22 Temmuz 2017 Cumartesi

Almanya krizi ve jeopolitik deprem - Nilgün Cerrahoğlu

Alman Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel, Kuzey Denizi’ndeki tatilini yarıda kesip Berlin’e dönüyor. Bürokratlarıyla bir araya gelip Türkiye’ye restini çekiyor:
21 Temmuz günü öğlene kadar hapisteki Alman yurttaşlarını salın!
Almanya krizindeki son eşik bu.
Büyükelçi bir dostuma sordum: “Yıllardır diplomasinin içindesin. Böyle bir ültimatom/ restleşme örneği yaşadın mı?”
Ne yaşadım, ne de duydum!” yanıtını veren muhatabım ardından ilave etti:
Bu hiçbir diplomasiye sığmayacak, son derecede sert, fevkalade ekstrem bir reaksiyon. Şoke edici, olağanüstü bir durum. Almanların canına belli ki tak etmiş ve diplomasinin sonuna gelinmiş. Buraya nasıl geldiğimizi sorarsan, çeşitli açıklamaları var. Bunlardan ilki Almanya’da artık Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğuna dair inancın kaybolması. Diğer neden ise eylüldeki seçimler. Sağdan sola kadar tüm partiler Türkiye’ye bundan böyle baskı yapılmasını istiyor. Bardağı taşıran son damla sade bir insan hakları aktivistinin terör’ suçlaması altında içeri atılması değil. Son dönemde Almanya’ya yönelik ‘Nazi suçlamaları da, sinirleri germiş vaziyette. Geçmişle yüzleşmesini çoktan yapan Berlin’de hâlâ böyle Nazi suçlamasıyla karşılaşmanın ne derece katlanılmaz olduğunu bilemezsin. Gelinen noktada hiç kuşkun olmasın ki yakın dönemde en üst perdeden yapılan ‘Nazi atışmalarının’ da küçümsenmeyecek payı var!” 


Eylülde belli olur
Almanya gibi Türkiye’nin bir numaralı ticaret partneri olan ve 3 milyon Türk’ün yaşadığı bir ülkeyle tüm diplomasi bariyerlerini yıkan gerilim aşağı çekilebilecek mi?
Bu yazının başına oturduğumda Başbakan Binali Yıldırım’dan “teeni ile hareket etmek gerekir” kabili gerilimi düşürmeye yönelik birtakım açıklamalar geliyordu.
Ama bunun hemen akabinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Çırağan Sarayı’ndaki bir imza töreninden seri şekilde çektiği “Eyyy Almanya!” ayarı, Saray’ın “ip inceldiği yerden kopsun!” çizgisinde olduğu izlenimini doğurdu.
Bir hafta önce “Türkiye nereye gidiyor?” başlıklı yazımda 15 Temmuz’un yıldönümü vesilesiyle yapılan değerlendirmeleri aktarırken, Fransa’da “Figaro” gazetesinin ilişkilerin bir biçimde hâlâ sürdürüldüğü Batı’yla geri planda ciddi bir diplomatik kriz yaşandığını not ettiğini, Avrupa’ya “bakan düzeyinde” ziyaretlerin bile engellendiği dönemde “Türkiye’nin uluslararası yalnızlığının arttığını” belirttiğini ve “bu yalnızlığın Erdoğan’ın içeride büyüyen gücüyle doğru orantılı geliştiğini” kayda geçtiğini belirtmiştim.
Almanya ile varılan son noktadaki durum da böyle.
Cumhurbaşkanı Erdoğan “Eyy Almanya” dozunu ne kadar arttırırsa, Berlin’le ilişkiler de o kadar dönüşü olmayan bir noktaya sürüklenecek.
Başyazısını ve manşetini geçen hafta 15 Temmuz’un yıldönümüne ayıran Fransız gazete, “Batı’yla ilişkilerin artık sadece statükonun ivmesiyle sürdüğünü (sürüklendiğini!)” de ekliyordu.
Almanya ile son restleşmeden sonra artık ahı gitmiş, vahı kalmış o statükonun da bundan böyle yerinde olup olmadığı meçhul.
Yaz ortasındayız. Avrupalı siyasetçiler, tatilini yarıda keserek Berlin’e dönen Alman Dışişleri Bakanı Gabriel örneğinde gördüğümüz gibi, plajda. Avrupalılar tatilden dönsün ve Almanya seçimleri geçsin… toz duman yatışınca büyük resmi görürüz. 

Retorik ve gerçek farkı
Ama bu köşede daha öncede farklı vesilelerle aktardığım gibi, “15 Temmuz” artık yalnız karanlık bir darbe teşebbüsünün yıldönümü olarak değil, jeopolitik bir depremin başlangıcı olarak da görülüyor.
Türkiye’nin “15 Temmuz 2016” ile artan uluslararası yalnızlığına işaret eden gözlemciler, süreçte Batı ile bağların gözle görülür biçimde yıprandığına ve ülkenin Avra- Asya cephesine savrulduğuna dikkat çekiyor.
Savruluşta “rasyonel” hatlarla tanımlanan bir strateji ayırt edilmiyor.
Başta Almanya olmak üzere Türkiye’nin halen ihracatı ve ticari ilişkileri ağırlıklı olarak Avrupa’yla. İhracatının yarısı örneğin AB’yle. Yabancı yatırımların yüzde 75’i gene Avrupa kaynaklı.
Türk özel şirketlerinin borçları, Avrupa bankalarına...
Bu çok kritik tablo, Avrupa’nın geneliyle ilişkileri şartlayabilecek Almanya krizinde Türkiye’nin yumuşak karnını oluşturuyor. Retorik ve ekonomik gerçeklikler diğer deyişle örtüşmüyor.
Biz ekonomik gerçeklik tanımayız” zıtlaşmasıyla Avrupa’nın lideri konumundaki bir ülkeyle ilişkiler “icabında kopar” deniyorsa; her belirsizliğe açık bir döneme giriyoruz demektir.
Kemerlerinizi bağlayın.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Adalet “kime” emanet? - Ayşenur Arslan

Akşam Gazetesi “Parlamenter sistemin son kabinesi” manşetini atmış. Beyefendiler çok açık konuşuyor. Bakanlar Kurulu’ndaki son değişikliğin haberini böyle duyuruyor.
Hani “Başkanlık sistemi ile Meclis daha da güçlenecek”ti? Anayasa değişiklik paketine bakıp da “tam aksine Meclis işlevsiz kalacak” diyenlere nasıl da “akıl fukarası” gözüyle bakıyorlardı?
Meğer parlamenter sistem çoktan sizlere ömür imiş!
Kabine, bu açıdan “tarihi” olacak da, yeni üyeleri rastgele mi seçilecek? Elbette hayır.
Nitekim, gazetelerin haberlerinden, tarihi kabinedeki yeni isimlerin “özenle” seçildiğini anlıyoruz.
Aralarındaki en dikkat çekici “yeni bakan” ise, Abdülhamit Gül.
Kamuoyunda pek popüler olmayabilir. Ancak, son yılların en “popüler” koltuğu Adalet Bakanlığı’nda artık o oturacak.
Bırakın kaçmayı, yürümeye bile güçleri kalmayan.. Dolayısıyla tutuklu yargılanmaları için tek bir neden bile bulunmayan Nuriye ve Semih, artık ona “emanet” olacak.
Erdoğan, sadece bizlerin / muhalefetin değil son oylarda dünyanın gözünü diktiği Adalet Bakanlığı’nı “verdiğine” göre, çok güveniyor olmalı.Doğru! Güveniyor.
Zira Abdülhamit Gül, tam da bu günler için yetiştirildi.
Nasıl mı!
                                                                             • • •

Hani, gözlüğünüz gözünüzdedir de.. Dalgınlıktan etrafınızda, cebinizde arar durursunuz.
Türkiye’nin başına gelenler ve gelecekler, aynen öyle. Gerçekler apaçık gözümüzün önünde duruyor. Oysa bizi yönetenler / medyamız / “aydınlarımız” onları halının altında, çekmecenin dibinde arıyor.
Hüsnü Mahalli, işte o gerçeklerin en yakıcılarını, “KELEPÇE” kitabında yazdı.
Hem de, neredeyse yoruma bile gerek duyulmayacak sadelikle. Olayları, gelişmeleri art arda sıraladı. “Buyurun görün” dedi:
» Temmuz 1977: Pakistan’da Amerikancı generaller, sol-sosyal demokrat ve aynı zamanda Şii kökenli Butto’yu devirdi.
» Eylül 1978: Mısır ile İsrail, Camp David Antlaşması’na imza attı. Mısır Devlet Başkanı Sedat, emperyalizmin kucağına oturdu.
» Şubat 1979: Humeyni Sedat’ın stratejik dostu Şah’ı devirdi.
» Temmuz 1979: Saddam Hüseyin Irak Devlet Başkanı Ahmet Hasan Elbekr’e darbe yaparak iktidarı tek başına ele geçirdi. Hemen ardından emperyalist ülkeler ve bölgesel müttefikleri Saddam’ı İran’a saldırttı.
Hüsnü Mahalli, birkaç yıl içinde, ABD patentli Orta Doğu projesinin nasıl takır takır işlediğini böyle anlatıyor.
Buna tabii, 1980’lerde, Sovyetler Birliği’nin dağılma süreci yaşadığını eklemek… Ve o sürecin mimarlarından Gorbaçov’un, yıllar sonra ABD’nin ünlü markalarından Pizza Hut’ın reklamında oynadığını hatırlatmak gerekiyor.
Peki bu fotoğrafta Türkiye’nin “rolü” ne?
» 1980: Kenan Evren cuntası 12 Eylül Darbesi ile ülke tarihinin en büyük kırılmalarından birini hayata geçirdi.
» 1990’lar: Büyük Orta Doğu Projesi şekillenmeye başladı. “Bush Doktrini” diye de anılan projeyle, Türkiye “ılımlı İslam” hareketlerine kucak açtı.
» 2002: O sıralarda “ılımlı İslam’ın temsilcisi” olarak bakılan AKP tek başına iktidarı ele geçirdi.
» 2009: Recep Tayyip Erdoğan, Büyük Orta Doğru Projesi’nin EŞ BAŞKANI olduğunu açıkladı.

                                                                              • • •

Abdülhamit Gül, işte bu sürecin içinde yetişmiş / yetiştirilmiş bir isim.
12 Eylül sonrasında kurulan ve Evren cuntasının “himayesinde” serpilip büyüyen Milli Gençlik Vakfı’nın “parlayan yıldızlarından.”
Vakfın kurduran Erbakan’dı. Hedefi de, yine Erbakan’ın deyimiyle “cihadı hatırlayan, cihada hazırlanan” bir gençlik yetiştirmekti. Örgütlendiği alan da zaten üniversitelerdi, okullardı.
Yakın geçmişteki Fethullahçılar örgütlenmesini hatırlatan bir ağ kurulmuştu. (Tunceli hariç) Türkiye’nin her ilinde ve pek çok ilçesinde, toplam 900 bürosu, 125 yurdu vardı. Yaklaşık 70 bini üniversite öğrencisi olmak üzere, 350 bin kadar üyesi bulunduğu iddia ediliyordu.
2000’lerin başında vakıf aleyhinde dava açıldı. Mahkeme, Vakfın kapatılıp, dağıtılmasına karar verdi. Yargının henüz “tam bağımlı” hale gelmediği o günlerde, Yargıtay da kararı onadı.
Şu gerekçeyle:
“(Vakıf mensupları) devletin siyasi, hukuki, iktisadi temel nizamlarını dini esaslara göre değiştirmek amacıyla anayasal düzeni bozmaya çalışıyor. ARAP MİLLİYETÇİSİ bir gençlik yetiştirme çabası, çalışmaları ve eylemleri görmezden gelinemez.”

                                                                                • • •

“Parlamenter sistemin son kabinesindeki” Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, bu vakıfta, kapatılmadan önce “Üniversitelerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı” yapmıştı. Henüz 20’li yaşlarındaydı.
Gençleri devşirmiş... Mahkeme kararına göre, kimi gençleri illegal yollarla Mısır’daki El Ezher ve benzeri okullarda okutmak üzere yurt dışına göndermiş... “Adreslere” bakılırsa, muhtemelen Müslüman Kardeşler örgütünü de kapsayan bir yapının taşlarını örmüş... Ve belli ki “başarılı” olmuş... Bu yüzden Erdoğan’ın dava arkadaşları arasına girmişti.
“Dava arkadaşları” derken, çok küçük bir çemberden söz ediyorum.
Siyaseti yakından bilenler hatırlayacaktır: Ahmet Davutoğlu’nun “gönderildiği” olağanüstü kongre öncesinde, Beştepe’de kritik bir toplantı yapılmıştı.
Erdoğan’ın başkanlık ettiği toplantıya sadece 5 kişi davetliydi: Damat Berat Albayrak, başbakanlığın emanet edileceği Binali Yıldırım, AKP Meclis grubunun cengaverlerinden Nurettin Canikli...
Ve, halef selef Adalet Bakanları, Bekir Bozdağ ile Abdülhamit Gül.
Nuriye – Semih, gazeteci arkadaşlarımız, uluslararası insan hakları kuruluşlarının temsilcileri, kısaca ADALET işte böyle bir isme emanet. Hayırlı olsun!

Ayşenur Arslan / BİRGÜN

Fotoğraftaki Kim? Kuzu’yu, Fetö’ye götüren kişiye İBB’den onur gecesi - ERK ACARER

Gülen ve Burhan Kuzu’nun birlikte samimi bir şekilde gözüktüğü fotoğraflardaki ‘o kişi’ Abant platformu organizatörü ve dinler arası diyalog programının mucidi. Henüz birkaç yıl önce bile cemaatçi olduğu için tepki gösteriliyordu. Bugün, şahsına İBB tarafından saygı gecesi yapılıyor!
Türkiye’de FETÖ/PDY’ye yönelik operasyonlar hız kesmeden sürüyor. Adeta insan avı yaşanıyor. FETÖ ile ilgisi olmayan kişiler de kamu kurumlarındaki görevlerinden, üniversitelerden atılıyor. Dahası yolu hiç bir zaman cemaatle kesişmeyenler gözaltına alınıp tutuklanıyor.
Tüm bu ‘kaos’ içinde, muhalefet ısrarla ‘neden cemaatin siyasi ayağına ulaşılamıyor, paralel yürünen bu yolda ve iç içe geçmiş AKP-FETÖ ilişkilerinde nasıl oluyor da hiçbir siyasetçinin cemaat izine rastlanmıyor?” diye soruyor. AKP’li ya da AKP’ye yakın şahısların, damatların FETÖ operasyonlarında alınıp bırakılması ise kamuoyunun vicdanını yaralıyor.

Kuzu ‘kaosu’ seçti

AKP ve Cemaat ilişkilerini anlatan arşivler duruyor. Belgeler, ilişkiler ortada. AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Cemaatle ilişkiler konusunda günah çıkarırken, ‘kandırıldık’ diyor.
AKP siyasetçileri ise kendilerini aklama çabası içinde toplumun aklıyla alay eden ve devlet adamına yakışmayan yöntemler kullanıyor. Bu ‘yöntemlerde’ bazı isimler öne çıkıyor. Anayasa Profesörü, AKP İstanbul Milletvekili ve MYK üyesi Burhan Kuzu’nun özellikle sosyal medyada yaptığı paylaşımlar dikkat çekiyor. 7 Haziran 2015 seçimlerinin hemen ardından AKP’nin kaybettiği seçimi, ‘Millet kaosu seçti’ sözleriyle anlatan Kuzu, ‘photoshop’lanmış’  fotoğrafları bile kullanmaktan çekinmiyor. Gerçekte Fethullah Gülen ile Erdoğan’ın birlikte olduğu bir fotoğrafa montaj ile CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun yerleştirilmiş halini servis edebiliyor. Ötesinde bunu algı yaratmak için yaptığını söylemekten bile çekinmiyor.

Gerçek fotoğraflar ne olacak?

Ne var ki ortada özellikle Burhan Kuzu’ya ait gerçek fotoğraflar var. Bu fotoğrafları “Çok eskideydi” diye geçiştiren Kuzu, AKP’nin Fethullah Gülen ile ilişkilerinin de uzun yıllar öncesinde kaldığına vurgu yapıyor. Ne var ki özellikle sosyal medyada çok sık kullanılan iki fotoğrafta ortaya çıkan önemli detay, gerçeğin farklı olduğunu gösteriyor. O fotoğraflardan anlaşılan şu: AKP, bir yandan cemaat operasyonlarını yürütüyor, diğer yandan da önemli cemaatçilerle ilişkilerini sürdürüyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde de (İBB) devlet kurumlarında da ilişkiler kesintiye uğramıyor.

İşte o fotoğraflardaki detaylar

Fotoğraflardan ilkinde, Burhan Kuzu, samimi bir biçimde, Fethullah Gülen ile tokalaşıyor. İkinci fotoğrafta ise yemek masasında oturuluyor. Fotoğraflarda çok üzerinde durulmayan bir kişi var. Bu Kenan Gürsoy. İlk fotoğrafta; ‘ikilinin’ hemen arkasında yer alıyor. Üzerinde gri bir takım elbise ve mavi gömlek var. 2’nci fotoğrafta ise Fethullah Gülen ile Burhan Kuzu’nun karşılarında oturuyor. Gürsoy felsefe profesörü. Zamanında Vatikan Büyükelçiliği yapmış bir hoca. Abant Platformu’nun organizatörü ve dinler arası diyalog programının yürütücüsü. Kenan Gürsoy, tarikatçı bir aileden geliyor. Anne tarafından dedesi Kenan Rifai Büyükaksoy. Rifai tarikatının İstanbul kanadının kurucusu olan Büyükaksoy, 1908-1925’te tarikatın dergâh şeyhliğini yapıyor.

Şeyhler, müritler Cumhuriyeti...

Tarikatçı bir aileden gelen Kenan Gürsoy’un o fotoğrafta işi ne? Aslında bu soru yanlış çünkü Kenan Gürsoy o fotoğrafın baş aktörlerinden biri. Fethullah Gülen ile devlet arasındaki aracının o olduğu iddia ediliyor. Kuzu’nun, ‘Hoca Efendisi’ne kavuşmasındaki aracı da o. Kenan Gürsoy, din-devlet-tarikat ilişkilerinden olsa gerek, Allah’ın yürü ya kulum dediklerinden. Erzurum Üniversitesi’nde genç yaşta profesör oluyor. Sonra Ankara Üniversitesi’ne atanıp kısa sürede burada dekan yardımcılığı yapıyor. Sonunda da Galatasaray Üniversitesi’nde dekan oluyor. Kamu ve devletten emeklilik tarihi yeni. 15 Temmuz 2016 sonrası. Gürsoy’un, solcu, demokrat, devrimci öğrenci sevmediği ve üniversiteden atılmasına sebep olduğu öğrenciler bulunduğu ileri sürülüyor. Gürsoy, halen Cenan Eğitim Kültür ve Sağlık Vakfı yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yapıyor.

İç içe geçmiş ilişkiler

Bunlar bizi bağlar mı? İlişkiler şimdi de birbirinin içindeyse şüphesiz! Bugün de ‘duruşu buz gibi belli’ kişilere İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından henüz iki ay önce saygı gecesi yapılıyorsa, Türkiye’de tüm olup biteni bir kez daha sorgulamak gerekir. Kamu kuruluşlarından atılıp ekmeklerinden edilen, sadece ByLock kullandıkları gerekçesiyle tutuklanan binlerce kişi bulunurken, 25 Mayıs 2017 günü, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından Prof. Dr. Kenan Gürsoy’a saygı gecesi düzenlenmesi aklımızla alay edilmesidir. Kadir Topbaş’ın yöneticisi olduğu İBB’nin organize ettiği Fatih Kültür Merkezi’nde düzenlenecek gece her nedense son anda iptal edildi! Söz konusu gecenin sponsorları arasındaki Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği’nin (Eskader) bulunuyor. Derneğin, Basın İlan Kurumu (BİMK) ve Diyanet Vakfı ile ortak yürüttükleri projeleri de bir dipnot olarak ekleyelim.

Muhterem Kuzu ve çok kıymetli İktidar Bey bu sorulara cevap verin

Artık kamuflaj kıyafeti giyenler komik duruma düşüyor. Nerede rüştünü ispatlamak isteyen bir hukukçu varsa başkalarının canını yakarak kendini aklamaya çalışıyor. 15 Temmuz’u anlatan filmi çeken yapımcı yönetmen FETÖ’cü çıkıyor. Belki de bu noktada, siyasetçilere, yerel yöneticilere, kurumlara ve devlete ayrı ayrı sorular sormak gerekiyor.
Sayın Kuzu; sizi hoca efendinize götürenlerle bugün de hale ilişkinizi sürdürüyor musunuz, Kılıçdaroğlu yerine kendi fotoğraflarınızı montajlamayı düşünür müsünüz?
Siz Topbaş... Acaba bu müthiş organizasyonlar sürecek mi? Hangi devlet kurumları bu organizasyonlara dâhil edilecek?
İçinde darbenin hiçbir siyasi ayağına rastlanmayan çok muhterem AKP iktidarı beyefendi, bizi enayi mi zannediyorsunuz?

Erk Acarer / BİRGÜN

21 Temmuz 2017 Cuma

Yaşam, ölüm, din: Ne, nerede, nasıl? - Tayfun Atay

Din, yaşamla ölümün arabulucusudur.
Bu itibarla dini önemsiz, anlamsız, değersiz bir şey saymak mümkün değildir.
Din, yaşamayı seven ve sonsuza dek yaşamayı arzu eden insanın, ölümle noktalanması mukadder olan hayatın onun önüne açtığı çaresizlik karşısındaki dayanağı olarak elbette önemli bir şeydir.
Ama din, “her şey” de değildir.
Dini “her şey” yapmaya, hayatın her santimetrekaresine hâkim kılmaya kalkıştığınızda çok tehlikeli bir aksi istikamete, dini hiçleştirmeye doğru gidişin önünü de açtınız demektir.
Her toplumda bir din ya da inanç sistemi vardır.
Ama hayat, hiçbir toplumda dinden ibaret değildir.
Dinden ibaret bir hayat önerisi, dini, yaşamla ölümün arabulucusu bir söylem, kurum, pratik olmaktan çıkarır ve yaşamla ölüm arasındaki mesafenin ortadan kalktığı, yaşamla ölümün iç içe geçtiği ve ölümün hayata galebe çaldığı bir dünya halini önümüze koyar. Ölüm ve ölümle ilgili temalar; cihat, şehit, şehadet, ahiret, cehennem, cennet; bunlar hayatın akışına, eğitimden medyaya, siyasetten spora, çocuk yetiştirme pratiğinden tıp-sağlık hizmetlerine kadar her alana nüfuz ettirilir.
Ölümle yaşar hale gelmektir bunun sonucu ve insanın buna dayanması mümkün değildir. Er ya da geç, hatta dini “hiçleştirme” pahasına bu “cendere”den çıkmanın yollarını arayacaktır.
Bakın, büyük ihtimal modern Batı’nın yalnızlık, yabancılaşma, umursanmazlık, kimsesizlik, kaybolmuşluk gibi bir dolu “psiko-kültürel” sorunundan kaçıp “güçlü ve dindar bir erkekle yeni bir hayat kurmak” için IŞİD’e katıldığını belirten bir Fransız kadın, militan eşi öldürüldükten sonra şimdi geri dönme arzusuyla neler söylüyor:
“Hayatı seviyorum. Çalışmayı seviyorum. Kot pantolonumu seviyorum. Makyajı seviyorum, anne, babamı seviyorum. İstediğim tek şey geri dönmek, arabamı almak, seyahat etmek!..”
Ve şu hayalini de eklemiş: “Akdeniz’de bir plajda bikiniyle denize girmek!” (“DEAŞ’ın Gelinleri”, Hürriyet, 18 Temmuz 2017).
Fransız kadın, belki modern hayatın tahribatından kaçtı ama o tahribatın çok daha fazlasını, “ölüm”ü hayatın hâkimi kılarak yaratan bir “cihat toplumu”nun acı tecrübesiyle şimdi neredeyse çığlık çığlığa “Yaşasın hayat” diyor!..
Din, yaşamla ölümün arabulucusu.
Dini, hayata hâkim kılmaya çalışmak ise hayatı ölüme sığdırmaya uğraşmaktan öte bir anlam ifade etmiyor.

Hayat, ölümle biter. Fakat hayat, ölüme sığmaz.
O yüzden, dindarlar da dâhil olmak üzere hayatı doya doya yaşamak isteyen herkes, hayatı ölüme sığdırmaya yahut ölümü hayata giydirmeye çalışan “dinbaz mühendislikler” karşısında dinden soğuyup, uzaklaşıyor.
Bizim de bu memlekette hanidir maruz kaldığımız bir durum bu.
Ve işte ne yaparlarsa yapsınlar, ne imamhatiplere rağbet istenildiği gibi oluyor, ne de Kuran kurslarına katılım artıyor.
Aksine azalıyor.
Geçenlerde Cumhuriyet’te Ozan Çepni’nin haberinden öğrendik, Diyanet, yaz Kuran kurslarına katılım azlığından yakınmaktaymış.
Tabii bunu da “15 Temmuz”a bağlamışlar, iyi mi! Darbe girişiminden sonra aileler çocuklarını Kuran kursuna göndermekte tereddüt ediyormuş!..
Öte yandan, daha önce yaz Kuran kurslarına katılmamış öğrencilerin tespiti yapılarak katılmalarının “sağlanması” (yani “zorlanması”!) yolunda çalışılmalı denilerek bir tür “fişleme” teklifinde de bulunulmuş.
Bu şekilde dini sevdirmez, dinden uzaklaştırırsınız. “15 Temmuz” da bu bağlamda hikâyeniz, yani gerçek sebeplerden kaçışınız olur, o kadar.
Yaz sıcağında, tatil zamanında bile çocukları hâlâ dinî eğitime zorluyorsunuz.
Hayatı dine sığdırmaya, ölümle terbiye etmeye çalışıyorsunuz.
O yüzden dine IŞİD ne kadar zarar verdiyse, istemeden belki ama siz de öyle zarar veriyorsunuz.
Dini “her şey” kılmak isterken hiçleştirecek bir gidişin önünü açıyorsunuz.
Tekrar ederek bitirelim: Din yaşamla ölümün arabulucusudur.
Onu “ara-bozucu” yapmayın!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Müfredata meşruiyet arayışı - ÜNAL ÖZMEN

Eğitim bakanının son şeklini basın toplantısıyla duyurduğu yeni öğretim programlarına ilişkin söyleyeceğimi Haziran 2016’da söyledim. Yani henüz program lafı ortada yokken... Çok şükür düzeltme yapmamı gerektiren ekleme çıkarma yok! Planladıkları gibi bilim yok, bol bol değersiz değer var.

Bakanın basın metninde “Şunu çok iddialı olarak söylüyorum ki bu ana kadar hiçbir müfredat bu kadar çok demokratik katılımla oluşturulmadı ve halkımızın görüşlerine açılmadı” gibi doğru olmayan bir tümce gözüme ilişti. Önce şunu belirteyim ki eğitim bakanı öğetim programlarının nerede, ne zaman, kim tarafından, nasıl hazırlandığını bilmiyor. Bilmediği için “demokratik katılımla” hazırlandığını söylerken renk vermiyor, sesi titremiyor; “demokratik programların” hangi süreçten geçip önümüze geldiğinden bihaber olması, öyle olduğunu sanması yalana gerçek tadı veriyor.

Yeni denen programlar, 4+4+4 okul sisteminin müfredatıdır. Önce okullar hazırlandı ardından programı geldi. 4+4+4 sistemine geçişin yasası AKP genel merkezinde hazırlanmıştı; bu programlar da orada hazırlandı. Parti merkezinde çerçevesi çizilen programlar, Din Öğretimi Genel Müdürlüğü bünyesinde oluşturulan Program Komisyonunda formata uygun hale getirildi. Bu komisyonun görevi, tüm programları ve programcıları İslam dinine uygunluk  yönünden denetlemekti.
2015’te başlayıp 2016’da tamamlanan çalışma MEB tarafından Ocak 2017’de kamuoyuna duyuruldu. Bu tarihten 6 ay önce Evrim Kuramı’na yer verilmeyeceğini, programların az bilim, çok din anlamına gelen dini milli “değerler” merkezli olduğunu 17 Haziran 2016 tarihli BirGün’de yer alan haberimizde duyurmuştuk.

Kapalı kapılar ardında hazırlanmış tezgâh ürünü müfredatlar için bir yıl sonra internet üzerinden ilgili ilgisiz kişilerden görüş istenmesi yapılan işi meşru kılmaz. Aksine ortada ciddi bir meşruiyet sorunu olduğunu gösterir. Halkın nefes alacağı yeşil alanları imara açarken vatandaşın fikrine müracaat etmeyenlerin uzmanlık gerektiren öğretim programları için halktan görüş istemesi tam bir kurnazlık örneğidir.

Devlet okullarından kaçış hızlandı
Resmi kayıtlar özel okul oranının yüzde 7 civarında olduğunu gösteriyor. Fakat bu oran büyük kentlerin seküler ilçelerinde Türkiye ortalamasının çok üstünde. Örneğin Ankara’nın Çankaya ilçesinde oran yüzde 50’ye dayandı. Bazı mahallelerde ise daha yüksek; devlet okulunun bulunmadığı 50 bin nüfuslu Yaşamkent’te özel okul tek seçenek.

Özel okula yönelmeyi tetikleyen yerleşim biriminin ekonomik ve sosyal gelişmişlik düzeyi gibi gözükse de asıl neden bu kavram kalıbının izah edemeyeceği kadar karmaşık. Ekonomisi imkan vermeyen çok sayıda aile çocuğunu özel okula gönderiyor.

Veliler özel okul seçimini iki ana kritere göre yapıyor; birincisi, hangi kademede olursa olsun vaat ettiği bir sonraki okul türü arayışına yanıt vermesi, örneğin çoğu veli, liseyi bitirdikten sonra sınavsız öğrenci alan yabancı üniversitelere gidebilme şansının olduğu liseleri daha çok tercih ediliyor. ikincisi ise okulun öğrenci için özgür ve güvenilir mekan olması; haklı olarak insanlar çocuklarına saygı duyulmasını bekliyor. Devlet okulları otoriter bulunuyor.

Devlet okullarından kaçış öğrencilerle sınırlı değil, mesleğini icra etmede sıkıntı yaşayan öğretmenler de devlet okullarından kaçıyor. Öğretmenlerin bir kısmı emekli olmayı tercih ederken önemli bir kesimi özel okullara transfer oluyor. Yani devlet okulları müfredatıyla, donanımıyla, yönetimiyle modern eğitim merkezi olmaktan uzaklaştıkça okulun iki asli bileşenli öğrenciler ve öğretmenler de oradan kaçıyor. İstifa eden veya emekliliğini isteyen öğretmen sayısındaki artış, Milli Eğitim Bakanlığının nedenini araştırması gereken orana yükseldi.

Fakat bizim Eğitim Bakanlığı öğrenciler ve öğretmenler neden benden uzak duruyor diye merak etmeyecek, çünkü bu onun istediği bir sonuç.

Ünl Özmen / BİRGÜN


Kağıttan imparatorlar - MÜSLÜM GÜLHAN

Dünyadaki az gelişmişliğin sosyolojik sendromunu yaşayan tüm ülkelerde, yönetim mekanizması, toplumsal topraklamayı tolere edecek sahte argümanlara ihtiyaç duyar.


Bu argümanları kullanmak için de sembollere ihtiyaç duyulur. Bu sembollerin yaratılması, ancak elde avuçta ne varsa ile ortaya çıkartılır. Çünkü gerçekte öyle bir olgunun oluşmasını sağlayacak dinamiklerin hiçbiri, o yalanlar üzerine kurgulanmış toplumun içinde çıkması mümkün değildir.
Gerçek anlamda, toplumsal yaşamın ve gelişmişliğin tüm donanımlarını sağlayan toplumlar, bu tip sanal argümanlara ihtiyaç duymaz. Eleştirel bakış ve özgürlüklerin demokratik bir hak olarak kullanılması, bu tip oluşumların ortay çıkmasını engeller. Bu aynı zamanda ahlaki bir reflekstir.
Bu süreci oluşturamamış veya kaybetmiş toplumların, bu süreç içinde en çok kullandıkları argüman, özel donanımlara sahip olamayan, fakat öyleymişçesine pazarlanan sanal modellerdir.

Böyle büyük kayıplar içinde yaşayan toplumlar, yaratılan algı manipülasyonuyla bu tip insanlara ihtiyaç duyar.

Bu modellerdeki amaç, kurgulanan azınlık çıkarlarını koruyan sisteme adapte olmak ve bunun rantından yararlanmaktır. Yapılan iş ise amaç değil araçtır. Uzlaşma sağlandıktan sonra gerisinin gelmesi anlık süreçlerdi.

Donanım ve yetenek olarak nelere sahip olduğu belli olmayan bu modeller, sözdeki başarıların (!) doğa üstü liderlik özelliklerle elde edildiği izlemini yaratılarak, kişiye ilahi bir boyut takılır.
Mühim olan, sendrom içindeki topluma bunu satıp kabullendirilmesini sağlamaktır. Bunun için en önemli rant paydaşı olarak medya kullanılır ve ortaklık boyutunda bu sürece dahil olur. Toplumdaki duygusal tatminsizlik açığı bu kabullenmeyi kolay kabul eder ve tüm insanların gerçeklikle bağı kopartılır.

Bu süreçteki başarısızlıklarda ise, ki başarısızlıklar kaçınılmazdır, birtakım talihsizlikler ve şansızlıkların yakalarını bırakmadığı izlenimleri yaratılarak, toplum zaten duygusal açlığın yarattığı arsızlıktan dolayı buna hazırlanmış olduğundan, bir mağdur edebiyatı çerçevesinde olay kapatılır.
Bu mağduriyet ve kurgu, ne yapıp edip kendine imparatorlar yaratır!

Bunlardan biri de Fatih Terim!

Başarıda doğa üstü yeteneklere ve başarısızlıkta talihsizliğe sahip bir imparator.

Hiçbir donanım ihtiyacı duymayan bir imparator.

Bilgiyi ihtiyaç olarak hissetmeyen, kültürel yapıyı kendi donanımları üzerine oturtan ve “dünyada da bu böyle” diye, ikna-işbirliği süreci yaşatan bir imparator.

Yetersizlikleri onun sorunu olmayan bir imparator.

En önemli özellik de, imparatorluğa rağmen (!) hiç kimselerde olmayan liyakatlerin verilmesidir. Başlık olarak her şeyi kapsadığı zannedilen, fakat içerik olarak hiçbir şey ifade etmeyen liyakatler.
‘Türkiye Futbol Direktörü’ gibi, verilen liyakat.

Buda imparatorluğun alt başlığıdır.

İş buralara gelince, süreci artık çıkmazlardan dolayı egolar yürütür ki; egoları süsleyen özellik dayanaksız cesarette saklıdır.

Konuşmalardaki hâkir görüş… Davranışların abartılımı… Tatmin edilemeyen kompleksler… ‘Tek’ olduğu dürtüsü… Bu sözde kazanımlar (!), iç işleyişte çıkar kavgalarını içinde sakladığından, zaman zaman çatışmaların açığa çıkmasına neden olur.

Hiç umulmayan çatışmalar ve kavgaların yaşanması, her şeyin sanal kurgu üzerine oturtulmasından kaynaklanır.
Tek amaç olan çıkar ve bundan kaynaklanan kavgalar, seviye bakımından son derece cesaret dolu (!) ve stratejik olur.
Tüm bu toplumsal açmazların oluşumunu, toplumsal sendromun içeriğindeki kabullenme dürtüsü sağlar. Sorun gerçekle bağın koparılmasıdır.
İşte, Fatih Terim ve Arda Turan’ın girdiği kıyasıya çatışma. Ve Arda Turan’ın Yıldırım Demirören ile girdiği çatışma…

Milli Takım düzeyinde böyle bir kutuplaşmanın ve çatışmanın kabulü mümkün değildir. Her kim sorumluysa, bunun bedelini öder ve görevine son verilir ya da istifa eder. Aksi, bu dayanaksız cesaretin zaman içinde nereye varacağı belli olmaz ve dışsal etkiye geçerse ‘şiddet’ kaçınılmaz olur.
Fatih Terim’in kebapçıya yaptığı baskın ile Arda Turan’ın Yıldırım Demirören’in arkadaşıyla yumruklaşması buna en iyi örneklerdir.

Bir ülkede kurumsal özerklik kaybolduğu zaman, donanımsız elitlerin çıkarları yönetimde kabul görür.

Sistemin nimetlerinden yaratılan bu imparatorların tamamı kağıttan imparatorlardır.
Güçleri ise sadece bir rüzgâr gülü kadardır.

Unutmayalım, İmparatorlukların devamının sürmesi için yapılan her şey bir algı operasyonundan ibarettir.

Müslüm Gülhan / BİRGÜN

20 Temmuz 2017 Perşembe

Türkiye’ye ‘özgür ruh’ çok mu fazla? - Nilgün Cerrahoğlu

Ahmet Hakan, Kılıçdaroğlu’nun “Times” gazetesine verdiği “Özgür bir ruhum olduğu gerçeği ile baş edemiyorlar” demecini pek eğlendirici bulmuş.
Yazar bu açıklamayı okuyunca şu üç şeyi yaptığını anlatıyor:
“BİR: İçtiğim kahveyi püskürttüm.
İKİ: ‘Baba Zula’nın destansı ‘Özgür Ruh’ şarkısını dinledim.
ÜÇ: Nil Karaibrahimgil’in ‘Hazır kaaart/ Hazır kaaaart’ reklamını anımsadım.”
Hakan’ın bu satırlarını okuyunca “Güleriz ağlanacak halimize” deyiminin niçin bu topraklardan çıktığını anladım...
Hürriyet yazarı, Kılıçdaroğlu’nun “özgür ruh” ifadesini anlaşılan öyle iddialı bulmuş ki, kahvesini yutamadan püskürtmüş.
Oysa birebir kendisi 20 gün önce Kılıçdaroğlu ile Adalet Yürüyüşü’nde etraflı bir röportaj yapmış; CHP Genel Başkanı’nın niye/ niçin/nasıl “duvara karşı” çok zorlu bir yürüyüş katettiğini tefrika etmişti.
“Asfaltta yumurta pişer” sözüyle tanımladığı olağanüstü çöl sıcağında 69 yaşındaki liderin dirençli mücadelesini uzun uzadıya anlatan yazar; “Bıraksanız koca İpek Yolu’nu katedecek gibi... Mao’nun Uzun Yürüyüşü ile.. Gandhi’nin Tuz Yürüyüşü’nün cebelleşen hali” gibi ifadeler kullanmaktan da kaçınmamıştı.
Şimdi bu ne perhiz ne lahana turşusu? 

Duyarsızlıkta tavan
İnsan, örneklerine yalnız Türkiye’de rastladığımız bu başdöndürücü fırıldaklığın hızına yetişmekte zorlanıyor.
Dün, “(Kılıçdaroğlu) geceleri ayaklarını tuzlu, sirkeli, ilaçlı üç tür suda dinlendirerek yürüyor” güzellemeleri yaz; dön sonra bu yolculuğu yapan insanı “Hazır kaaart” reklamı göndermesiyle bodoslomadan ti’ye al.
Niye?
Kılıçdaroğlu yabancı bir gazeteye “Özgür bir ruhum olduğu için” cümlesini kurmaya cesaret ettiği için...
Bunun nesi “insana kahvesini püskürttürecek kertede” komik/beklenmedik/garip?
“Özgür ruh” kavramı Türkiye ile mi bağdaştırılamıyor? Yoksa Kılıçdaroğlu ile mi?
Bu kerte dramatik/trajik bir ortamda bile, kimilerince her şeyden kıymetli olabilecek değerlerle dalga geçmek duyarsızlılığını/ vurdumduymazlığını Ahmet Hakan acaba kendinde bulma cesaretin nereden buluyor?
Özgürlükle tutsaklık/biat arasındaki mesafe üstelik bu derece, gece-gündüz mesafesinde açılmışken; “özgür ruh” ifadesi nasıl bu kadar gırgıra alınası bir “abidik-gubidik” matrak malzemesi olabiliyor?
“Aman canım işte.. sırf laf olsun, torba dolsun espri..” diye yazılmış şeyler olabilir mi bunlar? 


‘Ütüde sucuk’ düzeyi...
Türkiye’de siyasi suçlular hapishaneleri doldurup doldurup taşırırken insanlar televizyonlarda gerçi huzurla “Dünya Güzellerim” misali programlar izliyor.
Bilmem hiç rastladınız mı?
Bülent Ersoy, Safiye Soyman, Banu Alkan, Burcu Esmersoy dörtlüsünün Hindistan serüvenlerini anlatan programdan bahsediyorum.
Dörtlü hiç incir çekirdeğini doldurmayan acayip geyiklerle kafa dağıtıyor; Recep İvedik düzeyinde bir eğlence sunuyor.
Geçen hafta, Hindistan’da otel odasında kurdukları yer sofrasında “İvedik tarzı” komiklik kontenjanından misal, kızdırdıkları bir ütünün tabanında vıcık vıcık yağ içinde kızarttıkları sucuklu bir ziyafet verdiler.
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın açlık grevinde ölüm orucuna yattığı bir ülkede insanlar belli ki hâlâ böyle şeyleri gülünesi ve eğlendirici buluyor.
 
“100 yıllık tarihimizde hiçbir dönemde, hiçbir ülkede bu kadar çok yazar demir parmaklık ardına gönderilmedi” diye açıklama ardına açıklama yapan Uluslararası Yazarlar Birliği PEN’in kınamaları geniş genel kamuoyunun kulağına henüz öyle görünüyor ki ulaşmıyor. 
 
Ve Türk popülizminin “en antenleri açık” yazarı olan Ahmet Hakan bu yüzden ana muhalafet liderinin sanırım “özgür ruh” açıklamasını, hayattan pek kopuk buluyor. 
 
Ahmet Hakan zahir ülkeyi hâlâ genel geçer anlamda “Ammaan kafaya tokadan başka bir şey takma” düzleminde görüyor. 
 
Ama gerçeklik artık bunca basit değil. 
 
Bu “gelen ağam, giden paşam” faydacılığı karşısında artık Kılıçdaroğlu’nun “Adalet Yürüyüşü” pabuçlarını müzede sergilemek isteyenler de var. 
 
Diyeceğim o ki, Ahmet Hakan pergelinin çapını artık biraz genişletmek zorunda.

Nilgün Cerrahoğlu/ CUMHURİYET

Genç yaşta yitirilen deha: Meryem’in ardından... - ORHAN BURSALI

Matematiğin, evrenin, hayatın, canlı – cansız tüm varlıkların... İçinde yaşadığımız fiziksel dünyanın “biz sıradan insanlara” kendini kapatmış ve gözükmeyen, yapısal özelliklerini anlamaya çalışmanın adı, “pür” -saf- bilim yapmaktır. 
 
Hele ‘Matematik’, bazen “Bilimlerin Kraliçesi” adı da verilen, tüm kozmik evreni anlamak ve ele avuca alarak “İşte kanıt” denmesini sağlayan en saf araç sayılır. Bütün bilimler de ana girdi!
İnsanlığın “akıllı yaratık” olarak nitelendirilmesini hak edecek bir şey varsa, bırakın düşünmeyi, planlamayı, alet kullanmayı, varım demeyi ve pek çok tanımı... İçimizden çıkan az sayıda bazılarının, yaşamı ve evreni tanımlayan, neyiz, kimiz, evren nedir, kozmos nedir, bu “muazzam makine” nasıl çalışıyor... sorularına net ve tartışmasız yanıtlar vermesidir. 

 
Onlar sayesinde “akıllı yaratık”larız. 
 
Yoksa insanları diğer canlılardan ayıran genel sıradan özellik, yaşamlarını daha pratik ve konforlu sürdürmeyi bilmeleridir. Milyarlar öyle yaşıyor! 

Aklın aleti bilim
“Akıllı yaratığın” elinde en önemli alet bilimdir.
Bilim, deha düzeyinde bireysel zekâların, bizim için değil onlar için en önemli “yüksek problemleri” çözmelerine dayanır. Herkes onlardan belli başlılarının isimlerini saymasını öğrenmiştir. Einstein... diye başlarsınız. 
 
Bilim, hem dehaların büyük itici güçleriyle hem de artık günümüzde belki de daha çok “kolektif”, yani “birleştirilmiş yüksek – ortak akıl” ile büyük adımlarla ilerliyor. 
 
“Kolektif akıl” örneğin CERN’de çalışıyor. Büyük birleştirilmiş ortak projelerde sorun çözüyor.
Dünyada artık büyük bir “bilim gücü” var. Bu güç, sanki ülkelerinden bağımsız değilmiş gözükse de, epey bağımsız olarak varlıklarını sürdürebiliyor ve dünya sahnesinde rol almaya başlıyor. 55 ülkede geçen nisanda Trump’a karşı “Bilim İçin” gösterileri, bunun kanıtıydı... 

Dehalara ihtiyacımız var
Evet, bilim aklı kolektif bir güç olarak dev adımlarla ilerliyor. Ama dehaya ihtiyaç var. Onlar zaten var, ortaya çıkıyor ve büyük akıllar zincirinin bir parçası olarak parlıyorlar.
Maryam –Meryem– Mizrakhani... İranlıların parlak evladı. Henüz lisede iken üst üste Dünya Matematik Olimpiyatları’nda altın madalya kazanan genç dâhi de, bu “Yıldızlar Kümesi”nin bir parçası. 
 
31 yaşında profesör olarak Stanford’a atandı. 37 yaşında iken, 40 yaş altı matematikçilere 4 yılda bir verilen, matematikçilerin Nobel’i değerindeki Fields Madalyası’nı (*) (**) üstelik ilk kadın olarak kazandı. 

O yıldız Mizrakhani’dir
Fields Madalyası’nı alırken özetle şöyle konuştu:
En büyük ödül, hah işte buldum dediğim andır. O an şuna benzer: Bir tepenin en üzerindesiniz ve aşağıda her şeyi çok net görüyorsunuz... Matematikle uğraşmak şu demek: Çok uzun bir yürüyüşe çıktığınızı farz edin, ama ne yolun ucu belli ne de gideceğiniz yol ve sonu... Elinizdeki tüm bilgileri kullanarak yolunuzu bulmaya çabalıyorsunuz, ama şansınız varsa çıkış yolunu buluyorsunuz.. İnanıyorum ki, gelecek yıllarda çok sayıda kadın bu tür ödülleri kazanacak...”
 
Geceleyin gökyüzüne bakın, ilk kez gördüğünüzü sandığınız yıldız, Meryem Mizrakhani’dir. 

Orhan Bursalı / CUMHURİYET


(*) Fields Madalyası kazananların okudukları üniversiteler: École Normale Supérieure (11), Cambridge Üni.: 8. Paris Üniversitesi 8; Harvard: 7; Moskova Devlet Üniversitesi 6; Princeton 6. (Kısa liste) Fields Madalyası alanların o sırada bulundukları üniversiteler: Princeton 8; Institut des Hautes Études Scientifiques 6; Harvard 5; Pris Üniversitesi 5; Institute for Advanced Study 5; Cambridge 4 (kısa liste) (**) Fields Madalyası’nın ön yüzünde Arşimed resmi ve şu Latince şu sözü var: “Transire suum pectus mundoque potiri” (Kendi sınırlarını aş ve dünyayı kavra)... Arka yüzünde Arşimed’in mezarı ve “CONGREGATI / EX TOTO ORBE / MATHEMATICI / OB SCRIPTA INSIGNIA / TRIBVERE” (Dünyanın dört yanından gelen matematikçiler bu büyük başarıyı kutladı) yazıyor.

19 Temmuz 2017 Çarşamba

İdeolojik olan Cumhuriyet hesaplaşmasıdır - ÇİĞDEM TOKER

AKP, Cumhuriyet ile hesaplaşmada vites büyütüyor.
Müfredattan evrim teorisinin çıkartılıp cihadın konulduğu, uğruna kafa koparmayı meşru gösteren onca örnek gözümüzün önündeyken Milli Eğitim Bakanı’nın bu kavramı tevil ederek savunduğu şu gün, (Bakan Yılmaz’ın evrimi müfredattan çıkarmayı çocukların felsefi altyapıya sahip olmaması ile izah edişine bir soru yeter: Son 15 yıldır milli eğitim politikalarını CHP mi belirliyordu, yoksa HDP mi?)
Anıtkabir alanında yapılaşmayı mümkün kılacak plan değişikliğini tartışıyoruz. Konu, Ankara Büyükşehir Belediye Meclisi’nin 7 Temmuz’da askıya çıkarılan “Anıtkabir Koruma Amaçlı İmar Planı.”
Anıtkabir, Cumhuriyet değerlerine bağlı milyonların kalbinde ve aklında gerçek bir kırmızı çizgidir. O, defalarca “kırmızı çizgi” denile denile ihlaline seyirci kalınan, adeta pembeleşerek anlam aşınmasına uğrayacak diğer konulara pek benzemez.
TMMOB Ankara Şubesi’ne bu farkındalığı gündeme taşıdığı için teşekkür borçluyuz.
Büyükşehir belediyesi, askıya çıkan planın konut izni verildiği anlamına gelmediğini, Milli Savunma Bakanlığı’nın isteği üzerine, orada daha önce yapılmış askeri lojmanların yıkım benzeri bir durumla karşılaşmaması için plana işlendiğini açıkladı. Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, politikalarına yönelik her köklü eleştiride yaptığı gibi, bir suçlama unsuru olarak “ideolojik” cevabını verdi. İdeoloji, ceza yaptırımı gerektiren bir suçmuş ve Cumhuriyet ile hesaplaşma politikalarının bizatihi kendisi ideolojinin nirvanası değilmiş gibi.
Belediyenin adres gösterdiği Milli Savunma Bakanlığı’ndan gelen açıklama bakan düzeyindeydi. Özetle yapılaşma olmayacağını kayıt düştü Bakan Fikri Işık. İyi ki.
Ama o zaman da Anıtkabir tarihi sit alanının bir bütün olduğunu vurgulayan Ankara Mimarlar Odası’nın dikkatimizi çektiği bu fotoğraflar bir soru işareti olarak yanıt bekliyor.

[Haber görseli]

Anıtkabir Muhafız Birliği’nden alınmış 8 Mart 2015 ile 17 Temmuz 2017 tarihli iki fotoğraf çok farklı. İlkindeki ağaçlar, üç gün önce çekilmiş ikinci fotoğrafta yok. Mimarlar Odası, ağaçların hangi gerekçeyle kesildiğini ve kesilen alanın neden sanki inşaat yapılacakmışçasına hazırlandığını soruyor.
Bu soruyu haklı kılan öyle çok “mekânsal hesaplaşma” örneği var ki.
İller Bankası, Marmara Köşkü, Baraj Gazinosu, Su Süzgeci, Havagazı Fabrikası. Atatürk’ün talimatlarıyla yapılmış. Cumhuriyet mirası bu yapıların hepsi bir gecede yıkıldı.
Velhasılı; Anıtkabir’e hassasiyet göstermek, tarihsel ve kültürel mirasa, Cumhuriyet değerlerine sahip çıkmak, başkentin ve bu ülkenin ortak değeri olan Cumhuriyet mekânlarını bir gecede yıkmak kadar ideolojiktir.

Çiğdem Toker/ CUMHURİYET

Fatih Terim, olması gereken yerde - TAYFUN ATAY

Fatih Terim’in İzmir Alaçatı’da ortalığın altını üstüne getirmesi alabildiğine hayret ve şaşkınlık yaratmış görünüyor. Hemen herkes Terim’in çıkardığı kavgadan “benzeri görülmemiş olay” diye söz etmekte.
Bense, Türkiye Futbol Direktörü’nün iki damadıyla birlikte bir kebapçı restoranını basmasıyla gerçekleşen olayı bu kadar yadırgayanlar karşısında hayret ve şaşkınlık içindeyim!
Hele ki olan bitene bakıp da “Türk futbolu kimlere emanet” diye soranları hiç anlamıyor, bunlar acaba Ay’da mı yaşıyorlar diye sormaktan kendimi alamıyorum!..

                                                                             ***
Arkadaşlar, Türkiye kimlere emanetse Türk futbolu da aynı çizgide, doğrultuda, dokuda, hamurda ve mayada birilerine emanet!..
Burası “Yeni Türkiye”!
Siyaset meydanında başı çekenlerin hali, havası, huyu-suyu neyse Alaçatı meydanında racon kesen "futbol reisi"ninki de o…
Balık baştan kokuyor!..
Siyasi mitinglerde ortalığa saçılan sözlerden, sokak protestolarında vatandaşlara reva görülen muameleye ve bir suç örgütü liderinin siyasi liderlikle titreşim (“rezonans”) içinde muhalif saydığı herkese yönelik tüyler ürpertici tehditlerine kadar;
Hayatımızın her milimetrekaresine nüfuz etmiş kaba-saba, hoyrat ve zorba bir “kültürel iklim” söz konusu…
Böyle bir iklim, Alaçatı’da karşımıza çıkandan farklı bir milli takım direktörü kaldırır mı? Esas öyle olmazsa tuhaf ve komik kaçmaz mı?!

                                                                             ***
Fatih Terim’i futbolculuk günlerinden de tanıyoruz.Terim, Galatasaray defansının ortasında oynarken neyse bugün de o. Hiç değişmedi.
Bilindiği gibi, onca yıl futbol oynamış ve onun oynadığı yıllarda Galatasaray hiç şampiyon olamamıştır.
Kim bilir belki biraz da bu yüzden o kabadayı halinin çarpan etkisi çok büyük olmadı aktif futbolculuk kariyerinin zinde günlerinde!..
Fakat adeta o yılların hıncını alırcasına Terim’in 1990’ların başından itibaren milli takım teknik direktörlüğüyle açılan, ardından Galatasaray’ın art arda şampiyonlukları ve bunlara eklenen UEFA şampiyonluğuyla taçlanan futboldaki “ikinci bahar”ı;
Türkiye’nin de aynı şekilde 1990’lardan itibaren "vasatın iktidarı" demek olan “kitle kültürü”ne açılan baharı ile buluşup sarmaşarak;
Onun bu hırçın ve agresif tabiatının gayet çarpıcı ve elbette çok daha “geçer akçe” şekilde gözler önüne serilmesine, medyatik çerçevede oylumluca ifşasına vesile oldu.

                                                                            ***
Evet, Fatih Terim hiç değişmedi. Değişen, Türkiye…
Ve mesele, Terim’in, yahut birkaç hafta geriye gidecek olursak, havadaki uçağın içinde babası yaşındaki gazeteciyi “Senin ananı, avradını, kızını…” diye saydırarak tartaklayan Arda Turan’ın neden böyle olduğu değil...
Mesele, “böyle olma”nın neden ve nasıl bu memlekette spordan siyasete kadar hayat yelpazemizin bütün dilimlerinde “norm” haline geldiği…
Şiddet, hışım, sövgü ve çatışmanın kaçınılır değil, özenilir şekilde resmi ya da sivil her düzlemde böylesine normalleştiği…
Ve mafyanın medyatikleştiği, medyanın da “mafyatik”leştiği bir ortamın nasıl olup da bu kadar olağanlaştığı!..

                                                                             ***
Yani açık konuşmak gerekirse diyoruz ki:
Tayyip Erdoğan’dan Fatih Terim’e, Arda Turan’a ve Sedat Peker’e açılan yelpazede içten içe bir “kültürel” süreklilik var!..
Tepeden tırnağa, yukarıdan aşağıya kadar bunlar bizim aynamız...
O yüzden hiç kimse öyle yadırgama ayaklarına falan yatmasın!..
Türkiye Futbol Direktörü, olması gereken yerdedir.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

8 Temmuz 2017 Cumartesi

“İslam Âlemi’nin sorunu akılsızlık” - AYŞENUR ARSLAN

Değerli savcılar, sayın Saray sakinleri başlığa bakıp zıplamayın rica edeceğim. İfade bana ait değil. Birkaç gün önceki bir TRT programından alınma.

Zaten ben şu sıralarda Saray’a laf atmak da neymiş! Kendilerinden bir memnunum, o kadar olur!
Borsa rekor kırdı hanımefendiler, beyefendiler. Benim (dolar mıydı, lira mı) hisse senetlerim de kim bilir ne oldu. Finans danışmanım annemin öğüdüyle bankada faize yatırdığım 150 milyon dolar da -Allah’ın lütfu işte- arttıkça arttı.

Anlayacağınız biz paradan para kazananlar için işler tıkır tıkır. Yüzüm gülüyor sayelerinde.
Hele Adalet Yürüyüşü’ne ve tepkilere falan baktıkça ben bir gül bir gül!
İzmit yakınlarında bir grup genç, örneğin… Yumruklarını sıkmış, Kılıçdaroğlu ve yürüyüşçülere hakaret ediyor. Biri de el kol hareketi yapmaz mı… Canım ya!
O saatte oralarda olduklarına göre muhtemelen işsizler! Veya borsada, bankada benim gibi yüzünde güller açan patronları izinli / görevli saymış da gelmişler.
 Yoksullukları gazete sayfalarındaki fotoğraflarından bile akıyor. Ama onlar,  
DEVLETİN BEKASI İÇİN  koşup gelmişler. ADALETE KOL İŞARETİ çekiyorlar.

                                                                              • • •

Sahi, bugünlerde şu DEVLETİN BEKASI sloganını ne çok duyuyoruz. CNN Türk’te bir program, programda genç bir kadın (üstelik) avukat, Adalet Yürüyüşü’ne itiraz ediyordu. “Devletin bekası için mücadele verdiğimiz bir dönemde böyle şeyler olur muymuş.”
Olmaz tabii! Olmaz da, bilen var mı devletin başına ne geldiğini?
Ben bakıyorum bakıyorum, içerdeki toz duman bir yana, dışarılarda şunu görüyorum:

» ABD ile aramız, onlar için Kore’de öldüğümüzden bu yana olmadığı kadar kötü.
» Avrupa Parlamentosu, Türkiye’de özellikle gazetecilere, aydınlara, siyasilere yapılanlara bakıp “AB’nin Türkiye ile müzakerelere durdurulsun” dedi. AB’nin hemen her ülkesiyle zaten ayrı ayrı bozuğuz.
» Kardeş Esad düşman Esed olduğundan beri bölge yangın yeri. Mebzul miktardaki körükle elimizden geleni yaptık. Kore’den sonra Suriye topraklarında da öldük.
» Derken, bunca fedakârlığa rağmen bir de Katar yüzünden Suudi Arabistan kardeşimiz / canımız / ciğerimizle düşman oluverdik!
» Yetmedi, Müslüman Kardeşler’e sahip çıktığımız için Katar’dan sonra sıra bizde diye yüreğimiz ağzımıza geldi.
» Suudi Arabistan, Mısır, BAE falan derken, bölge coğrafyasında “istenmeyen komşu” ilan edildik. Ve sıkıntı ekonomiye de sıçradı. İnşaat sektörü “Katar krizi bize yakabilir” diye rapor verdi. Dünya Gazetesi, “bölgede Türk Malı’na karşı direnç başladı” diye manşet attı.

                                                                               • • •

Bakıyorum bakıyorum, devletin bekası meselesi hakikaten ciddi bir mesele... Ama, acaba sebebi ne? Sorumlu kim?
CHP desem, ne iç ne de dış politikada fikrini sorup bilgi veren var.
Solcular desem, keşke o kadar gücümüz olsa. Nerdeeee!
Ortada gazeteci, yazar, akademisyen de bırakmadılar...
FETÖ desem... Yok demeyeyim! Bu politikalardan FETÖ sorumluysa iktidar uyuyor, hatta “haplanmış” demektir.
Peki, sorumlu kim arkadaşlar?
Devletin bekasını kim rahatsız ediyor?
Yanıt, hiç beklemediğim bir yerden geldi.
Cumhurbaşkanı’nın (kim bilir kaç) başdanışmanlarından Savaş Şafak Barkçin, TRT’de bir programa katıldı.
“İSLAM ÂLEMİNİN TEMEL SORUNLARI” başlıklı bir sunum ile, sorunları / sorumluları tek tek sıraladı:
- Aşağılık kompleksi
- Ölçüsüzlük
- Akılsızlık
- Fikirsizlik
- İlkesizlik
- Köksüzlük
- Yönsüzlük

Programın sunucusu ben olsaydım, “AKILSIZLIK” maddesinden sonra “yeter saymayın artık” derdim. Hani, savaşın neden kaybedildiğini rapor eden komutana, söze “cephane bitti” diye başlayınca “gerisini söylemesen de olur” denmesi gibi..

                                                                           • • •

Günahını almayalım! Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü mezunu... Washington Johns Hopkins Üniversitesi, SAIS okulundan master derecesi sahibi Başdanışman,
TÜRKİYE’DEN DEĞİL İSLAM COĞRAFYASI’NDAN BAHSEDİYOR.
O’na göre, Osmanlı tüm Müslümanların son siyasi temsilcisiydi. Osmanlı parçalandıktan sonra Müslümanlar darmadağın oldu. Şimdi tek çare, YENİ OSMANLI.
Elbette RTE’nin reisliğinde!
Beyefendi Boğaziçi’nde, Johns Hopkins’te nasıl okudu, bilmiyorum. Ama diplomalarını çekmeceye kaldırmalı. Adalet Yürüyüşü’ne el-kol hareketi çeken muhtemelen diplomasız gençten (kazancı dışında!) bir farkı yok zira.


» YENİ OSMANLI’nın hayal bile olmadığını görmüyor. Ne yani, yeniden fethe çıkıp “İslam Alemini” döve döve kucağımıza mı oturtacağız!

» Ekonomi, adalet, eğitim, kültür-sanat... Ülkenin teğelleri söküldü Beyefendi! Parça parça ettiniz. Yeniden bir araya getirecek kılavuzunuz da yok.

» Mezhepçi İslam’ı kılavuz sanıyorsunuz galiba. Ama olabilseydi, bugüne kadar herhangi bir ülkede saydığınız sorunlar çözülmüş olurdu.

» Size danışanlar, bugüne kadar mirasyedi gibi ülkenin varlıklarını satıp savdılar. İktidarları için yediler, yedirdiler. Ve artık sona geldiler. Sanayi duraklama devrinde. Tarım ve hayvancılık ise çoktandır çöküş dönemi yaşıyor. Tıpkı Osmanlınız gibi!

Gerçekten de, AKIL ve onu kullanmamızı sağlayacak FİKİR olmadan işler zor. Muhteşem bir Yüzyıl’a yelken açtığınızı zannederken, kendinizi tarihin çöplüğünde buluverirsiniz.

Adalet Yürüyüşü, bileşenleri / talepleri / sosyolojisi ile bunun “müjdesini” vermiyor mu!

Not: Annemin finans danışmanım olduğu şaka değil. Ancak, danışmanlığı bizim ölçülerimizde tabii! Zira bankada 7 bin doları var diye kendisini zengin zanneder. Bana da sık sık “paranı dolara yatır” diye nasihatte bulunur. “Param yok anne” diye hatırlattığımda da “canım ben de olduğu zaman yatır diyorum” der. “İnşallah” derim. Bir iki dakikalığına mutlu oluruz!

Ayşenur Arslan / BİRGÜN

Bir direniş anıtı: Veli Saçılık - NAZIM ALPMAN

Ankara’da her dönemde direnen insanlar vardır. En başka öğretmenler, KESK üyesi memurlar ve Tekel İşçileri hemen akla gelenlerin başında yer alırlar.
Son döneme Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın açlık grevleri damga vurdu. Yaşam hakkından sonra ikinci kutsal hak olan “çalışma hakları” için direniyorlar. Hem de en özverili biçimde kendi bedenlerinden vazgeçerek açlık greviyle bunu yapıyorlar.
Bu iki değerli isimle birlikte her gün Ankara’da ortaya çıkıp hem Nuriye-Semih için hem de kendi çalışma hakkı için direnen biri daha var: Veli Saçılık!



İçişleri Bakanlığı Nüfus İdaresinde çalışan sosyolog Veli Saçılık bir KHK ile işinden atıldı. O günden beri Ankara’da tek kolu ile iktidarı sarsıyor! Veli’yi devirmek için kalkan coplar, iktidarın prestijini yerlerde süründürüyor.

                                                                                •••

Veli Saçılık 1995 yılında Ankara’da Emek gazetesi satışı yapıyordu.
Gözaltına alındı, tutuklandı.
İki ay Ulucanlar Cezaevi’nde kaldı, tutuksuz yargılanmak üzere tahliye oldu.
Yargılandığı davada örgüte yardım yataklıktan 3 yıl 9 ay hapse mahkûm oldu. Önce 1998’de Ulucanlar, 1999’un 9 Mayıs’ında da Burdur Cezaevi’ne konuldu.
2000 yılının 5 Temmuz günü devlet “Huzur Operasyonu” için dozerleriyle cezaevine duvarlardan girdi.
Bu operasyon sırasında yatağında uyumakta olan Veli’nin sağ kolu duvarı delip geçen çelik kepçenin dişleri arasında kaldı.
O günlerde Veli’nin annesiyle telefonda görüşerek olayı haberleştirmiştim. Acılı anne, Burdur Devlet Hastanesi’ne oğlunu görmek için gittiğinde göstermemişler, sadece “şurada bir kol var, oğluna ait istersen onu al” demişlerdi.
Haber Milliyet’in birinci sayfasından yayınlanınca yetkililer her zamanki plağı koymuşlardı:
Olay münferittir, üzüntülüyüz. Çok yönlü soruşturma başlatıldı. Gerekenler zaman geçirmeden yapılacaktır.
Yapılan sadece Veli Saçılık’ın açtığı davaya “karşı görüş” olarak şu satırlar mahkemeye sunulmuştu:
Veli Saçılık terör suçlusudur. Cezaevinde diğer suçlularla birlikte isyan çıkartmıştır. Talebini dikkate almayın. Davayı reddedin.
Tabii böylesine insanlıktan yoksun, gayr-ı ciddi talebi Antalya 1. İdare Mahkemesi dikkate almadı. Devleti 150 milyar tazminat ödemeye mahkum etti. Adalet ve İçişleri Bakanlıkları’nın kusurlu olduğuna hükmetti.
Yasal faiziyle birlikte Veli Saçılık 400 milyar alacak.
Kolunu mu koparttım?
Tamam hatalıyım…
Al paranı fazla konuşma…
Veli Saçılık Avrupa birliği ile imzalanan sözleşmelerden sonra yeniden yargılanma talebinde bulundu, yargılandı ve beraat etti.

                                                                               •••

Yukarıdaki satırları 2004 yılında kaleme almıştım. Eleştiriler “Eski Türkiye”ye aitti.
Sonraki gelişmeler şöyle oldu. Devlet dozerin cezaevine verdiği zarardan Veli Saçılık’ı sorumlu tuttu. Kopan kolu için verdiği parayı faiziyle birlikte 2013 yılında geri istedi.
Şaka değil kapı gibi yüksek yargı kararı var ortada…
15 Temmuz 2016 Darbe girişimi sonrasında ilan edilen OHAL ortamında devlet Veli Saçılık’ı bir kez daha hatırladı:677 Sayılı KHK ile işten attı!

Veli o andan itibaren her gün Ankara’da meydana çıkıyor. Basın açıklaması yapıyor. Polisler, bazen plastik mermilerle onu öldürme provası yapıyorlar, bazen annesiyle birlikte yerlerde sürüklüyorlar.
En son olarak kopan kolunun bulunduğu sağ omzunu kırdılar.
Ama Veli bütün bunlara, kendisine karşı sert savunma yapılan forvet oyuncuları gibi ağırbaşlı bir duruş sergiliyor.
Veli neden bu kadar eziyeti göze alıyor?
Öncelikle HAKLI olduğu için… Gücünü haklılığından alıyor.
İkincisi ülke sevgisinden… Nazım Hikmet diyor ya: “Bu cennet, bu cehennem bizim!”

Veli’ye bu güzel ülkenin hep cehennemleri denk geliyor. O ise yılmıyor, ülkemiz cennet olsun istiyor. İnsan haklarıyla insandır diyerek insanlık için mücadele ediyor.

Veli Saçılık Ankara’da İnsan Hakları Anıtı önünde her gün tarihe onurlu bir sayfa ekliyor. Bu haliyle de aşağıdaki unvanı fazlasıyla hak ediyor:

“Bir direniş anıtı!

Nazım Alpman / BİRGÜN

Demokrasi ittifakı - ÖZGÜR MUMCU

Sonunda İstanbul’a varan Adalet Yürüyüşü’nün AKP açısından iki sonucu var. İlki şeytanlaştırma. İktidar ve medyası bunu sonuna kadar abanarak kullanıyor. Yürüyüş terörle eşitleniyor, iktidarın üst kademelerinin sorumsuzca sarıldığı nefret söylemi tabanı etkiliyor. Özellikle sosyal medyada cinnetin eşiğinde, gözünü karartmış, eline fırsat geçse yürüyüşe katılanları linç edecek bir grup var.
İktidar, bölücü siyasetin kendi seçmen kitlesini birbirine kenetlediğini düşündüğü için bu atmosferi körüklüyor. Toplumun kendisine oy vermeyen kesimini çoktan gözden çıkarmış. Neredeyse vatandaşlık haklarını tümden ellerinden alacak. 



Ancak bir de ikinci bir sonuç var. Bu AKP’yi derinden ve yavaş etkiliyor. Her popülist otoriter iktidar gibi AKP “mağduriyet” kavramı üzerinde tekel kurmayı seviyor. Büyük haksızlıklara uğramış, kendini mağdur edenlerle savaşarak iktidara gelmiş bir siyasi hareket olarak anılmak istiyor. Adalet Yürüyüşü, hep statükonun, elitlerin, müesses nizamın partisi diye resmedilen CHP’nin AKP’nin elinden mağduriyet silahını alması anlamına da geliyor. İktidar medyasında bunu fark ederek yürüyüşü anlamaya çalışan Ahmet Taşgetiren’in nasıl bir yaylım ateşine tutulduğu ortada. Lütfü Oflaz’ın yazılarına son verilmesi de aynı şekilde. 


Sayın Erdoğan dünyanın en büyük saraylarından birinde yaşıyor. Devlet tamamen bir partinin eline geçmiş durumda. Valisi, kaymakamı, hâkimi, savcısı, polisi AKP teşkilatının birer hararetli üyesi gibi davranmakta. Harun gibi gelinip Karun olunduğu açık. Mağduriyet ya da mazlumluk artık AKP’nin kullanabileceği son kavramlar. 


Kemal Kılıçdaroğlu öncülüğündeki yürüyüş ise bu Karunlaşmış partinin mağdur ettiklerinin yürüyüşü. Saraylarda, lüks arabalarda, devletin bütün imkânlarını sonuna kadar arkasına alarak hükmeden AKP’nin hiçe saydığı adaleti arayanlar kızgın güneşin altında yüzlerce kilometreyi yürüyor. 


Bu, CHP’nin, devletin değil halkın partisi olma sürecini yaşadığını da gösteriyor. Sistemin bir şekilde kendini koruyup düzeltebileceğine inandığı için siyasi bir tembelliğe düşmüş geniş halk kesimlerinin de kurtuluşun ancak kendi ellerinde olduğunu kavradığını görüyoruz. 


Artık AKP devlet partisidir. Mağduriyetin hedefi değil kaynağıdır. Adalet Yürüyüşü’ndekiler ise doğmakta olan bir halk hareketinin öncüleridir. 


Bu otoriter iktidar ancak geniş bir demokrasi ittifakıyla engellenebilir. Yürüyüş, referandumda temelleri atılan bu ittifakın dönüm noktası olma ihtimali barındırmaktadır. AKP’nin ve siyasi yancılarının bunca feryat figan etmesinin ardında da bu yatmakta. 


Adalet ve Kalkınma Partisi, adındaki Adalet’i geri dönüşsüz şekilde kaybetmiştir. İktidar adil değildir, mağdur değildir. AKP artık bir saray partisidir.


Adalet Yürüyüşü bir demokrasi ittifakına evrilirse zor da olsa iyimser olmak için sebep var. Zamanla iktidara oy veren kesimleri de kapsayacak bir demokrasi ittifakı ufukta. Kurması ve yürütmesi müthiş zor bir ittifak bu. 


Ancak böyle dönemler kolay çözümlerle atlatılamaz.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

G20... Liderler ve halklar - ÖZLEM YÜZAK

G20 zirvesine ev sahipliği yapan Hamburg savaş alanına dönmüş durumda. Araçlar ateşe veriliyor, polis protestoculara tazyikli su sıkıyor. Ve bir kez daha ülkeleri yönetenler ile halklar karşı karşıya..
Gündem maddeleri belli: İklim değişikliği, göç, ticaret ve terör ana başlıklar. Hatırlarsanız tamamen aynı konular mayıs ayı sonunda İtalya’da G7 zirvesinde masaya yatırılmış ve zerre ilerleme sağlanmadan bitmişti. 7 ülke liderinin yapamadığını şimdi 20 lider yapmaya çalışacak. Amaç, küresel dünyanın ortak sorunlarına ortak çözümler üretebilmek. Ya da belki daha doğrusu “... muş gibi” yapmak. 



19 ülke ve AB.. Almanya, ABD, Arjantin, Avustralya, Brezilya, Çin, Endonezya, Fransa, Güney Afrika, Güney Kore, Hindistan, İngiltere, İtalya, Japonya, Kanada, Meksika, Rusya, Suudi Arabistan ve Türkiye... 20’ler Grubu, dünyanın gelişmiş ve gelişmekte olan ülke liderleri ile AB temsilcisini bir araya getiren uluslararası bir oluşum. Asya finansal krizinin ardından 1999 yılında kuruldu. Bu grupta yer alan ülkeler dünyanın gayrisafi hasılasının beşte dördünü, ticaretinin ise dörtte üçünü temsil ediyor. Ayrıca dünya nüfusunun üçte ikisi de bu ülkelerde yaşıyor. 


Bakıyoruz protestoları yapanlar arasında bu ülkelerin de halkları var. İşlerini evlerini kaybedenler, ürettiklerini satamayanlar. Gelir dağılımındaki uçurumun sürekli arttığı bir düzenin kaybedenleri onlar. 


Dünyaca ünlü ekonomist Prof. Dani Rodrik, project-sydicate.org’da yer alan G20’nin yanlış yönlendirdiği küreselleşme başlıklı makalesinde önemli bir saptama yapıyor:
Bugün kapitalist sistemin içinde bulunduğu açmaz, dengeli oluşturulmayan ticaret anlaşmalarının sonucu” diyen Rodrik, ABD örneğinden yola çıkarak “Evet, yapılan ticaret anlaşmaları Amerikan halkının büyük bir çoğunluğuna yaramadı, onları yoksullaştırdı ama unutmayalım ki, bu anlaşmaları kimse ABD’ye zorla imzalatmadı. Kendi iç politikası doğrultusunda yaptı ve bu anlaşmaları o zaman talep edenler Amerika’nın güçlü şirketleri ve finansal kuruluşlarıydı. Ki aynı kuruluşlar Trump’ın da bugün arkasındalar. Ayrıca bir konu daha var. Kaybedenleri telafi etmekteki başarısızlık, yetersiz küresel işbirliğinin sonucu değildi; kasıtlı bir iç politika seçimi idi.” 




Rodrik şunu da söylüyor: “Hükümetler yanlış politikalar oluşturduklarında diğer ülkeler için kayıplar yaşatabilirler ama en büyük bedeli ödeyen kendi vatandaşlarıdır”.

G20 zirvelerinde bu görülmediği için yaratılan sorunların hiçbiri düzeltmiyor ve düzelmeyecek de.

Rodrik, Yanlış yönlendirilmiş korumacılıktan kaçınmak veya genel olarak daha iyi ekonomik yönetimden yararlanmak istiyorsanız, kendi ulusal evlerimizi düzene sokarak başlamamız gerekirdiyor.

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

Hamburg’daki G20 - Nilgün Cerrahoğlu

Hotel Atlantic. Ya da Atlantic Kempinsky… Hamburg’un Pera Palas’ı diyebilirsiniz.
Şehirlerin ruhunu ve hikâyelerini özetleyen oteller vardır ya. Hotel Atlantic o otellerden biri.
Geçen yıl Hamburg’da tesadüfen o otelde kalmıştım.
Odaları mahalle gibi. Sabah kahvaltıları efsane. Göl ve park manzarası emsalsiz. Ama benim asıl aklımı çelen, otelin bir romana ilham verebilecek atmosferi ve öyküsü olmuştu.
20. yüzyıl başında inşa edilen otel, transatlantikler çağı için yapılmış.
Hamburg’dan “yeni dünya”ya açılan yolcular, “Eski Kıta”daki son gecelerinde burada konaklarlarmış.
Pera Palas, nasıl “Şark Ekspresi” treninin son durağı ise, Atlantik oteli de “yeni dünya” yolculuğunun ilk durağı imiş. “Atlantik” adı buradan geliyor...
Pera Palas “Doğu’nun gizemi”ni nasıl güçlü bir şekilde çağrıştırıyorsa, “Hotel Atlantic” de 
 
13. yüzyıldan beri küreselleşen Hamburg’un dünyaya açılan yüzünü tanımlıyor. G20 toplantıları şimdi burada yapılıyor.
 
‘Cehenneme Hoşgeldiniz’
 
Hamburg fazla tanımadığımız “Hansa Birliği” kentlerinden.
13. yüzyılda kurulan ve varlığını 17. yüzyıla dek sürdüren Hansa Birliği’ni bir tür “erken zamanlar Ortak Pazar”ı olarak tanımlayabiliriz. 
 
İskandinavya ve Baltık kıyılarında büyük nehirler ve deniz trafiği üzerindeki 100’ü aşkın kentin katıldığı Birliğin üyeleri ticaret yollarının güvenliğini sağlamak, çıkarları korumak, alım satımı garanti altına almak için bir araya gelirlermiş. Keşif yollarının dünya ticaretini baştan “reset”lemesiyle Hansa Birliği tarihe karışmış. 
 
Lübeck, Koblenz, Hamburg bu Birlik içinde hâlâ Hansa geçmişleri ile anılan Almanya’nın en önde gelen kentleri. 
 
Almanya’nın “en zengin şehri” olan Hamburg, bu refahını 800 yıllık bu köklü dünya ticaret deneyimine borçlu. Başta hemen karşı kıyıdaki eski Britanya İmparatorluğu olmak üzere dünyanın en gelişmiş merkezleriyle ticaret ilişkisi içinde olan kentin yaygın refahı çıplak gözle fark edilir nitelikte. Bunun çok “eski” ve “köklü bir zenginlik” olduğunu hemen fark ediyorsunuz.
Merkel ilaveten burada doğmuş. Şansölyenin son G20’yi burada toplamak istemesinin nedenleri içinde bunlar var. Almanya Başbakanı gururla belli ki dünyaya “memleketini” göstermek istiyor.
Ne var ki Hamburg, uluslararası basında bu çok çarpıcı özellikleriyle değil, “küreselleşme karşıtlarının” gösterileriyle ilgi çekiyor. Yazıya otururken güvenlik güçleriyle göstericiler arasında çıkan çatışmada 159 polis yaralanmış, 44 eylemci tutuklanmıştı. “Cehenneme Hoşgeldiniz” sloganı altında birleşen göstericilere karşı bir meydan savaşı hüküm sürmekteydi.
Göstericiler İddia edildiği üzere, G20 dünya sorunlarına çekidüzen vermek için bir araya gelmiyor. G20’nin tek derdi var: O da dünya ekonomisini denetlemek. Sorunlar kimsenin umrunda değil!diyor. 
 
Dünya ekonomisini elinde tutan Hansa Birliği’nden bu yana özetle fazla değişen bir şey olmamış…
 
Çöken düzen
 
Hamburg’daki toplantıyı geçmiş G20’lerden ayıran özellik, mevut doruğun dağılmakta olan bir dünya düzeninin gölgesinde yapılıyor olması. 
 
Bu Trump’ın ilk G20’si. Mayısta yapılan G7 doruğu sonunda Paris İklim Antlaşması’ndan çekilerek herkesi dumura uğratan ABD Başkanı, Hamburg’da da büyük kaygıyla izleniyor.
Hamburg zirvesi ayrıca Rusya’nın, yeniden bir dünya iderliği rolü kapmaya çalıştığı ve Çin’in de yeni bir süper güç olarak temayüz ettiği döneme rastlıyor. 
 
AB içinde beri yandan kartlar yeniden açılmış vaziyette. 
 
Brexit müzakereleri başlarken, Macron’un cumhurbaşkanlığı ile tekrar bir Berlin-Paris hattının açılıp açılmayacağı tartışılıyor... 

 
Geçen akşam CNN’de Christian Amanpour’a konuşan Kanada Dışişleri Bakanı Chrystia Freeland bu tabloyu II. Dünya Savaşı’ndan bu yana 70 yıldır süren bir dünya sisteminin çöküşünü izliyoruz!diyerek özetledi:
Uluslararası örgütler dünya sorunlarına artık cevap üretemiyor. Trump başkanlığındaki ABD ise dünya liderliğini bırakıyor!
 
G20’de artık kimin bu yeni dünya düzensizliğinin lideri olduğu belli değil:
 
Trump mı? Merkel mi? Xi Jinping mi? Putin mi?.. Ortada.
 
Kim bilir G20 de belki “Hansa Birliği” gibi doğal yaşamının sonuna gelmiştir.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

‘Bir Kemal’den Bir Kemal’e’ - Meriç Velidedeoğlu

Böyle sesleniyor, “Adalet Yürüyüşü”nde görevli “Manisa Milletvekili Özgür Özel”; yürüyüşteki Atatürk’ün katılımını, varlığını belirterek... 

“Adalet Yürüyüşü”nün 21. gününde ilk mola yerinden ikinciye doğru yol alan kortejde, yürüyüşü sürdüremeyenlere, yorulanlara özgülenmiş otobüsün mikrofonundan gür bir sesle “Bir Kemal’den Bir Kemal’e” diye sesleniyordu, Özgür Özel.

 
Çıkılan yokuşun iki tarafında yükselen tepesi sipsivri kayalara çarpıp yankılanan bu sesin ve yayınlanan müziğin ritmine uyarak Atatürk’lü bayrağını dalgalandırıyordu, koyunları küçük bir yeşil alanda otlatan gencecik bir çoban... 


“Adalet” isteyenlerin yürüyüşüne böyle katılıyordu -kendisi içinde- “Adalet” isteyen bu yurttaş.
TV’lerde de yayınlanan bu görünüm “yeter, yeter de artar” diyorum bu eylemin nedenini anlamak için; ne dersiniz değerli dostlar?
Ayrıca “Kılıçdaroğlu,” konuşmalarında “eşitlik” isteğini doğrudan doğruya da ortaya koyuyordu, “Adalet’in” temel yapı taşı olan kavramı. 


Yine araya girerek bir anımsatma yaparsak, “Adalet” kavramı ile biz ilk kez, hemen hemen “iki yüz” yıl önce, Osmanlı Devleti’nin 30. Padişahı “2. Mahmut” (1808-1839) döneminde tanıştığımızı söyleyebiliriz.
Şöyle ki, bu hükümdara gelinceye dek Osmanlı toplumunun uyacağı kanunların, kuralların “din” temelli “Şerri Kanunlar” (Şeriat) ile hükümdarlara (Ul-ül Emre) tanınan maslahata göre kanun yapma hakkından doğan “Padişah Kanunlarıdır.”
Ne ki Sultan 2. Mahmut, bu iki kaynağın yani “din kuralları ya da padişah iradesi” dışında, kanun yapacak “Meclis”ler oluşturur ilk kez.
Üç tanedir bunlar. İçlerinden biri “Meclis-i Ahkâmı Adliye”, adalet organları “mahkemeler” ile ilgili “kanun ve kurallar” koyacaktır.
Bu “Meclis”, Osmanlı toplumundaki tüm insanlar için ırk, soy, sop, inan (din) gibi hiçbir ayrım gözetmeden yapılan ve uyulan kanunları oluşturacaktır.
Böylece bu yasaların temelinin “eşitlik” olduğu, olacağı apaçıktır.
Ayrıca 2. Mahmut, padişahı “Tanrı”nın yeryüzündeki gölgesi olarak önünde yerlere kapanılan bir hükümdar -günümüzün dili ile- “tek adam” olmaktan da çıkarmıştır. 


Evet değerli dostlar, “200” yıl sonra “21. yy”da “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”nin başında bir parti başkanı olan, yasa yapan, bunu da partisinin çoğunluğu oluşturduğu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul ettiren, yanında olmayanlara, kendine karşı gelenlere, buyruğu altına aldığı “yargı erki” yoluyla “zulüm” estiren ve “Cumhurbaşkanı” olarak adlandırılan, gerçekte “Başkan” olan bir kişi, “R.T Erdoğan” var... 


Bilmem ki katılır mısınız? 

Yine “5 Temmuz” Çarşamba gününe dönersek ikinci mola yerinde gereken hazırlıkları yapmak için önden hızla yürüyenlere eşlik eden otobüs mikrofonundan yayılan dostluk çağrısına, soldaki şeritten Körfez’e doğru giden kamyon, TIR şoförlerinden kimisi avaz avaz küfür edip el işareti yapıyorlarsa da, sağ taraftaki yerleşim yerlerinden halk pencerelerden, balkonlardan seslerinin var gücüyle kortejin sloganlarına katılıyorlar.


“Yaşa Mustafa Kemal Paşa! Adın yazılacak mücevher taşa!” seslenişiyle; ardından otobüsün mikrofonundan, “Bir Kemal’den Bir Kemal’e!” ve “Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu sizleri sevgiyle selamlıyor!” sesi insanlara ulaştıkça alkışlar çok daha kuvvetleniyor... 


“2008” yılından bu yana Ergenekon, Balyoz, Odatv gibi “kumpas Davaları”nı adım adım yıllarca izleyen “Simgesel Eylem Grubu”muzu Silivri’den başlayarak her yere götüren, CHP’nin önceki Kadın Kolları Başkan’ı Eyüp ilçesinin üyesi “Saniye Yurdakul”, bu eyleme “Adalet Yürüyüşü’ne katılmamızı sağlayan düzeni eksiksiz yerine getirdiğinden “5 Temmuz Çarşamba” günü yürüyüşe katıldık. 


Yol güzergâhında bir yokuştan aşağı inerek düzlüğe varınca arkamıza dönüp, henüz daha tepelerde yürüyen konvoya baktığımızda inanılmaz bir görünümle karşılaşıyor insan; en az beş “S” harfi dönemeci yapan yürüyüşçülerin incecik bembeyaz ipliğe dönüşen görünümü unutulacak gibi değil; ayrıca, yürüyüşçülerin neden beyaz giysiler giydiklerinin ne denli yerinde olduğunu da anlıyor insan.
Ve değerli dostlar yürürken bu tür eylemlerin tarihte yer alanlarının dışında, “21. yy”dakilerin düşünsel babası sayılan “95” yaşında aramızdan ayrılan (2013 “Bilge S. Hassel”in “18 sayfalık” “Öfkelenin!” adlı kitapçığını anmadan duramadım, şöyle diyordu: “Öfkelenme noktasına gelindiğinde artık belirleyici aşama olan ‘eylem’e geçilmelidir.” (*) 


Bilge Hassel’in bu görüşü Kılıçdaroğlu’nun bu “Adalet Yürüyüşü” eylemine “çok geç” diye değer biçenlere de bir yanıt olur mu, diye bir ara düşünmedim değil... 


Sıra geldi, sayın Genel Başkan Kılıçdaroğlu ile birlikte yürüyüşe; ama ilkin yıllar önceki tanışmamıza değinmek gerek; Kılıçdaroğlu, CHP milletvekili olarak, İstanbul Belediye Başkanlığı’na aday olduğunda “Kadın Araştırmaları Derneği”nde yaptığı konuşmada dinleyicilerden büyük bir alkış almıştı; bir ara karşılıklı konuşmamızda, “Bürokraside çalışmanızın ardından siyaset size nasıl geldi?” gibi bir soru sordum. Çok doyurucu yanıtlar vermiş, sözünü de “Bekleyin, göreceksiniz!” gibi bir öneri ile noktalamıştı. (14.02.2009)


Milletvekili Ö. Özel ile yanına geldiğimde tokalaştık, hal hatırdan sonra, “Beni anımsadınız mı?” diye sordum; kesin bir sesle “Elbette” dedi, sustu; sanırım konuşmamı bekliyordu, özellikle bu yürüyüşün topluma büyük bir “umut” verdiğini, adı için seçtiği kavramın “Adalet” olmasının çok yerinde olarak görüldüğünü anlatmaya çalıştım; ne ki öyle pek rahat yürümek de pek mümkün olmadı; basın, kendisinin uygun durumunu görünce başlıyor sormaya; dahası yürüyüşçülerden de fırsat arayanlardan olan küçük çocuklu bir anne, beni gözüne kestirmiş ki, korumaları atlatıp beni de iterek yerime geçiverdi; bu anneyi uzaklaştırmak oldukça zor oldu; Kılıçdaroğlu duruşunu, yürüyüşünü, gülümsemesini bir milim bile değiştirmeden yürüyordu. 


Basın hemen yine sormaya başladı, Kılıçdaroğlu: “Adalet yalnız bize değil tüm insanlığa da gerek! Adaletin olmadığı yerde huzur da yoktur! Adalet insan için soluk alıp vermedir! İnsanlık için yaşamsaldır!” diye yanıtlarken sıra bekleyenleri daha fazla bekletmemek için izin isteyince, “Ne o gidiyor musunuz?” sorusuna, “Başka yürüyüşlerde buluşmak üzere Allahaısmarladık!” diyerek ayrıldım; bizim ekibe katıldım, ikinci mola yerine doğru yürüyüşü sürdürdük. 



Yazıyı noktalamadan önce, gerek yürüyüş düzeninin gerek molalarda “her türlü” ihtiyacın karşılanmasının düzeni, gerçekten görmeyince anlatmakla anlaşılmaz; bin, on bin kişiye değil yüz binlere bu hizmeti yapabilmek kolay bir iş değil değerli dostlar. 


Bundan sonraki yürüyüşlerde buluşmak üzere. 


Meriç Velidedeoğlu/ CUMHURİYET

(*) M.Velidedeoğlu,
“Artık sözün bittiği yerdeyiz!”, Cumhuriyet (28.08.2015) ‘