15 Kasım 2017 Çarşamba

İş hukukunda yargılamanın tasfiyesi - KADİR SEV

İstanbul Barosu Bağlı Çalışan Avukatlar Kurulu'nun 9 Kasım günü düzenlediği; “iş hukukunda yargılamanın tasfiyesi ya da zorunlu arabuluculuk” başlıklı söyleşiye, Avukat Deniz Aktaş ile birlikte katıldık.

Bağlı Çalışan Avukatlar Kurulu, işverene bağlı olarak çalışan avukatların karşılaşabilecekleri hak ihlallerini önlemek, dayanışmak, örgütlenmek, haklarını korumak gibi amaçlarla kuruldu. Bununla birlikte ilgi alanını meslek sorunlarıyla sınırlandırmıyor, düzenli olarak hukuk ve toplumsal konuları merkeze alan söyleşiler düzenliyor.


Söyleşide Deniz Aktaş, İş Mahkemeleri Yasası'nı ayrıntılarıyla değerlendirdi. Konuşmasında, avukatların yargı yerlerinde işçi haklarını savunmak yerine, pazarlık masalarında arabulucu sıfatıyla oturmak zorunda kalacağından yakındı. Avukatlar için yaralayıcı bir durum…
İşçi-işveren uyuşmazlıklarında arabuluculuğun dayatılması, bugüne değin emeğe karşı yapılmış saldırıların en büyüğü. Çalışma yaşamında yargı tasfiye ediliyor; yasalar önemsizleştiriliyor; yılların biriktirdiği devasa içtihat çöpe atılıyor.

Deniz Aktaş, söyleşide özetle bunları söyledi.

Burjuva hukukuna bile tahammülleri kalmadı.

***

Ben konuşmama “arabuluculuk dayatması, ne tür bir bütünün parçası?” sorusuyla başladım.
Bu soruyu çok önemsiyorum. Çünkü bütün görülmedikçe, doğru tanı konulamıyor. Böyle olunca da kolaylıkla yanlış ittifakların peşine takılıyoruz. Çoğumuz, her seçimde oylarını düzenin muhalefetinde birleştiriyor ve oturup “iyi işler yapmasını” bekliyor. 50 yıldır bunun çıkar yol olmadığını bir türlü anlatamadık. Oysa düzenin iktidarı neyse muhalefeti de öyle: her ikisi de düzenin sürdürülmesinden sorumlu birer araç.

Şunu unutmayalım: Kapitalizm, emeğin ürettiği değerlere el koyabildiği sürece yaşayabilen bir sistem. El koyduklarının birikmişine sermaye deniyor; el koyanlara da patron!
Özcesi, düzenin iktidarının da muhalefetinin de emekçilere pek bir yararı yok. Söylemleri biraz farklı o kadar. Hiçbirine sömürü yasaktır dedirtemezsiniz.

Söyleşide, yukarıda özetlediğim görüşlerimi, yakın geçmişten örnekler vererek açıklamaya çalıştım.

Burada kısaca da olsa paylaşmak istiyorum.

Önce bir açıklama yapmalıyım: düzen muhalefetinin özelliklerinden söz ederken iktidarını aklıyor duruma düşmek istemem. Üstelik AKP’nin hakkı yenemeyecek kadar büyük sorumlulukları var. Şu sözler amacı karşılar sanırım: Cumhuriyet tarihinde hiçbir iktidar, AKP kadar emeğin üzerine çullanmadı; ülkenin bütün zenginliklerini bu denli satmadı; doğayı talan etmedi; yolsuzluklar ayyuka çıkmadı, uluslararası sorunlara yol açmadı.

Ama bütün bunları, kendisinden önceki iktidarların açtığı yoldan geçerek başardı.

AKP’nin yargı kararlarını umursamadığını söylüyoruz. Bu işin mucidi 1992 yılındaki SHP-DYP koalisyonu. Yasalarda olmayan “Bakanlar Kurulu Prensip kararı” adını verdikleri bir metni bütün bakanlara imzalattılar. Bu metinde, uygulama olanağı kalmadığı gerekçesi öne sürülerek Danıştay kararlarına uyulmayacağı yazılıydı. Bu dönemde bir başka örnek daha var: 1994 yılında kabul edilen bir yetki yasasına dayanarak 4 KHK çıkarılmıştı, Anayasa Mahkemesi yetki yasasını iptal etti. Ancak bir Başbakanlık genelgesi çıkarıldı ve karar yok sayıldı.

Unutulmasın: özelleştirme, Anayasaya 1999 yılında DSP’nin büyük ortağı olduğu koalisyon döneminde girdi.

“Bakanlar Kurulu Prensip Kararı” bu dönemde de çıkarıldı ve Ekonomiyle ilgili bakanlar, bürokratlar ile TOBB, TÜSİAD, YASED gibi patron kuruluşlarının temsilcilerinin oturup yatırım ortamının iyileştirilmesi için çıkarılacak yasaları, Bakanlar Kurulu Kararlarını ve öteki metinleri hazırlamak amacıyla sürekli çalışan, çok sayıda uzmanın istihdam edildiği bir platform oluşturuldu. Kararda; kamu hizmeti zihniyetinin değişmesi gerektiğinden, çalışma yaşamının esnekleştirilmesine değin, çalışanların aleyhine olabilecek her türlü dönüşümün gerçekleştirileceği vurgusu öne çıkıyordu.
Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu, 2006 yılında kurulan Türkiye Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı ile iş birliği içinde; kurulduğu günkü görev anlayışı ve heyecanıyla, bugün de faaliyetini sürdürüyor.

Ajansa, Türkiye’nin uluslararası yatırımcıya ne güzel fırsatlar sunduğunu tanıtmak görevi düşüyor. Bir süredir “Türkiye’de yatırım yapmak için 10 neden” başlıklı bir kampanya yürütüyorlar. İstihdam bölümünde şunlar yazılı: “Avrupa’daki en uzun çalışma süreleri ve çalışan başına ortalama hastalık izninde en düşük oran.

Kalan 9 neden arasında düşük vergiler, bedava arsa/arazi tahsis edilmesi, kârlarını transfer edebilme güvencesi gibi özendiricilere yer veriliyor. Bunları okudukça insanın aklına Binali Yıldırım ve oğulları geliyor. Bir yandan onca çaba, ödün verip yabancı sermaye çağırılırken, Başbakanımız bile parasını dışarıda değerlendiriyor.

***

Bütüne bakmayı sürdürelim. Emek üzerinden sermayeye dağıtmak amacıyla fonlar oluşturdular. Yenilerinin kurulması gündemde. Daha çok para toplamak için, zorlama dahil, her yola başvuruyorlar. Uluslararası tekellerin mali ve danışma örgütleri de böyle olmasını istiyor. Diyorlar ki; tasarruflarınız yeterli düzeyde değil, böyle kalkınamazsınız. Sağlık, emeklilik işsizlik fonları kurun ve buralarda olabildiğince çok para biriktirip yatırımcıya ucuz kaynak sunun.

Bu amaçlarla işsizlik ve bireysel emeklilik fonları kuruldu. Kıdem Tazminatı Fonu ise her nedense bir türlü kurulamadı. Bunlara kısaca göz atalım:
İşsizlik fonunda 2002-2016 yılları arasında 151 milyar lira toplandı. 14 milyar lirası işsizlere ödenmiş. Fonda biriken paranın 20 milyarını patronlara teşvik diye dağıtmışlar; 12 milyarını GAP’a aktarmışlar. Yaklaşık 116 milyarı hesapta duruyormuş.
İşsizlik fonundan gözlerini ayıramıyorlar. 687 sayılı OHAL Kararnamesiyle, patronlara yeni istihdam edecekleri her işçi için 667 lirası fondan olmak üzere, yaklaşık 773 lira teşvik verilmesi öngörüldü. Başbakan, patronlara bu amaçla 12 milyar vereceklerini söyleyip: “helali hoş olsun” diyor. Sanırsınız kendi cebinden verecek.

Varlık fonunu çalıştırabilselerdi, bunu da çoktan devretmişlerdi. Neyse ki, hesapta da olsa para şimdilik duruyor.

BES’de 80 milyar lira birikmiş. Önümüzdeki 10 yılda 100 milyara çıkarılmasını amaçlıyorlar. Bu arada devlet de Bütçe kaynaklarından katkısını esirgemiyor. 2013 yılında çıkardıkları bir yasayla, %25’i de benden dedi. Ancak katılan sayısı artmadı. Baktılar olmuyor, 2016 yılında zorunlu tuttular. 2007 yılında yürürlüğe giren yasayla 45 yaşın altındaki her çalışanın bordrosundan kesilmesi öngörüldü. Adına “otomatik katılım” dediler. İki ay içinde caymamışlarsa sistemde kalmayı tercih ettikleri varsayılıyor ve devlet bunların hesabına ayrıca 1.000 lira yatırıyor.

Çalışanların söz hakkı yok; işverenlerin ve devletin teşvik olsun diye verdiği paralar, patronların anlaştığı emeklilik şirketine yatırılıyor.

Devlet bugüne değin bireysel emeklilik şirketlerine 12 milyar 400 milyon lira vermiş. Şirketler bu paraları faiz ödemeksizin onlarca yıl kullanacak. Sonrasını sormayın; kim öle kim kala.

Bu kadar özendirici kullanıyorlar ama yine de beklediklerini bulamadılar. Yaklaşık 7 milyon katılımcı düşünmüşlerdi; yarısına yaklaşabildiler. Herkes akılsız değil. Aylıklardan kesilen 50-100 liralarla emeklilikte refahlarını sürdürebilecekleri düzeyde gelir verilemeyeceğini biliyorlar. AKP çaresiz direniyor. Yeni bir yasa hazırlıkları olduğunu duyuyoruz; “pişman katılımcıyı” sisteme kazandıracaklarmış. Türkiye Sigorta Birliği Başkan yardımcısı BES’ten kaçış yok, yapmadan olmaz. Başka nerede para biriktireceğiz?” diye bir soru sordu. AKP, bu ve benzeri soruları yanıtlamak ve gereğini yapmak zorunda.

Kıdem Tazminatı Fonu, patronların en az 42 yıl süren bir rüyası… Bir türlü çıkarmayı başaramadılar.
Fon kurulması, yasalara ilk kez MC döneminde girdi. İş Yasasına 4.7.1975 tarihinde eklenen bir madde ile kıdem tazminatı fonu kurulması için bir yasa çıkarılması öngörülüyordu. Çıkaramadılar.
2002 yılına değin, çok tartışıldı ama kimse yasal sonuçları olacak girişimde bulunmadı. DSP koalisyonunun sonlarına doğru 2002 yılında 4857 sayılı İş Yasası görüşülürken, iş hukukunda öne çıkmış kişilerden bilim kurulu oluşturuldu. Kurul, bir tasarı hazırladı ancak uzlaşma sağlanamadığı için yasa çıkarılamadı.  İş Yasasının daha fazla gecikmemesi için, 1475 sayılı eski İş Yasasının Kıdem Tazminatının düzenlendiği 14. Maddesinin yürürlükte bırakarak geçici bir çözüm getirdiler.
2004 yılında toplanan çalışma Meclisi’nin en tartışmalı konusu kıdem tazminatı oldu. Yine uzlaşılamadı.

AKP, her zaman dilediği yasayı çıkarabilecek çoğunluğu elinde tuttu. Son yıllarda, giderek daha radikal, daha yıkıcı yasalar çıkarıyor, ancak kıdem tazminatı fonunu nedense gündeme getirmiyor. Patronların kulüplerinden de uzlaşı olmadan çıkarılmaması doğrultusunda öğütler geliyor. Neden bu konuda uzlaşı arandığını anlamak kolay değil. Belki de bilemeyeceğimiz, daha derinlerde başka nedenleri vardır.

***

Yukarıda yaklaşık 15 milyon çalışanın aylık gelirlerinden fon/sigorta gibi adlarla paralar kesilip patronlara aktarılmasından söz ettim.

Şimdi de emek sömürüsünün bir başka boyutuna bakalım.

Özellikle AKP döneminde çıkarılmış bütün YPK kararlarında, 5 Yıllık Kalkınma Planlarında, Orta Vadeli Planlarda, istihdam stratejisi metinlerinde şu sözler dikkat çeker: İş gücü piyasası esnekleştirilecek, yatırımcıların üzerindeki iş gücü maliyetleri azaltılacak.
Bunların çoğunu gerçekleştirdiler.

2016 yılında 6663 sayılı Yasayla, gerekçesindeki anlatımla, “çalışma hayatına güvenceli esneklik sağlayacak düzenlemeler yapıldı” aynı yıl çıkarılan bir başka yasayla, özel istihdam bürolarına geçici işçi sözleşmesi yapma yetkisi tanındı. 2017 yılında çıkarılan 7033 sayılı Yasayla 50’den az işçi çalıştırılan iş yerlerinde iş güvenliği uzmanı ile iş yeri hekimi istihdam etme zorunluluğu 2020 yılına ertelendi. Şu günlerde Mecliste görüşülmeye başlanan 130 maddelik torba yasada 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasasındaki iş güvenliği raporu hazırlanıp Bakanlığa sunulmadıkça iş yeri çalışmaya açılamaz kuralının değiştirilmesi öngörülüyor.
Mecliste TTK ile ilgili düzenlemede küçük bir değişiklik yapıldıysa da TTK ile TKİ maden ocaklarının özelleştirilmesinin yolunu açacak düzenlemeler, torba tasarıda aynen duruyor. Bu arada postalar halinde çalışma yönetmeliği değiştirildi; turizm, sağlık, özel güvenlik hizmetlerinde çalışma süresi 12 saate çıkarıldı. Fazla Çalışma yönetmeliği değiştirildi işçiden her yıl yazılı onay alınması kuralı kaldırıldı.

Arabuluculuk dayatmasıyla yazıya başlamıştım, yine onunla bitireyim... İş Mahkemeleri Yasası Mecliste görüşülürken AKP’li Ali Özkaya tasarıyı şu sözlerle savundu: “Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’inde ‘sulh daima hayırlıdır’ diyor.”

Böyle bir durumdayız.

Kadir Sev / SOL

Bahçeli’nin barajı - ÖZGÜR MUMCU

Devlet Bahçeli, dün partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmayla MHP’nin bir baraj sorunu olmadığını yineledi. İYİP’in kurulmasıyla beraber MHP’nin baraja takılıp takılmayacağı tartışılmaktaydı. Bahçeli’nin yüzde 10 barajının çok ağır olduğunu söylemesiyle beraber, MHP çevrelerini bir baraj korkusunun alıp almadığı da gündeme geldi. 


Dünkü açıklamayla beraber MHP’nin bir baraj sorunu olmadığı ortaya çıktı. Bir siyasi partinin bir baraj sorunu olması için kendine özgü bir programla kamuoyunun önüne çıkması ve memleketi yönetmeye talip olması gerekmekte. Yani önce bağımsız bir kimliğe sahip bir siyasi parti olarak kabul edilmesi şart. Gelgelelim, MHP’nin siyasi hayatımızda bir anlam ifade edip etmediği belli değil. 
 
Devlet Bahçeli, en cevval AKP genel başkan yardımcılarından daha etkili bir şekilde muhalefete saldırmakla kalmıyor, aynı zamanda sayın Erdoğan’a koşulsuz desteğini sergilemekten de kaçınmıyor. 
 
Bugün benim diyen AKP’li siyasetçi, Erdoğan’a Devlet Bey kadar hizmet etmemektedir.
“Adalet ve Kalkınma Partisi ile cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini 2019’da sonuna kadar tesis etmek suretiyle çalışacağız” ve “Aynı safta, aynı yerde duracağız” ifadeleri MHP’nin artık tamamen AKP içinde eridiğini göstermektedir. 
 
MHP, Erdoğan’ın ve AKP’nin söylediği her şeyi onaylamakta ve söylemediği hiçbir şeyi dile getirmemektedir. 
 
“Ver Bilal’i Al hilali” diye atılıp tutulmuştur ancak neticede hilal karşılıksız şekilde AKP’ye teslim edilmiştir. Masasındaki saati bile 17:25’te sabitleyerek hesap soracağını iddia eden Bahçeli vaktiyle bütün söylediklerini reddederek uysal bir uydu olarak yörüngeye oturmuştur. Ancak uyduların dahi yörüngede kalmaları az da olsa kendilerine ait bir çekim gücüne bağlıdır. MHP’nin o çekim gücünü yitirdiği anlaşılıyor. Yakında uyduluğu da becerememesi ve Erdoğan gezegeninin yerçekimine yenik düşerek amaçsız bir meteor gibi atmosferden aşağı yuvarlanması yüksek ihtimal. 
 
Son zamanlarda harlanan AKP Atatürkçülüğü tartışmalarına, “HDP-PKKFETÖ yörüngesine giren CHP’nin Atatürk adını anmaya hakkı yoktur” açıklamasıyla katılması da uydunun düşüşünün hızlandığına işaret etmekte. Beraber cumhurbaşkanı adayı çıkartacak kadar sıkı işbirliği yaptığı bir partiyi kurucusunun adını anmaktan men etme cüretini göstermek artık Bahçeli’nin alışık olduğumuz siyasi zikzaklarıyla dahi izah edilemeyecek bir ruh hali. 
 
AKP, Numan Kurtulmuş’u ve Süleyman Soylu’yu kendi bünyesinde erittikten sonra gözünü Bahçeli’ye dikmiştir. Devlet Bey de hilali Erdoğan rejimine hediye etmeye dünden hevesli görünmektedir. 
 
Sayın Bahçeli rahat etsin. Partisinin bir baraj sorunu yoktur çünkü partisi artık AKP’nin bir alt teşkilatından öte bir kimlik taşımamakta. Vaktiyle “bir diktatör doğuyor” diye suçladığı birine, partisini yok etmek pahasına böylesine destek vermek her kula nasip olmaz.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

James Petras: ABD istediğini alamadı, Lübnan yeni oyun sahası- ÖMÜR ŞAHİN KEYİF

ABD’nin Ortadoğu politikası, İsrail ve Washington’daki Siyonist lobi tarafından yönlendiriliyor. Suudi Arabistan eksenli gelişmelerin arkasında da ABD var. Amaç İran’ı kuşatmak. Lübnan yeni oyun sahası. 
 Dünya sol hareketinin önemli düşünürlerinden biri James Petras. 80 yıllık ömrünü sınıf mücadelesiyle geçirdi. CIA destekli darbeyle devrilen Şilili Sosyalist lider Salvador Allende ve Venezuela’nın eski lideri Hugo Chavez danışmanlık yaptığı liderler arasındaydı. Brezilya Topraksız Köylüler Hareketi’nin içinde yer aldı. Bu güne kadar 62 kitaba imza atan Petras’ın Türkçe’ye çevrilmiş çok sayıda kitabı bulunuyor. Petras, New York’ta bulunan Binghamton Üniversitesi Sosyoloji bölümünde Onursal Profesör. Çalışmaları özellikle Latin Amerika ve Ortadoğu üzerine yoğunlaşıyor.
Dünyanın ‘polisi’ olduğunu söylediği ABD’nin Ortadoğu ve özellikle İran politikasının İsrail ve Washington’daki Siyonist lobi tarafından yönlendirildiğini savunuyor. Petras’a göre Suudi Arabistan eksenli gelişmelerin arkasında da ABD bulunuyor.

James Petras, dünyadaki gelişmeleri ve bu gelişmelerdeki ABD rolünü BirGün’e değerlendirdi.

»Lübnan Başbakanı Hariri’nin istifasından Suudi Arabistan’daki tutuklamalara uzanan süreçte ABD’nin etkisini nasıl anlatırsınız?

Washington’un Salman liderliğiyle yakın iletişimde olduğu açık. ABD’den bir onay olduğuna dair şüphe yok. Trump destekledi. Damadı Jared Kushner’le Riyad’daki toplantı çok önemli bir faktördü çünkü o, Netanyahu ve yeni Suudi liderliği arasında aktarımı sağlayan araç (transmission belt) görevi görüyor. Kushner işin içine girmeseydi bunlar yaşanmayacaktı. Açık ki Lübnan Başbakanı Saad Hariri, emirleri Suudi Arabistan’dan alıyor. Olağandışı şekilde açıklamayı burada yaptı.

Kimseyle konuşulmadı
Lübnan Cumhurbaşkanı Michel Aoun dahil kimseyle bu konuyu görüşmedi ve bence bu da planın bir parçasıydı. Suudiler İran’ı provoke etmek istiyorlar; olay yaratmayla ve İran’ı kötüleyecek propagandayla ilgililer. Mesele Salman’ın gücü ele geçirme çabası. Bu da İsrail’le ilişkileri yakınlaştırmakla ve ABD’deki Siyonist kampanyanın bir parçası olan İran karşıtı kampanyayla bağlantılı. İran’la nükleer anlaşmayı sona erdirmek istiyorlar. İran’ın; Suriye, Hizbullah, Irak’ı birleştiren bir terörist ağın parçası olduğuna dair bir hava yaratmak istiyorlar. Çok açık ki Hariri ana aktörlerden biri değil, Suudi politikasının aracı olarak davranıyor.

Başarılı olacaklar mı?
Şu ana kadar bir başarı yok. Avrupalılar hâlâ İran’la beraber. Lübnan’da durum gergin ama henüz büyük bir kalkışmaya neden olmadı. Yemen’den Suudi havalimanına füze uydurması sadece provokasyonlardan bir başkasıydı. Tehlike Salman’ın ana oyuncu olduğunu düşünmeye başlaması. Eğer İran’a bir şekilde askeri bir eylem başlatmayı kafasına koyarsa, İran karşılık verir, ABD de Suudiler’i savunma pozisyonunda olur, bu da büyük bir yangının önünü açabilir.

Salman, yabancı yatırımcıların ilgisini çekmek yerine onları korkutuyor, büyük bir güvensizlik oluşturdu, müttefikten çok düşman kazandı. Uluslararası olarak kendini izole etti. Suudi Arabistan içinde herhangi bir gücün ilgisini çekmiyor. Katar’la sorun yaratıyor. Müttefikleri arasındaki en uygun askeri grup olan Mısırlılar Suudiler’e büyük bir sevgi beslemiyor. Yüzeyde gücü konsolide ediyor gibi görünüyor. Fakat çok istikrarsız bir pozisyonda.

Tek başarısı gücü ele geçirmek, karşıtlarını hapse atıp varlıklarını almak. Bu da ülkeyi modernize etmeleri için ülkeye getirebileceğini sandığı milyonerleri cesaretlendirecek bir işaret değil.
  
Lübnan, Suudiler’le İran’ın savaş alanına dönüşecek mi?
Suudi Arabistan için Lübnan, Hizbullah’a saldırmanın ve İsrail’le ittifak kurma girişiminin bir yolu. Umarım Suudiler Lübnan’da istikrarsızlık yaratamayacaklar ve İsrail’i bir askeri saldırı konusunda cesaretlendiremeyecekler. Ne yapılması gerektiğiyle ilgili Suudi-İsrail anlayışı İsrail’e karşı tek etkili direnişin altını oymak, bu da Hizbullah. Hizbullah bağımsız ve etkili bir politik güç, Suudiler’in belirleyici bir rol oynayabileceğini düşünmüyorum, en fazla İsrail’i cesaretlendirirler, ikinci olarak da iç çatışmaları kışkırtmaya çalışabilirler. Bazı teröristleri finanse edebiliriler.

Hariri kartını oynadılar. Hariri tamamen kuşatılmıştı, güçsüzdü ve Hizbullah’la baş edemiyordu, bu nedenle onu emekliye ayırdılar. Bu Suudiler için bir başka yenilgiydi. Ellerinde Hariri var, Suriye’de teröristler var, Katar’a boykotları var. Boykot bir felaket çünkü Katar’ı İran’a yaklaştıyor ve ABD ülkedeki askeri üslerini kurban etmek istemiyor… Kısacası, Salman yenilgilerin efendisi.

ABD’nin özellikle İran konusunda ama genel olarak Ortadoğu politikalarında İsrail’in etkili olduğunu ifade ediyorsunuz. Barzani krizinde ABD neden İsrail’den yana tavır almadı?
Barzani’nin hiçbir siyasi sadakati yok. Rejimini kim desteklerse onunla çalışıyor. Şimdi referandumla çizmeyi aştı ve ABD’yi kızdırdı çünkü ABD ve diğer ülkeler için Kürtler bir satranç taşı. Çıkarları olduğunda destekliyorlar, sonra terk ediyorlar. Barzani şu anda ana oyunculardan biri değil. Kürtler derin şekilde bölündüler ve şimdi süreç Suriye ve belki Irak’taki kalan petrol sahalarının kontrolü üzerinden evrilecek. IŞİD bitirildiğine göre Kürtler’e olan ihtiyaç da azalacak; en azından büyük güçler için.

Çin bir alternatif

İçeride güçlenen Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, 19. Parti Kongresi’nde Çin’in bundan böyle politik, ekonomik, askeri ve çevresel konularda dünyaya liderlik edebileceğini ifade etti. Bu ABD için ne anlama geliyor?

Çin büyük adımlar atıyor. Ekonomik ağlarını geliştiriyor. Fakat askeri olarak savunmada. En azından son 30 yıldır savaşmıyor. O zamandan beri dünyaya ekonomik bağlar üzerinden angaje oluyor; yatırımlar, krediler, altyapı, vs… İkinci olarak Çin teknoloji, otomasyon ve diğer yüksek büyüme alanlarında olağanüstü düzeyde ilerledi. Hâlâ büyük bir üretim ve ihracat alanları var ama daha çok hizmet ve teknoloji ülkesi olma yolundalar. Çin uluslararası düzeyde yatırım bankasını kurdu. Latin Amerika, Asya, Avrupa’yla bağlar kurdular.

ABD ise ikili ticari anlaşmalar dayatabileceklerini var sayarak çatışmalar yaratıyor. Yedi ülkeyle savaşa girdi ve kim bilir daha kaçı kapıda. Askeri harcamaları (Çin’in) dört katı. Hükümetlerin devrilmesiyle bağlantısı var. İlişki içinde olmanın çok tehlikeli olduğu bir ülke. ABD diğer ülkelerle eşit düzlemlerde ilişki kuramıyor. ABD ülkeleri kaynakları için sömürürken ve pazarı ele geçirmeye çalışırken Çin en azından gelişmeye önemli katkılarda bulundu. Çin yardımsever bir kurum değil, kapitalist bir rejim; amaçları var, geçecek için tedbirleri var fakat aynı zamanda bence zeki liderler Çin’le hangi ittifakların kurulup hangilerinin reddedeceğini bilir. Genel olarak Çin, Washington’un yaptırım uyguladığı Venezuela gibi ülkeler için bir alternatif olabilir. ABD küresel şekilde konumlanmış bir dünya ekonomisindense küresel bir polis gibi davranıyor.

ABD Başkanı Donald Trump özellikle Kuzey Kore, Venezuela ve Küba gibi ülkelere yönelik sert ifadeler kullanıyor. Dediklerini yapacak mı?
Trump ilgi çekmeye çalışıyor. Mesajları çelişkili. Söylediklerini yapabilecek kapasitede değil. Rusya’yla anlaşabileceğini söyleyerek başladı, sonra geriye döndü ve şu anda Rusya’yla uzlaşmıyor. Bir taraftan çelişkili olan, diğer taraftan ise etkisiz bir dil kullanıyor. Bu Trump’ın kendi retoriğini
izleyemeyeceğiyle ilgili açık bir belirti. Çin’in tehdit olduğuyla ilgili konuşuyor, daha sonra Çin’le yeni büyük anlaşmalardan bahsediyor. Gerçeklik varsayımlarıyla ters düşüyor. Trump, söz verdiklerini gerçekte yapamayacağını, Wall Street’in; milliyetçi bir politika izlemesine izin vermeyeceğini anladı. NATO, ABD’nin gücünü konsolide etmedi. Trump, Ortadoğu’daki çatışmalarla bağlantısını kesebileceğini sandı ama İran’la çatışma tuzağına düştü.Fakat yine de tehlikeli bir politikacı çünkü hiç kimse kullandığı retoriğin ardından ne geleceğinden emin değil. Trump’ın ne tarafa yöneleceği ve hangi çelişkili tedbirleri alacağı büyük bir belirsizlik.

Venezuela ve Küba’ya yaptırımlar artıyor. Ne kadar ileri gidebilir?
Bunlar uluslararası ilişkilerde ikincil ülkeler. Küba politikası ticareti sınırlamak üzerine fakat turist acentaları onunla çelişiyor. Kapitalizmin önemli kesimleri izolasyon ve ablukaya dönüş politikalarına karşı çıkıyor. Turist gemileri hâlâ Küba’ya gidiyor. Büyükelçilikte sonik saldırı dedikleri şey tamamen aldatmaca. Kimse ciddiye almıyor. Trump Küba’ya ekonomik anlamda saldırma sözü veriyor fakat Küba’yla meşgul olan iş çevreleri Miami’deki Kübalı sürgünlerin içindeki sağ kanadı memnun etmeye dayalı bu retoriğe karşı çıkıyor.

Venezuela’yla ilgili ise bireylerin üzerine gidiyor, ABD’ye seyahatlerini ve banka hesaplarını kısıtlıyor. Fakat bu ABD’de bulunan Venezuela rafinerilerini etkilemedi. ABD’li petrol şirketleri buna karşı çıkıyor. ABD’de Venezuela petrolüne bağlı olan 10 binden fazla iş var.

***
ABD, Kürtleri tercih etti

-Türkiye’yle ilişkiler nereye doğru gidiyor?
Erdoğan, Esad’a, İran’a karşı bir unsur ve Rusya’yla zıtlaşmanın bir yolu olarak görüldü. Fakat hepsi geri tepti. Bence ABD şu an Erdoğan’la karşılıklı şüphelerle çalışma noktasında. Erdoğan ABD’ye güvenemeyeceğini biliyor, ama onlarla çalışması gerekiyor. Avrupa’yla da aynı şekilde ilerliyor süreç. Almanya’ya düşmanlık geri tepti. ABD Türkiye’yle ilgili neyi güvenceye alabileceğine bakıyor ancak Rusya’ya, Suriye’ye ve İran’a karşı bir müttefik olarak Türkiye’ye bel bağlamıyor. Sorun ABD’nin Kuzey Suriye’de ABD üslerini güvenceye almak için Kürtler’e bel bağlamış durumda olması. Bence Washington bu aralar Kürtlerle ittifakını Türkiye’yle ilişkisinin önüne koydu.
ÖMÜR ŞAHİN KEYİF / BİRGÜN

Suudi krizinin ekonomik politiği - HAYRİ KOZANOĞLU

Suudi Arabistan’da son dönem yaşananların merkezinde veliaht prens Muhammed bin Selman (MBS) bulunuyor. MBS’nin telaffuz ettiği “ılımlı İslam’ın” ekonomi cephesinde ne anlam ifade ettiğini madde madde tartışalım.

Suudi Arabistan’da son haftalarda yaşananlar, 32 kısım tekmili birden macera filmlerine parmak ısırtacak cinsten; düşen helikopterlerde ölen prensler; uçuşan füzeler; tutuklanıp şilte üzerinde yatmaya mecbur bırakılan şeyhler, komutanlar, prensler (gerçi mekân 5 yıldızlı Ritz Carlton Oteli !); rehin tutulduğu iddia edilen başbakanlar…

Ülkedeki gelişmelerin politik, stratejik, kültürel bir çok boyutu var. BirGün okurları Mustafa Kemal Erdemol, İbrahim Varlı ve tabii ki Doğan Tılıç’ın kaleminden gelişmeleri ince ayrıntılarına kadar izlemek şansı buldukları için ayrıcalıklılar. Ben de bu yazıda, Suudi Arabistan’da tanık olduğumuz olayların ekonomik boyutları üzerinde yoğunlaşacağım. Yalnız şimdiden “tarafsız” bir yazı olduğu güvencesini verebilirim; çünkü karmaşık entrikalar dehlizinde, bildiğimiz anlamda “taraf” olunacak, “sendikacı, solcu,laik aydın” benzeri karakterler yok...

1938’de Amerikalılar tarafından Dhahran’da ilk petrol üretiminin başlamasıyla birlikte Suudi Arabistan ciddi bir zenginliğe kavuştu. O tarihten itibaren Suudiler denince aklımıza petrol şeyhleri; Adnan Kaşıkçı, RTE hayranı ve Bodrum âşığı Velid bin Tellal gibi milyarder playboylar; Usama bin Laden, Çeçen Kasabı İbni el Hattap benzeri cihatçılar geliyor. Ne yazık ki, bırakın fizikçi, filozof, heykeltıraşı; tek bir yazar, mimar, tenisçi, akademisyen ismi bile hatırlayamıyoruz.
Suudi Arabistan’da son dönem yaşananların merkezinde, ismi MBS olarak kısaltılan, veliaht prens, Muhammed bin Selman bulunuyor. MBS’nin telaffuz ettiği, “ılımlı İslam’ın” ekonomi cephesinde ne anlam ifade ettiğini, gelin madde madde tartışalım:
1) Yıllardır Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP), ABD’nin Irak’ı işgaliyle simgelenen jeopolitik ve askeri boyutuyla sınırlı tartıştık. Halbuki BOP, önemli ekonomik potansiyeli bulunmasına karşın, henüz kapitalist küreselleşme sürecine entegre olamayan Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da “modernleşme” adımlarının hızlandırılmasını da içeriyordu. Çin ve Hindistan başta gelmek üzere Asya’nın diğer bölümlerinde, nüfusun %10-20 arası sınırlı bir kısmını kapsasa da, bir “yeni orta sınıf” ortaya çıkmıştı. Bu kesimlerin harcama kapasiteleri yanında, Batı’nın yaşam tarzına ve tüketim kalıplarına özentileri, “küresel talebe” canlılık kazandırmış, küresel ekonomik büyümeye hız katmıştı. Ortadoğu’da ise, servetin sınırlı sayıda egemenin elinde yoğunlaşması, nüfusun kalan kısmının mutlak yoksulluğu piyasa mekânizmalarının harekete geçmesini engelliyor. Kadınların ekonomik yaşama dahil edilmesi, eğitimin modernizasyonu BOP’un hem küresel ucuz emek havuzunu genişletmek, hem de tüketimi tetiklemek amaçlarına hizmet eder. MBS’nin “ılımlı İslam” açılımının kadınlara araba kullanma, iş kurma fırsatı gibi hamlelerini işte bu kapsamda değerlendirmekte yarar var.
2) “Arap Baharı” rüzgârlarının estiği dönemde, Mısır’da Hüsnü Mübarek’in, Tunus’ta Zeynet Abidin bin Ali’nin devrilmesi, Bahreyn’de Şii çoğunluğun Halife sülalesine karşı ayaklanması Suudiler üzerinde travmatik bir etki yaptı. Can havliyle kamu çalışanlarının maaşlarına zam yapıldı, eğitim-sağlık başta gelmek üzere sosyal programlara ayrılan bütçe artırıldı, başta enerji olmak üzere sübvansiyonlar korundu. Bu dönemde petrol fiyatlarının yüksek seyri söz konusu paketin uygulanmasına izin verdi. Bir taraftan başta Suriye ve Libya’da Cihatçı hareketlere verilen destek, öte yandan İslami referanslarına karşın, bir şekilde seçim yoluyla iktidara gelmeyi amaçladıkları için Müslüman Kardeşler familyasına duyulan alerji nedeniyle, aktif mücadele bütçenin olanaklarını zorladı, hele bir de petrol fiyatları inişe geçince, ekonomik performansı iyice aşağı çekti.
3) Bilindiği gibi Suudi Arabistan’ın ekonomisi büyük ölçüde petrole dayanıyor. Suudi Arabistan OPEC üyesi ve hâlâ dünyanın en büyük petrol ihracatçısı. Bazı tezler, ekonomileri benzer biçimde petrole dayalı Rusya, İran, Venezuela gibi hasımlarını yıpratmak gayesiyle, ABD’nin Suudlar’a petrol arzını artırmak yolunda telkin yaptığını, bu nedenlerle fiyatların düşük seyrettiğini savunuyor. Diğer bir tez ise, tam aksine, Riyad’ın petrol piyasasına yeni arzı endam eden Amerikan kaya petrolü üreticilerine darbe vurmak amaçlı bir strateji izlediğini öne sürüyor. Çünkü Suudiler’in varil başına maliyeti 7-10 dolarken, kaya petrolcülerinin 50-60 dolar arasında değişiyor. Aralık 2016’da OPEC üyesi olmayan Rusya gibi ülkelerle mutabakat sonucu Suudi Arabistan’ın günlük petrol arzını 1.8 milyon varil kısmasıyla, fiyatlar istikrar kazandı, ülkenin stratejik “oyun kurucu” konumu kanıtlandı. Öte yandan, ihracatının %75’i, kamu bütçesinin ise %72’si petrol gelirine bağlı olan bir ekonominin petrol fiyatlarının oynaklığı karşısında ne denli kırılgan olduğu çok açık görülüyor.
4) Suudi Arabistan, ekonomisine bir yol haritası çizdirmek üzere Amerikalı Mc Kinsey danışmanlık firmasına Vizyon 2030 raporunu hazırlattı. Bilindiği üzere Mc Kinsey, “Sınırsız Dünya” (Borderless World) kitabının yazarı Japon Kenichi Ohmae gibi uzmanları, “bestseller” kitabı Doğan Kitap’tan, “Sınırlarını Zorla” ismiyle yayımlanmış Facebook CEO’su Sherlyl Sandberg türü ünlüleri portföyünde bulundurmuş, küreselleşme ideolojisinin bayraktarlığını yapmış bir “marka”. Vizyon 2030 özetle, Suudi Arabistan’ın neo-liberalizme yelken açmasını, kamu mülkiyetinin daraltılarak özel sektörün ağırlığının artmasını, kamu açığının daraltılmasını, ekonominin petrole bağımlılıktan kurtuluşu için sektörel çeşitlendirme yapılmasını salık veriyor. IMF’nin Ekim 2017 Suudi Arabistan değerlendirme raporu, Batı’nın finansal basınındaki olumlu yorumlar, uluslararası sermayenin bu tasarımının arkasında durduğunu gösteriyor. MBS’nin “amiral gemisi” Neom projesi, Kızıl Deniz kıyısında, alkol ve giyim kısıtlaması bulunmayan bir ortamda, plaj ve kumar merkezi yapma inşa etme tahayyülü de bu kapsamda.
5) Gelgelelim Suudi Arabistan ekonomisi, bunca büyük gelir ve servet uçurumlarına karşın, adı konmamış bir “sosyal sözleşme” temelinde ayakta duruyor. Ülkenin nüfusunun yaklaşık üçte birini, doğu ve güneydoğu Asyalı, hiçbir sosyal hakkı ve iş güvencesi bulunmayan göçmen işçiler oluşturuyor. Ülke ekonomisi bu disiplinli ve çalışkan işgücüne dayanıyor. Yağlı ihaleler, karmaşık bir yönteme göre Kraliyet ailesi mensubu binlerce prens arasında dağıtılırken, sade yurttaş ise, toplam istihdamın %70’ini oluşturan kamudaki işlerden, parasız eğitim, sağlık, sosyal güvenlik güvencelerinden yararlanıyor; baskıcı, şeriat temelli bir rejim belki de bu sayede, Şii azınlığı iyice ezerek ayakta kalıyor. Yerlilerin beceri gerektiren işlerde daha aktif olması planı ise, dini eğitim görmüş, analitik becerileri eksik bir insan malzemesi engeline takılıyor (bkz. Türkiye’nin geleceği). İşsizlik oranı vatandaşlar arasında %12.7, gençler için durum daha da vahim. Hatırlanırsa, MBS’nin Eylül 2016’daki maaşları düşürme kararı, özellikle ordu ve devlet mensuplarının tepkileri sonunda Mayıs 2017’de geri alınmıştı. Bu kısıtlar göz önüne alınınca, Vizyon 2030’un “sosyal sözleşmeyi” bozmaya yeltenmesi MBS’nin işini daha da zorlaştıracak.
6) Vizyon 2030’un önemli bir hedefi de “yabancı sermaye yatırımlarını” cezbetmek. Tutuklanan çoğu eski Kral Abdullah’a yakın prenslerin ve işadamlarının ayrıca banka hesaplarına ve mal varlıklarına el konulduğu bildiriliyor. Wall Street Journal’a göre, bu kapsamdaki toplam servet 800 milyar dolara ulaşabilir. Trump’ın tweetleriyle de desteklenen bu “yolsuzlukla mücadele” hamlesinin (bu arada Trump’ın sağ kolu Twitter’ın ortağı, Velid bin Tellal de Ritz Carlton’un misafirleri arasında!), ekonomik atılımın cansuyu olması hedefleniyor. Burjuva hukukuna göre “hukuken üstünlüğü”, “yatırım güvencesi” gibi teminatlar arayan küresel sermayenin bu “zorbalık” sonrasında, Kasım’daki 8. Riyad Ekonomi Forumu gibi atraksiyonlarla nasıl ikna edileceği bilinmiyor. Anlaşılan, MBS’nin geçen yıl Fransa seyahatinde “canım çekti” gerekçesiyle kendine 550 milyon dolara yat satın alması, “itibarda tasarruf olmaz” derin felsefesi kapsamında doğal kabul ediliyor.
7) Suudi Arabistan’ın ulusal petrol ve doğal gaz şirketi Aramco’nun satışı da MBS’nin gündeminde bulunuyor. Şirkete 2 trilyon dolar değer biçildiği, %5’inin “halka arzıyla” 100 milyar dolar gelir elde edileceği hesaplanıyor. Petrol fiyatları düşük seyrederken, böyle bir girişimin ne ölçüde isabetli olduğu bir tartışma konusu. Ülkenin en önemli varlığı, “saray mücevherini” özelleştirme yetkisinin neye dayandırıldığı, diğer pürüzlü bir nokta. Ayrıca Aramco’nun kârları %85 vergiye tabi. Bu oran korunursa, yatırımcıların halka arza sıcak bakmayacağı; vergi oranı aşağı çekilirse, bütçeye yaratacağı kaybın, “astarı yüzünden pahalı” bir sonuç yaratacağı akla geliyor. Trump, halka arzın New York borsasında yapılmasının güvencesini aldığını düşünüyor. Londra ise, 11 Eylül sonrası çıkarılan “Terörizme Karşı Yasa” nedeniyle, saldırı mağdurlarının hasılata el koyabileceği uyarısıyla, devreye girmeye çalışıyor. Kısaca, Aramco özelleştirilmesi nereden bakılırsa bakılsın netameli bir mevzu gibi görünüyor.
8) Donald Trump, Mayıs 2017 Riyad gezisinin ardından, 110 milyar dolarlık silah alım anlaşması yapıldığını duyurmuştu. Sonradan bu rakam doğrulanmadıysa da, Suudi-ABD “dostluğunun” en önemli dayanağının, İslami monarşiye yüklü silah satışları olduğu bilinen bir gerçek. MBS ile Trump’ın Yahudi kökenli damadı Jared Kushner arasındaki muhabbetin kaynağının da, sırf iki Milenyum kuşağı mensubunun “kimyalarının uyuşmasına” değil, “savunma ihalelerinin” baştan çıkarıcılığına da dayandığı tahmin ediliyor. İsveç merkezli SIPRI isimli kuruluşa göre, 2015’te başka Suudi Arabistan gelmek üzere, dünya silah ithalatının %20’si Körfez İşbirliği Konseyi ülkelerince yapıldı. Daha ekim başında, Kral Salman’ın bizzat Moskova’yı ziyaret ederek Rusya’yla 3 milyar dolarlık S-400 füze savunma sistemi alım anlaşması imzalaması, Riyad’ın sırf Washington’a bağımlı kalmak istemediğinin, aynı zamanda silahlanmanın ülkenin kaynaklarını nasıl emdiğinin açık bir kanıtı.
9) Vahhabi ideolojisi doğrultusunda, Yemen’de, Suriye’de ve en son Katar’a yönelik saldırgan politikaların Suudi ekonomisine büyük maddi yük bindirdiğini söylemeye bile gerek yok. Türkiye ve İran’ın devreye girmesiyle Katar’a yönelik ambargo da geri tepti. Körfez İşbirliği Ülkeleri arasında, sermaye birikiminin kaynağını, “emlak, finans, ticaret, lojistik, iletişim, petrokimya” gibi birçok sektörde egemenlik kuran Suudi ve BAE firmaları oluşturuyor. Katar’la kriz, özellikle re-eksport işleri, lojistik faaliyetleri ile iştigal eden şirketlere büyük zarar verdi, MBS’ye karşı iş çevrelerinde ciddi bir hınç biriktirdi.
10) Fransız Başkanı Emmanuel Macron programında olmadığı halde soluğu apar topar Riyad’da aldı. Görünürdeki neden, Suudilerin Yemen’den atılan füzelerden İran’ı sorumlu tutarak “savaş hali” ilan etmesi. Fransa, BM Güvenlik Konseyi üyesi sıfatıyla, İran’da 2015’te imzalanan “nükleer anlaşmanın” taraflarından birisi. Ne var ki, Macron’u yerinden fırlatan, anlaşma sonrası yumuşama ortamında, özellikle İran’la geleneksel ticari bağları bulunan Fransa ve  İtalya’nın petrol karşılığı yüklü ihaleler alması olmalı. Nitekim 2016 yılında Fransa’nın İran’a ihracatı 3 kat artarak 2 milyar dolara ulaştı. Trump’ın nükleer anlaşmayı geçersiz saydığını söylemesi, Suudi Arabistan’ın ortalığı germesi, ABD ile AB arasındaki başlıca gerginlik konularından birisi. Özellikle ekonomik büyüme sıkıntısı yaşayan Fransa ve İtalya için İran’a yönelik husumet büyük endişe kaynağı.

HAYRİ KOZANOĞLU  / BİRGÜN

‘Gücünü mücadelesinden almış’ bir ‘karizmatik’ti: Arafat’sız 13 yıl - MUSTAFA K. ERDEMOL

‘Resmi’ düşmanlarından çok kendi dünyasından düşmanları oldu. Aynı inançtan, aynı gelenekten, aynı kültürden geldiği ülkelerin, kurumların, kişilerin ihanetine çok uğradı.

 Muhammed Abdurrahman Abdurrauf Arafat el-Kudva el-Hüseyni birçok kişi için bir anlam ifade etmez. Ebu Ammar’ı herhalde Filistin Davası’ndan haberdar olan herkes bilir. Arafat’ı ise bilmeyen yoktur. Bunların hepsi tarihi bir kişiliğe, kendisini “vatanı elinden alınmış bir göçmen” olarak tanımlayan tek bir adama, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün efsanevi lideri Yaser Arafat’a ait adlar. Uzun olanı gerçek adı, soyadı, ikincisi kod adı, üçüncüsü ise büyükbabasının adıdır ama dünya siyaset sahnesinde en çok onunla tanınmıştır. 

Eski Filistin Devlet Başkanı, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) lideri Yasir Arafat, 11 Kasım 2004’te Fransa’nın başkenti Paris’teki Percy Askeri Hastanesi’nde 75 yaşında öldü. Tam 13 yıl önce. Zehirlenerek öldürüldüğü yolundaki iddialar daha sonra naaşı üzerinde yapıldığı belirtilen incelemeler sonucu “çürütüldü” dense de ölümü konusundaki kuşkular hala ortadan kalkmış değil.

Arafat’ın ölümü üzerine yazdığım bir yazıya “İsa’nın Yeniden ölümü” başlığını atmıştım. Okuyanda, “ne ilgisi var?” sorusunu uyandırması bir yana, bu ifade, bir hayli risk de taşıyordu. İnanalım ya da inanmayalım dini anlamda çok özel biri olan İsa’yı sıradan bir ölümlü ile karşılaştırıyordum çünkü. Üç büyük semavi dinden birinin peygamberini, insanlığın mücadele tarihinde benzerleri çok görülebilecek olan Arafat gibi bir şahsiyetle benzeştirmek en hafifinden, “kıyas”lamada densizce bir cüret sayılabilir. Doğrudur gerçekten. Bu “cüreti” göstermemdeki neden, ister peygamber, ister sıradan bir ölümlü olsun, birçok insanın tarihin farklı dönemlerinde benzer mücadeleler verdiklerine inanmış olmamdan kaynaklanıyordu. Yoksa Arafat’a, ilahi bir kisve giydirip, yaptıklarını abartmak gibi bir niyetim yoktu. Arafat, kelimenin tam anlamıyla karizmatikti. Muradım bunu vurgulamaktı.

Siyaset biliminde, karizma bir “meşruiyet” kavramıdır. Lidere/kişiye yüklenen sıradışı özelliklere ortak inanç olarak tanımlanır. Bu “inanç”ın doğru olup olmadığı değil, nasıl üretildiği önemlidir. Örneğin Castro için Küba’da halkın “Fidel bir anda iki yerde birden bulunur” demesi ya da Atatürk’ün halk arasında dile getirilen kimi davranışları örnektir buna. Karizmatik bir lider, sistemin meşruiyet kaynağı olabiliyor.

“Karizma” aynı zamanda talihsiz de bir sözcük. Gerçek anlamlarından haberdar olmadan kullandığımız birçok örnek vardır böyle. Sözcüğün talihsizliği, günümüz paparazzi dünyasında, cinslerarası ilişkilerde, kadın ya da erkek muhatabın “cazibe”sini vurgulamak için kullanılır hale getirilmesi. Arafat için kullanıldığında komik olmaz ama sözün gelişi Tom Cruise için kullandığınızda, kelimenin asıl anlamından haberdar olanları güldürürsünüz.

Çünkü “karizma” sözcüğü din kaynaklıdır. Hıristiyan terminolojiye aittir. İsa’nın, takipçileri adına çektiği sıkıntıyı ifade eder. İsa’nın, iddiaya göre, çarmıha götürülürken kendisini taşlayanlar için,“Tanrım onları affet, çünkü bilmiyorlar,” dediği söylenir. Bunu ya da benzerlerini ifade eden sözcüktür “karizma”. Temelinde “gücünü Tanrı’dan alan acıya karşı direniş” anlamı da yatar.
İsa’nın kendisine inananlarınkini yüklendiği gibi, Arafat’ta, dünyanın en talihsiz halklarından biri olan Filistin halkının acısını yüklenmiş, mücadelesini, elbette çokca yanlış da yaparak sürdürmüş, yani tam da Ortadoğu coğrafyasına uygun bir karakter olarak, “gücünü mücadelesinden almış” bir “karizmatik”ti. Bu yüzden ölümüyle ilgili yazdığım yazıda “İsa yeniden öldü” demiştim. Her karizmatik’in ölümü acıya direnmenin de ölümüdür çünkü.

Kişisel acıları da tüm yaşamını kaplamıştır Arafat’ın. Örneğin dört yaşında öksüz kalmıştır. Eşinin ölümünden sonra yedi çocuğuna bakamayan babası ile ilişkileri iyi olmayan bir evlattı. Babası öldüğünde cenazesine katılmayacak kadar kötü bir ilişkisi vardı. Mezarını bile hiç ziyaret etmemiştir. Kendisiyle röportaj yapmaya gelen gazetecilere ailesiyle ilgili soru sorulmamasını şart koşmasını anlayabiliyor insan.

“Resmi” düşmanlarından çok kendi dünyasından düşmanları oldu. Aynı inançtan, aynı gelenekten, aynı kültürden geldiği ülkelerin, kurumların, kişilerin ihanetine çok uğradı. “Resmi” düşmanı İsrail’le yaptığı barış görüşmesini eleştiren İslam ülkelerinin bazıları, İsrail’le gizli kapaklı ilişkiler yürüten ülkelerdi. Sığındığı kardeş(!) Müslüman ülkelerden kovuldu yıllarca. En büyük desteği zaman zaman ters düştüğü Hafız Esad’dan gördü. Esad, Arafat’a kızgınlık duysa da binlerce Filistinli’yi topraklarında barındırdı, Filistin Kurtuluş Örgütü’ne koşulsuz destek verdi. Bunun dışında Arafat ve davası İslam dünyasından beklediği desteği hiçbir zaman tam olarak alamadı.

Liderliğinde dengeleri korumaya ne kadar dikkat ederse etsin, bazen tavizkar tutumları da oldu. Yaşamın sonlarına doğru Filistin’de gelişen İslami örgütlere karşı kesin bir tutum almadı. Bunun ne kadar yanlış olduğu ölümünden sonra anlaşıldı. İslamcı Filistinli örgütler, FKÖ’nün tüm dünyaya kabul ettirdiği Filistin Davası’nı gerilettiler. Hamas, Dava’yı da Filistin’i de ikiye böldü. Yakın zamanda, El Fetih’le yeniden uzlaşıncaya kadar bu bölünme devam etti.

Arafat, İsrail ile ABD’nin ısrarla söylediği gibi “terörü” bir yöntem olarak asla benimsemedi. İsrail yayılmacılığı ve “devlet terörü” karşısında halkı adına meşru savunmaydı yaptığı. Bunu, zamanı geldiğinde İsrail’le barış müzakereleri yapmakla gösterdi. 1991’de Madrid Konferansı’nda yaptığı buydu. 1993 Oslo İlkeler Anlaşması’nda da barış için çabaladı. 2000 Camp David Zirvesi de bunların arasındadır. Bu çabalar sıralanırken, çokça taviz verdiği de görmezden gelinmemeli. Liderliğini daha sonra bir hayli sorgulatan tavizlerdir bunlar. Bu nedenle Filistin’deki sol örgütlerin desteğini tamamen kaybetti. Ama “ne olursa olsun barış” talebinden vazgeçmedi. Bu nedenle, dönemin İsrail Başbakanı İzak Rabin ile birlikte 1994 Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü.

Aldığı ödülle dünyaya lİderliğini, gücünü, “karizmasını” bir kez daha göstermişti ama Filistin’deki laik, merkez sol zemini Hamas başta olmak üzere İslamcılara kaptırmıştı. Ölümünden sonra birliği parçalanmış, uğruna mücadele edilecek toprak parçası azalmış, dünya kamuoyunun desteğini eskisi kadar alamayan bir Filistin bıraktı arkasında.

Düşmanlarının saygı duyduğu “kardeş  ülkelerin” evlerinde barındırmayıp ülke ülke süründürdüğü bu “vatansız göçmen” yanında çok az kişi barındırdı. Güvenmediği için uzak durdu birçok kişiden. Kendi kendinin “sürgünüydü” biraz da.
Ama 13 yıldır yok ve Filistin gerçekten çok ama çok sessiz.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

14 Kasım 2017 Salı

Yaşlı bir cahilin fuar anıları - ORHAN GÖKDEMİR

“İstanbul kitap fuarı neden İstanbul’da değil?” diye soruyordu bir kitapsever.
Çok haklı bir soru. Birkaç İstanbul var artık. O İstanbullardan bir kısmının bir merkezi bile yok. Mesela Küçükçekmece.
Neresi ola ki merkezi?
Eskiden Küçükçekmece gölü kıyısında küçük bir köyden ibaretti. Göl kenarındaki yazlıklarıyla güzel bir yer bile sayılabilirdi. Tren geçerdi içerisinden. Şimdi tren geçmiyor, söküp attılar. O güzelim durakları da. Göl kenarında gölle köyün bağını silip atan yüksek biçimsiz binalar yükseliyor AKP usulü. Eski köy merkezine ne girmek mümkün ne çıkmak. Meydandaki turşucuları yıktılar, “sarı kanarya” kuru fasulyeciler trenle beraber çekip gitti. Mezbaha sökülüp taşındı, o meşhur kasaplardan da, şahane dönercilerden de kurtarıldı meydan. Tam ortasında bir “fışkiye” var şimdi, etraf beton. Kimliksiz kişiliksiz bir Ankara kasabasına döndü güzelim köy.
Fuara “metrobüs”den başka bir araçla ulaşmak mümkün değil. O da sürprizli bir araç. Binmek şans işi; bindin diyelim, inmek de şansa bağlı. Çekmece kıyısında duruyor otobüs. Yarım saat bekliyoruz. Yolun birinde kazı çalışması var. Kazısız olmaz. Bir tür ibadete döndü inşaat uzun zamandır çünkü. Ekonomimiz, her şeyimiz inşaata, kazıya, betona, sarı Tayyiban kamyonlarına bağlı.
Küçükçekmece Köyünün az yukarısındaki eski adı “Safraköy” olan ama neden sonra “safra”sı atılıp “sefa”ya dönüştürülen duraktan binip fuara uzun bir yolculuktan sonra ulaşıyoruz. Küçükçekmece neyse fuar da o. Kitaplar olmasa ucunda, şehirdeki aynı bildik kakofoni burada da sürüyor.
Peki, burası İstanbul mu gerçekten?

***
Ulaşımda çektiğimiz onca sıkıntıya rağmen az zaman var fuara ayıracak. Kitap imzalayacağız, ardından Silivri’nin yolunu tutacağız. Silivrili dostlarla, yoldaşlarla “başka türlü bir cumhuriyetin imkânları” üzerine sohbetimiz var. Ama önce kısa bir fuar turu. Şanslıyım, Tekin de, Yazılama da, Say da aynı salonda. Zaten anca bir salonu dolaşmaya vaktim var. Hızlı bir tur atıyorum. Kalabalık, en çok da abur cubur basan yayınevleri önünde.
Bazı kitapları gözüme kestiriyorum o kalabalıkta. Yazılama’da pek çok yeni kitap var. Şimdilik Jörg Kronauer’in “Yeni Alman Dünya Politikası-Her Zaman Tetikte”sini ve Nevzat Evrim Önal’ın “Bilmiyorlar Ama Yapıyorlar”ını not edeyim. Say’da benim de katkım olan ve Bruno’nun cumhuriyetçi çetesini konu edinen “Yasaklanmış Evren” yetişmemiş. Ama müthiş bir kitap var tezgâhında; “Aklın İmparatorluğu-Zerdüşt’ten Günümüze İran Tarihi”. Yazarı Michael Axworthy. Berfin Yayınlarında bir hazine buluyorum. Arif Tekin’in “Kuran’ın Tarihçesi ve Yazım Serüveni”ni fuardan önce okudum. Etkileyici bir çalışma. Arif Tekin eski bir imam. Kendi kendini yetiştirmiş. Sonra Turan Dursun’un izinden yürümeye karar vermiş. Pek çok ürün vermiş az zamanda. “Bilinmeyen Yönleriyle Muhammed’in Ölümü”, “İslam’da Cinsellik”, “Muhammed’in Hocaları” fuarın getirisi. “Hocalar”dan başladım, pek çok şey öğrendim.
Tekin’den Doğan Avcıoğlu’nun “Rejim ve Devrim”ini edindim. Kitabı hazırlayan, yakın zamanda kaybettiğimiz Doğan Yurdakul. Kitap “Yön” ve “Devrim” dergilerindeki Avcıoğlu yazılarından yapılan bir seçki. Kazım Eroğlu ile Tekin’de ayaküstü tanışıyoruz. “Kulluğa Yoktur Rızamız” onun yeni verimi. Diyor ki Eroğlu, “Alevilerin feodal Selçuklu ve Osmanlı yönetimlerine karşı yürüttükleri sınıf mücadelesi görülmeden Alevilik kavranılamaz.” Yani salt din meselesi değil mesele. Hem ne zaman din meselesi dünyevi meselelerden ayrılabilmiş ki?
Bugünkü gericiliğin arkasında da azgın bir paylaşım savaşı yok mu?

***

“Liva-i Resmo”, Resmo Livasının tahrir defterleri üzerine bir çalışma. Yazarları Evangelia Balta ve Mustafa Oğuz. Resmo Girit’in büyük kentlerinden biri. Eskiden adadaki dört yönetsel merkezden biriymiş aynı zamanda. Evangelia Balta Karamanlılar üzerine çok değerli çalışmaların yazarı. Kendisi de bir Karamanlı, Kavalalı. Eserleri arasında Karamanlıca yazın üzerine hacimli bir kitap var; “Gerçi Rum isek de, Rumca Bilmez Türkçe Söyleriz.” Karamanlılar Rumca bilmemelerine ve Türkçe konuşmalarına rağmen Ortodoks Hıristiyan oldukları için mübadelede karşı kıyıya sürülmüş bir halk.
“Mehmet Talat Paşa”, Prof. Dr. Hasan Babacan’ın çalışması. Tevfik Çavdar’ın “Talat Paşa”sı ile birlikte bir devrimcinin portresini anlamak için değerli. Jakop Phılıpp Fallmerayer’in “Trabzon İmparatorluğu Tarihi”nin ilgimi çekmesinin sebebi serde Karadenizlilik olması. Nevzuhur gericiliğin üzerine bir kâbus gibi çökmesine rağmen hala sırlar barındıran bir kent, bir bölge burası. “Rusya Tarihi”, Akdes Nimet Kurat’ın bir çalışması. Kurat, Ekim Devrimi kaçkını “Türkçü” bir Tatar vatandaşı. Devrimden sonra yolunu bulup kaçmış, Almanya’da tarih eğitimi almış, Türkiye’ye yerleşmiş. Temel ilgi alanı Rusya tarihi. “Rusya Tarihi” adlı çalışması başlangıçtan 1917’ye kadar olan Rusya tarihini inceliyor.
Madem yazı ile ilgili sohbetimiz, iki ilginç çalışmayı zikrederek bitireyim. İlki Prof. Dr. Nuray Yıldız’ın “Eskiçağda Yazı Malzemeleri ve Kitabın Oluşumu” adını taşıyor. Taştan deriye, kemikten papirüse pek çok yazı malzemesi inceleniyor kitapta. “Eskiçağ”dan kasıt ise daha çok Yunan-Roma eskiçağı. “Türk Yazı Devrimi”, Bilal N. Şimşir’in çalışması. Anlaşılacağı gibi o üzerine çok konuşulan fakat az şey bilinen “Latin elifbasına geçiş”in tarihi üzerine bir çalışma. Yarım kalan devrimimizin devrimci işlerinden birinden söz ediyor. Arap elifbası aşkının yeniden nüksettiği bu günlerde mutlaka okunmalı.
 
***

Elimde ağır bir poşet fuar alanının çıkış kapısındayım. Övünç’le Silivri’nin yolunu tutuyoruz. Silivri, fuar alanına yarım saat mesafede. Normal şartlarda tabii. İstanbul’da normal şart ne gezer? Silivri’de belediyenin restore ettiği bir taş binada söyleşimiz. Oldukça sıcak, sevimli bir mekân burası. Yeni bir cumhuriyeti konuşmak için az ama yeni bir cumhuriyet kurmak için yeter sayıda yoldaşımız var salonda. Tuhaf, söyleşi bir yerinde Karadeniz’e doğru meylediyor. Sonra gelenler arasında epey bir Karadenizli olduğunu anlıyorum. Ülkemizde çok şükür hala hemşeriliğin bir hatırı var!
Silivri merkezini yitirmemiş bir kasaba. Bu da onu sevimli kılıyor. Denize açılan her yer eninde sonunda sevimlidir. Dedim ya serde Karadenizlilik var. Dönüşte yeni bir cumhuriyet kurduğumuzda yıkmamız gereken ne kadar çok şey olduğunu konuşuyoruz.
Devrime rağmen kirli sarı Tayyiban kamyonlarına muhtaç olacağımızı fark edip kederleniyoruz.

***

“E hep kitap mı anlatacaksın” dediğinizi duyar gibiyim. Evet. Son biri iki yazıdan sonra öfke titreşimleri dolaştı havada. Arkadaşlardan biri pek cahil olduğumu ima etti. Diğeri –Dionysos affetsin- yazılarımı sarhoş yazdığımı, o nedenle de ne dediğimin farkında olmadığımı söyledi. Hayır, o bilgili ve ayık arkadaşları tekzip ediyor değilim. Cahilim, öğrenmeye çalışıyorum. İçkiyi severim ama çok içtiğim söylenemez. Doğru; içkideki vergi oranı alkol oranını geçeli beri bunda bir gericilik sezdiğimden, bir direniş mevziisi olarak görüyorum içkiyi ve içmeyi. Çok şükür, Ermenilerimizi ve Rumlarımızı azaltan mübadeleden sonra kaybolan içki kültürünün yeniden yeşermesi için elinden geleni yapıyor AKP. Halkımız artık sadece içici değil, üretici de. Sevinçliyiz hepimiz, neşe doluyoruz bunu görünce.
Gördüğünüz gibi aldım kitaplarımı, dersime çalışıyorum. Affettireceğim kendimi eleştirmenlerime. Dilerlerse Alper Taş gibi okurken “selfie” çekip gönderebilirim de. Böyle bir iklimde her söz karşılık bulur, her şey mümkündür!
İçmeyeceğiz madem, yürüyüşe çıkalım bari. Kemal Beyi de çağırırız belki, hep birlikte adalet ararız!

Orhan Gökdemir / SOL

Vergi cenneti mi dediniz? - OĞUZ OYAN

Cumhuriyet Gazetesi ve muhabiri Pelin Ülker iyi bir iş başardı. "Paradise Papers" ("Vergi cenneti belgeleri") olarak adlandırılan ve 13,4 milyon belgenin ortaya çıkarılıp yayınlanmasını kapsayan gazetecilik olayında Türkiye'den tek basın kuruluşu olarak rol aldı. (96 ülkeden 382 gazetecinin bir yıl bu belgeler üzerinde çalıştığı ifade ediliyor). Bu haber dizisi (6-11 Kasım tarihli Cumhuriyet Gazeteleri) Panama Belgeleri'nden sonra yeni bir şok dalgası oluşturdu.

Peki, şok kimin için?
Kuşkusuz böyle bir duyarlılığa sahip olan politikacılar için. Daha doğrusu, politikacıları hesap vermeye/istifaya çağıran duyarlı bir demokratik kamuoyu için. Birincisinin namevcut olduğu, ikincisinin ise zaten kısıtlı ve uzun süredir de baskı altında olduğu Türkiye örneğinde herhangi bir şoktan söz edilebilir mi?

Gerçi Başbakanın da, bu belgelere göre oğullarının şirketlerinin Malta'ya kayıtlı olduğu ortaya çıktığında sıkıntılı bir halde olduğu görülüyordu. Nitekim buradan sorular gelebileceğini öngörerek hazırlık yaptığı da anlaşılıyordu. Ama savunmadan saldırı konumuna geçmekte de gecikmeyerek: Bu iş küreselleşmenin icaplarındandır, illegal değildir ve varsa bir sorun denetime de açıktır, buyurun denetlensin... Şimdi kendi kamuoyunu parti grubundan ve daha doğrusu Saray'daki tek adamdan ibaret sayan bir politikacı açısından tabii meydan okumak kolaydır. Saray'dan bir "siyasi ahlak" azarı işitmeyeceği de garanti olduğuna göre...

Gelelim denetimi göreve çağırmaya ilişkin meydan okumasına.
Hangi denetimi?
Yargı denetimi diyorsanız, Allaha ömür. Zaten işin legal olduğunu söyleyerek yolu baştan kesmedi mi?
Devletin denetim kurumlarını diyorsanız, unutun gitsin. Zaten kurumların bir kısmı kapatıldı (Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Maliye Teftiş Kurulu, vs.), Sayıştay gibi Meclis adına denetim işlevi olan kurumlar da gerçek bir denetim yapamayacak şekilde iktidarın güdümüne bağlandı. Geriye tek mekanizma kalıyordu: Meclis Araştırma Komisyonu aracılığıyla denetim. Üstelik bu komisyonda da iktidar partisi Meclis'teki sayısı oranında çoğunluğu sağlayacaktı. Ama kuşkusuz izin verilemezdi ve verilmedi. Peki şimdi şu kof "denetlensin" meydan okumasına ne nedir? Sıfat bulmayı okuyucuya bırakalım.
Ama siyasi muktedirler bu kadarıyla yetinemezdi kuşkusuz: Yargı denetimi göreve çağrılmayabilirdi ama yayını yapan gazete ve yazar hakkında suç duyurusunda bulunulabilirdi. Bu da eksik edilmedi; çünkü bu 'hadsizlere' hadleri bildirilmezse meydanı boş sanabilirlerdi!

***

Vergi cennetine şirket ve para kaçıranlar kuşkusuz siyasetçi yakınlarıyla sınırlı değildir; ama tümü sermaye sınıfının üyeleridir. Gerçi başka türlü olması zaten mümkün değildir, fakat sınıf perspektifinin unutturulmaya çalışıldığı günümüzde her fırsatta altının çizilmesi de şarttır. Bu bağlamda, Türkiye'de iktidar partisinin yönetici kesimleri de zaten kapkaç kapitalizminin asli üyeleri konumundadırlar.

Şimdi buradan Cumhuriyet'teki yazı dizisinin birinci bölümünün birinci sayfadan tanıtımı için verilen spota bir itirazımızı dile getirelim. Deniliyor ki, "Türkiye, dünyanın en yüksek vergisini ödeyen vatandaşlar ve şirketler ülkesiyken Başbakan'ın vergiden kaçınmak için Malta'yı tercih etmesine ilişkin sorularımızı avukatları yanıtlamadı".  (6 Kasım 2017) "Dünyanın en yüksek vergisini ödeyen vatandaşlar ve şirketler" ifadesi yanlış olmak bir yana, adeta Türkiye'deki yüksek vergilerden kaçınmayı meşrulaştırır gibidir. (Gerçi burada 'halkına reva gördüğü yüksek vergilerden kendisi kaçınmaktadır' zıtlığı vurgulanmak istenmektedir ama yanlış varsayımdan yola çıkılınca gene yanlışa götürmektedir).

Şu düzeltmeleri yapalım:
Bir kere Türkiye hiçbir zaman dünyanın en yüksek vergi yükünün olduğu bir ülke olmamıştır, AKP döneminde hiç olmamıştır.
İkincisi, vatandaşların toplamı açısından da, hiçbir sınıf farkı gözetilmeksizin, yüksek vergi yükünden bahsedilemez. Türkiye'de yüksek olan tek yük dolaylı vergi yüküdür, onun da toplumun yüksek gelirli kesimi üzerindeki yükü çok düşüktür.

Şirketler kesimi açısından Türkiye'de dolaysız vergi yükünün yüksek olduğunu iddia etmek ise, sermayenin bile pek başvurmadığı bir yoldur. Gelir Vergisi, düşük gelir düzeylerinde artışlı, orta gelir düzeyinden itibaren ise tek oranlı yapıdadır. Kurumlar Vergisi ise düşük bir tek oranlılığa sahiptir. (ABD'de Trump daha yeni yüzde 35'ten bizim cari yüzde 20'lik orana inmeye
çalışmaktadır).
Dolayısıyla, şirketler açısından vergi cennetlerine kaçış, düşük vergilemeden sıfıra yakın vergilemeye kaçış doğrultusunda gerçekleşir; yani son derece açgözlü bir davranış biçimidir. (Sermaye açısından bu tür davranışların etik kodlara uymasını bekleyemezsiniz; marifet, bunu öngörmek ve önleyebilmektir).
Türkiye'de vergi yükü görece yüksek olan tek kesim ücretlilerdir, çünkü hem gelir vergisinin büyük bölümünü (milli gelir paylarının iki katından fazla vergi payını) öderler (ücret gelirlerinin gerçek düzeylerinden beyan edilmeleri halinde bu yük artar), hem de dolaylı vergileri üzerlerinde taşırlar.
Vatandaşın ücretli bölümünün vergisi yüksek evet, ama bunların off shore hesaplara yöneldiği hiç duyulmamıştır! Haberin doğrusu budur. (Tek istisna, süper ücretli CEO'lar olabilir belki, ama onlar da sermaye sınıfına daha yakın konumlanırlar, bir geçiş kategorisi olma yolundadırlar).

***

Pelin Ünker'in yazı dizisinde (Çiğdem Toker'in de köşesinde vurguladığı gibi) AKP'nin kendi yasal düzenlemesini uygulamaya sokmamak yoluyla vergi cennetlerinin kapısını açık bırakma kötü niyeti de vardı.
13 Haziran 2006'da kabul edilen 5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanunu'nun 30. Maddesinin 7. Fıkrasında aynen şöyle yazıyordu: "Kazancın elde edildiği ülke vergi sisteminin, Türk vergi sisteminin yarattığı vergilendirme kapasitesi ile aynı düzeyde bir vergilendirme imkânı sağlayıp sağlamadığı ve bilgi değişimi hususunun göz önünde bulundurulması suretiyle Bakanlar Kurulunca ilan edilen ülkelerde yerleşik olan veya faaliyette bulunan kurumlara (tam mükellef kurumların bu nitelikteki ülkelerde bulunan iş yerleri dahil) nakden veya hesaben yapılan veya tahakkuk ettirilen her türlü ödemeler üzerinden, bu ödemelerin verginin konusuna girip girmediğine veya ödeme yapılan kurumun mükellef olup olmadığına bakılmaksızın % 30 oranında vergi kesintisi yapılır."
Basitçe şöyle: Yabancı ülkelerdeki kurumlara nakden veya hesaben yapılan her ödeme %30 Kurumlar Vergisi'ne tâbidir. Şu şartla ki, bu ülkeler, altını çizdiğimiz bölümdeki gibi, "Bakanlar Kurulunca ilan edilen ülkeler"den olsun.
Peki bu ülkelerin listesini 2006'dan beri ilan etmeyen kim?
Bakanlar Kurulu. Bakanlar Kurulu'nun başında kim var?
2006'dan bu yana üç isim var da şimdiki başbakan hep bakanlar kurulunda zaten. Şimdi burada artık legal-illegal tartışması çok hafif kaçar. Bakanlar Kurulu listeyi ilan etmediği için durum legal, ama 11 yıldır liste açıklamayan Bakanlar Kurulu'nun hukukiliği nerede?
Ya siyasi ahlak?
Meclis'in yasama hakkını iğdiş eden yarı-mamul yasalar çıkarma (yasama yetkisini tamamlamayı yürütmeye devretme) uygulamasının, yetkinin kötüye kullanılmasına dönüşebileceği daha iyi nasıl gösterilebilirdi ki? Hukuk fakülteleri ile maliye bölümlerinde örnek vaka olarak incelenebilecek değerdedir.

***

Bütün bunlar bir yana, aslında şirketler Türkiye'de kalarak kârlarına kâr katmayı bilmektedirler. Özelleştirmelerden, kentsel rantlardan pay kapmak sermaye birikiminin tercihli kanalları olagelmiştir. Ballı teşvikler tek tek sayılamayacak kadar çok ve çeşitlidir. Bunların bile usulüne uygun olmadığına dair kayıtlar şu içi boşaltılmış Sayıştay raporlarına bile girebilmektedir. Ayrıca mega projelerden pay kapmak ve yolcu-hasta-araba geçiş sayısına göre onlarca yıl sürecek garantiler almak, dünyada görülmemiş kâr oranları sağlayabilir. Kamu-özel ortaklığı projelerinin seçilmiş müteahhitlerinin zarar etmeleri adeta imkansızlık sınırları içine girmektedir. Bu arada görünmeyen yağma alanları da vardır. Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu'na (TMSF) 15 Temmuz 2016 sonrası devredilen 1.019 şirketin 47 milyara ulaşan aktif büyüklüğü acaba nasıl kullanılmaktadır?
Gene Sayıştay'a göre, bu Fonun kaynakları usulsüz bir biçimde bazı şirketlerin borçlarının ödenmesine tahsis edilebilmektedir. Peki, İşsizlik Sigortası Founu'nun nasıl işsizlere değil de sermayeye kaynak aktarmak için çalıştırıldığını bilmeyen kaldı mı?
Sendikalardan çıt yoktur.
Peki şu kapalı kutu Türkiye Varlık Fonu'nda neler oluyor?
Bu Fon kime hizmet ediyor ve edecek?
Ya otomatik/zorunlu Bireysel Emeklilik Sigortası fonları?
Türkiye'den daha iyi kazanç cenneti mi olur?
Peki hâlâ yurt dışına sermaye transferlerinin nedeni nedir?
Yağma Hasan'ın böreğinin birgün bitebileceği kaygısı mı?
Ya da birgün TMSF'ye aktarılan şirketler arasına girme veya iktidar olanaklarını yitirme kaygısıyla güvenli limanlarda karagün akçesi biriktirmek mi?

Oğuz Oyan /SOL

Sahte demokratlarla gardırop Atatürkçüleri - ŞÜKRAN SONER

Ülkemizde çok sık, çarpıcı örnekleriyle bir madalyonun iki yüzünde yer alır, aralarında hiçbir bağ olmadığı vitrininde, hem de neredeyse aynı zaman dilimleri içinde, geleceğimize de dönük, başımıza çok büyük ortak dertler açarlar... 

 12 Eylül’ün ilk haftası içinde, Özal’ın sözcüsü Pakdemir’li 24 Ocak Kararları doğrultusunda, ekonominin düze çıkarılması için ilk iş olarak gelir dağılımı, ücretlerde bozulan piramidin düzeltileceğini duyuruyordu. Özal, işveren konfederasyonu yöneticiliğinden 12 Eylül darbe yönetiminin ekonomik danışmanlığına terfi etmişti.
 
Cuntanın ilk konsey kararlarıyla, grevlerin yasaklanması, DİSK’in kapatılması, sendikalarının yönetimlerinin kayyımlara teslim edilmesi, tavandan tabana yöneticilerinin gözaltı, işkence, üç yıl sürecek tutuklulukları sağlanmıştı... Türk-İş’in bir kısmı iç yazışmalı sıkıyönetim kararlarıyla fiilen sendikal faaliyetlerden koparılıp teslim alınması ile yetinilmemiş, işçinin yılların birikimi kıdem tazminatları hakları bir gecede ağır tırpanlanarak işveren kasalarında bırakılmış, sözleşme yenileme hakları, darbe yönetimi denetiminde tahkim sistemine devredilerek, sadece ücretlerin değil, kazanılmış hakların geri alınmaları hızlı sürecine geçilmişti... 
 
Türkiye için lüks ilan edilen 1961 Anayasası, 63 sendikal, 212 basın özgürlüğü.. başta pek çok yasayla, demokrasiye, sosyal devlete, sola, özgürlüklere açılım düzenine, 12 Mart ile gelen acılı, ağır bedelleri olan tırpanlamalar, örgütlülüklere, kitlelere ödetilen bedeller yetmemişti. 12 Eylül sabahı otostopla gazeteye Cağaloğlu’na gitmemde yardımcı olan sivil görevliler kendilerince dostça uyarıda bulunurken 12 Eylül’ün 12 Mart’a benzemeyeceğini, uzun soluklu 7 yıllık süreçten söz etmişlerdi. 12 Eylül anayasasına giren, Konsey yönetimine kalıcılık kılan 7 yıllık geçici maddeleri önceden biliyor olmalıydılar.
 
Çok çıplak Demirel sivil iktidarında 24 Ocak Kararları’nın istenilen acımasız boyutlarda uygulanabilirliği, ülkenin güçlenmiş sendikal, sol siyasal, toplumsal örgütlülükleri içinde gerçekleştirilemeyeceği içindir ki, 1 Mayıs 1977 provokasyonu en çarpıcı örnek, bir dizi terör de içinde provokasyon çatışmacılıklarla 12 Eylül darbesiyle, küresel proje artı darbe gücüyle, ülkenin yürüyüş rotasına yön değiştirilmişti. Bir yüzünde 1983 sonrası sivil iktidarlara geçişte, aynı modelin güçlü temsilcisi Özal’a, “askerlerin adaylığını veto ettiği lider” elbisesi giydirilerek sivil lider, parti başkanı kimliği verilmesi vardı. Diğer yüzünde kelimenin tam anlamıyla gardırop Atatürkçülüğüne sığınmış askeri darbe yönetimi, Gülen Cemaati, siyasal İslamın kollanmasında, eğitimi, çocukları içine katarak, solculuğu yıkmak adına katkılarda bulunmuşlardı. 

***

Bu gerçekliğini kimselerin yadsıyamayacağı gelişmeleri, bugünkü yaşadıklarımızla tersine gibi görülen çarpıcı benzerlikleriyle anımsamadan edemedim... 16. yılına giren iktidarlarının yaşanmış bir 13 yıllık sürecinde Gülen Cemaati ortaklığı ile alınmış, yürünmüş yollarda, askeri darbe hem de gardırop Atatürkçülerinin katkılarını yadsıyabilir miyiz? Amerika odaklı, AB destekli “ılımlı İslam, yeni Osmanlıcılık” olarak biçilmiş kaftanla İktidarları yürüyüşü projesi, dünya dengeleri içinde yürüyemez olarak rafa kaldırılınca, değişime uyum sağlanamadı. Ortadoğu’daki yeni paylaşım haritaları, çatışmalarına onay veremeyecek noktaya düşen Liderlik ile Amerika merkezli dünya çapında örgütlenmiş Cemaat’in yolları 17 Aralık vitrin keskin çatışmacılığa evrildi. Sivil otoriterleşmenin içinden sivil darbe ile yeni otoriterleşmeye geçiş sağlanamayınca, milat ilan edilmiş 17 Aralık çatışması yetmeyince gündeme TSK’nin bulaştırıldığı FETÖ’cü darbe girmişti.
Laik Cumhuriyet rejimi, kurtuluş, kuruluş savaşları destanlarının kazanımları, Atatürk devrimleri hedef tahtasına oturtulmuş, siyasal İslamcı kimlikli örgütlenme, inanç sömürülerek, Mısır-Mursi-Rabia işaretleri simge kılınarak yürünmek istenen yolda Liderlik gücüyle, yeni Ortadoğu gelişmeleri, dengelerinde yürüyebilmenin çaresi kalmadığında, Atatürk’ün öldüğü gün milat yapılarak, Atatürkçülük vitrinine sarılmak, gardırop Atatürkçülüğünün ta kendisi değil mi?

Şükran Soner / CUMHURİYET

Aksırıncaya tıksırıncaya kadar... - Nevşin Mengü

gazeteciler.com, Başbakan Binali Yıldırım’ın Washington DC ziyaretinden gazeteci enstantanelerini yazmış.
Heyetteki gazeteciler DC’de meşhur bir Brezilya etçisinde gitmişler, kim en babayiğit belirlemek için en çok et yeme yarışı yapalım demişler. Sitenin ifadesine göre de, “yedikçe yemişler”. Yesinler gözümüz yok.
Yeme yarışı yapma teklifi Kanal 7 Genel Yayın Yönetmeni Zahid Akman’dan gelmiş. En çok eti de A haber Genel Yayın Yönetmeni Haluk Çimen yemiş.
Yakışmış,
 Maşallah!
Site, haberini fotoğraflarla bezemiş. Ağalar gibi paşalar gibi bizim meslektaşlar sofranın başına üşüşmüşler, garsonlar da ha babam masaya et taşıyor...
Türkiye’de muhafazakarlığın yükselişi ile et lokantalarının patlaması aynı zamanlara denk gelir.
Hep merak ederim, bu ikisinin toplumsal bir ilişkisi var mıdır diye. Üzerine araştırma yapmadım sadece gözlemlerim var.
Bir yanda daha az muhafazakâr görüntü çizen, işadamından futbolcusuna herkesin bin bin hesap bırakıp “lokumları” mideye indirdiği Nusret. Kendisi aynı zamanda instagram üzerinden Türkiye’nin bir anlamda yüzü olmayı başardı. Ölü bedenleri okşayan videoları like yağmuruna tutuluyor. Diğer tarafta da, bir yanıyla daha muhafazakâr, öte yanıyla, şamdanlarıyla varaklarıyla ölesiye extravagan Ramazan Bingöl’ler ve diğerleri.
Et bir tarafıyla çok maço, eril. Mangalı hep baba, ağabey yakar ya bizim toplumda. Et erkek işidir, erkek pişirir. Ve buna da bağlı olarak güç göstergesi. Bir oturuşta hamuduyla danayı, koyunu yemek, bunu alabilecek param var demek. Ve tabii yaşama hakkı üzerinde son sözü söyleme kudreti. ‘Bu kuzular, bu danalar, hep bu ağalar paşalar, yesin, sindirsin, güçlensin!’ diye kesilir. Beylerin zevkine göre de dinlendirilir, marine edilir, masaya getirilir. Güç gösterisidir bu, hükümran olanın muvaffakiyetini şanladırma gösterisi.
“Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Efendiler pek açsınız, bu çehrenizde bellidir
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir?
Bu nadi-i niam, bakın kudumunuzla müftehtir!
Bu hakkınız gazanızın, evet o hak da elde bir…”
Ne var ki Başbakan Yıldırım’ın heyetiyle birlikte, temasları izlemek için DC’ye giden gazetecilerin de bir yandan sıkılıp alternatif faaliyetlere yönelmiş olmaları normal. Bir siyasinin yurtdışı temasını izlemek, görüşmelerin gerçekleştiği binada, toplantı odasının dışında oturup görüşmenin bitmesini beklemekten ibaret. Görüşme bitince, bir görevli gazetecilere geliyor, şu şu konuşuldu, bu bu anlatıldı diyor, gazeteciler de bunu yazıyor. Çok yorucu, araştırma isteyen bir durum yok. Zaten bundan ekstrasını öğrenebilmek için en azından bir yabancı dile hakim olmak gerekiyor.
Aslında Türk gazetecilerin bir Brezilya lokantasını tercih etmiş olmaları bir açılım sayılır. Heyette bulunan gazeteci arkadaşlar belli ki, Batı gezilerine gide gele alışmış. İlk zamanlarda gazeteci arkadaşlar, Türklerin ya da Arapların işletmediği lokantalarda helal et olmaz, domuz eti karışmış olabilir gerekçesiyle tercih etmezler çekinirlerdi. Bu çekinceleri gitmiş rahatlamışlar gibi görünüyor.

Afiyet olsun!

Nevşin Mengü / BİRGÜN

13 Kasım 2017 Pazartesi

Karmaşık ve patlayıcı - ERGİN YILDIZOĞLU

Irak ve Suriye’de IŞİD ile savaş, İslamcı ölüm kültünün devletinin yıkımıyla sonuçlanırken, Ortadoğu’da IŞİD öncesine göre çok daha karmaşık, patlayıcı bir karışım şekilleniyor
 

Suriye-Irak
 
İran’ın Irak yönetimi üzerindeki etkisi arttı, Suriye’de, Şam yakınında bir hava üssü ve Akdeniz’de bir deniz üssü inşa etme (BBC), mineral ve maden çıkartma imtiyazları elde etme konumuna geldi. Hizbullah savaşçıları, cephe savaşları konusunda deneyimlerle, büyük olasılıkla yeni silahlarla Lübnan’a dönüyorlar. Şimdi Hizbullah, artık tüm dikkatini, enerjisini Lübnan iç politikası üzerinde yoğunlaştırabilecek. Böylece İran’ın, Suriye’de kalcı bir varlık oluşturmuş olmanın yanı sıra, biri Suriye diğeri Lübnan üzerinden Akdeniz’e ulaşan iki koridoru etkisi altına aldığı söylenebilir.
IŞİD yenildi, kadrolarının bir kısmı Libya’ya kaymaya başladı, bir kısmı da Sina Yarımadası’ndaki gruba katılıyor. Mısır rejimi şimdi daha ağır bir güvenlik sorunuyla karşı karşıya. Mısır’ın, Gazze’de Hamas ile ilişkilerinin ötesinde yeni bölgesel, özellikle İran’ı hedef alacak Suudi projelerine aktif olarak katılmaya istekli olmayacağını düşünebiliriz. 
 
Gazze’de Hamas, Batı Yakası’ndaki Filistin yönetimi yeniden bir birlik süreci inşa ederken, Hamas’ın İran’a Abbas’ın ABD/Suudi rejimine yakınlığı, resmi daha da karmaşıklaştırıyor.
Suriye ve Irak’ın Kürt bölgelerindeyse resim adeta bir mayın tarlası gibi. 
Örneğin, ABD destekli, Kürt ve Arap savaşçılarından oluşan Suriye Demokratik Güçleri IŞİD’i Rakka’dan çıkardılar, kente yerleştiler. Buna karşılık, İran’da “Yüce Lider”in baş danışmanı, Ali Akber Velayeti, Suriye güçlerinin en kısa sürede Rakka’yı kurtaracaklarını söylüyor. ABD destekli güçler ile Rusya destekli güçlerin doğrudan savaşma riski artıyor. Kürtlerin, hem Irak’ta hem de Suriye’de şekillenen, “yine ihanete uğradık” algısının tetikleyeceği tepkileri öngörmek de kolay değil.
 
Suudi- Israil ekseni
 
Suudi rejiminin başındaki Prens Salman, İran’ın, Suriye ve Irak’ta durumunu konsolide etmesinden, Lübnan ve Gazze’ye kadar uzanan hegemonyasından çok huzursuz. Ancak, Salman rejimi Yemen’deki vekâlet savaşının bataklığından çıkamıyor. İran’la doğrudan bir savaşı göze alamıyor. Onun yerine, Lübnan’da Hizbullah üzerinden İran’a karşı yeni bir cephe açmak istediği anlaşılıyor.
Salman rejimi, geçen hafta Lübnan Başbakanı Hariri’yi, önce istifa ettirdi sonra ev hapsine kapattı. Füze olayından sonra, adeta Lübnan ile Hizbullah’ı özdeşleştirerek, Lübnan’ın ülkesine savaş açtığını iddia etti; arkasından tüm vatandaşlarından Lübnan’ı terk etmelerini istedi. 
 
Ancak, Suudi rejimi, Hizbullah’a yönelik bir askeri operasyonla bu kez Lübnan’a saplanmayı göze alacak gibi görünmüyor. Buna karşılık Lübnan’da, İsrail müdahalesini kışkırtacak bir durum yaratmaya çalışıyor. ABD’nin eski İsrail elçisi, Obama döneminde Ulusal Güvenlik Konseyi’nde BOP Direktörü Daniel Shapiro’nun Haaretz’deki yorumunda vurguladığı gibi, “Suudi rejimi Lübnan’da pis işlerini İsrail’e yaptırmayı planlıyor”
 
Shapiro’nun uyarılarına ek, İsrail’de kimi savunma uzmanları, Hizbullah’la yaşanacak bir savaşın bu kez her iki taraf açısından çok daha yıkıcı olacağını, Suudilerin provokasyonuna gelmekten kaçınmak gerektiğini (Haaretz, 10/11/2017) düşünüyor. 
 
İsrail yönetimi de İran’ın Suriye’de kalıcı bir varlık oluşturmasını istemiyor. Bölgede İran karşıtı, İsrail’i de içerecek bir ittifaka, bu bağlamda Suudilerin İsrail’e yaklaşmasına, iki ülkenin diplomatik ve istihbarat birimleri arasında gelişen işbirliğine olumlu bakıyor. Suudi rejiminin İran, Hizbullah karşıtı söylemlerini, Yemen’den atılan füze olayında olduğu gibi destekliyor. 
 
Bu sırada İsrail, askeri kapasitesini, geçen haftalarda düzenlenen tarihinin en büyük kara savaş oyunları ve ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, Hindistan’ın katıldığı büyük hava savaş oyunlarıyla artırmaya devam ediyor. Haaretz’de bir yorum, “her iki savaş oyununun da aslında bir Hizbullah savaşı simülasyonu olduğuna” işaret ediyordu.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

AKP, seçimler, strateji ve ihtimaller - KEMAL CAN

Türkiye’de siyaset söz konusu olduğunda tek cevabı olan sorular üretmek zor. İktidarın seçim stratejisini de anlamak için soru sormak ve farklı cevapları beraber düşünmek gerek.


Toplum, insan, siyaset gibi konular söz konusu olduğunda tek cevabı olan sorular üretmek zor. Olaylar Türkiye’de yaşanıyorsa cevaplar, ihtimaller daha da artıyor. Bütün siyasi aktörler, ülkenin genel kriziyle ilişkide, kendi iç kriziyle baş etmekte ve bunlara çözüm önermekte sıkıntılar yaşıyor. Tutarlı siyasi önermeler yerine, herkes taktik hamlelerle pozisyon korumaya çalışıyor. Böyle olunca, görüş alanı azalıyor, algı süresi uzuyor, kamuoyu sersemliyor. Bu nedenle, olanı anlamak için soru sormak ve farklı cevapları beraber düşünmek gerek.

Yeni siyaset tarzında seçim önemini kaybetti mi? AKP önümüzdeki seçimleri ne kadar ciddiye alıyor?
Toplumdaki beklentilerin, taleplerin ve ihtiyaçların partiler aracılığıyla Meclis’te temsil edilmesi ve bu “çoğulcu iradenin” siyaset ve ülke yönetimine yansıması anlamında bir seçim pratiği uzunca bir süredir yok. Bu, sadece 16 Nisan referandumu ile getirilen yeni sistemin ürünü değil, siyaset alanının sığlaşmasının bir sonucu. Seçimler yoluyla sorunlarına çözüm bulabileceklerine inananların sayısı giderek azalıyor. İktidar da seçimleri sadece kendisini onaylayan bir plebisit gibi algılıyor, algılatıyor.
Meşruiyetinin ve gücünün tek kaynağı olarak “milli irade”yi gösteren AKP ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın seçime olan bağımlılığı bütün partilerden daha yüksek. Bu yüzden bütün partilerden daha fazla seçimle ilgili, seçim konusunda hassas ve teyakkuz halinde. Her seçime son seçimi olacakmış gibi giriyor ve güç kaybetme görüntüsü yaratmamak için ciddiyetle asılıyor. Ayrıca, seçimi sadece kendisiyle ilgili, sadece kendisinin konuşacağı bir mesele haline getirerek oyun kurma avantajını korumaya çalışıyor.

AKP’nin seçim stratejisinin en belirleyici ayağı ne? En çok neye güveniyor, nelerden endişe ediyor?
Cumhurbaşkanlığı seçimi her şeyin önünde. Stratejinin merkezinde de Recep Tayyip Erdoğan var. Onun politik gücünün mutlaklaştırılması, partinin ve iktidarın bütün hata ve başarısızlıklarından azade hale getirilmesi üzerine kurulu bir strateji bu. Beş yıldır sürdürülen “iktidarı savunma” anlayışının iyice kişiselleştirilmiş versiyonu. En güvenilen şey, seçmenin “iktidarı (Erdoğan’ı) koruyun” talimatına yine uyacağı beklentisi, en endişe veren şey de talimata bu kez uyulmaması. Yani endişenin adres değiştirmesi.
“Artık büyük anlatılar dönemi bitti, şimdi küçük hikâyeler önemli ve AKP bunlarla yükseliyor”. 2002 - 2007 arasında, hükümeti destekleyen entelektüellerin pek havalı buldukları bir cümleydi bu. Hikâyeler çabuk tükendi, vaatle seçmen çağırma bitti, korkutarak tutma başladı. Hikâyesi kalmayan iktidar, anlatı düzeyini “fıkraya” kadar indirmiş gibi. Müsamere kıvamındaki TEOG, MTV ve cam filmi hamleleri, ideolojik ve bürokratik dönüş operasyonları, aşırı rahatlığın da, derin çaresizliğin de işareti sayılabilir.

Seçime dönük olduğu söylenen ideolojik hamleler, manevralar istenen sonuçları veriyor mu?
Çözüm açılımından milliyetçi şahlanışa, Batı’yla bütünleşmeden yerli-milli yalnızlığa, cumhuriyet parantezini kapatmaktan Atatürkçülüğe uzanan baş döndürücü yolculuğun sorunsuz devam etmesi; her türlü hassasiyeti, ideolojiyi, siyaset tarzını ve politik şahsiyeti araçsallaştırmanın, kullanabilmenin, sonra rahatça sırtını dönebilmenin mümkün olduğu, bir bedeli olmadığı inancını yerleştirdi. Her dönüşte ivmenin artacağını düşünenler mi, her dönüşte rüzgâra kapılması beklenenler mi daha saf göreceğiz.
2011 seçimlerinden itibaren tırmandırılan kutuplaştırma siyasetinin sonuna yaklaşıldığı görülüyor. Birçok anket iktidarın ötekileştirdiklerine dönük suçlamalarda inandırıcılığını kaybettiğini gösteriyor. Referandum sırasında AKP’lilerce de işaret edilen bu durum, bazen ortaya atılan “yumuşama” tercihiyle karşılanamıyor. Zaaf işareti sayılacak geri adım yerine, çok tuhaf yeni kutuplaştırma alanları veya seviyeleri üretiliyor. “Çok çocuklu teröristler” veya “Atatürk’ü kullanan Marksistler” gibi buluşlar dolaşıma giriyor.

İktidar gündem belirleme gücünü sürdürüyor mu? Seçim stratejisi için nasıl bir gündem kontrolü öngörülüyor?
AKP’nin özellikle de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasi gündemi domine etme başarısı biliniyor ama son dönemde gündem belirleme gücü yerini gündemi işgal etmeye bırakmış görünüyor. Belediye başkanlarının tasfiyesi, absürt komedi tadı bırakan “muhalefeti bile kendisi yapıyor” yakıştırmalarına konu olan “özeleştiri” denemeleriyle beklenen etki oluşmuyor. Kontrol edilemeyen gündemi doldurmak, doldurmak için daha çok gürültü çıkartmak gerekiyor.
Dikkate alınabilecek anketlerin çoğunda ekonomi, işsizlik, sağlık, eğitim gibi “gerçek gündem” konularına ilginin hızla yükseldiği izleniyor. Bu alanlarda iktidarı başarısız bulan, yine bu alanlarda gelecek günlerin daha kötü olacağını düşünen sayısı artıyor. Fakat iktidarın güvendiği şey, bu gündemi yükseltecek medyanın olmayışı ve muhalefetin alana henüz girmemesi. Asıl büyük güvence de bu gündem üzerine düşünmeye, konuşmaya başlamış olsa da seçmenin hâlâ siyasi tercihini değiştirecek kıvama gelmemesi.

İstenen sonucun alınması için gerekli seçim aritmetiği ve seçim sistemi açısından elverişli seçenekler hakkında masada ne var?
AKP ve Erdoğan’ın, 16 Nisan referandumunda evet sonucunu borçlu olduğu MHP’nin “mütevazı” katkısına ihtiyacı iyice artmış durumda. Özellikle, Cumhurbaşkanlığı seçimini ilk turda halletmeyi hesaplıyorken. Seçim sistemi değişikliği ve baraj meselesinde MHP’yi yedeklemenin mi, MHP’yi desteklemenin mi daha iyi matematik olduğuna hâlâ karar verilmiş değil. MHP’nin baraj talebine “HDP’nin engellenmesi için fedakârlık” istisnası koyması da bu çerçevede okunabilir.
Öncelik ve ağırlık Cumhurbaşkanlığı seçiminde olmakla birlikte, ikinci tur ihtimali nedeniyle, parti performansları ve Meclis kombinasyonu da ince hesap edilmek zorunda. Çünkü, 7 Haziran tablosuna yakın beş ya da belki de altı partili bir Meclis resminin seçmeni ikinci turda nereye doğru iteceği çok önemli bir soru. Seçmen yeniden 1 Kasım sonucuna doğru mu koşacak, yoksa “bas geç” formülleri mi galebe çalacak şimdiden kestirilemiyor.
Sorulan, sorulması gereken sorular ve verilebilecek yanıtlarla çıkan tabloyu özetlersek; iktidarın seçim stratejisinde daha öncekilerden çok farklı bir durum yok. Bilinen argümanların, daha önce başka alanlardaki manevraların yeni versiyonları dolaşımda. Erdoğan daha merkeze yerleşmiş, AKP dahil her türlü ideolojik siyasi aktör ve dinamik önemsizleşmiş halde. Dış politikada kullanılan örtülü “bana mecbursunuz” formülünün seçmende de yine kullanılabileceğine inanılıyor.
Güvenden mi, çaresizlikten mi?

Kemal Can / CUMHURİYET

Yoksulluk ve eşitsizlikler penceresinden 2018 bütçesi-SELİN SAYEK BÖKE / BİRGÜN

2018 bütçesinde yer alan “eğitim kalemleri”, bu iktidarın eğitimi, eşitliği ve üretim kapasitesini artırıcı bir araç olarak değil eşitsizliğin pekiştiği bir alan ve mevcut düzeninin devamını mümkün kılacak bir ideolojik araç olarak gördüğünü bir kez daha gösteriyor.


Bir iktidarın, ekonomiye ve dahası nasıl bir toplumsal gelişme hayal ettiğine dair tercihlerinin en iyi okunacağı yer bütçedir. Çünkü her iktidar, elindeki kısıtlı kaynakları, bir tercihler bütününe göre kullanmak zorundadır.
Her bütçede, iktidarın sınıfsal tercihleri yer alır. Hangi sınıfın iktidarda olduğu, iktidarın kimin çıkarlarını öncelediği bütçe detaylarında açıkça kendini gösterir. İktidarın hangi politikaları öncelediği, bu politikalarla kamuya biçtiği rol bütçede belirgindir. Kamu görevinden iktidarın ne anladığı, nasıl bir toplum-devlet ilişkisini tercih ettiği de yaptığı bütçeden anlaşılır. İktidarın kalkınma modeli bütçede belirginleşir. Bir başka deyişle, iktidarın ülkeye dair gelecek vizyonunu, gelecek için neler vaat ettiğini bütçeden okuruz.
Bir süredir önümüzde AKP iktidarının kendi tercihlerini açıkça ortaya koyduğu bir bütçe var. Türkiye Cumhuriyeti devletinin 2018 yılı bütçesi…

AKP 2018 bütçesiyle 3 temel tercihini ilan ediyor
AKP iktidarı tarafından TBMM’ye sunulan ve halen Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşmeleri süren 2018 bütçesi için yapılması gereken ilk tespit, iktidarın bu bütçeyle, milyonlarca emekçiye, işsize, yoksula, ülkedeki eşitsizliklerin kaybedeni olan milyonlara sırtını döndüğü ve buna karşılık belirgin olarak üç temel tercih yaptığıdır.
Birincisi, iktidar 2018 bütçesinde, tercihini bir kez daha rant sermayesinden yana kullanıyor. Bu bütçe ile iktidar, bir kez daha rant sermayesini, emekçiler başta olmak üzere üretici güçler aleyhine güçlendirmeyi, halkın geniş kesimlerinden aldığını, iktidar çarklarını besleyen bir avuç yandaş sermayedara aktarmayı tercih ediyor. 2018 bütçesinde ortaya konan ekonomik çerçeve, dar gelirli sınıfların yoksulluğun yönetilmesi yoluyla dar gelirliliğe mahkûm edildiği, orta gelirli sınıfların daha da sıkıştırıldığı, kaynakların üretken değil rantçı faaliyetlere aktarıldığı bir çerçeveye işaret ediyor.
İkincisi, iktidarın kamuyu, vatandaş açısından zayıflatma, ancak kendi siyasi iktidarı için obezleştirme anlayışı bu bütçe ile perçinleniyor. Yani bu bütçeyle bir kez daha kamu, vatandaşa hizmet aracı olarak değil, AKP ve Saray rejiminin devamlılığına hizmet eden bir araç olarak tarif ediliyor. Emekçiye güvenceli çalışma koşulları sağlamayı amaçlayan, piyasayı düzenleyen, denetleyen ve gerektiğinde üretime ortak olan bir kamu yerine, devlet eliyle imtiyaz  elde eden yandaş sermaye gruplarının rant elde etmesini sağlayacak ve düşük katma değerli sektörleri önceleyen bir kamu anlayışı tercih ediliyor. Türkiye’nin bekası için değil kendi siyasi bekası için kamuyu araç gören bir yaklaşımla devlet iktidar tarafından çökertiliyor.
Ayrıca bu bütçe Türkiye’nin kalkınmasını değil, Saray rejimi tarafından inşa edilen parti devletinin geleceğini önceliyor. Bütçede öngörülen harcamalar üretkenlik artışıyla üretimini arttıracak bir Türkiye geleceği yerine, ucuz emek gücüyle rekabet eden bir Türkiye ekonomisine işaret ediyor. Hak temelli bir sosyal devletle kalkınan değil, yoksulluğu daha da derinleştirecek bir bütçe ile karşı karşıyayız.

Eşitsizlikleri giderecek ne bir çerçeve ne de samimi bir istek var
Hemen söyleyelim, öncelikle 2018 bütçesinde eşitsizliği giderecek, istihdamı ihtiyaç duyulan oranda arttıracak, sürdürülebilir bir ekonomik büyümeyi mümkün kılarak borçlanma ihtiyacını azaltacak, borç yükünü azaltacak, ekonominin temel yapısal kırılganlıklarını azaltacak ciddi bir çerçeve yok. Hatta bu bütçede bunların samimiyetle istendiğine, hedef olarak öncelendiğine dair gösterge dahi yok.
Tam aksine bu bütçede tüm makro-ekonomik sorunları derinleştirecek, sınırlarına dayanmış Saray Rejimi’nin ekonomik modelinin devamlılığı var. Öyle ki, bu bütçede eşitsizliği daha da arttıracak, istihdam piyasalarındaki sorunları daha da derinleştirecek, bırakın kalkınma modelinde doğru yönde kapsamlı ve sürdürülebilir bir dönüşümü, siyasetle-rant çarklarının birbirini besleyecek şekilde döndüğü, “devlet kapitalizminin” daha da derinleştiği, tükenmiş bir modelin derinleştirilmesi var.
Bu bütçede, hem işsizliğe çare yaratılmadığını, hem de vergi ve zamlarla tüm yükün, bir kez daha yoksulların sırtına yüklendiğini görüyoruz. Kayıt dışı çalışanların oranı, resmi verilerde bile yüzde 35,2’ye ulaşmışken, her 3 kişiden biri kayıt dışı çalışıyor, yani yarın ne olacağını bilmiyor, güvencesiz ve yarınsızken, hatta kadın emekçilerin neredeyse yarısı, yüzde 47’si kayıt dışı çalışırken, bu bütçede, kayıtlı ve güvenceli iş imkanı da yok, yani milyonlar için bir gelecek yok.
Öte yandan 2018 bütçesinin de dayandığı büyüme modeli eşitsizlikleri çözmek bir yana, pekiştiren bir büyüme modeli. Bütçe yaparken uygulamaya konulacak politikaların eşitsizlikleri azaltıcı yönde tasarlanması gerekirken, 2018 bütçesi bu sorunu giderici adımları barındırmaktan da çok uzak.

Siyaseten kutuplaştırılan ülke, ekonomik olarak da kutuplaştırılıyor
Oysa şu anda Türkiye’de orta gelirli sınıfların sıkıştırıldığı, yoksulluğun ve eşitsizliklerin arttığı, rantla büyüyen ekonomiye dair, çok belirgin bir tablo var. Gini katsayısı artarak, son bir yılda 0,397’den 0,404’e çıktı. En zengin yüzde 20 ile en yoksul yüzde 20 arasındaki gelir farkı 7,57’den 7,68’e çıktı. Yani gelir dağılımı giderek daha da bozuluyor. Gelir dağılımında özellikle iki kutupta, yani en yoksul ve en zengin kesim içinde ve arasında daha da keskin bir uçurum oluşuyor. Yani iktidar tarafından siyaseten kutuplaştırılan ülke, ekonomik olarak da kutuplaştırılıyor.
2018 bütçesi, bu eşitsiz tabloyu yaratan ekonomik düzeni değiştirmeye dönük herhangi bir politika barındırmıyor. Örneğin, bugün Türkiye’deki eşitsizliklerin önemli kaynaklarından olan vergi politikasında, vergide adaleti sağlayacak bir dönüşüm yerine, AKP iktidarının sınıfsal tercihini yansıtan vergi politikasının 2018’de de devam edeceği, geliri ne olursa olsun, tüm vatandaşlara aynı oranda uygulanan dolaylı vergilerin toplam vergiler içindeki ağırlığının bu dönemde de devam edeceği görülüyor.

Öte yandan, 2018 bütçesinde yer alan “eğitim kalemleri”, bu iktidarın eğitimi, eşitliği ve üretim kapasitesini arttırıcı bir araç olarak değil eşitsizliğin pekiştiği bir alan ve mevcut düzeninin devamını mümkün kılacak bir ideolojik araç olarak gördüğünü bir kez daha gösteriyor. Yapılan çalışmalar, Türkiye’de eğitim harcamalarının yarısının en zengin yüzde 10’luk kesim tarafından yapıldığını gösteriyor. Oysa en yoksul yüzde 10’un eğitim harcamasındaki payı yüzde 1’in altında kalıyor. Bir başka deyişle en zengin yüzde 10 ile en yoksul yüzde 10’un eğitim harcamaları arasında 64 katlık bir uçurum var. Bunun yanı sıra, 2018 eğitim bütçesinin yüzde 35’inin tek başına din eğitimine ayrılması, iktidarın eğitimi siyasal İslam ekseninde oluşturduğu otoriter iktidar projesini kalıcı kılmanın bir aracı olarak gördüğünün de açık bir göstergesi. Eğitim eşitleyici değil eşitsizliği pekiştirici bir unsur olmaya devam ediyor. 2018’de de eğitim yatırımlarına pay ayırmayan bir bütçe, bu uçurumu artırmaya devam ederken, toplumsal eşitsizlikleri de aşırı piyasalaşmış iktidar anlayışı ile derinleştirmeyi sürdürecek.

Ne yapmalı? Kim yapacak?
Türkiye’nin önceliklerini hemen sıralayalım: Sosyal devletin güçlendirilmesi, sosyal-ekonomik-toplumsal eşitsizliklerin azaltılması hedefini merkeze alan bir bütçe olmalı. Bunun için sosyal harcamaların salt partizanca yapılan sosyal yardım odaklı olmaktan çıkartılması, hak temelli bir yapıya kavuşturulması gerek. En önemli gereklilik de, harcamalardaki ağırlığın, verimliliği ve sosyal güvenceyi arttırıcı uygulamalara yönlendirilmesi…

Eğitim politikası de elbette bu bütünün bir parçası… Belirgin olarak artırılacak eğitim bütçesiyle, fırsat eşitliği, parasız eğitim, öğretmene güvenceli çalışma ortamı, öğrencileri tarikatlara terk etmeyen yurt yatırımları ile parasız eğitim sağlayan kuvvetli bir sosyal devlet yapısı bütçeye yansıtılmalı.
Öte yandan toplumsal eşitsizlikler açısından kadınlara fırsat eşitliği sağlayacak adımların sosyal ve ekonomik olarak atılması, pozitif ayrımcılıkla kadın emeğinin desteklenmesine dönük teşvik politikalarının bütçede belirgin olarak yer alması bir zorunluluk.

Bütçenin sosyal politika önceliklerinin de hem eşitsizlikleri giderecek, hem de bunun ötesinde kalkınma politikasında gerçekleştirilmesi gereken dönüşümün parçası olabilecek şekilde belirlenmesi gerek.

Refahın hakça paylaşılmasını sağlayacak vergi sistemi ve vergi tercihleri açıkça ortaya konmalı. Dolaylı vergilerin toplam vergilerin içindeki payını azaltılmasına ve dolaylı vergilerin temel ihtiyaçlardan lüks ürünlere kaydırılmasına dönük adımlar bütçede açıkça yer almalı. Dolaylı vergilerin kendisi de daha çok lüks tüketimi vergilendiren bir yapıya kavuşturularak artan oranlı bir vergi sistemi tercih edilmeli. İleri dönemdeki bütçelerde dolaylı vergi yükünün temel tüketim mallarında ortadan kaldırılmasına imkân verecek çalışmalar şimdiden bu bütçeye dahil edilmeli.
Üretimi rantçı inşaat ile sağlayan bir ekonomik düzende dolaysız verginin yükü de rantçı inşaata yüklenmelidir. Rant vergisi ile vergide hakkaniyet sağlanmalıdır. Ve acil olarak asgari ücretten alınan vergi sıfırlanmalı.

Ne yapılması, nasıl yapılması gerektiği açık. Mesele bunu yapacak istek, niyet, irade olup olmadığı…
O zaman demek ki, bunu kimin yapacağı da açık.
Rantın değil, halkın iktidarı olanlar yapacak. Birlikte, biz yapacağız.

SELİN SAYEK BÖKE
Doç. Dr., Ekonomist
CHP Parti Meclisi Üyesi ve İzmir Milletvekili

BİRGÜN 



AKM elitlerin değil, halkındı! - UĞUR ŞAHİN

Erdoğan, AKM’yi ‘elitlerin mekânı’ olarak lanse etse de, erken Cumhuriyet dönemi eseri olan AKM, kamusal bir mekândı ve amacı toplum ile sanatı buluşturmaktı.

 İktidara geldiği günden bugüne dek, Cumhuriyet’i ve onun mimarisini hedef alan AKP’nin son kurbanı, yaklaşık dokuz yıldır kapalı olan Atatürk Kültür Merkezi (AKM) oldu. Cumhuriyet tarihinin simge yapılarından, kültür mirası AKM’nin yıkılacağı Olağanüstü Hal (OHAL) ortamında, AKP Genel Başkanı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından hafta başında duyuruldu. “Yeni AKM’nin” tanıtımında konuşan Erdoğan, “AKM talihsiz bir mekândır” diyerek başladığı sözlerinin devamında, “Türkiye’nin 10 yıl önce yapması gereken proje bugün başlıyor, bundan dolayı üzgünüm. Çoktan AKM’yi bitirip hizmete sunmuş olacaktık. Bu 10 yılın hesabını kim verecek? AKM’nin yeniden inşasına karşı çıkan zihniyetle, Türkiye’nin terör örgütleriyle mücadelesini engellemeye çalışan anlayış aynıdır” ifadelerini kullandı. Ancak, Erdoğan’ın açıklamasında en dikkat çekici olan kısım, “yeni AKM’yi” kast ederek sarf ettiği, “Burada belli bir elitin gelip programları izlediği bir yer olmayacak” sözü oldu. Öğrencisinden işçisi, memurundan sanatçısına dek yurttaşların ‘ucuz bilet’ satın alarak gittiği AKM’ye ilişkin Erdoğan’ın elit açıklaması, tepkilere neden oldu. Zira AKM, “bir grup elit”in mekânı değil, toplumu sanatla buluşturan, “kamusal” bir mekândı. İstanbul’un en önemli kültür ve sanat mekânı niteliğindeydi.

Erdoğan’ın açıklamaları ve AKM’ye ilişkin yıkım kararına dair usta tiyatro sanatçısı Rutkay Aziz, tiyatro eleştirmeni Yetkin Yüksel ve Mimarlar Odası’ndan Mücella Yapıcı ile konuştuk.

Cumhuriyet değerleriyle hesaplaşma söz konusu
Usta tiyatro sanatçısı Rutkay Aziz’e göre, AKM’nin yıkımının da Cumhuriyet’in değerleriyle bir hesaplaşma söz konusu. “AKM yapı olarak bir Cumhuriyet kazanımıydı” diyerek sözlerine başlayan Aziz, “AKM’de baleler sergilendi, operalar yapıldı. Bizim de oynadığımız oyunlar oldu. Orası elitlerin değil, İstanbul halkının bir mekânıydı. Halkın sanatsal etkinliklere gittiği bir mekândı” ifadelerini kullanıyor. Rutkay Aziz, AKM’nin yıkımına ilişkin ise şunları söylüyor: “Sayın Cumhurbaşkanı’nın konuşmasını izledim. Mimarlar Odası’nı da takip ediyorum. Onlar, ‘yıkımının bir suç olduğunu’ söylüyor. Somut bir proje çıktı ilk defa. Dilerim gerçek anlamıyla kültür ve sanata hizmet eder. Yoksa bir talana mı gidilecek ve bundan bir takım insanlar rant mı sağlayacak, bunu yaşayıp göreceğiz.”

Kapatılması için devamlı mücadele vardı
Tiyatro eleştirmeni Yetkin Yüksel, AKM’nin “perdelerini kapattığı” 2008 yılındaki etkinlikleri yakından takip eden bir isim. Yüksel, “O yıllarda hep devamlı olarak AKM kapatılacak, tadilata girecek tedirginliği yaşanıyordu. Bu tedirginlik de insanları çok rahatsız ediyordu. Çünkü bakımı yapılmıyordu ve kapatılması için devamlı bir mücadele vardı” diyor.
Yüksel’e, bir tiyatro eleştirmeni olarak AKM’de bir oyun izlemenin nasıl bir duygu olduğunu soruyorum, yanıtlıyor: “AKM’de her imkân vardı. Türkiye’nin dünyana açılan merkezi olan Taksim’de güzel ve büyük bir salon vardı. Müzikaller oynanabiliyordu. Konserler ve operaların sahnelenebilmesi kolay şeyler değildir. Işıktan tutun, en arkada oturan seyircinin bile sahneyi olabildiğince görebilmesi gerekir. AKM, Tüm bu standartlara uygundu ve atmosferi de çok güzeldi.”

Elit dedikleri, sanatın peşinden koşan insan
Yetkin Yüksel, elit tartışmasına ilişkin ise, “Elit dedikleri insan, sanatın peşinden koşan insan” diyor ve ekliyor: “Elit diyerek hayatının orta noktasına sanatı, estetiği ve felsefeyi koyan insanları nitelendiriyorlar. Sanat için; halk ve elit ayrımına gerek yok. Tiyatro herkese açıktır. Kültürün, sanatın bile cepheleşmesi çok acı. Sanat tüm insanlığındır.” Yüksel, sözlerini şöyle sonlandırıyor: “Türkiye’nin erken dönem mimarisi açısından AKM önemli bir örnek.
Dünyanın her yerinde bu örnekler korunur. AKM’nin tadilatının yapılmasını çok isterdim. Yeni yapının mimarisinin o bölgeyi zedelemesinden korkuyorum.”

AKM’ye ilişkin elit söylemi kabul edilemez
“Elit söylemi AKM için hiç söylenemez.” Bu söz, Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi’nden Mücella Yapıcı’ya ait. Yapıcı, Erdoğan’ın elit açıklamasına ilişkin şu yorumda bulunuyor: “Ben bu elit söylemini tersinden bir ayrımcılaştırma olarak görüyorum. Biz teknik üniversitede öğrenci iken AKM’yi çok kullanırdık. Çok ucuz bir paraya opera seyretmeye giderdik.”
AKM’nin özgür bir bina olduğunun altını çizen Yapıcı, şöyle devam ediyor: “Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi öz kaynaklarıyla opera olarak projelendirilmiş ve bitirilmiş tek binasıdır AKM. Özgünlüğü de buradandır. AKM’nin anı değeri vardır. Bütün bu özellikleriyle de koruma hukuku tarafından 1’inci derece kültür varlığı olarak tescillenmiş bir yapıdır. AKM bulunduğu alan itibariyle Taksim Meydanı’nın belirleyici bir öğesidir. Bu binanın yıkılıp, yerine yapılacak binaya ilişkin güzel ya da çirkin yaklaşımının yapılması bile çok yanlıştır. Bunun yapılması yıkımın meşrulaştırılmasıdır.”

Hiç kimse bize 10 yıl gecikmenin nedenini soramaz
Yapıcı, Erdoğan’ın “Bu 10 yılın hesabını kim verecek?” açıklamasına ilişkin şunları söylüyor: “AKM’ye ilişkin iki kere izin alınmıştır. Birincisinde binaya bilerek hasar verilmiştir ve yapım durdurulmuştur. Tekrar bizim de onayladığımız 2009’daki ‘güçlendirme projesine’ göre inşaat başlamıştır, ruhsat alınmıştır. Fakat bizde para yok dediler, Sabancı sponsor oldu. 2012 de inşaat tekrar başlamıştır. Gezi döneminde Erdoğan, ‘İnşallah yıkacağız, Barok yapacağız’ demiştir. Şimdi hiç kimse bize 10 yıl gecikmenin nedenini soramaz.”

UĞUR ŞAHİN / BİRGÜN