınmaya ve bu doğrultuda çeşitli kampanyalar açılmaya başlandı. Örneğin Yunanistan’da genç işçilere dönük yaz kampları düzenlenmekte ve “örgütçü eğitimleri” yapılmakta. Ülkemizde de yeni arayışlar mevcut. Birlik Sendikası tam da bu ihtiyaca binaen kuruldu. Farklı istihdam politikalarını kapsama ve esnek istihdamın yoğun olduğu sektörlerin yer aldığı 10 No’lu işkolunda örgütlenme hedefiyle yola çıktı. Market, mağaza, sinema-TV emekçileri, özel istihdam bürosu emekçileri, çağrı merkezi emekçileri, özel okul öğretmenleri ve çalışanları, ücretli avukatlar ve daha nice emekçinin örgütlenebileceği bir sendika. Önceki bölümlerde örneğini verdiğimiz pek çok mücadele birikimini sırtlayan Patronların Ensesindeyiz Mücadele Ağı’na yaslanıyor. Aynı zamanda sendikanın kapsadığı işkolu dışında kalan işçilere de örgütlenme çağrısı yapıyor. Sendika, temel ilkesini şu şekilde ifade ediyor: “Tüm İşçilerin Birlik Mücadele ve Dayanışma Sendikası, sınıf sendikacılığını esas alan, işçi sınıfının sermaye sınıfına karşı mücadelesinde işçi sınıfının birliğini ve dayanışmayı temel alan sendikal anlayışa sahiptir.”

Kapitalizmin her geçen gün karşımıza daha da yıkıcı saldırılarla çıktığı bir dönemdeyiz. İşçileri daha fazla yoksulluk ve açlığın beklediği bu saldırılara karşı koymanın tek yolu örgütlenmek. Artık elimiz daha güçlü, Birlik Sendikamız var. O zaman şimdi sıra işçi sınıfının karşı saldırısında!

Neslihan Eroğlu / SOL(Gelenek)

'Yeni kuşaklar Doğan Öz'ü tanısın, dürüst savcılar da yüreklensin istedim' - SOL(Söyleşi)

'Savcı Doğan Öz'ü Vurdular - Bir Kontrgerilla Cinayeti' kitabının yazarı gazeteci yazar Berivan Tapan'la, Doğan Öz cinayetini konuştuk. 

Savcı Doğan Öz 24 Mart 1978'de vahşice öldürüldü. İlerici savcı Doğan Öz'ün katledilişinin 43. yılında, "Savcı Doğan Öz'ü Vurdular - Bir Kontrgerilla Cinayeti" kitabının yazarı gazeteci yazar Berivan Tapan'la, cinayeti, dava sürecini ve bugünlerde yine gündemde olan bir isim tetikçi İbrahim Çiftçi'yi konuştuk.

Öyle bir cinayet ki bir savcının katledilmesinden öte 24 Mart’a gelene kadar önü de çok dolu, sonrası ve dava süreci de. Siz kapsamlı bir araştırmaya imza attınız ve bunu da 2020’de "Savcı Doğan Öz’ü Vurdular" adıyla kitaplaştırdınız. Doğan Öz’ü çalışmanızın nedenleriyle başlayalım söyleşimize. Neden Doğan Öz?

Cumhuriyet gazetesinde çalıştığım dönemde “12 Eylül’e doğru 5 cinayet” adlı bir yazı dizisi hazırlamıştık. O cinayetlerden bir tanesi de Savcı Doğan Öz’dü. İlgimi çekmesinin en önemli nedeni, böylesi önemli bir savcıyla ilgili kapsamlı bir çalışma yapılmamış olmasıydı. Daha önce Doğan Öz’ün adını duymamış yeni kuşaklara onu tanıtmak isteği beni kitabı yazmaya en çok motive eden noktaydı. Özellikle hukuk öğrencilerini, elini taşın altına koymaktan çekinen savcıları da yüreklendirmek istedim. “Türkiye’de böyle bir suikast yapıldı, siz de bilin” demekti en basit haliyle…

'Çiftçi, aynı zamanda o dönem Bahçelievler Katliamı’ndan aranıyor'

Kitabın alt başlığı “Bir Kontrgerilla Cinayeti.” Buradan devam edebilir miyiz?

“Bir Kontrgerilla Cinayeti” dememizin nedeni bu cinayetin, sıkıyönetimin gerekçelerinden biri sayılmasıydı. Ergenekon Davası’nın mütalaa kısmında da Doğan Öz cinayeti “kontrgerilla eylemlerinden biri” olarak geçiyor. Zaten böyle geçmese bile cinayeti işleyen gücün kim olduğunu biliyoruz. Neden biliyoruz? Tetikçinin kim olduğuna, kimlerin emri altında çalıştığına, silahın nasıl ele geçirildiğine baktığımız zaman zaten derin devlet yapısını görüyoruz. Muzaffer Üstünel’i öldüren silahla öldürülüyor Doğan Öz. Delil odasında olması gereken ama tetikçilerin eline verilen bu silahla Doğan Öz öldürülüyor. Cinayeti gerçekleştiren İbrahim Çiftçi, aynı zamanda o dönem Bahçelievler Katliamı’ndan aranıyor. Bu katliamda öne çıkan diğer isimler kim? Haluk Kırcı, Abdullah Çatlı gibi bugün herkesin çok iyi bildiği isimler. Bütün bu ağa bakınca kontrgerilla yapılanması kendiliğinden zaten ortaya çıkıyor.

'Doğan Öz'ü özellikle bir durdurma çabası vardı'

Faillerin belli olup cezalandırılmamasını 1970’lerin son çeyreğindeki cinayetlerin ortak özelliği olarak görüyoruz. Failler bulunamıyor, kaçıyor ya da çeşitli gerekçelerle cezalandırılmıyor. Öz'ün Site Yurdu araması sırasında bir başkomiser tarafından sarfedilen tehditkâr “Biz aradık savcı bey, senin aranmana gerek yok. Biz senin kim olduğunu biliyoruz” cümlesi cinayete gelene kadar geçen sürecin özeti gibi. Onlara göre Doğan Öz kim?

Doğan Öz’ün kim olduğunu gayet iyi biliyorlar onlar da. Zaten kim olduğunu bildikleri için arama yaptırmak istemiyorlar aslında. Site Yurdu’nun içindeki o dolaptaki silahı saklama gereği bile duymuyorlar. Çok cüretkârlar. Savcının içeri girip tekrar bir arama yapmayacağından da eminler. Çünkü daha önce birçok savcı bu şekilde, “Sizin aramanıza gerek yok, biz aramayı yaptık” denilerek geri çevrilmiş muhtemelen ama Doğan Öz’ü özellikle bir durdurma çabası var orada. 

'Dava adaletsizliğin temsili'

Mahkemenin kararında, “Elimizdeki bilgiler ve belgeler ve tanık ifadeleri cinayeti İbrahim Çiftçi’nin (son kongrede MHP MYK'sına da giriyor) işlediğini gösterirken ve vicdani kanaatimiz de bu yönde oluşmuştur” ifadesinden sonra yüksek mahkeme kararına uymak gerektiğinden beraat kararı vermesi konusu basit bir teknik durumdan öte neyi ifade ediyor sizce?

Orada bir güç devreye giriyor ve İbrahim Çiftçi serbest bırakılıyor. Mahkeme, “Biz suçlu olduğunu biliyoruz ama yine de elimizde değil” diye hukuku yerle yeksan eden bir karara imza atıyor. Yani hukukun, adaletin elinin kolunun bağlandığı bir dava oluyor aslında bu beraat kararıyla. Adaletsizliğin temsili bir anlamda. İbrahim Çiftçi ile ilgili dava dosyasının içerisinde gizli ibareli yazılar var. Bu yazıların daha sonra istihbarat teşkilatlarından geldiği ortaya çıkıyor. Yani “Çiftçi, bizim adamımızdır” deniyor. Şimdi de ödüllendirildi. Geçmişte Bahçeli’ye karşı aday olmuş olmasına rağmen yine Bahçeli tarafından oluşturulan listede MYK üyeliğine seçildi. 

Doğan Öz araştırmasını yaparken aileden, akrabalardan, arkadaş ve dostlardan, tanıklardan birçok kişiyle görüştünüz. Bu tablo size Doğan Öz'ü tanıma konusunda ne gösterdi?

Siyasi suikasta uğramış insanlarla ilgili genelde onları kahramanlaştıran hikayeler anlatılır daha çok. Verdikleri mücadeleden, mesleklerinden dolayı öldürüldükleri için hayatlarının o kısmı görünür olur ve bizler de o kişileri öyle anarız. Doğan Öz de “cesur bir savcı” olarak anılıyor. Ama unutuyoruz, aslında o bir baba. 3 çocuğu var. Bengi Heval’in, Turan’ın ve Hakan’ın babası, Sezen Öz’ün eşi… Çok sevgi dolu bir baba ve eş aynı zamandı Doğan Öz. Aynı zamanda çok yönlü bir kişi. Kuran, Tevrat da okuyor tiyatro tekstlerini de… Sinemaya, tiyatroya düşkün. Özellikle de şiire tutkun. Kaleme aldığı çok sayıda eşsiz şiiri de var. Bu nedenle kitapta sadece boş bir kahramanlık hikayesi konu etmek istemedim. Kanlı canlı haliyle insanların tanımasını istedim insanların Doğan Öz’ü. 

SOL(Söyleşi)