28 Şubat 2018 Çarşamba

Bahçeli’nin sebepleri - ÖZGÜR MUMCU

AKP ve MHP’nin mutlu birlikteliğini resmiyete kavuşturacak hukuki düzenleme Meclis’te. Türk-İslam sentezi İslam-Türk sentezi olarak perçinleniyor. Osmanlı’nın son dönemindeki çıkış yolu arayışlarının “üç tarz-ı siyaseti” İslamcılık, Türkçülük ve Osmanlıcılık tutmayacak tutkallarla birbirine yapıştırılmış, patlayacak dikişlerle birbirine dikilmiş, parlamenter rejimi sona erdirmeye doğru yürüyor. 
Bir süre lazımdır diyerek üzerine düşülen Atatürkçülük çaktırmadan bırakılmış, bir parantez diye bakılan Cumhuriyet fikri terk edilirken Abdülhamit’in gölgesine sığınılıyor. 

Devlet Bahçeli, hadi başkanlığa geçelim deyince, referandum yapılıyor. Yine Bahçeli hadi ittifak kuralım diye buyurunca, ittifak kuruluyor.


MHP baraj altı kalsa da Meclis’e girecek. Mühürsüz oylar geçerli sayılacak. Seçim sandıkları taşınabilecek. Kolluk kuvvetleri sandıkların önünde bekleyecek. Sandık kurul başkanlarını, AKP’nin atadığı mülki amirler atayacak. Seçim sistemi AKP ve MHP’nin aldıkları oydan daha fazla temsil gücü elde etmesi için değiştirilecek. Bütün bunlar da OHAL şartlarında yapılacak.

Bugüne kadar beklemeye ne gerek vardı ki muhteremler? 
7 Haziran seçimlerinden sonra AKP ve MHP pekâlâ bir koalisyon kurarak bütün bu değişiklikleri yapabilirdi. Ancak o dönemde Bahçeli, bugün tekrarlasa kim bilir başına neler getirecek bir şart öne sürdü. Hatırlayalım neydi şartı: “Bilal’in içinde olacağı sıfırlanan paraların hesabını sormayacak mıyız? Bu sürecin bir tarafında Bilal var. Versin Bilal’i alsın iktidarı.” 
Burada da bırakmadı. 1 Kasım seçimlerine gidilirken de şunu söyledi: 
Evlatlar yetim kalırken, bakan ve başbakan çocukları hortumculuktaustalaşıyor; kutulara, yatak odalarına, vakıflara, banka hesaplarına milletin alın terini saklıyorlardı. Bilal yükselirken hilal düşüyordu.” 
Ya yine aynı seçim kampanyasında ağzından çıkan şu sözler: “Erdoğan yolunu buluyor, kendi yapımı olan paralel avıyla meşgul oluyor, villaya haramve rüşvet yığınağı yapıyor.” 

Devlet Bahçeli’nin ani ve sert dönüşü üzerine çok yazılıp çizildi. Ancak kendisi bunlara çıkıp bir cümleyle olsun açıklayıcı bir cevap vermedi.
 
Madem başkanlık çok güzel bir sistemdi ve madem devletin bekası için MHP, AKP’nin koltuğunun altına sığınmalıydı bu işi neden 2015’te yapmadınız? 
2015’te Erdoğan’ın diktatör olacağını söylerken bugün neden başkan olması gerektiğini düşünüyorsunuz? 

AKP siyasi müttefiklerini harcamak konusunda bir hayli tecrübeli bir parti. Herkesle ittifak kurabilecek kadar esnek ancak nihai hedefine ulaşmak için gerektiğinde işbirliği yaptıklarını safra gibi atabilecek kadar da kararlı. 

Bakalım işi bitince hilal hakkında nasıl bir tasarrufta bulunacak?
 
Bugüne kadar Erdoğan ve AKP’yi kendi çizgilerine getirdiklerini düşünenlerin akıbeti ortada. İlla ki tecrübeli bir siyasetçi olan Bahçeli’ye kendisinin buna bir istisna olduğunu düşündüren sebepler vardır. Siz de bunların ne olduğunu merak etmiyor musunuz?

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

27 Şubat 2018 Salı

İktidar şekerde kimden yana? - OĞUZ OYAN

Yanıtı belli olan bir soru olabilir. Ama bıkmadan sormalı ve şeker pancarı üreticisinin, şeker işçisinin, şeker tüketicisinin (dolayısıyla herkesin) zihninde sorular oluşmasını, bunların yanıtlarını aramasını sağlamalıyız. Ulaşabildiğimiz kadarına. Sosyal mücadeleler tarihine geçirmek adına. "Millilik ve yerlilik" üzerinden kof milliyetçilik propagandası yapanların ulus-ötesi tekellerin taşeronundan başka bir şey olmadıklarını göstermek adına.

4 Nisan 2001'de TBMM'de kabul edilerek yürürlüğe giren Şeker Kanunu gerçi AKP öncesinin yasası. 15 günde 15 yasa şeklinde özetlenen IMF/Derviş yasalarından biri. 22 Haziran 2001'de kapatılacak olan Fazilet Partisi o tarihte 102 milletvekiliyle Meclis'te, muhalefette (Saadet Partisi 20 Temmuz, AKP 14 Ağustos 2001'de kurulacak). Fazilet Partisi, bu yasaya muhalefet ediyor. Doğru itirazları da var. Ama yalnızca bir yıl sonra hepsinin tamamen tersini yapmak üzere.

Fazilet'in AKP kanadı 2002'de iktidar olunca, tüm zamanların en azgın neoliberal /özelleştirmeci siyasi hareketi olarak sahneye çıkıyor. Kendisinden önceki 16 yılda gerçekleştirilmiş olan toplam 8 milyar dolarlık özelleştirmenin üstüne, 15 yılda 60,5 milyar dolarlık (Ağustos 2017 verisi) özelleştirme ekliyor. Bu sayıya, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu ve Ulaştırma Bakanlığı'nın Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB) dışında gerçekleştirdikleri özelleştirmeler dahil değil. Onlar da eklendiğinde, AKP döneminde 75 milyar dolara yakın özelleştirme yapılıyor.

Cumhuriyet'in çeşitli dönemlerinde sanayi ve hizmet sektörlerinde bin bir güçlükle gerçekleştirilmiş, birçok bölgenin, ilin, ilçenin ama özellikle toplumun çeşitli kesimlerinin (işçi, mühendis, memur, köylü, hatta esnaf ailesinin) kaderini değiştirmiş, ülke kalkınmasında okul olmuş, toplum refahına (eğitimine, kültürüne) katkıda bulunmuş olan Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) bir bir kamudan koparılıp satılıyor veya kapatılıyor. Büyük bir talan uygulanarak, gerçek değerlerinin çok altında, yabancı ve yerli sermayedarlara çoğunlukla peşkeş fiyatlarıyla sunularak. Yolsuzluk ve kayırma kapıları ardına kadar açılarak.

Ağustos 2017 tarihine kadar ÖİB tarafından gerçekleştirilmiş toplam 68,7 milyar dolarlık özelleştirme gelirinin 47,5 milyar dolarlık bölümü de Hazine'ye aktarılıyor. Bütçe açıkları buradan kapatılıyor. Ayrıca KİT'lerden/üretimden çekilen devlet, yollara yatırım yapıyor. Bu arada, kârlı KİT'ler özelleşince geriye kalan daha sorunlu (zarardaki) kuruluşlara da 15,8 milyar dolar borç ve sermaye olarak aktarılıyor. (2018 Bütçe Gerekçesi: 302). Bu aktarmalar, eldeki kuruluşların albenisi arttırılarak özelleştirilmesi için de kullanılıyor.

ÖİB sitesine girip de "özelleştirmenin felsefesi" başlığını tıklarsanız, karşınıza sadece şu tanım çıkıyor: "Özelleştirmenin ana felsefesi, devletin, asli görevleri olan adalet ve güvenliğin sağlanması yolundaki harcamalar ile özel sektör tarafından yüklenilemeyecek altyapı yatırımlarına yönelmesi, ekonominin ise pazar mekanizmaları tarafından yönlendirilmesidir."  
Ne kadar özlü değil mi? 
Devletin asli görevleri adalet ve güvenlik gibi zor unsurlarının kullanımı ile dışsal faydası en çok sermayeye yarayacak olan altyapı yatırımlarından ibaret. Dikkat ediniz eğitim ve sağlık bile yok. Ve bu zihniyet, tüm iktidarı boyunca bıkmadan usanmadan (Goebbels yöntemleriyle) "Bunların çakılı bir çivisi bile yok"... kara propagandasını yapıyor. Cumhuriyetin ilk gününden itibaren çakılan bütün çivileri söküp talan edenler, tam tersine ikna etmek için zihinleri ele geçirmeye çalışıyor. Cahil avını bir sürek avına çeviriyor. (Etkisiz olduğunu sakın düşünmeyin; 2009 yılında Tire'nin Gökçen beldesindeki bir toptan karpuz pazarında yaşlıca bir köylünün, verdiğimiz bütün örneklere rağmen CHP'yi suçlamak için bu sloganı tekrarlamaktan geri adım atmadığını, nihayet ancak İl Özel İdaresi'nin kendi köyüne yaptığı basit bir yatırımı Özel İdare Meclis üyesi bir arkadaştan öğrenip bunu gözüne sokunca bu nakaratı söylemeyi kestiğini belirtelim).

                                                           ***
Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş.'nin (Türkşeker) kuşkusuz sanayileşmede ve bunun Anadolu'ya yayılmasında tarihi bir önemi vardır. Türşeker'e bugün Şeker İş Sendikası yanında en çok Makine Mühendisleri Odası'nın sahip çıkması nedensiz değildir; bu fabrikalar aynı zamanda Türkiye'de makine sanayisinin gelişmesinin de okullarıdır. Osmanlı'dan hiç şeker fabrikası devralmayan Cumhuriyet'te, 1925-26'da Uşak ve Alpullu (Babaeski/Kırklareli) Şeker Fabrikalarının, 1933-34'te de Eskişehir ve Turhal Şeker Fabrikaların kurulması, genç Türkiye Cumhuriyeti'nde sanayileşmenin ilk fitilini ateşledi. Böylece gene 1930'ların ilk yarısında Türkiye Şeker Fabrikaları AŞ'nin yani ilk KİT'lerden birinin ortaya çıkışı, devlet öncülüğünde ülkenin birinci sanayi devrimine girişi, 1930'lardaki sanayileşmenin önceliği olan "üç beyaz"ın yani un, şeker ve pamuklu mensucatın yerli imkanlarla sağlanmasının sac ayaklarından birinin oluşturulmasına zemini hazırlanmış oldu.
İzleyen dönemlerde farklı iktidarlar bu fabrikaların şeker pancarı ekilen bütün alanlara yayılmasını sağladılar. 

Ülkede artık 25'inin sermayesinin tamamı devlete ait olmak üzere 27 şeker fabrikası faaldi. Ayrıca Türkşeker'e bağlı dört alkol fabrikası, altı makine fabrikası, bir tohum işleme fabrikası, iki tarımsal işletme, bir araştırma enstitüsü bulunuyordu ve tümü bir entegre sistem oluşturuyordu. Türkiye, Türkşeker aracılığıyla şekerde gıda  güvenliğini en üst noktaya taşıdığı gibi türev sanayilere de yol açıyordu. Tarımsal alana sadece bir destekleme kurumu olarak değil, sınai üretimiyle de destek veriyordu; şeker pancarı küspesi de zaten hayvancılıkta en önemli yem girdilerinden biriydi.

Esasen bütün bu nedenlerle de Almanya, Fransa, ABD gibi Batılı gelişmiş ülkeler şeker pancarı üretiminden asla vazgeçmiyorlardı. Oysa şekerkamışından şeker elde etmek çok daha düşük maliyetliydi ve dünya şeker üretiminin yüzde 70'i şekerkamışı temelliydi. İthal yoluyla daha ucuza temin edebilecekleri bir temel besini kendi ülkelerinde üretmeye devam etmeleri gıda egemenliği bakımından stratejik bir karardı. Türkiye de, tıpkı bugün olduğu gibi, 2000'lerin başlarında dünyada ilk sıralarda yer alan bir şeker üreticisi ve tüketicisiydi. Birçok gıda ürününün aksine, Türkiye'de kişi başına şeker tüketimi Avrupa ortalaması düzeyindeydi. Türkiye üzerindeki iştahları kabartan nedenlerden biri de buydu.

Bu arada 1990'lara gelindiğinde dünyada şeker arz-talep dengesi başka bir gerçekliğe işaret ediyordu: Arz talebi aşmaktaydı ve bunun fiyatlar üzerindeki etkisi 1995'ten sonra büyümüştü. Londra Beyaz Şeker Borsası'nda ortalama fiyatlar şöyle gelişmişti: 1995: 396 $/ton ; 1996: 367; 1997:316; 1998: 255; 1999: 200 $/ton... (Veriler, 08.06.2001 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yazdığımız "Şeker Yasası Kimin Yasası" başlıklı yazımızdan alınmıştır). Fiyatlar beş yılda yarı yarıya gerilemişti. Gıda tekelleri için alarm çanları çalıyordu.

Kısa dönemde talebi arttırmak pek mümkün olamayacağına göre, arzın kısılması gerekiyordu. Daha da iyisi, üretimi kısılan ülkelere şeker ihraç edilmesi olacaktı. İşte İMF'nin Türkiye'ye verdirdiği 9 Ocak 1999 tarihli Niyet Mektubu'nun önemli taahhütlerinden biri de mevcut 27 Şeker Fabrikasının özelleştirilmesiydi. 

IMF/DB'nın 1 Ocak 2000 tarihinde başlattıkları istikrar ve yeniden yapılandırma programı, finansal kesim dışında en büyük dönüşüm ve tasfiyeyi tarımda, tarımsal KİT'lerde ve Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri'nde  gerçekleştirecekti.

İzleyen dönemde IMF/DB programını en uzun süre ve en büyük kararlılıkla uygulayan parti 2002'de iktidara gelen AKP oldu. Ama Şeker Fabrikaları'nın özelleştirilmesinde bugüne kadar yeterli başarıyı gösteremediler. Bunda Şeker İş Sendikası'nın hukuk mücadelesinin de önemli payı oldu. 2009'da Danıştay'ın iptal kararından sonra 2011'de çıkılan 10 fabrikanın özelleştirme ihalesi de 2012'de iptal edildi. 2001'de Şeker Kanunu çıktığındaki niyet, kârlı ve verimli Şeker Fabrikalarının öncelikli satışıydı. Oysa bu, daha önce KİT'lerin bütünü için söylediğimiz gerçekle yüzleşilmesine yol açacaktı: Şeker Fabrikalarının konsolide bilançosu özelleştirme sonrasında negatife dönecekti. Bugün de bu habis niyetlerden vazgeçilmemiş olup, bugün 14 fabrika için açılmış olan ihale de aynı sonuçları getirecektir. Şeker İş Sendikası Başkanı İsa Gök buna tepkisini gösterirken, şeker fabrikalarının bölgesel olarak şeker üretim maliyetlerinin çok farklı olduğunu, özelleştirme sonrasında bunların önemli bir kısımının kapatılacağını, çünkü bunlara kapasite ve teknoloji yükseltme yatırımı yapılmadığını hatırlatıp, "Türkşeker bunların paçal maliyetiyle ayakta durabiliyordu. 

Eğer bunlar satılırsa Türkşeker'in maliyeti çok daha fazla artar" diyor ve şöyle devam ediyordu: "Daha önce tohum fabrikamız vardı, Anadolu coğrafyasına uygun tohumlar üretiyorduk. Şimdi ise bu alanda tamamen Almanya'ya bağımlı hale geldik." (Dünya Gazetesi, 22.02.2018).

Nişasta bazlı şekere alan açmak için kotaları alabildiğine arttıran bir "iş bitirici" iktidar türünün millilik ve yerliliği de herhalde ancak bu kadar olabilmektedir.

Oğuz Oyan / SOL

Sultan II. Abdülgoogle Han - ORHAN GÖKDEMİR

Prof. Dr. Ebubekir Sofuoğlu nam zat, Sultan II. Abdülhamid için "Google'ı icat eden kişi" dedi, malum. Bu tarih tezini hiç yabana atmayın fakat. Nuh oğluyla cep telefonuyla irtibat kurduysa aradan geçen birkaç on bin yılda o telefona arama motoru eklemeyi de başarmıştır ecdadımız. Geç olmuş, tamama erdirmek Abdülhamit’e kalmıştır. 
Gülmeyin. 
Hatta imkânı olan torun Nilhan’a haber versin, miras kovalayacak yeni bir kapı açılmıştır zatıâlilerine.

Mantık arayacak bir neden yok düzende. Kafası hurafelerle şekillenmiş gerici güruh için tarih dediğin nedir ki? 
Eşeğe binemeyeni helikoptere bindirir, çölde yıldız sayanın eline cep telefonu tutuşturur, okuma yazması olmayana arama motoru icat ettirir. Kutsal şehir Urfa bu vizyonun ete kemiğe bürünmüş şeklidir mesela. İbrahim Peygamberi Roma Sütunlarına bağladığı bir mancınıkla fırlattırır, aşağıdaki pagan mabedine düşürüp Tanrı Atargatis kılığında Balıklı Göl’de yüzdürür. 
Bu olayların aralarındaki bin yılı aşan zaman farklılıkları dinciyi durdurmaya yetmez.

Döndük dolaştık geldik başladığımız yere. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin beğenmeyen liberal çetenin kulakları çınlasın, Fesli Kadir artık rejimin resmi tarihçisi. Ülkenin gerici geleneği zincirlerinden boşandı, kısa cumhuriyetin biriktirdiği her şeyi yıkarak ilerliyor. Bu yıkımı sürdürebilmek için bir efsaneye ihtiyaçları var. O efsane ihtiyacını da Sultan Abdülgoogle ile karşılıyorlar. Efsanedir gerçekten. Koca bir imparatorluğu batırmış, o arada ülkenin yakın tarihindeki bütün ilerici ataklara da bizzat şahit olmuştur.

                                                                 ***
1842 doğumlu. Kardeşinin indirilmesi gereği doğunca gözler ona dönmüştü, ama çevresinde kuşkulu bir tip olarak biliniyordu. Büyük kardeşi Murad IV.’ün alaşağı edilmesi üzerine 1876 yazında bu kuşkulara rağmen mecburen tahta çıkarıldı. Tahsili yoktu ama pek kurnazdı. Gerçek yüzünü ve gerçek amaçlarını saklamakta mahirdi. Bu sinsi saray oğlanı etrafına güvensizlik saçmasına rağmen bir yolunu bulup muhaliflere ve özellikle Mithat Paşa’ya meşrutiyet yanlısı olduğu izlenimi vermeyi başarmıştı. Tahta çıktığı yıl oluruyla ülkenin ilk anayasası ilan edildi. O artık yetkileri sınırsız bir padişah değil, anayasayla sınırlanmış bir iktidarın başıydı.

Osmanlı’nın çok bunalımlı bir dönemine denk gelmişti iktidarı. Osmanlı toprakları her geçen gün etrafındaki güçler tarafından kemiriliyor, yiyip bitiriliyordu. Sinsi sultanın pek aldırdığı yoktu bu hale. O ilk anayasanın mimarı olan Mithat Paşa ise neredeyse tek başına devletin onurunu korumaya, bağımsızlığını güvence altına almaya çalışıyordu. Haliyle sinsi sultanın ilk icraatı bir bahane bulup Mithat Paşa’yı vezirlikten azletmek ve anayasayı askıya almak oldu. Meclisi kapatmadı ama. Vekiller hiçbir iş yapmadan maaş almaya devam etti. İçeride böylece kısmi bir sessizlik sağlamış oldu.

“Şanlı Plevne direnişi” türü “kahramanlıklar” onun zamanının keşfidir. Hep yeniliyor, hep kaybediyorduk ama kahramanca direniyorduk. Bu kahramanlıklar yüzünden Rus Ordusu Tuna’yı geçip İstanbul önüne kadar ilerlemişti. Rusların önünden kaçan askerlerin ve göçen halkın perişanlığını anlatmaya kelimelerin gücü yetmez.

Ülkesi adım adım işgal edilirken sinsi sultanın yaptığı tek şey Ruslara daha fazla ilerlememeleri için yalvarmaktan ibaretti. Krizi fırsata çevirmeyi de ihmal etmedi o arada. Rus ordusunun ilerleyişini bahane ederek Mebusan Meclisine kilit vurmayı başardı.
                                                                  ***
Saraydaki ilk iki yılının özeti böyle. Bütün suçlarının sorumluluğunu Mithat Paşa’nın ve meclisin omuzlarına yükleyip, bu sayede tek adam yönetimi için kapıyı sonuna kadar aralamıştı. O bunlarla uğraşırken batıda sınırları Ege’de biten bir Bulgaristan kurulmuştu. Doğu’da Batum, Kars ve Ardahan Rusları eline geçmişti. İstanbul elden gitmediyse Rusların ilerlemesinden rahatsız olan Avrupalı güçler nedeniyleydi. Fakat onun bütün dikkati içerdeydi. Devrilmekten korkuyor ve bu ihtimali ortadan kaldırmanın yollarını arıyordu.

Abdülaziz’in intiharı bunun için biçilmiş bir kaftandı. Abdülaziz intihar etmemiş, öldürülmüştü iddiasına göre. Bu iddiasını araştırmak üzere Yıldız’da özel bir saray mahkemesi kurdurdu. Bu uyduruk mahkemede Abdülaziz’in korumalarını ve elbette onlarla birlikte Mithat Paşa ve damatlarını tutuklatıp, yargılattı. Tutuklu korumalardan işkence ile alınan itiraflara dayanarak Mithat Paşa idama mahkûm edildi ve Taif’e sürüldü. Orada mahpusta gün sayarken saraydan gelen talimatla öldürüldü. Sinsi sultan tarihimizin bu önemli şahsiyetini önce cinayetle suçlayıp gözden düşürmeye çalışmış, sonra da ortadan kaldırtmıştı. Katil o değilse bile emri veren odur!

Şimdi nefret ettikleri İttihat ve Terakki 1889’da sinsi sultanın bu baskı rejimine karşı kuruldu. Okullar kaynıyordu, ordu rahatsızdı. Sinsi sultan ülke kaynarken Yıldız Sarayında devşirmelerden oluşturduğu korumalarının sağladığı güvenli ortamda keyif çatıyordu. Muhaliflere karşı acımasız bir hafiye ağı kurmuştu. Topraklarına yaydığı zulmü yol, köprü, okul inşaatlarıyla örtmeye çalıştı. Tabii bugün tanık olduğumuz gibi bunları sınırsız bir borçlanma ile yapıyordu. O kadar borçlandı ve istikrarsızlık o kadar arttı ki alacaklılar yeni borçlar vermeden önce eskilerinin ödeneceği yolunda garanti istedi. 1882’de bu amaçla Duyun-u Umumiye idaresi kuruldu. İdare “milli”ydi milli olmasına ama alacaklılarının idaresindeydi. 
Pul, tuz, ipek, balıkçılık ve benzeri sektörlerden gelen vergiler, hatta bazı özerk vilayetlerin vergileri doğrudan borca yatırılacaktı. Bugünkü varlık fonuna benzer bir şeyden söz ediyoruz anlayacağınız. Böylece devletinin bir kısmını alacaklıların yönetimine terk etmiş oldu.

Sinsi sultanın kurduğu bu zulüm şebekesi 30 küsur yıl sonra nihayet 1908 yazında sona erdirilebildi. Devrim despotun kapısını çalmış, o korkuyla rafa kaldırdığı anayasanın yeniden ilanına razı olmuştu. 1909 Nisanında “padişahım çok yaşa” nidalarıyla taraftarları ayaklandı. Gericiliğin ayranı yeniden kabarmıştı. Rumeli’deki Hareket Ordusu koştu yetişti, Taksim’deki topçu kışlasında başlayan gerici ayaklanmayı bastırdı. Abdülhamit anayasaya yeniden tecavüz edeceği korkusuyla alaşağı edildi. Önce Selanik’e sürgüne, sonra Balkan Harbi çıkınca İstanbul’a getirilerek Beylerbeyi Sarayında ikamete zorlandı. 1918’de öldü ve nedense Sultan Mahmut türbesine gömüldü.

                                                                    ***
İşte tarihi. Çok tartışmalı bir kişilikle karşı karıya olduğumuz kuşku götürmez. Sultanlığı bir yana, büyük yazarımız Doğan Avcıoğlu’nun deyişiyle “1 numaralı komprador” umuzdur. 
Onun anlattıklarına göre gecelerini Tarabya’daki malikânesinde Belçikalı tuhafiyeci kız Flora Cordier ile geçirir, gündüzleri büyük bir şirketin genel müdürü olan İngiliz komşusu Mr. Thomson’a yarenlik eder. Borsa oyunlarına meraklıdır. Rum bankacı Zarifi ve Ermeni borsa simsarı Assani’nin yakın dostudur. Yıldız Sarayında Tatlısu Frenklerini ağırlamaktan pek hoşlanır. Faize düşkünlüğü dillere destandır. Bu sayede muazzam bir kişisel servet edinmişti. Saraydan ayrılırken unuttuğu bir defter sayesinde servetinin büyük kısmını yabancı bankalarda sakladığı anlaşıldı. Suriye, Mezopotamya ve Arnavutluk’ta yüzbinlerce hektar araziyi özel mülküne geçirmişti. Irak’ta petrol bulunan alanlar da buna dâhildir.

Mirasçıları Birinci Dünya Savaşının ardından bu muazzam serveti ele geçirmek için “The Sultan Abdülhamit Oil Wells” ve “The Sultan Hamit Han Estates Ottoman” adlı iki şirket kurdu. Birinci şirketin amacı Irak petrolünden hisse koparmak, ikincisinin ise o zamanın parasıyla 100 milyon lira tutarındaki gayrimenkullerini geri almaktı. Uzun uğraşlar sonunda İkinci Dünya Savaşının ardından 1,5 milyar lira değerinde bir serveti ele geçirmeyi başardılar.

E hazır para çabuk bitti. Geride Nilhan türü işportacılar kaldı. Ama onların iştahlarını kabartan asıl şey Abdülhamit’in dirilip ülkede iktidarı yeniden ele aldığını sanmaları.

Denildiği gibi tarihteki bütün büyük olaylar iki kere sahnelenir. Trajedi Abdülhamit’tir, biz komedi faslındayız. Abdülhamit’in hayal gücü genişti ama Rizeli bir akrabası olacağını düşünde görse hayra yormazdı. Üçkâğıtçı bir borsa oyuncusuydu ama nihayetinde asla bir “Nilhan Sultan” değildi. Marangozluğa yeteneği, polisiye edebiyata merakı vardı. Avrupa’dan getirdiği romanları çevirttirmiş, hatırı sayılır bir kütüphane oluşturmuştu. Bugün sahnelenen hali tartışılmaz bir vasıfsızlık ve kuşku götürmez bir cehaletle maluldür.

Peki, nedir bu Abdülgoogle hayranlığı. Çok basit; iktidara tutunmak için kullandığı aletler arasında “Panislamizm” de vardır. Ahmak Batılılara çakma halife kavuğunu göstererek şantaj yapmayı becerirdi. Ama bütün bu kıvraklığına rağmen devrildi gitti.
                                                                 ***
Karışıklığa mahal yok. 
Bizim yerimiz belli. 1876’da Mithat Paşa’nın yanındayız. 1908’de Abdülgoogle’ün sarayını basan devrimciler arasındayız. 1909’da Hareket Ordusunda neferiz. Bizim yerimiz saray soytarılarının mabadı değil, hilafeti kaldıran Mustafa Kemal’in yanıdır. Bu ülkeyi Abdülgoogle’e yar, bu halkı saraya yem etmedik, yine etmeyiz.

Google’ı Abdülhamit bulmuşmuş. Bilmez miyiz. Nevzuhur Sultan I. Tayyaryandeks döneminde her şey mümkündür!

Orhan Gökdemir / SOL

GAP’tan BOP’a, istikrardan kaosa… - EROL MANİSALI

Az bilen vardır, Güneydoğu Anadolu Projesi’nin (GAP) Devlet Planlama Teşkilatı öncülüğünde hazırlık çalışmaları yapılırken master plan için Batı’dan uzman bulmakta zorlanmıştık, Japon uzmanlarla çalışmıştık.
 
GAP Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında Güneydoğu Anadolu’da “tarıma dayalı sanayi ve tarım ağırlıklı” muhteşem bir projeydi. Türkiye’nin ağırlıklı olarak yer aldığı: yalnız Doğu ve Güneydoğu değil komşu ülkelerle “ortak iktisadi çıkarları geliştirecek bölgesel bir projeydi.” (*)

Cumhuriyet Türkiye’sinin Doğu Anadolu’da yeşertmeye başladığı “kamu ağırlıklı yatırımların bir devamı niteliğindeydi.” Devlet şeker fabrikalarından et ve balık kombinalarına, tekstilden madene yatırımlar yapmıştı. 

Bu yatırımların “mikro kârlılıklarından çok makro ve dolaylı sosyal ve ekonomik yararları” önemliydi. 
- Doğu insanı için iş, öğrenme, sosyal yaşam öncülüğü ve girişimcilik sağlıyordu. 
- Gençlere iş yaratarak onların PKK’nin tuzağına düşmelerinin yolunu kapatıyordu. 
- İran, Irak ve Suriye sınırından silah, uyuşturucu ve terörist yerine iktisadi malların geçmesine ortam hazırlıyordu. Dört ülkenin de ortak çıkarlarını geliştiriyordu. 
Doğu ve Güneydoğu’da devletin, Doğu’nun kalkınması için yaptığı kamu yatırımları, özelleştirme yolu ile satılarak tasfiye edilmeye başlandı. Bundan en çok da bölgedeki terör, uyuşturucu ve silah kaçakçıları memnun oldu. Kamu yatırımları tasfiye edilince işsizler örgütlerin tuzaklarına düştüler. PKK’den uyuşturucu hatta din tacirlerine kadar herkesin iştahı kabardı. 
Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi haberini görünce “büyük yanlışın” devam ettiğini gördüm, içim sızladı. Ulusal birlik ve bütünlüğümüz darbe yiyordu.

Siyasilerin büyük hesap hatası 
Doğu ve Güneydoğu başta olmak üzere Anadolu’da kamunun (devletin) yatırımları, “kurumların mikro kârlılık hesaplarına göre yapılmaz.” Dolaylı olarak yarattıkları iktisadi, sosyal ve hatta siyasal katkılar göz önüne alınır. 
Bunu sadece “satarsak bütçeye ne kadar para girer” diye düşünmek, “ülkenin geleceğini satmakla eşanlamlıdır.” Çünkü ülke sınırları bu tesislerle korunur. 
Özelleştirmelerinizden en fazla terör ve kaçakçılık örgütleri ile BOP hesabı içindeki emperyalist devletler yararlanır. Bir de bu özelleştirmeleri onların şirketlerine sattığınız zaman çifte kavrulmuş bir olanak sunmuş olursunuz. Aynen, 2000’lerin başlarında, o ünlü ABD mısırözü karteline yaptığımız gibi! 
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Kürdistan (ve BOP) projesi için haritaları değiştirmek isteyenler GAP’ın yerine BOP’u yerleştirmeye başlamışlardır. Anadolu’daki özelleştirmeler kaosu yarattı. 
Türkiye’nin İran, Irak ve Suriye sınırından iktisadi sivil mallar değil, teröristler, kaçak silahlar ve uyuşturucu geçmektedir. Bugün Türkiye’nin Suriye ve Kuzey Irak ile ilişkilerine ve “geçen nesnelere bakın”. Türkiye GAP ile bölgedeki ekonomik bir çekim merkezi olacağına, “sınırlarından tehdit ve saldırı tehlikesi ile karşı karşıya bırakılan bir konuma sokulmuştur.”

Şeker fabrikaları ‘sınırları da korur…’
Devletin az gelişmiş bölgelerdeki kamusal tesisleri ve yatırımları güçlendirilerek sürdürülmelidir. Bu tesisler bölge insanı için iş, aş, yaşam tarzı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin güvencesi demektir. 
Özelleştirerek ortalığa savurduğumuz zaman bu en çok, bölücü terör örgütlerinin işine yarar. 
Sınırlarımızın korunmasına tanklar kadar bu bölgelerdeki kamusal tesisler ve yatırımlar da katkı sağlar. 
Ekonomik, sosyal, siyasal ve güvenlik öğeleri bir arabanın tekerleği misali bir bütündür. Tanklar tek başlarına işe yaramazlar. 
Bugün geldiğimiz nokta mı? 
Anti Amerikan sosu yedirilmiş BOP-Siyasal İslam sentezi…

Erol Manisalı / CUMHURİYET

(*) Bu konuyu 70’li ve 80’li yıllarda incelemiştim. (E. Manisalı, The South East Anatolia Project, MEBB Centre, 1988)


Normal bir kanunmuş gibi - ÇİĞDEM TOKER

İttifak yasa teklifi, bugün TBMM Anayasa Komisyonu’nda görüşülmeye başlanacak. İttifak sözcüğünün, anlaşma, bağlaşma, oybirliği gibi farklı anlamları var. 
Dikkat edilirse hepsi de olumlu. 
Dahası bu teklifteki modelin tam adı Cumhur İttifakı. Türkiye’ye yabancı birine vereceği ilk izlenim, iyi bir şey yapılıyor olduğu. 
Halk bir araya gelmiş, birleşmiş, daha ne istenir ki. 

Zaten, gerici, tahribata yol açan bir uygulamayı olumlu anlama gelen kavramla yaymak, AKP’nin başarı hanesine kaydı gereken başlıklar arasında yer alıyor. Getirilen seçim kuralları, can çekişen demokrasiyi bitirecek, Cumhuriyeti de taammüden öldürecek içerik taşımasına karşın; yararlı bir düzenleme gibi sunuluyor. Bunda kalıcılaşan OHAL rejimi ile televizyon kanalı ve gazete görünümlü propaganda aygıtlarının rolu büyük. 
Hal böyleyken, İttifak kanun teklifini normal bir yasama faaliyeti gibi değerlendirmek ya da buna etki edecek konumda olunduğu halde, sokaktaki adam gibi hayretler içinde kalarak eleştirmek biraz tuhaf kaçıyor. CHP seçmeni açısından, oy verdiği partiden, durumun vahametine uygun bir tutum geliştirmesini beklemek doğal hakkı. Fakat ana muhalefet cephesine baktığımızda, fark yaratacak meşru bir eylemselliğin işaretleri görünmüyor. 

Oysa kanun teklifinin stratejik bir hedefle hazırlandığı ortada. O kadar stratejik ki, iktidar partisinin yanında yedeklenmeyecek, muhalefet kanadındaki siyasi partileri etkisizleştirmek uğruna ince ince çalışılmış. 

Üstelik son aşama Yunan tragedyaları gibi: Hedefe ulaşırken, terk edeceği parlamenter rejimin yasama organına başvuracak. Hani onlarca OHAL KHK’si çıkarırken “takmadığı” yasama organına.

Eninde sonunda 
Eğer çok istisnai bir gelişme, olağanüstü bir durum yaşanmazsa, bugün görüşülmeye başlanacak kanun teklifi, CHP ile HDP temsilcileri ne kadar itiraz ederlerse etsinler, ne kadar aleyhte konuşurlarsa konuşsunlar, ne kadar süreci uzatmaya çalışırlarsa çalışsınlar ve bunların neticesinde ne kadar gerilimli ortamlar yaşanırsa yaşansın, aritmetik üstünlükle Meclis’te yasalaşacak. 

Üstelik bu yapılırken, iktidar partisinin temsilcileri, büyük olasılık nazik ve serinkanlı tutumlar sergileyecek. Tersine durumda bile, Meclis çatısı altında ne kadar büyük kavgalar, tartışmalar, laft atmalar, bu laf atmalardan kaynaklı molalar, ara vermeler, ertelemeler yaşanırsa yaşansın, en nihayetinde bu metin iktidar partisinin aritmetik üstünlüğü ve hiyerarşik yapısıyla yasalaşacak. 

Oyları “hayır” bile olsa, ana muhalefet partisinin Meclis’teki varlığı, gelinen noktada anayasaya aykırı bu kanun teklifinin yasalaşmasında araçsal bir işlevi kendiliğinden üstlenmiş olacak. 

Şüphesiz Türkiye’yi bu noktaya getiren eşik sayısı bir değil. Fakat, gelecek yılki genel seçimde imtiyazlı parti, imtiyazlı pusula, silahların gölgesinde seçim sandıkları icat eden bir “teklif”, rahat rahat Meclis’e getirilebildiyse, bunda anayasaya aykırı dokunulmazlıkların kaldırılmasına “evet” denilmesi ile şaibeli 16 Nisan referandum sonucunu meşrulaştıran hızlı kabulün payı büyüktür. 

Özetle, İttifak teklifi normal bir kanun teklifi metni değildir. Bu metnin milyonlarca yurttaşın iradesini geçersiz kılma potansiyeli içerdiği iyi bilinmelidir. Bilinmesi gereken daha daha yaşamsal gerçek ise bu ülkenin milyonlarca yurttaşının kendisini bu kadar saha dışına iten, ötekileştiren bir kurallar bütününü hak etmediğidir.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Mutluluk paradoksu - HAYRİ KOZANOĞLU

Türkiye’de insanlar, TÜİK araştırmasında ortaya konduğu gibi gerçekten mutlu mu? Eğer basit bir ankete bile samimi cevap veremeyecek ölçüde korku ve endişe içerisindeler ise, bu çok vahim bir durum...


Türkiye İstatistik Kurumu›nun (TÜİK) 2017 yılı Yaşam Memnuniyeti Araştırması›na göre, mutlu olduğunu beyan eden bireylerin oranı yüzde 58 iken, yurttaşlarımızın sadece yüzde 11’i mutsuzmuş. Gerçi 2016’nın yüzde 61,3 mutluluk oranına göre bir gerileme söz konusuysa da, kabataslak“mutlu bir toplumda” yaşadığımızdan söz edebiliriz…
Evliler, evli olmayanları mutlulukta yüzde 60,6’ya karşı yüzde 52,4 geride bırakırken; evli kadınlardan kendini mutlu hissedenlerin oranı evli erkeklerden yüzde 9,5 daha fazla.
Bir okulu bitirmeyenlerin mutluluk oranı yüzde 62,5 ile çeşitli düzeyde tahsillilere fark atmış. Sonuçlar bir anlamda, “Bizde şimdi okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor. Ben daha çok cahil ve okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum”diyen profesörü teyit ediyor. 
Ne güzel hem mutlular, hem de feraset sahibiler!


Yurttaşlarımızın genel olarak kamu hizmetlerinden de memnuniyet duydukları görülüyor: En düşük memnuniyet düzeyi adli hizmetler ve sağlık hizmetlerindeyken (yüzde 54,1 ve yüzde 54,6), asayiş hizmetlerinde zirve yapıyor (yüzde 74.4). Alt kırılımlar verilmediği için, “cop, biber gazı, darp” en çok hangi asayiş hizmetinden memnun kalındığı anlaşılamıyor…

Bireylerin yüzde 73,4’ü de, kendi geleceklerinden umutlu olduklarını beyan etmiş. Asr-ı Saadet, yani İslam tarihinde Muhammed’in hayatta olduğu döneme öykünmenin zirve yaptığı, uzun araştırmalar sonucu ihya edilen“Asr-ı Saadet” kokusunun Külliye’de RTE’ye takdim edildiği bir zamandayız. Demek ki, vatandaş hem bugününden, hem de “ maziden ve atiden” mutlu ve mesut… En azından TÜİK'e kalırsa…

Dünya Mutluluk Raporu
Peki, başka ülkeler bu mutluluk konusunda ne durumda? 
Birleşmiş Milletler 2012 yılından bu yana her yıl Dünya Mutluluk Raporu’nu yayınlıyor. 2017 Mart ayındaki son çalışmada, 155 ülke mercek altına alınıyor. Sıralama başlıca altı kategoriye dayandırılıyor: Şefkat, dürüstlük, cömertlik, özgürlük, kişi başına gelir ve ortalama sağlıklı yaşam süresi. Her birinin kendine göre açılımı var; örneğin şefkat, bir sorunla karşılaştığında seni kucaklayacak kişi veya kişilerin varlığı şeklinde tanımlanıyor.
Bu yılki rapor, mutluluğun sosyal temelleri üzerinde yoğunlaşıyor. Kişi başına gelir ve sağlıklı yaşam beklentisi, her ne kadar mutluluğu yüzde 50 oranında belirliyorsa da, onlar da ülkedeki sosyal bağlamdan bağımsız değil. Örneğin, işsizlik de mutluluğu aşağı çeken en belirgin etmenlerden biri.

Sağlık da, gelir düzeyi ve eğitimden; sağlık hizmetlerine erişim, kişinin sağlığını kollayabilmesi ve beslenme kanallarından doğrudan etkileniyor.

Bazen, kendisine karşı sorumluluk duyan aile bireylerinin varlığı kişinin yaşam tarzına ilişkin özgürlük alanını daraltabiliyor. Yani bir mutluluk bileşeni diğerini engelleyebiliyor. Burada en başarılı örnekler, Kuzey Avrupa ülkelerinde gözleniyor. Çünkü eğitim sistemi, hem sosyal desteği esirgemeyen, hem de yaşam tercihlerini kısıtlamayan bir zihniyet aşılıyor.

Dünya mutluluk sıralaması
Gelelim sadede,“hangi ülkeler daha mutlu?” dediğinizi duyar gibiyim. Aslında sonuçlar hiç de şaşırtıcı değil. Gerçi 2017’de en mutlu insanların yaşadığı ülke Norveç çıkmış ama birincilik kürsüsü birbirlerini çok yakından izleyen Danimarka, İzlanda ve İsviçre arasında yer değiştiriyormuş. İlk 10’a giren diğer ülkeler de Finlandiya, Hollanda, Kanada, Yeni Zelanda, Avustralya ve İsveç olarak sıralanıyor.

Neoliberalizmin en fazla kök saldığı yerler, ABD ve Birleşik Krallık yüksek gelir düzeylerine karşın 14. ve 19. sıralarda yer bulabiliyorlar. Kişi başına geliri 12 bin dolar civarında seyreden “orta gelirli” Costa Rica en üstlerde, 12’nci sırada dikkat çekiyor. Belki de altı çizilmesi gereken en önemli nokta, bu küçük Orta Amerika ülkesinin daimi bir ordusunun bulunmaması.

Ayrı bir yazının konusu olmayı hak eden ilginç bir nokta, Asya’nın ekonomik başarı öyküleri Tayvan, Japonya ve Güney Kore’nin şaşırtıcı bir biçimde 33, 51 ve 55’inci sıralarda üstleri zorlayamamaları…

En dipteki 10 sırayı ise, iç savaşın dehşetini yaşayan Suriye, Güney Sudan ve Yemen’in yanı sıra en yoksul Afrika ülkeleri paylaşıyor.

Türkiye’ye gelince; Libya’nın hemen altında, Paraguay’ın bir sıra üzerinde 69’uncu sırada bulunuyor. Anket teknikleri ve kriterleri farklı da olsa, TÜİK Araştırması›nın çizdiği pembe tablodan çok uzak bir manzarayla karşı karşıya bulunduğumuz ortada.
Konuyla ilgilenenlere, T24 sitesinde BM Mutluluk Raporu editörlerinden John Hellwell’le Habertürk’ten Nalan Koçak’ın söyleşini salık verebilirim. (Türkiye BM Dünya Mutluluk Raporunda 69. sıradaki Türkler birbirine güvenmiyor-Gündem T24).

Mutluluk endüstrisi
Mutluluk o denli masum bir kavram sayılmaz. Mutluluk arayışı adeta bir endüstri haline gelmiş durumda. İnsanlar mutluluk kitaplarından medet umuyor, yaşam koçlarına umut bağlıyor, terapilere para akıtıyor. Bazen de,“pozitif düşün” basıncı sonucunda, insanların etraflarındaki haksızlıklara, adaletsizliklere, eşitsizliklere gözlerini yumduğu bir iklim yaratılıyor.

Pek de okuma alışkanlığı bulunmayan bir toplum bilinmemize karşın,“en çok satan” listelerinde üst sıraları “kişisel gelişim” kitapları işgal ederken,  “mutluluk” kodlu yayınlar da bu kategoride özel bir yer tutuyor:“Mutluluk Kürleri”, “Mutluluk Kulübü”, “Mutluluk Sanatı”, “ Mutluluk Projesi” v.b…
Aşağıdaki uzunca alıntı, mutluluk-neoliberalizm ilişkisini, bu itikadın tüketimi pompalamaya nasıl eğilimli olduğunu ortaya koyuyor:

Zoraki mutluluğun kökü neoliberalizm diye bilinen sosyoekonomik ideolojide yatar. Basitçe ortaya koyarsak, neoliberalizm ekonominin hükümetin sınırlamalarından özgür olması fikridir ve insanlar arz ve talep kurallarınca serbest piyasada neyi isterlerse alabilmeli ve satabilmelidir. Çok basitçe, kurallardan nefret eden ve sadece özgür olmak isteyen kapitalizmin asi kuzenini gözünüzde canlandırın.

Neoliberal ekonomide, her şey paraya indirgenebilir. İçki, kıyafet, yiyecek, hatta seks (Singapur’da legaldir). İnsanların neye para ödediğine bakmaksızın, neoliberal ekonomi bir ortak metaya dayanır; mutluluk veya her bireyin tahayyülündeki mutluluk fikri.“Eğer seni mutlu ediyorsa, onu alabilirsin”der neoliberal. Seni neyin mutlu edeceğini bilmiyor musun? Endişelenme reklamlar sana bunu söyler.

                                                                   ***
Neoliberalizm insanlara mutluluğun çığırtkanlığını yaparken, kendisi de idame-i hayat edebilmek için mutluluğa gereksinim duyar. Ekonominin bilinen bir olgusu, mutlu insanların daha fazla harcama yaptığıdır. Onlar restoranlara, kulüplere, tematik parklara, alışveriş merkezlerine daha sık gittikçe, o ölçüde daha fazla harcarlar.“Sıkı çalış, sıkı harca” neoliberal ekonominin daha fazla kazanmayı ve daha fazla harcamayı, böylelikle daha mutlu olmayı teşvik eden amentüsüdür. (Ivan How, The Happiness Paradox, millenialsofsg.com, 14 Aralık 2016).

Gerçekten mutlu muyuz?
Peki, Türkiye›de insanlar, TÜİK araştırmasında ortaya konduğu gibi gerçekten mutlu mu? Eğer basit bir ankete bile samimi cevap veremeyecek ölçüde korku ve endişe içerisindeler ise, bu çok vahim bir durum. Yok, bunca gerginliğe; her gün ekranlardan saçılan öfke nöbetlerine; ülkede demokrasi, insan hakları, hukuk standartlarının yerlerde sürünüşüne; çift haneye demir atmış enflasyon ve işsizlik rakamlarına karşın kendilerini hâlâ“mutlu-mesut” hissediyorlarsa, durum daha da vahim demektir.

Ernest Hemingway’in“Zeki insanın mutluluğu, bildiğim en nadir şeydir” şeklinde güzel bir sözü var. Bugünün Türkiyesi'nde fazlasıyla geçerli olmalı…

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Kim ateş kesecek? - L. DOĞAN TILIÇ

BM Güvenlik Konseyi, çatışmaların olduğu bölgelere insani yardım girişlerine ve tahliyelere olanak sağlanması için, oy birliği ile “en az 30 günlük ateşkes” kararı aldı. ABD ve Rusya arasında yaşanan gerilimli bir süreç sonunda alınan kararda, Esad güçlerinin Doğu Guta’ya dönük operasyonlarının belirleyici etkisi oldu.

Karar “çok açık”; herkese göre “çok açık ve net”. O herkesten bazıları çağrının “bütün taraflara” vurgusuna işaret ederek, tabii Guta ve Afrin de dahil diyor. O herkesten başka bazıları da; IŞİDEl KaideNusra ve “Güvenlik Konseyi’nin terörist saydığı diğer gruplar” hariç ifadesine vurgu yaparak operasyonların süreceğini söylediler.

Suriye’nin BM Temsilcisi Beşar Caferi, topraklarını korumaya hakları olduğunu ve nerede olursa olsun terörizmle savaşacaklarını söyledi. İran Genelkurmay Başkanı Muhammed Bagheri de, ateşkes kararına saygı duyduklarını söyledikten sonra, “Ancak Şam çevresinde El Nusra’nın ve diğer terör gruplarının elinde olan bölgelerde ateşkes uygulanmayacak” dedi.

Türkiye de Afrin’de teröristlere karşı mücadele edildiğini ve karardan Afrin  operasyonun etkilenmeyeceğini söylüyor.
Çatışmalara görece uzaktan bakanlara göre; IŞİD’in yenilmesi ardından  Suriyetopraklarının kontrolü için şiddetli bir rekabet yaşanıyor ve tam da bitti denilirken savaşın tırmanmasının nedeni bu.

Böyle bakarsanız; son derece “karmaşık” diye tanımlanan Suriye  denklemini, küresel ve bölgesel güçlerin doğrudan toprak ya da nüfuz alanı kavgası olarak görmek ve hiç de karmaşık olmayan bir şekilde tanımlamak mümkün.

Savaşın iyice alevlendiği şu günlerde, BM Güvenlik Konseyi Cumartesi  günü, “72 saat içinde” diyerek bir ateşkes kararı aldı. Bu satırlar yazılırken uygulanmaya başlaması gereken bir ateşkes…
Peki, kim ateş kesecek? 
Kime karşı ateş kesilecek?

Yukarıda buna verilen bazı yanıtları yazdık. Ancak, durumu daha net anlamak için Suriye’de çatışmaların bugüne nasıl geldiğini ve sahada çatışan güçleri anımsamakta yarar var.

2011’de, “Arap Baharı” atmosferinde Esad yönetimine karşı ağırlıklı olarak Sünni Arapların başlattığı protestolar, onların bastırılmasına dönük rejim müdahaleleri ve uluslararası güçlerin dahli ile 2012’de silahlı isyana dönüştü. Rejim, buna karşı, 2013’de baskı ve şiddetini iyice artırdı. 2014’te isyanın “İslamcılaşması”na tanık olduk. IŞİD bir numaralı gündem oldu. Duruma müdahale için uluslararası koalisyon kuruldu. 2015’te Rusya’nın müdahalesi başladı. 2016’da ABD askerleri geldi, Türkiye Fırat Kalkanı ile girdi. 2017’de IŞİD yenildi.

2018’in ikinci ayında, BM’nin ateşkes çağrısı yaptığı denklemde, sahada gittikçe kontrol alanını genişleten Esad var. Rusya, Şam’ın bir numaralı müttefiki olarak sahada. İran; Esad’ın yanında savaşan Devrim Muhafızları ve milisleriyle denklemin bir diğer önemli aktörü. Lübnan Hizbullah’ı da Esad yanında savaşan güçlerden. Rejimle birlikte olan irili ufaklı çok sayıda milis grup da var.

Suriye muhalefeti, başlangıçta ılımlı olanların etkisiz kalmasıyla, çatışmalar sürecinde gittikçe İslamcılaştı.

Bugün TSK ile birlikte Afrin harekâtını yürüten ÖSO içinde pek çok grup var. Bunlardan bazıları Ürdün’den destek alıyor.
Cabhat Tahrir Suriye ve Hay’at Tahrir al-ŞamIdlib civarında etkin İslamcı gruplar.
IŞİD ya da bizde tercih edilen ismiyle DAEŞ etkisini büyük ölçüde yitirip “devlet” iddiasını tamamen kaybetse de, Irak sınırı yakınlarında ve Golan’da küçük ceplerde varlığını sürdürüyor.

Koalisyon74 ülkenin katılımıyla 2014’de IŞİD’e karşı kurulmuştu ve içinde Türkiyede var. Bugün fiilen ABD demek olan o Koalisyon, belkemiğini Türkiye’nin savaştığı YPG’nin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’ni destekliyor.

YPG de, Kuzey’de o destekle bir Kürt bölgesi oluşturma peşinde.
TürkiyeAfrin’de, Menbiç’te, hatta Irak sınırına kadar olan bölgede böyle bir oluşuma izin vermemek için askeri müdahaleye girişti.

Bu kadar çok aktörün, bu kadar farklı çıkar peşinde koştuğu dar alanda kim kime karşı ateş kesecek? Soru net, ancak yanıtı hiç kolay değil!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN