24 Şubat 2018 Cumartesi

Dış finansman sorunları - KORKUT BORATAV

2017’nin tümüne ilişkin iki önemli ekonomik veri yayımlandı. Sanayi üretim endeksi ve ödemeler dengesi istatistikleri…


Bunlar birbiriyle bağlantılı göstergelerdir: 12 aylık millî gelir verileri henüz yayımlanmadığı için sanayi üretimi, ekonominin 2017’deki büyüme oranına ışık tutuyor. Millî gelirin sadece yüzde 20’sini oluşturmakla birlikte, geri ve ileri bağlantıları ile ekonominin tümünü sürükleme gücü bakımından sanayi, en etkili sektördür. 
Türkiye ekonomisinin büyüme temposu ile cari işlem açıkları arasındaki yakın bağlantı güncel, hatta hayatî bir konudur. Zorunlu uzantısı sermaye hareketleridir. Ödemeler dengesi istatistikleri de bunlara ışık tuttuğu için önemlidir. 
Büyümenin dış bağlantılarını, son verileri kullanarak gözden geçirelim. 

Ekonomik canlanmanın özellikleri
Yayımlanan son endekse göre sanayi üretimi 2017’de %6,3 oranında artmıştır. 2016 için aynı endeksin büyüme oranı %1,9’dur. 

2016 ve 2017’de sanayi üretiminin artışındaki (%1,9 → %6,3) hızlanma, bu iki yılın ilk dokuz ayında millî gelir verilerinde tahmin edilen büyüme (%2,8 → %7,4) temposu ile kabaca uyumludur.

Bu bilgilere göre 2017’de ekonomi canlanma konjonktürüne girmiştir. Bu konjonktürün iktisadî önlemlerden kaynaklandığını da biliyoruz: Darbe girişimi, 2016’da Türkiye ekonomisini durgunlaştıran bir ekonomik şok yarattı. Yabancı sermaye girişleri yüzde 7 civarında geriledi. Yatırım ve özel tüketim harcamaları durgunlaştı. Hükümet, bu olumsuz etkileri, kredi garanti fonu, vergi teşvikleri, sübvansiyonlar ve transferlerden oluşan genişletici bir maliye politikası ile telâfi etmeye yöneldi. Darbe girişimini izleyen dokuz ayda sabit fiyatlarla kamu harcamaları yüzde 7 oranında yukarı çekildi.

2017 verileri, kamu maliyesinin başlattığı ivmenin ekonominin tümünü sürüklediğini gösteriyor. Ancak, AKP’li yılların tipik makro-ekonomik bağlantılarına göre bir farklılaşma da söz konusudur.

Buna “AKP yıllarının klasiği” diyelim: 2003 sonrasında yabancı sermaye giriş-çıkışlarının kısa dönemli milli gelir hareketlerini büyük ölçüde belirlemesi ve sonuçta artan cari açık … Kestirme ifadesi ile dış kaynak girişi → iç talep (tüketim) genişlemesi → artan cari açık…

“Büyük ölçüde” diyorum; zira, seçim konjonktürlerinde kamu açıkları dış kaynaklardan bağımsız olarak yukarı çekilebilir. Ancak, ölçü kaçırılmaz. Zira, AKP iktidarı, neoliberal modelin kamu açıkları ve borç oranlarına ilişkin sınırlarını titizlikle izlemiştir. Kamu harcamalarındaki artışlar, özelleştirmelerle ve tüketimden, bordrolardan toplanan, eşitsizlikleri besleyen (“regresif”) vergilerle telafi edilmiş; malî disiplin korunmuştur. 
Hızlı sermaye çıkışları nedeniyle patlak veren 2008 krizine karşı dahi AKP malî genişleme tepkisi göstermedi. Önce, o sırada başlatılan IMF görüşmeleri bunu frenledi, vermedi. 2009’un ikinci yarısında ise Batı merkez bankalarının başlattığı parasal genişleme Türkiye’ye de taştı; malî genişlemeyi gereksiz kıldı. Canlanan dış kaynak girişleri, 2010 ve 2011’deki hızlı büyümeyi tetikledi. 

2017’de büyüme temposunun canlanması, “AKP yılları klasiği”ne yeni bir istisnadır: Bu kez, malî genişleme → iç talep artışı → artan cari açık → dış kaynak girişi bağlantısı işlemiştir. Süreç tersine dönmüş; büyüme ivmesi yabancı sermaye girişleriyle değil, kamu maliyesinin iç talebi sürüklemesiyle başlamıştır. 
Bu bağlantılar zinciri, Türkiye ekonomisinin 1980’li, 1990’lı yıllarına özgüdür. 2017 ortamında tekrarı, iki güçlükle karşılaşıyor. 

Birincisi sabit sermaye birikimi bilançosunun yetersizliği ve buna bağlı büyüme potansiyeli ile ilgilidir. Bu kısıtlara toslandığı için enflasyon çift haneye yerleşmiştir. 
İkinci ve daha önemlisi ise, kronik ve ağır dış bağımlılıktan kaynaklanmaktadır. İç talepten kaynaklanan canlanma, on iki ayda cari işlem açığını yüzde 42 oranında yükseltmiş; dış açığın finansman sorunu ortaya çıkmıştır. 

AKP klasiği ise bir dış finansman sorunu içermezdi; zira büyüme ivmesi dış kaynak hareketleri ile başlardı. 
2017’ye bu açıdan da bakalım.

Dış açığın tırmanma nedenleri
Sanayi üretimi 2017’de %6,3 büyümüştür; ekonominin tümüne ilişkin bir öngörü olarak kabul edilebilir. IMF’nin Türkiye için 2017 büyüme tahmini ise %5,1’dir. 
IMF veri bankasına göre Türkiye’nin dolarlı millî geliri 2017’de 841.206 milyar dolar olacaktır. 47.100 milyar dolarlık dış açığın millî gelire oranı da %5,6’dır.
Bu çok yüksek bir dış açıktır. Örneğin G20’de yer alan on “yükselen piyasa” ekonomisinin rekorudur; bunların dördü esasen dış fazla vermektedir.

2017’deki cari açık oranı / büyüme bağlantılarını Türkiye ekonomisinin geçmiş yılları ile de karşılaştıralım.

IMF’nin dolarlı millî gelir serilerine bakalım. 2010-2017’de Türkiye’nin birikimli cari açık / millî gelir oranı %4,2’dir. Bu oran, 2017 için %5,6’ya çıkmış; dış açık ve büyüme bağlantıları AKP’nin son yıllarına göre dahi bozulmuştur. 

2000 öncesinin neoliberal yıllarına baktığımızda dış açık oranındaki tırmanmanın AKP’nin Türkiye ekonomisine “armağan” ettiği bir çarpıklık olduğu da açık-seçik ortaya çıkacaktır: 1980-1999 yıllarında cari açığın GSYH’ya ortalama oranı yüzde 1 civarında seyretmiştir. Ekonominin yüzde 8-9’u aşan tempolarda büyüdüğü yıllarda (1997 ve 1990’da) dahi dış açıklar millî gelirin yüzde 2’sine ulaşmamıştır. 

AKP iktidarı, bu bozulmayı doğrudan doğruya yaratmadı; 2001 krizinin IMF/Derviş programını benimseyerek katkı yaptı: 1980’li-1990’lı yıllarda izlenen aktif (korumacı) bir döviz kuru politikası uygulamayı kesinlikle dışlayan sıkı para politikası… Diğer adıyla enflasyon hedeflemesi… 

Bu bağlantı, uluslararası sermaye hareketlerinin dört nala canlandığı 2003-2007’de, döviz fiyatlarını öylesine ucuzlattı ki, Türkiye ekonomisi bir ithalat patlaması yaşadı; sanayinin ara mallarında ithalata bağımlılık tırmandı; giderek kalıcılaştı.

Bu bağımlılığı ortaya koyan çok sayıda araştırma var. E. Bakır, E. Özçelik, E. Özmen ve A.C. Taşıran’ın yakın tarihli bir makalesini örnek vereyim: “Türkiye’de Erken Sanayisizleşme” (Geçmişten Geleceğe Türkiye Ekonomisi: Fikret Şenses’e Armağan, İletişim, 2017, özellikle bk: ss. 176-177, 187.)

AKP iktidarı, 2016 şokunu, malî genişleme ile aşmaya kalkışınca, aşırı dış açık türetti ve bu kez bizzat yarattığı bu açığın finansmanı sorunuyla karşı karşıya geldi.

Dış açığın finansman sorunu
Tablo, 2017’de cari açığın finansmanı sorununun, aslında, nasıl çözülemediğini ortaya koymaktadır.
 
Niçin çözülememiştir? Çünkü, bir önceki yıla göre yabancı sermaye girişleri %46 artmış ve 49,4 milyar dolarlık çarpıcı bir düzeye ulaşmış; cari açığı aşmıştır; ama “derde deva” olmamıştır. 
Neden?
Bir kere, dış kaynak girişlerinin (gayri menkul alımlarını saymazsak) sadece sekizde biri (6,2 milyar dolar) en istikrarlı, kalıcı sermaye türü olan “doğrudan yatırımlar”dır. Gerisi, “sıcak”, spekülatif para girişleri ve dış kredilerden oluşmaktadır. Kısa vadeli kredilerin payı da, yıl boyunca artmış, %25’i aşmıştır.

Daha da önemlisi, Türkiye burjuvazisi (şirketler, bankalar, rantiyeler) 2017’de dış dünyaya 10,5 milyar dolar sermaye ihraç etmiş; net sermaye akımını 39 milyar dolara indirmiştir. Geride önemli bir finansman açığı kalmıştır.

Önceki yıl Türkiye’nin dış finansmanı için 11 milyar dolarlık bir “can simidi” olan karanlık, “kayıt dışı” para girişleri 2017’de “buharlaşmıştır”. Çözüm, TCMB rezervlerinde bulunmuştur. 2016’da rezerv düzeyindeki “ılımlı” artış son bulmuş; yıl boyunca rezerv erimesi 8,2 milyar dolar olmuştur.

Sırf son iki ayda (Kasım ve Aralık 2017’de) rezervlerden 12,7 milyar dolar piyasalara aktarıldı; Aralık 2017 sonunda TCMB brüt döviz rezervleri 84 milyar dolara indi. Sadece üçte biri Merkez Bankası’na ait olan brüt rezervlerdeki erime döviz piyasalarını rahatlatmış olabilir; ama geçici olarak… Dahası, dünya merkez bankacılığının “gayri resmî kuralı” olan, “döviz fiyatları dalgalı (piyasalara) bırakılacaktır” kuralını çiğneyerek… 

Kıssadan hisse: 2017’de büyüme hızındaki artış, kapasite sınırlarına ve dış finansman duvarına çarpmıştır. Ekonominin bugünkü yapısal özellikleri nedeniyle de sürdürülemez.

Korkut Boratav / SOL

Türkü tadında - ORHAN GÖKDEMİR

Bugün ne cehaletin saltanatına bakıp kederlenmek var, ne haklının haline bakıp hüzünlenmek. Bugün ne isyan var, ne öfke. Bugün içimden gelmedi ülkeyi yazmak. 
Hem yazacak hâli mi kaldı ülkenin? Yenisini kuracağız işte, orası belli. Nasıl, henüz bilmiyoruz, ama inanıyoruz. Bugün boş bıraktım kitaplara ayırdığım satırı, kaçtım karanlığın gölgesinden, müziğin büyüsüne sığındım. Bugün sadece insanlar ve türküleri var yazıda o yüzden.
Sağlam bir sığınağım da var üstelik. Mesela diyor ki şair;
                                      “İnsanların türküleri kendilerinden güzel,
                                        kendilerinden umutlu,
                                        kendilerinden kederli,
                                        daha uzun ömürlü kendilerinden.
                                       Sevdim insanlardan çok türkülerini.
                                       İnsansız yaşayabildim
                                       türküsüz hiçbir zaman.”
Öyleyse? 
Ne gericinin böğürmesi, ne faşistin höykürmesi, ne yandaşın böbürlenmesi, ne liberalin ağlaması umurumda bugün. Güzel, umutlu, kederli türkülerden söz edeceğim size.
Civan Gasparyan, Ermeni. Balaban virtüözü. Balabanı biz daha çok “mey” veya “düdük” olarak biliyoruz. Belki de müziğin en mütevazı görünüşlü aletidir balaban. Gasparyan o mütevazı aleti en iyi öttürenlerden biri. “Mayrik” adlı parçasında balabanına sesiyle de eşlik ediyor Gasparyan. Öyle bir ses ki, balaban mı böylesine kederli, yoksa ona bu kederi bulaştıran üfleyenin nefesi mi, karar veremiyorsunuz. “Mayrik”, anne demek Ermenicede; belli ki annenin arkasından söylenmiş bir ağıttır duyduğumuz.

En kederli türkülerin annelere ağıt olması rastlantı değil. “Manaki mu”, üzerine bu toprakların kederi bulaşmış bir başka ağıt. Anneye yazılmış yine. Ege türküsüdür.                                                       “Mendilimi kaybettim ben, 
                                           dikkatsizliğim yüzünden. 
                                           Vurma polis efendi, fukarayım, yoktur bir suçum. 
                                           Anacığım, anacığım, başcağızım öyle bir ağrıyor ki…” 

Meali böyle. 
Geçen yüzyılın başında yapılmış kayıtları var, yitip giden annelerin soluk fotoğrafları gibi her biri. Yeni bir yorumunu Kardeş Türküler yaptı. Arkasına da bir Kütahya türküsü ekledi ki o kadar olur. “Ben kendimi gülün dibinde buldum…” türkünün adı. İki yakanın sözleri ve gaydası farklı, duygusu ortak hüzünleridir.


“Manaki mu”nun ardından gelen türkünün kaynağı Hisarlı Ahmet. Kendi kendini kuran, kendi yolunu bulan olağanüstü bir insandır Hisarlı Ahmet. 1984’te, pek çok kederli türkü bırakarak arkasında, çekip gitti aramızdan. Şöyle diyor türküsünde;
                                             “Ben kendimi gülün dibinde buldum
                                               Kuru sevdaymış sarardım soldum
                                               Sevda bir düş imiş kendime yordum
                                               Ay karanlık gece vurdular beni
                                               Yârin cehresine sardılar beni…”

Diyeceksiniz ki anne türkünün neresinde? 
Hiçbir yerinde. “Sevda bir düş imiş kendime yordum”… Yâr var onun yerine. Türkülere bakılırsa anne kadar kutsaldır o da…
Bir de anneye ağıtın Karadeniz esintili olanı var. Marsis’in “Deda”sı o da. Deda annenin Gürcücesidir, ağıttır.

                                                                  ***

Annemi kaybedeli altı yıl oluyor neredeyse. Bir gün, umulmadık bir anda, ansızın çekip gitti. Samsun’a bakan bir dağın yamacında şimdi. Yetimliği bilmem, kendimi adıma önemsemem de. Ama öksüzüm anlayacağınız. Belki onun içindir bu türkülere takılıp kalmamın asıl sebebi.

Pontus kökenli kemençe üstadı Makulis’i (Matthaios Tsahouridis) annemi kaybettiğim o yıllarda keşfettim. Tuhaf bir tarzda kemençe çalıyordu Makulis. Kemençe sesi kulağımda çocukluğumdan kalan bir tını. Çoğu oynak havalardır hatırladığım. Ama Makulis onları bilinçli olarak kedere ve hüzne bulamış gibi. Onun parçalarından birini Karadenizli kemençe virtüözü Ekin Uzunlar da seslendirdi yakın zamanda. “Hediye” adını taşıyor parça. Ekin Uzunlar bu türküde kemençesine sesiyle eşlik ediyor üstelik. Tepeden tırnağa Karadeniz’dir.

“Ben Denizde Bir Gemi” de Karadeniz esintili bir türkü. Ekin Uzunlar’ın kemençesiyle hayat verdiği bir versiyonu var. Şöyle sözleri; 
                                            “Ben denizde bir gemi, 
                                              dalgalar vurur beni. 
                                              Ben ağaçta bir yaprak, 
                                              rüzgâr savurur beni.” 

Annesini kaybetmiş her faninin ruh halidir bu…

Madem hüzne açtık kapıyı, İmamyar Hasanov’u çağıralım yardıma. Hasanov Azerbaycanlı. O da "kamanca“cı; daha doğrusu kabak kemane üstadı. “Ay Işığında”nın olağanüstü yorumlarından biri ona ait. Diğeri Nermina Memmedova’ya. Aynı türküyü piyano eşliğinde söylüyor Memmedova. 
                                            “Tez geldi hicran, 
                                              ayrıldık haman, 
                                              ay ışığında…” 

Ayrılmaların en acısı ay ışığında olandır.
2010 kaybettiğimiz Denizlili Talip Özkan’ı hatırlatıyor bu türküler bana nedense. “Girdim Yârin Bahçesine” türküsünü ondan hüzünlü çalıp söyleyen yoktur belki de. Azerbaycan kökenli bir türkü bu da. 
                                            “Yar yolunda dağlar geçtim, 
                                              sulardan içtim. 
                                              Bin bir güzel gördüm ay kız, 
                                              tek seni seçtim” 
diyor ki, safi aşktır bu.
Kırşehirli Neşet Ertaş bunu almış, rakı kokulu uzun bir gecenin süzgecinden geçirmiş ve şöyle bir hale dönüştürmüş:

                                            “Saçlarını ben öreyim
                                              Buna dayanmaz yüreğim
                                              Seni vermem Azrail’e
                                              Ben öleyim ben öleyim…”

Ne söylenebilir üstüne? Aşktır ve kesinlikle ay ışığındaki ayrılıklarla demlenmiştir.

                                                               ***

Ağıtların hepsi anne kokulu, yar kokulu değildir. Savaş ve ölüm kokar çoğu. Türkülere o koku da siner, evet. Savaş kokulu türkülerin en güzellerinden biri İzmir-Bergama kaynaklı. Şöyle sözleri;
                                         “Gerizler başında hoplayamadım
                                           Döküldü cephanelerim toplayamadım
                                           Düşman galip geldi haklayamadım…”

E hep düşmanı sen haklayacak değilsin ya! Haklanma ihtimalin de yüksektir savaşa gittiysen. Korkarsın da üstelik ki, gayet insanidir.

                                           “Magusa limanından aldılar
                                             Üç mil uzağına attılar beni
                                             Uyan Alim uyan, uyanmaz oldun
                                             Yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun…”

Bu da Kıbrıs türküsü. Adı geçen Ali, bizim Ali değil. Ama nedense her dinlediğimde bizim Ali’yi, Ali İsmail Korkmaz’ı yeniden kaybetmiş gibi hissediyorum kendimi. Dayanamıyorum sonunu getirmeye.
Ağlamamak için tek yol var böyle durumlarda. “Tokat Semahı” dinlemek. “Amasya Semahı” diye bilinir ki doğru değildir. Senfonik bir eser kıvamındadır aslı. Bizim Hüseyin’den, Hüseyin Turan’dan dinlemenizi öneririm.

                                                                     ***

                                          “Bulundum ben dahi darüş-şifâ-yı Bâb-ı Âli’de   
                                            Felatun’u beğenmez anda çok divaneler gördüm.”

Böyle diyor Ziya Paşa Osmanlının son döneminde toplumun ve devletin içinde bulunduğu perişanlığı anlatmak için. 
Yalçın Hoca aradı bir iki ay önce; “Orhan bunlara baka baka köreliyoruz, cahilleşiyoruz” dedi. “Bunlar” dediği ülkeyi yönetenler. Şu gündeme baksanıza. Bir yanda Peskevitçi Yedisekiz Devlet Paşa ile ittifak turları, öte yanda fesli Kadir, takkeli Nurettin, cübbeli Ahmet, hanedan bakiyesi işportacı Nilhan, türkücü Havuz, filmci Hülya. Çok derine gidersen havalı Alev, belgeli Murat. “Google Abdülhamit icat etti” diyen tarih profesörüne, peygamber Nuh’un oğluyla cep telefonuyla konuştuğunu iddia eden “deniz bilimi” doktoruna gelmedik daha. 
Baştan ayağa perişanlıktır.

Adele, "Million Years Ago" adlı şarkısında “Sadece yere değil gökyüzüne bak” diyor. Gökyüzüne bakmayı unuttuğumuz günlerden geçiyoruz hâlbuki ve sadece sürüngenleri görüyoruz.
                                                                 ***

                                         “Saçını boynuma dolar ağlarım
                                           Verseler yârimi güler oynarım
                                           Arabaya taş koydum
                                           Ben bu yola baş koydum
                                           Seni gelecek diye
                                           Sol yanımı boş koydum...”

İnsanların türküleri kendilerinden güzel, kendilerinden umutlu, kendilerinden kederli, daha uzun ömürlü kendilerinden. O türkülere sinen hüzün bizim, keder de, öfke de, isyan da. Aşk bizimdir, hasret bizimdir, umut biziz. Mecburuz, türkü tadında yeni bir hayat kuracağız bu topraklarda.

Sol yanımız boş, uzat elini!

Orhan Gökdemir / SOL

Rüyanın sonu! - ERHAN NALÇACI

Trump okullarda salgın bir hastalık gibi yayılan silahlı saldırılara karşı öğretmenleri silahlandırmayı önerdi. Okula tam teçhizat saldıran öğrenciye karşı öğretmenler silahlarını çekip vuruşacaklar!

Bu, düzene ilişkin rüyaların sonu anlamına geldi.

Bir kere; ikinci Dünya Savaşı sonrası, ABD emperyalizmi gücünün doruğundayken, kendi halkına pompalanan, “hep beraber refah ve mutluluk içinde eğleniyoruz” rüyasına bir nokta konuldu. Rüya bir kâbusa dönüştü.

İkincisi, şu an durum kötü ama daha iyi ve yaşanabilir bir kapitalizm kurulabilir, diye rüya görenler yataklarından aşağıya düştüler.

Üçüncüsü, “Türkiye’de işler iyi gitmiyor ama burada kalıp mücadele etmek yerine dünyada gelecek vaat eden bir köşe bulabilirim” rüyası da çöktü.

Hatırlatmaya gerek var mı bilmiyorum, geçen hafta ABD’de okuldan uzaklaştırılan 18 yaşındaki bir genç okulu basmış ve yarı otomatik bir tüfekle 17 kişiyi öldürüp 20 kişiyi yaralamıştı.

Bu bir fenomen artık. 2013 yılından bu yana ABD’de 291 silahlı okul saldırısı yaşanmış. Tek tek olaylar incelendiğinde cinayetlerin arkasında benzer bir mekanizma çıkıyor.

ABD’de her aile ve çocuk kendi kaderine terkedilmiş, devlet ve toplum desteğinden yoksun olarak yaşamlarını sürdürüyor. Bu haliyle çocukların bazılarının darbelerle örselenmesi önlenemiyor. Alkolik ve uyuşturucu bağımlısı ebeveyniler, yoksul aileler, aile içi şiddet, yakınların kaybı, istismarlar…

ABD’de kamu kaynaklı psikiyatrik/psikolojik destek ve tedavilere ulaşılamıyor, devlet 1970’li yıllardan itibaren böyle bir kamusal destek vermek yerine, insanları suç işlendikten sonra hapse tıkmayı tercih ediyor. ABD’nin dünyanın en büyük hapishane nüfusuna sahip olduğunu daha önce işaret etmiştim.

Bu kayıp çocukların bilgisayar oyunları başında sayısız insanı öldürdüğü ve gerçeklik duygularının sarsıldığı asosyal bir yaşam sürmeleri engellenemiyor, çünkü bilgisayar oyunlarından da düzen para kazanıyor.

Kısır döngü başlıyor, çocuk toplumdan uzaklaştıkça, toplum tarafında itiliyor, itildikçe topluma kinleniyor. Uyuşturucu, sağ gruplar ve silahlara hayranlık bu kini başka bir kurguya taşıyor.

Şimdi iş en yakın çevresi olan okulundan intikam almak için silah bulmaya geliyor ve silah bulmak ABD’de çok kolay. Her taraf bireysel silahlarla dolu. Son örnekte olduğu gibi 18 yaşını dolduran bir genç, bu saldırılarda çok kullanılmış olan bir yarı otomatik tüfeği ve istediği kadar cephaneyi dükkândan ekmek alır gibi hiçbir kayıt yaptırmadan alabiliyor.

Silah satışını zorlaştırmak, bazı engeller koymak mümkün olmuyor, çünkü silah sermayesinin lobisi olan Amerikan Silah Derneği, Kongre üyelerine, Trump da dâhil milyonlarca dolar rüşvet dağıtıyor. Örnek olarak bu derneğin Trump’ın seçim kampanyasına 30 milyon dolar bağış yaptığı söyleniyor.

ABD’de öğrenciler için kurşun geçirmez çanta ve paneller satılıyor. Öğrencilere çantaları arkalarında değil, göğüslerinde taşıması öneriliyor. Sanki çocuk okula değil, cepheye gidiyor.

Aslında sermaye sınıfı halkın silahlanmasından hoşlanmaz, bir gün silahların kendine doğrultulabileceğini bilir çünkü. Ama ABD egemenleri bugüne kadar insanları düzene bağlayan tamponlara, kiliseden orta sınıf yaratan ekonomiye, ırkçı-sağcı derneklerden güçlü anti-komünist propagandaya, güveniyorlardı ve bu kanlı kâr alanını terk etmek istemiyorlardı. Şimdi dengelerin değiştiğini söylemekle yetinelim.

Kâbusa dönen rüya Atlantik ötesine ait değil sadece. Geçen hafta Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde Silah Sergisi açıldı. Türkiye’de son yıllarda giderek artan bireysel silahlanma olduğu biliniyor. Bireysel silahlanmadaki artış ateşli silahlarla işlenen cinayetlerde artış ile gidiyor. Gerçekten sadece 2017’de bin 575 kişinin bireysel silahlarla işlenen cinayete kurban gittiği düşünülürse durum korkunç, savaştan beter.

İnsan emeğini sömüren tabiatıyla sermaye sınıfı insanlığın başına zaten beladır, ama bir de silaha yatırım yapan ve kâr hırsını silah satışına bağlayan bir sermaye sınıfı, kendi halkı ve diğer ülkelerin halkları için bir felaket habercisidir. AKP döneminde Türkiye sermaye sınıfının geçirdiği bir dönüşüm de silah üreticisi ve tüccarı haline gelmeleri oldu.

Bugün insanların yeni bir rüyaya ihtiyacı var, insanların sömürülmediği, asalak bir kesimin insan kanıyla beslenmediği, çocukların özenle korunup geliştirildiği, eşit ve özgür bir dünyaya ait bir rüya.

Bu rüyayı bir kez gören bunun için mücadele eder.

Erhan Nalçacı / SOL

Siyaset yalanı, yalan siyaseti - AYDEMİR GÜLER

Geçenlerde Tayyip Erdoğan belki de kendi rekorunu kırdı bir konuda. Sabah Suriye ordu kuvvetlerine bağlı birlikler Afrin’e giriş yapıyor haberi çıkınca Erdoğan önce Putin’le telefonla konuşarak meseleyi hallettiğini, kuvvetlerin geri çekildiğini söyledi.

Aradan biraz zaman geçti. Demek ki, Erdoğan Putin’le pek anlaşamamıştı. Bunun üzerine, bombaladık, dedi. Bombaladık ve geri çekildiler. Sonra ilginç bir dil peyda oldu. Deniyordu ki, TSK Afrin’e “giriş yolunu” bombalıyor… İlerleyen saatlerde bu müdahalenin bir uyarı ateşi olduğunu açıkça dile getiren haber mecraları çoğaldı. Suriye ordusu uyarıya kulak asmamıştı.

Belki bunun üzerinedir, malum sapığın asansörde seks fantezilerini yayınlaması. Hakikaten çakışıyor mu, o kadarına dikkat etmedim. Ama Erdoğan’ın yakında kenti kuşatacağız diyerek el yükselttiğini biliyorum. Asansörde iki dakika fantezisi, kuşatmadan daha gerçekçi görünüyor.


Perinçek cumhurbaşkanlığına aday ya; altta kalır mı? Arkadaşın sorunu aynı anda hem Tayyipçi hem Esad’cı olmasıydı. Afrin’de TSK ve ÖSO Suriye’yle fizik anlamda karşı karşıya gelmediği sürece top çevirmek mümkün olabilirdi belki. Perinçek Erdoğan’a Esad’la ittifak kurarak operasyonu birlikte yapma önerisinde bile bulundu. Olmadı… Perinçek Türkiye’yi işgalcilikle suçlayan Şam yönetiminin aslında Zeytin Dalı operasyonunu desteklediğini söyledi. Bu kadarı yetmezdi, yetmedi de. Şam yönetimiyle birlikte vatan savunması yaptıklarını, Suriye’nin iç sorunlarını ülkenin birliğini sağladıktan sonra ele alabileceklerini dile getiren PYD, aslında Suriye ordusuna teslim oluyordu.

Kuşkusuz saha çok karışık. Örneğin ABD eşanlı olarak Suriye’nin bir bölgesinde düşman bellediğiyle bir diğer bölgede ittifak kurabilmektedir. Ancak yukarıdaki fantezi yoğunluğu Ortadoğu’ya bile fazla gelir. Türkiye’de basitçe uydurulmaktadır. Yanlışlıkla, kontrolsüz biçimde, bir hastalık belirtisi olarak yalan söylenmiyor. Siyaset yalanın üstüne kuruluyor.
Savaşın birinci haftası dolduğunda ORC diye bir şirket, iddiaya göre ilk anketi yaptı ve operasyona desteğin % 80.7 olduğunu buldu. Erdoğan’ın gazetecilerinden Selvi bir ay dolduğunda AKP oylarının % 55’e yükseldiğini iddia etti. Nedense birileri Selvi’nin hangi ankete dayandığını açıklaması gerektiğini söyleyerek müthiş eleştirmiş oldular. Anket yapmaktan kolay ne var? Bu sayıların tamamı uydurulmuştur. İsteyen olursa anket sonuçlarını grafik tablolar halinde sunulabilir!

Toplumsal eğilimlerle siyasi partilere angajman arasında bir ilişki olduğunu söyleyebilseydik, Türkiye’de büyük kısmı Kürt kimliğine angaje, yüzde 10-15 arası bir savaş karşıtı kitle olduğunu kestirebilirdik. Öyle olsaydı AKP’liler destek oranını 80’de bırakırlar mıydı hiç! Türkiye’de bu savaşın heyecan verdiği toplumsal taban çok sınırlıdır.
Toplumsal eğilimlerle ilgisi kesen CHP, Afrin’in kent merkezine girilmemesi fikri dahil, iktidara tam boy savaş desteği verdi. CHP’nin kente girmeme uyarısının AKP ve TSK için çok rahatlatıcı olduğunu da görmek gerekir. TSK’nın ve ÖSO’nun yapamayacağı zaten belli olan bir iş için, CHP diyor ki, yaladan kim ölmüş, zaten girmek istemedik ki!  
Kılıçdaroğlu ikide bir askerlere şükran sunmakta, harekatın çok başarılı gittiğine dair Anadolu Ajansı bültenine el basıp yemin etmektedir. Kimsenin inanmadığı bu konuşmalar gösteriyor ki, Kemal beyin siyaset mesleğini paylaştığı diğer uydurukçularla yarışma şansı yok. Lakin bu da bir avantaj oluyor ve yalan siyasetinde bu duruma dürüstlük deniyor.

Siyasette yalan ile biraz önce arada geçen konu ilintilidir. Türkiye’de kitlelerin duygu ve tutumlarıyla siyasal parti temsiliyeti arasındaki bağ kopmuş durumda. Milli duygularına kapılıp etrafa saldıranların faşistliğe yürekten inandıklarını zannetmeyin. Bunlar kontrgerillanın bahşişe bağladığı lümpenlerdir ve rol yapmaktadırlar. Reisle birlikte peygamberin asrı saadetine yürüdüklerini anlatanlar vardır, kuşkusuz. Ama bunların bu inançla belirlendiğini sanmayın sakın. Hepsi bilmektedir, lider takımının bütün erkek çocukları rapor alıp askerlikten yırtmış! Ne yazık ki, sol da kopukluktan payını almıştır. Dediğim gibi sol sayılmak için savaşa karşı çıkmak gerekmemekte, bir kere solculuğu cebine koyduktan sonra savaş şakşakçılarının şakşakçılığını yapmak mümkün olmaktadır. Örnek CHP’de solun yeni temsilcisi İstanbul İl Başkanının Kılıçdaroğluculuğunu hiç saklamamasıdır.

Kitlelerin duygu ve tutumlarıyla siyasal parti temsiliyeti arasındaki bağ koptuğunda, parti tutmak değersizleşir. İdeoloji, inanma, bağlanma yoktur artık. Düzenin kurumsallığı çökmeye başlar. Türkiye’de durum budur ve çöken sütunları, tavanları tutma gücü olmayan birtakım adamların toz duman arasında bir tehlike olmadığını çığırmalarına, bu arada yıkılan evin önüne kamyon dayanıp hırsızlık yapılmasına siyaset denir olmuştur. Siyasette yalan dozajı artmamakta, siyasetin kendisi yalan olmaktadır.

Gün işçi sınıfı siyasetiyle burjuva siyasetini birbirinden ayırma günüdür.

Aydemir Güler / SOL

Hukuk ve yolsuzluk, tokat ve terlik - L. DOĞAN TILIÇ

Ahmet Şık’ın ikinci kez cezaevine girişinin 422’nci günü, Murat Sabuncu 482 gündür cezaevinde. Onlardan daha uzun veya daha kısa süredir içeride olan onlarca gazeteci var.

Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın (TGS) 21 Şubat’ta güncellenen cezaevindeki gazeteciler listesine göre 149Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu’nun (TGDP) 14 Şubat tarihli listesine göre ise “27’si imtiyaz sahibi ve yazı işleri müdürü 2015 gazeteci” var hapishanelerde.

Kimin gazeteci olduğu, gazeteci sayılacağı konusunda anlaşmak kolay olsaydı, iki liste arasında böyle bir fark olmazdı. İçerideki gazetecileri AKP’ye sorarsanız aradaki fark çok daha açılacak. İktidara göre, cezaevindekilerin hiçbiri gazeteci değil ya da hiç kimse gazetecilikten dolayı cezaevinde değil!

Deniz Yücel, sözgelimi, Erdoğan’a göre, gazeteci değildi ve o cumhurbaşkanlığı makamında olduğu sürece “hiçbir surette”, “asla” Almanya’ya “iade edilmeyecek”ti. Elde görüntüler, her şey vardı; “tam bir ajan terörist”ti Yücel.
Benzer şeyler çok gazeteci için söylendi AKP iktidarında. O AKP ki, 2001’de kurulurken yaptığı konuşmada Erdoğan temel ilkelerini Voltaire’in ünlü “Sevgili dostum, sizin görüşlerinize katılmıyorum ancak bu görüşlerinizi rahatça ifade edebilmeniz için canımı feda etmeye hazırım” sözüne gönderme yaparak açıklamıştı.

Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun, şimdi gelinen noktaya, Deniz Yücel’in serbest bırakılması üzerinden dikkat çekme biçimi dikkat çekici: Biz elbette, suçsuz yere, haksız yere kimsenin hapis yatmasını istemeyiz. Ancak Deniz Yücel, Merkel görüşmesinin ardından bir günde serbest bırakıldı. Hiç kimse kusura bakmasın; kızmasın, darılmasın… Amerika’ya ‘Osmanlı Tokadı’ atacaklardı; Merkel’den ‘Alman Terliği’ yediler.

Deniz Yücel’in serbest bırakılması, bunca gazetecinin cezaevinde olduğu koşullarda, basın ve ifade özgürlüğünü dert edinen herkesi sevindirirken, memlekette hukukun ne halde olduğu konusunda da fazla söze gerek bırakmayan bir açıklamaya dönüştü. Sosyal medyada; “MERKEL yaz 155’e at, tahliyen cebine gelsin” türünden hukuku hicveden mesajlar dolaştı.

Ne yazık ki, bir gazetecinin cezaevinden salınması gibi sevindirici bir olay, çoğu insanın adalet duygusunu sarsan, zaten dibe vurmuş hukuka inancı iyice örseleyen bir olay oldu.
AKP muhalifi solcuların ağzından duymaya alışık olduğumuz sözleri, tam da Erdoğan ve AKP’nin geldiği gelenekten biri olarak Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu’ndan duymak çarpıcı oluyor: Bugün suçsuz olduğu ortaya çıktığı halde hâlâ işe iade edilmeyen, hatta hapis yatan binlerce KHK mağduru var. Hâlâ 28 Şubat’ın zulmüne maruz kalarak içeride yatan masumlar var. Hepsi adalet bekliyor. Bu insanların adalete kavuşması için illa arkalarında bir Merkel mi olmalı? Bugün Türkiye’de ne yazık ki adalet rafa kaldırılmıştır. Yaşananlar bunu teyit etmektedir. Sırf hükümete muhalif oldukları için vakıflar kapatılmakta, hocalar tutuklanmakta. Suçları ne? Muhalif olmak, hükümet icraatlarını tenkit etmek.

Mülkün, yani devletin, temeli olan adalet ve hukuk ortadan kalktığında tuz kokmuş oluyor! Her şey bozuluyor. Hukuksuzlukla yolsuzluk her zaman her yerde baş başa gidiyor.

Böyle olmasa, yolsuzluk sıralamasında 2016’da 180 ülke içinde 73’üncü olan Türkiye bir yıl sonra 8 sıra gerileyerek 81’inci olmazdı.

Uluslararası Şeffaflık Örgütü Başkanı Delia Ferreira Rubio’nun dediği gibi; “Yolsuzluğun artması; temel haklara, adalete erişime ve hukukun üstünlüğüne saygının daha az olduğuna işaret.

Hemen tüm kanallar, gazeteler toz pembe bir hikâye anlatıyorlar. AKP, aynı kökten geldiği partilerin bile eleştirel seslerinin duyulamadığı bir ortamda, tam gaz bir seçim kampanyası yürütüyor. Ama bu denli kalın bir örtü altında bile; hukuk ve yolsuzluk, tokat ve terlik ilişkisi gizlenemiyor!

L. DOĞAN TILIÇ  / BİRGÜN

Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır! - ERK ACARER

Ben geçmişimi dürdüm, büktüm, çöpe attım” diye serzenişte bulunur. Ancak 22 Mart 1951’deki polis baskını öyle olmadığını gösterir. İstanbul Emniyeti, Taksim Pire Mehmet Sokağı, 14 numaralı apartmanda rulet masaları etrafında, aralarında Zurnik ve kumarhane sahipleri Seyfi ve Fevzi Gürel kardeşlerin de olduğu 19 kişiyi yakalar. Esas sürpriz, mekânda Büyükdoğu Dergisi’nin sahibi ve başyazarı Necip Fazıl Kısakürek’in bulunmasıdır. ‘Üstat’, “Komplo” der, “Buraya mecmuama kumar aleyhinde haber yazmak için gelmiştim.”

Kumar borcu namus borcu mu yoksa?
“…Benim yaptığımı yapanlara hükümetler ve rejimler servetlerini ve nimetlerini yağdırır. Bütün bunlara karşı 15 bin lira zarar çarpıtılmış ve daha nice kasıt ve sabotaja karşı yalnız bırakılmış olarak sürünmekteyim…” ’Üstat’, 26 Aralık 1956’da Başbakan Adnan Menderes’e bunları yazar. 14 Hazıran 1958’de, muhalefeti çürütücü ‘muazzam bir içerik’ için indirime gider: “Reklam ve sair ihtiyaçlarım için 10 bin lira lütfedilirse... Ayda 6 bin lira tahsis olunursa... Bütün muhalefet matbuatını saf fikirle çürütücü, muazzam bir içtimai ve edebi, ideoloji, bina edici kaalara ve yüreklere nüfuz edici bir mecmua kuracağıma emin olunabilir…”

Aldım ama niye aldım bir sor
Mektuplar, Yassıada ‘örtülü ödenek davası’ ile birlikte okunursa daha anlamlı hale gelir.
Rasih Nuri İleri’nin ‘Örtülü Ödenek’ kitabındaki ‘Yassıada tutanakları’ sadece alınan büyük parayı değil kirli medya-iktidar ilişkilerini de deşifre eder:
“…Mahkeme Başkanı: Örtülü ödenekten size muazzam yardım yapılmış. Nasıl oldu hangi sebeple hizmete mukabil aldınız?
Kısakürek: İzin verirseniz notlarıma bakayım…
Rakamlar tutanaklarda geçer:
“…Başkan: Cem’an ne kadar oluyor tahminen?
Kısakürek:140 bin lira civarında…”
Gerçekten de muazzam bir servettir. Örtülü ödenek eliyle, yetim hakkı ve biat ekmeği yiyen Kısakürek; maziye de saplanıp kalmıştır: “Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır.”

‘İki Türkiye’ kaybetti!
Derin bir polemiktir… Fakat somut tarih verileri gereksiz tartışmalara yer bırakmaz. 1877-1878 yıllarında Ruslar’la yapılan ’93 Harbi’ sonucunda, Osmanlı, Sırbistan, Karadağ, Makedonya, Romanya ve Bulgaristan’ı kaybeder, Edirne işgal edilir. Doğuda Erzurum’a kadar ilerleyen Ruslar, Kars, Ardahan ve Batum’u alır. Savaş sonucunda imzalanan 3 Mart 1878 tarihli Yeşilköy ‘Ayastefanos’ Anlaşması’nda İstanbul’a Rus zaferini simgeleyen Ayestefonos Abidesi dikilir. 1880’lere gelindiğinde ise Kıbrıs, Tunus, Mısır elden çıkar, Girit kaybedilir. Bir rekor dönemidir. II. Abdülhamid, 622 senelik Osmanlı tarihinde en çok toprak kaybeden padişahtır. Türkiye’nin iki katına denk düşen 1 milyon 592 bin 808 kilometre kare yitirilir.

Kendi serveti Alaman bankalarında
Devri, aynı zamanda Galata bankerlerinden alınan paralarla, devletin en sağlam gelirlerinin adeta yok pahasına ipotek edilmeye başlandığı dönemdir. Fakat Sultan henüz şehzadeliğinde tanıştığı danışman-tefeciler sayesinde servetini arttırarak, Osmanlı Bankası ile birlikte Deutsche Bank, Swissbank, Kredi Lione isimli yabancı bankalarda tutar. II. Abdülhamid’e atfedilen Ziraat bankası, Emniyet Sandığı, sanat mektepleri gibi imar çalışmalarının, pek çoğu da Mithat Paşa’nı esredir. Ne var ki ilk anayasayı yani Kanun-i Esasi’yi hazırlayan kurulun başkanı olarak da görev yapan sabık sadrazam, Taif’e sürgün edilişinin 3. yılında zindanda öldürülür.

Uçuk-kaçık projeler
Sürgün, saltanatının olmazsa olmazıdır. Paranoya derecesinde şüpheci olan Abdülhamid, ‘sansürcünün’ ağababası olarak bilinir. Toplumun gölgesinden bile korktuğu günlerdir. Yıldız Saray’ına günde en az 2 bin jurnal gelir. Bunların büyük kısmını bizzat kendi okur. Burnu büyük olduğu için ‘burun’ kelimesinin dahi sansürlendiği zamandır. Abdülhamid’in hakkı Abdülhamid’e. Elbette Sultan, ‘çok daha önemli işleri’ ile de gündeme gelir. Bir marangozdur. Rom kafası ile tasarım birleşince, ‘bazı olur-olmaz’ projeler de aklına düşer. Sakarya-Sapanca-Marmara kanal tasarısı, sanki günümüze ait bir projeyi anımsatır! Tünel-i Bahri yani ‘Tüp geçit’ projesi de öyle.

Fakat bunların hiçbiri gerçekleşmez. Hasta Osmanlı, can çekişirken ortaya çıka çıka bir robot çıkar. 1889 yılında, Japon İmparatoru Meji, Abdülhamit’e elçiler yollar. Ona bir krizantem hediye etmiş, Osmanlı’nın ilim ve teknik kapasitesini tanımak istediğini anlatan bir de mektup yollamıştır. Sultan, ‘aynı zamanda bir saat ustası olan’, Yenikapı Mevlevihanesindeki Derviş Musa’nın kapısını böylece çalar. Ondan dev boyutta bir saat yapmasını ister. Derviş, insan şeklinde, her saat ‘gong çalacak’ bir saat fikri ortaya atar. Sultanın çok hoşuna gider. “Yalnız” der, “Saat bası gong almak yerine ezan okusun.”

Robot bitip, yollanınca adeta mest olur. Kendi etrafında dönüp, her saat başı ezan okuyan bir robot. İsmini yine Sultan koyar: ‘Alamet.’ İşte Japon hükümdarı, Osmanlı ilim ve teknolojisini bu robottan pay biçecektir. Alamet Japonya’ya gönderilmek üzere gemiye bindirilir. Mazallah, ’Aklı evveller’, günümüz Japon teknolojisini, Alamete bağlamadan, “Her şeyi aslında bu robot sayesinde bizden aldılar" çıkışı yapmadan, biz cümleyi bağlayalım. Sultanın robotu, Japon imparatoruna ulaşamaz. Çünkü gemi batan Ertuğrul Fırkateyni’dir.

Sultan Abdülhamid; ‘rahmetli’, roma, teknolojiye, paraya, projeye meraklıdır. Google’ı icat etmese de bir robota ilham olur; Alamet; Google’da aratınca çıkıyor. Alamet; Bingöl’de üretilen ihramlı 'Hacı robot’, Konya’da 1 milyon TL bütçe ayrılan Mevlevi robotun 3. kuşak atası. Bunlar hep batan gemilerin, dön baba dönelim alameti farikaları!

Anladık mı?
Ölümünün 100. Yılında Abdülhamid. ‘Üstat’ doğru söylüyor. “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır…” Çakma tarihi, iki yüzlülüğü, yalanı, uçuk kaçık projeleri ve sağın bir gıdım ileri gidemeyen müptezelliği ile akıl sağlığını…

Erk Acarer / BİRGÜN

OHAL altında seçim - ÖZGÜR MUMCU

Ne demişti referandumdan önce Binali Yıldırım: “Şimdi, referandum olmasıhalinde, elbette kimseye, ‘OHAL altında seçime gidildi... OHAL şartlarında referandum yapıldı’ gibi bir söz söyleme fırsatı vermeyiz. Bu nedenle referandum öncesi OHAL kaldırılır diye düşünüyorum.” 

Neticede referanduma OHAL şartlarında gidildi. Böylece demokratik bir yarış fırsatı olmasa da söz söyleme fırsatı verildi. Ne oldu söz söylenince? Sayın Erdoğan “Atı alan Üsküdar’ı geçti” dedi. 


Anayasa Mahkemesi’nin OHAL KHK’lerini denetlememe kararı almasından bu yana yaşadığımız aslında bir OHAL rejimi değil. Yani sadece olağanüstü halle sınırlı bazı geçici düzenlemelerin yapılacağı, sonra da en makul sürede tekrar olağan rejime geçişi öngören bir rejim değil. Kişisel ve otoriter bir iktidarın kestirmeden kurulduğu başka bir rejim bu. 


Önümüzdeki seçimlerle, bu rejimin geri dönülmez şekilde yerleştirilmesi planlanıyor. 
OHAL şartlarına, bütün devlet imkânlarının “evet” cephesi için seferber edilmesine, medyanın ezici çoğunluğunun denetim altına alınmasına ve “mühürsüz oy”a rağmen referandumu “evet”in kıl payı kazanmasının önemi ortada.

 
Geri dönülmez şekilde yerleştirilmek istenen bu kişisel ve otoriter rejimin toplumsal meşruiyeti yok. Böyle olunca da siyasal, hukuki ve toplumsal baskı gün geçtikçe etkisini artırıyor.


AKP ve MHP arasında kurulan ittifak ve buna göre şekillendirilen yeni seçim kuralları da bu baskının bir parçası. 


Mülki amirleri AKP, sandık başkanlarını ise mülki amirler atayacak. Seçime katılan partilerin sandık denetimi işlevi pratikte olmayacak. Yine AKP’nin mülki amirlerinin talebiyle güvenlik gerekçesiyle sandıklar başka yere taşınabilecek. Yine olmadıysa kolluk kuvvetleri seçmen çağırdı gerekçesiyle sandıkların kurulduğu alanların kapısına kadar gidebilecek. Mühürsüz oylar geçerli sayılacak. AKP-MHP ittifakında damga nereye basılırsa basılsın oylar geçerli olacak. 


MHP baraj altı kalsa bile milletvekili çıkarabilecekken, MHP’nin oyları da kendi hanesine yazılacak AKP, oy oranı düşse bile daha çok milletvekili kazanabilecek. Gerçi buna da şükretmek gerek. Bir OHAL KHK’siyle sayın Erdoğan’ın hayat boyu başkan ve sayın MHP’nin hiç oy almasa bile milletvekili sahibi olabileceği de kurala bağlanabilirdi. Anayasa Mahkemesi adındaki bina sağ olsun, bunun önünde herhangi bir engel yok. 
Bütün dünyada yükselen yeni otoriter rejimler, seçimlere muhtaçtır. İçeriksiz de olsa, büyük baskılar altında da yapılsa “gerçek milleti” temsil ettikleri iddiasına dolayısıyla göstermelik de olsa seçime ihtiyaçları vardır. 


Biz de doludizgin böyle seçimlere doğru ilerliyoruz. Meşruiyeti sorunlu, mühürsüz OHAL seçimlerine doğru. 


Her şey takvime uygun giderse, 2019’da yerel seçim, Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimden önce. 


Pekiyi, sizce iktidar İstanbul ve Ankara’yı kaybetmeyi göze alır mı? İstanbul ve 

Ankara’nın devasa ekonomik ve siyasi gücünü muhalefete bırakır mı? 

Bir süre önce sayın Erdoğan’ın belediye başkanlarının seçimle değil atamayla gelmesini tercih ettiği iddiaları konuşulmuştu. Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler için yapılan düzenlemelere bakınca bu iddia hiç hayal ürünü gibi durmuyor.


Özgür Mumcu / CUMHURİYET