27 Ocak 2018 Cumartesi

Şov devam ediyor - ALPER BİRDAL

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın önceki gün CNN International’da Christiane Amanpour’a konuştu.

Malum ABD-Türkiye ilişkileri gergin. Ama söyleşinin iki tarafı da Haziran 2013’teki gerginliklerini unutmuş gibiydi. Sözcü Kalın, muhatabına ilk adıyla hitap ediyor, samimi bir görüntü vermeye özen gösteriyordu.

Hatırlayanlar olacaktır. Haziran Direnişi’nin en canlı günleriydi. O zamanlar Başbakan Başdanışmanı olan İbrahim Kalın, yine CNN’de Christiane Amanpour’a bağlanmıştı. Canlı yayın sırasında polis Gezi Parkı’ndaki halka saldırmaya başladı ve Amanpour Kalın’a, “Kesmek zorundayım” dedi. “Devam etmeme izin verin,” diye üsteledi Kalın. Ve Amanpour’dan, “the show’s over” yanıtını aldı. Hem “program bitti” hem de “gösteriniz bitti” anlamına geliyordu bu sözler. Kalın’ı yayından çıkardı.
Köprünün altından çok sular akmış olmalı ki bir zamanlar yayından alınan Kalın, aynı yayında gösteriye devam etmekte beis görmedi.

Bu defa Afrin’i konuştular. Erdoğan’la Trump’ın yapacağı telefon görüşmesi gündem oldu. Amanpour, Erdoğan’ın Trump hakkındaki hislerini sordu. Kalın da şu cevabı verdi: “Açıkçası iyi bir ilişkileri var. İyi bir kimya yakaladılar. Birçok kez telefonda ve şahsen görüştüler. Ve tekrar görüşecekler.”
Görüştüler.
Oysa Erdoğan kısa bir süre önce, “o bana dönmedikçe ben ona dönmem” diyor, Trump’ın ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararı sonrasında “Ey Trump, sen ne yapmaya çalışıyorsun” diye esip gürlüyordu.

Ama ne de olsa, Sözcü Kalın’ın dediği gibi “liderler düzeyinde çözülmesi gereken bazı kritik sorunlar vardı”. Trump döndü, “ey Trump” unutuldu. İyi bir kimya yakalamışlardı.
Gel gelelim bu görüşme pek de öyle “sorumlu liderlerin” sorun çözme görüşmesine benzemedi. Kaldı ki Trump’ın “liderliği” konusunda çok şey yazılıyor. Sorumluluk sahibi, hatta tutarlı olduğunu söyleyeni görmedim.
Beyaz Saray görüşme sonrasında zehir zemberek bir açıklama yayımladı. Cumhurbaşkanlığı kaynakları da, mealen Beyaz Saray’ın, yani Trump’ın “yalan söylediğini” öne sürdü. Hariciye işlerine bakan Çavuşoğlu, “açıklama önceden hazırlanmış” dedi. “Tam gerçekleri yansıtmayan bir açıklama oldu. Hemen zaten görüşmeden kısa bir süre sonra bu açıklamayı yaptılar” diye ekledi.
Özetle “iyi bir kimya yakaladık”la sürdürülmek istenen gösteri bir kez daha bitti. Yalancılıkla suçlanan Beyaz Saray, görüşmede “kaygılarını net bir şekilde ortaya koyduğunu” yineledi.

Demek ki burada belirgin bir izlek var: ABD’ye esip gürle, arkasından gerilimin tırmandığı bir noktada “izin verin izah edeyim” de, azar yiyince tekrar esip gürle, bir süre sonra gerilimi düşürüp hiçbir şey olmamış gibi “gösteriye” devam et.
Bunun adına diplomasi mi diyeceğiz?

Daha çok şova benziyor. Kabak tadı vermiş bir şova.

Alper Birdal / SOL

Gazi - ORHAN GÖKDEMİR

Mehmet Zeki Pakalın 1886’da Ohri’de doğdu. Tıbbiye eğitimini sağlığı nedeniyle yarıda bıraktı. Orada burada kısa süreli memurluk, öğretmen vekilliği gibi işler yaptı. Balkan Savaşları başlayınca İstanbul’a göçtü. Osmanlı küçülüyor, ülkesi küçük Asya’ya sıkıştırılıyordu. Gazanın bittiği, cihat çağrılarının hiçbir şeye yaramadığı bir çağın tanığıdır. Hayatının kalanını Rumeli’den sökülüp atılmış, daralmış Türkiye’de sürdürdü. 1950’de emekliye ayrıldı. Fransızca yanında Bulgarca, Sırpça ve Rumca’ya âşinaydı. Ölene kadar tarih çalışmaları ile uğraştı. 1972’de öldü ve Karacaahmet Kabristanı’a gömüldü. Arkasında çok değerli bir kütüphane pek çok değerli eser bıraktı. “Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü” en önemlilerinden biri. Üç cilt halinde Milli Eğitim Bakanlığı baskısıdır.

AKP’li Metin Külünk “reisi gazi ilan edelim” deyince çıkarıp baktım. “Gazi” maddesinden aktarıyorum.

Gazi, gaza ve gazve eden, din uğruna cenk eyleyen Müslümanlar hakkında kullanılır bir tabir. Muharebeden dönenlere denilirmiş eskiden. Demek ki gazi sayılmak için herhangi bir muharebeye katılma gerekliliği varmış henüz. Bir muharebeye katılıp da dönemeyenlere “şehit” denirmiş. Pakalın, “Dönersem gazi, ölürsem şehit” darbımeselini buna örnek gösteriyor.

Prosedürü var yani; önce bir muharebeye gideceksin, çatışma çıkarsa ölmeyeceksin, eksik de olsa diri bir şekilde geriye döneceksin. Ama Külünk’e iyi haber, gazi olmak için muharebede yaralanma şartı yok. Yara, modern savaşlarda sağlam bir muharebe işareti sayıldığı için önemsenmeye başlamış. Malum, muharebeye katılıp çatışma boyunca sütre gerisinde yan gelip yatmak da mümkün. Zaman kötü, kime nasıl güveneceksin!
Pakalın, sözlüğünde çarpıcı bir bilgi daha veriyor. Aslında “gazi” unvanın verilmesi âdeti muharebeye gitmeyip evde oturan Müslümanların baş gösterdiği rehavet asırlarında ortaya çıkmış. İlk Müslümanlar meşru mazeretler müstesna olmak üzere genellikle harbe gittiklerinden dönenlere bu unvanın verilmesi lüzum görülmüyormuş. Mantıklı. Bu durumda herkes gazi olmuş oluyor çünkü. Müslümanlık ilerleyip zengin fakir farkı yeterince belirginleşince, müminlerin bir kısmı gazaya giderken bir kısmı sarayında yan gelip yatmaya başlamış. Bu durumda savaşa gidip dönenlere gazi unvanı verilmesi gerekliliği doğmuş.

Durun, korkmayın. İslam’da her şeyin bir çaresi var. Nitekim sarayında yan gelip yatanların gazi olmanın yollarını aramaya başlaması çok zaman almamış. Zengin müminler savaştan dönen yoksul müminlere “din kardeşi değil miyiz, hepimiz gazi sayılırız” demişler. Ne desin gariban Müslüman, “değiliz din kardeşi” diyecek halleri yok ya!

Laf soktuğum sanılmasın, başlangıçta Osmanlı hükümdarları da sıradan fertler gibi savaşa katılır ve gazi unvanı alırlarmış. Fakat orada da düzen oturup sınıflar hâsıl olunca, padişahlar ve seçkin kapıkulları sarayda oturup zamanlarında kazanılan savaşlar üzerinden gazi olmaya başlamışlar. Koca padişah, gazi olmasın da şehit mi olsun!
Fakat Pakalın’a göre bu halde bile bir şekil şartı var. Ucunda sultan bile olsa öyle otomatik gerçekleşmiyor işlem yani. Fetva gerekiyor. “Gaza” fetvasından sonuncusu Şeyhülislaüm Hayrullah Efendi tarafından ikinci Abdülhamit için verilmiş. Fetvada özetle “padişah gazaya gitmese de gazi sayılır” deniliyor.

Sonuç? Abdülhamit’in Şeyhülislam mühürlü kapı gibi gaza belgesi vardı ama gelin görün ki anayasayı askıya almış, hukuk devleti yolundaki ilk kıpırtıları acımasızca şehit etmişti. Sonra İttihatçılar geldi, gazi mazi demedi kıçına tekmeyi yapıştırdı. Abdülhamit o darbenin şiddetiyle Selanik’in meşhur tütün tüccarlarından Mösyö Alatini’nin köşkünde aldığı soluğu.

Devrim kapıyı çaldığında gazi olsan ne olmasan ne. Gazi olacağım diye beklerken şehit ederler adamı!
                                                                ***

Laik Cumhuriyetin tanığı Pakalın, “Gazi” maddesinde “Gazi” Mustafa Kemal’e de değiniyor. “Memlekette tahatti eden ve varlığını tehlikeye koyan düşmanlara karşı ortaya atılan Mustafa Kemal Paşa’ya da başardığı bu işten dolayı Millet Meclisi kararıyle gazi unvanı verilmiş ve bu unvan Mustafa Kemal’i en iyi tavsif etmek itibariyle laikliğin kabulüne rağmen istimal olunmakta berdevam bulunmuştur. Soyadı Kanunu üzerine ‘Atatürk’ soyadını almasıyla gazi unvanı matrük kalmıştı.”

Özetle şudur. Mustafa Kemal’in katıldığı bir muharebe vardır ama o arada “gaza” devletin işleri arasından çıkarılmıştır. Bu durumda Mustafa Kemal’in “gazi” sayılması mümkün değildir. Bununla birlikte Gazi’ye “gazi” unvanı verilmesi laiklik ilkesine aykırı olduğu halde verilmiştir. Pakalın’a göre bu aykırılığı ortadan kaldıran gelişme soyadı kanunudur. Gazi’ye “Atatürk” soyadı verildikten sonra “gazi”liği metrük olmuştur. Metrük olanı ise önemsemeye hiç gerek yoktur.

Demek ki hem laik hem gazi olunamamaktadır. Olduysan bile laikle birlikte unvanın metrük kalmaktadır.

                       ***

Kaldı ki “gaza” da sözlükte durduğu gibi durmaz gerçek hayatta. Din için savaş gibi görünen şeyin arkasında pek dünyevi sorunlar-hırslar vardır. Baksanıza Ortadoğu’ya; herkes gazada, herkes şehit, herkes gazi. Vuran da vurulan da alnı secdeye varmış insanlar. Kimi Amerikalıların, kimi Rusların kucağında savaşıyor. Sorsan hepsi Allah adına. İmkânı var mı? Bunca hayhuyun, bunca toz dumanın arkasında bile petrolün gücünün dinin gücüne galebe çaldığı fark ediliyor kolayca.

Tarihe bakınca da işlerin bulanık olduğu görülüyor zaten. Osmanlının kuruluşundaki gazilerin çoğu Hıristiyan adı taşıyordu ve güya İslam’a dönmüşlerdi. Her şeyin belirsiz olduğu ve her inancın, her kültürün birbirine benzediği uçlarda kim nereye dönebilir ki? Döndüm dersin, döndüğün yerde kendini görürsün. Ama evet azizler veli olur, veliler birer gaziye dönüşür. Hacı Bektaş ile Aya Haralambus, Sarı Saltık ile Saint Nicolas, Baba İlyas ile Aya Yorgi, Battal Gazi ile Herakles birbirine karışır, kaynaşır, aynılaşır. Eksiği de, fazlası da “gaza”dır…
                                                                  ***

AKP Cumhurbaşkanı Erdoğan son günlerde çok heyecanlı. Hem Afrin’in fethi vesilesiyle “başkomutanlığın” tadını çıkarıyor, hem de partisi tarafından gazi ilan edilmenin keyfini sürüyor. Sarayındaki 44. Muhtarlar Buluşması'nda da o heyecanla konuştu. Afrin'in adım adım kontrol altına alındığını müjdeledi muhtarlarına. Bir de üzücü bir haber verdi; yine kandırılmıştı! Geçmişte Münbiç için benzer bir operasyon hazırlığı yapılmış ama Obama engel olmuştu. Olsun, her işin başı niyet. Kandırılsa bile gazi sayılır!

Gelin görün ki eskisi gibi değil hiçbir şey, gazanın da suyunu çıkardılar. Gazeteler kol-bacak protezine haciz gelen gazi haberleri ile dolu. Akil insanlar toplantısında liberal akile protez bacağını fırlatan gazi çoktan unutuldu. Kimse hatırlamak istemiyor o mutlu mesut günleri. SGK’nın geri istediği protez bacak bedelini ödeyemediği için dama çıkan da, kendini yakmaya çalışan da gazi. “Baba ayağını geri mi alacaklar” diye ağlayan bir gazi kızı gördüm son sayfada, kapattım.  

Bu ülkenin pratiğidir, önce verirler, sonra alırlar. Heyecan geçince eksik kolunla bacağına öyle kalakalırsın. Piyasanın hüküm sürdüğü bir dünyada gaza koca bir gazdan ibarettir çünkü.
                                                                 ***

Aradılar taradılar ipten kazıktan kurtulmuş adamları öne sürüp “Azap Askeri” yapmakta buldular çareyi. Arkada palalarıyla Yeniçeriler bekliyor eskiden olduğu gibi.

Bütün numara Azapların kaçmaması ve saf değiştirmemesi üzerine kurulu. Zeytin ağaçları arasında süren o tuhaf gazanın perde gerisindeki manzara böyle. Ölen kim öldüren kim belli değil. Ama arkada yan gelip yatanların hepsi gazi olduğunu iddia ediyor. Tepelenmiş laikliğin lanetidir bu. Böyledir; aklı, bilimi kapı dışarı edip yerine hurafeleri koydun mu ya gazi olursun ya şehit!

Laikliğin ışığı bu topraklara düşeli beri bütün dini unvanlar metruktür. Verseler ne vermeseler ne?

Orhan Gökdemir / SOL

Trump’ın gölgesindeki Davos - Nilgün Cerrahoğlu

Dünya liderleri içinde Davos’ta bu yıl sahneyi ABD Başkanı Trump çaldı. Davos cemaati en son 2000 yılında ABD başkanlarından Bill Clinton’la bir araya gelmişti. 
On sekiz yıl arayla ilk kez bir ABD liderinin Davos’a dönmesi haliyle “olay” oldu. 
Üstelik bu Trump gibi küreselleşme karşıtlığı ile nam salmış, dünya elitlerine tavır alan radikal söylemlerle seçim kazanan bir başkan olunca, “olay”ın boyutları katlandı. 
Davos malum olduğu üzere oysa ki küreselleşmenin simgesi. Ve dünyayı yöneten elitlerin de baş adresi ve mabedi. 

Ne var ki popülistlerin kendileriyle çelişkiye düşmek gibi bir dertleri olmadığı gibi, Davos çevrelerinin de öyle anlaşılıyor ki böyle bir derdi yok. 

Geçen yılki Davos’un konusu -misal- “yükselen popülarizmler”di... 

Bu yıl “baş popülist” Trump’ı davet etmekte tereddüt geçirmediler ve alayıvâlâyla bu çok büyük popülisti baştacı yaptılar. 

Trump’ın Davos’a varış şekli bile bu bağlamda hayli öğreticiydi. 
Davos çıkartmasını dünyaya “ABD’nin ne denli büyük olduğunu ilan etmeye geldim. Ülkemiz sonunda yeniden KAZANIYOR!” “tweet”iyle duyuran ABD Başkanı, Davos’a Irak seferinden döner gibi adeta bir “Black Hawk” helikopteriyle indi. Buna karşın Davos’lu bankerler, milyarderler, CEO’lar tarafından bir rock yıldızı gibi karşılandı. 

Demek ki Davos dendiğinde akılda tutulması gereken ilk bahis, “tutarlılık”mevzuunda beklenti çıtasını fazla yüksekte tutmamak oluyor.

Altüst oluşun çelişkileri 
Hele ki dünyanın böyle hızla değiştiği, değişmekten öte radikal bir altüst oluş geçirdiği dönemde. 
2018 Davos’u için söylenecek ilk şey bu: Bu yılki Dünya Ekonomik Forum toplantısının küreselleşme krizi ile birlikte bu altüst oluş döneminin çelişkilerini ortaya koyması ve dünya encamının fotoğrafını çekmesi... 
Bu bağlamda bundan önceki hiçbir “Ekonomik Forum” toplantısı bu kerte “siyasi” olmamıştı. 
Küreselleşmenin yeminli düşmanı Trump, “korumacılığın” lideri olarak Davos’a geldi.
Gerçekte Trump kadar güçlü bir “milliyetçi popülist” olan Hint Başbakanı Narendra Modi ise “küreselleşmeci kampın” önde gelen liderliğini üstlendi. 
Toplantı, “Dünyada verileri kontrol eden tüm dünyayı kontrol eder!” diyen “küreselci” Modi’nin konuşmasıyla açıldı. 
Ve “küreselleşme karşıtı” Trump’ın konuşmasıyla son buldu. 
Bu iki liderin konuşmaları arasında geçen haftada öne çıkan iki diğer isim Merkel ve Macron oldu.

Avrupa usulü ‘küreselleşmecilik’ 
Trump’ın aksine “küreselleşmeciler” kampında yer alan Avrupalı iki lider, Almanya ve Fransa ekseniyle “eski kıta”ya getirilecek yeni ivmenin savunuculuğunu üstlendiler. 
Merkel, seçimlerden 4 ay geçmesine karşın hâlâ hükümet kurma aşaması içinde olduğundan, pek eski günlerin ilgisini görmedi. 

Bu durumda “Avrupa’nın liderliği” meşalesini taşımak genç Macron’a düştü. 
Avrupacı çizgisine rağmen “France is back/Fransa geri döndü” sloganıyla kendi “ulusal marka”sını kullanmaktan kaçınmayan Macron, diğer ulusal isim Jean Jacques Rousseau’nun “Toplumsal Sözleşme”sine göndermeyle, küreselleşme krizinin yeni bir “küresel toplumsal sözleşmeyle” çözülebileceğini savundu. 

Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminin 100. yılı olması itibarıyla bu yıldönümüne vurgu yapan Merkel’in konuşması ise tarihi ve analitik açıdan en zengin konuşmaydı. 
Trump’ın korumacılığını bodoslamadan karşısına alan Merkel, korumacılığın çözüm olmadığını, 100 yıl önce de gene böyle çok büyük devinimler sürecinde olan dünyanın korumacılık duvarları yükselirken kendisini Büyük Savaş’ta bulduğunu vurguladı. 
Christopher Clark’ın bir klasik haline gelen “Uyurgezerler” kitabına atıfta bulunan Alman Şansölyesi, bu büyük felakete dünyanın 100 yıl öncesinde hiç farkına dahi varmadan “uyurgezerler” misali sürüklendiğini anımsattı .

Merkel gibi bir Alman olan Hegel galiba çok haklı: “Eğer tarihten bir şey öğrendiysek, o da tarihten hiçbir ders çıkartmadığımızdır!”

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Jingoizm - ÖZGÜR MUMCU

İngilizcede “Jingoizm” diye bir terim var. Savaş zamanında, aşırı milliyetçi duyguları sömüren, saldırgan, popülist söylemler için kullanılıyor. Kavram, ’93 Harbi diye bilinen 1877-1878 Osmanlı- Rus savaşı sürerken İngiliz pub’larında söylenen bir şarkıya dayanıyor. Sözleri ise aşağı yukarı: 
“Gemilerimiz, adamlarımız ve paramız var/ 
Daha önce de Ayı’yla savaştık ve biz hakikiBritanyalı olduğumuz sürece/ 
Konstantinapolis’i alamayacak Ruslar” şeklinde. 
Şarkının nakaratında peygamberin adının uluorta kullanılmaması için İsa yerine Jingo denmesiyse jingoizm teriminin kökenini oluşturuyor. 

İngiliz aşırı milliyetçiliğinin pub şarkısının Osmanlı’dan yana olması 19. yüzyıl sonunun karmaşık uluslararası ilişkilerinin bir neticesi. Ama konumuz ’93 Harbi değil.
Yine aynı senelerde “sarı gazetecilik” kavramı da ortaya çıkmış. New York World ve New York Journal gazeteleri bir tiraj kavgasına tutuşur. Sansasyonel, abartılı ve yalan haberlerle popülist bir yayın çizgisi benimsenir. Küba’nın İspanya idaresine ayaklanışının bu yayın organları tarafından ele alınışının 1895-1898 İspanyol- Amerikan Savaşı’nın çıkışında ciddi bir etkisi olduğu da ileri sürülmekte.

O dönemden bu yana, savaş konusunda sansasyonel habercilikle kamuoyunun tahrik edilmesine sarı gazetecilik ve “jingoizm” denmekte. Daha sonra, özellikle İkinci Dünya Savaşı’nda bu mesele, propaganda adında neredeyse bir bilim dalına dönüşmüş, savaşın bitimindeyse “propaganda” tabiri kirlendiği için yerini “halkla ilişkiler”e bırakmıştır. 

Günümüzde memleketimizde yapılan yayınlarda ise işin propagandadan halkla ilişkilere evrilen, görece daha incelikli kısmı bırakıldığını, 1890’ların jingoizm ve sarı gazetecilik seviyesine dönüldüğü görülmekte. Buna yarattığı gürültü, kakafoni ve iletişim kopukluğuyla bütün dünya demokrasileri için önemli bir sınav niteliği taşıyan sosyal medya faktörü de katıldı. 

Vardığımız yer, ünlülerin sosyal medyada paylaşım yapmamalarının televizyon programlarında kurulan mahkemelerde yargılandığı, iktidarın söyleminden bir harf farklı telaffuz edenin milli güvenlik sorunu ilan edildiği, verilen askeri ve siyasi kararlara karşı çıkanların, devleti yönetenlerce doğrudan vatan haini ilan edildiği bir ortam. 
Bugünlerde sinemalarda The Post filmi var. ABD’nin Vietnam Savaşı’ndaki hatalarını içeren Pentagon belgelerinin ABD hükümetinin baskısına rağmen Washington Post gazetesinde yayımlanma macerasını anlatıyor. Halkın haber alma hakkının demokrasi için neden vazgeçilmez olduğunun da hikâyesi.

Kendine güvenen devletler ve toplumlar ifade ve basın özgürlüğünden korkmaz.
Halkın haber alma hakkını elinden almaz. Aşırı milliyetçi söylemler ve sansasyonel propagandaya dayanan iktidarlar kısa vadede halktan destek alır. Ancak verilen askeri ve siyasi kararların sağduyulu bir şekilde soğukkanlılıkla tartışılamaması orta vadede milli çıkarlara zarar verme ihtimalini barındırır. 

Ortadoğu altüst olup dünya yeni bir düzenin sancılarını çekerken 1890 model bir zihniyetle işleri bağıra çağıra, herkesi zapturapt altına almaya çabalayarak götürmek o dillerden düşmeyen “devletin bekası”na en büyük tehdit. 
Bilmem bu toz dumanda bunlara kulak veren olur mu?

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

El Kaide’nin çocuğu, IŞİD’in kardeşi - ERK ACARER

Spiegel Online’ın 23 Ocak’ta ‘TSK Suriye’de’ açıklamasıyla paylaştığı fotoğraflar, dünya kamuoyunun alışık olduğu Türk askeri görüntülerinden farklı. Uzun sakallar, sırttaki ağır silahlar ve gökyüzünü işaret eden tek parmak. Türkiye, Afrin‘deki YPG güçlerine karşı başlattığı ‘Zeytin Dalı’ operasyonuna, 2016’daki sancılı Fırat Kalkanı’nda olduğu gibi yine Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ile katıldı. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), 20 Ocak’ta başlayan operasyonda, 20 bin ÖSO’cu ile bölgeye ulaştı. Cihatçılar, Türkiye’den otobüslerle sınıra taşındı, Türk subayları ile birlikte namaz kıldı, selfie çektirdi.


Herkes kullandı
Savaş histerisi içinde geçmişi unutulan ÖSO, aslında soyut bir yapı. Alanı tanıyan yerel şahıslar, 8-10 kişi halinde bile bir araya gelip kendilerini Özgür Suriye Ordusu olarak tanıtabiliyor. Yapı, 29 Temmuz 2011’de Suriye Ordusu’ndan ayrılan Albay Riyad Esad tarafından ‘Suriye hükümetini devirmek’ amacıyla kuruldu. Disiplinsizlik ve kendi aralarındaki sürtüşmeler ÖSO’yu zayıflattı. Gruplar çözülerek ya El Kaide’nin karnından çıkan ve sahada daha etkili olan el Nusra Cephesi ya da IŞİD’e katılmaya başladı. ÖSO, hiçbir zaman savaşçı sayısı ve askeri yönetim şeması belli ‘düzenli ordu’ olamadı. Savaşın başından beri, Suudiler, Katar ve Türkiye tarafından finansal ve lojistik yardım bakımından desteklendi. ‘Kandan rant devşirme kurgusundaki emperyalistler’ de onları eğitip donatarak Suriye’de vekalet verdi. Para, silah ve eğitim desteği savaş boyunca sürdü. Suriye dışından savaşa katılan cihatçılar, geçişte Ürdün ile birlikte komşu Türkiye topraklarını kullandı. İnsan kaynağı ve silah geçişi de buralardan gerçekleşti.

Birbirlerinden farkları yok
Yapının ismi, ideolojisi ve amacı ile çelişkiliydi. El Bab, İdlip, Dera, Humus’un kuzey batısı, Şam çevresindeki küçük 2 bölge ve Tanaf’ta varlığını sürdürmeye çalışan ÖSO, Sünni İslam ideolojisini benimsedi. Hedefini ‘aldığı topraklarda şeriatla idare edilen bir yönetim kurmak olarak’ belirledi.
Suudi Arabistan Müftüsü Muhammed El Arifi Suriyeli, Ocak 2013’teki fetvasında, ÖSO’ya ‘ganimet’ için ilham veriyordu. ‘Muhaliflerin’ cinsel ihtiyaçlarını karşılamak için 14 yaş üzeri Suriyeli çocuk ve kadınları kısa süreliğine nikâhlarına geçirebileceklerini ilan etti. Arifi, meleklerin de muhaliflerle savaştığını anlattı.
2013 Mayıs’ında IŞİD, ÖSO ile kol kola, Halep’in kuzeyindeki Minniğ Askeri Hava Üssü’nü ele geçirdi. Dönemin komutanı Abdülcabber Akidi, Al Jazeera’ye verdiği mülakatta, “IŞİD’li kardeşlerimizle ilişkilerimiz çok iyi” dedi.
26 Nisan 2015’te Hatay sınırındaki İdlib’in Cisr eş-Şuğur kasabasını ele geçiren el Nusra, öncülüğündeki Fetih Ordusu’na bağlı ÖSO grupları, Alevi İştebrak köyünde katliam yaptı, 67 sivil öldürüldü. Katliamın, Fatih Camii’nde lokum dağıtılarak kutlanması, iktidarın ‘amaçları’, ‘yakınlaşmaları’ ve ‘mezhepçi’ yapısının sokağı nasıl kodladığının da bir göstergesiydi.

İstanbul’da Gedikpaşa’da, 2015 Haziran’ında gerçekleştirdiğimiz röportajda ise ÖSO içindeki Sukur’uş Türkmen’de (Türkmen Kartalı) savaşmış, 35 yaşındaki Muhammet Salih şu bilgileri verdi: “Motivasyonunu kaybetti, koordinasyon yok. Pişman değiliz, Allah adına Esad’a karşı savaştık. IŞİD’e katılan çok oldu.”
ÖSO’cular parayı seviyordu. Temel dayanakları menfaat olduğu için rahat saf değiştirip, ihanet edebiliyorlardı. Fırat Kalkanı’nda, ‘ılımlılar’ ile radikaller arasındaki temaslar ve bu ihanet görüldü. O operasyonda, bölgeden edindiğimiz ÖSO ile ilgili bilgileri kamuoyuna şöyle yansıtmıştık: “IŞİD ile farkları yok. Köylülerin evlerini soyuyorlar. IŞİD’den alınan yerleri kısa sürede yine onlara devrediyor ya da para karşılığında satıyorlar.”
Yine aynı şekilde öncü birlik olarak, 8 tank ve zırhı araçla El Bab bölgesine giren ÖSO’cuların, 680 bin dolar fiyatı olan bir zırhlı aracı IŞİD’e sattığı ya da devrettiğinin görüntüleri ile paylaşmıştık.

Kim bunlar, nereye bağlı?
Bu gruplar defalarca dağılıp, birleşti. Türkiye ile ÖSO ilişkilerini daha iyi anlamak için yapıyı kontrol eden siyasi kanada bakılabilir. Cihatçıları; tek çatıda amaçlayan siyasi otorite, ‘Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu’ (SMDK) ismini alıyor. Çatı; savaşın başlarında kurulup ilk toplantısını Türkiye’de gerçekleştiren ve çatışmayı körükleyen ‘Suriye Dostları’ ile benzer. SMDK, ÖSO’yu bir kez daha birleştirmek için 2017 Eylül’ünde harekete geçti. Askeri kanadı oluşturulan siyasi çatıda yaklaşık 50 grup yer aldı. 43 birlik temsilcisinin katıldığı toplantının ilki Antep’te yapıldı. Belli dönemlerde ödenek sıkıntısı yasansa da, Türkiye, SMDK tarafından yeniden birleştirilen ÖSO’culara yardımlarını esirgenmedi. Afet ve Acil Durum Yönetimi (AFAD) ve Kızılay da destek verdi.

TSK, ‘Zeytin Dalı’nda da, SMDK’de yer alan bu gruplar ile çalışıyor. Afrin’deki ÖSO yapısı, Ceyşel Şamel (Kuzey Ordusu) adını taşıyor. Oluşumda, direkt olarak Türkiye tarafından kurulup desteklenen Ahrar-uş Şam’ın (Hür Suriye) yanı sıra Feylek’uş Şam (Büyük Ordu), Nurettin Zengi Tugayı, Semerkant Tugayları, Ceyşul Nıhbe (Seçkin Ordu) isimlerindeki birlikler var. ÖSO içinde Türkmenlere ait olan ve yine doğrudan Türkiye tarafından desteklenen Magavir Tugayı (Savaşçı Birlik), Muntasır Billah Tümeni, Fatih Sultan Mehmet, Sultan Murad, Abdülhamit Han Tugayları adlı ÖSO grupları da bulunuyor.

Terör tanımı: Kime göre neye göre?
ÖSO’cular ‘ılımlılar’ olarak tanımlansa da İstanbul’daki eğlence merkezi Reina’da 1 Ocak 2017’de 39 kişinin öldürüldüğü IŞİD saldırısı sanıklarından Abuliezi Abuduhamiti’nin savunması, ‘renk tonu’nun önemsiz olduğuna ve İslami örgütler arasındaki geçirgenliğe somut bir örnek: “Suriye’de 15 gün kaldım. Orada Sultan Abdülhamit Han Türkmen Tugayı’na misafir olarak gittim.”
TSK’nin imajının zedelendiğine yönelik tepkiler ve Afrin sonrasında ‘cihatçıların ne olacağına’ ilişkin sorular büyürken, iktidar temsilcileri açıklama yapıyor. Ortaya böylece bir ölçü çıkıyor. AKP Sözcüsü Mahir Ünsal’ın, “ÖSO’yu terörist gibi göstermek istiyorlar” sözleri önemli. İktidar, terör tanımı konusunda yeni bir eşik atlarken, aslında ideolojisini de açığa vurup meşrulaştırıyor. Bu; kendilerini solcu, sosyal demokrat ve muhalif olarak tanımlayan kişi, kuruluş ve partilerin de ‘korku’ ya da ‘genetik milliyetçilik sorunu’ nedeniyle endekslenip teslim olduğu akıl almaz bir ölçü.

Erk Acarer / BİRGÜN

26 Ocak 2018 Cuma

‘Seçimsizlik ülkesi’ Mısır - CEYDA KARAN

Neoliberal ‘İhvancı yıkım’ projesinin bölgede öncü ülkesi Mısır, 25 Ocak 2011’deki toplumsal isyanın yedinci yıldönümüde. Orduyla birlikte içeride ipleri eline almış, dışta neoliberal müesses nizamı arkalamış Abdülfettah el Sisi gayet rahat. Tahrir Meydanı’na çıkışlar tutulurken 26-28 Mart’taki seçimlere rakiplerine adaylıktan el çektirterek ‘tek adam’ olarak gidiyor. Mısırlı sosyal medya kullanıcısının şu yorumları isabetli: “Mısırlı hanımlar eski sevgilinizden kurtulmak istiyorsanız başkanlık seçiminde aday olacağı söylentisini yayın. @AlsisiOfficial tag’ını eklemeyi ihmal etmeyin.”
“Başkan seçildiniz. Hapishanenin yolunu tutun.”

***

El Sisi’ye aralıkta ilk meydan okuyan eski albay Ahmed Konsowa idi. “Askeridüzenin gereklerine karşıt siyasi görüşler açıklamak” ithamıyla altı ay hapse çarptırıldı. 
Eski başbakan ve hava kuvvetleri generali 76 yaşındaki Ahmet Şefik -ki düzenin adayı olarak neredeyse 2012’de İhvancı Muhammed Mursi’yi yeniyordu- birkaç hafta önce son yıllarda BAE’de yaşadığı ve Mısır’ın hakikatlerinden uzak kaldığı gerekçesiyle ‘yanlış kişiyim’ diyerek çekildi. Rivayet o ki, Kahire’de bir otelde ‘hapsedildi’ ve çekilmeseydi ‘seks kaseti’ ile ‘yolsuzlukları’ ifşa edilecekti. 
Namlı lider Enver Sedat’ın yeğeni Muhammed Enver Sedat‘korku iklimi’gerekçesiyle vazgeçti. Son olarak Suudilere iade edilen Kızıldeniz’deki adacıklar için protestoya katıldığı için ‘kamu ahlakına saldırı’ ithamıyla ertelenmiş cezası olan insan hakları avukatı Halit Ali yarıştan çekildi.
***

El Sisi’nin ‘en ciddi rakibi’ eski genelkurmay başkanı olarak kendisine patronluk etmiş Sami Anan ise geçen hafta sonu adaylığını ilan eder etmez orduyu tepesinde buldu. Hazırladığı videoda orduyu seçimde tarafsız kalmaya davet etmek hatasını işlemişti. Mısır ordusu hemen bir açıklama ile ‘askerlikhizmetinde yedek listesinde’ olduğundan ‘belgelerde sahtecilik yaptığı ve onay almadan aday olduğu’ gerekçesiyle askeri yasaları çiğnemekle suçladı. Anan sorguya alınırken askeri savcı medya haberlerine kısıtlama getirdi. Seçim Komisyonu Anan’ın ismini listeden çıkarttı. Kampanyası askıya alındı.
***

Anan’ın toplumsal ağırlığı meçhul lakin diğer adaylardan farkı ortada. 2011 isyanında Mübarek’i istifa ettirerek kızağa almış 20 generalden oluşan Mısır Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi’nin yani ordunun iki numarasıydı. Yönetim, Obama’nın İhvancı yatırımına uygun olarak yönetim bir süre İhvancı Mursi’ye bırakıldı. Mursi, Annan’ı savunma bakanı Hüseyin Tatavi ile birlikte 2012 Ağustos’unda madalya takarak tasfiye etti. Savunma Bakanlığı’na atadığı El Sisi tarafından ‘kandırılmıştı’. Bedelini 2013 Temmuz’unda El Sisi tarafından devrilerek ödedi. Silahlı isyan başlatan İhvan yasadışı ilan edildi. 2014’te El Sisi yüzde 97 ile başkan seçildi.

***
Şimdi Anan başkanlığa soyunurken kampanyasına İhvancıların destek vermesi talihsizliğini yaşıyor. Oysa 1997’deki Luxor katliamının cihatçı faillerini bulan birliğin komutanı. Namı yerinde. Mübarek döneminde ABD ile bağlantıları sağlayan isim olsa da ABD değil Fransa ve Sovyet eğitimli. 2011’de ordunun Tahrir’dekileri hedef almasını gemleyen isim.
***

Tabii mevzu başka. El Sisi IMF ile 12 milyar dolarlık kredi anlaşmasını yaptı. IMF yüzde 30’u bulan enflasyon ve işsizliğe rağmen yakalanan yüzde 5.2’lik büyüme ile ana teması ‘piyasa dostu reformlarla ekonomi istikrarlılaşıyor’ diyerek el Sisi’yi pohpohluyor. 
Muhalefet yokluğu, 60 binden fazla siyasi tutuklu, yargılanmadan gözaltında tutulan 20 bin insan, 17 yeni hapishane, hapiste 50’den fazla gazeteci, 500’e yakın yasaklı internet sitesi, 500 kişiye yurtdışına çıkma yasağı, sürgünler ve işkence iddiaları var ama; neoliberal dünyanın demokrasi derdi de bir yere kadar! El Sisi, İhvan ve radikal İslamcı yorumlara karşı sözde savaş verirken ülkede ateizmi durdurmak için ‘dine inanmamayı yasadışı’ kılacak yasa da tartışılabilir elbette. 

Mısır’da başkanlık seçimi, El Sisi şekerlemeleri, tişörtleri, pijamaları ve posterleriyle referandumuna dönüşecek. 
Neoliberal dünya ‘sosyal mühendislik’ projesiyle Nil’in en güçlü adamı eşliğinde ‘seçimsizlik ülkesi’ yaratmayı başardı.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Türkiye’de futbol, manipülasyon oyunudur - MÜSLÜM GÜLHAN

Nerede kalmıştık” diye tweet atan Terim son derece haklıydı. Çünkü daha Galatasaray’da antrenörken Milli Takım ile anlaşma yapıp bunu taraftardan gizleyerek, yapacağı ajite açıklamalar ile, bir aksilik olduğunda Galatasaray’a tekrar geri dönme kozunu kaybetmek istemiyordu. Attığı bu twitt sayesinde yaptığı manipülasyonun haklı çıktığını gösterdi. 
Şu anda yaptığı 1905 manipülasyonu gibi! 
Bir anda yıllık anlaşmayı 2 milyon avrodan, 3 milyon avroya döndürmesindeki ustalık gibi.
Para konularına girmiyorum artık bu konu iyice arsızlaştı bence.

Bayern maçı öncesi Cenk’i satıp ve sanki öyle bir ortam yarattılar ki tüm dünya bu transferi konuşuyor edası ile elindeki en büyük kozu kaybetmeleri ve arkasından hâlâ oyuncu satmak için, özellikle Talisca ve Negredo’ya pazar arayan bir başkan ve anlamsız bir zamanda bir magazin klipi ile Beşiktaş’ı Bayern maçı öncesi farklı bir atmosfer içine elbirliği ile sokmalarına rağmen, bu manipülasyonun da haklı çıkması ilginç! 
Ve hiç kimseyi ilgilendirmiyor bu can alıcı noktalar.
Hatta Şenol Güneş’i bile ilgilendirmiyor!
Devamında, Fikret Orman’ın Kulüpler Birliği başkanlığına adaylığını açıklaması!
İşin diğer ilginç yanı, tüm Beşiktaşlıların Cenk transferinde gösterdikleri ‘halay’ sevincini aynen bu magazin klipinde de göstermeleridir. 
Yüz yıllık bir kulübün sosyal sorumluluk projesi Murat Boz klipi gibi olmaz. 
Beşiktaş’ın, Fikret Orman bilsin bilmesin bir tarihsel süreci ve misyonu vardır.

Diğer yandan;
Arda’nın Barcelona’dan tamamen ilişkiler sonucu Başakşehir’e transfer olup “Hedeflerim var” demesini anlamak zor.
Gerçekten anlamakta zorluk çekiyorum, Barcelona’dan Başakşehir’e bir futbolcu niye gelir? 
Ancak, transfer olabilecek hiçbir kulüp bulamazsa gelir. Tek cevap bu geliyor aklıma. Ortadaki başarısızlığı manipüle ederek büyük transfer konumuna çekmekteki hamle toplum tarafından bu kere kabul görmedi. 
O kadar da değil… Ama cesaretlerine hayranım.
Bir de;
Futbolda alınan mağlubiyetlerden sonra, her şeyin önüne koyulan hakem hataları var. Ne hikmetse ben hiç duymadım, antrenörlerden veya yöneticilerden “Bugün kötü oynadık ve kaybettik” diye bir cümle.

Türkiye’deki hakem hatalarını Cüneyt Çakır’ın Avrupa’da yönettiği maçlar ile Türkiye’de yönettiği maçlar arasındaki farkın gerekçelerini detaylandırdığımızda anlayacağız. Türkiye’deki maçların tamamı manipülasyona açık pozisyona sahiptir. Dış beklentiler ve kuvvetli ilişkiler, bizim gibi kuralları ve sorumlulukları her an bertaraf edecek cesarete sahip toplumlarda (!) bu pozisyonu zorunlu olarak açık bırakıyor.
Ayrıca bu hakem hatalarının en önde tutulması, özellikle yorumcuların, kulüp başkanları ile ilişkileri çok kuvvetli olan (!) yorumcular ve yazarları için büyük argüman. 
Çünkü yönetimlerle kötü olmamak için ellerine büyük koz geçiyor. Olmuyorlar da.

Antrenörlerin, yöneticilerin ve seyircilerin de işine geliyor. Onlar da kafalarını kuma gömmek için büyük fırsat yakalıyorlar.

Futbolda en büyük keyif ve rahatlık başkanlarda. İstedikleri kadar borçlanıp kulübü batağa sokabiliyorlar. Kimse de buna itiraz etmiyor ki iki üç transfer, şampiyonluk manipülasyonu ile ve bağlantılı komisyonlar herkes için sus-pus olmaya değiyor. Borçlar nasılsa kulübün. 
Kimse de hesap sormuyor, soramıyor soranlar da pasifize ediliyor.
Şu anda borç yüzünden küme düşmesi gereken takımlar var ki, bunların arasında dört büyük takım da var. Daha da borçlanarak ligde oynamaya devam ediyorlar. Hani ortada lig şampiyonluğuna oynamaktan başka bir başarı beklentisi yok ki, bu da ne kadar başarı? 
Bu kadar açık, kulüpleri siyasi erkin güdümüne sokmaktan başka çare bırakmıyor. Uzun vadede bunun sonu nereye varır sanırım kimse bunun hesabını yapmıyor.

Hiçbir marka değeri olmayan Süper Lige, Katarlı firmanın 600 milyon dolar vermesinin arkasındaki siyasi güç her şeyi açıklıyor sanırım. 
Zarar eden bir yatırım olur mu? 
Olur…
Sadece ve sadece, seyirciden ve kulüplerden başka kaybeden hiç kimse yok. 
Herkesin keyfi yerinde.
Ha güzel şeyler olmuyor mu? 
Tabii ki var: Galatasaray Genel Kurulunda hâlâ demokrasinin işlemesi…
Ve Emre Can’ın Liverpool’da sahaya kaptan olarak çıkması. 
Hepsi bu kadar.

Müslüm Gülhan / BİRGÜN

Döviz kurları ve dış kırılganlıklar - KORKUT BORATAV

2017’de büyüme hızı yükseldi; on iki cari açık 44 milyar dolara, enflasyon yüzde 12’ye, ulaştı. Dış açıktaki hızlı artış, artan dış kırılganlıkların bir belirtisidir ve öncelikle döviz piyasalarında gözlenir.
2017’deki döviz kuru hareketlerini bu çerçeve içinde gözden geçirelim.

Pahalılaşan, ucuzlayan paralar…
İktisatçıların hoşgörüsüne sığınarak birkaç basit bilgiyi tazelemekle başlayalım.
Döviz fiyatının artması, yerli paranın (diyelim TL’nin) değer yitirmesi anlamına gelir. Örneğin bir dolar 2 TL’den 2,5 TL’ye çıktığında yüzde 25 pahalılaşmıştır. Aynı olguyu TL açısından ifade edelim: 1 TL ile 0,5 dolar (50 cent) yerine 0,4 dolar (40 cent) satın alabiliriz. TL yüzde 20 değer yitirmiştir. (Değer artışlarının sınırı yoktur. Değer kayıpları ise sıfıra ulaşılınca son bulur.)

Dövizin reel olarak pahalılaşması veya TL’nin reel olarakdeğer yitirmesi biraz farklıdır. Basit hesaplamada doların pahalılaşması enflasyonla karşılaştırılır. Doların yükselmesi enflasyon oranına eşitse dövizin (veya TL’nin) reel fiyatı değişmemiştir. Yukarıdaki örneğe dönelim: Enflasyonun yüzde 25 seyrettiği bir dönemde dolar fiyatının aynı oranda artması reel döviz kurunu sabit tutar.
Uluslararası rekabet gücü karşılaştırmalarında önem taşıyan reel döviz kuru hesaplaması daha karmaşıktır: Dış ticaret yapılan ülkelerin payları, döviz kurları, enflasyon oranları da dikkate alınır.
Bu ayrıntılı hesaplardan sonra elde edilen Türkiye’ye ait reel efektif döviz kuru hareketleri TCMB tarafından izlenir. Bank of International Settlements (BIS) de çok sayıda ülkeye ait reel efektif kur tabloları yayımlamaktadır.

2017’de Türkiye’de döviz hareketleri
2017, uluslararası sermaye hareketlerinin canlı seyrettiği, iyimserliğin yaygınlaştığı bir yıl oldu. ABD doları, avro, sterlin, yen ve yuan karşısında değer yitirdi.
Olumlu dünya konjonktürünü gerilimsiz yaşayan; dış kaynak hareketlerinden bolca yararlanan “Güney” ülkelerinde  de  dolar ucuzladı. Çoğunluk bunlardaydı. Dış kırılganlık göstergeleri ağırlaşan ülkelerde ise dolar (döviz) fiyatları arttı. Türkiye de bu ülkelerden biridir.
30 Aralık 2016 ve 2017 tarihlerinde Türkiye’deki döviz fiyatlarını karşılaştıralım: 12 ayda dolar yüzde 7,2 oranında pahalılaşmıştır. 1 dolar +  1 avro’dan oluşan döviz sepetinin değerlenme oranı ise yüzde 14,7’dir.
Dövizin pahalılaşması ulusal paranın değer yitirmesi demektir. 1 TL’nin dolar, avro alım güçlerini de hesaplayabiliriz. Buna göre TL’nin dolara karşı yüzde 6,2; döviz sepetine karşı yüzde 12,8 değer yitirdiği belirlenecektir.
Diğer ülkelerle karşılaştıralım. Bank of International Settlements (BIS), tüm ülkelerde dolar fiyatındaki hareketlerin dönemsel ortalamalarını veriyor. 2016 ortalamasını, on aylık 2017 ortalamaları ile karşılaştıralım.
Türkiye’de doların ortalama fiyatı 3,02 TL’den 3,68’e çıkmış; yüzde 21,9 yükselmiştir. Bu hareketi on altı “yükselen piyasa” ekonomisi ile karşılaştıralım: Dolar 10 ülkede ucuzlamış; Türkiye dahil altı ülkede pahalılaşmıştır.
Türkiye (%21,9) ile liste başındadır. Bu bilgiyi ulusal paraların değerleri ile ifade edelim: Bir kez daha TL en fazla (%18) değer yitiren para olarak karşımıza çıkıyor.
Bu basit dış kırılganlık göstergesi açısından Türkiye 2017’de ilk sıradadır ve Arjantin tarafından izlenmektedir.

Reel döviz kuru hareketleri
2017’de TÜFE’ye göre ölçülen enflasyonun yüzde 11,9 olduğu belirlendi. Aralık 2016-2017 arasında doların yüzde 7,2, avro’yu da içeren döviz sepetinin %14,7 oranında pahalılaştığını da yukarıda aktardım. Bu basit karşılaştırma bize doların (enflasyonun gerisinde seyrettiği için) reel olarak ucuzladığını; avro’nun ise reel olarak değerlendiğini gösteriyor.
Türkiye’nin ihracat gelirlerinde avro’nun, dış borç ve ithalat ödemelerinde doların ağırlık taşıdığına da işaret edeyim.
Daha ayrıntılı bulgular BIS’in tüm ülkeleri kapsayan reel efektif döviz kuru tablolarında yer alıyor. Yöntemi yukarıda özetledim. Yukarıda değindiğim on altı ülkenin reel kur hareketleri Aralık 2016-2017 arasında karşılaştırıldığında ulusal paraları reel olarak değer yitiren ülkelerin sayısı beşe inmektedir. TL (%5’lik kayıpla) reel olarak en fazla değer yitiren paradır.
Türkiye, reel döviz kuru bulgularına göre de 2017’de dış kırılganlığı en fazla artan “yükselen piyasa ekonomisi” olmuştur. Liste ikincisi Meksika’dır.

Türkiye burjuvazisi ne istiyor?
Ulusal paranın değer yitirmesi (“pahalılaşan döviz”) niçin bir zafiyet olgusu olarak yorumlanıyor?
Otuz yıl öncesine kadar kalkınma politikaları tartışmalarında, ulusal paranın reel devalüasyonu (yani dövizin reel olarak pahalılaşması), sanayinin dış rekabet gücünü geliştirmenin bir yöntemi olarak savunulmadı mı?

Bugüne geldiğimizde hem ihracatı artırmayı, hem de iç pazarda ucuz ithalata karşı korunmayı gözeten sanayicilerin TL’nin değer yitirmesinden hoşnut kalmaları beklenmez mi?

Tam aksine, yıllardan beri, döviz fiyatlarındaki hızlı yükselişler, sanayiciler dahil tüm sermaye çevrelerinde tedirginlik yaratmaktadır. Sanayiciler geleneksel taleplerini niçin unuttular?

Çünkü, Türkiye’nin tipik sermayedarı, artık, bildiğimiz “sanayici tipi” değildir.
İstanbul Sanayi Odası Başkanı Erdal Bahçıvan, farklı bir sanayici tablosu betimliyor (Dünya, 19 Ocak 2018):  “Sanayi  bölgelerinde residans, ofis, AVM gibi inşaat rantının şehvetine kapılan; arsamın değeri ne kadar arttı hesabını yapan;… uzun vadeli dönüşüme  fırsat bulamayan;…sanayicilikten kolay vazgeçebil[en] sanayiciler”yaygınlaşmıştır.
İSO Başkanı, sanayiciyi rant tutkusundan korumak için “imkânsız” bir öneriye sığınıyor: “Arsa devletin olmalı ki, buradaki sanayici rant şehvetine kapılmasın. Değerlenen arsanın rant potansiyeli belediyeyi de yoldan çıkarmasın.”
Bu dönüşümü yaşamakta olan sanayi sermayesi özgün niteliklerini yitirmiş; Türkiye burjuvazisinin marjinalleşmiş bir katmanına dönüşmüştür. İSO Başkanı ima etmektedir ki  temsil ettiği sanayiciler, bugün, sermayenin gözde, muteber öğelerine katılma çabaları içindedir. Kimdir onlar? Dövizle borçlanıp metalaştırdıkları, ucuza el koydukları kamu varlıklarını TL ile satan GYO patronlarıdır; astronomik arsa rantlarını kovalayan, ihaleleri, mega projeleri toparlayan müteahhitlerdir; inşaatçılardır.  
Bu türden bir burjuvazi için “uygun” döviz hareketleri hangisidir? Uluslararası sermayeye karşı rekabet gücünü korumayı gözeten; enflasyonun bir adım önünde giden döviz fiyatları mı? Ucuz veya ucuzlayan dolar; yani, aşırı değerli veya değerlenen TL mi?
212 milyar dolar net döviz açığı olan şirketlerin ağır bastığı bir Türkiye’de elbette ikinci seçenek…
Dikkat ediniz: 2017’de reel olarak yüzde 5 değer yitiren TL’ye rağmen dış ticaret açığı 14 milyar dolar artmıştır. Sanayi sermayesini dış piyasalarda koruyan, gözeten geleneksel politikalar artık etkisizdir. Üretken sektörlerin önceliğine göre işleyen bir kapitalizm geçmişte kalmıştır.
Belki de benzer algılamalar nedeniyle İSO Başkanı Bahçıvan, “aykırı” konumlara savruluyor”: “İsteyen, istediği yerde, istediği işi hesapsız kitapsız yapabiliyor. Liberalizmin sınırlarını zorlayan noktalara geldik. Kapitalizm lehine ölçüsüz bir değişim, artık bize fazla geliyor. Plansızlık, Türkiye’nin bir an önce çözmesi gereken önemli bir sorun haline geldi.”

Finans kapital açısından döviz hareketleri
Uluslararası finans kapital, Türkiye gibi “yükselen piyasa ekonomileri”nde hangi tür döviz hareketleri yeğlemektedir?
Türkiye verilerini kullanan olası bir sıcak para yatırımını örnek vereyim.
30 Aralık 2016’da Batılı bir yatırım bankası, bir müşterisi adına Türkiye’de nominal faiz getirisi yüzde 11.4 olan 30 Aralık 2017 vadeli 100000 TL’lik bir devlet tahvilini  satın alsın. İşlem anında 1 dolar = 3,519 TL’dir ve (banka komisyonu hariç) sözü geçen tahvil karşılığı 28417 dolar ödenmiştir. Dolar fiyatı 12 ayda değişmediği takdirde yıl sonunda 111400 TL elde edecek; dolar cinsinden kazancı da %11,4 olacaktır. Batı’da geçerli faiz ve getiri oranları açısından çok yüksek bir kazanç…

Ne var ki, dolar fiyatındaki değişim bu getiriyi değiştirecektir. 15 Temmuz şoku, doları yukarı çekecek; Aralık sonunda 1 dolar = 3,772 TL olacaktır. Faizle birlikte hesaplayın; bu kurdan tekrar dolara dönün; getiri oranı (dolar üzerinden) yüzde 3,9 olacaktır. Bu oran, Batı piyasalarının en güvenceli yatırım araçlarının (ABD devlet tahvillerinin) getirisini aşmıştır.

Ne var ki, 12 ay boyunca dalgalanan  döviz fiyatları yüzünden  sıcak para getirisi “bıçak sırtında” seyretmiştir. Örneğin Kasım 2017 sonunda dolar fiyatı 3,939 TL’ye çıkmıştı. 11 aylık yükseliş, yüzde 11.9’dur; tahvil faiz oranı aşılmıştır. Bu döviz kuru yıl sonuna da taşınsaydı, 12 ay sonunda dolara dönen “sıcak para yatırımcısı” net zarara uğrayacaktı.  
Bu örnek gösteriyor ki, Batılı rantiye, Türkiye’ye girdikten sonra doların ucuzlamasını umar. Dışarıda Türkiye’yi izleyen “yüksek risk iştahlı” spekülatör ise, dolar fiyatının zirveye çıktığı anı bekler. İdeal tarih, doların 3,94’e ulaştığı Kasım 2017’dir; tüm plasman araçlarının “yeterince ucuzladığı; giriş zamanının geldiği” andır.
“Giriş / çıkış” anlarının belirlenmesi, finansal akımları yöneten yatırım bankalarına, fonlara, son tahlilde spekülatöre düşer.

Finans kapital ise,” yükselen piyasa” ekonomilerinin siyasî iktidarlarını muhatap alır. Bunlara bazı temel ilkeleri fiilen kabul ettirmiştir: Finansal piyasalar hükümetlerin değil, bağımsız merkez bankalarının gözetiminde olacak; döviz fiyatları serbest (“dalgalanmaya”) bırakılacak; merkez bankalarının politika  faizleri ise “sıkı” tutulacak; enflasyonun üstünde seyredecektir.

Bu kurallar, mevduat, tahvil, hazine bonoları vb faizleri için ulusal enflasyon  oranını bir alt sınır olarak belirlemiş olur. Döviz fiyatları “piyasalara” teslim edilir; büyük ölçüde “sıcak, spekülatif” sermaye akımları tarafından belirlenir.
Finansal tedirginlik dönemlerinde kısa vadeli fonlar metropollere döner; “Güney”de döviz pahalılaşır; kırılgan ülkelerde sıkıntılara yol açar. “Risk iştahı”nın yükseldiği dönemlerde kırılgan ekonomiler yüksek getiriler nedeniyle çekici hale gelir. Sıcak para girişi dövizi, ithalatı ucuzlatır; ekonomiyi  canlandırır.
Döviz fiyatlarından daha kapsamlı dış kırılganlık göstergeleri de vardır. Bunların Türkiye’deki seyrini ileride incelemek üzere…

Korkut Boratav / SOL