16 Mayıs 2017 Salı

İt gibi korkmak - SELÇUK CANDANSAYAR

İt gibi korkmak deyimi evet türcü ve pek hoş değil. Ama durduk yerden de ortaya çıkmamıştır. Bir “insan haysiyetsizliğini” tanımlamak için insanın hayvana yaptığı bir zalimlikten türemiştir.

Sanıldığı gibi sokak köpeklerinin tedirginliğini ifade etmez. Sokak köpeklerinin korkusu nedenli ve amaçlıdır. Kendisine yaklaşan insanın beden hareketlerine, yüz ifadesine bakar ve daha önceki deneyimlerine göre uzaklaşır ya da kuyruğunu sallayarak yaklaşır.

İt gibi korkmak, “evcilleştirilmiş” köpeklerde görülen öğrenilmiş bir davranış. Kaynağı ise kesinlikle köpeklerin köpek olmalarıyla, doğalarıyla ilgili değil. Tersine köpeğin doğasına yönelik insan zalimliğinin bir sonucu.

Evcil köpekler zulme uğrarlarsa gelişiyor. Eğer köpeğin “sahibi” zorbaysa “itine” önce korkuyu öğretiyor. Zorbalar, ilişkide oldukları her canlının ne pahasına olursa olsun ona boyun eğmelerini beklerler. Boyun eğmeyi öğretmenin tek yolu olarak da şiddeti kullanırlar.

Bu sahipler, köpek daha yavruyken şiddete başlarlar. Üstelik şiddet bir cezalandırma aracı olarak kullanılmaz, terbiye etmeyi de amaçlamaz. Yersiz ve nedensiz uygulanır. Böylece köpek sahibini kesinlikle korkması gereken ve sadece korkması gereken bir “güç”, hiçbir zaman yenemeyeceği, karşı koyamayacağı bir “sahip” olarak kodlar.

Sürekli korku içinde yaşamak saldırganlığı kalıcılaştırır. Şiddet görerek büyütülen  köpekler erişkin olduklarında şiddete eğilimli olurlar. Etrafa dehşet saçan, sürekli gözü dönmüş bir halde hırlayan, her an saldıracakmış gibi gergin olan bu itler, sahiplerinin yanında ise “süt dökmüş kedi” gibi olurlar.

Köpek hiç bir zaman sakin olamaz, sürekli korku halinde yaşar. Korku hali yalnızca bir durumda geçer, sahibinin şiddet uygulamayacağından emin olduğunda. Bu yüzden zorbalarca yetiştirilen itler, sahiplerinin şiddetini önlemek için yaltaklanmayı benimsemek zorunda kalırlar. Başka türlü şiddetten korunamazlar.

Bu itler sahiplerinin öfkelenmesinden çok korktukları için tek yaşama amaçları sahiplerinin öfkesini yatıştırmaktır. Artık köpek olma vasıflarını yitirir bir tür “otomat” olurlar. Hayatta kalma dürtüleri sadece sahiplerinin sakin olmasıyla birleşir. İşte bu itler sahiplerinin canının sıkılmasından bile çok korkarlar. Erişebildikleri her alanda sahiplerinin üzülmesine, kızmasına neden olabilecek her şeyi yok etmeye programlanmış hale gelmişlerdir. Çünkü bilirler ki sahipleri sakin değilse onlara şiddet uygulayacaktır.

Yeni tür bir avcıya dönüşürler. İlkin nedensiz ve amaçsız şiddet uygularlar. Karşılaştıkları ve kendilerinden güçsüz olduğunu düşündükleri her canlıya saldırırlar. Ama daha önemlisi bir gözleri sürekli sahiplerinde yaptıkları avcılıktır. Sahiplerinin öfkelenmesine neden olabilecek her şeyi daha öfke başlamadan yok etmek isterler. Hele sahipleri öfkelenmeyip, tersine keyiflenirse hele arada bir de olsa bu keyifle onların önüne yiyecek bir şeyler atarsa zevkten kendilerinden geçerler. Hissettikleri gerçek bir zevk değildir, korkmama halini keyif sanırlar.

Zamanla kendileri gibi yetiştirilmiş diğer itlere de saldırmayı öğrenirler. Sahiplerininin bir başka itinin de hata yapmasına dayanamazlar. Çünkü bu durum yine sahibi sinirlendirecek ve olasılıkla şiddet onlara da yönelecektir. Aralarından hata yapanın, sahibinin gözünden düşenin, zayıflık gösterenin tepesine “it gibi üşüşürler”. Düne kadar aynı çöplükte eşelendiklerinin boğazına çökerler.

Maalesef bu köpeklik vasfını bile yitirmiş olanlar için yapılabilecek çok fazla bir şey yoktur. Böyle yetiştirilmiş itlere öfkelenmek onlara iyi gelir, öfkeden beslenirler. Çok ama çok uzun, zahmetli bir şefkat aralarından bazılarında uğradıkları şiddetin yol açtığı hasarı onarabilir. Büyük çoğunluğu “it gibi sürünerek” ölür.

Zorunlu Teşekkür: Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın her gün ufalan, eriyen kuş gibi bedenlerinden korktukları için açlık grevleriyle dalga geçerek bu yazı için bana ilham verenlere teşekkür etmek, boynumun borcu.

SELÇUK CANDANSAYAR/ BİRGÜN

15 Mayıs 2017 Pazartesi

AKP çaresiz: YPG konusunda ABD’nin dediği olur - İLKER BELEK

Trump YPG’ye ağır silahlar vereceğini, Erdoğan’ın ziyareti öncesinde hazırlık amaçlı Washington’a giden AKP heyetinin yüzüne söyledi. Bu kadar. Bunun için çağırmışlar demek ki.
Buna karşı bizimkilerin rahatsızlık ifade eden laflarının hiçbir anlam ifade etmediği ortada. Referandum öncesinde sergilenen kabadayı tutumdan eser yok artık.
Şimdi Erdoğan Trump’la nokta mesafesinden görüşeceğini belirtiyor. Olabilir, ama o noktaya YPG’nin yerleştiği açık. Trump tankları, füzeleri teslim etmeye başladı bile.
AKP Türkiye’nin bütün sorunları karşısında çaresiz. Bu durumun en dramatik biçimde ortada olduğu konu herhalde Kürt meselesi.

                                                                            *

Yaşananlara kısaca göz atmak bile bu kanaate ulaşmak bakımından yeterli.
Oslo’da başlayan, yıllar boyunca İmralı’da devam eden ve en nihayetinde Dolmabahçe mutabakatının Erdoğan tarafından yırtılıp atılmasıyla noktalanan süreçten söz ediyoruz.
Ne umutlar pompalanmıştı. Akan kan duracaktı. Oysa AKP yalnızca durumu idare ediyordu. Her zaman olduğu gibi: Seçim aralarında “barış”, seçim dönemlerinde ise savaş.
7 Haziran’ın hemen sonrasına denk gelen Hendek Savaşları trajedinin boyutlarını, hem AKP’nin hem de Kürt hareketinin çaresizliğini bir kez daha teyit etmiş oldu yalnızca.
Çözümmüş ! Boş laflar. Her iki taraf da konuyu büyük güçlere teslim etmekten başka bir şey yapmadı.
Şimdi ise ABD’nin YPG’yi donattığı aşamadayız. Erdoğan’ın bu konuda Trump’tan herhangi bir şey koparma ihtimali sıfır. Yalnızca şu olur: YPG ile işbirliğine rıza göstermesi karşılığında AKP’ye hareket alanı tanırlar.

                                                                             *

Bu işlerin bu noktaya bağlanmasının nedeni Sovyetler Birliği’nin yıkılmış olması. Ulusal hareketlere bağımsız davranabilme olanağını veren sosyalizmdi. Artık sınıf hareketi dışında hiçbir şeyin, özgürlük ve kurtuluş manasında değeri bulunmuyor.
Sosyalizm yıkıldı ve emperyalizm bölgeyi yeniden şekillendirmek derdinde. Ülkeleri parçalayıp, küçültüyor ve etnik, dini kimlikler zemininde senyörlüklere dönüştürüyor. Bu yapılar birbirlerinin yüzüne ilanihaye bakamayacak derecede düşmanlaştırılıyor.
BOP denilen şeyin özü, özeti budur.

                                                                             *

ABD bu planı hayata geçirebilmek için hep İslam’ı kullandı. Değişik İslamcı gruplar yarattı, silahlandırdı. Birisinin işlevi bittiğinde yenisini oluşturdu.
Afganistan’da Taliban, Irak’ta Taliban’dan El Kaide, Libya’dan başlayarak Suriye’ye kadar Kaide’den IŞİD.
İslami örgütler ABD müdahalesinin gerekçesini oluşturur. ABD’nin Ortadoğu’nun kurtarıcısı rolünü oynamasını sağlayan şey kendi yarattığı IŞİD’dir.
İslami terör ayrıca yerel “devrimci, demokrat” güçler yaratmak bakımından da kullanışlıdır. Suriye’de PYD-YPG’nin IŞİD’le mücadele kapsamında desteklenmesi, silahlandırılması buraya oturur. ABD’nin yarattığı bir terörist örgütle ABD silahlarıyla savaşmak özgürlük mücadelesi oluyor!
ABD en başından beri AKP ile YPG’yi aynı anda kullanıyor. Amaç bölgede yeni bir ABD eyaletinin yaratılması. Bu operasyonu AKP’yi iktidara taşıyarak başlattılar, YPG’ye Rojava’yı teslim ederek geliştiriyorlar. ABD iki müttefikini savaştırarak kazanıyor.

                                                                                *

Türkiye gibi teknolojide, ticarette, sermaye hareketlerinde, askeri alanda tamamen ABD’ye bağımlı bir ülkenin bu konularda pazarlık şansı olamaz. AKP’nin yapabildiği tek şey emperyalizmin hegemonya krizini fırsata dönüştürmeye çalışmak.
Oysa somut gelişmelerin gösterdiği gibi, bir anaforun ortasındaki yaprak misali sürüklenip duruyor.
Yalnızca şuna bakıp, düşünelim: Son birkaç yıllık süreçte AKP’nin itirazlarına rağmen ABD YPG ile yakınlaştı mı, uzaklaştı mı ?
AKP çaresiz, çünkü emperyalizme bağımlı. AB’ye, ABD’ye söylenmelerinin dik duruşla alakası yok. Yalnızca bir şeyler söylemek zorundalar.
Hem ABD’nin Türkiye’yi nükleer silah deposu haline getirmesine izin verilecek, AB kapılarında yatılıp kalkılacak, yıllık 35 milyar Dolarlık bütçe açığının finansmanı için batı sermayesine muhtaç olunacak; hem de büyük devlet pozları verilecek. Komik.


Türkiye bu düzene mecbur değil. Ama önce bağımlılık ilişkilerini ve kapitalist sömürüyü reddedecek bir mücadele gerekiyor.

İlker Belek / SOL

Artık durları olmaz bunların - OSMAN ÇUTSAY

Yani Türkiye’yi parça parça edecek yeni bağlantılar kurmamak için ortada bir neden kalmadı: İslamcı Ankara, toplumun yarısından fazlasının eylemli bir biçimde kendisine karşı çıkacağını anladığından beri, her tür maceraya ve korkunç bir gericiliğe silahların desteğiyle kucak açmaya mecbur olduğunu, böyle yapmazsa tozunun bile kalmayacağını biliyor. Dünyanın her yerinde ruh ikizi sayılabilecek iktidar gaspçılarıyla işbirliğini geliştiriyor. Kiev mi eksik kalacaktı?

Her şey ortada: Sürekli demokrasi, insan hakları falan diyen ama hileyle ele geçirilmiş bir referandumda bile halkın haklarını korumayı düşünmeyen “majestelerinin sadık sosyal ve Kürt demokrat muhalefetiyle” bir sonuç alınmayacağını en iyi Ankara’nın İslamcıları biliyor. İktidarın, çoktan öldürdüğü, ama cesedini bir türlü kaldıramadığı cumhuriyetin kurucu babalarına akıl almaz küfürlerle saldırısı, sürekli bir nabız ölçme güdüsüne bağlanmalıdır.

Açık konuşalım: Her türden liberal kuklaların, laik değerleri elinden çıkarmak istemeyen bu topluma zorla aşılamak istediği muhalefetçiliğin hiçbir somut karşılığı yok. Ama iktidardaki İslamcıların gözü kara, çünkü geleceği bu muhalefet gaspçılarından veya kariyeristlerinden daha iyi görüyorlar: Bir kaybettiler mi, artık geri dönüş olmayacağını, ömürlerini mahkemelerde ve cezaevlerinde, işledikleri suçların hesabının vererek bitireceklerini anladılar. Parçalara ayrılmış düşman devletçikler halinde birkaç Türkiye ve en az üç “Kürdistan”la bölgenin çok daha rahat yönetileceğini ise emperyalist merkezler zaten biliyor. Kan ekmek zorundalar.

Köşeye sıkışmış kedi gibiler aslında: Toplumun ve her türlü muhalefet kırıntısının üzerine gitmeyi tek yol biliyorlar. Yani sola sızmayı hiç elden bırakmayan liberal soytarılar üzerlerine alınmasın bu  baskıları, adamlar her kıpırtının üzerine gitmek zorunda, gözlerini iyice kararttılar. Sonlarını görüyorlar ekranlarda çünkü...
Ne mi oluyor? Misal: Pek ilgilenen yok ama, Ankara, açıkça Ukrayna gibi yeniden ne zaman patlayacağı bilinmeyen bir saatli bombayla açık silahlı işbirliği geliştiriyor. Bunu özellikle Karadeniz’de de yapmaya çalışıyor. Ajanslardan sızan sinyaller böyle. Elbette Moskova’nın bu gelişmelere ne yanıt vereceğini henüz kimse bilemiyor. Ama Putin ve çevresindeki hırsız oligarkların susmayacağı kesin.

Ukrayna oligarklarının, tarihin en alçak hırsızlarının oluşturduğu bu ekonomik elitin, Ankara’ya tank motorlarının ötesinde önerilerle geldiği anlaşılıyor. Türkiye ile Ukrayna’nın çok yakın işbirliği NATO’nun işine gelir de, Moskova bu konuda sessiz sedasız bekler mi?

Özellikle Avusturya’nın silah teslimatını buza yatırdığından, Berlin’in de bu alanda pek hevesli görünmediğinden beri Ankara’nın gözü dışarıdaydı. Mart ayından bu yana yoğunlaştırılan Ukrayna oligarklarıyla ilişkiler, Kiev’in Türkiye’yi silahlandırma hesapları yaptığını ortaya çıkardı. Karadeniz’in iyice ısınacağı anlaşılıyor. Kiev ile Ankara arasında emperyalist odaklara bağımlılık ilişkisi açısından bir fark yok. Neden birbirlerine silah alıp vermesinler?

Ukrayna Deniz Kuvvetleri Komutanı İgor Verenşenko başkanlığında bir heyetin nisan ayı sonunda Gölcük’te ve başka yerlerde incelemelerde bulunmasının bir anlamı olmalı. Tankların yanı sıra Türk savaş gemileri için de Ukrayna malı motorlar mı üretilecek yoksa? Odesa’da nisan ayı başında “Eurasia Partnership Maritime Interdiction Operations” başlığı altında iki ülke denizcileri bir araya gelmişler. Hava kuvvetlerinde de işbirliği olanakları konuşulmuş, ortak tatbikat bile yapılmış. Mart ayında Ukrayna Başbakanı Vladimir Groysman da Türkiye’deydi, malum.

İşlenmeyen acı gerçek şu: Geçici bir “Memorandum of Understanding” imzalanmış. Türk Altay tanklarına 6TD-3 motorları satmak istiyormuş Ukrayna. Türkiye’nin Avusturya ile ortak bir motor geliştirme hesaplarına Viyana set çekmeye başlayınca Ankara yedek sunucu aramaya başlamış.
Bunlar, Batı’nın alternatif haber sitelerine, sosyal ağlara sızan haberler arasında. Büyük bir tehlikenin adım adım kurgulandığına işaret ederek veriliyorlar tabii. İki çöküş halindeki ülkenin yoğun silahlanma içeren böyle bir işbirliği, bölgeye ek bir yangın bölgesi kurma hesaplarına karşılık gelir. Türk parlamentosunun ve medyasının -hele hele demokrat- muhalif gülleri hâlâ 2019 hesapları yapıyor.


Özellikle silahlanma alanında bu iki taraflı ticari işbirliği hevesi sonuçsuz kalamaz. Ukrayna ile Türkiye arasındaki 2016 itibariyle 3,7 milyar dolar olan ticaret hacminin önümüzdeki beş yılda 20 milyar dolara çıkarılması için çalışıyormuş taraflar. Bunun, zaten imzalanmış olan serbest ticaret anlaşması çerçevesinde gelişeceği belirtiliyor.

İslamcı Ankara, silah teknolojisindeki gedikleri böyle kapatabileceğini düşünüyor olmalı. Teknolojik uyumsuzlukları ve yeni diplomatik komplikasyonları düşünecek hali mi var adamların? Koltuktan düştükleri anda en iyimser hesapla sürgüne kapağı atabilecekler. Kaçırdıkları ve çaldıkları milyarları “sürgünde” yiyebileceklerine inananlar var aralarında. Her durumda, bu Anadolu’yu yangın yerine çevirmeye mecburlar.

Sorun, böyle bağlantıların bölgenin altına yepyeni bir saatli bomba yerleştirmek olduğunu anlayacak bir muhalefetin olmaması. Var mı? Var aslında. Ama henüz gelişmeleri belirleyebilecek bir gücü ve bu rezil parlamento oyunuyla da bir bağı yok. İşçi sınıfı örgütlenirse bu sahne değişir.
Ankara’daki muhalefet ise, doğrusu, Ukraynalı oligarkların tarih içindeki rollerinden daha az kirli değil.

Uydu teknolojileri, savaş gemileri, navigasyon sistemleri, radarlar, motor teknolojileri, füzeler balistik füze sistemleri ve katı yakıtlı füzeler. uzun menzilli füzeler ve hatta Cruise-Missiles... Ukrayna ile Türkiye arasındaki masada bunlar var.

Ana akım medya, artık ne demekse, bu haberleri ve muhtemel sonuçlarını ne Türkiye’de ne de “demokratik Avrupa ülkelerinde” büyük görecektir. Her birinin islamofaşist çetelerin ortaklarıyla birlikte yaratacağı büyük felakette bir çıkarı var. Demokrasi diye sokuşturulan ideolojilerin ve çetelerin neden olmasın?

Hey gidu Karadenuz!

Osman Çutsay / SOL

Seçmen ve ekonomik kaygıları - ERGİN YILDIZOĞLU

Clinton’ın “It’s the economy stupid” (konu “ekonomidir aptal!”) uyarısından bu yana geçen 25 yılda galiba bir şeyler değişti. Seçmen artık, sanki ekonomik kaygılarla değil de, kültürel ideolojik nedenlerle oy veriyor.

 
Sol eğilimli The Nation dergisinin yaptığı kapsamlı bir araştırma, 2016 seçimlerinde seçmenin Trump’ı, ekonomik kaygılarla değil ırkçı ön yargıların etkisiyle seçtiğini düşündürüyor. Oxford Economics’in sonuçlarını 4 Mayıs’ta yayımladığı, 25 ülkeyi kapsayan bir araştırma, sağ popülizmin 35 yıldır istikrarlı bir biçimde yükseldiğini saptarken seçmenin esas olarak ekonomik kaygılarla değil, göçmenlerin etkisiyle oluşan bir “kültürel stres” altında oy verdiğini savunuyor.
Fransız seçimlerinin sonuçlarına ilişkin veriler, İngiltere’de Brexit referandumunun sonuçlarına ilişkin gözlemleri doğruluyor: İngiltere’de Brexit, Fransa’da Ulusal Cephe için oy verenlerin çoğu yüksek işsizlik ama düşük eğitim düzeyi ve kırsal, taşra bölgelerinden geliyor.
Türkiye’de CHP’nin genel seçimlerde, referandumlarda, seçmeni ekonomik vaatlerle etkilemeye yönelik çabalarının hep hüsrana uğradığını biliyoruz.
 
Yeni bir deney daha...
İngiltere’de seçmen 8 Haziran’da genel seçimlere gidiyor. Bu seçimlerde oy vermeye gidenler esas olarak, son 35 yılın ekonomik ve kültürel (“piyasa iyidir devlet kötü”) hegemonyasını temsil eden Muhafazakâr Parti’den May ile İşçi Partisi’nin lideri Corbyn arasında bir seçim yapacaklar.
May, Brexit’e karşıydı. Brexit referandumunu gündeme getirip kaybeden Cameron’un istifasından sonra muhafazakâr partinin başına geçince, koyu Brexit’çi oldu. May, Brexit projesinin mimarı sağ popülist (aslında Yeni-faşist ) UKİP’in neredeyse tüm küreselleşme, Avrupa Birliği, yabancı düşmanlığı programını, sağ popülizmin güçlü lider fantezisine de uygun bir dille, neo-liberal projeye ekleyerek yönetmeye başladı. UKİP de çöktü. May yeni bir şey söyleyemediği için olacak geçen hafta üç dakikalık bir konuşmasında, 25 kez “güçlü lider”, 15 kez “istikrar” vurgusu yapıyordu. May Genel seçimlere giderken tüm stratejisini “Corbyn zayıf yönetemez” savı üzerine kuruyor.
Gerçekteyse Corbyn’in, zayıf bir lider olduğunu söylemek kolay değil. Aksine, Corbyn, tüm medyanın, Blair’ci parti seçkinlerinin saldırıları karşısında hiç gerilemedi; İşçi Partisi’nin üye sayısını esas olarak gençlerden gelenlerle ikiye katlayarak 600,000’e çıkarttı. Egemen sınıfın neo-liberal seçkinlerinin ve medyanın tedirginliği, boşuna değil. “Ya Corbyn, aslında neoliberal mutabakatın içine çekilemeyecek güçlü bir liderse?” 

 
Gerçekten de İşçi Partisi’nin geçen hafta açıklanan seçim platformu, neo-liberal basında adeta “infial” yarattı. Platform, tren işletmeciliğini, Posta idaresini, kimi enerji sektörü işletmelerini yeniden kamulaştırmayı, yöneticileri en düşük ücretli çalışanının ücretinin 20 katından fazla ücret alan şirketleri devlet ihalelerinden dışlamayı, sağlık sistemindeki özelleştirmeleri durdurarak geri çevirmeyi, evsizler için yeni konutlar yapmayı, AB üyesi ülkelerin vatandaşlarının İngiltere’deki haklarını korumayı, yılda 80.000 sterlinden az geliri olanların vergilerini arttırmamayı, finans sermayesini vergilendirmeyi, 9000 sterline ulaşabilen üniversite harçlarını kaldırmayı, özel okulların KDV muafiyetinin kaldırılmasıyla elde edilecek kaynaklarla ilkokullarda bedava yemek vermeyi vaat ediyor. 
 
İlk kamuoyu yoklamaları halkın yüzde 56’sının bu vaatlerden çok memnun olduğunu gösteriyor. Ancak, aynı halkın yalnızca yüzde 30’u Corbyn’in ülkeyi yönetebileceğine inanıyor.
Bir tarafta ekonomik olarak çok cazip, hatta kapitalizm açısından gerekli önlemler, öbür tarafta, “kültürel stres”, ideolojik ön yargılar? Neo-liberal hegemonya... Bakalım ne göreceğiz. 

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Yusuf İslam Cat Stevens’la çoktan buluştu, ya siz?! - TAYFUN ATAY

Yusuf İslam, “nam-ı kadim” Cat Stevens’ın İstanbul, Zorlu PSM’de 40 yıl önce Müslüman olduğu zaman elveda dediği “pop” arkadaşı Chick Korea’yı kuliste ziyaret ettiğini okuduğumda bir anı canlandı zihnimde.

1990’ların başında Londra’da “Batı’da Nakşibendilik” başlıklı tez çalışmamı sürdürürken tanıştığım genç bir “mühtedi” (sonradan Müslüman olmuş) İngiliz, kendisiyle yaptığım görüşmede “Yusuf”tan yakınmaktaydı. Onun, bir öncü Batılı Müslüman olarak giderek kredisini kaybettiğini söylüyordu.
 Bu mühtedi gence göre, iki tür Batılı Müslüman vardı. Biri, İslam’ı dikkatlice öğrenip kademeli şekilde ve sindire sindire geçiş yapanlar. Diğeri, Müslüman olduktan sonra aynen bir çocuk gibi davranıp adeta yürümeden koşmaya çalışanlar…
İşte Yusuf İslam yıllardır Müslüman olsa da hâlâ ikinci kategoride idi. Doğulu, doğuştan Müslümanların bazılarında olduğu gibi abartılı İslami giysilerle dolaşıyor, kendisini alabildiğine katı, sert, köktenci İslam’ı temsil eden (Vahhabi) çevrelerle özdeştiriyor ve geçmişinde iyi, güzel, olumlu ne varsa hepsini unutmak, unutturmak istiyordu.
İngiliz Müslüman genç, şu serzenişle noktalamıştı sözlerini:
“Geçmişini bütünüyle reddediyor. Çok güzel, romantik şarkılar söylerdi. Onları hâlâ söylemenin nesi yanlış? İslam buna karşı değil ki!..”

                                                                          ***
 
Aradan 25 yıl geçti ve 25 yıl sonra şimdi Yusuf İslam bir “yazar ve müzisyen” sıfatıyla “Neden Hâlâ Gitar Taşıyorum” adlı kitabının imza günü için Türkiye’ye geldiğinde Müslüman hayatının önceki evrelerinden hayli farklı bir yerde artık.
Sanki benim Londra’da konuştuğum o İngiliz Müslüman gencin serzenişini nihayet duymuş gibi!..
Başlangıçta geçmişini reddetmeyi Müslümanlığın kuralı sayan Yusuf İslam’ın anı kitabı, “Neden Hâlâ Gitar Taşıyorum”, 40 yıllık bir kişisel hidayet macerasının nereden nereye geldiğine ışık tutmak kadar, İslam’ın “modern dünya” macerasına ilişkin tartışmalara katkıda bulunacak bazı ipuçları da sunabilir.
Cat Stevens, “Yusuf İslam” olduğunda püriten, katı, uzlaşmaz ve diyaloğa kapalı bir “İslam”ın pratisyeni oldu ve “Cat Stevens”ı yok saydı.
Bugün Yusuf İslam, onu önceleyen ve tabii ki yapılandırmış “Cat Stevens”ı yok saymaktan vazgeçip yeniden sahiplenerek çok daha esnek, yumuşak, uzlaşmacı ve kendi dışıyla diyaloğa açık bir “İslam”ın pratisyeni olarak karşımızda.
O artık barışın, Doğu-Batı karşıtlığının aşılmasının, farklı kültürler ve dünyalar arasında anlayış, tolerans ve etkileşimin sözcüsü, savunucusu, teşvikçisi bir “Müslüman” olarak tanınıyor.

                                                                           ***
 
2000’lerin başında “Milliyet-Popüler Kültür”ü çıkarırken,  Müslüman olmuş Batılılar üzerine din psikolojisi alanında çalışan, bu süreçte Yusuf İslam’ı da mercek altına almış Ali Köse, “Üç Yusuf Bir İslam” başlıklı nefis bir yazı yazmıştı bizim eke… Sonra aynı başlık altında bir kitap da çıkardı (A. Köse, “Üç Yusuf Bir İslâm”, Etkileşim Yayınları, İstanbul, 2005).
Şimdi “Neden Hâlâ Gitar Taşıyorum” kitabını yazmış Yusuf İslam için ilk Müslüman olduğunda şarkı, beste, gitar haneleri karşısında kocaman bir “zinhar” bulunduğunu kaydederek giriş yapar o yazısına Ali…
Çünkü şarkı Cat Stevens’ın, Kuran ise Yusuf İslam’ın simgesiydi. İlahi bile söylenmeyecekti! O, kendisini "bir numara" yapan şeyi lanetliyordu. Hatta kendisine neden müziği denemiyorsun, bunu İslam için yapabilirsin diyen genç Müslümanlara da sert çıkıyor, adeta onlara ders verircesine “İslam bunu gerektiriyor” diyordu.
Bu, “Birinci Yusuf”tu.
“İkinci Yusuf”, onun 1990’larda müziği din için kullanabileceğine karar vermesiyle geldi. Yumuşamıştı. İlahi kasetleri çıkardı. Haramlardan “mubah”lara geçmiş, katı İslami yorumları aşmıştı.
2000’lerle birlikte “Üçüncü Yusuf”a doğuş verdi o ve bir bakıma da kendi kültürel-biyografik çevrimini tamamladı. Alternatif bir “rock’n’roll”dan söz etmeye başladı. Royal Albert Hall’da da, AİDS’liler yararına Güney Afrika’da da konserler verdi. Kendi web sitesinde artık “Cat Stevens” halinin fotoğrafları da vardı!..
Ve “Birinci Yusuf”un uzun entari-beyaz sarığını çıkardı, ceket-pantolona büründü. Tıpkı Zorlu PSM’de Chick Korea’nın yanında olduğu gibi…

                                                                             ***
 
Batı dünyasında İslam denince ilk akla gelen isimlerden olan bu pop efsanesinin Müslüman özyaşamöyküsünden çıkarılacak bize özgü sosyo-tarihsel sonuçlar da olabilir mi acaba?..
Malum, Cumhuriyet’in Osmanlı’yı hiçe sayarak kurulduğunu ileri sürüyor ve şimdi intikam alırcasına “Yeni Türkiye” diye diye laik cumhuriyet deneyimini yok sayıp dinbaz  dinbaz yol almaya çalışıyorlar.
Hâlbuki uzak geçmişten nasıl kaçamıyorsanız, yakın geçmişinizden hiç ama hiç kaçamazsınız.
O yüzden...

Yusuf nasıl Cat’ten kaçamadıysa siz de içerisinde var olup, yoğrulup adam olduğunuz
Cumhuriyet’ten kaçamayacaksınız!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

14 Mayıs 2017 Pazar

Şikâyet - AYDEMİR GÜLER

Erdoğan’ın önüne gelene “dikili ağacınız bile yok” demesinin altından taş taş üstünde bırakmayan bir barbarlığın çıkacağını biliyorduk. Geçenlerde İstiklal Caddesinin AKP öncesi ve bugünkü resimlerini gördüm yeniden. Ağaçlı bir yaya gezinti caddesi; insani bir görünüm… Şimdikini biliyorsunuz.
Anladığım kadarıyla en azından Beyoğlu’na insan’ın geri dönemeyeceğinden emin olana kadar kırık betonlarla devam edecekler. Ondan sonra her beş binadan biri mescit, kafeler harem-selamlık, dandik hediyelik dükkanları, Arapça tabelalar ve tabii ki pavyon estetiğinin yobaz kafa süzgecinden geçirilmesinden çıkma renkli ışıklar… Ellerinden gelen, yıkmak ve yerine böyle bir sakillik geçirmektir.

Lakin benim şikâyet diye başlık koyarken gelmek istediğim yer burası değil. Yıkım ve kalitesizlikten ve başka şeylerden şikâyet eden çoktur, ama şikâyet direnç anlamına gelmemiştir. Şikâyet olsun diye dilekçe verilir en fazla. Şikâyetçi kendisini özne olarak görmez...

Türkiye’nin AKP rahatsızı çoğunluğu “dikili ağacının olmadığını” aslında kabul etmiş ve Erdoğan’a gizliden gizliye hak vermiştir. Çünkü yerine göre muhalif, ilerici, cumhuriyetçi, laik nitelemelerini üstlenen söz konusu çoğunluk, zamanında kentlerde ulaşılan insani ve modern görünüme de başkalarının cebinin eşlik ettiğini kestirebilir. Sahi, AKP’nin İstanbul belediyesini kazanması, sosyal-demokrat hırsızlığın afişe olmasını izlememiş miydi?
“Çalıyor ama yapıyor” bir yakın dönem mottosuysa ondan önce “çalıyor, bari bir şey yapsın” mızmızlığı vardı. Büyük çoğunluk böyledir ve içlerinden küçük bir azınlığın “madem çalınacak, benim neyim eksik” diye meseleye yaklaştığını bilir. Anketlerde göründüğü gibi sözünü ettiğimiz muhalif çoğunluk eğitimlidir çünkü.

Caddeyi bırakalım. Cumhuriyetçiliğin değil ama bizdeki cumhuriyet pratiğinin halini bilen veya duyumsayan insanlar “hadi oradan, benim çınarım Cumhuriyet” demekte tereddüt geçirmişlerdir. Jandarma baskısından öte 12 Eylül faşizmiyle hesaplaşılmayan bir ülke “asker vesayeti” demagojisini benimsemese, hatta karşı çıksa bile, bazı doğrular da içerebileceğini düşünmüş ve başını eğmiştir.
Kadına dönük şiddetin bugün bir devlet politikası olmasını istemeyenler, çocuklara yönelik cinsel tacizin bir “toplumsal durum” olmasının görmezden gelindiği, “aman aile içinde kalsın” denen bir geçmişten geldiğimizi de bilmektedirler. Belki de yobazlar “dikili ağaç” dediklerinde tarihsel suçluluğun, uyuşukluğun utancı hatırlanmıştır.

Hakareti elinin tersiyle itip ayağa kalkmanın önünde ağır bir fren vardır. Komşu mahalledeki, köyündeki, kasabasındaki tarikat evini bilir büyük muhalefet topluluğu. Laik devletinin bildiğini ve bu çamurla çıkar ilişkileri kurageldiğini de bilir. Ağanın halkı satması karşılığında mebus yapıldığı geleneği hissetmiş olmalıdır ve göğsünü gere gere “ne ağacı, koskoca cumhuriyetim var” diyememiştir.

Yolsuzlukla, kaytarmacılıkla dolup taşan, kamuya hizmet diye diye zengini daha zengin yapan KİT’lerin satılmasına direnememiştir muhalefet. Yeni yağmaya yobazlar tarafından örgütlendi diye karşı çıksa, eski yağmacılarla yüzleşmemiş olmanın utancı basacaktır belki de ortalığı. Konformizm bir nötr olma durumu değildir. Yobaz karşı-devrim yükselirken geçmişin yükünü hissedip şikâyetçilikte karar kılan konformist kalabalıktadır kabahatin çoğu.

Liste uzun… Konformist muhalif, çocukluk arkadaşının, iş arkadaşının Kürt veya Ermeni olduğunu önemsemediği yılların aslında bir kardeşlik atmosferi anlamına gelmediğini de hissetmiş olmalıdır. Dikili ağacın yapraklarında ne acılar, ne haksızlıklar gizlendiğini tek tek yurttaşlar okumuş, tartışmış değillerdir. Ama küfre, hakarete isyan edememenin arkasında hep bu gri alanlar, bilinip de bilinmezden gelinenler, zamanında yarar umulan yolsuzluklar veya sineye çekilen haksızlıklar… adı konmasa da vardır. Sadakaya razı olacaksın denen işçiler geçmiş kazanımlarına merdiven dayayıp meclise tırmanan sendikacıların yarım yüzyılı aşkın öyküsünü hatırlamamış olabilirler mi?

Bu hesaplaşmama tarihinin bugüne varıldığında şekillenen toplumsal çıktısı şikâyet olmaktadır. AKP’den şikâyet et, muhalif düzen partilerinin AKP’den nasıl şikâyet ettiklerini dinle, onlardan da şikâyet et… Şikâyet, burada kullandığım anlamıyla eleştiri değildir. İnsan değiştirmek istediği toplumsal durumu “eleştirir.” Değişmesinden rahatsız olduğu durumu, varsayılmış bir tuhaf “konforu” muhafaza etmek içinse “şikâyet” eder.

Eleştiri özgürleştirir. Yobazların alçaklığını ve sakaletini eleştirdiğimiz kadar, yıktıkları düzenin adaletsizliğini, barındırdığı eşitsizlik ve sömürü ilişkilerini de eleştiririz. Konformist ise eleştirmez, şikâyet eder.

Şikâyet bağımlılaştırır. Dilekçenizi verecek makam ararsınız.

Eleştiri gideceğiniz yeri, doğrultuyu üç aşağı beş yukarı kestirmeden yapılamaz.

Şikâyet örgütsüzlerin, özne olmayanların işidir. Eleştiri örgütlenmenin başlangıç anıdır.

Aydemir Güler / SOL 

Macron dersleri (I-II) - Nilgün Cerrahoğlu

(I) 

Emmanuel Macron yarın Hollande’dan Cumhurbaşkanlığını devralıyor. Bir yıl öncesinde kimse 39 yaşındaki bu eski ekonomi bakanının bu yere geleceğini tahmin edemezdi. 2016 Aralık’ına dek, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde hâlâ Sarkozy ve Hollande’ın yarışacağı tahmin ediliyordu.
Bir dizi umulmadık gelişme, merkez sağ ve solun sade bu yıpranmış iki ismini devre dışı bırakmakla kalmadı, yelpazenin iki yanında Sarkozy ve Hollande’dan boşalan sıralara yerleşmeye talip Fillon ile Manuel Valls de giderek silindiler... 
 
Siyasette çok büyük bir boşluk doğdu ve Macron, gömlek amblemi gibi adının baş harflerini (E.M.) taşıyan “En Marche/Haydi Yürüyelim!” hareketiyle bu boşluğu doldurdu.



Şans ve talih baştan sona yarışta kesintisiz Macron’a yardım etti. “Siyasi bir külkedisi” öyküsünü andıran Macron serüveninde “şans”, böyle azımsanmayacak yer tutuyor.
Ama Macron da önüne çıkan her fırsatı sonuna dek değerlendirmesini bildi.
 
‘Dünün dünyasını’ silkeledi
 
Bunu Macron’un ünlü akıl hocalarından siyasi danışman Alain Minc şöyle anlatıyor: “Macron için ben 2017 seçimlerinin fazla erken olduğunu düşünmüştüm. Bu yüzden ona ‘Sen önce siyasi tabanını oluştur. Sonra 2022’de şansını dene!’ dedim. Ama o buna karşı çıktı. ‘Sen bana dünün dünyasından bahsediyorsun’ dedi: ‘Sistem çözüldü; çöktü, çökecek. Şimdi tam yüklenmenin zamanı!’
“Şans” unsuru yanında Macron’un ikinci özelliği “zamanlamayı iyi kollaması”…ki tabii bu tüm kazananların ortak paydası. 
 
Alain Minc’le birlikte… kurulu düzenin öne çıkan deneyimli isimlerin “rehberliğini” alması da gene bir başka avantaj. Görünenin aksine çiçeği burnunda başkan, çölü bir başına geçmiş değil.
Başta Hollande olmak üzere, sosyalist partinin ağır topları; sosyalistlerin bilahare tarihi hezimete mahkûm olduklarını anladıkları 2017 başından itibaren hep Macron ardında sıralandılar. Partinin kendi adayı Benoit Hamon’a canla başla destek vermek yerine, Macron’u desteklediler.
Hollande’ın başbakanlığını yapan Manuel Valls, mesela Hamon’un yerine ilk fırsatta Macron’a destek vereceğini açıklayan sosyalistlerin başını çekti.
2012’de Hollande’ın kampanya yönetmenliğini yapan, ekonomi ve dışişleri eski bakanlarından Pierre Moscovici, Macron’un “siyasi güdülerine” uluorta övgüler sıralamaktan geri kalmadı.
Macron böylece “marka değiştiren” sosyalistlerin sanki gayri resmi yeni adresi oldu. Seçim sonuçları bunu doğruluyor. Macron’un oylarının belkemiğinin, sosyalist parti seçmenlerinden geldiğini kanıtlıyor.
 
Sosyalistlerin intiharı
 
Sosyalistler neden bunu yaptı? Niye apar topar Macron trenine bindi… sorusunun yanıtı; “sosyalist parti” adına yarışan Hamon’un aldığı zavallı yüzde 6’lık oy oranında gizli.
Sosyalist Cumhurbaşkanı Hollande, Elysée’nin en sönük sahibi oldu ve de halen Avrupa çapında derin bir kriz yaşayan sosyalistler, Fransa’da tam bir iflas kaydettiler. 
 
Macron’u destekleyen önde gelen sosyalistlerden, eski Mitterand kabinesi mensuplarından Jack Lang bu iflası “Sosyalistler intihar etti” diyerek açıklıyor:
“Bu seçimde sola ulaşabilen tek isim Jean-Luc Mélenchon oldu. Ilımlı sol tükendi. Ben buna çok üzülüyorum ama bu yeni bir durum değil. Sosyalistler yıllar zarfında yollarını yitirdiler ve düşünemez oldular. Sarkozy döneminde koşulsuz muhalefete odaklandılar. Çözüm üretmeyi ve düşünmeyi unuttular.” 
 
Merkez soldaki gibi merkez sağdaki çöküşün de mirasçısı olan ve sistemin omurgasını oluşturan iki kanadın çöküşü üzerinde yükselen Macron, bu küller üzerinde –EM damgalı- güçlü kişisel öyküsüne dayalı bir serüven inşa etmeyi başarabildi. 
 
Emmanuel Macron aslında karizmasız biri. Ama siyasi hamlelerini belli ki iyi hesaplıyor ve adımlarını kıvraklıkla atıyor. 
 
“EM-En Marche” hareketini seçimden sonra hızla “Ensemble, La France/Hep Birlikte Fransa” hareketine çevirmesi bunun son örneği. Yeni Cumhurbaşkanı böylece Fransa’nın bölünmüşlüğünü aşmayı öncelikli hedef haline getirdiğini ilan ediyor. Emmanuel Macron, Avrupa’da “kişiselleşen siyasetin” aldığı yeni ve son şeklin ifadesi. 
 
Fransa tüm Avrupa’yı etkileyen güçlü bir laboratuvar olduğu için, siyasetin bu yeni şekli üzerinde daha fazla durmamız gerekiyor.

(II)

 Siyasi partilerin ölümü

“Siyasi partiler de ölür!” Bu cümleyi, 2000’lerin başında ilk kez “Bir döngünün sonu” başlıklı yazısında dostum Miriam Mafai yazmıştı.
Meral Okay’la aynı günde yitirdiğim bu sıradışı siyaset gazetecisi, yazısına sonra şöyle devam ediyordu:
“Siyasi partiler de yaşayan yapılardır ve kendi dışlarında cereyan eden olaylar yüzünden can verebildikleri gibi, ülkeyle artık diyalog kuramadıkları için veya yurttaşların güvenini yitirdikleri için ölürler.” 
 
Zamanında bu yazı beni çok etkilemişti. Çünkü sözü edilen “olgu” bir süredir İtalya’da yaşanmasına rağmen, henüz kimse tarafından daha teşhis edilmemişti.
“Temiz Eller” sürecinde yolsuzluklara bulaşan siyasi sınıf tasfiye edilmiş; “Hıristiyan Demokratlar”la “Sosyalistler” çökmüştü. Avrupa’nın en büyük komünist partisi olan efsanevi “İtalyan Komünist Partisi” de “duvar”ın yıkılmasıyla tarih olmuştu.
Dağılan sol, habire farklı adlar, projeler, fikirler için yan yana geliyor ama bir türlü “yeni kimlik” ve “yeni misyon” etrafında birleşemiyordu.
Sağda “Hıristiyan Demokratlar”dan boşalan yere kişisel hedefleri doğrultusunda şekillendirdiği -“Forza İtalia/Haydi Italia!” adındaki-yeni bir oluşumla hızla Berlusconi sahip çıkmıştı.
Siyasi partiler 20. yüzyılda tanıdığımız, bildiğimiz şekliyle İtalya’da ölmüştü.
 
Déjà vu etkisi
 
Çeyrek yüzyıllık farkla şimdi Fransa’da yaşananlar bende “bunu ben daha önce görmüştüm/déjà vu” etkisi yaratıyor.
Merkez sağda “Cumhuriyetçiler”in önseçiminde önce Sarkozy elendi. Daha sonra Cumhurbaşkanlığı yarışına bu önseçimi kazanarak katılan Fillon yolsuzlukları sebebiyle ilk turda hezimete uğradı ve parti savruldu.
Beri yandan gene bir önseçimden çıkan Benoit Hamon liderliği arkasında durmayan sosyalistler de ilk turda hezimete uğradılar ve partileri un ufak oldu. Ağır top Manuel Valls, sonucu “Sosyalist Parti ölmüştür!” diye yedi düvele ilan etti.
Merkez sağ ve solda açılan bu boşluğu dolduran Macron, Çizme’de bunu ’90’larda yapan Berlusconi’yi andırıyor. 
 
Berlusconi de geleneksel partilerin enkazı üzerinde, o zamana değin kimsenin duymadığı “Forza Italia” adını verdiği bir oluşumla yükselmiş ve birkaç ayda başbakan olmuştu.
Berlusconi, Macron’dan farklı olarak, piyasaya çıktığında herkesin tanıdığı mülti milyarder bir medya patronuydu. 
 
Benzer serveti olmayan Macron ise Fransa’da bile bir yıl öncesinde kimsenin duymadığı bir isim.
Berlusconi “FININVEST” adlı finans ve medya şirketlerinde çalıştırdığı yöneticileri, “Forza Italia”ya sonra milletvekili yapmıştı. 
 
Macron’un böyle bir olanağı yok.
Yeni Fransa Cumhurbaşkanı, bir ay sonraki genel seçimler için, adının baş harflerini taşıyan “En Marche/Haydi Yürüyelim!” hareketine milletvekili adaylarını sivil toplumdan, “internet”ten seçiyor.
 
Televizyon yerine internet
 
“FI” ile “EM” hareketleri arasındaki ortak nokta, ikisinin de geleneksel parti yapıları yerine tamamen “iletişime” abanması.
Önceki yazılarımda da bahsettim. İdeolojiler yerine artık “iletişim” ve “siyaset teknolojileri” kullanılıyor.
Berlusconi zamanında başlıca “iletişim gücü” TV’du. Berlusconi TV’leriyle oy topluyor, seçmenlerini böyle etkiliyordu.
 
Bugün Elysée’ye açılan yolda Macron, Obama’nın “big data” tekniklerine başvuruyor. (Bknz. Sağnak, “Siyasi teknolojilerle yaratılan cumhurbaşkanı adayı”, 29 Nisan 2017)
İnternetin ve yeni siyasi teknolojilerin öncelikli önemini, Avrupa’nın yükselen tüm yeni siyasi oluşumlarında görüyoruz. İspanya’da Pablo Iglesias’la güç kazanan “Podemos”, Yunanistan’da Çipras’la özdeşleşen Syriza, İtalya’da Grillo’nun “5 Yıldız Hareketi” hep elektronik hızla lider etrafında kümelenen “şahıs hareketleri”... 
 
Çipras, Iglesias ve Grillo yok olduğunda bu oluşumların ne olacağını bilmiyoruz. Her şey öyle hızlı akıyor ki, bırakın sonrayı şimdiyi biletam anlayamıyoruz. Örneğin Macron’un nasıl bir lider olacağı bilinmiyor. 
 
Kendini, aydınlanmacı ve cumhuriyetçi değerlerle yurttaşlık haklarında solda, ekonomide sağda konuşlandıran Macron’un öyküsünde büyük boşluklar var. 
 
Oyunu Macron’a kullanan filozof Elisabeth Badinter bu yüzden yeni cumhurbaşkanı için “Onu hiç tanımıyoruz” diyor: “Karakterini bilmiyoruz. Yaptığı reformlara karşı -misal- grevler yapıldığında ne yapar, ne eder? Bilmiyoruz. Macron bugün için hâlâ büyük bir soru işareti...”

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

‘Etno’ bizleştirmez, ötekileştirir Bilal Bey! - TAYFUN ATAY

Pınar Öğünç kardeşimiz, Bilal Erdoğan himayesinde bu yıl ikincisi düzenlenen “Etnospor Kültür Festivali” üzerine dünkü Cumhuriyet’te kaleme aldığı nefis haber-araştırma-yorum yazısında;
“Bir antropolog bu oyunların ya da festivalin kendisini tarihin bizzat kendisiyle sınayıp elden geçirebilir” diyerek öyle bir pas atmış ki;



Topa girmeden edemiyorum!..
***

“Etnos” (Yunanca “ethnos”tan) sosyal-kültürel antropolojinin aslî, temel, çekirdek kavramı. Öyle ki bu bilim dalının ilk ve kıta Avrupa’sında hâlâ kullanımdaki adı “Etnoloji”dir.
“Etnos”, evet, halk demek... Amma velakin, “öteki” halk(lar) demek!..
O yüzden sosyal-kültürel antropoloji yahut etnolojinin bir tanımı da “ötekinin bilimi”dir.
Yani belli bir yer ve zamanda “Biz” addedilen her ne ise onun dışında ve karşısında ötekileştirilmiş topluluk ve kimlikleri araştıran, inceleyen, kültürel çeşitlilik ilkesi doğrultusunda onların temsilciliğine de soyunan bir bilim disiplinidir bu.
Amacım bir antropolojiye giriş dersi vermek değil burada. Ama Bilal Erdoğan damgalı “Etnospor” etkinliğini “damardan” çözümlemeye tabi tutma yolunda bu ön bilgiye, hatta biraz daha fazlasına ihtiyaç olduğu kanısındayım. 

***

“Etnos” sözcüğü, tarihin hemen her döneminde onu kullanıma sokan insan topluluklarının kendi dışında kalan “öteki” insanlık hallerini tanımlaya gelmiştir. Bu tanımlamada hep daim bir olumsuzlama da içkindir.
Sözcüğün beşiği Antik Yunan’da “ethne” (“etnos”un çoğulu), Yunan kültüründen olsa da şehir-devlet (“polis”) örgütlenmesinin dışındaki, dolayısıyla “uygarlık”tan nasibini almamış (“barbar”) halklara gönderme yapmaktaydı.
Orta Çağ’da Hristiyan olmayan ulusları “ethne” olarak tanımlayan kilise geleneğinde bu olumsuzlama sürer. “Etnik”, kutsal kitapta Yahudi karşısında Yahudi-olmayanı, Hristiyan karşısında Hristiyan-olmayanı, kısaca pagan, kâfir, zındık olanı işaret eder.
Öyle ki ruhbandan biri, zındıklığın en iyi örneğinin “etniklik”, “hakikat”in en iyi örneğinin ise Katoliklik olduğunu söyler. 

***

Bu çerçevede “etno” dendiğinde kavrama aşina olanda hâkim algı, “öteki”, ötekiler ve ötekiliktir.
Oysa mahdum Erdoğan’ın “Etnospor”unda vurgu “bizlik”te, hem de alabildiğince, kapsanabildiğince, kucaklanabildiğince geniş bir bizliktedir.
Pınar’ın yazısına dönelim burada hemen:
“Şalvar güreşi, atlı cirit, aşırtmalı aba güreşi, kökbörü, okçuluk, mas güreşi... Bunlar Etnospor alanında tanıtılan yahut müsabakası yapılan Doğu, daha çok özbeöz Türk sporları olarak sunuluyor. (...)
Etnospor alanında bir köşede kispetlerine reklam işlenmiş güreşçilerin müsabaka alanı, bir yanda cirit sahası, en rağbet gören okçuluk bölümü var. Havada hep bir Dombra, hep bir mehter asılı sanki. Sıra sıra kurulmuş otağlar Kazak Türkleri, Doğu Türkistan, Afganistan Türkleri şeklinde akıyor. Kastamonu, Erzurum, Tokat gibi yerel otağlar da var. Gözleme dağıtılan otağların önünde uzun kuyruk oluşmuş. Tezgâhlar Göktürk alfabesiyle yazılmış ‘Türk’ aksesuarlarıyla dolu.” 

***

Şimdi, benden söylemesi: Elbette sizin kendi benimsediğiniz düşünsel-ideolojik pozisyondan olmak kaydıyla; yani millilik, yerlilik, gelenekçilik açısından şalvarı, kispeti, ciridi, mehteri, Kastamonu, Erzurum, Tokat’ı, gözlemeyi ve tabii türlü-çeşit “otağ”larıyla Türklüğü “etno”, yani “öteki” sayamazsınız.
Olsa olsa “folk” saymanız gerekir.
“Folk” da halk demek ama o, “bizim halk”a karşılık geliyor. Daha doğrusu, bizim kırsal, pastoral, geleneksel, modern-öncesi, kentleşme-öncesi, endüstrileşme-öncesi halkımız, halimiz, ahvalimizdir “folk”. (Bir beşeri bilim disiplini olarak “Folklore” da bizde “Halkbilim” olarak karşılık bulur.)
Peki, Bilal Erdoğan marifeti etkinliğe “Folkspor” başlığı düşünülebilir mi?! Kanımca o da sorunludur, ama “Etnospor” kadar çok sorunlu değildir!.. 

***

Pınar’ın gözlem ve değerlendirmeleri üzerinden bu etkinliğe ilişkin söylenecek, tartışmaya açılacak, eleştirilecek başka pek çok nokta var.
Şimdilik “Etnospor” adı üzerinde odaklaşmış ve onun uygunsuzluğunu vurgulamış olalım. Hiç kuşkusuz en paradoksal yan da geleneği ihyaya hevesli böylesi bir girişimin adını “gâvurca” terkip etmiş olmak (etno+spor).
Büyük ihtimal bu addan etkinlik alanını dolduran kitlenin pek bir şey anladığı da yok zaten ama sonuçta Bilal Erdoğan’a yanlış ve kusurlu danışmanlık verilmiş.



“Etno” nedir, ne değildir bilenler, tabloya bakıp vah vah diyerek gülüp geçecektir.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

İktidara ‘Yürüyüş’ dersleri... - Mine G. Kırıkkanat

Tek bir kişi bir ülkenin tüm siyasal sistemini yıkabilir mi?
Bizler, Türkiye’de koca bir rejimin 15 yılda yıkılmasına tanık olduk, oluyoruz.
Ama yıkanların önünde bir reis, arkasında idealistlerden çok oportünistlerin doluştuğu bir parti ve tabanında rejimin yıkılması için yarım yüzyıldır özenle yetiştirilen rejim düşmanları var.
Yani kalabalıklar.
Oysa Fransa’da, tek bir kişi, Emmanuel Macron adında, 39 yaşında ve üç yıl öncesine değin politika sahnesinde bile olmayan bir adam; ülkenin tüm siyasal sistemini yerle bir, partilerini darmadağın etti.
Partisi yoktu, ama Yürüyüş adıyla başlattığı siyasal muhalefet grubuna birkaç ayda 280 bin üye kaydolmuştu.
Emmanuel Macron, 7 Mayıs’ta Cumhurbaşkanı seçildi.


8 Mayıs’ta Yürüyüş grubu, Cumhuriyetçi Yürüyüş adıyla partileşti.
12 Mayıs’ta, sadece bir ay sonraki genel seçimlerin konusu 577 milletvekilliğinden 428’ine talip adaylarını açıkladı.
214’ünün kadın, 214’ünün erkek olduğu; yani cinsiyet eşitliğinin sağlandığı adaylar, Macron’un cumhurbaşkanı seçilmesi durumunda partileşmesi öngörülen, ki gerçekleşti, Yürüyüş grubuna şubat ayından öteye başvuran 19 bin aday adayı arasından özel mülakatla belirlendiler.

***

Aralarından 222’si, bugüne değin politikaya hiç bulaşmamış insanlar: Kooperatif sorumluları, teknisyenler, akademisyenler, tarımcılar, bilimciler, memurlar, sporcular... Geriye kalanlar, cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası sırasında Macron’un safına geçen “ortanın solu” MODEM ve PS, yani sosyalist partili eski politikacılar.
Beş yıl önce François Hollande’ı cumhurbaşkanı çıkaran PS; bizzat Hollande’ın parti üyeleri tarafından aday seçilen sosyalist Benoit Hamon yerine Macron’a oy vereceğini açıklamasıyla zaten batırılmıştı. Macron’un bir yıl “partisiz” Maliye Bakanı olarak görev yaptığı sosyalist iktidardan 24 milletvekilini kendi saflarına katmasıyla, çöküş tamamlandı. 


***

Turfanda Cumhuriyetçi Yürüyüş partisi, henüz aday göstermediği 149 milletvekilliği için Fransa’nın en büyük siyasal partisi, merkez sağı temsil eden Cumhuriyetçiler’i markaja aldı.
Eğer Sarkozy’nin isim babası olduğu bu partiden de 149 milletvekilini ayartabilirse; Macron fırtınası, merkez sağı da süpürmüş olacak...
Bu son manevra için fazla zaman yok.
Henüz boş 149 seçim bölgesine adayların en geç önümüzdeki çarşamba Seçim Kurulu’na bildirilmesi gerekiyor.
Olayların hızı, ister Macron’a oy vermiş olsun, ister vermemiş; Fransız ulusunu topyekûn şoka soktu.
Sosyalist Parti yıkıldı. Komünist Parti keza. Tabii ki ikinciden Macron sorumlu değildi. Ama yıkıldı. Fransız milliyetçisi Ulusal Cephe’de cumhurbaşkanlığı yarışını kaybeden Marine Le Pen’e karşı isyan başladı. Örneğin partinin iki numaralı ve en sevilen sarışını Marion Marechal Le Pen, teyzesi Marine’le papaz olmamak için istifa etti.
Halk soluğunu tuttu, çarşambayı bekliyor: CB adayları François Fillon’un ailesine sağladığı maaş kıyağından dolayı açık ara kazanacakken birinci turda kaybettiği seçimle sarsılan Cumhuriyetçiler partisi, Macron’un “yürüyüş”üne katılıp eriyecek mi?
Yoksa fire vermeden dik durup genel seçimlere girecek ve Macron’a karşı bir meclis çoğunluğu kazanacak mı?

***
Çünkü böyle bir olasılık da var.
Macron, yüzde 33 seçmenin kendisi ile Marine Le Pen arasında tercih yapmak istemediği için sandığa gitmediği ya da boş oy verdiği bir Fransa’da oyların yüzde 66’sını aldı...
Başka bir deyişle, çoğunluk Macron’dan yana değil, Le Pen’e karşı oy kullandı.
Son 20 yıldır Ulusal Cephe’nin iktidara gelmesini önlemek için defalarca aynı tercihi yapmak zorunda kalan Fransız halkı, böyle durumlarda kötünün iyisini cumhurbaşkanı seçer, ama karşısına da muhalif kanadı mecliste çoğunluk olarak diker.
Eli varmadan verdiği oyun bedelini ödetir gibi, bayılır zıtların koalisyonuna!
Mitterand’ı da muhalif bir çoğunlukla baş başa bırakmıştır, Chirac’ı da...
Ama her kuşun eti yenmez demişler ya, bu Macron başka bir tür. Bir yandan siyasal sistemi yerle bir ederken, öte yandan kendisine oy vermeyenleri baştan çıkaracak işler yapıyor.
Film heyecanlı. Devamı gelecek haftaya.


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

13 Mayıs 2017 Cumartesi

İktidarları ittifaklarının ‘BOP’ projesi değil mi? - ŞÜKRAN SONER

Gündemimizin odağında, gelişmelerini yüreğimiz ağzımızda izlemekte olduğumuz sınırımıza uzanmış, ülkemizi Ortadoğu iç savaşlar, çatışmalar bataklığına çekmekte olan gelişmeler, bal gibi de “Büyük Ortadoğu Projesi” kapsamında değil mi? 

 
Hani tek kutuplu yeni dünya düzeninin, emperyal liberal düşlerin, ideolojik evriminin tamamlandığının ilan edildiği günlerdi? İki kutuplu dünya düzeni sonlandırılmış, Marksist, eşitlikçi ama demokratikleşemeyen blok, Sovyetler merkezli cephe parçalanmıştı... 
 
Zengin kuzey dünyasının egemeni çokuluslu şirketler, sermaye örgütlenmeleri üzerinden cephesini oluşturacak zengin kuzey dünyası, tek kutuplu düzenin cephesinde yer alabilecek ülkeler olacaktı... Siyaset, ekonominin önündeki engelleri kaldırmaya yönelik, ekonomik-sosyal-siyasal gelişmelerin düzenlemesinden yükümlü, ideolojisinde, insan hakları, demokrasi algısındaki değişimlerini üretirken... Geleneksel, emperyal liberal demokrat ideolojinin, Marksist, eşitlikçi, paylaşımcı ideo lojiden, iki kutuplu dünyadaki etkisi, saldırısından etkilenmiş, insan odaklı sosyal devlet, örgütlü sendikal haklar paylaşımından sapmalar yaşanabilirdi... 
 
Tek kutuplu dünyanın insan hakları, demokrasi algısının önceliklerinde, ideolojik sınıf, çoğunluk insanın eşitlikçi paylaşım hakları, örgütlülüklerinden ödünler verilebilirdi. Sosyalist enternasyonalin yıllar içindeki belgelerinde eşitlikçi haklar algısındaki değişim çok çarpıcıdır. İnsan hakları algısında öncelikte sendikal hak ve örgütlülükler gündemden düşürülürken, alt kimlikler, cinsiyet, ırk, din, her türden inanç ayrımcılığının öne çıkarılması öncelikle yoksul güney dünyası, sonrasında zenginler dünyasına da sıçrayan çatışmaları, kuralsız düzeni kuralsız savaşlarının yan ürünü terörü fışkırtmıştır...
***

Amerikadaki ikiz kuleler saldırısı, 12 Eylül’ün terörünün şokunda, Amerika’nın tek kutuplu dünyanın lideri olarak kendisini tehdit eden terör örgütleri ile odağında, ülkelerinde savaş verme karar günlerine geçelim... Irak işgali sürecinde stratejik ortak Türkiye’den beklentiler yükselmişti. Türkiye deprem yıkımının üzerine gelen büyük ekonomik, bankalar krizi ile katlanarak yıpranmış Ecevit koalisyon iktidarı döneminde. Ecevit, Türkiye üzerinden Amerika’nın Irak işgali projesine kesinret yanıtı veriyor. Önce ekonomiyi düzeltme adına Dünya Bankası’ndan gönderilmiş Kemal Derviş üzerinden liberal, sosyal demokrat (nasıl olabiliyorsa?) kimlikli bir deneme düşünülmüş olsa da hemen vazgeçiliyor... 
 
Liberal demokrat, merkez sağdan umutlu bir oluşum üretilememiş olmalı ki... Milli Görüş hareketi içinden, Erbakan’ın parti geleneğinden, Fazilet’in çatısı altından, Erdoğan liderliğinde AKP’nin kuruluşu gündeme giriyor... Kimliklerini, “muhafazakâr demokrat” partilerinin seçmen tabanındaki algısını da “Ak Parti” olarak ilan ediyorlar. 
 
Kuşkusuz sürpriz Irak işgali süreci için Amerika’ya stratejik ortaklık sözü vermeleri...
Güçlü medya destekli hızlı 2002 iktidara geliş süreçlerinde siyasal İslamcı kavramı, algısı kullanılmadan, Atatürk devrimleri, laik Cumhuriyet süreçlerinin devlet algısının karşıtlığına oturtulması... İktidarları, hele de derin devlet icraatlarının İslam inançları, özgürlükleri karşıtı diktatoryal içerikli suçlamalar ağırlıklı olması...
 
Bugünün FETÖ’cü terör örgütlenmesi, İktidarlarının iktidara geliş sürecinin baş tacı edilen Gülen Cemaati, iktidarlarının kamu kadrolaşmalarında en yaşamsal görevlendirmelerde öncelik verileni... İktidarlarının Amerika, AB ülkeleri katında stratejik ortak olarak baş tacı edilişinde, Ortadoğu, BOP, İslam dünyası projelerine dönük biçilmiş, “ılımlı İslam - yeni Osmanlıcılık” vizyon görevlendirilmeleri üzerinden Cemaat ortaklığı etkisinde, söz söylemek bize düşmez.. 

***

Kuşkusuz o günlerden bugünlere aynı Büyük Ortadoğu Projesi bağlantılı Ortadoğu gelişmelerinde köprülerin altından çok sular aktı... Ancak Ortadoğu’da haritaların; ırklar, dinler, mezhepler ağırlıklı çelişen iç çıkarlar çatışmaları eksen yapılarak emperyal, Amerika, AB, İsrail, yeni güç odakları Rusya, İran faktörü gözetilerek, petrol yataklarının paylaşım dengelerinin atlanmaması koşulları içinde yeniden çizilmesi var...
 
Bağdat’ta Saddam’ın heykelinin Amerikan işgalci gücünün aracı ile yere indirilmesi görüntülerine, Musul, Kerkük’ten nüfus ve tapu kayıtlarının çuvallarla peşmergeler eliyle yaktırılmaları eşlik ediyordu. Haritalarda Irak’ta Amerika, Suriye’de Rusya ağırlıklarının eklenmesiyle birçok değişim yaşanacaksa da, özdeki BOP yeni parçalanmalar mantığı yerinde kalacak. 
 
Stratejik ortaklık düşleri yıkılmış, yerle bir olmuş İktidarlarının sorumluluk, daha doğrusu ülkemiz çıkarları ölçeğinde bağışlanamayacak sorumsuzluklarına sevinecek halimiz olamaz... 
 
Ülkemizin, çocuklarımızın geleceği adına, kurtuluş, kuruluş destanlarının yazılımında öncü liderimiz, Mustafa Kemal Atatürk devrimlerinin ışığında, laik Cumhuriyet’in rejim, toprak bütünlüğü, barış, insan hakları, hukuk devleti düzeni, parlamenter demokratik düzenini ayakta tutacak yaşanmışlıklardan birikimlerimiz... Güvencemiz...

Şükran Soner / CUMHURİYET

Ekmek için Ekmeleddin Küfür için Yobazeddin! - ORHAN GÖKDEMİR

Furkan Vakfı tarikat benzeri bir yapılanma. Vakfın Kurucusu ve şeyhi Alparslan Kuytul da pek tabii “dini konularda” açıklamalar yapan bir âdem. 2015 yılında tesettür ve cinsellik gibi alengirli konularda açıklamalar yaptı. Müritleri açıklamaları videoya çekti ve vakfın internet sitesinde yayınladı. Şöyle diyordu; "Ne diyor İslam, annen de olsa diz kapağının altından göbeğine kadar ve sırtına bakamazsın. Annen de olsa, diz kapağının üstü tahrik eder. İslam gerçeği konuşuyor. Hayal âleminde değil İslam. Tozpembe hayallerde gezmiyor İslam. 'Olmaz canım, annesiyle olur mu, bacısıyla olur mu?' İslam hayal kurmuyor, gerçeği söylüyor. 'Olur' diyor. Biri yapmazsa biri yapar. 'Olur mu?' diyenlerin başlarına geliyor."

Daha kurumsalı Diyanet. Vergilerimizle ayakta duran, devletin en büyük kurumlarından biri. Emrinde yüz bine yakın cami, sayısını bilemediğimiz memur var. Bizim paramızla bizim adımıza mezhepçilik yapıyor. Haliyle fetva da veriyor. Şaka değil, verdiği fetvalar kamu hizmetidir. Kuruma bağlı “Din İşleri Yüksek Kurulu Dini Bilgilendirme Platformu” var. Soruyorsunuz soruyu, alıyorsunuz fetvayı. Vatandaşın biri “Bir babanın öz kızına duyduğu şehvet, karısıyla olan nikâhını düşürür mü?” diye sordu. Nasıl, ne tür bir sapık vatandaşsa artık? Dini Bilgilendirme Platformu soruyu soran vatandaşa “çüüüş” demedi tabii, alışkındı böyle sorulara. “Babanın şehvetle kızını öpmesi ya da şehvetle ona sarılmasının nikâha bir etkisi yoktur” diye cevapladı. “Babanın kızını kalın elbiselerden tutarak ya da vücuduna bakıp düşünerek, şehvet duyması, bu tür bir haramlık oluşturmaz. Ayrıca kızın, 9 yaşından büyük olması gerekir” diye ekledi. Soruyu soran sapık, bu cevaptan sonra kızına tecavüz etse sorumluluk kimin olur, siz karar verin.

Ülkedeki yeni toplumsal, psikolojik iklim böyle. Haliyle tarikat, cemaat yurtlarında yobazın insafına terk edilen çocuklara yapılan tacizlerin, tecavüzlerin haddi hesabı yok. Karaman’dan, Ensar’a hepsinin üzeri kapatıldı, gömüldü. 5-6’ya indirdiler taciz, tecavüz yaşını. Uçanla kaçan kurtulabiliyor sadece ellerinden. Şöyle ülkeden uzaklaşıp “büyük resme” baksan ülkenin yürüyen erkek tenasül organlarından oluştuğunu sanabilirsin!

Yalnızca cinsellik mevzuları mı? İktidarın gayrı resmi fetvacısı ve havuz yazarı ilahiyatçı Hayrettin karaman hırsızlığa, devletin soyulmasına müthiş bir gerekçe bulmuştu hatırlayacaksınız. “Günah işleme özgürlüğü”nü kullanıyordu devleti soyanlar. Çaldın ve günah işleme özgürlüğünü kullandın diyelim, öte dünya olmasa bile bile bu dünyada cennet garantiydi. Çalamadın ve günah işleme özgürlüğünü kullanamadıysan, öte dünya şüpheli olduğu gibi bu dünyada cehenneme düştün demekti. İlahiyatçımızın Sözlerinin “Hermeneutik” açıdan yorumu böyle. Dinde müthiş bir açılım demek aynı zamanda bu. Din ile ahlak arasında olduğu varsayılan bağın temeline dinamit yerleştirmek ve fitilini ateşlemek gibi bir şey yani. Nitekim dinin arkasına saklanıp çalanlardan bazıları yakalanınca ayakkabı kutularındaki paraya “cami yaptıracaktık” diye mazeret buldu. E makul bir gerekçe. Çünkü sordular Diyanet’e, “haram parayla yaptırılan camide namaz kılmak caiz midir” diye. Caizdir cevabı aldılar. Boru değil, fetva!

Eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun yakınması da bunlara yazarken düştü haber sitelerine. Bardakoğlu, "Müslümanlık" ile "ahlak"ın birbirinden ayrıldığını ifade ederek, "Geçenlerde bir hocamız alan araştırması yaptı. Bir soruya canım çok sıkıldı. Soru şuydu: ‘Dindar olmak ahlaklı olmayı gerektirir mi?’ Cevap verenlerin yüzde 70’i ‘hayır gerektirmez’ cevabını verdi" dedi. Yani? Müslümanların yüzde 70’i ahlaksızlığa meyilli. Dinen bir sakıncası olmadığını düşündüklerine göre bunu rahatça söyleyebiliriz. AKP din ile ahlakın bağını kopardı. Ahlaksız bir inanç inşa ediyorlar şimdi. Emevi dönemine dönüyoruz hızla.

                                                                           xxx

“Dinime küfreden bari Müslüman olsa” girizgâhıdır bu. “Dinimize” sövenler işte bunlardır.
Toplanıp “derin” tarih mevzularına giren bir avuç “dindar” şarlatan da uzun süredir Cumhuriyete ve kurucusuna küfür edip duruyordu. En sonunda işi kurucunun manevi kızıyla yattığına, annesinin de zaten genelevde çalıştığına kadar vardırdılar. Annesinin diz kapağından tahrik olan, öz kızına şehvetle sarılan, hırsızlığı makul gören, çoluğa çocuğa dadanan bir “cemaat”in saldırısı bunlar. Üstelik onlarınki açık, belgeli, kuşku götürmez.

Daha açıklısı şu: Yayınladıkları küfürnamenin danışma kurulu üyelerinden biri CHP’nin “laik cumhuriyeti kurtarmak” için bulup önümüze koyduğu ve “tıpış tıpış oy vermeye” çağırdığı bir şahsiyet. Durumumuz hakikaten acıklı. İktidarıyla, muhalefetiyle cumhuriyete, laikliğe, aydınlanmaya sırtını dönmüş bir ülkede bir çıkış yolu arıyoruz. Dindarı ahlaksız, laiki üçkâğıtçı. Hepimizi hapsetmeye çalıştıkları denklem belli: Ekmek için Ekmeleddin, küfür için Yobazeddin!
Sanmayın dertleri Mustafa Kemal’dir. Dertleri cumhuriyetin laik geleneğidir, dertleri sizsiniz. Size küfrediyorlar, size çamur atıyorlar. Yıkmak istedikleri sizsiniz.

Mücadele etmenin tek yolu var; Aydınlığı arttırmak. Yan yana geleceksiniz, ışığı çoğaltacaksınız. Örgütleneceksiniz yani. Var mı başka yolu?

Hadi o zaman!

Orhan Gökdemir / SOL

12 Mayıs 2017 Cuma

Kininin davacısı olmak ve sorgulamak - RIFAT OKÇABOL

Gençlerin “dindar” olmalarını istemekle yetinmiyoruz; ayrıca onların “Dininin ve kininin davacısı olmasını” istiyoruz. Sonra da, “Sorgusuz sualsiz itaat eden bir gençlik istemiyoruz” diyoruz. Tabii ki, olmuyor!

Gençlerin dininin ve kininin davacısı olması için, 4+4+4 yasasını çıkarıyoruz. Çocukların süt kuzusuyken imam hatibe gitmesini sağlıyoruz. İmam hatip ortaokuluna gitmeyen çocukları, ya TEOG’da başarısız diye ya da okullarını imam hatibe çevirerek, imam hatibe gitmek zorunda bırakıyoruz. Güzel sanat, beden eğitimi ve felsefe derslerini azaltırken, onları din dersleri bombardımanına tutuyoruz. Yetinmiyoruz, camiye götürme, umreye gönderme, kutlu doğum, değerler eğitimi ve kompozisyon yarışması gibi etkinlikler yanında gerçeklere yabancılaştırarak öğrenciyi, dinin ve kininin davacısı olacak şekilde yetiştiriyoruz. Hatta ortaöğretim yönetmeliğinden gençlerin “soran, araştıran ve eleştiren kişiler olarak yetiştirilmesiyle” ilgili maddeyi çıkarıyoruz.

Sonra da,  “Sorgusuz sualsiz itaat eden bir gençlik istemiyoruz” diyoruz. Olmuyor tabii!
Olmuyor ve olamaz da. Çünkü son yıllarda, yukarıda özetlenen uygulamalarla, çocuğun bilişsel ve duyuşsal gelişimini inanç öğretisiyle sınırlıyoruz. Çocuk kendisine öğretilen inançla ilgili konuları, sorgulamadan, eleştirmeden ve tartışmadan öğreniyor. Öğretilen dışında bazı gerçeklerin olduğunun ayrımına varması bile engelleniyor. Bilişsel gelişimi öğretilen inançla ve duyuşsal gelişimi de, korkuyla, şükranlık duygusuyla, cihat anlayışıyla, dualarla, sabırla, kaderle, itaatle ve kindarlıkla şekilleniyor. Bu arada öğretim süreçlerine girişimciliği ve rekabetçiliği de katarak, kişisel yarar için itaatin ne anlama geldiğini de öğretiyoruz. Bunları okulda öğretemiyorsak, cemaat türlü yapılanmalarla yazılı ve görsel yandaş medya bu konuda elinden geleni yapıyor.

Kişi, televizyondan, gazetelerden, aile içi ya da arkadaşlar arasındaki konuşmalardan itaat etmenin faziletlerini, karşı çıkmanın, eleştirmenin ve hak aramanın da nelere mal olduğunu öğreniyor. Kişi, televizyonda, parti başkanından farklı düşündüğünü açıklayan bir yetkili siyasetçinin, söylediklerini lideri beğenmediğinde ertesi gün sözünü geri aldığını görüyor. Eleştiren, düşündüğünü açıklayan ve hakkını arayan kişilere açıkça hakaretler yağdırıldığını, işlerinden atıldığını ya da hapse atıldığını gören kişi, daha da itaatkar oluyor. Kişinin yaşam anlayışı da, vicdani gelişmesi de, dünyayı ve geçekleri algılaması da bunlarla sınırlı kalıyor. Bilişsel ve duyuşsal gelişimimizin sınırlı olduğunu, hem PİSA sınavları hem de OECD’nin yaptığı yetişkinlerin yeterlik düzeyi araştırmaları gösteriyor.
Cemaatlerin son yıllardaki gelişimi de, bu nedene dayanıyor. Dininin ve kininin davacısı olarak yetiştirilen kişi, kim önce kapmışsa onun (Fetönün, cüppelinin, ahmetin, mehmetin, …) elinde kalıyor. Bu nedenle bir cemaatten canı yananların çoğu anında, güçlü olduğunu düşündükleri bir başka cemaate ya da cemaat benzeri yapılanmalara kapağı atıyor.

Ektiğini biçenlerin, “Sorgusuz sualsiz itaat eden bir gençlik istemiyoruz” demesi, gerçeklerin üstünü örtme çabası dışında bir anlam ifade etmiyor.

Çünkü “Sorgusuz sualsiz itaat eden bir gençlik istemiyoruz” demek için, AKP’nin 2011’den bu güne yana eğitim ve kültür yaşamında yaptıklarının tümünden vazgeçmesi gerekiyor. Çocukları küçük yaştan, kendi inançları doğrultusunda yoğurmaya yönelik süreçler yerine, onları özgürleştirecek bilimsel süreçlerle güzel sanatlara yer vermesi gerekiyor.

Çünkü gerçeklere ve insanlığına yabancılaştırılıp dinin ve kininin davacısı olacak kişinin, kan davası anlayışıyla yetişmiş bir kişiden pek farkı olmuyor; davasına bağımlı kalmaktan kendini kurtaramıyor; davası dışında bir şey düşünemiyor, o konu dışında sorgulayamıyor. Dava inanç, kin ya da kan üzerinden olunca, bağımlılık kaçınılmaz oluyor. Bağımlı insanın düşünme, sorgulam, sağlıklı irdeleme ve karar verme şansı pek kalmıyor.

Gerçeklere ve insanlığına yabancılaştırılmış konularda davası olanlar değil de, emek davası, hak davası, eşitlik davası güdenler, kendileri için değil de, doğa, insan ve toplum için davası olanlar, sorgulayabiliyor, eleştirebiliyor ve özgürleşebiliyor.

Rıfat Okçabol / SOL
okcabolr@gmail.com

AKP İslamcılığın bağrı değil morgudur! - TAYFUN ATAY

Çok iddialı gelebilir belki ama İslamcılık İran’da Humeyni ile başladı ve bitti.
O yüzden dünyaya “postİslamizm” i takdim etmiş Asef Bayat, kavramına açıklık getirme yolunda en çok Humeyni- sonrası İran’ına göndermede bulunur.

Bana da post-İslamizm, İslamcılığın “simülasyon”dan ibaret hale geldiği evreyi işaret ediyor.
Simülasyon (Baudrillard’a saygıyla!), olmayan bir şeyi var gibi göstermektir.
Gerçeğin tüm “gösterge”lerine sahip olduğu halde gerçeğin kendisi olmayandır.
Aslında son dönemlerde sıklıkla gündeme gelen “post-truth”, yani gerçek-aşı(nı)mı kavramı da simülasyonla aynı (postmodern) sürekte karşımıza çıkmakta denilebilir.
Bunların İslami iklimde tezahürlerinin de post-İslamizm kavramıyla anlamlandırılabileceğini kaydetmek, dolayısıyla şu, “AKP’de İslamcı tasfiyesi yapılıp yapılmayacağı” tartışmasına da gülüp geçmek gerekir.
***
İslamcılık, Batı modernitesi karşısında bir çırpınışın sonucuydu.
Onun ilk temsilcilerini ayırt eden motif, “apoloji”dir. Yani Batı’yı “modern” yapan ne varsa (bilim, akılcılık, felsefe, hümanizm, insan hakları, demokrasi, parlamento, vd.) bunların hepsi İslam’da zaten var diyerek İslam’ın değişmeye, gelişmeye, ilerlemeye mani ve uyarsız olduğu iddialarını karşılamak, göğüslemek… Ortadoğu’da Cemaleddin Afgani’den Muhammed Abduh’a, Hint yarımadasında Seyyid Ahmed Han’a açılan yelpazede böylesi bir “modernist” eğilim, 19’uncu yüzyılın ikinci yarısından 20’nci yüzyılın başlarına kadar İslamcılığı karakterize eder.
Sonra sadece “modern” Batı’da olan değil olmayan, daha doğrusu onda eksik olan da İslam’da var diyen, “apoloji”yi bırakmış, püriten ve reaksiyoner, bir anlamda da modernitenin içinde ama anti-modernist bir İslamcılık yaygınlaşır 20’nci yüzyılda.
Mısır’da Reşid Rıza, Hasan el-Benna, Seyyid Kutub, Pakistan’da Mevlana Mevdudi, İran’da Ali Şeriati, en karakteristik figürleridir bu çerçevedeki İslamcılığın… 

***
Bizim coğrafyamızda ise Osmanlı’dan Cumhuriyet’e İslamcı düşüncenin temsilcisi bir dizi önemli isim olmakla birlikte (ki burada da İsmail Kara’ya saygıda kusur etmemek gerekir!) özellikle siyaseten akla gelen isim Sultan II. Abdülhamid’dir.
Bu, ilginç bir büyük haksızlıktır.
İslamcılık (daha doğrusu “İttihad-ı İslam” ya da Panislamizm) Abdülhamid’den önce Yeni- Osmanlı düşüncesinde (Namık Kemal’le) sökün eder ve İslamcılık, Abdülhamid’den sonra asıl II. Meşrutiyet döneminde esaslı bir ideolojik çehreye bürünür. 

***
Basitleştirmemize izin verilirse İslamcılığın, modernitenin altyapısını oluşturan endüstriyel kapitalizmi sağlıksız addedip onu sağaltma girişimi olarak ortaya çıkmış Marksist sosyalizmin motivasyonuna İslami bağlamda sahip olduğu söylenebilir.
Bu sağlıksız “modern” dünya halini ve işleyişini, onu “veri” alarak Kuran ve hadislerden hareketle sağaltma girişimidir o... Ve elbette kapitalizmi olduğu kadar sosyalizmi de karşısına alır.
Necmettin Erbakan’ın naif ve fantastik “Milli Görüş” (devamında “Adil Düzen”) söylemi, bu çerçeve içerisine dâhil edilebilirdir.
Ama hepsi bu!.. AKP, bu çerçevenin dışındadır. 

***
AKP, kapitalizmin küreselleştiği aşamada, onun karşısında bir seçenek olmak yerine onun bünyesinde bir “renk” olarak sökün etmiş bir hareket.
Kapitalizm karşısında İslamcılık adına olsa olsa teslim bayrağının çekildiği bir hareket.
Kapitalizmi “haram” sayan İslamcılığa nazaran, kapitalizmi “helâl” sayan bir hareket.
Bana sorarsanız onun içinde İslamcılığın tortusunu bile aramak abes ve “simülasyon”, durumu tam anlamıyla açıklığa kavuşturan anahtar kavram: İslamcılık AKP’de olmayan, ama varmış gibi gösterilen bir “değer”... 

***
2000’ler başından itibaren sistemin krizine çare olarak dünyanın hemen her yerinde “kentsel dönüşüm” adı altında işlerliğe sokulan inşaat kapitalizminin Türkiye taşeronu olarak çıkış yakaladılar.
Memleketi şantiyeye çevirdiler; betona hafriyata boğdular; “İnşaat ya Resulullah” der oldular.
Bu arada İslamcılığı da “simülatif” olarak elde tuttular.
İktidar, onları zehirledi, yozlaştırdı, vicdansızlaştırdı, acımasızlaştırdı, yalnızlaştırdı, “yapayalnız”laştırdı, acizleştirdi.

O aczle başlangıçta kapitalizme ram olurken beslendikleri liberallerin terkiyle oluşan boşluğu bir yandan yaşlı ve demode bir “Devlet”çi milliyetçilikle (İslamcı terminolojide “kavmiyetçilik”), diğer yandan lümpen mi lümpen, yandaş mı yandaş bir troller ordusuyla doldurmaya çalışıyorlar.
Ve trol cehaleti, İslamcılığın “simülasyon”unu gerçek sandığı/saydığı için bir “AKP’de İslamcılık” tartışmasının önü açıldı. Ama bu tartışma da bir simülasyon...
AKP bu memlekette bitmiş bir İslamcılığın uzun ölümünün yatırıldığı bir morgdan ibaret.
O, post-İslamizme emsal teşkil ederek yola koyuldu.
Şimdi “post-mortem İslamcılık” örneği olarak yola devam ediyor!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

‘73 yıllık’ bir ‘Cumhuriyet’ okurundan! - Meriç Velidedeoğlu

Geride kalan pazar günü, “1923 Devrimi”nin gazetesi olan, adı da “Devrim’in Önderi Atatürk” tarafından konulan, Cumhuriyet’in ilanından yalnızca “6 ay” sonra doğan, gazetemiz “Cumhuriyet”, “93” yaşına girdi.

 
“Cumhuriyet”, ülkemizin, “İslam” dünyasında tek “laik” ve “çağdaş” devlet olması dolaysiyle, bu ilkeleri korumanın, bir “Devrim Gazetesi” olarak taşıdığı, sorumluluğun bilinci içinde olmayı sürdürecektir, diye düşünüyorum, her ne denli, “laik” yerine “seküler”, “laiklik” yerine “sekülarite”, “çağdaş” yerine “modern”, “çağdaşlık” yerine “modarnite” denilmesinin, daha “doğru” olacağı söylenip, yazılsa da...
 
Yıllarca kutlanan “7 Mayıs” gününü, bu yıl, “Cumhuriyet”in İmtiyaz Sahibi Orhan Erinç’in yaptığı konuşmada, “Sizlerle bu mutluluğu paylaşmak bizim için de geleneksel bir yaklaşımdı, ama ne yazık ki içerdeki arkadaşlarımız nedeniyle ‘kutlama’ sözcüğünü kullanmak içimize sinmedi. ‘Etkinlik’ diye adlandırmak zorunluluğunu duyduk!” diyen haklı vurgulamasıyla andık. Yine gazetemizin bahçesinde yine kalabalık bir okur topluluğuyla, Cumhuriyet’in tüm çalışanları, görevlileri, yöneticileriyle, yazarları Prof. Dr. Erol Manisalı ve eşi, Zeynep Oral, Aydın Engin, Şükran Soner ve konuklarla birlikte, bir etkinlik bağlamında, Cumhuriyet “93” yaşına girdi.
 
Silivri’deki canlarımızın tek tek anılmasıyla, hele “Hakan Kara”nın eşi “Sinem User Kara”nın yaptığı konuşmayla -daha doğrusu seslenişle- “onlar” hepten yanımızda oldular...
Ne var ki, “O. Erinç”in konuşmasını -haklı olarak- gazetemizin, “hem ceza davası, hem vakıf davası” konusuna özgülemesi, “73 yıllık” bir Cumhuriyet okuru olarak içimi burktu; dolaysiyle eve dönüş yolu boyunca, yıllar önceki “Cumhuriyet” ile birlikteydim... 
 
“1940”lı yılların, ilkokullarının birinci sınıfında “gazete okuma” saatleri vardı; gazete sırası gelen öğrencinin -çoğunlukla akşam iş dönüşü babanın getirdiği gazeteyi- ertesi sabah sınıfa getirmesiyle sağlanırdı; çoğunluk çoğu kez Cumhuriyet’te olur, ardından “Son Telgraf”, “Son Posta”, “Akşam” gazeteleri gelirdi; çok sürmedi bu uygulama, “1950”ye varmadan kaldırıldı. 
 
O yıllarda, dahası uzun süre; ‘7 Mayıs’ kutlamaları yalnızca “gazete” bağlamında olsa da, ertesi gün de yazarların çoğu, türlü açılardan, az-çok değinirlerdi bu kutlamaya ve Cumhuriyet’e; okurlar tarafından da -sanırım- beklenirdi bu değinmeler, anımsamalar... 
 
Ee, dile kolay, “73 yıllık” bir okuyucu olarak, Cumhuriyet’in “93.” yılını, kutlamaya “gelemeyenler” dışında, açıkçası gelmeyenlerce pazartesi günkü yazılarında, gazetemizi, bir-iki sözle de olsa anacaklarını düşünmekten yine kendimi alamadım... Üstelik, pazartesi günü anılan, sözü edilen bir “gazete” vardı da, “Cumhuriyet” değildi; son günlerde adı sıkça duyulan, henüz bir yıllık, “Karar” gazetesiydi bu. 
 
Bu şanslılığın (!) nedeni, önceki İstanbul müftülerinden Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı’nın, “Tek-bir” başlıklı yazısının “Karar”da, yayınlanmış olmasıydı (3.5.2017); kuşkusuz, “Tekbir”in “yerli, yersiz” seslendirilmesiyle ilgili tutumun, yalnızca “Cumhuriyet” okurları için değil -yazarının dediği gibi- “Diyanet”in ciddi ciddi ele alması gereken bir konu... 
 
Eh, “Tekbir” yer alınca, “Müslümanlık” üzerine “dini” bir yazı da buna eşlik ediverdi, “7 Mayıs”ın ertesindeki pazartesi günü. 
 
Bilmem ki değerli dostlar ne dersiniz, özellikle “tarikatlar”la ilgili oldukça “etraflıca” ya da “derin” yazılar biraz sıklaştı gibi gazetemizde? 
 
Kuşkusuz, “Cumhuriyet” yazarları konularını seçmekte, bütünüyle özgürdürler... 
 
Benimki de “Tahir Efendi”nin dediği gibi “dinozorluk” işte... 
 
“24 Temmuz”da Silivri’deyiz değerli dostlar, yavaş yavaş hazırlanalım diyorum.

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Kadın ve yargıç bir Danıştay Başkanı! - EMRE KONGAR

Değerli okurlarım, ben kendimi “Feminist” olarak nitelerim.
Bu nitelemede ne denli haklı olduğumu bilmiyorum ama, bütün hayatım boyunca, bir Toplumbilim hocası olarak kadınlara pozitif ayrımcılık yapılmasından yana tavır koydum:
Çünkü henüz din/tarım toplumunun erkek egemen feodal değerlerinden kurtulamamış olan Türkiye’de bir kadının bir yere gelebilmesi için kendisiyle aynı niteliklere sahip erkeklerden çok daha fazla gayret sarf etmesi, çok daha fazla bedel ödemesi gerektiğini biliyorum.
Danıştay Başkanı Zerrin Güngör, bir kadındır.



Bir kadının böyle bir göreve gelmesi sadece Atatürk Türkiye’sinin başarısı açısından değil, kadın hakları bakımından da büyük bir sevinç uyandırmıştır. 

***

Bütün akademik yaşamımı ve yazarlık kariyerimi “Demokratik, Laik ve Sosyal, Hukuk Devleti”nin gelişmesine adadım.
Bu açıdan, ailemden aldığım terbiyeyle de tam bir uyuşma halinde, hukukçulara, özellikle de yargıçlara büyük bir saygı besledim.
Onların daima benim gibi ortalama vatandaşlardan daha yüksek bir meslek ahlakına, dolayısıyla daha üstün bir hak, hukuk ve adalet duygusuna sahip olduklarına inandım ve bunu savundum.
Zerrin Güngör, bir hukukçu ve bir yargıçtır.
Sadece bu niteliği bile kendisine büyük bir saygı ve güven beslenmesinin nedenidir. 

***

Danıştay, ülkeyi yönetenlerin bütün yaptıklarının hukuka uygunluğunu denetleyen, insanları iktidarlara karşı koruyan, ayrıca Anayasa’nın “Demokratik, Laik ve Sosyal bir Hukuk Devleti” ilkesini kollayan en üst idare mahkemesidir.
Öğretim üyesi olarak, Danıştay’daki kültür ve sanatla ilgili davalarda defalarca “Bilirkişi” görevi yaptım. Ne denli titiz ve hukuka uygun çalıştıklarına bizzat tanık oldum.
Müsteşarlık yaptığım dönemde, Bakanlıkta alınan bütün kararların hukuka uygun olmasına özen gösterdim; “Danıştay ne der” sorusunu hep aklımda tuttum.
Zerrin Güngör Danıştay Başkanı’dır.
Bu niteliği ile de benim toplumsal hiyerarşik değerler sistemimin en üst sıralarında yer almaktadır. 

***

Cumhuriyet gazetesinin haberine göre Danıştay Başkanı Zerrin Güngör, Danıştay’ın 149. Kuruluş Yıl Dönümünde, (bence tarihe geçecek) bir konuşma yapmış:
Tüm yetkileri tek elde toplayan, Anayasa Mahkemesi’nin 15 üyesinden 12’sini, Hâkimler Savcılar Kurulu’nun 13 üyesinden 6’sını atama hakkına sahip kılınan Cumhurbaşkanı’na, tüm adalet mekanizmasını belirleme, ülkeyi KHK’lerle ve seçilmemiş yöneticilerle idare etme olanağı veren...
Böylece kuvvetler ayrımını ortadan kaldıran Halkoylamasını hatırlatıp:
“16 Nisan 2017 tarihinde halkoylamasına sunulan ve kabul edilen değişiklikle Anayasamızda var olan kuvvetler ayrılığı ilkesi daha da belirgin hale getirilmiştir” diyebilmiş.
Yüz bini aşkın kişinin işten atıldığı, binlerce yargı mensubunun, sivil ve asker bürokratın, medya mensubunun hapsedildiği, şirketlere, yayın organlarına el konduğu, Halkoylaması koşullarının baskı altında zehirlendiği...
OHAL dönemi ve OHAL’de çıkarılan KHK’ler konusunda da:
“Olağanüstü halin ilanı ve bu süreçte kabul edilen KHK’lerin amacı, devletin kurumlarını terör örgütü mensuplarından arındırmak ve demokrasiyi korumak olup kişilerin hak ve özgürlüklerine, amaç dışında herhangi bir sınırlama getirilmemiştir biçiminde konuşabilmiş. 

***

Danıştay Başkanı Sayın Zerrin Güngör bu konuşmasıyla, Anayasasında “Demokratik, Laik ve Sosyal, Hukuk Devleti” yazan Türkiye Cumhuriyeti’nde artık hiç kimsenin idare (iktidar) karşısında güvencesi kalmadığını ilan etmiş...
Ayrıca benim yaşamım boyunca inandığım ve savunduğum bütün toplumsal, siyasal ve akademik değerleri de sıfırlamış bulunmaktadır!
 
BEN BU DEĞERLERİM İÇİN DİRENMEYİ SÜRDÜRECEĞİM!

Emre Kongar / CUMHURİYET