23 Ocak 2018 Salı

KHK'ler İLE BİÇİMLENDİRİLEN TÜRKİYE - Sinan Tartanoğlu

1.5 ay sürecekti, 1.5 yılı geçti… İşte OHAL’in ağır faturası (I)

1.5 yıldır süren dönemde Türkiye KHK’lerle yönetilmeye başlandı.
“Üyelik”, “mensubiyet”, “iltisak”, “irtibat”, “aidiyet” kavramlarını bürokrasinin ve insanların ruhuna işledi. Devletin yeniden yapılandırılmasının kapıları bu anahtar kavramlar ile açıldı. İnsanların günlük hayatını belirleyen ayrıntılar ‘KHK hızına’ bırakıldı. İnsanların hayatlarını değiştiren yaptırımların oluşturduğu mağduriyete kulak tıkandı. Kendi mevzuatını, ‘yasama gücüne’ dayanmayan ‘yasa gücünde hükümlerini’ kurdu. Gazeteci, milletvekili, akademisyen yargılamalarında iddiasız iddianameleriyle, suçsuz sanıklarıyla, avukatsız savunmalarıyla, sanıksız mahkemeleriyle, basınsız basın davalarıyla, hukuksuz yargılamalarıyla kendi hukukunu oluşturdu. Mahkemeleri, karar gücünü anayasanın kendisinden alan yüksek yargının hükümlerini tanımadı.
Tüm gücü yürütmenin eline, yürütmenin elini de Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na teslim etti. Millet, Başkanlık sistemine OHAL gücüyle alıştırıldı. 6. kez 3 aylığına uzatılan, her uygulaması ile toplumsal hayatın derinliklerine işleyen OHAL’in “şimdilik görülebilen etkileri”nin bir kısa özeti…
Muhalefetin yıllarca, her platformda dile getirdiği uyarılara kulak tıkayan AKP’nin politikaları, Gülen cemaatinin devletin en kılcal damarlarına kadar girmesine yol açtı. Hükümet ile cemaat arasında, 17/25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonu ile başlayan “gerginlik”, dershanelerin kapatılması ile son noktasına ulaştı. 15 Temmuz darbe girişimi ise tablonun, tüm unsurları ile “gerginlik”ten savaşa döndüğünü gösterdi. Olağanüstü hal ilan eden hükümet, “15 Temmuz 2016 Silahlı Darbe Teşebbüsü”nü, “Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini ve temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik menfur bir teşebbüs” olarak tanımladı. Devletin en küçük bir kurumunu bile etkileyecek kadar “kadrolaşabilen” bir yapının “terör örgütü” ilan edilmesi, ağzı sonuna kadar açılan “terör örgütü ve terörist torbasına” muhalefetin her kesiminin sokulması, “muhbirliğin teşvik edilmesi” ile insanların bir anda terörist ilan edilmesi, her köşebaşının “güvenlik devletinin unsurları” ile kuşatılması, en büyük sendikal grevlerden, en küçük şarkılı- türkülü protestoların bile oluşturulan terör algısının şiddeti ile karşılanması; aradan geçen 1.5 yılın sonunda, tüm bunların yapılmasına gerekçe olarak gösterilen tanımlamadaki “Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini”, “temel hak ve hürriyetleri” kavramlarının tamamı üzerine gölge düşürdü.

1.5 yıl oldu
Hükümet, 21 Temmuz 2016’da Milli Güvenlik Kurulu’nun tavsiye kararı ile ülke genelinde 90 gün süreyle olağanüstü hal ilan etti. Hükümet kanadından yapılan ilk açıklamalarda, “OHAL’i en kısa sürede bitirmek istiyoruz. Şartların normal gitmesi durumunda bunun için en fazla 1-1.5 aylık bir süre düşünüyoruz. Umarım ikinci bir uzatmaya gerek kalmaz” denilmişti. Ancak OHAL 11 Ekim, 3 Ocak, 18 Nisan, 17 Temmuz ve 19 Ekim’de 5 kez uzatıldı. 19 Ocak’ta bir kez daha 3 aylık bir dönem için uzatılacak.

23 Temmuz 2016’da OHAL döneminin ilk kanun hükmünde kararnamesi yayımlandı. Bu tarihten itibaren Meclis denetiminden ve onayından geçmeyen, “kararnameler” dönemi başlamış oldu. Ortalama 2 ayda bir, toplamda 31 kararnameden, sadece 5’i, anayasaya uygun olarak, TBMM Genel Kurulu’nda görüşülüp yasalaştı. Milletin hayatını derinden etkileyen kararnameler, milletin Meclisi’nin gündeminde aylardır bekletiliyor. Kararnameler mevzuat üzerinde köklü değişiklikler içeren yaklaşım 1000 maddelik yeni bir OHAL mevzuatı yarattı.

Terörist ilan edildiler
araştırmaya göre, “kararnameler ile ihraç edilenlerin yüzde 99’u 15 Temmuz öncesinde herhangi bir cezai soruşturma geçirmemişti. Bir anda terörist ilan edildiler.” Adli süreçlerden geçen mağdurların önemli bir kısmı Emniyet’te, adliyede ve mahkemelerde önyargı ile muamele gördüğünü aktardı. Önemli bir kısmı; nezarethanelerde, hapishanelerde kötü muamele gördüğünü dile getirdi.

Bilgi edinme yasağı
OHAL, ilk kararname ile birlikte binlerce insanı etkilemeye başladı. Mağduriyet iddiaları, itirazlar; gözaltı kararları, tutuklamalar, açığa alma ve ihraçlar ile eşzamanlı olarak arttı. Devletin OHAL bağlantılı ilk işlemlerinden biri de “suçlarının ne olduğunu kendilerinin isimlerinin yazılı olduğu kararnamelerde göremeyen insanların en doğal hakkı olan” soru sormayı da yasaklamak oldu. Yurttaşların kendileri hakkında yapılan işlemleri ve gerekçelerini öğrenme haklarına kısıtlama getirildi. Bilgi Edinme Değerlendirme Kurulu, darbe girişiminden çok kısa bir süre sonra, 4 Ağustos’ta OHAL işlemleri ile ilgili gizlilik kararı aldı. Böylece OHAL işlemleri ile ilgili, işlemlerden doğrudan etkilenen kişi ve kurumlarına dahil bilgi verilmesi yasaklandı.
Darbe girişiminin ilk 3 ayında, 8 kararname çıkarıldı. Adli ve idari işlemlerin temel dayanaklarından birini de ihbarlar oluşturdu. Kurum amirliklerine, il ve ilçe OHAL bürolarına ve Başbakanlıka kadar iletilen isimsiz ihbar mektupları ile binlerce idari ve adli işlem tesis edildi. İsimsiz ihbarlarla işlem yapılmasının sakıncaları, 21 Ekim’de akıllara geldi. Çıkarılan genelge ile “sahibinin adı, soyadı ve imzası ile iş veya ikametgah adresi içermeyen” dilekçelerin incelenmeyeceği talimatı verildi. Ancak, yine de ihraç edilenler ve tutuklananlar arasında isimsiz ihbar mektuplarından mağdur olduklarını iletenler bulunuyor.

Güvenli memur dönemi
OHAL’in kurduğu “güvenlik devleti”, belli gerekçelerle insanları sadece kamudan çıkarmadı. Kamu alımlarında da “güvenlik”, aday memurlar arasındaki ilk ve en etkili denetim araçlarından biri oldu. “Güvenlik soruşturması”ndan temiz çıkmak devlet memuru olmanın temel koşulu haline getirildi. Kamu görevlilerinin disiplin suçları ile ilgili soruşturma açılmasına ilişkin zamanaşımı hükümleri kaldırıldı. Böylece memurlar sürekli bir soruşturma tehdidine maruz bırakıldı.

Pasaport yasağı
Pasaportlar üzerindeki idari yetki genişletildi. İçişleri Bakanlğı’nın pasaport vermemek için kullandığı “genel güvenlik” gerekçesine bir de “terör örgütü ile ilişki” gerekçesi eklendi. Böylece hem KHK’den etkilenenlerin hem de KHK’ye benzer gerekçelerle İçişleri Bakanlığı inisiyatifine bırakılan “ucu açık” yetki ile pasaport düzenlemesi sınırlandırıldı. Böylece KHK’lerden etkilenen, idarece belirlenen listelere eklenen, gözaltına alınan, tutuklanan, haklarında yakalama kararı çıkarılan insanların kendileri ve aileleri dahil olmak üzere binlerce kişinin pasaportu iptal edildi.

Bitmeyen tehdit algısı
Anayasanın 34. maddesi ile güvence altına alınan toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı askıya alındı. İçişleri Bakanlığı’ndan tüm valiliklere 18 Ekim 2016 tarihinde gönderilen bir yazı üzerine hemen hemen tüm valilikler, “açık alanlarda yapılacak olan her türlü toplantı ve gösteri yürüyüşü, stant açma, çadır kurma, oturma eylemini ya 15 gün süre ile izne bağladı ya da 30 gün süre ile tamamen yasakladı. Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının askıya alınmasına gerekçe gösterilen İçişleri Bakanlığı yazısına göre, “yapılacak etkinliklere ve toplantıya katılacak kişilere karşı terör örgütlerinin çeşitli saldırı gibi provokatif eylemlerde bulunabileceği ve yine barışçıl etkinliklerin terör örgütleri tarafından istismar edilerek örgütlerin propagandasına dönüştürülebileceği ve yine benzer etkinliklerin karşıt görüşlü gruplar arasında istenmeyen olaylara neden olabileceği” değerlendirmesi aylardır geçerliliğini yitirmedi.

Güvenlik algısı, adım adım büyütüldü. KHK ile en az bir dönem belediye başkanlığı, köy ya da mahalle muhtarlığı yapmış olanlara silah taşıma ve bulundurma yetkisi verildi. MİT mensuplarının beylik ve demirbaş silahları yurda sokması Cumhurbaşkanlığı’nın iznine bağlandı. Devletin sokak üzerinde kurduğu tehdit algısının bir sonucu olarak “bekçilik” kurumu canlandırıldı. KHK’lerin ek düzenlemeleri ile 14 bin 500 yeni mahalle ve çarşı bekçisi alındı. Özel Güvenlik Hizmetleri’nde özel güvenlik görevlilerinin yetkileri artırıldı. Silah kullanımına ilişkin yetkileri “görev alanları” ile sınırlı tutuldu. Ancak, sanık veya “kuvvetli şüphelinin” takibi, dışarıdan yapılan saldırılara karşı tedbir gibi geniş yetkiler de “görev alanı” kavramının içine dahil edildi. Polise sanal ortamda bile araştırma yapma yetkisi verildi. İnetrnet aboneliklerine ait tüm bilgiler polisin denetimine açıldı. Erişim sağlayıcıları, yer sağlayıcıları talep edilen tüm bilgileri Emniyet’e vermekle sorumlu tutuldu. İstihbari dinlemelerin merkezi konumundaki Telekominikasyon İletişim Başkanlığı kapatıldı. TİB’in jandarma, MİT ve Emniyet ile istihbarat paylaşımı da dahil tüm yetkileri Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’na devredildi. Tüm dinleme yetkisi bu kurumda toplandı.

Sokaktaki yasaklar
Belediye işçilerinin direniş çadırından Suruç katliamı anmasına; Alevi inanç merkezlerindeki etkinliklerden Genco Erkal’ın yönetimindeki “Güneşin Sofrasında-Nâzım ile Brecht” oyununa Zeytinli Rock Festivalı’nden Yozgat’taki tüm mekânlarda alkol kullanımına cemevlerinde yapılacak aşure etkinliklerinden, OHAL protestolarından, 10 Ekim katliamı anmalarına, anayasa değişikliği referandumu öncesindeki “hayır” etkinliklerinden Deniz Gezmiş anmasına, güneş battıktan sonra yapılan şarkılı türkülü protestolara kadar sokak A’dan Z’ye yasaklarla doldu. Birçok ilde özel bir tanım yapılmadan; her türlü toplantı, gösteri yürüyüşü ve basın açıklaması gibi faaliyetler geçici sürelerle engellendi. Ankara’nın merkezindeki İnsan Hakları Anıtı bile polis barikatı ablukasına alındı.

5 greve OHAL yasağı
OHAL KHK’si ile Bakanlar Kurulu’nun elinde olan grev erteleme yetkisi genişletildi. 678 sayılı KHK ile grev veya lokavtın, genel sağlığı veya milli güvenliği, şehir içi toplu taşıma hizmetlerini, bankacılık hizmetlerinde ekonomik veya finansal istikrarı bozucu nitelikte olduğuna karar verilmesi durumunda altmış gün süreyle ertelenmesinin önü açıldı. Zaten “genel sağlığı, milli güvenliği, ekonomik ve finansal istikrarı bozduğu” gerekçesiyle Bakanlar Kurulu’nda olan grev erteleme yetkisi, şehir içi toplu ulaşım hizmetleri ve bankacılık sektöründeki grevleri de kapsadı. Böylece OHAL KHK’si ile “milli güvenliği bozucu” nitelikteki her grevin fiilen yasaklanması sağlandı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, iş dünyasının OHAL ile ilgili eleştirilerine “OHAL’i patronlar rahat etsin, işçiler greve çıkmasın diye kullanıyoruz” karşılığını verdi. Hükümet OHAL’in verdiği güçle 5 grevi yasakladı. 18 Ocak 2017 Asil Çelik grevi, 20 Ocak 2017 Birleşik Metalİş’in EMİS’e bağlı işyerlerindeki grevi, 20 Mart 2017’de Akbank grevi, 22 Mayıs 2017’de Şişecam grevi ve 5 Haziran 2017’de Mefar İlaç Fabrikası grevi; ya “ekonomik ve finansal istikrarı bozduğu” ya da “genel sağlığı ve milli güvenliği bozduğu” gerekçesiyle yasaklandı. Ancak AKP iktidarları döneminde OHAL yetkisi olmasa da 8 ayrı grev yasaklama kararı alınmıştı.

En temel OHAL direnişi
Akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça, binlerce OHAL mağdurundan ikisi. İşlerine geri dönme taleplerini iletmek için başkentin ortasında oturma eylemi yaptılar. Eylemlerini açlık grevine çevirdiler. Grevlerini tutuklansalar da sürdürdüler. Gülmen tahliye oldu, Özakça hakkındaki suçlamalardan beraat etti. Ancak tüm bunlara karşın görevlerine geri dönemedikleri için açlık grevlerini sürdürüyorlar.
                                                                           ***

Siyasi sorumluluk ahrete muhalefet cezaevine...(II)

OHAL hukuku, hem kendisini yasama denetiminden kurtardı, hem de seçilmişlerin üzerinde baskı kurdu...


FETÖ ile mücadelenin siyasi propagandası, “hainler devletin en ince kılcal damarına kadar işlemiş” söylemi üzerine oturtuldu. “Kılcal damarlardaki FETÖ’nün siyasi sorumluluğu, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “Allah dedikleri için müsamaha gösterdik. Bu hain örgütün yüzünü ortaya dökememenin üzüntüsü içindeyim. Hem Rabbime, hem milletimize verecek hesabımız olduğunu biliyorum. Rabbim de, milletim de bizi affetsin” sözleri “ahrete” bırakıldı. Ancak, “kılcal damarların röntgenini” çok önce çeken, bunu yaptığı için zaten uzun süredir baskı altında nefes almaya çalışan toplumsal muhalefet, yine “terörle mücadele” adı altında hedef tahtasına oturtuldu. KHK’ler ile kurulan yeni rejimde, cemaatin röntgeninin; “kılcal damarlar”dan, “atardamarlar”a, hatta kalbe ve beyne kadar başarı ile çekilip çekilmediği, “kanın ne kadar” temizlendiği, aradan geçen 1.5 yılın sonunda hâlâ en büyük soru işareti...

Temsilde OHAL
OHAL hukuku, hem kendisini yasama denetiminden kurtardı, hem de yerelde ve merkezde seçilmişlerin üzerinde baskı kurdu. Darbe girişiminden ve OHAL ilanından önce anayasada yapılan bir değişiklikle, milletvekillerinin değişiklik tarihinden önceki dokunulmazlıkları kaldırıldı. Milletvekilleri üzerinde kurulan “dokunma” baskısı OHAL ikliminde giderek katlandı. HDP’nin hemen her milletvekili en az bir kere gözaltına alınıp, ifadesine başvurulup serbest bırakıldı. HDP eş genel başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın tutuklanması ile tırmanan sürecin son aşamasında, 9 HDP’li vekil tutukladı. Son yasama dönemine 59 milletvekili ile başlayan HDP’nin sandalye sayısı çeşitli gerekçelerle 53’e düştü.

Dokunulmazlıkların kaldırılması, milletin oyları ile seçilmiş milletvekillerinin tutuklanması kapıyı yeni bir KHK düzenlemesine açtı. KHK ile milletvekillerinin soruşturulması konusuda bir usul değişikliği yapıldı. Vekil soruşturmalarında yetki alanı daraltıldı. Seçimden önce veya sonra suç işlediği iddia edilen milletvekilleri hakkında tüm cumhuriyet başsavcılıklarının elinde tuttuğu kovuşturma ve soruşturma yetkisi sadece Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na verildi.

Seçilmiş yerine kayyım
Demokratik yollarla seçilmişlerin üzerindeki OHAL baskısı sadece vekiller üzerinde kurulmadı. İçişleri Bakanlığı’na KHK ile seçilmiş belediye başkanının yerine kayyım atama yetkisi verildi. Bunun için seçilmiş belediye başkanının terör suçları nedeniyle görevinden uzaklaştırılması, tutuklanması yeterli görüldü. Bu yetki ile 106 belediyeye kayyım atandı. Bunların 93’ü HDP’li, 9’u AKP’li, 3’ü MHP’li biri de CHP’li oldu.

Diyarbakır Kayapınar Belediyesi’ne KHK yetkisi ile atanan kayyım, Uludere’de 34 sivilin bombalanarak katledilmesi anısına yapılan anıtı kaldırttı. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ne atanan kayyım, şehir tiyatrosunun aralarında 25 yıldır oyunculuk yapanların da bulunduğu tiyatrocuların sözleşmelerini feshetti.

Muhtarlığa bile kayyım
Manisa’nın Salihli ilçesindeki Gaffar Okkan Mahallesi muhtarı Kamuran Kocaman, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Manisa mitingine katılmadığı gerekçesiyle görevinden alındı, yerine görevlendirme yapıldı.

CHP milletvekili Enis Berberoğlu’nun da tutuklanması ile tutuklu vekil sayısı 10’a çıktı. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu vekil tutuklamalarına tepki için Ankara’dan İstanbul’a “Adalet Yürüyüşü” başlattı. Yürüyüş, İstanbul’da dev bir Adalet Mitingi ile sona erdi. Daha sonra Çanakkale’de geniş kapsamlı Adalet Kurultayı düzenlendi. Ancak hükümet, “bitmeyen OHAL”de Adalet talebini bile olumsuz karşıladı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ise yaşanan süreç karşısında “devlet aklının” nasıl çalıştığını “Sizin 15 Temmuz’dakilerden ne farkınız” var sözleri ile ortaya koydu.

Kadınlara OHAL
DİSK, KESK, TMMOB ve TTB üyesi kadınların öncülüğünde 90’a yakın sivil toplum örgütünün imza koyduğu “Olağanüstü Hal’in ‘olağan’ hale gelmesine alışmıyoruz” sloganlı kampanyasında açıklanan rakamlara göre, en az 21 bin 409 kadın kamudan ihraç edildi. İhraç edilen akademisyerlerin 1409’u kadın. Kayyım atanan belediyelerdeki 44 belediye eşbaşkanı kadın görevden alındı. 33 belediye eşbaşkanı kadın tutuklandı. 50’den fazla kadın kurumu kapatıldı. 6 milletveklii kadın tutuklu.

İnsan Hakları Ortak Platformu’nun raporuna göre OHAL KHK’leri ihraç edilen 116 bin 250 kamu görevlisinin 21 bin 944’ü yani yüzde 18.9’u kadın. Aynı rapora göre ihraç edilen akademisyenler içindeki kadın oranı da aynı.

“Devamı niteliğindeki” kavramı, OHAL mevzuatının belki de en tartışmalı alanı oldu. “15 Temmuz darbe teşebbüsü ve terör eylemi ile bu eylemin devamı niteliğindeki eylemler...” ifadesi ile başlayan çok sayıda düzenleme yapıldı. Bu eylemler sırasında şehit olanların çocukları ve kardeşleri askerlikten muaf tutuldu. Yine bu eylemler sırasında yaşamını yitiren kamu görevlilerinin çocukları ve kardeşlerinden biri de askerlikten muaf tutuldu. Yine darbenin, terör eylemlerinin ve “devamı niteliğindeki eylemlerin” bastırılmasında görev alan kamu görevlilerinin hukuki, idari, mali ve cezai sorumlulukları kaldırıldı. OHAL doğrultusunda karar alan kamu görevlilerinin herhangi bir hak ihlali iddiası karşısında dokunulmazlığı sağlandı. Daha sonra devlet görevlileri için getirilen sorumsuzluk genişletildi. Darbe teşebbüsü, terör eylemleri ve bunların “devamı niteliğindeki” eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişilerin hukuki, idari, mali ve cezai sorumlulukları kaldırıldı. Ayrıca “süper yetkili, işlevsiz aklama kurulu” OHAL Komisyonu üyeleri de aldıkları kararlardan dolayı sorumsuzlukla donatıldı. Tüm bu KHK düzenlemelerindeki “devamı niteliğinde...” ifadesinin belirsizliği, siyasi bir tartışma ortamını tetikledi. Ancak hukuk alanındaki her belirsiz düzenleme gibi geleceğe yönelik kuşkularını artırdı.
15 Temmuz sonrasında yaşanan işkence iddiaları, sadece insan hakları örgütlerinin raporlarına, Meclis’e sunulan dilekçelere yansıdı. Etkili bir yargılama yapılmadığından, KHK’nin kamu görevlilerine sağladığı dokunulmazlık nedeniyle hiç kimse işkence suçundan sanık sandalyesine oturtulmadı. Örneğin Trabzon’da gözaltına alınan ve gözaltında polisin fiziki ve sözle şiddetine maruz kalan bir vatandaş savcılığa şikâyette bulundu. Şikâyet, kamu görevlilerinin dokunulmazlığını sağlayan KHK düzenlemesi gerekçe gösterilerek işleme konulmadı
.
İçişleri Bakanlığı 129 kişi hakkında vatandaşlıktan çıkarma listesi yayımladı. Aralarında Fethullah Gülen, HDP milletvekilleri Faysal Sarıyıldız ve Tuğba Hezer ile eski HDP milletvekili Özdal İçer’in de bulunduğu listede, ismi yazılı olanların 3 ay içinde Türkiye’ye dönmemeleri durumunda vatandaşlıktan çıkarılacakları ilan edildi. Ancak her iki listenin yayım tarihinin üzerinden 3 aydan çok daha fazla süre geçti.

Cüppeler ‘güvenlik devletinin postalları’ altında
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi önünde çekilen bir fotoğraf, OHAL’in kurduğu “güvenlik devletinin” akademi üzerindeki baskısını net bir şekilde gösterdi. Akademisyenlerin ihraç edilmesine karşı Ankara Üniversitesi’nde bir buluşma düzenlenmek istendi. İhraç edilen akademisyenleri okula almayan polis, hocalarla birlikte milletvekilleri, öğrenciler ve mezunlara da sert bir şekilde saldırdı. Okula alınmayan hocaların cüppeleri, polis postalları altında ezildi.

Fikre, ifadeye, yazıya, basına kelepçe
12 Eylül döneminde 31 gazeteci tutuklandı. Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın yayımladığı son rakamlara göre, 15 Temmuz’un ardından başlayan olağanüstü yargılama döneminde 145 gazeteci ve medya çalışanı cezaevine konuldu. BİA Medya Gözlem Raporu’na göre, 122 gazeteci 2018’e hapishanede girdi. Gazeteciler “darbecilik”, “anayasal düzeni yıkmaya teşebbüs”, “Silahlı örgütlerle işbirliği ve yardım”la suçlandı. Bu suçlamalara “hakaret” ve “Cumhurbaşkanı’na hakaret” suçlamaları da dahil edildiğinde tutuklu ve tutuksuz olarak toplamda, en az 520 gazeteci ve medya temsilcisi 237 ağırlaştırılmış müebbet ile 3 bin 672 yıl 6 ay hapis cezası istemiyle yargılanıyor. İnsan Hakları Ortak Platformu’nun son raporuna göre ise 1.5 yıllık OHAL döneminde toplam 200 medya ve yayın kuruluşu kapatıldı. Bunların sadece 25’i hakkındaki kapatma kararı kaldırıldı. Yani 175 medya ve yayın kuruluşu, 2018’e kapısındaki mühürle girdi. 67 gazete için kapatma kararı verildi, 17’si tekrar açıldı, 50 gazete hakkında verilen kapatma kararı devam ediyor. Kapatılan gazeteler arasında Taraf, Özgür Gündem, Azadiya Welat, Evrensel Kültür Dergisi de yer aldı.

Aralarında Dicle Haber ve Jin Haber’in de yer aldığı 6 haber ajansının kapısına kilit vuruldu. KHK listeleri ve KHK’nın verdiği idari yetki ile 37 TV kanalı kapatıldı. Sadece 4’ü yeniden açıldı, 33 TV hâlâ kapalı. Aynı yöntemlerle 41 radyonun sesi kesildi, 4 için kapatma kararı kaldırıldı, 37 radyo hala kapalı. Basın özgürlüğünün güçlendirilmesi için dünya çapında çalışmalar yürüten sivil toplum kuruluşu Sınır Tanımayan Gazeteciler’in yayımladığı, 2017 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’ni göre Türkiye, geçen yıla göre 4 sıra daha gerileyerek 180 ülke arasında 155’inci sırada yer aldı. Böylece, Türkiye’nin “kara liste” olarak isimlendirilen en kötü durumdaki ülkelerin arasına girmesine sadace dört sıra kaldı. Türkiye bu sıralamada son 12 yılda 56 basamak birden düştü. Söz konusu endeksle ilgili açıklamada “dünyanın en büyük gazeteci hapishanesine dönüştüğü” belirtilen Türkiye için “en ürkütücü ülkelerden biri” ifadesi kullanıldı.

Akademiye darbe üstüne darbe
OHAL kararnameleri ile ihraç edilen binlerce akademisyenin yüzde 26’sı yardımcı doçent kadrosunda bulunuyordu. Yüzde 25’i araştırma görevlisi, yüzde 17’si doçent, yüzde 14’ü ise profesördü. Akademisyen ihraçları sonunda “5 Boğaziçi Üniversitesi, 2.5 ODTÜ” kapandı denilebilir. Devlet üniversitelerinde güvenceli kadroda görev yapan araştırma görevlilerinin gelecekleri üniversite yönetimlerinin kararına bırakıldı.
Doçent adaylarının doçentlik işlemleri durduruldu. Kararname ile ihraç edilip, kararname ile görevine iade edilen akademisyenin ihraç edildiği üniversiteye iade edilmesinin yolu kapatıldı.
Onlarca akademisyenini KHK rejimine “kaptıran” Ankara Üniversitesi, bir yandan “hocasız kalan derslerin planlamasını yapmakla” uğraşırken, bir yandan da emekli profesörler ile ilgili yeni bir adım attı. 

Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne yıllarca emek vermiş, duayen hocaların, dışarıdan ders vermesi engellendi, yıllarını akademiye vermiş emekli profesörler Büşra Ersanlı, Günay Göksu Özdoğan, Bilsay Kuruç, Cevat Geray, Sina Akşin, Ruşen Keleş, Seyhan Erdoğdu, Gülay Toksöz, Mesut Gülmez, Handan Çağlayan, Süheyl Batum’un dersleri elinden alındı ve üniversite ile ilişikleri kesildi.

‘Neyiniz eksik?’
Siyasi sorumluluğu “Rabbim de, milletim de bizi affetsin” sözleri ile üzerinden attı. Ancak cemaat ile ilgili endişelerini dile getiren muhalefete 15 Temmuz’a kadar kulaklarını tıkayan iktidar, 15 Temmuz’dan sonra hem “gerçeği yıllardır gören”, hem de şimdi OHAL rejimine karşı çıkanları terörist ilan etti. OHAL’in 10. ayında, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’dan çok tartışılan bir açıklama geldi. Erdoğan, hemen her toplumsal kesimden gelen ve giderek yükselen, “OHAL ne zaman kalkacak” sorusuna, “Kalkmayacak. Ne zamana kadar? Huzura, refaha kavuştuğumuz ana kadar. Neyiniz eksik? Fabrikalarınız mı çalışmıyor, işyerinize mi gidemiyorsunuz? Okullar mı kapalı? Neden olağanüstü hal kalksın” yanıtını verdi.

                                                                      ***

Olağanüstü hukuk(III)

Kendi mevzuatını oluşturan OHAL, kendi yargı sistemini de oluşturdu.
OHAL sürecinde yayımlanan KHK’ler kapsamında alınan kararlar ve yapılan işlemler nedeniyle açılan davalarda, hukuka aykırı olsa bile yürütmenin durdurulmasına karar verilmesi yasaklandı.

İç hukuk yolunun kendiliğinden kapanması
İdare mahkemeleri, “Kanun hükmünde kararname” adından yola çıkarak, yapılan işlemin bir yasama işlemi olduğu gerekçesiyle, OHAL alanında yetkisizlik ilan etti. Hukuk mahkemeleri, “Kanun hükmünde kararname”nin Bakanlar Kurulu onayı ile yürürlüğe girdiğinden hareketle, yürütmenin tasarrufuna giremeyeceğini ilan etti. Anayasa Mahkemesi, “kanun hükmünde” de olsa yapılan işlemin bir yasama faaliyeti olmadığı gerekçesiyle kulaklarını ve gözlerini tıkadı, yapılan ihlal başvurularını yine bir KHK ile kurulan Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu’na havale etti. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de oluşturulan yeni OHAL yargısının, iç hukuk sistemini kendiliğinden tıkadığını göz ardı ederek, yaşamları KHK ile değişen insanlara komisyon kapısını gösterdi.

Süper yetkili, işlevsiz aklama kurulu
Tüm gözlerin çevrildiği OHAL Komisyonu daha baştan sakat doğdu. Hem yapılan tüm işlemlerin üzerinde bir konuma yerleştirildi, hem de tüm işlemlerin ana imzacılarından biri olan Başbakan’a bağlandı. Yeri geldiğinde Başbakan’ın imzaladığı KHK’de hata yapıldığını ilan edecek, yeri geldiğinde bir kişinin aylarca tutuklu kalmasına neden olan mahkeme kararının yanlış olduğu değerlendirmesini yapacaktı. Mağduriyet iddialarının sadece başvuru dosyası üzerinden incelenmesi kararı alındı. Böylece, mağdurun hakkındaki suçlamayı öğrenmesinin, delilleri incelemesinin, savunma yapmasının önüne geçildi. Yine de umutlar bu “süper yetkiye” bağlandı, ancak komisyon işlevini gösteremedi. Ocak 2017’de yayımlanan KHK ile kurulan, ancak çalışmaya başlamak için 6 ay bekleyen komisyon, “neye göre, kimi aklayacak” soruları ile birlikte 102 binin üzerinde mağduriyet başvurusunu arşivinde biriktirdi. Kurulmasının üzerinden 1 yıl geçti, ama henüz fiilen bir sonuç üretmedi. Sonuç üretemediğinden, komisyon kararlarına karşı açıldığı söylenen itiraz yolu da henüz görülmedi.

Özel ordu gibi özel harekat
15 Temmuz’un ardından devletin acil olarak özel harekât polisine ihtiyacı doğdu. Bunun için KHK hızına başvuruldu. Polislerden farklı olarak, 27 yaşındaki lise mezunlarının özel harekât adayı olması, adaylarda KPSS koşulunun aranmaması sağlandı. Özel harekâta, yine KHK ile, teşkilat içinde özel bir konum verildi.

Savunmanın gizliliğini ihlal
Tutuklu ve hatta hükümlülerin avukatları ile görüşmelerinin sesli ve görüntülü olarak kaydedilebilmesi, bir görevlinin görüşmede hazır bulunması, hükümlü tutuklu arasındaki belge alışverişine el konulması sağlandı. Soruşturmanın üzerindeki yargısal denetim zayıflatıldı. Savcılar yakalama emri verme yetkisi aldı. Kişilerin kaçak ilan edilmesi ve bu yolla kaçmamışsa da mal varlığına el konulması kolaylaştırıldı. Sadece kovuşturma sürecinde yapılabilecek “kaçak ilan etme” yetkisine soruşturma süreci de eklendi. Böylece bir kişinin savcı tarafından kaçak ilan edilmesinin önü açıldı. Normalde 24 saat olan savcının el koyma kararının hâkime sunulması koşulu, 5 güne çıkarıldı. Bu düzenleme, bu kadar uzun süre içinde el konulan eşyaların, yani delillerin tahrif edilmesinin kolaylaştırılması kuşkusunu doğurdu. Evde, işyerinde, arama yapılabilmesi için komşulardan ikisinin hazır bulunması koşulu bir komşuya düşürüldü. Askeri bölgelerde ve avukat bürolarında savcının katılımı olmadan arama ve el koyma yapılabilmesinin önü açıldı. Sadece savcı ve hâkimin yetki alanında olan arama sırasında elde edilen belge ve kâğıtların kolluk tarafından da incelenmesi sağlandı. Yine daha önce sadece hâkimin yetkisi altında olan şüphelinin bilgisayarına el koyma ve bilgisayarını kopyalama kararı savcıya da verildi. Delil güvenliği yine tehlikeye atıldı. Savcılara dinleme ve kayıt etme yetkisi de verildi. Savcılara gizli soruşturmasıyla görevlendirme, teknik araçlarla dinleme yetkisi verildi.

Tek tip devlette tek tip maphus
15 Temmuz’dan sonra Cumhurbaşkanı ve Başbakan tarafından sık sık dile getirilen duruşmalarda sanıkların tek tip kıyafet giymesi zorunluluğu yine KHK gücü ile yürürlüğe girdi. Masumiyet karinesine aykırı olarak darbe suçları sanıkların badem kurusu, terör suçları sanıklarının ise gri tulum giymesi kuralı konuldu. Kıyafet zorunluluğuna uymayan mahpusa ise duruşmaya çıkarılmama cezası verilmesi, adil ve duruşmalı yargılama hakkına aykırı olarak sağlandı.

Maphusa izolasyon
Olağan hukuk döneminde, tutukluların yakınları ile ayda 4 kez görüşme hakkı bulunuyordu. Bunun bir tanesi de açık görüş olanakları ile veriliyordu. Hatta görüşler geniş anlamda aile fertleri ve tutukluklu ve hükümlülerin kendilerinin tercih ettiği kişilere de açılabiliyordu. Ancak OHAL KHK’si ile geniş anlamda aile fertleri, eş ve ikinci dereceye kadar akrabaları ile sınırlandırıldı. Aile dışında görüşme hakkı yasaklandı. Haftada bir olan telefonda görüşme hakkı 15 günde bire düşürüldü.

Uzun tutukluluk gibi uzun gözaltı
Olağan hukukta 24 saat, belli suçlarda en fazla 72 saate kadar çıkartılabilen gözaltı süresi önce KHK ile 30 güne kadar uzatıldı. Daha sonra bu süre 7 güne, 7 günlük uzatma yetkisi de eklenerek 14 güne indirildi. İnsan hakları raporlarında aktarılan bilgilere göre, OHAL döneminde gözaltına alınanların Cumhuriyet Savcıları tarafından 24 saat haberleşme kısıtlaması uygulanıyor.

Hukuksuz delilin yolu KHK ile açıldı
OHAL ’in oluşturduğu özel yargı, kendisini sadece mağduriyet iddialarında göstermedi. KHK’nın verdiği güçle, Ceza Muhakemesi Yasası’nda pek çok düzenleme yapıldı. Daha soruşturma aşamasında şüphelinin avukatı ile görüşmesine sınırlama getirildi. Şüphelinin ifadesinin zorla alınması yoluyla hukuka aykırı delil üretilmesinin önüne geçilmesi için gereken avukatla görüşme hakkına önce 5 günlük kısıtlama getirildi. Bu daha sonra 24 saate düşürüldü.

‘Yargılama hızlansın’ diye avukatsız duruşma
15 Temmuz yargılamalarının, yürütme erkinin istekleri doğrultusunda hızla tamamlanması bahanesiyle, duruşmaların avukatsız da sürdürülebilmesinin önü açıldı. Avukatın mazeretsiz olarak duruşmaya gelmemesi veya yine mazeretsiz olarak duruşmayı terk etmesi durumunda yargılamanın devam etmesi sağlandı. Hatta sanık hakkında verilen hükmün avukatın yokluğunda açıklanması bile sağlandı. Adil yargılanma hakkına aykırı olarak, mahkemenin zorunlu gördüğü durumlarda, sanığın sorgusunun duruşmaya getirilmeden yapılabilmesi sağlandı. Bunun için iki taraflı olarak sesli ve görüntülü iletişim tekniklerinin kurulması yeterli oldu. Örgüt faaliyeti gerekçesi ile açılan davaların duruşmalarında sanığın savunmasına 3 avukat sınırlaması getirildi. Böylece muhalif bir tepki oluşturan, siyasi olarak nitelendirilen davalarında çok sayıda avukatın, duruşma salonunda güçlü bir savunma hattı oluşturmasının önüne geçildi.

Avukata da ihraç
Avukatların, müdafilik görevinden men edilmesi, yani bir anlamda ihraç edilmesi kolaylaştırıldı. Avukatın müdafilikten yasaklanması için hakkında örgüt suçlarından sadece soruşturma açılması bile yeterli görüldü. Bir avukatın, müvekkili hakkında ceza soruşturması devam ederken bile müdafiliğinin yasaklanması sağlandı. Sadece sanıkların değil, savunma görevi ve savunulma hakkının da masumiyet karinesi, KHK gücüyle yok sayıldı. Çok sayıda avukat müdafilikten yasaklandı. Adalet Bakanlığı, hukuk fakültesi mezunu olup üniversitede akademisyen olarak çalışan, kararname ile ihraç edilip avukatlık mesleğine geri dönmek isteyenlere izin vermedi. Savunma ve itiraz hakkına aykırı olarak avukatın, müvekkilinin dosyası üzerinde inceleme yapma ve belgelerden örnek alma hakkının savcılıkça kısıtlanmasının önü açıldı. Sadece ilk tutukluluk kararına yapılan itirazın değil belli suçlarla ilgili tüm tutukluluk incelemelerinin dosya üzerinden yapılmasının önü açıldı. Böylece tutukluluk incelemesinin duruşmalı olarak, bizzat savunma, sözlü itiraz hakkının tanınması da engellenmiş oldu. Tutukluluk halinin sona ermesine karar verilmesi durumunda, savcılara itiraz hakkı verildi.

Askeri düzen sil baştan
Saray’a bağlı ‘peygamber ocağı : Genelkurmay Başkanı’nın görev ve yetkileri sınırlandırıldı. Ordunun temel terfi temayülleri altüst edildi. Genelkurmay Başkanı olabilmek için kuvvet komutanlığı yapma şartı kaldırıldı. Kara, Hava ve Deniz kuvvetleri komutanlıkları Milli Savunma Bakanı’na bağlandı. Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı İçişleri Bakanlığı’na bağlandı. Yani Jandarma “asker” değil “kolluk” oldu. Artık Cumhurbaşkanı ve Başbakan kuvvetlere doğrudan emir verebilecekti. Genelkurmay Başkanı’nın emir komuta yetkisi, sadece savaş şartları ile sınırlandırıldı. Kuvvet komutanlıklarının kışla içindeki atama yetkisi kaldırıldı. Ordunun içindeki eğitim altyapısı tamamen değiştirildi. Askeri liselerin kapatılması; Milli Savunma Üniversitesi, Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi gibi yeni asker okullarının kurulmasının tamamı, Genelkurmay Başkanı’nın yeni kuvvetlerin oluşumundaki yetkisini azaltmak için yapıldı. Yüksek Askeri Şûra’da hükümetin ağırlığı artırıldı.

Saray Savunma Sanayi: Sadece kışla değil ülkenin savunma sanayisi de Saray’a bağlandı. Milyonlarca dolarlık askeri üretimlerin yönünü belirleyen Savunma Sanayi İcra Komitesi, Cumhurbaşkanı’nın başkanlığına verildi. Savunma Sanayi Müsteşarlığı da Milli Savunma Bakanlığı’ndan alınarak Cumhurbaşkanlığı’na verildi. Türk Silahlı Kuvvetleri’ni Güçlendirme Vakfı ile birlikte savunma sanayisinin dev şirketleri ASELSAN, ROKETSAN, HAVELSAN. TUSAŞ, İŞPİR ve ASPİLSAN da Saray yönetimine verildi.

Saray İstihbarat Teşkilatı: MİT, Başkanlık sistemine geçişten önce OHAL gücünden faydalanılarak Cumhurbaşkanlığı’na bağlandı. MİT Müsteşarı’nın Cumhurbaşkanı tarafından atanması sağlandı. MİT’in devasa bütçesi Başbakanlık örtülü ödeneğinden Cumhurbaşkanlığı örtülü ödeneğine bağlandı. MİT ajanlarının istifa etmeleri zorlaştırıldı. Sadece MİT değil, devletin tüm istihbarat birimlerinin koordinasyonu, Milli İstihbarat Koordinasyon Kurulu eliyle Cumhurbaşkanlığı’nda toplandı. Anayasa değişikliği ile askeri mahkemelerin tamamı kaldırıldı.

Kışladaki açık KHK ile kapatıldı: İhraçlarla oluşan personel açığını hızla kapatmak için, rütbe yükseltmelerinde bekleme süresi ve sicil şartlarında esneklik getirildi. Sivil alandan pilot alımındaki koşullar yumuşatıldı. İhtiyaç halinde kullanılacak “ihtiyat pilotu” adı altında, “yedek pilot ordusu” oluşturuldu. Terör örgütleri ile ilişkisi olanlar bile Milli Savunma Bakanlığı’nın belirlediği celp ve sevk çerçevesinde silah altına alındı.

Saray’a tutuklu takası yetkisi: Yabancı tutuklu ve hükümlülerin başka bir ülkeye iade edilmesi, başka bir ülkede bulunan hükümlü ve tutuklularla takas edilmesi sağlandı.

                                                                    ***

OHAL’de ‘fırsattan istifade’ düzenlemeler... 370 yasada 1202 maddelik değişiklik(IV)


KHK’ler ile mevzuatta, olağanüstü halin ilan ediliş nedenleri ve süresi ile sınırlı olmayan, çok sayıda köklü değişiklik yapıldı. Yargı, milli savunma, iç güvenlik, kamu personeli, sosyal güvenlik, medya, milli eğitim, yerel yönetimler gibi pek çok alanda “torba yasa tekniği” ile 1202 yeni madde ile 370 yasada düzenleme yapıldı.
KHK’ler ile mevzuatta, olağanüstü halin ilan ediliş nedenleri ve süresi ile sınırlı olmayan, çok sayıda köklü değişiklik yapıldı. Yepyeni düzenlemelerin yanı sıra, toplumsal hayatın her alanına işleyebilecek düzenlemelerin yapılmasından çekinilmedi. Emekli Mülkiye Başmüfettişi Mahmut Esen’in tespitlerine göre, yargı, milli savunma, iç güvenlik, kamu personeli, sosyal güvenlik, medya, milli eğitim, yerel yönetimler gibi pek çok alanda “torba yasa tekniği” ile 1202 yeni madde ile 370 yasada düzenleme yapıldı.

Araç plakalarının düzgün yere takılmasından yabancı plakalı araçlara uygulanacak cezalara, araçların tescil işlemlerinin noterler tarafından yapılabilmesinden, kış lastiği kullanım zorunluluğuna kadar Trafik Yasası’daki pek çok düzenleme OHAL KHK’si ile yapıldı.

Akademide sandığa son
Üniversitelerde rektör belirlenmesi için kurulan sandıklara, KHK ile gerek olmadığına karar verildi. Rektör belirlemesi için YÖK’ün üç adayın ismini Cumhurbaşkanı’na sunması yeterli görüldü. YÖK’ün hiç aday bildirmemesi ya da Cmuhurbaşkanı’nın bildirilen adayları atamaması durumunda Cumhurbaşkanı’na doğrudan rektör atama yetkisi verildi. AKP iktidarlarının en başından beni hayata geçirmeyi planladığı, akademide seçilmiş değil atanmış rektör dönemi OHAL’in gücüyle başlamış oldu.

YÖK Başkanı’na yetki
Üniversitelerin elinde olan hocalara disiplin cezası verme yetkisi YÖK Başkanı’nın elinde toplandı. Milli Eğitim Bakanlığı’na Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde mülakatla sözleşmeli öğretmen alımı sağlandı. Bu öğretmenlerin kadroya geçebilmesi için 4 yıl çalışmaları zorunluluğu getirildi. Tayinin istemesi için de kadrodan sonra 2 yıl beklemesi kuralı konuldu.

Eğitimde OHAL yapbozu
Dershanelerin kapatılarak dönüştürüldüğü özel öğretim kurslarının sadece bir bilim grubunda eğitim öğretim vermeleri zorunluluğu bile KHK ile getirildi. KHK belediyeye ait dershanelerin kapatılması karar verildi. Bir başka KHK ile bu yasak kaldırıldı. Öğrenci etüt merkezleri kapatıldı.
OHAL ile ilgisiz bir düzenleme de terörle mücadele gerekçesiyle köyleri boşaltılan öğrenciler ile ilgili oldu. Bu öğrencilerinin yükseköğretim boyunca devletten karşılıksız burs olanakları kaldırıldı.

Sağlık neden ayrıldı?
AKP hükümetleri döneminde sağlık teşkilatının Kamu Hastaneleri Kurumu ve Türkiye Halk Sağlığı Kurumu olarak ikiye ayrılması uygulamasından OHAL döneminde vazgeçildi. Bu kurumlar merkez teşkilata bağlı birer genel müdürlük haline getirildi.
Taşeron işçilere, özellikle 2015 genel seçimlerinde verilen sürekli kadro sözü de ancak OHAL döneminde tutulabildi. Böylece kapsam dışında kalan çok sayıda işçinin düzenleme KHK ile yapıldığı için haksızlık iddiasıyla dava açmasının önüne de geçilmiş oldu.

Ekran karartmada yetki
OHAL KHK’leri ile basın ve ifade özgürlüğünde de sınırlamalara gidildi. RTÜK’ün televizyonların yayınlarının geçici olarak durdurulması hatta yayın lisanslarının iptal edilmesine ilişkin yetkileri genişletildi. Bir televizyon kanalının açılması için bile MİT’ten ve Emniyet’ten onay koşulu getirildi.
Seçim yayınlarında eşitsizlik, muhalefet partilerine yayınlarda yer vermeme gibi yayın ilkelerinin ihlali karşısında verilen cezalar yine KHK ile iptal edildi. Seçim dönemlerindeki yayınlar üzerindeki YSK denetimi kaldırılmış oldu.
Sohbet, arkadaş, eş bulma programları ile takviye edici gıda satışı yapan programlar yasaklandı. Gemlik zeytini bile OHAL mağduru Bursa’nun Gemlik ilçesinin, deprem riski nedeniyle Gemlik’in üst kesimlerine taşınmasına, taşınmaya ilişkin düzenlemelere KHK’de yer verildi. CHP Bursa Milletvekili Ceyhun İrgil, “Gemlik KHK’si zeytinliklerin ölümüdür. KHK ile önü açılan betonlaşmayı kontrol edebilecek bir iktidar yok” ifadelerini kullandı.

OHAL ilçeleri
Artvin ilinde Kemalpaşa, Aksaray ilinde Sultanhanı adıyla ilçeler kuruldu.

Ekrana da OHAL
Yayın yasaklarına uymayan TV kanallarının kapatılmasını düzenleyen KHK’nin ardından hafta başında TV kanallarının yöneticileri Başbakanlık talimatı ile RTÜK’e çağrıldı. Yöneticiler olağanüstü dönemlerde yayınların nasıl yapılması gerektiğine ilişkin bilgilendirildi. Olay yerinin görüntüsü, ambulans ve itfaiye görüntüsü, tanık anlatımları, görevlilerin çalışması görüntüleri ile olaya ilişkin eleştiri ve yorum, olayın sıcaklığı geçmesine karşın “sıcak haber” ve “son dakika” yazıları gösterilmeyecek. Spiker ve muhabir “ajitasyon içeren abartılı ifadeler” kullanamayacak. Olayın nerede yaşandığına dair bilgi, olayın nerede yaşandığına dair harita bile verilemeyecek. Terör olayları ile ilgili sadece resmi makamların açıklamaları ve görüntü içermeyen altyazılar yasak kapsamına girmeyecek. “Sansür tebligatı” AKP’nin iktidara gelir gelmez yürürlükten kaldırdığı “ekran karartma” uygulamasına dönüş olarak değerlendirildi.

Kamunun yüzde 3.4’ü ihraç
* 115 binden fazla kamu çalışanı görevlerinden ihraç edilerek, ömür boyu cezalandırıldı. Kamudan ihraç edilenler özel sektör tarafından istihdam edilmedi. İhraç edilen kamu görevlilerinin yüzde 25’ini kadınlar oluşturdu.

* Yargı camiasının yüzde 27.3’ü, mülkiyenin yüzde 19.7’si, Emniyet teşkilatının yüzde 8.87’si, TSK’nin yüzde 4.4’ü, din hizmetleri sınıfının yüzde 2.8’i, sağlık hizmetlerinın yüzde 1.9’u, yerel yönetimlerin ise yüzde 1.8’i ihraç edildi. KHK‘lerle kamu kesiminin 3.4’ü devletten uzaklaştırıldı.

* KESK’in açıkladığı son rapora göre, ihraç edilen kamu görevlilerinden 4 bin 218’i KESK’e bağlı sendikalara üye. . 159 bin 506 kişi gözaltına alındı.

* Yine KESK’in derlediği rakamlara göre, “ihraç edilen 100 binden fazla kişi içerisinde çeşitli engelleri ve süreğen hastalığı olanların sayısı 2000 kişi” olarak tahmin ediliyor. Bu kişiler, ihraç edilerek gelirsiz ve sosyal güvencesiz bırakıldı.

* Gözaltına alınanların yüzde 60’ı FETÖ, yüzde 30’u PKK, yüzde 9’u IŞİD, yüzde 1’i ise sol örgütler ile ilişkilendirildi. 47 bin 523 kişi tutuklandı.
* Nisan 2017-Aralık 2017 tarihleri arasında örgüt propagandası, hakaret, nefret söylemi gibi gerekçelerle, 36 bin 432 sosyal medya hesabı incelemeye alındı. 16 bin 378 kişi hakkında işlem yapıldı.

* 2 bin 271 özel öğretim kurum ve kuruluşu, 49 özel sağlık kuruluşu, 146 vakıf, 1427 dernek, 15 vakıf yükseköğretim kurumu, 19 sendika kapatıldı. Kapatılan derneklerden 11’i kadın çalışmaları, 1’de çocuklar üzerine yoğunlaşmıştı.

* 117 üniversiteden 5 bin 822 akademisyen ihraç edildi. İhraç edilen hocaların 386’sı Barış için Akademisyenler Bildirgesi’ne imza atmıştı. İhraç edilen akademisyenlerin 5’te birini kadınlar oluşturdu.

* TMSF raporlarına göre, büyüklüğü 47 milyar TL’yi bulan bin 22 şirket ve ticari işletmeye kayyım atandı. 49 bin 928 çalışan kayyım yönetimi altına girdi.

Mağdurlar anlatıyor...
Hak ve Adalet Platformu, 2173 kişi arasında yaptığı çalışmanın sonuçlarını 2017’nin son günlerinde açıkladı. Raporda yer alan KHK mağdurlarının anlatımlarından bazıları şöyle:
“İlk çıkarılan KHK ile çalıştığımız üniversite kapatıldı. Çalıştığımız ayın maaşı bile verilmedi. Yasal tazminat haklarımız verilmedi. Bir günde kendimizi sokakta bulduk. Buna da şükrettik çünkü birçok arkadaşımızın özgürlüğü gasp edildi.”
‘40 iş başvurusu yaptım’
* “7 gün gözaltı yaşadım, adli kontrol ile serbest kaldım. Akademisyen olduğum için yurtdışına çıkamıyor olmam tüm çalışmalarımı ve geçim kaynaklarımı elimden aldı. Aynı üniversite de çalıştığımız için eşim de işsiz. Özel sektörde 40 iş başvurusu yaptım, hiçbirinden cevap alamadım. Mayıs 2016 itibarıyla 1 yıllığına misafir araştırmacı olarak gideceğim Almanya’ya gidemedim ve bursumun tarihide kullanamadan geçmiş oldu. Eser sürecini geçmeme rağmen doçentlik sınavım donduruldu.”
* “Cumhurbaşkanına hakaretten yargılandım. Cumhurbaşkanlığı avukatının davadan vazgeçmesine rağmen hâkim ceza verdi.”
‘Avukat savunmadı’
* “Muhalif olduğum... partili olmadığım için cezalandırılmak istendim. Eğitim Sen üyesi olduğum, sosyalist olduğum için cezalandırıldım.”
* “Avukat verdiler ama avukat ‘itirafçı ol’ diye telkinde bulundu. Savunmadı.”
‘Kışlamdan tutuklandım’
* “16 Temmuz 2016 günü hiç dışarı çıkmadığım, kışlamdan tutuklandım. Tutukluluk sürecim daha kışlamda başladı. Dövülerek ve sövülerek tersten kelepçelendim. Galeyana gelmiş insanların içerisinden geçirildim. Ve otobüsümüz taşlandı. Ölümü yaşadım bir nevi. Daha sonra bir ahıra atıldım. Burada diz çöktürülerek tersten kelepçeli ve çıplak bir vaziyette üç gün tutuldum. Gözaltı süreci boyunca durmadan hakaretlere maruz bırakıldım. Çeşitli fiziksel ve psikolojik işkenceye maruz kaldım. Hiçbir sağlık çalışanı işkence gördüğüme dair rapor tutmadı. Sonra tutuklandım ve dokuz buçuk ay tutuklu kaldım. Kötü şartlarda. Ve zor şartlarda.”
‘Sadece ‘tecavüz’ etmediler’
* “345 gün hapis yattım. Sayısız insan hakkı ihlaline uğradım. Ne için tutuklandım ne için yattım ve ne için serbest bırakıldım hâlâ bilmiyorum.”
* “Hakaret tehdit baskı ve ‘isim ver kurtul’ baskısı yaşadım.”
* “Sadece ‘tecavüz’ etmediler (onun dışındaki her işkenceyi yaptılar). İşkenceyi nasıl anlatayım. Doktora ‘FETÖ’den seni de alırız’ diye sağlam raporu yazdırdılar. Ne anlatayım. (Artık) Uganda’da yaşamak istiyorum. 14 senelik özel harekâtçıyım; 12 senelik kısmını Güneydoğu’da çalıştım. Bana ‘terörist’ dediler. Bundan beter işkence olur mu? Kontrgerilla eğitimi alıp öğrenci yetiştiren ben, devletime ve ulusuma küsüp marjinalleşmeyeceğim. Onların çekmek istediği zeminde olmayacağım.”

                                                                     ***

OHAL’ler 12 Eylül’de olağanlaştı (V)

1987 yılından 2002 yılına kadar toplamda 15 yıl boyunca sadece Doğu ve Güneydoğu illerinde uygulandı. Bölgesel nitelikli OHAL uygulamasının süresi 15 yıl boyunca tam 46 kez uzatıldı.
Türkiye’nin sıkıyönetim ve OHAL tarihi; nitelik ve nicelikleri bakımından farklı ve ortak özellikleri olsa da 1925 yılına kadar gidiyor.

Şeyh Said isyanı üzerine Muş, Bingöl, Elazığ, Siirt, Diyarbakır, Mardin, Tunceli, Urfa, Bitlis, Van, Hakkâri, Malatya ve Erzurum illerinde Şubat 1925 ile Aralık 1927 tarihleri arasında sıkıyönetim ilan edildi. Menemen olayı üzerine Menemen’de, Manisa ve Balıkesir illerinde 1931 yılında Ocak ayından Mart ayına kadar sıkıyönetim hâkimdi. İkinci Dünya Savaşı sırasında Ekim 1940 ile Aralık 1947 tarihleri arasında İstanbul, Kırklareli, Edirne, Tekirdağ, Çanakkale ve Kocaeli’de sıkıyönetim vardı. 6-7 olaylarının ardından İstanbul, Ankara ve İzmir’de Eylül 1955-Haziran 1956 tarihleri arasında yine sıkıyönetim ilan edildi. 1960 yılındaki öğrenci olayları nedeniyle İstanbul ve Ankara’da Nisan 1960-Aralık 1961 tarihlerine sıkıyönetim damgasını vurdu. 20 Mayıs 1963 ayaklanması ve darbe girişimi üzerine yine İstanbul, Ankara ve İzmir’de, 21 Mayıs 1963 - 20 Temmuz 1964 tarihleri arasında sıkıyönetim ilan edildi. 1970 yılının Haziran ve Eylül ayları arasında 15-16 Haziran olayları nedeniyle sıkıyönetim ilan edildi.

Ve 12 Mart...
26 Nisan 1971 ile 26 Eylül 1973 tarihleri arasında 11 ilde sıkıyönetim ilan edildi. Kıbrıs Barış Harekatı için Temmuz 1974 ile Eylül 1975 tarihleri arasında 15 ilde hüküm sürdü.

1978’de Maraş katliamının ardından 13 ilde; Adana, Ankara, Bingöl, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Gaziantep, İstanbul, Kars, Malatya, Kahramanmaraş, Sivas, Şanlıurfa’da sıkıyönetim ilan edildi. Sivas ve Erzincan’daki sıkıyönetim, daha sonra kaldırıldı. “Yaygın şiddet olayları” gerekçesiyle 1979’da Adıyaman, Diyarbakır, Hakkâri, Mardin, Siirt ve Tunceli’de; 1980’de Hatay, İzmir, Ağrı illerinde sıkıyönetim ilan edildi. 12 Eylül darbesi başladığında halihazırda 19 ilde sıkıyönetim hâkimdi. Askeri yönetim ile birlikte 48 ilde daha sıkıyönetim ilan edildi. 1984 yılından 1987 yılına kadar sıkıyönetim, aşama aşama tüm illerden kaldırıldı.

OHAL yerleşti
Ancak bu kez de Türkiye için bölgesel olağanüstü hal dönemi başladı. Bugünkü OHAL uygulamalarının da temeli 1982 Anayasası ve 1983 tarihli OHAL Kanunu ile atıldı. Sıkıyönetimin ilan edildiği illerden kaldırıldığı yıl 1987’ydi. Ancak dönemin Başbakanı Turgut Özal, ilk OHAL kararını da 1987 yılında duyurdu.

1987 yılından 2002 yılına kadar toplamda 15 yıl boyunca sadece Doğu ve Güneydoğu illerinde uygulandı. Bölgesel nitelikli OHAL uygulamasının süresi 15 yıl boyunca tam 46 kez, Meclis kararı ile uzatıldı. Bölgesel OHAL, 15 yılı boyunca toplamda 13 ili kapsadı: Bingöl, Diyarbakır, Elazığ, Hakkâri, Mardin, Siirt, Tunceli ve Van illeri ile başladı, daha sonra Adıyaman, Bitlis ve Muş; son olarak da Batman ve Şırnak eklendi.

Bölgesel OHAL, Türkiye tarihine; Jİ- TEM, sivil köylülerin öldürülmesi, Uluslararası Af Örgütü temsilcilerinin tıpkı bugün olduğu gibi gözaltına alınması; bazı siyasilerin, aşiret liderlerinin ve kamu görevlilerinin OHAL bölgesine girişlerinin yasaklanması, faili meçhul cinayetler ve işkence ile geçti.

Bitmeyen talep: Adalet
Cumartesi Anneleri’nin faili meçhul cinayetler döneminden günümüz olağanüstü haline kadar yansıyan tek talebi, 1995 yılından bu yana: Adalet. Galatasaray Meydanı’nda 669. kez, “adalet arayan” Cumartesi Anneleri adına CHP’li Sezgin Tanrıkulu; ülkenin olağanüstü haller tarihinin belki de en dikkat çeken açıklamasını yaptı. Tanrıkulu, “OHAL demek kayıp, ölüm, işkence, cezaevi demektir” dedi.

Olağanüstü Hal’i; mağdurları etkilenenleri birer rakamdan ibaret olmasa da, en iyi rakamlar anlatıyor.

Hak ve Adalet Platformu’nun 1465’i KHK mağduru, 342’si mağdur yakını, 366’sı doğrudan mağdur olmayan 2 bin 173 kişiyle görüşerek hazırladığı rapor; hem Türkiye’nin bir buçuk yıldır içinde olduğu sert havayı rakamlarla özetliyor, hem de açılan toplumsal yaraya ilişkin ipuçları veriyor.

Rapora göre; OHAL KHK’ları mağdurlarının yüzde 29 kendisini muhafazakâr, yüzde 22.5’i demokrat, yüzde 12.5’i milliyetçi, yüzde 8’i ise sosyal demokratik olarak tanımlıyor.
Mağdurların yüzde 92’si yüksekokul ve üniversite mezunu.

OHAL KHK’leriyle ihraç edilenlerin arasındaki işsizlik oranı yüzde 65. Bir işte çalışabilenlerin birçoğu sigortasız.

OHAL döneminde gözaltına alınanların yüzde 23.5’i kötü muamele veya işkence gördüğünü beyan etti.

Cezaevinde tutuklu bulunanların yüzde 16.7’si intihar girişiminde bulunduğunu ya da intiharı aklından geçirdiğini söylüyor. İntihar planı ya da girişiminde bulunduğunu belirtenlerin oranı ise yüzde 6.9.

OHAL mağdurlarının yüzde 50’si sinir hastalığı ya da duygu durum bozuklukları yaşıyor.
Adli soruşturma geçirenlerin yüzde 46’sı hakkında iddianame bile hazırlanmadı.

OHAL mağdurlarının yüzde 81’i geçirdiği soruşturmanın adil olmadığını düşünüyor. Yüzde 55.6’sı savunma hakkını kullanamadı, yüzde 30.8’inin ifadeleri alınırken yanlarında avukat bulundurmalarına izin verilmedi. İhraç edilenlerin yüzde 95.8’i 15 Temmuz öncesinde herhangi bir soruşturma geçirmedi.

‘Sessiz devrim’di, 14 yıl sonra geri geldi
OHAL uygulaması AKP iktidarlarının ilk yılı olan 2002’de Türkiye’nin gündeminden çıktı. Aslında AKP iktidarından önce 1999’da Siirt’te, 2000’de Van’da, Temmuz 2002’de de Hakkâri ve Tunceli’de olağanüstü hal uygulamasına son verildi. AKP, “sessiz devrimlerin başlangıcı” olarak propagandasını yaptığı “OHAL’e biz son verdik” söylemini; son iki ilde, Diyarbakır ve Şırnak’taki OHAL uygulamasını kaldırmak üzerine kurdu.

Artık bitsin...
OHAL’de 1.5 yıl doldu. Bakanlar Kurulu, 19 Ocak’tan itibaren 3 aylık bir uzatma kararı daha aldı. Baskı arttıkça OHAL’e son verilmesi talepleri de daha yüksek sesle söylenmeye başlandı. İktidar bu seslere hep kulak tıkadı. Seçimler, referandumlar, yönetim sistemini değiştiren anayasa değişiklikleri, kent merkezlerindeki büyük terör saldırıları, sınır ötesi askeri harekâtlar, diplomatik krizler, iç siyasetteki çalkantılar eşliğinde Türkiye OHAL koşullarına alıştırılmak istendi. Muhalefetin OHAL’e itirazı bitmese de sesi kısıldı. OHAL’in altıncı 3 aylık dönemine, bir de Kuzey Suriye’ye askeri harekât başlatıldı. OHAL’in yurt genelinde yarattığı iklime, güvenlikçi devlet uygulamalarına bir de asker, silah, tank, top, tüfek görüntüleri eklendi.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan; Türkiye’nin içine girdiği tabloyu, “Yok kan dökülmesin falan filan... Burada şehadet de olur, burada gazi de olur, kan da olur” sözleri ile anlattı.

Sinan Tartanoğlu / CUMHURİYET


Dünyada temel gelir tartışması - HAYRİ KOZANOĞLU

Finlandiya’daki temel gelir pilot uygulaması birinci yılını doldurdu. Ülkedeki işsizler arasından 2000 kişi rastgele seçiliyor ve iki yıl boyunca hesaplarına vergiden muaf ayda 560 avro para yatırılıyor.


İktidarın akla, mantığa sığmayan uygulamaları; adalet, özgürlük, laiklikle bağdaşmayan zihniyeti ister istemez öfkemizi kabartıyor, mizacımızı bozuyor. Bu da etki-tepki, aksiyon-reaksiyon spirali içerisinde ufkumuzu daraltıyor, yaratıcılığımızı törpülüyor. Zaman zaman bu “yankı odasının” (echo chamber) dışına çıkıp, farklı fikirlerle tanışmak, tartışmalarla haşır neşir olmak insanı ferahlatabiliyor.
Aşağıdaki yazıyı eko-politiğin mi, yoksa psiko-terapinin mi kapsam alanında okuyacağınıza artık siz karar verin...

Finlandiya’da temel gelir deneyi
Finlandiya’daki temel gelir (bundan sonra TG) pilot uygulaması birinci yılını doldurdu. Hatırlatalım, Finlandiya 5.5 milyon nüfusa sahip, kişi başına gelirin 50 bin dolar civarında seyrettiği, refah düzeyi yüksek bir ülke.

Ülkedeki işsizler arasından 2000 kişi rastgele seçiliyor ve iki yıl boyunca hesaplarına vergiden muaf ayda 560 avro para yatırılıyor. Bu süre içerisinde bir işe girmeleri halinde de, ödeme aksatılmadan aynen devam ediyor. Aslında 560 avro Finlandiya’daki işsizlik ödemesine denk gelen bir rakam olarak belirlenmiş. 175 bin kişilik, ödemeden kapsamı dışında kalan bir kontrol grubu ile TG’den yararlananların profili 2 yılın sonunda karşılaştırılarak, kapsamlı bir analiz yapılması planlanıyor.

Finlandiya’da merkez sağ, kemer sıkma politikaları uygulamaya eğilimli bir hükümet iş başında. Neoliberalizm hayranları, Beyaz Zambaklar Ülkesi’nde uzun yıllar iktidarda kalan sosyal demokrat hükümetlerin “sosyal devlet” uygulamalarının bütçeye ağır yükler getirmesinden şikâyetçiler. Bu gerekçeyle TG deneyine girişiyorlar. Açıkçası, sosyal programları iyice budayabilmek niyetiyle, “TG”ödemesini bir kaldıraç olarak kullanmaya niyetliler.

Zaten izlenen yöntem de yaygınlıkla eleştiriliyor. Finlandiyalı Sosyal politika uzmanı Markuz Kanerva’nın konu üzerine değerlendirmeleri şöyle:
Tam kapsamlı bir evrensel gelir deneyi sadece işsizlerle değil, farklı hedef gruplarıyla gerçekleştirilmeli. Yerel etmenleri göz önüne alarak, farklı gelir düzeylerindeki kişiler de teste tabi tutulmalı. Ancak böyle bir yöntem kullanılarak, işsiz insanların istihdamının evrensel temel gelir uygulamasından nasıl etkilendiği açığa çıkarılabilir. (The Guardian, 12 Ocak 2018)

Finlandiya deneyiminin önemi, son zamanlarda tüm dünyanın tartıştığı bir fikrin, yaklaşık 20 milyon avro bütçeli, en kapsamlı uygulaması olmasından kaynaklanıyor. Bu nedenle ülke dışında da ilgiyle izleniyor.

TG’ye sağdan ve soldan bakış
TG’nin “sağ ve sol” farklı yorumları var. Birbirinden tamamen zıt ideolojik noktalardan hareket eden, biçimsel anlamda benzer bir fikre yakınmış gibi izlenim uyandırsalar da, nihai toplum tahayyülleri hiç uyuşmayan iki zihniyet söz konusu…

Sağ çevreler, TG programını sosyal devletin yüklerinden kurtulmak, bürokratik işlemleri en aza indirmek için teknik bir çözüm olarak görüyor. Yurttaş piyasa koşullarında   “açlıktan ölmeyecek” bir gelir düzeyine kavuşursa, kamunun bütün yükümlülüklerinden kurtulacağını varsayıyorlar.

Silicon Vadisi’nde servet sahibi olan Tesla’dan Elon Musk ile Facebook’tan Mark Zuckerberg’in TG savunucuları arasına girmesi de bu kapsamda değerlendirilmeli.  “Platform kapitalizmi” sayesinde her yıl daha da zenginleşen, teknolojinin olanaklarını kâra çeviren bu “akil” şahsiyetler, bir yandan da düzenin yarattığı müthiş gelir uçurumlarının yol açabileceği sosyal patlamalardan tedirginler. 

Dijital teknolojinin, otomasyonun, giderek insan emeğinin robotlarla ikamesinin, artan bir işsizliği tetikleyeceğini öngörüyorlar. İşte bu yöntemle işsiz yığınlara bir “sus payı”vermenin bir taraftan tepkileri azaltacağını, öte yandan sınırlı da olsa ekonomide bir “talep etkisi”    yaratacağını düşünüyorlar.

TG’nin sol yorumu ise, uygulamayı yoksulluğa karşı bir mücadele aracı kabul ediyor. Yurttaşa belli bir satın alma gücü kazandırmak, gelir dağılımı bozukluklarını törpülemek, patronla pazarlığa otururken emekçinin pazarlık gücünü artırmak için bir imkân olarak yaklaşıyor. TG’nin diğer sosyal programların yerine ikame edilmesi değil de, eğitime, sağlığa, konuta yönelik destek mekanizmalarını tamamlayıcı olarak devreye girmesi gerektiğini düşünüyor. Belki de en önemlisi, TG üzerinden bir “toplumsal hareket”  yaratmanın, emeğin sermaye karşısında topyekûn mücadelesine hız katacağını umut ediyor.

Bu kapsamda son dönemlerde, Evrensel Temel Hizmetler kavramı ortaya atıldı. Bu yaklaşıma göre, nakit para ödemek yerine, “konut, gıda, ulaşım, eğitim, iletişim, sağlık” gibi en temel hizmetlerin tüm yurttaşlara “eşit ve parasız” olarak sunulması hedeflenmeli…

İzin verirseniz, 2004’te BirGün daha çiçeği burnunda bir gazeteyken, “yurttaşlık payı”   ödemesi adı altında kaleme aldığım yaklaşımı bugün de koruduğumu vurgulayayım:
Herkese sırf bu ülkenin yurttaşı, doğal ve fiziki kaynakların asli bir paydaşı olduğu için kamu bütçesinden “yurttaşlık payı” ödenmesi talebiyle karşı hamlelere başlayabiliriz.

Öncelikle, yapılacak “yurttaşlık payı” ödemesinin kapitalist sistemin mülkiyet ilişkilerini değiştirmeyeceğini, emek-sermaye çelişkisini ortadan kaldırmayacağını unutmamalıyız. Bu nedenle kapitalizmi aşma perspektifi geçerliliğini korumalı. Ama söz konusu uygulama,piyasa mantığına “yeniden dağıtım” anlamında emekten yana bir müdahale olduğu için, sınıf dengelerini emek lehine değiştirme özelliğiyle çok önemlidir. (Bir Gün, 20 Haziran 2004)

TG ve genişleyen özgürlükler
TG ödemesi, üzerinde geniş bir literatür gelişmiş olan, Türkiye’de de tartışmamız gereken çok kapsamlı, bir köşe yazısıyla sonuca bağlanamayacak bir konu. Ufuk açıcı olacağını düşünerek, şimdilik konunun önde gelen uzmanlarından İngiliz Guy Standing’in TG’nin sırf özgürlük alanlarımızı nasıl genişleteceğine ilişkin örneklerini sıralamak yararlı olabilir:
»Zahmetli, sıkıcı, düşük ücretli veya sırf berbat işleri reddetme özgürlüğü;
»Eğer finansal koşullar zorlasaydı kabul edilmeyecek bir işi kabul etme özgürlüğü;
»Daha az ödeme yapılmasına veya finansal açıdan güvencesiz hale gelmesine karşın, bir işte çalışmaya devam etme özgürlüğü;
»Riskli ama potansiyeli bulunan bir iş girişiminde bulunabilme özgürlüğü;
»Uzun saatler çalışma zorunluluğu bulunsa gerçekleştirilemeyecek, bir akraba veya arkadaşa bakma veya toplum için gönüllü bir işte çalışma özgürlüğü;
»Yaratıcı işler yapma özgürlüğü;
»Yeni beceriler veya uzmanlıklar kazanma riskini göze alabilme özgürlüğü;
»Finansal güvensizliğin engellediği birisiyle bir gönül ilişkisine girebilme, belki ortak bir evde yaşam sürdürme özgürlüğü;
»Bürokratik müdahale, baskı ve gözetimden kurtulma özgürlüğü;
»Tatsız ve çekilmez hale gelen bir gönül ilişkisini sonlandırma özgürlüğü ;
»Arada bir tembellik yapma özgürlüğü;
»Çocuk sahibi olma özgürlüğü. (Guy Standing, “Basic Income: And How We Can Make It Happen”, Pelican Books 2017, S.60-61)

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Artistler, sovmenler, savaşlar - ALİ MURAT İRAT

Dünyanın en kolay işlerinden birisi savaş üzerine yazmak ve konuşmak. Çünkü savaş bir yandan devam ederken kahvenizi yudumlayıp, arada Twitter’a göz atıp savaş üzerine yazmak ve konuşmak hem iyidir hem de güvenlidir. Hele de “istenilen ve makbul” şeyleri yazıyor ve konuşuyorsanız, sadece iyi ve güvenli değil aynı zamanda hoştur da. Size bir şey olmayacağını; çoluğunuza çocuğunuza, akraba, eş ve dostunuza bir zarar gelmeyeceğini bildiğiniz bir savaşı “savaş, savaş, savaş” çığlıkları atarak, mehter marşını da arkanıza alıp “Ne güzel, artık bizim de bir savaşımız var” diyerek karşılamak yalnızca iyi, güvenli ve hoş değil, zevklidir de.


Hadi savaşı hiç görmedikleri için oyun sanan çoluğu çocuğu geçtim de; askerliğini bedelli yaptığı halde, kostümcüden aldığı asker üniformasını giyip, sosyal medyada savaşı öven, başkalarının canları üzerinden kahramanlık taslayan film artistlerini ne yapacağız? 
Askerliği sırasında, çektiği en büyük sıkıntı bankamatikte sıra beklemek olan bir “artistin” savaş çığlığını duyması gerekense, şüphesiz ona derhal cephede en ön saflarda yer vermesi gereken devletlü büyüklerimiz değil mi?

Ya ölecek insanlardan çok kendini düşünen insanlarımız! 
Fransız uçakları 2011 yılında Libya’yı bombalarken, fakültedeki hocama sormuştum: “Fransız askerleri ölmeye başlarsa durum değişir mi?” Cevap, çağdaş uygarlık seviyesine erişmiş bir Batı toplumunun röntgenini çeken bir cevaptı: “Fransız toplumu için önemli olan ekonomidir. Asker ölümleri bu operasyonun gidişatını etkilemez.” 

Şimdi bizim toplumumuza baktığımızda İslamcısından artistine, muhafazakârından kendisini “sol”da konumlayan birilerine kadar hemen herkesin çağdaş Batı’nın uygarlık ve anlayış düzeyine eriştiğini görüyorum. Artık sanatçısından asgari ücretle geçinen işçisine, çoğunluk, eğer kendilerine bir şey olmayacağına ve rahat rahat alışveriş yapmaya devam edeceklerine inanmışlarsa, her türlü savaşa evet diyecek olgunluğa ve ferasete ulaşmış durumda, “savaş olsa da hayatımıza azıcık renk gelse” edasıyla beklemekte.

Dünyanın en ahlaksız işlerinden birisi, savaş olsun diye televizyonlarda, sosyal medyada şov yapmak ve sonra koltuklara kurulup onun hakkında yazmak, konuşmak ve hatta televizyonlarda zevkle izlemek.

Oysa “Sen sus artık, bize bundan sonrasını dövüşen anlatsın” demişti şair.

Ve ben –Barış Süreci’ne ilişkin soru işaretlerimin olduğu bir yazımdan sonra- bir mail almıştım: “Tek bir gece mevzide… o kör gece karanlığında akla gelen türlü türlü korkunç ölümleri bekleseydin… en kötü barışın savaştan iyi olduğunu anlardın” diyordu birisi.

Utanmıştım… Çünkü ne askerliğini bedelli yapmış bir artisttim ne de binlerce dolar maaşını mehter marşıyla örtüp “Savaş savaş” diye çığırtkanlık yapan bir şovmendim.

ALİ MURAT İRAT / BİRGÜN

Geçim derdi memleket meselesi - SERKAN ÖNGEL

Türkiye ağır bir savaş atmosferinin içinde. Birkaç gün önce Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kütahya’daki AKP olağan il kongresinde yaptığı konuşmada, Afrin operasyonunun başladığını duyurdu. Aynı toplantıda taşeron işçilerin taleplerine ise sert cevaplar verdi.
“İşçilerin hepsi hakkını almıştır. 1 milyona yakın insanın şu anda kadroları verilmiştir ama siz hâlâ orada 10 kişi-15 kişi burada anlayamamışsınız. Bütün bu yaptıklarımız birilerini şımartmasın. Kimsenin yapamadığını, cesaret edemediğini, AK Parti iktidarı olarak bizler yapmış ve 1 milyona yakın şu anda taşeron olayındaki elemanların hepsini kadrolarını vermek suretiyle iş sahibi yaptık… Ne yapıldığını bilmeden, sloganik bir gençlik biz istemiyoruz.”

Cumhurbaşkanı Erdoğan bir süredir büyük bir heyecanla Afrin’e yönelik müdahalenin sinyallerini veriyordu. Memleketin gündemi bu müdahaleye kilitlenmiş durumda. Ancak anlaşılan geçim derdi seferberlik çağrılarının bile üzerine çıkıyor.

Taşeron işçilerin sorunları, asgari ücret zammı konusunda memnuniyetsizlik, sanki savaş gündemi ile örtülmeye çalışılan geçim gündemini bir biçimde dayatıyor.

Hatırlayalım, 2017 yılını yoksullaşarak kapatan asgari ücretliye yapılan artış, asgari ücretliyi tatmin etmemişti. Erdoğan, “Beyefendiler beğenmiyor. Şimdi 14,3 artışla 1603 liraya çıktı. Ya eline diline dursun,nereden nereye. Bu rakam asgari ücretin evli olmasına çocuklarının olmasına göre değişebiliyor. Bu asgari ücrete 100 lira da işveren teşviki uyguluyoruz” şeklinde konuşarak asgari ücreti beğenmeyenlere çıkışmıştı.
Memleket gündeminin neden savaşa kilitlendiğini bu tepkiler ve bu tepkilere karşı yükselen öfkeden anlamak mümkün.

Bir süredir Erdoğan’ın Afrin’e seslenişi, Ümit Yaşar Oğuzcan’ın duygu yüklü şiiri “bir gece ansızın gelebilirim” ile geliyordu.

Bu sözler Tarık Akan, Münir Özkul, Emel Sayın, Zeki Alasya; Metin Akpınar, Kemal Sunal ve Halit Akçatepe’nin “Mavi Boncuk” isimli muhteşem filminde, bu şiirden bestelenmiş şarkıyı, coşkuyla söyledikleri görüntüleri geliyor aklıma. 
“Aşk bu, bilinir mi nereye varır/
Ne durdurur özleyeni, seveni/
Bakarsın ansızın gelebilirim/
Bu kadar yürekten çağırma beni.”

Oysa meydanlarda söylenen sözlerin, heyecanı dışında, şiirdeki ile bir ilgisi yok. Mehtere durduk mu arkasına takılan çok olur gibi bir durum görünmüyor.

Sanki savaş geçim derdi ile savaş gündemi arasında yürüyor. Yoksa kim böyle bir dönemde, hangi cesaretle hak talebinde bulunabilir ki?

Oysa taşeron işçilerin, asgari ücretlinin sesine bir ses daha ekleniyor şimdi. Metal sektöründe 130 bin işçiyi kapsayan grevin ayak sesleri. Bu grev Bakanlar Kurulu kararı ile yasaklama tehdidi altında. Birleşik Metal İş Sendikası grevin yasaklanması tehdidi için diyor ki;
“Bu büyük bir saldırı anlamına gelecektir. Önümüzdeki günler birçok gelişmeye, saldırıya açık. Bu nedenle Birleşik Metal-İş Sendikası olarak yasaklama ihtimaline karşı, işçi sınıfının ortak kazanımı için ortak mücadelesini önemsedik ve önerdik. Greve ortak çıkmayı ve grev yasağına karşı ortaklaşa direnmeyi önerdik. Bunu tarihsel bir sorumluluk olarak üstlendik.

Ancak gelinen noktada diğer sendikalardan bu konuda resmi yanıt gelmese de tüm metal işçileri bu çağrımızı destekliyor… 30 işyerinde 12 bin üyemizle almış olduğumuz grev kararını tüm metal işçileriyle beraber 2 Şubat tarihinde hayata geçireceğimizi, eğer bu grevimiz yasaklanırsa grev yasağını tanımayacağımızı sizlerin aracılığı ile bir kez daha kamuoyuna duyuruyoruz.”

2018 yılına girerken asgari ücret, taşeron işçi sorunu gündemin ön sıralarında yer aldı. Aynı dönemde, yeni silah sistemlerini almak için savunma sanayine aktarılacak ilave kaynağın muhtemelen 17-18 milyar lira olacağı hükümet yetkilileri tarafından dillendirilmiştir. Savunma ve güvenlik hizmetlerine bütçeden ayrılan pay yüzde 30 artırıldı. 
Geçim ile savaş arasındaki ilişki burada net değil mi? 
Bütçede tercih geçimden değil savaştan yanaydı.
Şimdi metal işçisinin çağrısı geçim derdinin çığlığıdır. 
O çığlığa sahip çıkalım.

Serkan Öngel / BİRGÜN

22 Ocak 2018 Pazartesi

Sular çekildiğinde…- ERK ACARER

19 Aralık sabahı, tecrit ve F tipi uygulaması için başlatılan ölüm orucu eylemlerine karşı 20 cezaevine birden operasyon düzenlendi. İkisi asker 32 kişi öldü. Operasyona ‘Hayata Dönüş’ ismi verilmişti.

Afrin’e gönderilecek bir füzenin üzerinde ‘Zeytin dalı’ yazısı okunuyor. Demek ki devletin çelişkileri de müstehzi duruşu da değişmiyor.

•••

Tufan sürerken, Nuh beyaz bir güvercini gemiden uçuruyor. Güvercin gemiye gagasında hiçbir şey olmadan dönüyor. Bir süre sonra, aynı güvercin tekrar gemiden havalanıyor. Dönüp küpeşteye konduğunda ağzında bir zeytin dalı tuttuğu görülüyor.

Demek ki sular çekilmiş, Tanrı ile insan arasında barış sağlanmıştır. Hem beyaz güvercin hem de zeytin dalı böylece barışın sembolü sayılır.

•••

Kan, şiddet, duman, ateş, barutu kutsamanın anlaşılır bir tarafı yok. Huzur isteyenin vatan haini sayıldığı bir girdabın tam ortası… Gerçekte savaş değil barış isteyenin insanı ve toprağı her şeyin ötesinde sevdiği anlaşıldığında ne yazık ki çok geç olacak. İktidar pekiştirmek için ‘piyesle’, ‘ölümsüz şehitler’ yaratmaya çalışmak, sadece ‘birliktelik umudunu değil’, koca bir coğrafyayı da sarsacak.

•••

“Afrin’de ‘etek’ karaborsaya düştü” diyor biri. Ölümü, tek tipi, baharı değil kışı, birlikte yaşamak yerine savaşı kutsal sayan erkek toplum, bir türlü büyüyüp ‘adam' olamıyor. ‘Adamların coğrafyasında’ ise önce kadınlar ve çocuklar mağdur ediliyor.

•••

Savaşın öbür yüzü tecavüz, istismar, göç, şiddetin meşrulaştırılıp yeniden inşası ve bu inşaatın kara gölgesinde büyümeye çalışan kayıp kuşaklar demek. Cizre’de hendeklerin arkasında ‘savaşçılık oynayan’ çocuklar örnek.

•••

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Temsilcisi Doktor Gülsüm Kav; büyük bir sosyolojik çıkmazın altını, şiddetin giderek artışını hem nicelik hem de nitelik değiştirmesini 15 Temmuz’a dikkat çekerek aktarıyor: “Şiddetin dozunun, toplumu kadın ve çocukları etkilediğini görüyoruz. OHAL’den bu yana kadın cinayetleri arttı. 2017’de, bir önceki yıla göre mağdur sayısı, yüzde 25 fazlalaştı. Öldürülen kadın sayısı 409 oldu. Şiddet ise nitelik değiştirdi. Evine bomba atılan, parçalara ayrılarak öldürülen kadınlar raporlandı. Karısından öç almak için çocuklarını öldürenlere şahit olduk.” Görür ve kutsanır şiddet de toplumda bu şekilde karşılık buluyor işte.

•••

Kötü izler toplumu böyle sarıyor. Savaş bugünü de yarını da etkileyen çok ağır bir fatura yani. Her yönden tablonun ağırlaşma olasılığı yüksek. Türkiye’nin bir bölümü ‘kahraman Türk askeri güzellemesi’ yaparken, bunların tabutlarla geri dönecek kendi evlatları olduğunu unutuyor. Dahası ‘iktidarları için’ savaşa karar verenlerin çocuklarının çürük raporlarını, askerde değil dünyanın farklı yerlerinde eğitimde olduklarını hafızasından siliyor.

•••

Şüphesiz hafızadan silinen başka şeyler de var. ‘Terör’ koridorunu yıkmak için bir milyondan fazla sivilin yaşadığı alana yönelik bir operasyon var. Oysa ‘sivili olmayan’ IŞİD’e ‘aynı sınırda’ ne kadar müsamaha gösterildiği açık. Üstelik savaşa Afrin’den sınıra bir taş bile atılmadan karar verildi. Suriye savaşı bağladığından beri delik deşik olmuş, tel örgüsü dahi yıkılmış sınırlardan sadece IŞİD’ci, cihatçı Türkiye’ye girip çıkmadı. Bu koridor, ülkede gerçekleşen pek çok katliamın yaşanmasına da neden oldu. 

•••

Türk ordusu, Afrin’e cihatçılarla yürüyor. Çeteler Suriye’ye aleni, neredeyse davulla zurnayla, göstere göstere taşınıyor. ÖSO’nun tüm dünyada meşru sayıldığına vurgu yapılıyor. Demek ki dünya bileşende yer alan Nurettin Zengi Tugayı militanının 12 yaşındaki bir çocuğun boğazını kesmesini ve Humus’ta bir Suriyeli askerinin kalbini çıkarıp yiyen El Faruk Tugayı komutanı Halid Abu Sakar’ın yaptığını da ‘ılımlı’ görüyor. Egemenler, istediklerini alıp alandan ayrıldıklarında ılımlı gençler bize kalacak. Yani şeriat ordusu da meşrulaşmıştır artık.

•••

Tek adamın bekası için yürütülen savaş, kimini çok heyecanlandırıyor. Kimi umursamıyor. Bazıları, geri döndükleri kodlarındaki ‘milliyetçilik’ ruhu ile coşuyor. ‘Bir gelecek planı’ ya da ‘vatan haini diyebilirler’ korkusuyla, iktidarın parçalanmış bohçasına yama olma gayretinde olan da var.
Çok basittir oysa. ‘Savaş, kan ve gözyaşıdır. Tam da Nazım’ın söylediği üç sütuna kapkara haykıran puntoları cesaretle hatırlama zamanıdır. Vatan hainliği barış istemekse…

•••

Beyaz güvercin gitti…

En kötü ihtimal derinleşecek ve içinden çıkılamayacak kaostur. Bir avuç toprak, nefes alabilecek hava bulabilirsek, gelecekte katmer katmer koparılan, bir türlü kabuk bağlamasına izin verilmeyen yaralarla uğraşacağız. Artan şiddet, umutsuz çocuklar, meşrulaşan yapılar ve her geçen gün birlikte yaşamın biraz daha sekteye uğradığı kırgınlıklar…

Önce suların çekilebileceğini umut etmek lazım. Ancak bu durumda bile tahribattın büyük olduğu görülecek.

Erk Acarer / BİRGÜN

Afrin: Tam Amerika’nın istediği gelişmeler - İLKER BELEK

Dertleri başkanlığı kapmak. Bahçeli ile ittifakı sağlamlaştırmak. Akşener’e kaçan MHP seçmeninin hiç olmazsa yüzde bir kaçını geri getirmek. 
Olur mu? 
Olur.
Her Kürt “çözüm” süreci AKP’ye oy kaybettirdi ve savaşı tırmandırdığı her dönemde AKP oyunu yükseltti. Şimdi bu hesap üzerinden ilerliyorlar.
Tabi bir de neredeyse tamamen dışlanmış bulundukları Suriye sahnesinde yeniden rol kapma telaşı var. Özellikle Esad’ın İdlib’e güneyden hızla girişi bu bakımdan belirleyici oldu.
“Terör”se eğer, 
Oslo’da, İmralı’da, masalarda kendileri bu hale getirdiler. Suriye’deki savaşın büyümesi için ne gerekiyorsa yaptılar. Yani YPG’nin Suriye’de gelişip, yerleşmesine kendileri katkı koydular.
“Terör örgütlerini yok etmek”se eğer, 
Afrin’de mi olacak bu iş? YPG’yi esas destekleyen ABD değil mi? Ne yani, diyelim Afrin’i diledikleri şekle çevirdiler, sonra doğuya mı yönelecekler, Menbiç derken, Rojava’da ABD ile mi savaşacaklar? Üstelik ABD buraya yapılacak her tür saldırıya karşılık vereceğini deklere etmişken. Ayrıca daha birkaç gün önce,  sahada ABD ile çalışmak istediklerini açıklayan Erdoğan değil miydi?
Çözümsüzlük üstüne çözümsüzlük.
                                                               *****

Bu işten en çok ABD kazançlı çıkacak. “Afrin ilgi alanımızda değil” diyerek sinsice AKP’nin Afrin’e girmesine izin vermesi boşuna değildi. Yani onayı Rusya’dan önce ABD verdi.

Ama evveliyatı var: ABD Rusya’nın Suriye’ye girişiyle birlikte süratle irtifa kaybetmişti. Sonrasında bütün yatırımını Kürt kartına yapmış, Erdoğan’ın Rakka’ya YPG ile değil kendileriyle yürüme önerisine kulak tıkamış, El Bab’dan hareket etmeye niyetlenen TSK konvoyunu YPG’ye teslim ettiği Menbiç’te durdurmuştu. Rusya ise askeri başarılarını, dolaylı olarak Esad’ı da dahil ettiği Astana ve Soçi üçlü zirveleriyle taçlandırmıştı.
ABD bir süredir Rojava Kürtlerini Esad rejimini devirmek amacıyla kullanacağını ve hatta bunun için ordu kuracağını da dillendiriyor. Rusya’nın tek Suriye yaklaşımına karşı Suriye’yi bölmek ABD stratejisinin esas ekseni olarak şekilleniyor.

AKP’nin Afrin hamlesi işte bu plana destek sunuyor. Rusya’nın kendi sahasındaki Afrin’e yönelik AKP operasyonuna göz yummasıyla birlikte Kürtler’in Suriye’de ABD dışında “güvenebileceği” bir aktör kalmamış bulunuyor. Kürtlerin hem ABD’ye hem de Rusya’ya oynayan “esnek” politikası Afrin’le birlikte zeminini yitiriyor. YPG’nin, hava saldırıları başladığında, Rusya’nın en az Türkiye kadar suçlu olduğu yönündeki açıklaması da tam bu gerçeğe işaret ediyor.

Hep söylediğimiz gibi Rusya izin vermemiş olsaydı AKP parmağını kıpırdatamazdı. ABD ile aralarında bir süredir sessiz bir mutabakat söz konusu: Doğu Suriye ABD’nin, batı ise Rusya’nın. Şüphesiz sayısız belirsizlik mevcut. Ve bunların başta geleni de ABD denetimindeki Kürt bölgesinin nasıl statülendirileceği konusu. Afrin operasyonu bu belirsizliğin dağılmasına yarayacak süreci de tetiklemiş oluyor.

Afrin konusunda takınılacak tutum Putin’in Suriye sahasındaki en zor kararıydı. AKP’ye izin verdiğinde Kürtleri ve Rojava’yı ABD’ye terk etmiş, böylece Suriye’nin bölünmesini kabullenmiş, Astana’da Türkiye ve İran’a onaylatmış olduğu Suriye’nin birliği mutabakatını kendi eliyle yırtıp atmış ve Suriye’deki bütün tarafların katılımıyla önümüzdeki günlerde Soçi’de gerçekleştirilecek zirveyi sabote etmiş olacaktı. Ki durum an itibariyle bu doğrultuda gelişiyor. İran AKP’ye operasyonu durdurma çağrısı yapıyor, Rusya-İran-Türkiye bloğu geriliyor.

Öte yandan izin vermese bir süredir izlemekte olduğu global ölçekli politikayı çizmiş olacaktı: Türkiye’nin AKP üzerinden ABD-NATO’dan uzaklaştırılarak, yedeklenmesi, NATO’nun sıkıntıya sokulması. Putin bu taktiği Erdoğan’ın özür mektubundan beri dikkatli biçimde uyguluyor. Rusya’nın hedefi ABD karşısında güçlü bir emperyal pozisyona yerleşmek. Bunun için AKP’nin dış politikadaki büyük hata ve açmazlarını şimdiye dek ustalıkla değerlendirdi. ABD ile AKP arasındaki ilişkilerin bu denli açılmasında bu politikanın belirleyici etkisinin olduğu ortada.

Anlaşılan şu: Rusya Kürtleri ABD’ye teslim etmek pahasına AKP’yi yanında tutmayı tercih ediyor ve fazlaca ABD’ye yaklaşmış bulunan YPG’yi Afrin’de kaderine terk ediyor.
Afrin operasyonuna Suriye’nin savaşmakta olduğu Ahrar ve ÖSO dahil pek çok cihatçı örgütün katılıyor olması Rusya cenahında ilave zorluklar yaratacak faktörler olarak denkleme dahil oluyor. Bütün bunlar gelişmelerin şu anda ABD’nin istediği gibi gerçekleştiği izlenimi veriyor.
                                                               *****

Büyük güçler vekalet savaşına devam ediyorlar: ABD Kürtler, Rusya ise Türkiye üzerinden. Ortadoğu’daki bundan sonra sıcak savaş bölgesi olmaya en yakın aday Türkiye’dir. Üstelik AKP artık kendisini işgalci olarak niteleyen Suriye ile İdlib kuzeyinde burun buruna gelmek üzere.

Afrin’deki gelişmeleri büyük zafer olarak sunacakları, milliyetçiliği pompalayacakları kesin. AKP’ye kurmaya çalıştığı rejim için “zafer”le sonuçlanacak büyük bir muharebe gerekiyor. Ancak farkında değiller: Bir dönem Kürt çözümüyle bölgeye açılmayı planlıyorlardı, olmadı, milliyetçilik yalnızca küçülmeye hizmet edecek. Bu savaş bir vadede içeriye sıçrar. Afrin’in bombalanmasını, nerede yaşıyor olurlarsa olsunlar, Kürtlerin kendilerine yönelik bir saldırı olarak algılayacakları çok açık.

Tam ABD’nin istediği gelişmedir. Tam BOP’a hizmet eder:  ABD’nin planını bozuyoruz derken, ABD’ye hizmet etmek.

Bütün bunların nedeni Türkiye kapitalizminin Kürt sorununu ve o sorunun içine yerleştiği sorunlar yumağını çözecek kapasitesinin olmamasında.

İlker Belek /SOL

Layığı layığına: Arda, Başakşehir ve diğerleri - İSMAİL SARP AYKURT

"Burada artık zor olan, bu kadar kirin, kirli ilişkinin, kirletilmiş bir düzenin içerisinde ‘futbol’ diye bir oyunun varlığını ispatlamak. Elimizde somut olan tek bir şey var. Düzen devam ettiği müddetçe akbil ücretleri artmaya, Terimler, Ardalar, Emreler, Buraklar ve Rıdvanlar konuşulmaya ve kazanmaya, Başakşehir siyasi bir proje ve şirket olarak büyümeye devam ediyor olacak."

Arda Turan’ın ‘transferi’ yeni yılın ilk politik transferi olarak göze çarpıyor. Başakşehir’in bir proje olarak palazlandığı, kendine bir alan açtığı ve ‘boyundan büyük’ işlere giriştiği artık bilinenlerden. Bu anlamda futbol alanındaki gerici hareketliliğin ekonomik ve politik olarak bir üst evreye tırmanmakta olduğu görülüyor.

Yılın ilk siyasi transferi gerçekleşti ve AKP futbolcusu Arda Turan, kendisi zaten bir proje olan AKP’nin proje futbol takımı Başakşehir’e imza attı.  Aslında bunun bir transfer olduğunu söylemek zor, bu bir buluşma seansına daha çok benziyor. Hem de gecikmiş bir buluşma bu. Çünkü Arda Turan’ın Evetçiliği ve gericiliği kendisini iki takımda oynamaya ikna etmiş olmalıydı. Bunlardan birisi Osmanlıspor diğeri ise Başakşehir idi. Kasımpaşa biraz daha geride duruyor gibi görünüyordu. O, ikincisini tercih etti, birincisi Osmanlı, diğerine göre hem başarısız kalmış, hem de ‘eskimiş’ Gökçek’in gölgesinde kalmıştı. O da iki metropolün iki AKP’li futbol takımı projesinden İstanbul ayağına dâhil oldu. Bu anlamda bunun bilinçli bir tercih olduğunu bilerek durumu kavramak gerekiyor. Bu, başlı başına siyasi bir futbolcu ‘transferidir’…

Bir diğer durum, genelde futbol çevrelerinde konuşulduğu gibi aktarırsak, bu ‘tercihin’ futbol oynayabilme ihtiyacının giderilmesi açısından yorumlandığını gösteriyor. Ancak bu yorumun altının doldurulması gerekiyor. Barcelona’da oynama şansı bulmuş ve bu kulübe 41 milyon Euro bedel ile transfer edilmiş bir oyuncunun neden bir sonraki transferinin Başakşehir olduğu sorulmaz mı? 
Futbol oynamanın tercihi neden Başakşehir oluyor? 
Bir açıdan başka bir ‘talibin’ olmaması da mümkün, ne de olsa Barcelona’da uğurlayan ya da bir mektup yazan bile olmadı Arda’nın ardından. İz bırakanlar unutulmaz derler ama, iyi izler olmasa gerek bunlar, ya da hiç bırakamamış olmak. Bunu bilemeyiz, ancak futbol realitesi göz önüne alındığında Barcelona’dan Başakşehir’e transfer olmanın futbol literatürü sınırları içerisinde tek bir açıklaması var. Bu, hızlı bir savrulmanın ardından gelen dibe çöküştür. Bu anlamı ile gerici Arda Turan açıkça bir gerileme dönemindedir. Ve bu durumun bu noktaya gelişini hazırlayan, Arda’nın nemalandığı ve her fırsatta kendisini karakterize eden gerici özelliklerini ikirciksiz bir şekilde aldığı AKP tarzı ‘spor’ anlayışıdır.  Bu zaten dibe vurmuş bir siyasi görüntünün futboldaki izdüşümüdür. İzdüşüm, Arda Turan’da somutlanmıştır.

Arda bu ‘çöküş emarelerini’, İspanya’da yeniden üretmiş ve milli takım prim kavgaları, gazeteci dövme ya da Evet videoları çekme vb. görevleri onu ister istemez Başakşehir’e bağlamıştır. Başakşehir’de buluşulan Emre Belözoğlu ile diğer gerici kadro ve yöneticiler, kendi arkadaş ve  evlatları olan Arda’yı ivedilikle bağırlarına basmışlardır.  Bunda bir anormallik yoktur. “Bu sadece Başakşehir’in değil, Türkiye’nin transferi” diyen AKP’li başkan Göksel Gümüşdağ ise bu açıklaması ile Türkiye’yi siyasi, diplomatik ve ekonomik bir açmaza sürükleyen iktidarın gölgesinin Başakşehir futbol kulübünün üzerine düştüğünü bizzat dile getirmiştir. Bu durum, transferin ‘politik’ bir hedefle yapıldığını göstermektedir.

Peki, Arda Turan’ın Başakşehir’e gelişinin ekonomik boyutları nasıl irdelenmelidir? 
Bu kadar yüksek bir ücrete Barcelona’da top koşturmuş bir oyuncunun Başakşehir gibi ‘sonradan görme’ bir futbol kulübüne transferi nasıl mümkün olmuştur? 
Barcelona futbol kulübü Başkan Yardımcısı Jordi Mestre’nin  “Türk kulübü tüm maaşı üstlenecek” dediği gerçeğinden hareket edilirse ve Arda Turan’ın Barcelona’da yıllık 8 milyon Euro ücret kazandığı da ortada ise bu ücret nasıl karşılanmaktadır? 
Gümüşdağ bunu söyle açıklıyor. “Bunu yapmak zorunda değiliz ama özellikle şeffaflık adına yapmak istiyorum” diyerek güncel veriler paylaşıyor. Açıklama şöyle: “Arda Turan yarım sezon için 2 milyon Euro artı bonus, önümüzdeki sezon için de 4 milyon Euro artı bonus olarak sözleşmesini imzalamıştır. Ayrıca oyuncuyu satın alma opsiyonu ilk olarak bizde. Barcelona’ya hiçbir ödeme yapmadan aslında Arda’nın borservisinin yüzde 25’ine ortak olduk”.

Başakşehir’in yaklaşık 20 milyon Euro’ya ulaşan bir kiralama bedeli ile 2.5 yıllığına kiraladığı futbolcunun tüm ücretinin transfer olacağı kulüp tarafından karşılanacağı akıllara Başakşehir kulübünün kaynaklarının neler olduğu sorusunu getiriyor. 
Buna kısaca göz atmak gerekli.  Başakşehir naklen yayın gelirlerinde 4 büyük olarak adlandırılan takımlardan oldukça aşağıda görünüyor. Örnek olsun, kulübün naklen yayın gelirlerinde aldığı pay 1.8 milyon TL. Kulübün Makro, Medipol, THY, Intercity, Denizbank, Nike, Fakir, Kalyon, Vodafone, NEF, Temsa, Burger King vb. gibi sponsorlara sahip olduğu görülüyor. 
Ek olarak son iki yıl baz alınarak bakıldığında, transfer gelir-giderleri başlığında 2016-2017 sezonunda 8.8 milyon Euro zarar, 2017-2018 yılında ise 11.6 milyon Euro kâr görülüyor. 2017-2018 sezonunda kazanılmış bir 4 milyon Euro civarında bir Avrupa gelirinden de söz etmek gerekli.

Ancak Arda Turan transferi Başakşehir’in ilk transferi değil ki.  Daha önce takıma katılan Adebayor’un yıllık 3.9 milyon Euro, Gael Clichy’nin ise 2 milyon Euro’nun rahat üzerinde bir ücrete anlaştığı bilindiğine göre bu paraların nereden geldiğini sormak doğallaşıyor. Doğal olmayan şey ise bunu sadece sormakla yetinmek…

Maliyet konusunda ek ve kritik bir bilgi daha vermek gerekli. Daha önce kulübün sponsorları arasında saydığımız Makro İnşaat’ın yönetim kurulu başkanının yaptığı bir açıklama transferin ekonomisine dönük kimi ipuçları da veriyor. Makro İnşaat’tan Ercan Uyan ağzındaki baklayı çıkararak Arda Turan’ı Başakşehir takımına kendilerinin kazandırdığını söylüyor. Konuşmasında ‘keskin ve kokuşmuş bir milli değerler ve milli olma’ edebiyatı ile hem de… Sahi, milli değer diye mitleştirilen Arda Turan ve diğerleri sözde çok önemsedikleri milli takımda yapmamışlar mıydı prim kavgalarını? Toplumsal hafızamızın tazelenmesi gerektiği açık.

Beş aydır aktif futbolculuk yaşantısını noktalamış gibi görüntü veren bir futbolcuya verilen önemin sadece ekonomik olmayacağı ortada. Bunun bir diğer kanıtı Başakşehir kulübünün bir ‘aile ortamı’ olduğu vurgusunun ısrarla yinelenmesinde yatıyor. Bu defa söz sırası Abdullah Avcı’da idi ve Avcı, “Arda’nın burayı tercih etmesinin nedeni aile ortamı olması. Benimle, Emre (Belözoğlu) abisiyle, Göksel başkanla (Gümüşdağ) yıllardır beraber” diyerek projenin ilkeleri arasında ‘aile ortamı kurmanın’ da olduğunu aktarmış oldu. 
Ancak burada şaşırmanın bir anlamı yok. Bu ailenin üyelerini biz zaten iyi biliyoruz…

Peki tüm bunların anlamı ne? 
Bu transferin bir buluşma ve sahip çıkma, yeniden parlatma transferi olduğu ve buna politik bir manevranın da eşlik ettiğini görmek mühim. Gerek Başakşehir kulübünün nasıl palazlandırıldığı, kadrolarının ve oyuncularının sınırı çizilmiş bir politik çizgiden geldiği, Arda’yı biz getirdik diye övünen, transfere destek olduğunu söyleyenlerin tecavüzcü Ensar Vakfı konuşmalarında boy gösterdiği, gerekse de futbolun liberalizasyonunun hız kazandığı 90’lı yıllardan bu yana sermaye grupları ile futbol kulüplerinin birlikteliğinin Başakşehir ile birlikte başka bir evreye taşındığını tahlil etmek zor değil.

Burada artık zor olan, bu kadar kirin, kirli ilişkinin, kirletilmiş bir düzenin içerisinde ‘futbol’ diye bir oyunun varlığını ispatlamak. Elimizde somut olan tek bir şey var. Düzen devam ettiği müddetçe akbil ücretleri artmaya, Terimler, Ardalar, Emreler, Buraklar ve Rıdvanlar konuşulmaya ve kazanmaya, Başakşehir siyasi bir proje ve şirket olarak büyümeye devam ediyor olacak.

O halde soru şu; onlar devam ediyor tamam, peki biz ne zaman başlıyoruz?

İsmail Sarp Aykurt / SOL

Davos 2018: Görevimiz tehlike! - ERGİN YILDIZOĞLU

Dünya Ekonomik Forumu’nun, bu yılki Davos toplantısı için yayımladığı Global Risks 2018, raporu, sistem çapında bir çöküş olasılığına açık bir resim sunuyor.

Geçen yıldan bu yana 
Rapor, risklerin doğasında, geçen yıla göre kimi değişiklikler saptıyor. Geçen yıl rapor, “halkların, ekonomik siyasi düzene karşı yükselen tepkileri” (popülizm), “piyasa kapitalizminde kökten reformların”... “ülkelerin içinde ve arasında dayanışmayı güçlendirmenin gerekliliği” ile ilgiliydi. 


Bu yılki rapora göre, ekonomik, finansal, teknolojik, siyasi, ekolojik riskler, birbirlerini besleyerek gelişiyor. Bunların birinden kaynaklanan bir krizin diğer alanlara da yansıyarak “sistem çapında” bir krize yol açma olasılığını azaltacak bir uluslararası işbirliği ortamının zayıflığı, tehlikeli bir durumla karşı karşıya olduğumuzu düşündürüyor. Raporu okurken insan, teknolojik gelişmelerinüretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki uyumsuzluğun artık kontrolden çıktığını da düşünmeden edemiyor. 
Ülkelerin içinde ve arasında dayanışmayı güçlendirmek gerekiyor” saptamasının tarihsel bir anlamı var. Bir önceki küreselleşmenin iki savaş, bir finansal kriz, faşizm gibi felaketlerle yıkılmış olmasının arkasında “ülke içindeve ülkeler arasında dayanışmayı” ortadan kaldıran gelir dağılımı dengesizlikleri ve dünyanın kaynaklarının bölüşüm düzenindeki değişimler vardı. Birincisi finansal krizlere, finansal krizler kitlelerin tepkilerine, bu tepkiler faşizmin yükselmesine yol açtı. İkincisi, korumacılık eğilimlerine, bunlar da yeniden paylaşım rekabetine, milliyetçiliğe açıldı. İkisi birleşerek karşımıza soykırımları, küresel savaşları çıkardı. Bu arada dünya ekonomisi parçalandı, büyük bir parçası (SSCB, Çin ve Doğu Bloku) piyasa ilişkilerinin dışına çıktı. 

Rapor, bu yıla girerken risklerin artarak karmaşıklaştığını, birbirine bağlanmaya başladığını saptıyor. Rapor, yeni bir finansal krizin (merkez bankalarının müdahale enstrümanlarının da çok kısıtlı olmasından), 1930’ların finansal kriz => popülizm => savaş denklemini yine harekete geçirebileceğini söylüyor. 

Dünya Ekonomik Forumu üyeleri arasında yapılan anketin sonuçları da bu kaygıları yansıtıyor. DEF üyelerinin yüzde 93’ü 2018’de ülkeler arasında ekonomik siyasi çatışmaların artacağını, yüzde 79’u askeri çatışma olasılığının arttığını, yüzde 78’i büyük ülkelerin yerel çatışmaları içine çekileceğini düşünüyor.

Üretici güçler ve kapitalizm 
Yeni teknolojiler, emek biçimleri, dijital ağlar (DA) üzerinden oluşan toplumsal ilişkiler ve örgütlenmeler, üretici güçlerin gelişmekte olduğunu gösteriyor. Ancak, bu gelişme, kapitalist ilişkiler, öncelikler içinde kaldıkça, giderek canavarlaşıyor, tüm insanlığın geleceğini tehdit etmeye başlıyor. 

Risk raporunun dikkat çektiği “siber saldırı” olasılıkları, ekonomi (tedarik zincirleri, finans), temel hizmetler, savunma DA’ya bağlandıkça artan kırılganlıklar, DA çapında çöküş riskleri yaratıyor. Yapay zekânın savaş teknolojilerine yansıması öldürme kapasitesini artırırken, balık avlama gibi alanlardaki uygulamaları türlerin yok olması eğilimini güçlendiriyor. Dijitalleşmenin istihdam, dükkânlardaki satışlar üzerindeki olumsuz etkileri toplumsal çelişkileri derinleştiriyor. Sosyal medya, reklamlar ve “on-line” alışveriş hacmindeki artışlarla hızlandırılan tüketim, yalnızca çevre kirlenmesi, sera gazları ile küresel ısınma sorununu ağırlaştırmakla kalmıyor, psikolojik bozuklukları çeşitlendiriyor, uyuşturucu bağımlılığını, klinik-depresyonu toplumsal kriz düzeyine yükseltiyor. 

Çevre kirlenmesi, küresel ısınma, su, gıda krizlerini derinleştirirken, sosyal medya, hızlı iletişim, isyanları kolaylaştırdığı kadar, “büyük veri” üzerinden, devletlerin, denetleme, fiziki, simgesel şiddet uygulama kapasitesini de artırıyor. 

Teknolojinin, üretici güçlerin gelişmesi, kapitalist önceliklere bağımlı kaldıkça, “Risk Raporu”nun işaret ettiği riskler, sistem çapında krizlerden öte, insanlığın geleceğini tehdit ediyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET