19 Mart 2018 Pazartesi

Türkiye Çiftlik Bank’tır, Çiftlik Bank Türkiye’dir - FATİH YAŞLI

“Partili cumhurbaşkanın sonsuza kadar partili cumhurbaşkanı olarak kalması için gereken seçim yasası değişikliği partisinin oylarıyla Meclis’te kabul edildikten sonra partili cumhurbaşkanının onayıyla yürürlüğe girdi.” Cümle karmaşık gibi görünse de son derece basit bir hakikati, son derece yalın bir gerçeği anlatıyor aslında. Peki hakikat bu kadar basitken, halimiz ahvalimiz böyleyken, Türkiye’de hala adil ve hakkaniyetli bir seçim yapılabileceğine inanmakla Çiftlik Bank’a para kaptırmak arasında nasıl bir fark var?

Mühürsüz oylar geçerli sayılacak, sandıklar istenilen yere taşınacak, sandıkların kontrolü neredeyse imkânsızlaşacak, sandığın başına polis gelebilecek ama buna “serbest seçim” denilecek, buna “demokrasi” denilecek, buna “milli iradenin tecellisi” denilecek. Peki, tüm bunları böyle söylemekle, Çiftlik Bank’ın reklamları arasında nasıl bir fark var?

Cuma günü, havuzuyla havuzdan olmayanıyla bir borazana dönüşmüş medya, işsizlik rakamlarını büyük bir coşkuyla veriyor, “istihdamda teşvik gençlere yaradı” diye haber yapıp, genç işsizliğinin bir yılda yüzde 24.4 azaldığını söylüyordu. Oysa biliyoruz ki ortada işsizlikte azalma falan yok, bir süredir çırakları, bursiyerleri, kursiyerleri istihdam rakamlarına dâhil edip çalışan olarak gösteriyorlar, böyle olunca da işsizlik düşmüş oluyor.

Bizzat resmi kurumların istatistiklerle böylesine oynadığı, medyanın da gıkını çıkarmadan yalanı toplumun üzerine sabahtan akşama kadar boca ettiği, devasa bir yalan endüstrisinin toplumu rehin aldığı bir ülkenin bizzat kendisi Çiftlik Bank olmamış mıdır, bu yalanları sorgulamayan, bu yalanlara ses çıkarmayan herkes “Çiftlik Bank mağduru” değil midir?

Açın Çiftlik Bank reklamlarını izleyin, sosyal medyadaki paylaşımlarına bakın, “zamanın ruhu”nun bir dolandırıcılık şebekesine nasıl sirayet ettiğini, Türkiye toplumuna giydirilen sağcılık isimli deli gömleğinin, hamaset edebiyatının, vatan-millet-Sakarya arsızlığının “dolandırıcılığın sıradanlaşması”nı nasıl beraberinde getirdiğini göreceksiniz.
Kendileriyle ilgili iddialara “bunlar İngiliz derin devletinin oyunu, bizi yıpratmak istiyorlar” diyorlar, “biz dünyadan büyüğüz diyen 5’lerin kurduğu tezgâhı” devirdiklerini iddia ediyorlar, “Kudüs kırmızıçizgimizdir” diye açıklama yapıyorlar, şehitlere selam yolluyorlar, “yerli ve milli üretim”den söz ediyorlar, Kuran’lı, dualı açılışlar yapıyorlar, Mehter Marşı çaldırıyorlar, “Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın” diye anonslar yapıyorlar, Diriliş Ertuğrul dizisinden bir oyuncuyu reklam yüzü olarak seçiyorlar, televizyonlara reklam veriyorlar, bürokratlar, belediye başkanları açılışlarına katılıyor…

Tüm bunlar bir yerden tanıdık geliyor olmalı öyle değil mi? Yukarıdaki paragrafta Çiftlik Bank’tan söz ettiğimi biliyor olmasanız aklınıza ilk neyin geleceğinin farkındasınız değil mi? Çiftlik Bank Türkiye’dir, Türkiye artık bir Çiftlik Bank’tır, biliyorsunuz değil mi?

Buğdayı, samanı, eti yurtdışından ithal ediyorlar ama yerliler, şeker fabrikalarını satıyorlar ama milliler, Lozan’ı tartışmaya açıyor, Misak-Milli’yi bağlamından koparıp spekülasyon yapıyorlar ama Cumhuriyetçiler, dil devrimiyle, İstiklal Marşı’yla, Atatürk’le dertleri var ama Atatürkçüler, her gün “fetih suresi” okuyorlar ama Suriye’nin toprak bütünlüğünden yanalar, ABD ve Rusya’yla aynı anda flört edip ülkeyi emperyalizmin oyun alanı haline getiriyorlar ama anti-emperyalistler, dış borç 400 milyar dolar, enflasyon işsizlik, faiz, döviz almış başını gidiyor ama ekonomiyi düzelttiler, gelir dağılımı darmadağın oldu ama fakirliği, yoksulluğu bitirdiler…

Yeni Türkiye, yalan söylemenin bizzat bir iktidar teknolojisi, bir yönetme stratejisi haline gelişidir, yeni Türkiye hamaset edebiyatıdır, yeni Türkiye mehterle yürür, gazla çalışır, yeni Türkiye karnını doyurmaya ekmek bulamayanların Diriliş Ertuğrul dizisiyle kendinden geçişidir, yeni Türkiye gerçekle kurgunun birbirine karıştığı, hakikatle fantezinin iç içe geçtiği, bitimsiz bir kandırma ve kandırılma halidir, yeni Türkiye sadece kötülüğün değil dolandırıcılığın da sıradanlaşması, hayatın her alanına sızması, toplumu yiyip bitirmesi, içten içe çürütmesidir.

Çiftlik Bank’ın CEO’su toraman bu nedenle “zamanımızın bir kahramanı”dır, “yeni Türkiye’nin ruhu”nu görmüş, “onlar yapıyorsa ben neden yapmayım” diye düşünmüş, sağ siyasetin Türkiye’ye armağanı olan “her şeyin istismarı makbuldür” ilkesi(zliği) uyarınca “ezan, bayrak, vatan, Kuran” edebiyatı yapıp parsayı topladıktan sonra kaçıp gitmiştir. Şaşıracak, anlaşılmayacak, hayret edecek bir şey değil bu, dediğim gibi Türkiye Çiftlik Bank’tır, Çiftlik Bank Türkiye’dir.


Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Derin devlet, İslam devleti ve Abdülhamid özlemi - TANER TİMUR

Cumhurbaşkanı, muhafazakâr çevreler ve bazı tarihçiler, tarihin çarpıtıldığına ve Sultan Hamid’in iftiralarla karalandığına inanıyorlar. Peki, Sultan’ın özel kaleminde (Mabeyn’inde) yıllarca çalışmış, kendisine en yakın olmuş şahıslar da bu “yeminli düşmanlar” arasında sayılabilir mi? Onların yazdıklarına ne diyeceğiz?

1990’larda siyasi tartışmalarımızda “Derin devlet” sorgulamaları önemli bir yer tutuyordu. Askeri darbelerin yaraları hala sarılamamış, barış ve güven ortamı sağlanamamıştı. Şiddet ve hukuksuzluk devam ediyor, hatta yer yer daha da acımasız şekiller alıyordu. Birtakım insanlar aniden yok oluyor, ortalıkta “yargısız infaz” söylentileri dolaşıyordu. 1996 Kasımı başlarında “Susurluk skandalı” da tam bu ortamda patlak verdi. Talihsiz bir kaza, siyasetçi, emniyetçi, tetikçi, reklamcı.. Bütün şüphelileri yan yana yakalamıştı. “Derin Devlet” kavramı da bu vesileyle ortaya çıktı.

• • •


Aslında benzer tartışmalar 1970’lerde, 12 Mart darbesinden sonra da yapılmıştı. O tarihlerde korkuyla fısıldanan sözcük “kontrgerilla” idi ve gayrı resmi gündemi de daha çok bu tartışmalar işgal ediyordu. Arkadan 12 Eylül geldi ve kaygılar kâbusa dönüştü. 

Kâbus, yıllarca sürdü ve sonunda, sivil cumhurbaşkanı, Özal liberalizmi derken tünelin ucu görünür gibi oldu. Artık diller çözülmüştü; herkes korkmadan konuşuyordu. Susurluk’la ilgili bir yazımda o günlerin siyasi iklimini şöyle betimlemiştim: “1980’lerin sonlarından itibaren Türk düşünce hayatında, geçmişte benzeri görülmemiş hareketli bir dönem yaşadık. Artık herkes içini dökmeğe, bütün bildiklerini anlatmaya koyulmuştu. Bu arada tüm tabular da yıkılmaya başladı. Kollektif boşalmadan Devlet Başkanlığı makamı, MİT, Kontrgerilla ve MGK haklarına düşeni aldılar” (Mülkiye Dergisi, Aralık 1997). 

• • •

Bu kolektif dertleşmede Ziverbey Köşkü 12 Eylül zulmünün simgesi haline gelmişti. Orada yaşananları da İlhan Selçuk, aynı adı taşıyan kitabında (1993) anlattı. Dehşet köşkünden sonunda salıverilirken, kendilerini “Teşkilat-ı Mahsusa” olarak adlandıran 22 general ve albay, Anayasayı da aşan yüksek bir otorite konumunda, yazara, kendisini (ve tabii tüm “zanlı”ları) daha sonra da izleyeceklerini belirtmişlerdi (s. 9). Aynı tarihlerde, Ziverbey’de ünlenen bir general de emekli bir subaya asıl adlarının “Ergenekon” olduğunu söylemekte bir sakınca görmüyordu. (Can Dündar; Ergenekon, İmge, 1993). Kuşku ve sorgulamalar giderek Menderes dönemine, Kıbrıslı Rum teröristlere karşı Özel Harp Dairesi’ne bağlı olarak kurulan “Türk Mukavemet Teşkilatı”na (TMT) kadar uzandı. O tarihte bizzat kurucularıyla da görüşerek bir araştırma yapan bir gazetecimiz, bu gizli örgütün Otağ, Oba ve Çadır gibi isimler taşıyan beşer kişilik hücrelerden oluştuğunu ve başkanının da Bozkurt diye adlandırıldığını yazmıştı. (Ö. Ercan, Hürriyet, 11-14 Haziran, 1995). İşte “derin devlet” kavramı da bu psikoloji içinde ortaya çıktı. Ertuğrul Özkök’ün Hürriyet gazetesinde (24 Kasım 1997) yazdığına göre , “Derin Devlet” kavramı -ilk kez ve olumlu bir şekilde- Mehmet Ağar tarafından, General Çevik Bir’le bir yemekten sonra ifade edilmişti. 

Kavram icat olmuştu; oradan Arap dünyasına, daha sonra da bütün dünyaya yayıldı.

• • •

“Derin Devlet” tartışmalarının Arap dünyasına girmesine “Arap Baharı” vesile olmuştu. Daha önce de Arap aydınları arasında -örneğin Fas’ta olduğu gibi- “Hizbi Sırrî” veya “Mahzen” gibi “derin devlet”i çağrıştıran kavramlar kullanılıyordu. Fakat sözcüğü Arapça’ya çevirerek (Davla Âmika) ilk kullananlar Mısırlı İslamcılar oldular. Bu çevreler Mursi’ye ve Müslüman Kardeşler’e karşı darbeyi “Derin Devlet”e mal ediyorlardı. Bu süreci inceleyen Fransız tarihçi Jean Pierre Filiu, “Türkiye’den ithal edilen kavramın 2012 kışında Mısır medyasında popüler bir tartışma konusu” olduğunu yazmıştır. (From Deep State to Islamic State, Londra, Hurst, 2015, s. 167).

• • •

Filiu, bir Ortadoğu uzmanı; eserinde Türkiye’yi incelemiyor. Sadece genel hatlarıyla Susurluk olayı üzerinde duruyor ve isabetli bir şekilde olayların Türk ve Arap dünyalarında ters yönde geliştiğine işaret ediyor. Yazara göre Erdoğan’ın bu konudaki taktiği “Derin Devlet’le kavgayı, askerlerle İslamcılar arasındaki nesil boyu kavgayla bulandırması” olmuştu (s. 16). Askeri davalar da bunun aracını teşkil ettiler. “AKP döneminin kitle davaları”, diyor Filiu, “Türkiye’nin başka bir devre doğru yöneldiğinin açık işareti idi ve bu da Arap Dünyası ve ona özgü Derin Devlet ile keskin bir çelişki oluşturuyordu” (s. 23). Tabloya biz de bu taktikteki -Filiu’nun söylemediği- şu önemli noktayı ekleyelim: Bu kavga Kürt açılımı ve darbe düşmanlığı gibi demokratik özlemlerin seferber edildiği geniş bir “liberal” cephe adına, asker-sivil “ulusalcılar”dan oluşan “darbeci” güçlere karşı yürütüldü. Ne var ki sapla samanı karıştıran, çok daha köklü bir İslamo-faşizm tehlikesini göremeyen, hatta -örneğin Ziverbey Köşkü’ndeki işkenceci ile işkence göreni aynı kefeye koyarak- ona yardımcı olan bu görüş toplumsal gerçeklere ters düşüyordu. Daha çok da iktidarın otoriter eğilimlerini güçlendirmeye yaradı ve bir süre sonra iflas etti.

J-P. Filiu kırılmanın -Mısır’da da Müslüman Kardeşler krizinin yaşandığı 2012-2013 yıllarında gerçekleştiğine işaret ediyor ve şunları yazıyor: “Türkiye’de kibirli Erdoğan’ın lehine olan popüler dalga, Arap kamu tartışmalarında Derin Devlet kavramının giderek popüler olduğu 2012-13 yıllarında tersine döndü” (s. 16). Zaten bu sırada AKP ve “Türk Modeli”, Mısır hariç Arap dünyasında, özellikle de “Ennahda Partisi’nin AKP’ye en yakın olduğu Tunus’ta” çoktan solmuştu. İzleyen yıllarda Mısır’da da soldu.

• • •

“Türk Modeli” Arap dünyasında solmuştu; fakat AKP iktidarı, Mısır’daki İhvan’ın aksine giderek güçlendi ve geçen Nisan ayında da plebisite dönüşmüş, üstelik şaibeli bir “referandum” ile Anayasa’yı, cumhurbaşkanını “mutlak Başkan” konumuna yükseltecek şekilde değiştirdi. Bu arada kanlı bir darbe girişimi önlenmiş, on binlerce insan tutuklanmış ve sonunda da OHAL yönetimi ülkenin olağan yönetim şekli haline gelmişti. 

• • •

Darbenin önlenmesi elbette ki çok iyi oldu; fakat ortaya da 12 Mart ve 12 Eylül “ara rejim”lerini andıran bir durum çıkmıştı. Muhalefet baskı ve tehdit ile sindirilmiş; basın ve yayın özgürlüğü kısıtlanmış; yüzlerce değerli bilim insanı üniversiteden uzaklaştırılmış; Türkiye, dünyada en çok gazetecinin hapiste olduğu ülke haline gelmişti. Buna karşılık, “ara rejim”lerden farklı olarak, kimse ne “Kontrgerilla”dan ne de “Derin Devlet”den söz ediyordu. Bu haliyle, durum, yıllar önce Demirel’in yaptığı “Derin Devlet” analizinden de farklıydı. Eski Cumhurbaşkanı “Derin Devlet”in bir iktidar boşluğundan doğduğunu ve bu boşluğu da askerlerin doldurduğunu söylemişti. (Sabah, 28 Mart 2005). Oysa artık ortada bir “boşluk” yoktu; Genelkurmay Başkanı ile Başkomutan Devlet Başkanı uyum içindeydiler; sık sık görüşüyor, birlikte geziler, toplantılar yapıyor, umreye gidiyorlardı. AKP-MHP ittifakı ve seçim yasasında yapılan son değişiklik de 2019’u garantilemek için atılan son (?) adımlar oldu.

• • •

Görünüşe göre, Filiu’nun Ortadoğu’da gözlediği bir durum Türkiye’de de olası hale gelmişti. Filiu, Mısır örneği üzerinde dururken, “Nasır, Sedat ya da Mübarek iktidardayken, Derin Devlet’e ihtiyaç yoktu” diyordu (s. 166). Bu “Reis”ler Mısır’da mutlak bir otorite kurmuş, iktidar boşluğuna son vermişlerdi. Şimdi de Türkiye’de benzer bir süreç yaşanıyordu. Ülkede “Derin Devlet” tartışmalarını ortadan kaldıran şey, demokrasinin daha güçlü hale gelmiş olması değildi. Mısır’daki gibi, fakat ondan çok farklı bir tarihi mirasla hesaplaşmak isteyen bir hareket ortaya çıkmıştı. Mısır, Suriye, Cezayir gibi ülkeler, Filiu’un “modern Memluklar” dediği oligarşik sistemleri çağdaş teknolojinin baskı araçlarıyla donatmış rejimler tarafından yönetiliyordu. Yetmiş iki yıl önce barış içinde, bir anayasa değişikliğine bile gerek kalmadan çok partili hayata geçmiş olan Türkiye’de ise demokrasi her zamankinden daha çok tehdit altındaydı. Bu koşullarda 2019 seçimleri bir sınav haline geliyor ve iktidarın Osmanlıcı, İslamcı ve Türkçü temalarla yürüttüğü kampanya, son kertede de yönetim modeli olarak da “tarz-ı Abdülhamid”i seçmiş görünüyordu. Gerçekten de “Ulu Hakan” hakkında giderek artan ve tarihçilerin de ortak edildiği övgüler bunun işaretleri sayılmalıdır.

• • •

10 Şubat’ta, Sultan Hamid’in vefatının 100. yıldönümünde düzenlenen toplantıda, Cumhurbaşkanı, konuşmasına Necip Fazıl’ın “36 Türk hükümdarı arasında belki de en büyüğü” dediği Sultanı övgüyle anıyor, sonra da uzun uzun “yeminli düşmanları”nın tarihi nasıl çarpıttıklarını anlatıyordu. Oysa -yine Necip Fazıl’ın ifadesiyle- “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamaktı”. Ortada “göz kamaştırıcı bir hazine” bulunuyordu ve arada çeşitli alanlarda farklar olsa da, Abdülhamid rejimi günümüzde de “öz, ruh, hatta kurumların çoğu” itibariyle “aynı” kalmıştı.

Bu tablo karşısında bizlere de şu soruyu sormak kalıyor: Bu görüş gerçekçi midir? “Yerli ve milli ittifak” gerçekten de bu ülkede “çağdaş” bir Sultan Hamid versiyonu yaratabilir mi? 

Aslında toplumsal dönüşümleri tarihi nostaljiler değil, sınıfsal dayanaklar, sosyo-kültürel dürtüler belirler ve bu bağlamda çağının gerçeklerinden kopan iktidarlar bir noktadan itibaren en büyük muhalefeti de kendi bünyelerinde bulurlar. Türkiye’yi aşan küresel kapitalizm ve emperyalizm tartışmaları içinde ele alınması gereken bu konuyu ileriye bırakarak, bu yazımı iktidarın başlattığı anakronik Abdülhamid tartışmaları hakkında bazı gözlemlerle bitirmek istiyorum.

• • •

Cumhurbaşkanı, muhafazakâr çevreler ve bazı tarihçiler, tarihin çarpıtıldığına ve Sultan Hamid’in iftiralarla karalandığına inanıyorlar. Peki, Sultan’ın özel kaleminde (Mabeyn’inde) yıllarca çalışmış, kendisine en yakın olmuş şahıslar da bu “yeminli düşmanlar” arasında sayılabilir mi? Onların yazdıklarına ne diyeceğiz? Örneğin Mabeyn’de yılarca başkâtiplik yapmış olan Tahsin Paşa, Sultan hakkında şöyle bir tablo çizmişti: 

“Sultan Hamid tam manasıyla müstebit ve mutlak bir hükümdardı. Kendi iradesi her kanunun fevkinde idi; onun arzusu ve iradesi hilafına bir şey yapılamazdı”. Tüm “gayesi hayat ve saltanat” idi ve “bu gayeyi tehlikeye düşüreceğini zannettiği her tehlikeye karşı son derece müteyakkız bulunur(du)” Din de bu konuda kullanılan bir araçtı ve Makam-ı Meşihat (Şeyhülislamlık) “her dakika şüphe ve tarassut altında” idi; Şeyhülislam “her an tehlike içinde” yaşıyordu. Üstelik bütün bunlar da bir ahlaki çöküş ile birlikte yaşanıyordu: “Memleketin en ücra köşesinden sarayın en kuytu noktalarına kadar her tarafına girmiş bir sefalet-i ahlakiye vardı ki bu nihayet bir sel halini alarak padişahı önüne katıp götürmüştü” (Tahsin Paşa; Sultan Abdülhamid, Boğaziçi Yay. 1996, s. 52-53, 103, 190). 

Mabeyn’e daha sonra giren İsmail M. Mayakon da farklı düşünmüyordu. Ona göre de “(Sultan’ın gözünde) İmparatorluğun tek bir manası vardı: Nefsi Hümayun!”. Bu bağlamda din de tamamen siyasallaşmıştı: ‘Sultan Hamid’in dindarlığı bir ahret işi olmaktan ziyade bir siyaset işiydi’. (Yıldız’da Neler Gördüm? İstanbul, 1939. s.43, 66). Görüldüğü gibi Abdülhamid “siyasal İslam” demese de, onu mükemmel bir şekilde uyguluyordu.

İşte “Devr-i Hamid” en yakınında olanların gözünde buydu. Oysa O düştükten sonra yaşananları daha da sivri bir dille yazmak, o dönemde susturulmuş, acı çekmiş olanlara düştü. Buna karşılık İttihatçı-İtilafçı kavgasının yarattığı düş kırıklığı içinde ona haksızlık edildiğini “itiraf” edenler, ona özlem duyanlar da çıkıyordu. Zaten Cumhurbaşkanı da anma törenindeki konuşmasını bu itirafçılardan birinin şiirini okuyarak bitirdi. Ne var ki seçimi çok da isabetli olmamıştı. Adını vermediği itirafçı şair, daha sonra da Sevr Anlaşmasını imzalayacak heyete katılacak olan Rıza Tevfik idi..


Taner Timur / BİRGÜN

18 Mart 2018 Pazar

Putin’in zehiri (2) - Nilgün Cerrahoğlu

İngiltere “ajan krizinde” doğrudan doğruya Putin’i hedefe oturttu. 

Çifte ajan Sergei Skripal’ın ay başında sinir gazıyla zehirlenmesiyle patlak veren krizde Dışişleri Bakanı Boris Johnson tereddüt göstermeden parmağıyla direkt Kremlin’i işaret etti, tedavisi süren ajanın damardan Putin’in emriyle zehirlendiğini belirtti. 
Rusya devlet başkanlığı seçimleri arifesinde tam Putin’i açıkça hedef alan Johnson, sözlerinin ardında “İngiltere’nin geleneksel Rus karşıtlığının olmadığını” ilave ederek, “Derdimiz Putin ve Kremlin’ledir” dedi: “Rus halkı ile bir alıp veremediğimiz yok!” 

Aynı Johnson ne var ki Rusya ve Batı arasında gerçekte uzun geçmişi olan çatışma iklimini, bir yıl önce “İsparta ile Atina’nın savaşı”na benzetmişti... 

Tahmin edileceği üzere “demokrasinin beşiği Atina” ile “ABD-Batı” paralleliği kuran İngiliz Bakan, Rusya’yı beri yandan klasik Yunan’da “barbar” “Doğu”nun simgesi “savaşçı Isparta”ya benzetmişti...
“Bu bir Rus fobisi değil” laflarını bu nedenle geçelim...
İngiltere Dışişleri Bakanı’nın kafasında kökeni az buz değil, taa “Ispartalılar veAtinalılar”a giden bariz bir “onlar ve biz” şablonu var. 
Bunlara ajan krizi başlamadan epeyce önce koroyla başlatılan İngiliz basını yayınlarını da eklerseniz, şablon daha netleşiyor. 
22 Ocak 2018 tarihli “Telegraph” örneğin, “(İngiliz) Genelkurmay Başkanı’nın uyarısı: (İngiliz) Ordu(su) Rusların askeri ilerlemelerine kafa tutacak durumda değil” haberini manşete çekti. 
Benzer biçimde “Guardian” arkadan, “(İngiltere) Ulusal Siber Güvenlik MerkeziBaşkanı uyarıyor: Rusya’dan gelecek büyük bir siber saldırı önlenemez!” diyerek siber saldırıya dikkat çekti.

Her taşın altından çıkıyor 
Batı’da son dönemde hangi taşı kaldırsanız, altından Rusya çıkıyor. Brexit referandumunu Rusya manipüle ediyor ve ABD seçimlerine müdahil oluyor. Yetmiyor, İspanya da Katalan ayrılıkçılıkları destekliyor. 
Bu da kesmiyor. Batı’da ne kadar “liberal demokrasi karşıtı aşırı sağ”, “popülist güç” varsa.. hepsine, sırf Batı demokrasilerine çomak sokmak ve özgürlükleri aşındırmak amacıyla Kremlin arka çıkıyor. 
Suriye de Esad’ı destekliyor. Ortadoğu’da ezberleri bozuyor ve tüm güç dengeleriyle ortaklıkları değiştiriyor. 

Özetle sorun sırf 66 yaşındaki emekli bir Rus çifte ajanının zehirlenmesinden ibaret değil. İngiltere’nin “stratejik ortağı” ABD’de Rusya alarmı bir süredir dikkat çekici boyutlarda. İnsan ABD yetkililerinden arka arkaya gelen demeçleri okuduğunda, bir zaman tüneline girip doğrudan soğuk savaşın kalbine ışınlandığını düşünüyor.

‘Jeopolitik düşman’ 
ABD’nin “bir numaralı jeopolitik düşmanının Rusya olduğunu”, son dönemde  Obama yıllarında Cumhuriyetçi başkan adaylarından Mitt Romney ilk olarak ifade etmiş ve “Rusya, Suriye ve İran’ı destekliyor. İran’a koyduğumuz yaptırımları sekteye uğratıyor, dünyanın en kötü siyasi aktörlerine arka çıkıyor. Daha ne olsun?” demişti. 

Obama’nın ardından Trump’ın Beyaz Saray’a girmesiyle “1 no’lu tehdit Rusya”savları çoğaldı ve hız kazandı. 
Rusya’nın ABD Başkanlık seçimlerine müdahil olduğu iddialarının yanında,  “bilgisayar korsanları” yoluyla çatışma durumunda Batı’nın elektronik ağlarını ve bu bağlara bağlı olan tüm altyapısını, elektrik/su/ nükleer santrallarını çökertebileceği iddiaları gündeme taşındı. 

ABD Savunma Bakanı James Mattis ocak ayındaki bir konuşmasında nihayet net biçimde “ABD’nin ulusal güvenliğinin bir numaralı düşmanının 11 Eylül’den beri  olageldiği gibi ‘terör’ ve ‘terörizm’ değil, sil baştan Rusya olduğunu” söyledi. 
Mattis’in ifadesinden de anlaşıldığı üzere bir paradigma değişikliğini ortaya çıktı. 
İngiltere-Rusya arasında patlak veren, hızla (İngiltere, ABD, Almanya, Fransa katmanlı) “Moskova karşıtı bir Batı cephesinin” oluşturulmasına yol açan “ajan krizinin” gerisinde işte şimdi böyle bir paradigma değişikliği bulunuyor. 

Rusya’da bugün seçim var. Kriz, muhtemelen Putin’in zaten güçlü olan elini, milliyetçiliğe hız vererek daha da güçlendirecek. Ciddi bir rakibi bulunmayan Putin’in tek derdi, meşruiyetinin biricik kaynağı sayılacak “katılım oranını” güçlendirmek. “Rusların Reis’i”nin hedefi sandıkta yüzde 70’i tutturmak. Yüzde 40’larda kalma tehlikesi gösteren katılım da keza gene yüzde 70’lere dek tırmandırılabilirse, Putin tadından yenmeyen bir zafer sağlayacak.

Batı ile süregiden çatışmanın sonra nereye varacağını birlikte göreceğiz.


Nilgün Cerrahoğlu
CUMHURİYET

Paranın kokusu - Mine G. Kırıkkanat

Bir zamanlar Türkiye, dünyanın en büyük bilmem kaçıncı ekonomisi değildi. Ama verimli toprakları, tarım ve hayvancılıkla uğraşan bir nüfus çoğunluğu vardı. İnsanların yerlerini yurtlarını ve en önemlisi, en iyi bildikleri işlerini bırakıp ya işsiz kalacakları ya da yarım yamalak yapacakları işlere koşulacakları kente göç furyası başlamamıştı henüz. 
Köylüler yoksuldu, evet.

Öylesine yoksullardı ki, bazı bölgelerde parasızlıktan odun, kömür ya da gazyağı alamaz, kışın soğuktan korunmak için tezek yakarlardı, ataerkil ocaklarında. 
Çünkü kendi davarı olmayanın bile başkasının dağda kırda dolanan davarlarının arkasından serbestçe toplayabildiği tezek, para vermeden bol bulunan tek yakıttı. 
Üstelik, hem çok işlevli, hem de çevrecinin dik âlâsı, doğal dönüşümün zirvesi sayılırdı: Yoksul köylüler, sindirilmiş ottan ibaret davar dışkısını yalnız yakıt diye kullanmaz, toprağın cömertçe sunduğu kil ve suyla karıştırıp evlerini bu bulamaçla sıvarlar ve tezek, üretimi çevreye zarar vermeyen doğal bir çimento olarak çıkardı karşımıza.

***

Tezeğin tek bir yan etkisi vardı: Kokusu. Duvar sıvasına dönüşüp güneşte kuruduğunda pek hissedilmezdi de, yakıldığında yoğun bir duman ve çekilmez bir koku salardı. 
Ülkemizdeki yaygın tezek kullanımı, edebiyatımıza sefalet göstergesi diye yansıdı ve akaryakıtı olmayan vatandaşın tezeği, yanlış hatırlamıyorsam ilk kez Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nda, “kokaryakıt” olarak anıldı.
Evet, yoksuldu Türkiye. Ama en yoksulu bile aç kalmıyordu: Ülke toprakları tarım ve hayvancılığıyla hiçbir ithalata gerek kalmadan nüfusunu besliyor, hatta fazlasını üretiyordu. 
Kuş gribi yoktu. En yoksul köylünün bile birkaç tavuğu vardı ve doğadan beslenen ineğin sütü, yem ararken KKK’li keneleri de temizleyen tavuk gibi tavuğun yumurtası, kimyasal gübre yüzü görmemiş tarla patatesi derken; bugünkünden çok daha kaliteli yiyeceklerle çok daha sağlıklı besleniyordu.

***

Türkiye artık dünyanın bilmem kaçıncı büyük ekonomisi. 
Köylerin çoğu ıssız, toprak nadasta, inekler granül yiyor, etleri gazla yumuşatılıyor, tavuklar fabrikada yetişiyor, kenelere gün doğdu, bağlara bahçelere gübre diye kanserojen basılıyor. 
Zaten verimli topraklar ya çokuluslu GDO lobilerine peşkeş çekildi ya da yapılaşmaya açılarak betona kurban edildi. 
Zengin Türkiye artık kendi kendisine yetemiyor, bırakın yiyecek eti, nohutu, mercimeği; samanı bile ithal ediyor!
Kentlerin havası zehirli, suyu kirli, göçen köylülerin de çoğu işsiz, sadakanın yeni adı sosyal yardımlarla yaşıyor. 
Entansif tarım, sanayi hayvancılığı, fabrikalar derken hem kirlenen, hem kirleten ülkeler kervanına katıldı yurdumuz. 
Öteki büyük ekonomilerle birlikte havayı, suları, denizleri nehirleri, gölleri zehirliyor. 
Sonracığıma yediği yiyecekler, yıkandığı, içtiği sularla tüm canlıları zehirleniyor.

***

Meğer zenginliğin de bir kokusu varmış ve para, tezekten çok daha tehlikeli kokarmış: Egzoz gazları, fabrika bacaları, ısınma derken saldığı gazlar sadece iklimi değiştirmez, dünyayı da zehirlermiş! 
İnsanların daha çok, daha çabuk üreteceğim diye hayvanından bitkisine bastığı kanserojen kimyasallar, sonunda döner, kendi başlarına patlarmış. 
Türkiye’yi zenginleştirmekle övünenlerin, artık durup şu “zenginlik” kavramı üstünde düşünmesi gerekmez mi? 
Köylülerini işsiz, topraklarını nadasa bırakan ve üretmediği yiyeceği borçlanarak ithal eden bir ülke mi zengindir; yoksa parası az olsa da herkesin çalıştığı, daha iyi beslendiği, dolayısıyla nüfusu daha sağlıklı bir ülke mi? 
Akaryakıt, kokaryakıttan daha tehlikeliymiş meğer. 
Tezek pis kokar, ama öldürmezdi. 
Karbonu, petrolü, kimyasalı ve gübresiyle bu Türkiye hem pis, hem de ölüm kokuyor!

 Mine G. Kırıkkanat
CUMHURİYET

Çanakkale Zaferi: Kurtuluş Savaşı’nın öncüsü - Prof. Dr. Vahdettin Engin

Çanakkale Savaşı, İngiltere ve Fransa’nın sömürgelerindeki askeri ve siyasi prestijini sarstı, bağımsızlık hareketlerine neden oldu. Avustralya ve Yeni Zelandalıların milli bilinçlerinin oluşmasında da etken oldu. En önemlisi ise Çanakkale, Kurtuluş Savaşı’nın öncüsü ve başlangıcı oldu.

Çanakkale Savaşı sadece Türk tarihinin değil, dünya tarihinin de en önemli olaylarından biridir. Çanakkale muharebeleri, dünyanın en büyük ordularının kara, hava, deniz ve denizaltı unsurlarıyla saldırıları karşısında, çok sıkıntılı bir dönem geçirmekte olan Osmanlı Devleti’nin gerçekleştirmiş olduğu büyük direnişi simgeler. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından sonra, İtilaf devletleri Çanakkale cephesini açarak savaşı kısa sürede bitirme çabası içine girmişlerdi. Onlara göre, Çanakkale Boğazı’nı ele geçirmek İstanbul’u ele geçirmekle eşanlamlıydı. İstanbul’un düşmesi ise Osmanlı Devleti’nin savaş dışı kalması demekti. Bu da müttefiklerin işini büyük oranda kolaylaştıracak, Almanya ile daha rahat mücadele edebilecekler, savaşı da kısa sürede kazanabileceklerdi. Dünyanın en güçlü donanmasına sahip İngilizler, Çanakkale’den zorlanmadan geçebilecekleri inancındaydılar. İngiltere Deniz Bakanı Churchill, donanmanın Boğaz’dan zorla geçerek İstanbul’a ulaşmasının fikir babasıydı. Bir iki yıl önce Balkan devletlerine kolayca yenilen Osmanlı Devleti’nin hemen teslim olacağını düşünüyordu. Churchill’e göre, zırhlıların büyük topları karşısında Türk askeri cepheden hemen kaçacaktı.

Büyük direniş
Fakat gelişmeler hiç de müttefiklerin bekledikleri gibi olmadı. Zırhlı gemilerin topları görülünce hemen cepheden kaçacağı düşünülen Türk askeri, ülkesini kahramanca savundu. Öyle ki, 18 Mart 1915 tarihinde kesin sonuç almak üzere var güçleriyle Çanakkale Boğazı’na saldıran müttefik donanması, büyük kayıplar vererek geri çekildi. Yenilmez armada olarak nitelenen İngiliz donanması, Fransızlardan da destek almasına rağmen, tarihi bir mağlubiyete uğradı. Sonrasında Çanakkale’nin karadan aşılması planları hayata geçirildi. 25 Nisan 1915 tarihi itibarıyla Gelibolu Yarımadası’na çıkartma harekâtı başlatıldı. Aynı deniz savaşlarında olduğu gibi, burada da Türk askeri ve subayının kahramanca mücadelesi ön plana çıktı. Denizden sonra kara savaşlarını da kaybeden İtilaf devletleri, Çanakkale cephesinden geri çekildi.

Balkan Savaşı travması
Çanakkale Zaferi, Balkan Savaşlarıyla içte ve dışta sarsılmış olan milletin ve devletin prestijini kurtarıp güçlendirdi. Müttefikler, Balkan Savaşı hezimetini göz önünde bulundurarak Türk ordusunun savaş kabiliyetini yitirdiğini zannediyorlardı. Ancak böyle olmadı. Türk askeri ve subayı, müttefiklerin öngördüğü gibi kaçmak yerine, Çanakkale’yi Balkan Savaşı’nın hezimetinin utancının ve lekesinin temizleneceği bir yer olarak gördü, ölümü hiçe sayarak savaştı. Bunun çok sayıda örneği var. Mesela Mustafa Kemal Atatürk 1 Mayıs 1915’te Arıburnu cephesinde emrindeki birliklere yaptıracağı hücum öncesi birlik komutanlarına yaptığı konuşmada, “İçimizde ve kumanda ettiğimiz askerlerde Balkan hacaletinin (utancının) ikinci bir safhasını görmektense burada ölmeyi tercih etmeyenlerin bulunacağını katiyen kabul etmem” diyerek bu duyguyu açığa vuruyordu. Balkan Savaşı yenilgisi Türk askeri ve subayı üzerinde derin bir travma yaratmıştı. Bu travma atlatılmalıydı. Benzer şekilde, Hamdullah Suphi’nin aktardığına göre Çanakkale’yi ziyareti sırasında hastanede yaralı bir subay yarasını sarmaya çalışan sıhhiye erine şöyle diyordu: “Ko aksın! Balkan lekesini ancak bu kan temizler”.

Türk askerinin yüksek ruhu
Çanakkale Zaferi ile, Balkan Savaşı’nın yarattığı eziklik ve travma, üzerinden daha iki sene geçmeden atlatılmıştı. Çanakkale’de savaşan askerlerin manevi anlamda son derece güçlü olduğunu da bilmek gerekir. Türk askerinin üst düzeyde manevi güce sahip olarak gösterdiği kahramanlıkların bir örneğini Mustafa Kemal Atatürk şöyle anlatıyor: “Biz ferdi kahramanlık sahneleriyle meşgul olamıyoruz. Yalnız size, Bombasırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasındaki mesafe sekiz metre, yani ölüm muhakkak, muhakkak... Birinci siperdekilerin hiçbirisi kurtulamamacasına kamilen düşüyor, ikincidekiler onların yerine gidiyor, fakat ne kadar imrenilecek bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz!.. Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir fütur bile göstermiyor. Sarsılmak yok!.. ... Emin olmalısınız ki, Çanakkale muharebesini kazandıran, bu yüksek ruhtur.”

Conkbayırı ve sonuçları
10 Ağustos 1915’te gerçekleşen Conkbayırı Süngü Hücumu da Türk askerinin üstün manevi gücüne emsalsiz bir örnek teşkil eder. Conkbayırı üzerinden düşmana uçarcasına atılan Mehmetçik, Türk tarihine yeni bir destan yazmıştı. Burada da askerin yüksek manevi gücü kendini göstermişti. Bu konuşmadan sonra hücum başladı ve Conkbayırı zaferi kazanıldı. Müttefikler bundan sonra yenilgiyi kabul edecek ve bir süre sonra cepheyi terk edeceklerdir. Çanakkale Savaşı, İngiltere ve Fransa’nın sömürgelerindeki askeri ve siyasi prestijini sarstı, bağımsızlık hareketlerinin doğmasına neden oldu. Avustralya ve Yeni Zelandalıların milli bilinçlerinin oluşmasında da etken oldu. Diğer taraftan, savaşın en büyük planlayıcısı ve destekçisi Churchill yenilgi üzerine istifa etmek zorunda kaldı ve bir süre politika sahnesinden çekildi. Çanakkale Savaşı, Türkiye’nin ve Türk milletinin hâlâ gücünü ve dinamizmini koruduğunu gösterdi. Çanakkale, Kurtuluş Savaşı’nın öncüsü ve başlangıcı oldu.

Kahramanlar çıkarttı
Nitekim Çanakkale’de savaşan ve çok güçlü düşman ordularını mağlup etme başarısını gösteren birçok komutan buradan kazandıkları tecrübe ve güvenle Kurtuluş Savaşı’nda da başarıyla görev yaptı. Bunlar arasında başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir, Cafer Tayyar, Fahreddin Altay, Selahaddin Adil, İzzettin Çalışlar, Şükrü Naili Gökberk gibi subaylar vardır.

Tarihin gidişini değiştirdi
Çanakkale Savaşı I. Dünya Savaşı’nın üç yıl daha uzamasına neden oldu. Müttefikler I. Dünya Savaşı’nda en büyük itibar kaybına Çanakkale’de uğradılar. Çarlık Rusya’nın Boğazlara hâkim olma hayali gerçekleşmedi. Müttefiklerinin yardımından yoksun kalan Çarlık Rusya’sında iç karışıklıkların artmasıyla, Bolşevikler 1917 İhtilâli ile Çarlık devrini kapadı. Yerine Sovyetler Birliği’’nin kurulması ile ileriki yıllarda dünya tarihinin gidişatı değişti.

Mustafa Kemal Atatürk
Çanakkale Zaferi’nin Türk milletine en büyük armağanı, şüphesiz Mustafa Kemal Atatürk’tür. Mustafa Kemal, yeni kurulan bir tümeni kısa zamanda modern bir kolordu ile muharebe edecek bir duruma getirmekle, yüksek bir teşkilatçı ve yetiştirici olduğunu gösterdi. Durum ve araziyi kavramaktaki ustalığı, seri ve isabetli kararlar vermesi ve bu kararları azimle uygulaması, Mustafa Kemal’in sahip olduğu yüksek irade, bilgi ve kendine güvenin göstergesidir. Sahip olduğu üstün yetenekleri önce Çanakkale’de gösteren Mustafa Kemal Atatürk, bilahare milli mücadelenin liderliğini yürütecek ve modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını sağlayacaktır.

Prof. Dr. Vahdettin Engin
Marmara Üniversitesi-Tarih Bölümü
Cumhuriyet



17 Mart 2018 Cumartesi

Zaman ve mekân bilgisi - ORHAN GÖKDEMİR

İktidarın eki haline getirilen bütün gazete ve televizyonlarla bağımı kestim. Herkese tavsiye ederim, ruh sağlığını korumanın en etkili yollarından biri. Toplu halde okuyorum sonra, not alıyorum, “büyük resmi” görmeye çalışıyorum. Bugünkü yazıda da haftanın notları var.

Notlarımdan ilki şöyle: “Bir ekonomistim ben. Ülkelerin kalkınmasında bize ekonomide dört madde sayarlardı; insan, emek, sermaye, üretim. Ben siyasette bunu teke indirdim. Başarının sırrı sadece insandır.”

Büyük ve ulu yöneticimizin iddiasının tersine o maddelerde sayılanlar “ülkelerin kalkınmasının” değil, kapitalist üretimin faktörleri. “İnsan, emek, sermaye” değil, “emek, toprak, sermaye” ve bazı durumlarda “girişimci”dir o dört madde. Bunları teke indirmek için ise kapitalist üretimin ve dolayısıyla mülkiyetin kaldırılması gerekir. Ayrıca o maddelerde sözü edilen ilişki nesnelerin ilişkisi değil “insanların” ilişkisidir. Toprak toprak sahibinden, sermaye sermayedardan ve emek de emekçiden ayrılamayacağından insan zaten hep oradadır. Fakat insan kapitalist üretim alanında emek, toprak ve sermaye kılığında dolaştığından yokmuş gibi görünür. Hâlbuki insan, işçi ve burjuva kimliğiyle hep oradadır.

“Ekonomistler”in işi üretim sürecindeki insanı birer nesne gibi göstermek, onun gücünü nesnelerden geliyormuş gibi kurgulamaktır. Ama yine de bu tepetaklak âlemi kurgulama işi ehliyet ister, bir diploma gerektirir.

***

İkinci not İstiklal marşı ile ilgili. Büyük ve ulu yöneticimiz marşın güftesine bayılıyor ama bestesini beğenmiyor beyanlarına göre. Marşın güftesi Mehmet Akif’in, bestecisi Osman Zeki Üngör. Akif İslamcı. Üngör, batı eğitimi almış, batı müziğinde kariyer yapmış bir müzisyen. Senfoni orkestrasının kurucusu. Aslında marşla ilgili beste yarışmasında onun bestesi ancak beşinci olabilmiş. Yarışmayı Ali Rıfat Bey’in alaturka usuldeki bestesi kazanmış. 1930 yılında Eğitim Bakanlığı resmi kurumlara gönderdiği bir genelge ile uygulamada değişiklik yapmış ve o güne kadar Ali Rıfat Bey'in alaturka bestesi ile seslendirilen güfte, Osman Zeki Bey’in batı tarzı bestesi ile seslendirilmeye başlanmış. Ayrıca Osman Zeki Bey besteyi başka bir güfte üzerinden yapmışmış. Söz ve melodide yer yer görülen uyum sorunu, Akif’in güftesinin bir türlü besteye uydurulamamasından. “Şa-fak-larda” faciasının nedeni bu.

Şimdi besteyi atmak ve güfteyi tutmak istiyorlar anladığım kadarıyla. Ulu yöneticimiz de, “Güfte var ama maalesef istenilen beste yok” diyerek bu arzusunu açıkça belli ediyor. Yani yapmak istediği Zeki Üngör’ün “batılı” bestesini atıp, İslamcı Akif’in bestesine alaturka bir güfte yapmak.

Konuşmanın geri kalanında ileri sürülenler ise tevatürden ibaret. Marşın "korkma" ile başlamasının dini hikâyelerle kurulan bağı gibi mesela. Buradaki korkmama öğüdü yazıldığı yıllardaki vaziyetle ilgili. Koçgiri isyanıyla ilgili olması büyük ihtimal. Buna karşı güfte ile Tacettin Dergâhı arasında kurulan bağ doğru. Yalçın Küçük de güftenin bir cemaat işi olduğunu ve Akif tarafından değil bir komisyon tarafından yazıldığını ileri sürmüştü zaten.

***

Üçüncü konuşmanın hedefinde “dil devrimi” var. Diyor ki özetle ulu yöneticimiz, "Dil devrimi adı altında Türkçemiz tatsız, tuzsuz, ruhsuz, renksiz kelimelerin tasallutuna sokularak milletimizin kadim medeniyeti ile arasındaki bağ zayıflatılmaya çalışılmıştır.”
“Dil devrimi” ile dilimizin yabancı kelimelerin tasallutundan kurtulduğunu sanıyorduk hâlbuki biz. "Yabancı kelimelere, Türkçe olmayan yazışmalara artık tahammülümüz kalmadı” diyor o da aynı konuşma içinde zaten. Fakat anlıyoruz ki “Türkçe”den kastı “Osmanlı Türkçesi”. “Kadim medeniyet” dediği de Osmanlı…
İyi de ortalıkta bir Akif güftesi olmaması gibi bir Osmanlı Türkçesi de yok. Bu Türkçe Arapça-Acemce sözcüklerle Türkçe dert anlatmaya kalkışmak gibi sorunlu bir işe kalkışmanın ürünü. Dil devriminin yaptığı tek şey Türkçedeki Arapça-Farsça kelimelerin sayısını azaltmak ve Türkçeyi bir dil olmaya yaklaştırmak.

***

Siz de gördünüz mü büyük resmi? Notlara bakınca, cumhuriyet devrimini yıkmaya ve kapitalizmi ihya etmeye devam diyormuş gibi geldi bana. Kapitalizm iyi ama biraz insana ihtiyacı var, “ekonomist”imize göre. İstiklal marşının yarısı kötü; Osman Zeki’yi atıp Akif’e yeni bir beste bulduk mu, tamamdır. Dil devrimi de tepelenince ver elini Osmanlı…

Fakat yine de havai bir hal var sanki söylenenlerde. Ayaklarının yere değmesi için bir diplomaya, biraz tarih bilgisine, bir miktar da tutarlılığa ihtiyacı var gibi. Ayrıca hacı yeşili de haddinden fazla kullanıldığından, karanlık görünüyor tablo…

***

Notlar böyle olunca başka ne diyeceksin? Yıkmak için bile ehliyet gerekir. Var mı tabloda? 
Yok!
Hocaya öğrencisi sormuş: “Hocam, Kerbela’da kızı köpekler tarafından yenen padişah hangisi?” Hoca gönülsüz yanıtlamış öğrencisini: “Evladım padişah değil peygamber, Kerbela değil Kenan, kızı değil oğlu, köpek değil kurt.”

Birçok versiyonu var anlatının. Sorusu “eline kılıcını alıp, kızının kafasını tam kesecekken Allah’ın yukarıdan öküz indirdiği peygamber İsa mıydı?” şeklinde olanın cevabı, “Hazreti İsa değil İbrahim. Kılıç değil bıçak. Kızı değil oğlu. Öküz değil koç” şeklinde.

İnsan bir kez zamandan ve mekândan koptu mu böyle tuhaf sorular çıkar ortaya. 

Yapılabilecek tek şey ise böyle şeyler sorana zamanı ve mekânı hatırlatmaktır.

Orhan Gökdemir / SOL

Cambridge Beşlisi - GÖZDE KÖK

Ay başında İngiltere’de yaşanan Sergey Skripal cinayeti hem Rusya karşıtı cephenin safları sıklaştırmasına vesile oldu; hem de Batı kamuoyunun dikkatini yeniden Rusya’nın uluslararası casusluk faaliyetlerine çekti. Giderek kontrolden çıktığı izlenimi veren uluslararası kavgaya eklenen bu son halka “Soğuk Savaş’a dönüş” yaygarasını kuvvetlendirdi.

Ne de olsa, casusluk faaliyetleri ve çifte ajanlık müessesesi Soğuk Savaş’ı en fazla hatırlatan olgulardan biri.

Rusya’nın İngiltere’deki gizli faaliyetlerinin ölçeğinin ve seferber ettiği ajan sayısının Soğuk Savaş’ın sonundaki düzeyine eriştiği söyleniyor. Aynı anda 40 kadar Moskovalı ajanın ülkede faal olduğu, bunlardan bir kısmının ABD istihbaratının arka kapısı olarak görülen ülkede geleneksel devlet casusluğu ile uğraştığı, geri kalanınsa Londra’da bulunan Rus oligarklarını ve Kremlin muhaliflerini takip ettiği, Rus şirketlerinin çıkarı için gizli ticari bilgi peşinde koştuğu iddia ediliyor.

Kızıyla birlikte zehirlenerek öldürüldüğü anlaşılan Skripal İngiltere hesabına çalışan bir çifte ajandı ve Rusya’da yargılandığı sırada yapılan bir takas anlaşması ile 2010 yılında İngiltere’ye gönderilmişti. Yakın zamanda İngiltere ve Rusya arasında casusluk alanındaki çatışmalardan kaynaklanan benzer cinayetlerin son örneği oldu bu. (*)

Çifte ajanlık kabaca, bir ülkenin istihbaratında görevliyken başka bir ülke hesabına ajanlık faaliyeti yürütmek anlamına geliyor. Literatürde, yaşandığı tarihsel bağlamından bağımsız olarak çifte ajanlığın motivasyonları para, kişisel bağlanma, şantaj ve ideolojik gerekçeler olarak sıralanıyor.

Yirminci yüzyıl tarihinin en çarpıcı çifte ajanlık vakası olan Cambridge Beşlisi vakası ise istihbarat faaliyetlerinin hangi çıkarlara hizmet ettiğinin ne denli önemli olduğunu bize gösteriyor.

Hakkında onlarca kitap yazılan, belgeseller, filmler çekilen, hâlâ haberlere konu olan bu ünlü ekip İngiltere’nin bir kuyruk acısı. Öyle ki Beşli'nin Sovyetler hesabına çalıştıkları anlaşıldıktan sonra bile konunun üzerine çok gidip hezimetin boyutlarının anlaşılmasını önlemek istediği iddia ediliyor.
Cambridge Beşlisi'nin neden Sovyetler için çalıştığı hâlâ devam eden bir tartışmanın konusu. Haklarında çıkan çok sayıda spekülasyon ve kara propaganda içinde Beşliye hiç de sempatik olmayan bir yazar en doğrusunu yazmış: “Ülkelerine değil, sınıflarına ihanet ettiler.”
Guy Burgess, Donald Maclean, Anthony Blunt, Kim Philby ve John Cairncross. Hepsi de kalburüstü ailelerden gelen bu insanlar İngiltere’nin en seçkin okulu olan Cambridge Trinity College’da öğrenim gördükleri sırada komünistlerle tanıştılar. 1930’larda Avrupa’nın göbeğinde büyük ekonomik kriz, yükselen faşizm, İngiliz kapitalizminin gençlere ilham vermekten uzak olan boğucu havası ve karşısında yepyeni bir hayatın müjdecisi olan Sovyetler Birliği vardı.
Ülkelerinde komünist partiye girdiler. Mezuniyetlerinin ardından teker teker Sovyet istihbaratına hizmet etmek üzere İngiliz Dışişlerinde ve İngiliz istihbarat örgütleri MI5 ve MI6’te çalışmaya başladılar. Kim Philby MI6’in Sovyet departmanının başına gelecek kadar yükseldi. Yani Sovyetlere karşı operasyonların yürütüldüğü birimin başında bir KGB ajanı vardı.

Cambridge Beşlisi'nin faaliyetleri 1950’lere kadar sürdü. İkinci Dünya Savaşı sırasında savaşın kaderini etkileyecek gizli dosyaları Moskova’ya aktardılar. Savaş sonrasında sosyalist ülkelere dönük karşı-devrimci planların açığa çıkarılmasında, bir bütün olarak Sovyet istihbarat faaliyetinin güvenliğinin sağlanmasında önemli roller oynadılar.
Başta Kim Philby (**) olmak üzere çoğu, hayatlarının sonuna kadar Sovyetlere ve sosyalizmin ideallerine bağlı kaldı.

Kıran kırana bir sınıf savaşının bir parçasıydılar. Kaderlerini daha güzel bir dünya umuduna bağlamışlardı. Bu umudun yakıcılığı sosyalist dünyanın varlığında ifadesini buluyordu. İçlerinde Blunt gibi baskılara yenik düşenler olsa da bu umuda hizmet edip tarihe geçtiler.

Cambridge Beşlisi’nin öyküsü bugünün para, kişisel bağlanma, şantaj ya da milliyetçilik, hangi gerekçe ile olursa olsun ajanlık mesleğini seçmiş ve emperyalist rekabetin ortasında yem olmuş insan öykülerine göre çok daha fazla ilham veriyor.

Gözde Kök / SOL


(*) Bir başka örnek 2006 yılında İngiltere’de yine zehirlenerek ölen eski Rusya ajanı Alexander Litvinenko’ydu.
(**) Deşifre olduktan bir süre sonra, 1963 yılında Moskova’ya geçen Kim Philby KGB’ye hizmet etmeye, sosyalist dünyadan yeni istihbarat görevlisi adaylarına eğitim vermeye devam etti. Eğitim verdiği kişilerden biri Kübalı ünlü istihbaratçı Fabián Escalante idi.

Tükenmeyen bir anlatı: Fener bağçesi ile Galata sarayı efendileri... - İsmail Sarp Aykurt

Sarı-lacivert fanilalılar ile sarı-kırmızı gömleklilerin Meşrutiyet öncesine uzanan tanışıklıklarında bugünkü buluşma Kadıköy’de gerçekleşecek. Papazın Çayırı’nda başlayan öykü, 17 Ocak 1909 tarihinden beri, tam 109 yıldır, Boğaz’ın her iki yakasında "epik bir ritüel" olarak sürdürülüyor.

“Tezgahtâr mahirane bir el hareketi ile kumaşların dalgalarını birbirleriyle birleştirdi. Bir saka kuşunun başıyla kanadının yarattığı neşeli pırıltıya benzer bir parlaklık oldu. Ateşin içindeki renk oyunlarını görür gibi olmuştuk. Sarı kırmızı alevin takımımız üstünde parıldamasını tasavvur ediyor ve bizi derhal galibiyetten galibiyete götüreceğini tahayyül ediyorduk. Öyle de oldu…”

Mektebi Sultani’de bir araya gelmiş liseli gençler Şişman Yanko’nun dükkânında, kurdukları isimsiz takımın renklerini tüm benlikleriyle hissediyorlardı. Artık bir kuruluş amacı da eklemeleri gerekiyordu taptaze varlıklarına. Bu amaç, “İngilizler gibi toplu halde oynamak, bir renge ve isme malik olmak ve Türk olmayan takımları yenmekti”. Türk olmayan takımları yenmek, o dönemlerde ezilmiş ve kendi topraklarında yabancı hisseden Türk kökenli vatandaşlar için oldukça önemli bir misyondu. Futbol ise bu misyonun en önemli aracı haline dönüşmek üzereydi. İstibdat döneminin o kasvetli günlerinde, bir korku ikliminde geçen futbol kovalamacası artık kendisine Anadolu’dan ve Avrupa’dan yeni alıcılar eklemişti anlaşılan.

“1 Ekim 1905'te mektebin beşinci sınıfında edebiyat öğretmenimiz merhum Mehmet Ata Bey’in dersi esnasında birkaç arkadaş baş başa vererek Galatasaray’da bir futbol kulübü kurmaya karar verdik.” Mektebi Sultani’nin ünlü avlusu Grand Cour’a futbol oynamak için doluşan gençler futbol oynamaya çalışıyorlardı. Tokatlar, uyarılar, yasaklar… Teneffüslerden çayırlara uzanan bu oyun jurnalciler ve hafiyelerin sıkı takibinden de kaçmamaktaydı.
"Mekteb-i Sultanî-i Şahane talebesinin kale kurup birbirlerine top endaht ettiklerinin görüldüğü bera-yı sadakat arz olunur."
Teneffüslerden çayırlara uzanan bu oyun üzerindeki baskılar Tevfik Fikret’in okula müdür olarak gelmesi ile son bulur. Artık bambaşka bir dönem açılmıştır.
Mektebi Sultani’de kurulan bu lise kulübünün misyonu belli olsa da henüz bir adı yoktur. Şişman Yanko’nun dükkânında karşılaşılan renklerde karar kılınmış gibidir ancak lise dersliklerinin bir tanesinde ilk tohumları atılan bu takımın bir isim ihtiyacı olduğu kesindir. Ansiklopedist Şemsettin Sami’nin oğlu Ali Sami, o dönemler futbol takımlarına yabancı isimler yakıştırıldığından Gloria (Zafer) ya da Audace (Cüret) isimlerini hatırına getirmiştir. Ancak çevre muhit, bu sorunu bir sorun olmaktan çıkarır. Futbol takımını kuranların kimler olduğunu öğrenen ahali onlara ‘Galata Sarayı Efendileri’ diyerek seslenmektedir. İsim, kuranlar tarafından değil; izleyenler tarafından konulmuştur liselilerin takımına…
Kuruluştaki motto, büyük ölçüde tamamlanmış oluyordu artık. Takımın ileri gelenlerinin aklındaki tek eksik netleşmiştir. Artık sıra, zaferler kazanmaktır ‘ecnebi’ görülen takımlara karşı.

IŞIKSIZ FENER ÇİÇEKSİZ BAHÇE
1905’te başlayan tarih, 1907’ye uzanır. Galata Sarayı Efendileri artık daha serpilmiş, lisenin duvarlarını biraz olsun aşmıştır. Ancak çok bariz bir eksiklik kendisini iyiden iyiye açığa vurur.
Bu bir "kardeş" eksikliğidir.
1907’nin güzel bir gününde karşı kıyıda bir hareketlilik göze çarpmaktadır. St. Joseph’li gençler Moda Beşbıyık Sokak 3 numaralı evin selamlık katında yaptıkları bir görüşme sonucunda kuracakları takımın ilk tohumunu atmışlardır yemyeşil kıyılara. Gençler için o gün, yurtdışından getirilen, önü ve kolları düğmeli, sarı beyaz yollu bol formaları, lacivert şort pantolonları ve sarı löverli yün çorapları ile artık yepyeni bir takım vardır bu saf Anadolu kıyılarında. 1899’dan beri süregelen bu çaba, en önemli meyvesini vermiştir artık.
Işıksız fener artık ışıksız, çiçeksiz bahçe artık çiçeksiz ya da yalnız değildir…
Pera’daki Galatasaraylılardan Ali Sami, Fenerbahçe’nin kuruluşunu işitmiş, bundan büyük heyecan duymuş ve bunu hiç gizlememiştir. Günümüzdeki anlamsız ve temelden yoksun tartışmaların aksine Fenerbahçe ile Galatasaray arasında hep bir dayanışma, iletişim, yardımlaşma olmuştur. Bu yüzden 1907, hem bir kuruluş hem de bir kardeşliğin doğum yılıdır bu iki güzide kulüp için… Bu durum, iki kulübün tarihlerinin birbirine içkin olduğunu da net bir biçimde göstermektedir. İki kardeş takımın birbirine destek olması da, birbirlerine imrenmesi de dönemsel olarak meşru ve olanaklıdır. Fenerbahçe’nin doğumu herkesi heyecanlandırmış ve memnun etmiştir, buna eşlik etmemek zaten imkânsızdır. Özellikle de Galata Sarayı Efendileri için…
“Fenerbahçe ilk kurulduğunda bizim için yabancı memlekette rastlanılmış bir vatandaş gibiydi. Ona manen ve maddeten ihtiyacımız vardı.”
Fenerbahçe kulübünün ilk amblemi Fenerbahçe burnundaki ışık saçan beyaz fener, ilk renkleri ise sarı-beyaz olmuştur. İçinde Fenerbahçe yazılı beyaz yuvarlak çerçeve, temizlik ve açık yüreklilik ifadesi olarak, kırmızı fon ise Fenerbahçeliler arasındaki sevgi ve bağlılığı belirtmek için tasarlanmıştır. Ortadaki sarı renk ise Fenerbahçe için duyulan gıpta ve kıskançlığı, kalp şeklindeki lacivert renk ise asaleti temsil etmektedir. Sarı-laciverte dönüşen renkler ise olsa olsa şunu ifade edebilirdir açıkça: Güç ve kudret!
Galatasaraylılar ile Fenerbahçelilerin birbirlerine ihtiyaçları olduğu kesindir. Dönemin koşullarında ikisinin varlığı hem yabancı takımlara karşı bir birlik hem de aralarında tatlı bir rekabet demektir. Ebedi kardeşlik işte böyle başlamıştır. Ali Sami Bey’in o dönemi yansıtan ifadesinde olduğu gibi; “Bunca ecnebi ve gayrimüslim takımın olduğu yurdumda Fenerbahçe’yi görmek ecnebi memlekette rastlanılan bir dost gibiydi.”
Bu, iki köklü, doğumları Meşrutiyet öncesine dayanan ve baskı ile iç içe büyümüş geleneğin tarihi belki de başka kulüplere nasip olmayacak şekilde birbirine bağımlı ve kardeşçe koşullarda gelişmiştir. Bu iki kulüp, birbirini büyütmüş ve birbirlerini gözlemlemişlerdir Boğaz’ın farklı yakalarından. Ne anlaşılmazlık yaşanan şilt meselesi, ne kazanılan/kaybedilen karşılaşmalar ne de başka bir yapay "çekememezlik" sebebi tarihin bize gösterdiğini unutturmaya yetmeyecektir. Tonlarında farklılık olsa da "sarı"lar aynıdır nasılsa…

METİN’DEN KALAN LEFTER’DEN DEVROLAN
Yılların geçmesi bir şeyler götürmemiştir rekabetten. Tam aksi geçerliydi aslında; büyüyen bir mazi, kaybolan eskiler ancak yepyeni efsaneler vardı yeşil sahalarda artık. Birisi, Galatasaray bir diğeri ise Fenerbahçe sevgisinin hiç duraksamadan büyümesinin en önemli nedeni oldu. Birisi İzmir’in diğeri ise Büyükada’nın yetiştirdiği eşsiz futbol yetenekleri ve emekçi kimlikleri ile parıldayan gözde insanlar olarak öne çıktılar. Lefter, yoksul bir ailenin çocuğu idi aynı Metin Oktay gibi. Onları birleştiren emekleri oldu. Ayrımları ise sarı-lacivert ya da sarı-kırmızı renkler hiç olmadı. Topluma mal olan insanlar olmalarının nedeni, emekçi karakterleri ve amatör bilinçlilikleri oldu. Anlamsız bir fanatizmin ya da saçma bir "renk alerjisinin" kırıntısı dahi yoktur içlerinde…
6-7 Eylül olaylarında çektiği acıyı, utancı hangi futbol maçı ya da renk giderebilirdi ki zaten? Her ne kadar bu utanç kendisine, Lefter’e ait olmasa da…

“15 gün önce gol attığımda omuzlardaydım. O gün ise kayalar ve boya tenekeleri ile karşılaştım. En kötüsü, harçlık verdiğim çocuklar evime saldırdı. Evde ne pencere, ne kapı kalmıştı. Kızlarım küçüktü, onları öldürmeye kalktılar. İstanbul’dan emniyet müdürü gelmişti. Gece gördüğü manzara karşısında “Aman Allahım” demişti. Sonra çok sordular kim yaptı diye, ama o gün de söylemedim, bugün de söylemeyeceğim.”
Diğer tarafta “10 dakikalığına Fenerbahçe forması giyer misin” sorusuna “Şeref duyarım” demekten gocunmayan, ağları delen golünden duyduğu mahcubiyeti gizleyemeyen ve “O gol bugün bile hatırlanıyor ise bu Fenerbahçe'nin büyüklüğündendir ” diyebilecek kadar asilce düşünebilen insanlar da vardır, Metin Oktay gibi.
Bir derbi öncesinde Fenerbahçe baş kaptanı Galip Kulaksızzade’nin (Kulaksızoğlu) Galatasaraylılara, “Oberle kardeşler hasta, Hasan da sakatlanmış. Sizi karşımızda eksik kadroyla görmek istemiyoruz. Dilerseniz maçı erteleyelim”diyebilecek olgunluğa ulaşmış bir "rekabetin" ilk nüveleridir bunlar… 20 Ekim 1914 tarihinde böyledir karşı kıyıların insanları.
Küçük bir örnek olsun, baş kaptan Galip Kulaksızzade (Kulaksızoğlu) hakkında bir anı vardır dillendirilen. Galatasaray takımını idman yaparken dışarıdan takip eden ve Ali Sami’nin deyişiyle "terbiyeli ve mahcup" bir genç vardır dikkat çeken. Bir müddet için Ali Sami tarafından takıma davet edilen bu genç sporcu, arkadaşlarının Fenerbahçe isminde bir takım kuracaklarını öğrenince oraya geçmek için izin istemiştir Ali Sami’den… Ali Sami Bey ise bunun "Galatasaray için de iyi olacağını" söyleyerek mahcup ve terbiyeli bu beyefendiyi oraya gidebilmesi için serbest bırakmıştır. Galip Bey’in gittiği yer neresidir ki sanki? Orası Kadıköy’ün güzel gençlerinin bin bir çaba ve emek ile kurduğu "kardeş" kulüp Fenerbahçe’dir. Bu, Galatasaray ve Fenerbahçe için şunu göstermektedir. Tarihlerinde sayısız kez bir araya gelmiş bu iki köklü kulübün birbirleriyle sporcu alışverişinde bulunması, birbirlerine destek olması, birbirlerinden feyz alması kadar doğal bir olay yoktur ve tüm bunlar, her iki kulüpten de karşılıklı olarak mümkün mertebe gerçekleşmiştir. Bu durum, bir diğerini küçültmemiş, aksine büyütmüştür. Derbinin büyük bir derbi ve tarihsel anlatı haline dönüşmesi işte bu saiklerle mümkün hale gelmiştir.

NÂZIM HİKMET'İN ANLATTIĞI... 
Bu saiklerden birini büyük usta, komünist şair Nâzım Hikmet açıklamaktadır. 1936 yılında, kendince üslubu ve tutkusu ile anlatmıştır:
“Geçen gün bir dostum dayattı, ‘İlle de gidip Fener-Galatasaray maçını seyredelim’ dedi. Bende kıramadım dostumu, gittim maçı seyrettim. Futbol denilen şey dört bir yanında binlerce insanın toplandığı bir meydanda yapılıyor. Meydana, teker teker saydım, yirmi iki delikanlı çıkarılıyor. On birinin üstünde sarı-kırmızı yollu yollu gömlekler; öteki on birinde sarı-lacivert fanilalar…
Ne yalan söyleyeyim, bu hengâmede ben de heyecanlanmadım değil. Fakat benim heyecanlanmam etraftaki binlerce seyircinin coşkunluğu yanında devede kulak kabilinden. Oyunu seyredenler ikiye bölünmüşler. Herkes dilediği gibi bağırıp çağırıyor. Ortalıkta bir söz, bir düşünce hürriyeti, alabildiğine…
Bu işin birçok tarafları hoşuma gitmedi desem yalan söylemiş olurum. Muayyen bir manada, demokrasiyi anlamak isteyenler Taksim Stadyumu’na gitsinler. Ben kendi payıma güzel, berrak ve heyecanlı bir iki saat geçirdim orada.”

109 YIL SONRA BU AKŞAM... 
İşte bu akşam, 109 yıllık tarihsel derbinin bir uğrağı daha olacak Kadıköy’de Papazın Çayırı’nda. Bu derbiyi tarihsel anlatılarıyla ya da sembol figürleriyle anlatmak ne kadar zor olsa da yaşamanın ayrı bir heyecanı ortaya çıkardığı aşikâr. Ancak açık olan bir şey daha var ki o da, tüm bu yaşanan tarihselliği izlemenin farklı eğilimleri tetikliyor oluşu.
Hani hepimizde vardır ya saklanan, saklandıkça ortaya çıkma hevesi artan ve bize enerji ikmal eden küçük mutluluklar…
Belki de o mutluluk sadece böyle bir maçın, böyle görkemli tarihi olan kulüplerin sadece var olmasıyla, yaşamasıyla ilgilidir. Kazanmayla, böbürlenmeyle, hakaret yarışına girmekle, emekçi karakterdeki geçmişleri "3 puanlık" bir hevese feda etmekle hiçbir tarihsel olay ya da anlatılar büyük olmaz. Olmamıştır da…
Büyüklük, koskoca bir çınar gibi olgunlaşmış bir gelenek ile büyümek, büyürken de onu nesiller boyu takip edenlerin büyütmesiyle, bizlere anlatmasıyla oluyor. İşte, bu maçları o yüzden izlemenin ayrı bir değeri oluşuyor ya da izleyenlerle büyütmek mümkün oluyor sevgimizi.
Aynı, yine Nâzım’ın 1923’teki dizelerinde büyüttüğü gibi:
Futbolda eski kurdum.
Fenerbahçe’nin forvetleri
Mahallede kaydırak oynayan birer piç kurusuyken
Ben
En ağır hafbekleri yere vururdum
Futbolda eski kurdum
Santırdan alınca pası
Çakarım
Hoooooooooooooooooooooooooop!
5 numro top
Açık ağzından girer golkipin karnına.
Bana mahsustur bu vuruş
Futbol potinlerim
Kurşun kalemimden öğrendi bu zanaatı!
O kurşun kalemim ki
9 deliğinizden vücudunuza her tıktığı mısra
İşkembenizde taş
Şairiz be,
Şairiz dedik ya be arkadaş.

İsmail Sarp Aykurt /  SOL

Kaynakça:
  • Yüce, M. (2014) Osmanlı Melekleri / Futbol Tarihimizin Kadim Devreleri, İstanbul, İletişim Yayınları
  • Erdin, M. (2004) Yer Fener Gök Cimbom, İstanbul, İthaki Yayınları