23 Nisan 2018 Pazartesi

Medyayı kurtarmak?! - ANIL ABA

Gazetecilik, kerameti kendinden menkul sosyal medya uzmanlığının aksine, kadim bir meslektir. Enformasyonu gazeteciler üretir. Dolayısıyla gazeteci yoksa enformasyon da yoktur. Ancak, pek çok ülkede, toplam entelektüel kadro ve mesleklerin içinde gazetecilerin payı 1950’lerden bu yana sürekli düşüyor.

Medya ve gazetecilikteki kriz derinleşiyor… Sadece Türkiye’de değil, başta Amerika, İngiltere ve Fransa olmak üzere köklü gazetecilik geçmişleri ve gelenekleri olan tüm ülkelerde medya kuruluşları ciddi sıkıntılar yaşıyor. Mesela, dünyanın en büyük gazetelerinden biri olan The New York Times borsada büyük kayıplar yaşadıktan sonra S&P 500 listesinden düşmüş ve iflasın eşiğine gelmişti. The Washington Post ise ancak yeni zengin Jeff Bezos tarafından satın alınarak kapanmaktan kurtulmuştu.

Çok açık ki bu krizin temel ekonomik sebebi sürekli değişen iletişim teknolojisinin gazete ve dergilerin gelirlerini düşürmesi. Fakat sanılmasın ki bu internet yüzünden oldu. Çünkü gazetelerin reklam gelirlerinin GSYH içindeki payı, ABD örneğinde, 1956 senesinden beri sürekli düşüyor. Diyeceğim, bu yeni bir durum değil. Önce radyo, sonra televizyon, sonra da internet… Yaratıcı yıkım her zaman kendinden önceki teknolojileri eskitir.

Ekonomik dinamikler ve dijitalleşen reklamlar
Haber üretmenin “sabit” maliyeti aslında oldukça yüksektir. Çok sayıda gazetenin, gündelik ve jenerik haberleri farklı muhabirlerle ayrı ayrı toplaması iktisadî açıdan verimsiz olduğundan Associated Press, Reuters, DHA ve benzeri haber ajansları kurulmuştur. Böylece gazeteler kaynaklarını gündelik olayların dışındaki önemli haberlerin üretimi için kullanabilirler. Fakat bu bir ekip ve bütçe işidir. Mesela, bol ödüllü Spotlight filmine konu olan, Amerika’nın Boston eyaletindeki Katolik Kilisesi rahiplerinin cinsel istismarlarını aydınlatmak için Boston Globe muhabirleri sekiz aylık bir çalışma yapmış ve yargı masrafları hariç, gazetenin kasasından bir milyon dolardan fazla para harcamışlardı.

Öte yandan haberleri vatandaşlara ulaştırmanın maliyeti artık sıfıra yakındır. Haber, girildikten sonra iktisadî açıdan “kamusal mal” haline gelir. Yani ne bireylerin haber tüketimi başkalarının tüketimini azaltır ne de kimse haberleri okumaktan mahrum edilebilir.

Haber ve yorum yazıları artık bir tık mesafede olduğu için gazete tirajları, dolayısıyla satış hasılatları, hızla düşüyor. Tirajlar düşünce reklam gelirleri de düşüyor. Okuyucu aynı habere ücretsiz bir şekilde kolayca ulaşabildiğinden online abonelik modeli işe yaramıyor. Amerika’da NYT, İngiltere’de The Guardian ve bizde Cumhuriyet bunun için çok uğraştı ancak hiçbiri online abonelik modelini oturtamadı.

Gazeteler azalan satış ve reklam gelirlerini internet sayfalarına aldıkları tık sayısını arttırarak telafi etmeye çalışıyorlar. Fakat bunun da, özellikle büyük gazeteler için, pek işe yaradığı söylenemez. Zira, toplamda, gazetelerin online’dan elde ettiği gelirler basılıdan kaybettikleri gelirlerin onda birini dahi karşılamıyor. Çünkü dijital reklamlar etkisiz. Mesela banner reklamlara tıklama oranı on binde dört; bunların yarısı da yanlışlıkla yapılan tıklamalar. Hâl böyle olunca büyük firmalar etkisiz ve kalitesiz dijital reklamlara büyük paralar harcamak istemiyorlar.

İnsanlar internet gazetelerini, pazar kahvaltısında oturup basılı bir gazeteyi yarım saat sayfa sayfa okudukları gibi okumuyorlar. Genelde sosyal medyada önlerine gelen ilgi çekici bir haberin linkine tıklayıp gazetenin internet sitesinde 3-4 dakika geçirip siteyi kapatıyorlar. Hatta (eskiden) zaman tüneline düşen paylaşımlarda haberin başlığı ve spotu zaten haberin içeriğini yansıttığı için bir sürü insan linke dahi tıklamıyor(du). Bu yüzden de, Posta’yı Takvim’i zaten geçtim, sol kanatta yer alan saygın gazeteler bile artık tık tuzağı-olta başlık (İşte erken seçim tarihi!!) denilen manipülasyona başvuruyorlar. Her ne kadar son zamanlarda, “Saved You a Click” ve “Spoiler Haber” gibi, tuzaklı haberlerin içeriklerini başlığa taşıyan Twitter hesapları çıksa da maalesef, malûm sebeplerden ötürü, yeteri kadar popüler olmayı başaramadılar.

Medya patronluğuna 1979 senesinde Milliyet’i satın alarak başlayan Aydın Doğan, 2000’li yılların ortalarında Türkiye’deki basılı, görsel ve işitsel medyanın yüzde ellisinden fazlasını kontrol eder durumdaydı. Doğan Medya Grubu’nun Demirören’e satışıyla birlikte havuz medyası gazetelerinin, tek isim altında olmasa da, toplam tiraj içerisindeki payı bugün yüzde 90’a ulaştı.

Biz reklamdan kaçtıkça sistem markaları gözümüze sokmak için yeni yollar buluyor. İnternet reklamlarının çoğu kalitesiz (etkisiz) olduğundan artık ajanslar giderek artan şekilde native advertising’e yöneliyorlar. Özellikle Kafa, Deve, Ot, Mot gibi dergilerde haber, yorum, karikatür gibi gözüken ama aslında ajanslar tarafından yazılmış reklam içerikli metinlere çok sık rastlanıyor.

İnternetteki reklam pastasını Google ve Facebook yutuyor. Arama ortamı ve haber akışının çok büyük kısmı bu iki şirketin kontrolünde. Parayı verenin sitesi ve paylaşımları üste çıkıyor. Misal, 600 bin beğenisi olan bir Facebook sayfasının paylaşımları, takipçilerin sadece yüzde 10’unun zaman tüneline düşüyor. Hepsine ulaşması için Zuckerberg efendi sizden para istiyor. Twitter, belki henüz doğru dürüst para kazanamadığından, ülkelerle olan siyasi dinamikleri dikkate alıyor. Ama Facebook direkt para odaklı. Zuckerberg’e parayı veren düdüğü çalıyor.

Gülün adı…
Kimse pazarladığı yoğurda ekşi demeyeceği için Google, Facebook, Instagram, Twitter, Periscope ve Swarm gibi uygulamalar “sosyal medya uzmanları” tarafından yerlere göklere sığdırılamıyor. Ortamlarda “gelecek dijitalde” diye çok klişe bir slogan vardır. Hangi sosyal medyacıya sorsanız size kâğıdın öldüğünü, geleceğin dijitalde olduğunu söyler. Vizyon gibi vizyon!!! Aynı “uzmanlar” bu uygulamalar sayesinde artık herkesin gazeteci olduğunu, böylece haber üretiminin demokratikleştiğini düşünüyorlar. Gönder’e basmak bedava olduğundan, herkes kendi kişisel hesabından haber ve yorum üretip (!!!) paylaşabiliyor.

Fakat bizim tartıştığımız mesele haberin ne tür bir ortamda paylaşıldığı değil, Julia Cage’in “Saving the Media” kitabında anlatmaya çalıştığı gibi, üretilen haberlerin içeriğidir. Dijital teknolojiler ilerlerken, maalesef, enformasyonun kalitesi artmıyor. Aksine, gün boyu haber değeri taşımayan haberlerin akışına maruz kalıyoruz. Ortalık maalesef Buzzfeed, Mashable, Onedio ve Listelist vb. dijital medya sitelerinden geçilmiyor. Bu sitelerin paylaştıkları haber değeri taşımayan haberlerin önemli kısmı native advertising (doğal reklam) kullanıyor.

Ayrıca sosyal medya, tarih boyunca hiç görülmemiş ölçüde bir bilgi kirliği yarattığı için Doğruluk Payı ve teyit.org gibi doğrulama siteleri zarurî bir ihtiyaç haline gelmeye başladı. Doğru ve dürüst haber almanın sıradan insanlar için giderek daha zahmetli bir hâl almaya başlaması kapitalizmin yarattığı teknoloji paradokslarından sadece biri.

Gazetecilik, kerameti kendinden menkul sosyal medya uzmanlığının aksine, kadim bir meslektir. Enformasyonu gazeteciler üretir. Dolayısıyla gazeteci yoksa enformasyon da yoktur. Ancak, pek çok ülkede, toplam entelektüel kadro ve mesleklerin içinde gazetecilerin payı 1950’lerden bu yana sürekli düşüyor. Sistem her şeyin ucuzuna kaçtığı gibi gazeteciliğin de ucuzuna kaçıyor. Gazetecilik ucuzladıkça da enformasyonun kalitesi Onedio seviyesine düşüyor.

Yurttaş Kane’ler…
Haldun Simavi’ye göre en iyi gazeteci, en az kâğıdı en ucuza boyayıp en pahalıya satandı. Yani Simaviler’in çarpık bakış açısına göre “haber alma” bir hak değil bir ayrıcalıktı. Gazeteler de kâr ettikleri oranda başarılıydı. Fakat gazeteciliğin ekonomik kazanç için yapıldığı dönemler geçti. Havuz medyasındaki grupların çoğu gazetecilik faaliyetinden zarar ettiğini söylüyor. Vatandaşların doğru ve dürüst habere ulaşmalarını engelleyip toplumun siyasi yönelimlerini manipüle etmenin karşılığında alacakları ihaleler için bu işe giriyorlar.

Medya patronluğuna 1979 senesinde Milliyet’i satın alarak başlayan Aydın Doğan, 2000’li yılların ortalarında Türkiye’deki basılı, görsel ve işitsel medyanın yüzde ellisinden fazlasını kontrol eder durumdaydı. Doğan Medya Grubu’nun Demirören’e satışıyla birlikte havuz medyası gazetelerinin, tek isim altında olmasa da, toplam tiraj içerisindeki payı bugün yüzde 90’a ulaştı.

Büyük bir medya grubunu, rüşvet veya ihale vermek suretiyle, “satın almak” irili ufaklı 25-30 gazeteyi ayrı ayrı satın almaktan kolay olduğundan medyadaki ekonomik temelli tekelleşme burjuva siyasetinin de işine geliyor.

Bu bağlamda, bugün medyanın yaşadığı bu kriz sadece gazete şirketlerini bağlayan bir kriz değil, haber alma hakkını ve demokrasiyi tehdit eden bir kriz. Medyadaki dijitalleşme ve tekelleşme hem enformasyonun kalitesini düşürüyor hem de otoriter iktidarların tarafından kontrol edilmelerini kolaylaştırıyor.

Sosyal medya bu krizi çözmüyor, aksine, derinleştiriyor. Çok iyi şeylermiş gibi lanse edilen Google, Facebook, Twitter ve Buzzfeed gibi “yeni medya” kuruluşları aslında insanlığı, enformasyonun kilise tekelinde olduğu Orta Çağ karanlığına geri götürüyor. Cambridge Analytica skandalında bu yeni medyanın aslında ne amaçla kullanıldığını gayet iyi gördük.

Alternatif bir medya yapılanması?
Julia Cage tezinde, vakıf ile anonim şirket arası bir yerde “kâr amacı gütmeyen medya ortaklığı” modelinin sürdürülebilir bir alternatif olduğunu öne sürüyor. Vakıf olmanın avantajı kâr amacı gütmeksizin kaliteli haber üretmek ve devamlılığı olan bir sermaye yapısıdır. Anonim şirket olmanın avantajıysa çeşitlendirilmiş hissedarlık ve demokratik karar alma mekanizmasıdır. Cage’ye göre bu model, Amerika ve İngiltere’deki büyük üniversitelerin ticari faaliyetle kamu hizmetini birleştiren modele yakın bir modeldir.

Medya ortaklığı “crowdfunding” (katılımcı finansman) ile okurlara da yer açmalıdır. Sadece “pamuk eller cebe” demek yetmez. Gazeteye bağış yapan okuyucular karar sürecinde söz sahibi olmalıdır. Böylece haber ve enformasyon sadece onu üretenlerin değil tüketenlerin de sorumluluğunda ve denetiminde olur.

Tabii bunlar etraflıca tartışılması gereken evrensel meseleler. Zaten Türkiye’nin mevcut şartlarında havuz medyasından başka yeni bir medya yapılanması anaakımda pek mümkün değil. Ancak kısa vadede bizim yapmamız gereken bir yandan farklı alternatifleri düşünürken diğer yandan özgür ve patronsuz basından geriye ne kaldıysa fraksiyon ayırt etmeksizin desteklemek.

Anıl Aba / BİRGÜN

Ülkü Tamer için nakarat - HAYDAR ERGÜLEN

Atları kim sevmez? Ne güzel varlıklardır. Özene bezene yaratıldıklarına hiç kuşkum yok. Kafalarından gövdelerine, bacaklarından yelelerine, sanki rüzgar tarafından yaratılmış gibi uçmaya hazırdırlar. Nazım Hikmet “Salkım Söğüt” şiirini atlar için değil, atından ve yolundan düşen eski yoldaşları için yazmıştır ama, “atları rüzgar kanatlılar” demeyi de unutmamıştır. Zira atların yoldaşlığı da “uzun yola çıkmaya hüküm giymiş”ler için bir rüzgar ve ateş yoldaşlığıdır. Necip Fazıl’ın atlara düşkünlüğü de bilinir. Adana’da bankada çalışırken bir toprak ağasının armağan ettiği atla işe gidip gelir. Ünlü “Ata Senfoni”sini de 1958’de Türkiye Jokey Kulübü’nün ısmarlaması sonucunda yazar. Yaşar Kemal “O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler” derken, atla insanın yoldaşlığını güzelce anlatır.


Ata şiir, senfoni yazan şairler var, bir de ata kupon yazan şairler var. Hem çeşitli konuşmalarda dile getirdiğim hem de çeşitli yazılarda değindiğim bir şey bu. Diyeceksiniz ki atın yok, araban yok, sana ne bundan? İşte tam da bundan ilgilendiriyor beni. At yarışı oynayan, kupon dolduran şairlerden bazılarını tanıyorum. Bazıları şiirimizin şimdiden büyükleri arasında yer alan yakın arkadaşlarım, bazıları yine şiirimizin özgün şairlerinden olan, şiirlerini okuyarak büyüdüğümüz ve etkilenerek yazdığımız büyük şairlerimiz, abilerimiz. Yalnızca şairler mi, değil, önde gelen şiir eleştirmenlerimiz de var ganyan bayilerinin önünde bülten okuyup at yarışı için kupon dolduranlar arasında.
Güvercin yarıştıranları çocukken Eskişehir’de görmüştüm, çatılarımız alçaktı ama güvercinlerimiz yüksekti, belki de şiirin, göğe bakma biçimlerinden biri olduğunun bilindiği ama söylenmediği o günlerde, güvercinleri şiir yerine uçuruyorlardı. Güvercin besleyenlerin, uçuranların iflah olmayacağı, uzun yaşamayacağı gibi bir inancı o günlerde duymuştum, öyleyse onların iflah olmaz birer şair ve güvercinlerin de şiirleri olduğunu düşünmem için çok nedenim vardı artık.

Sonra o güvercinleri şiir olarak gördüm. Nerelisin? Eskişehir’in çocuk göğünden. Böyle demiş olmalı beyaz kanatlarını çırparak güvercinler. Bir kitaba girmişlerdi şiir kılığında, kitaba kanat olmuşlardı, Soğuk Otların Altında’n göğün yüzüne çıkmaya hazırlanıyorlardı. Hem zaten güvercinler çok eskiden beri yeni şiirler değil miydi hep? ‘Güvercin donuna girmek’ten söz edilmiyor muydu masallarda, söylencelerde?

O güvercinleri Eskişehir’e, benim çocukluk göğüme yetiştirmişti işte Ülkü Tamer. “O eski bir güvercindi, gittikçe hatırlanan,/O eski bir güvercindi, uçması da iyiydi bana kalırsa,/O eski bir güvercindi, çünkü tenhaydı şehirler” de. Sonra bizi bir şiire, kitaba bırakarak gidiyordu “O eski bir güvercindi, bıraktı beni onlara,/ Götürmedi kanatlarından bir başka yalnız suya,/Geçti çocuk gölgelerinden, dönmedi artık,/Yapacak işleri vardı utanmaktan başka.” 

Gök Onları Yanıltmaz diyordu sonra da, İçime Çektiğim Hava Değil Gökyüzüdür diyordu, o zaman göğümüz de göğsümüz de genişliyordu. Bir şiir göğünü çocukluğa açıyordu. Çocuklar, serçeler, güvercinler, atlar, uçarlar, kaçarlar, konarlar, göçerler, yürürler, yüzerler kendilerine “Nuhun Gemisi” olan bir şiirde, Ülkü Tamer şiirinde yer buluyordu. İçimiz rahattı artık, göğe bakabilirdik, ama daha da güzeli göğe bakar gibi şiire bakabilirdik, birbirimize bakabilirdik, atlara bakabilirdik. O “Ben tenhalık diye serçeleri bilirdim” diyordu, biz de “Nuhun sevinci” diye Ülkü Tamer’in şiirini okuyabilirdik.

Atlara bakmaktan geliyorum. Edip Cansever’in Çağrılmayan Yakup’a üç kere söylettiği “Kurbağalara bakmaktan geliyorum” dizesini Ülkü Tamer için değiştirdim. O ünlü sinema oyuncusu “Gary Cooper için beş şiir” yazdı ve “Çocuklar Atlara Gülümserdi” dedi adına: “Atlar, atlar, atlar, atlar./Irmağın yanındaki haritadan geçen,/onun kalbine azgın bir çiçek koyan,/kanatlı çizmelerinin ucuna,/tabancasının ordaki ıssızlığa.Atlar,/atlar.” Son dize ise hem çocukluğu hem atları birlikte över, güzeller: “Çocukların yelesini taşıyan atlar.” 

O atlar sonra Antep Neresi? kitabında “Atlının Türküsü” olacaktır: “Gece vakti Azrail’de yol uzun/Yürü atım rahvan atım tez yürü”. 

Yerin göğün şiirini yazdı Ülkü Tamer. Çocukluktan, yani şiirin anayurdundan fazla uzaklaşmadan. Atların güzel yeleleri kadar güzel adları da vardı. Yarış bültenlerini şiir gibi okudu ve atların güzel adlarını o bültenlerde nakarat gibi yineledi. Nakarat sözcüğü kendiliğinden çıkıp geldi bu yazıya, içinde at geçen dize diyelim. Onların koşmalarını çok sevdi, hangisi daha hızlı koşuyor diye baktı, uzuuuun zaman şiir yazmadı, sanırım atlara bakmayı şiire bakmak olarak gördü. Salihli Şiir İkindileri’nde onur konuğu olduğu yıl kuponuna ortak olmuştuk 7 şair 20’şer lira vererek. Altılıyı tutturmuştu, payımıza 175’er lira düşmüştü. ‘Atlara bakmak’tan geliyorduk hep birlikte.

Şairlerle ilgili yazı ve konuşmalardan aldığım telifleri, Nar için ‘baban şiirden para kazanıyor kızım’ diye saklıyorum. Fakat ‘Ülkü Tamer’le at yarışından kazandığım para’ yazılı zarfın içi çocukluk, sevinç, gökyüzü, atlar, serçeler dolu. Nar o zarfı açtığında atlar, kuşlar, şiirler birbirleriye yarışarak göğe koşacaklar, çünkü Gök Onları Yanıltmaz! Ülkü Tamer’in şiirine inanırız.

HAYDAR ERGÜLEN / BİRGÜN

Bir liberal ve bir Marksist aynasında: Faşizm, sivil darbeler ve otoriter rejimler - TANER TİMUR

Fransız düşünürü Alain Badiou liberal değil Marksist; o da bir kitap yazdı (Eloge de la Politique, 2017) ve küresel gelişmelere kendi ülkesinden bakarak o da “Macron fenomeni”ni mercek altına aldı. Tabii hemen “Macron ve faşizm? Ne ilgisi var?” diye yükselen sesler duyar gibi oluyorum.


“28 Nisan 1945’te, Mussolini, Milano’da bir gaz istasyonu kenarında ayaklarından asılıp, iki gün sonra da Hitler Berlin’in harap sokakları altındaki sığınağında intihar edince, faşizmin öldüğünü sanıyorduk” (N.Y.Times, 6 Nisan 2018). 

Bu yanılgı ve itiraf eski ABD dışişleri bakanlarından Madeleine Albright’e ait ve kendisi bir süredir çok kaygılı. Dikkatleri yükselen faşizm tehlikesine çekiyor ve bu konuda bir de kitap yazdı. “Uyarı” niteliğinde bir kitap; zaten başlığı da “Faşizm: Bir Uyarı”! (Fascism: a Warning; Harper, 2018). Son günlerde promosyon için makaleler yazıyor; söyleşiler yapıyor. Kitabı henüz inceleyemedim; izleyen satırları bana yazarın söyleşileri, makaleleri ve kitabı hakkında yapılan yorumlar telkin etti.

• • •

Evet, Albright uyarıyor! Önce kendi vatandaşlarını, sonra da tüm dünyayı! Ne de olsa küresel kapitalizm çağında yaşıyoruz ve bu çağda faşizm de küresel bir tehlike teşkil ediyor. Zaten Albright da tehlikeyi küresel boyutlarda ele alıyor; üstelik bunun için de uygun bir profile sahip. Kendisi henüz emekleme çağında iken, ülkesi Nazi orduları tarafından işgal edilmiş Çek kökenli bir ailenin çocuğu ve en eski anısı da, savaş yıllarında sığındıkları Londra’daki evlerinde kendilerini Nazi bombardımanından koruyacağını sandıkları geniş, madeni bir masa! Savaştan sonra aile Çekoslovakya’ya dönüyor ve ülke komünizme kayınca orada da barınamayarak bu kez Amerika’ya göçüyorlar! Böylece Albright bir Amerikalı oluyor ve kariyerine de orada başlayarak hızla yükseliyor. Columbia Üniversitesi’nde doktora, Georgetown Üniversitesi’nde profesörlük ve arkadan da siyaset: Bill Clinton döneminde önce dört yıl BM’de temsilcilik, sonra da yine dört yıl (1997-2001) dışişleri bakanlığı! Kısaca, Amerikan liberalizminin “kırmızı çizgileri” içinde “teori ile pratiği” birleştirmenin parlak bir örneği!

• • •

Aslında Albright o kadar da kötümser değil; tehlike önlenebilir, diyor ve Trump yönetimini hiç de faşist bir yönetim olarak görmüyor. Daha genel planda “faşist” ülkelerle “otoriter” ülkeler arasında ilginç bir ayrım yapıyor; ölçütü de bu rejimlerin halk yığınları ile kurduğu ilişkiler. Albright’a göre otoriter rejimler aslında halktan korkuyor ve halk yığınlarına değil “koruma orduları”na ihtiyaç duyuyorlar; buna karşılık faşistler de kitleleri seferber etmeye çalışıyor ve bunun için de her türlü aracı mubah görüyorlar. Yazara göre Trump’la Hitler ve Mussolini arasında birçok ortak nokta var, fakat “modern ABD tarihinin en anti-demokratik başkanı olan” Trump, bir faşistten ziyade faşizm potansiyeli taşıyan bir lidere benziyor. Bu yüzden de, yazar, bu eğilime karşı net bir tavır almadıkları için Cumhuriyetçi Parti önderlerini kınıyor.

• • •

Putin’in Rusya’sı, Maduro’nun Venezuella’sı, Orban’ın Macaristan’ı, Erdoğan’ın Türkiye’si.. İşte Albright’a göre günümüzde “otoriter rejimler kulübü”nün bazı göze çarpan üyeleri.. Almanya, Fransa, Polonya, Yunanistan gibi ülkelerde de aşırı sağ partilerin yükselişi faşizan bir tehlike olarak görülüyor.. Yine de Albright’ın aynasında günümüzde gerçekten faşist olan tek ülke var, o da Kuzey Kore.. The Economist dergisinin (14 Nisan 2018) yazdığına göre, Albright, 2000 yılı Ekim ayında, Pyongyang stadyumunda, ABD Dışişleri Bakanı olarak Kim Jong İI ile yan yana oturmuş ve kızlı erkekli 100 bin Kuzey Kore’linin, ellerinde silah, mükemmel bir uyum içinde yaptıkları gösteriyi izlemişti. Halk, ideoloji, silah, führer her şey tamamdı ve herhalde kafasından da bu imajı hiç silememişti. Büyük bir olasılıkla zihnindeki “faşist Kore” imajı da o sırada şekillenmişti.

Doğru ki, burada “faşist” kavramı uygun düşmese de, Kuzey Kore’nin acımasız “komünizm”i günümüzde insan hakları ve demokratik özgürlükler açısından çok olumsuz bir profil sergiliyor. Yine de Albright’ın, Kore’yi aşağılarken, bir bakan olarak yıllarca dost geçindiği çürümüş teokratik Arap despotlardan söz etmemesi de gözden kaçmıyor. İşte tam da bu noktada, faşizm yorumunda, liberal düşünceyle Marksistleri ayıran temel noktaya gelmiş bulunuyoruz. Aslında liberaller insan haklarına saygı gösterilmesini, tüm özgürlüklerin korunmasını içtenlikle arzu ediyorlar; fakat tüm verilerin aksini göstermesine rağmen, bu özgürlüğün bugünkü sermaye düzeni ve sermaye hegemonyası altında da sağlanabileceğini sanıyorlar; ya da buna inanır görünüyorlar. Gerçek şu ki 1917’de insanlığa büyük umutlar saçan devrimden yetmiş iki yıl sonra, Sovyet tecrübesinin iç karartıcı koşullar altında iflası ile sanki tekrar başlangıca, Fransız Devrimi koşullarına dönmüşe benziyoruz. 1789’da, bir yandan devrimciler “evrensel haklar beyannamesi”ni kaleme alırken, öbür yandan da burjuvalar “halkı” silahlandırıyor ve “servet”lerini korumak için “Ulusal Muhafızlar” (Garde Nationale) ordusunu kuruyorlardı. Oysa bunlardan ikincisi (Garde Nationale), birincinin (Evrensel Haklar) garantisi olamazdı ve olmadı. Nitekim Bastille’in zaptından daha iki yıl geçmeden, bir yasayla (Le Chapelier yasası, 14 Haziran 1791) işçi örgütlenmeleri yasaklanıyor ve sermaye emniyet altına alınıyordu. 1848’de, Ulusal Muhafızlar ayaklanan işçileri ezdiği zaman bu gerçek çok daha dramatik bir şekilde ortaya çıktı. Günümüzde ise “ulusal muhafızlar”ın yerini tomaları, tazyikli suyu, biber gazı ve copuyla toplum polisi almış bulunuyor. Durum böyle iken “faşizm tehlikesi”ne de asıl bu pencereden bakmak ve başarılı olmak için buna uygun araçlarla donanmak gerekiyor.

“Bugünkü Ulusal Meclis, Macron lehine bir plebisitin ürünüdür” diyor Badiou (s. 117). Bu yolla da, Macron, kendi seçtiği/seçtirdiği “vekiller” üzerinde tam bir kişisel dikta kurabilmişti. Trump’ın Amerika’da, Cumhuriyetçi partiyi rehin alarak gerçekleştirdiği “darbe”yi, Fransa’da eski “sosyalist” Macron, kendine ait bir parti kurarak daha radikal bir şekilde gerçekleştirmişti.







• • •

Peki, bu kavgada “liberaller”in yeri ne? 

Madem ki sorgulamaya liberallerin önemli bir temsilcisi olan Albright ile başladık; onun kavgasını tartışıyoruz; o halde onunla devam edelim. Mütevazı şirketini (Albright Capital) gayet tedbirli bir şekilde yöneten ve George Soros, Jacob Rothschild gibi ünlülerle Afrika’da ortak yatırımlar yapan eski dışişleri bakanının bu kavgadaki yeri aslında belli: liberal burjuvazinin safları. “Anti-faşist” kavgası da burjuva demokrasilerinin “kırmızı çizgileri” ile sınırlı kalıyor. Yine de bu karanlık günlerde, görmüş geçirmiş bir diplomatın, Trump ve irili ufaklı diktatör taslaklarını teşhir ederek yararlı bir iş yaptığını da kabul etmek gerekiyor!

• • •

Albright’ın kavgası böyle; bir de Badiou’nun kavgası var.

Fransız düşünürü Alain Badiou liberal değil Marksist; o da bir kitap yazdı (Eloge de la Politique, 2017) ve küresel gelişmelere kendi ülkesinden bakarak o da “Macron fenomeni”ni mercek altına aldı. Tabii hemen “Macron ve faşizm? Ne ilgisi var?” diye yükselen sesler duyar gibi oluyorum. Gerçekten de yok görünüyor; zaten Badiou da “faşizm”den söz etmiyor; onun tercih ettiği kavram “darbe” (coup d’Etat). Günümüze özgü, farklı, sivil bir “darbe”! İleri kapitalist ülkelerde darbeler artık askerler tarafından yapılmıyor. “Partiler içinde, ya da partiler tarafından da yapılmıyorlar; darbeleri belli bir konjonktür doğuruyor” (s. 117). Demokrasilerde ilke olarak partiler kurulur; bunlar zamanla güçlenir, oylarını artırırlar ve sonunda da iktidara gelirler. Gelmeseler de siyasi hayatın bir parçası olurlar. Oysa Macron olayında böyle olmadı.

Peki, nasıl oldu? 

Önce Macron’u “destekleyen ve onun siyasi meşruiyetini sağlayan bir araç (appareillage)” kotarıldı; sonra da plebisit niteliği taşıyan bir seçimle “kim olduğunu ve ne yapacağını bilmeyen” kimselerden meydana gelen bir Meclis çoğunluğu oluşturuldu. Aday olmak isteyenler Macron’a başvurup özgeçmişlerini yollamış, Macron ve danışmanları bunları incelemiş ve süzgeçten geçirmiş, sonunda da bugün Fransa parlamentosundaki çoğunluğu içeren liste ortaya çıkmıştı. “Bugünkü Ulusal Meclis, Macron lehine bir plebisitin ürünüdür” diyor Badiou (s. 117). Bu yolla da, Macron, kendi seçtiği/seçtirdiği “vekiller” üzerinde tam bir kişisel dikta kurabilmişti. Trump’ın Amerika’da, Cumhuriyetçi partiyi rehin alarak gerçekleştirdiği “darbe”yi, Fransa’da eski “sosyalist” Macron, kendine ait bir parti kurarak daha radikal bir şekilde gerçekleştirmişti. Macron’un konumu ve “parti”si ile ilişkisini Badiou şöyle betimliyor: Fransa, son seçimlerle “III.

Napolyon’dan beri ilk kez” bir “parti”nin bir “aday”a değil de, bir “aday”ın bir “parti”ye sahip olduğu bir durumla karşılaştı! (s. 68). III. Napolyon’un iktidara gelir gelmez yaptığı ilk şey İngiltere ile bir serbest ticaret anlaşması imzalamak olmuştu. Bu, Fransa’yı zamanın küreselleşmesi içine sokmak demekti. İşte, Badiou’ya göre, bugün kendisini siyasetin üstünde (“ne sağda, ne solda!”) ilan eden, fakat aslında borsa prensleri (CAC 40) tarafından yönlendirilen Macron’un yaptığı şey de buydu! Bir yıl önce Badiou’nun bu konularda işaret ettiği icraat bugünlerde de emekçileri sokağa dökmüş bulunuyor!

• • •

III. Napolyon, Macron, darbe! Gördünüz mü şimdi? Bizler AKP’nin zuhuru ve “darbe”sinde III. Napolyon’u anımsatan taraflar bulurken, Marx’ın izinde bir Fransız düşünürü de Marx’ın “yeteneksiz ve grotesk” dediği bir darbecide bugünkü Fransa’yı açıklayıcı taraflar buluyor. Kaldı ki Fransa’da yaşananlar daha önce İtalya’da da yaşanmıştı. “Partinin adayı” değil de “adayın partisi” olgusu daha önce orada ortaya çıkmıştı. Geleneksel siyasetin dışında kalma heveslisi “anti-sistem” dalga, ilk işaretlerini dokuz yıl önce İtalyan komedyeni Beppe Grillo’nun yarattığı “Beş Yıldız” hareketinde vermişti. Siyasetin amatör lig şampiyonları geçen Mart ayında, son seçimlerde de büyük bir zafer kazandılar.

• • •

Badiou, emperyalizmin farklı gelişme düzeyindeki ülkeleri farklı şekillerde dizayn eden bir süreçte benzer taraflar da olduğunu söylüyor ve bunda da çok haklı! Bizde de AKP alelacele kotarılıp bir yıl içinde iktidara gelmedi mi? Gerçi Erdoğan’ın “tek adam”laşma süreci hayli uzun sürdü ve badireli oldu. Ne var ki ABD ve Fransa’da mevcut kurumsal güvenceler Türkiye’de bulunmuyor ve bu konuda yapılacak kıyaslamalar da gülünç olur. Ne Amerika’da ne de Fransa’da, kendi bağlamında haklı tüm eleştirilere rağmen, örneğin tek bir gazetecinin, tek bir hâkimin, tek bir avukatın tutuklandığını duyan, bilen var mı? Bizde ise darbeler darbeleri izledi ve sonunda da -halkın yarısına yakınının oyunu alsa bile- halka güvenemeyen ve ülkeyi halka değil de OHAL ve korumacılar ordusuna dayanarak yöneten bir rejim çıktı ortaya. Varılan noktada da, aynı zamanda parti başkanı olan bir devlet başkanının, artık parti il-ilçe kongrelerinde militanlarını “kapı kapı dolaşmaya” teşvik ettiği sahnelere tanık olmaya başladık.
Bu anormal durum daha ne kadar sürebilir? Bir “baskın”a dönüşen 24 Haziran seçimleri köklü ve kalıcı bir değişimin başlangıcı olabilir mi? Olursa, bunun hangi yönde gerçekleşme olasılığı daha fazla görünüyor? Artık bu sorulara teorik tartışmalarla değil de, pratik planda, seçim sandığına atılacak oy pusulaları ile yanıt vermenin zamanı gelmiş bulunuyor. Bu oylar, 24 Haziran akşamında ya umut kapılarını aralayarak ülkede hüküm süren karamsarlığa son verecek, ya da “uzatmalar” bir süre daha devam edecek ve mevcut sorunlar daha da ağırlaşacaktır.

Taner Timur / BİRGÜN

22 Nisan 2018 Pazar

CHP’nin adayı kim olmalı? - ORHAN BURSALI

CHP salı günü aday belirleme için toplanacak. Hayat yavaş işliyor orada. Baskın yapan her zaman çok daha hazırdır. Erken seçim bir yıldır 2018 için konuşulduğuna göre, muhalefetin de en az iktidar kadar seçimlere hazır olması beklenir. Hazır olma hali, iktidarı da aşacak ve toplumu kucaklayacak bir program ve adayın varlığıdır. 

İktidardan memnuniyetsizlik var mı, var. Özellikle Referandum’da bu net ortaya çıktı. 
Geçen süre içinde bu memnuniyetsizlikte artışı durduracak bir ciddi gelişme olmadı. Afrin operasyonu mu? Anket şirketleri en çok artı 1 puandan bahsediyor, ama bugün ülkede ana babaların çocukları için taşıdıkları endişeye bakarsanız, Afrin’in iktidara oy taşıyacak bir mekanizma olarak görülmesine karşı ciddi bir tepki oluşmasını da beklersiniz. 

Yani kazın ayağı pek de öyle iktidarın sandığı gibi olmayabilir. Ama ne yazık ki, ciddi araştırmalarla elde edilen bilgi yok. Oysa millet ne düşünüyor konusunda çok ciddi verilere ihtiyacı var toplumun. 

Hiçbir parti lehine manipülasyonun yapılmadığı seçim anketlerine ise çok daha fazla ihtiyaç var. 8 hafta boyunca tekrarlanacak anketler gerek. 

Çünkü, ciddi verilerle-bilgiyle seçime gidilmeli ki, seçim sonuçlarıyla karşılaştırılabilsin ve sonuçlar arasındaki farklara bakarak büyük alavere-dalavere varsa ortaya çıkarılmasına bu veriler de yardımcı olsun. CHP’nin ve sivil toplumun bu konuda harcama yapmaya niyeti var mı?

Sadece hoşnutsuz olanlar değil 
Dedik ki iktidarı aşacak program gerekmekte. Muhalefet partileri iktidardan kopmakta olan seçmenlerle yetinebilir mi? Şüphesiz ki hayır, tüm ülkeyi kapsayıcı, cezbeden programlar ortaya konulmalıydı. Ki ülkeyi bugünkü zor koşullarından esenliğe çıkartabileceklerine inandırsınlar. 

Bu konuda, Türkiye’nin demokrasi ve adalet gibi temel sorunlarının çok daha ötesinde, içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi çıkmazlara çözüm öneren büyük hazırlıklar yapması gerekirdi. 

İktidarın Doğu ve Batı’da ülkeyi sürüklediği yalnızlık ve açmazlar, adeta kader olarak    kabul edilmektedir. 

Hayır, kader değil, siyasette “kader”, hele bir iktidarın yarattığı kötü durum ise, var olana boyun eğme asla olmaz, olamaz. Sonraki yazılarımda iki örnek vereceğim.

Kim olmalı? 
Öncelikle şu saptamayı yapalım: Muhalefetin daha ilk turda tek bir ortak aday ile seçimlere katılma olasılığı, Meral Akşener’in adaylığını açıklamasıyla ortadan kalkmıştır; bu konuda bir saniye bile boşa harcanmamalı. Bu zaten iki turlu seçimlerde eşyanın doğasına aykırıdır. 

İktidarın Meral Akşener’in adaylığını bile engelleme durumu ortaya çıkarsa, yeniden düşünülebilecek bir seçenek olabilir. 

Önceki gece bir dost sohbetinde CHP’nin ortalıkta dolaşan aday isimleri üzerine konuşurken, İlhan Kesici adı öne çıktı. Bunu sosyal medyada paylaştım. 
Yazıyı yazarken şimdi saat 17.20; 245 beğenen olmuş, 53 kişi bu bunu kendi izleyicilerine yaymış, 123 kişi de görüş belirterek tartışmaya katılmış. 

Tartışmaya katılıp görüş belirtenlere bakıyorum: 25 kişiye yakın olumlu; 40’a yakın olumsuz. Şüphesiz Muharrem İnce’yi önerenler de var, 12 kadar, ve bir o kadarı da Büyükerşen’i öneriyor. Kimi Ali Koç gibi genç birisi olsun demiş, Sunay Akın’ın ve Metin Feyzioğlu’nun da adını veren az sayıda kişi var. Bana özel yazan bir kişi de Uğur Dündar diyor. Kılıçdaroğlu için 3 kişi olumlu.

Birleştirici güç aranıyor 
Aramızdaki tartışmada Kesici’nin CHP etkinliklerine, mesela Adalet Yürüyüşü’ne katılmadığı ve parti tabanında mücadele etmediği, Muharrem İnce’nin ise tabanda büyük bir mücadele gücü olduğu ve halk adamı olduğu gibi görüşler de vardı. 
Bu konuyu, bir ismi desteklemek amacıyla değil, bir somut isim üzerinden giderek neler düşünüldüğünü anlamak için gündeme getirdik. Hayır diyenler, sağdan adaya karşı sol adayda ısrarcıydı. Fakat, ilk turda en çok oyu alırsa, CHP adayının ikinci turda büyük kitleyi sürükleyip sürükleyemeyeceği de, aday belirlemede zaten temel tartışma konusudur. 

Şüphesiz sol olsun da ne olursa olsun anlayışı tartışmaya açık. 
Eğer ikinci tur olursa, birinciliğin hangi adayla göğüslenip ülkede yeni bir sayfa açılabileceği, çok daha el yakıcı bir mesele. 

Birleştirici büyük ve mücadeleci güç aranıyor! 

Seçimler ikinci tura kalırsa, CHP’nin aday profili zayıf kalırsa, Meral Akşener’in en çok oyla muhalefetin adayı alma olasılığı var. 

Kim kalırsa kalsın, herkesin destekleyeceği açık.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Buldunuz mu cumhurbaşkanı adayını? - KEMAL OKUYAN

Memleket başkan dolu. Şefi, müdürü filan da sayarsak milyonlarca… Ne güzel, gelir dağılımında yakalayamadığımız adaleti azıcık da olsa sıfatlarda, koltuk ve makamda yaşıyoruz, her taraftan başkan fışkırıyor.

Neye yarar! Başkanımız çok ama iş cumhurun başına geçmeye gelince yok, onun için uygun biri bulunamıyor. 

CHP bulamıyor ya da buldu ama söyleyemiyor örneğin. Kılıçdaroğlu “Ekmeleddin’e ne laflar etmişlerdi, şimdi kafamdakini söylesem ortalık yıkılır” demişti, kim bilir belki son anda açıklayıp tartışmaların önünü kesmeyi planlıyor.

Karayalçın deniyor, Kesici deniyor, Büyükerşen deniyor. Abdullah Gül’ün de ismi geçiyor… 

Lakin geciktikçe bu geçen isimlerin ağırlığı azalıyor, çünkü beklenti büyüyor, daha büyük, daha etkili bir isim gerekiyor!

İşte Ahmet Hakan Hürriyet’te “anlaşıldı CHP doğru düzgün bir aday çıkaramayacak” diye yazıverdi. Yazarken rahat, çünkü bu saatten sonra hiçbir isim “hah işte, budur” dedirtmez, hoplatmaz, zıplatmaz.

Sizin aklınıza geliyor mu?

CHP’yi boş verin, onları örnek diye verdim. Bu yazıyı okuyanlar, “Erdoğan’ın karşısına aday olarak şu çıksın” diyebiliyorlar mı? 

Yanlış anlaşılmasın, memlekette doğru düzgün insan az değil. Yöneticilik sorumluluğu üstlenebilecek çok sayıda bilim insanı, siyasetçi, sanatçı, emekçi var. Ancak “başkanların başkanı”ndan beklenti büyük.

Bir kere sandıkta Erdoğan’ı alt edeceksin. E... bu nasıl olacak? Tanınacaksın, medyatik olacaksın. Nihat Doğanların, Seda Sayanların, Hülya Avşarların, Yavuz Bingöllerin, cinci hocaların, kediciklerin domine ettiği “ünlüler dünyası”nda gölgede kalmayacaksın.
Sonra?..

Aslında sonrası yok diye düşününler de var. Erdoğan yenilince sonrası halloluyor zaten!
Yok hallolmuyor. Madem başkan oldun, memleketi düzlüğe çıkaracaksın.

Düzlükten herkesin anladığı da farklı. Kimisi dolar artmasıncı, kimisi Avrupa Birliği ve ABD ile aramız düzelsinci, kimisi iş derdinde, kimisi rant…

Biz kendi doğrumuzdan hareket edelim ve laiklik ilkesine sıkı sıkıya sarılan, insanın insanı sömürmesine karşı duran, bugünkü toplumsal sistemi sorgulayan, eşitliği savunan, ırkçılıktan tiksinen, yurtsever bir Cumhurbaşkanı adayı bulmaya çalışalım.

Bu özellikleri taşıyan bir değil, on binlerce kişi var kuşkusuz Türkiye’de. Ancak azıcık şöhret olacaksın, Erdoğan kültüyle baş edeceksin, ona laf yetiştireceksin.

Hadi bunu da becerdin, o halde bütün bunları yaparken nereye dayanacaksın, gücünü nereden alacaksın?

Örgütsüz ve örgütsüz olduğu oranda pusulasız bir toplumu esenliğe çıkartmaktan söz ediyoruz.

Böyle şey yok. Lider, önemlidir, tarihte bireyin rolü diye bir şey vardır ama bugünün Türkiyesi’nde “bir kişi berbat etti, başka birisi düzeltir” beklentisi her açıdan zırvalıktır.
Üstelik bir kişi berbat etmiş filan değil, Türkiye’nin bugünkü durumunun sorumlusu sömürücü patron sınıfıdır, bu sınıfın egemen olduğu toplumsal sistemdir. Buradan “başkan”la filan çıkılmaz.

Tersine “başkan” fikrine karşı durarak, toplumu göreve çağırarak, örgütlü siyasetin altını kalın kalın çizerek kurtuluş yoluna girilir. Sermaye sınıfı için ipleri tek kişinin elinde toplamanın avantajları vardır, nasılsa sömürü çarkı dönmekte, tek kişi ise işleri kolaylaştırıp kitleleri uyutabilmektedir.

Oysa halk için tek çıkış yolu, bir ortak irade, bir toplumsal irade oluşturmak, gerekiyorsa liderleri bu iradeye dayanarak yaratmaktır. 

Yok bu irade olmasın, vatandaşın biri çıksın yensin Erdoğan’ı, sonra da hep birlikte ihya olalım. Hadi ya!

Geçiniz… “Yar bana bir başkan adayı” diye kıvranıp durmak yerine, her tarafından başkan fışkıran bu ülkenin nasıl bu kadar aciz hale getirildiği sorusuna cesur bir yanıt vermek gerekir.

Türkiye’nin önceliği başkan değil bizzat cumhurun kendisidir, onun ayağa kalkması, kendine gelmesi…

Meşru ve doğru olan da budur. 

Kemal Okuyan / SOL

Gecekondu mahallesinde Mercedes! - TARIK ŞENGÜL

Türkiye baskın seçime kilitlenirken, geçtiğimiz haftadan aklımda üç sahne kaldı. 

Birinci sahnede, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Grup konuşmasını yapıyor. Kılıçdaroğlu, konuşmasının bir bölümünü başta İstanbul olmak üzere özellikle büyük kentlerde yara haline gelen tapu sorununa ayırıyor ve halktan yetki isteyerek, tapu sorunu yaşanan yerlerde tapuları hak sahiplerine vereceğini vurgulayıp, “Evet tapu dağıtacağım. 50 yıldır oturanlara vereceğim. O zat bilsin ki, biz Ecevit geleneğinden geliyoruz. Toprak işleyenindir” diyor.

İkinci sahne, o zat dediği Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İstanbul Maltepe’de halka yönelik yaptığı konuşmadan. Tapu sözü veren Kılıçdaroğlu’nu eleştiren Erdoğan, “nerede bunlar cebinde mi. Neyi dağıtıyorsun. Bunlar hep böyle hayatları boyunca dağıttılar. Kendilerini dağıttılar kendilerini” diyor.

Üçüncü sahne, İstanbul’un Beykoz İlçe Kongresi öncesinde, Yine Erdoğan’ın halka yönelik yaptığı konuşmadan. Cumhurbaşkanı Erdoğan, konuşmasında ilçenin imarı konusuna değinip, “size tapu dağıttık” dedikten sonra yanına AKP’li Beykoz Belediye Başkanı Yücel Çelikbilek’i çağırıyor. Çelikbilek, Erdoğan’ın yanına gelirken, miting alanından “yuh” sesleri yükselince, Erdoğan, Çelikbilek’ten aldığı bilgiyle, “Mahkemenin aleyhte karar verdiği şeyleri bizim düzeltmemiz mümkün mü?” diyerek müdahale ediyor. Bu müdahaleye rağmen dinleyiciler arasından “yuh” ve “yalan söylüyor” sesleri yükselmeye devam ediyor.

Ne kadar içten olduğunu tartışabilirsiniz ama şu bir gerçek ki AKP, toplumun ezilen kesimlerine yöneldi, onların sorunlarını öne çıkardı ve sonuçta bu kesimlerden geniş bir destek alarak iktidara geldi. Şimdi o bağ hızla kopuyor!
Kurulan bağlar içinde arsa ve konut alanı önemli bir yer tutuyordu. Nitekim AKP’nin uzun iktidar döneminde, kentsel dönüşümün sihirli ve çekici bir kavram haline gelmesi de bu yüzden oldu.

Gecekondu ve benzer nitelikteki bölgelerde yaşayan hak sahiplerine dönüşüm projelerinin bu kesimleri ihya edeceği sözü verildi. Benzer biçimde TOKİ’nin konut projelerinin yarattığı rant eleştirildiğinde, bu rantın alt gelir gruplarının ucuza konut sağlanması için kullanılacağı söylendi. Yine 2B niteliğindeki arsalar üzerine yapılan konutların bu bölgelerde yaşayanlara satışının sağlanacağı, böylece özellikle bu alanlarda işgalci konumdaki alt gelir gruplarının mülkiyet sorunlarının çözüleceği sözü verildi. 

Peki tutuldu mu bu sözler?

Gidin, bakın İstanbul’un göbeğindeki Fikirtepe’de ortaya çıkan duruma; sağlanan onca teşvik ve imar hakkı avantajlarıyla alana giren ve boşaltılan binaları yıkan müteahhitlerin bir bölümünün nerede olduğunu kimse bilmiyor. Müteahhitlere güvenip, kiraya çıkan hak sahipleri şu sıralar çaresiz durumdalar. Sulukule’de yerinden edilenlerin nerede yaşadığını bilmiyoruz ama aynı alanda yükselen villalarda kimlerin yaşadığını hepimiz biliyoruz! Başıbüyük, Ayazma, Gülsuyu, Gülensu gibi dönüşüm bölgelerinde hak sahipleri arasında kim memnun bir sorun bakalım!

AKP iktidarının kentsel dönüşüm ve arsa politikası yoksulluk alanlarında kocaman bir başarısızlığa dönüştü. Peki AKP niçin başaramıyor? Yanıt çok karmaşık değil. AKP iktidarı, bu alanlara rant gözlüğüyle bakıyor ve yaratılan rantın o alana ait olmayan çok sayıda talibi var. Belediyesi var, TOKi’si var, müteahhitleri var, spekülatörleri ve aracıları var, var da var! Öyle olunca, rant paylaşım savaşlarından hep hak sahipleri yenilerek çıkıyor. Eğer bir alan rant yaratmıyorsa o zamanda da ne belediyelerin, ne Şehircilik Bakanlığı’nın, ne de TOKİ’nin ilgi alanına girmiyor.

Belediye Başkanı “efendim, mahkeme kararı var” diyor, Cumhurbaşkanı Erdoğan’da mahkeme kararı varmış diye tekrarlıyor. Yargı kararlarına uyulmasından daha doğru ne olabilir diyeceğiz ama keşke, alınan aleyhte mahkeme kararlarına rağmen gökyüzü ve ahlak kurallarını delen onca rant projesini bilmesek! İşte orada kentin orta yerinde duran Gökkafes, bakın bakalım dosyasında kaç tane olumsuz mahkeme kararı var?

Mahkeme kararları kentlerin yoksuluna, ezilenine, dışarıda kalanına işliyor! AKP, desteğini alarak iktidara geldiği bu kesimlerden hızla kopuyor. Koptukça da Kılıçdaroğlu’nun sözünü ettiği gecekondu mahallesinden bir zamanlar çıkıp, sonra Mercedesi’yle dönen sonradan olma zengine benziyor. Bu benzetmenin yapıldığı saatlerde AKP’li siyasetçilere seçim sürecinde lüks arabalarınıza binmeyin deniliyor.

Hikâye bitmiş değil! İki ay sonra hep birlikte göreceğiz; bu mahallelere konulan sandıklardan Tarık Akan, Kadir İnanır, Yılmaz Güney mi yoksa Hülya Koçyiğit, Yavuz Bingöl, Tamer Karadağlı mı çıkacak...

Tarık Şengül / BİRGÜN

Konut sektörü de su kaynattı - HAYRİ KOZANOĞLU

Türkiye’de konut satışları mart ayında bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 14 azalarak 110 bin 905’e geriledi. Ülke 2018 Haziranı’nda baskın bir seçime sürüklenirken, konut sektörü de ekonomideki kötü gidişin ‘hali pür melalini’ yansıtıyor.

Büyümenin motoru olarak sunulan konut sektöründe işlerin yolunda gitmediğinin belirtileri vardı. Son açıklanan rakamlarla işlerin sarpa sardığı ayan beyan ortaya çıktı. Zaten müteahhitler uzun zamandır durumdan şikâyet ediyor, sürekli hükümetten faiz indirimi, KDV tavizi gibi taleplerde bulunuyorlardı.

Konut üretimi inşaat sektörünün kabataslak yüzde 60’ını oluşturuyor. Türkiye’de konut satışları eylül sonuna kadar geçerli vergi indirimlerine rağmen 2017’de hız keserek ancak yüzde 5 artmıştı. Özellikle ipotekli satışlarda duraklama gözlenmişti. İstanbul ve Ankara durgunluğun en belirgin ortaya çıktığı merkezler olarak öne çıkıyor.

Konut fiyatları reel anlamda geriliyor
Konut sektörüne ilişkin eğilimleri iki veri setinden izlemek mümkün. Biri Merkez Bankası’nın Hedonik Konut Fiyat Endeksi, diğeri de TÜİK’in konut satış istatistikleri. Konut Fiyat Endeksi 2018 yılı şubat ayında bir önceki aya göre yüzde 0.76 artarken, yıllık artış ise yüzde 9.51 olarak gerçekleşti. Böylelikle reel anlamda konut fiyatları yüzde 0.68 geriledi.

Asıl dikkat çeken, yüzde 10’un üzerinde seyreden tüketici enflasyonuna karşın, 2018 Şubat itibariyle İstanbul’da son bir yılın konut fiyat artışının yüzde 3.98, Ankara’da ise yüzde 6.16 gerçekleşmesi. İzmir’de konut fiyatları yüzde 16.70 yükselişle ortalamayı yükseltiyor. Üç büyük ilde şubat ayı konut fiyatları sırasıyla yüzde 0.55, 0.13 ve 1.24 oranlarında yükseldi. Özellikle Ankara’da tam bir durgunluk gözleniyor.

Konut satışları düşüyor
Derken dün 2018 Mart ayı konut satış rakamları geldi ve durumun daha da vahim olduğu ortaya çıktı. Türkiye’de konut satışları mart ayında bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 14 azalarak 110 bin 905’e geriledi.

İpotekli konut satışlarında daha keskin bir düşüş yaşanarak, 2017 Mart ayına göre yüzde 35 düşüş gözlendi. Sektör sözcüleri aylık faizlerin yüzde 1’in altına düşmesi halinde konut kredilerine rağbetin bıçak gibi kesildiğini ifade ediyorlar. Nitekim Merkez Bankası’na göre konut kredisi faizleri yüzde 15 düzeyinde bulunuyor.

Konut satışlarında diğer bir ölçüt, ilk defa satılan konutlar ve ikinci el konut satışları arasındaki dengedir. İlk defa satılan konutların son bir yılda yüzde 10.1, ikinci el konut satışlarının ise yüzde 17 azaldığı anlaşılıyor. Ekonomik büyümeyi asıl etkileyen, konut stoklarındaki değişme, yani ilk el satışlarıdır. Ortalama yüzde 14’ün altında kalsa dahi, bu segmentteki yüzde 10.1 çekilme yine de ürkütücü.

Döviz kurundaki sıçramanın da etkisiyle, konut sektörü yabancılar açısından giderek cazip hale geldi. Nitekim martta yabancılara konut satışları yüzde 15.8 artarak, 1827 oldu.

Sonuç
2016 Eylül itibarıyla konut kredilerinde peşinat oranının yüzde 25’ten yüzde 20’ye indirilmesine; tapu harcı, KDV kolaylıklarına karşın konut sektöründe kanama durdurulamıyor. Faiz oranlarının yüksek seyri, özellikle sektörün yaklaşık üçte birini oluşturan ipotekli satışları vuruyor. Ülkede gelir ve servet dağılımının bozulması, özellikle dar gelirlilerin kira ödeme kapasitesini daraltıyor. Kiraların göreceli gerilemesi, bir konutun kendini amorti etme süresini artırıyor (Türkiye’de ortalama 20 yıl), bu da konut yatırımlarını baltalıyor. Sektör yabancılara satışlarla ayakta durmaya çalışıyor. Ülke 2018 Haziranı’nda baskın bir seçime sürüklenirken, konut sektörü de ekonomideki kötü gidişin “hali pür melalini” yansıtıyor.

 HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Ankara’dan soruşturma, ‘FETÖ’den ceza yok: Neden? - ERK ACARER

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “24 Haziran 2018 tarihinde erken seçime gidiyoruz” açıklamasının ardından, ülke gündemi bir anda allak bullak oldu. Anayasa, “İlk turda kazanan olmadığı taktirde 2’inci tur, seçimi izleyen 2’inci pazar günü yapılır” diyor. Buna göre en geç 8 Temmuz 2018’de Türkiye’nin istikameti belirlenecek.

Bu sadece bir rejim değişikliği ya da ülkenin kader oylaması değil bir liderin de en kritik seçimi olacak.

Herkesin bildiği, açıkça ifade edilebilir. İktidar ve Saray rejimi ‘hanedanlık’ ve ‘yargılanma’ arasındaki ince çizgide. Seçimin, bu denli erken bir tarihe çekilmiş olması, AKP’nin ülke yönetimi konusundaki tükenişi ile ilgili. Çökmek üzere olan ekonominin bir taban dalgası yaratmasına kesin gözüyle bakılıyor.

Topluma dayatma
İktidarın, yangından mal kaçıracak kadar telaşlı olmasını ise sadece yaklaşan ekonomik kriz ile açıklamak yeterli değil. Yolsuzluk, katliam, hukukuzluk dosyaları üst üste yığılmış durumda. Peş peşe ve çok defa Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ihlal edildi. Tüm bunların sonucunda ilan edilen bir seçim tarihi değil, topluma “Ya herru ya merru” dayatması.

İktidarın amacı
Mızrak çuvala sığmıyor. Tüm bunların üzerine, Türkiye’de 2015 yılından bu yana yaşanan katliamlardan darbelere toplumsal şaibeler biniyor. Yıllardır seçim kazanmak için savaşa ihtiyaç duyan iktidarın, baskılarla soru işaretlerini gidermesi mümkün değil. Bu nedenle bir an önce fişi çekip, mutlak karanlığın üzerine yatmak istiyor.

Sadece 4 gün yattı
Konuya ilişkin somut örnekler vermek mümkün. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 2 Nisan 2018’de ‘FETÖ/PDY’ Hacettepe Teknokent yapılanmasına yönelik olarak, 4 ilde operasyon yapıldı ve hakkında karar bulunan 25 kişiden 18’i gözaltına alındı. Gözaltına alınanlardan, Ankara İstihbarat eski Şube Müdürü Cihangir Ulusoy, 14 Nisan 2018 tarihinde çıkarıldığı Sulh Ceza Hakimliğince ‘resmi belgede sahtecilik’ ‘FETÖ/PDY’ yapılanmasına üye olmak ve yardım etmek sualamasıyla tutuklandı.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 2018’in Ocak ayının 3’ü itibarı ile yaptığı açıklamada, ‘FETÖ/PDY’ kapsamındaki tutuklular kapsamında şu bilgileri vermişti: “Bugüne kadar 113 bin 260 kişi FETÖ’yle ilgili gözaltına alınmış ve yaklaşık 745 kişinin gözaltı işlemi devam ediyor. Tutuklu sayısı 47 bin 155 ve bu önemli bir rakam.”

Tartışmasız önemli bir rakam. Bu kapsamda tutuklananların 10 bin 732’si polis. Polislerin neredeyse tümü halen cezaevinide, çıkanlara ise adli kontrol hükümleri uygulanıyor. İstisna ise Ankara İstihbarat eski Şube Müdürü Cihangir Ulusoy. ‘Resmi belgede sahtecilik’, ‘FETÖ/PDY’ yapılanmasına üye olmak ve ‘yardım’ suçlamaları ile tutuklanıp, sadece 4 gün cezaevinide kalıdı. Çok kritik bir nokta ise şuydu; Ulusoy’a adli kontrol şartı uygulanmadı.

Kimdir bu Cihangir Ulusoy?
Haber, gazetelerde “Şube Müdürü Cihangir Ulusoy cezaevine girdi/çıktı” ifadeleriyle yer buldu. Ancak bir konunun altı yeterince çizilmedi. Ulusoy, Başkent Tren Garı’nda 10 Ekim 2015 tarihinde gerçekleşen ve 103 kişinin yaşamını yitirdiği Türkiye’nin en büyük katliamda, Ankara’da istihbarat şefiydi. Müfettişlere verdiği ifadede dramatik bir biçimde “Önlem almıştık” dedi. Ama barış isteyenlere karşı: “Tahmini 10-15 bin arasında bir katılım olabileceğini güvenlik şube müdürlüğü ile sözlü olarak paylaştık. Ayrıca toplantı sonrasında bazı grupların Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na yönelebilecekini ilettik…”
Patlamayı araştıran müfettişler hazırladıkları raporların eklerinde patlamayı konu alan 62 ayrı istihbarat bilgisinin olduğunu deşifre etti. Rapora göre olay günü olan, 10 Ekim tarihine ilişkin bir istihbarat bile vardı ve daha çarpıcı olanı, bunda canlı bomba Yunus Alagöz’ün adı yazıyordu.

Tekrar Ankara’ya atanmıştı
Mülkiye ve polis başmüfettişlerinin hazırladığı 25 Şubat 2016 tarihli raporda Ankara Emniyet Müdürü Kadri Kartal, TEM Şube Müdürü Hakan Duman, eski Güvenlik Şube Müdür Vekili Adem Arslanoğlu ve TEM Şubesi C Büro Amiri Hüseyin Özgür Gür hakkında soruşturma izni verilmesi istendi. Ancak valilik, soruşturma için izin vermedi.
Soruşturma izni verilmeyenler arasına eski İstihbaratçı Cihangir Ulusoy da vardı. Görevinden alındı. Fakat 15 Temmuz darbesinin ardından bir kez daha aynı görevine getirildi.
Ankara katliamında 62 istihbarata rağmen önlem almayan bir istihbarat şefi, görevden alındıktan sonra tekrar niye aynı göreve getirildi? Önemli istinatlara rağmen ve bunca meslektaşı cezaevindeyken o, neden sadece 4 gün içerde tutulup adli kontrol hükümleri uygulamadan bırakıldı?

Adil Öksüz olayı gibi
Bu ayrıcalıklar, ‘kirli pazarlıkların ve acaba Ulusoy’un “Konuşurum” tehdididinin’ sonucu olarak verilmiş olabillir mi? ‘Ankara’nın önemli şifrelerinden Ulusoy kim bilir şimdi nerede? Bu sorularla birlikte, bir benzetme yapmak mümkün. Ulusoy, “Adil Öksüz” vakasına benziyor.

“Bana sormayın, onlara sorun”
Ulusoy’un müfettişlere verdiği cevaplardan biri şu yönde:
”…Sayın Valimizin doğrudan bilgi alabildiği İl MİT Bölge Başkanlığının ve İl Jandarma Komutanlığının da istihbarat imkan ve kabiliyetlerinden faydalanarak toplanan grubun faaliyetleri (IŞİD) ve muhtemel riskler konusunda bilgi alabilecektir. Ayrıca sayın Valimizin merkezi düzeyde başkaca haber alma ve bilgi edinme yetenekleri de vardır…”
Velhasıl, iktidar sadece ‘ekonomiden kaygılı’ demek yetmiyor. Mızrak çuvala sığmıyor. İşte bu seçim, o çuvalın üzerini toprakla örtme çabasıdır.

Erk Acarer / BİRGÜN

21 Nisan 2018 Cumartesi

Legion d'Honneur nişanını nereye takmalı? - ERHAN NALÇACI




Bu soruya yanıt vermeyeceğim, okuyucu yazıyı okuduktan sonra kendi karar versin!

Emperyalist bir devlet olmanın önemli şartlarından biri, işçi sınıfını diğer ülkelerin emekçilerine karşı işlenen suçlarda sermaye sınıfının işbirlikçisi haline getirebilmektir. Diğer ülkelerin işçilerinin sömürülmesinden alınan pay bir oranda işçi sınıfını düzen içinde tutmak için kullanılır.

Ancak emperyalist ülke eskisi gibi sömüremiyorsa ve bu pay düşüyorsa sermaye kendi ülkesinde işçi sınıfının ayağa kalkışı ile yüzleşmek zorunda kalır. Emperyalist düzenin krizi asıl olarak bu düğümde saklıdır.

Şimdi Fransa’nın içinde bulunduğu durum tam olarak buna denk düşüyor.
1830, 1848 Devrimleri’nin, Paris Komünü’nün, Halk Cephesi ve Nazilere karşı Partizan direnişinin şanlı ülkesinde özellikle 1960’lı yıllardan itibaren işçi sınıfı düzene hapsedilerek etkisizleştirildi. Fransız Komünist Partisi düzen içi bir partiye dönüşürken, işçi sınıfı aldığı yüksek sosyal ücretle törpülendi.

Şimdi Fransa uluslararası pazarlarda yeterince rekabet edemiyor, büyüme oranı %2’nin altında seyrediyor ve borçları hızla yükselmeye devam ediyor. Aşağıdaki şekil 2. Dünya Savaşı bitiminde Fransız sömürgelerini gösteriyor. Artık sömürge olmayan bu ülkelerle eşitsiz ve yeri geldiğinde askeri güçle sürdürdüğü ilişkide de zorlanıyor.

Şekil: Maviye boyanmış kısım1945’te Fransa’nın sahip olduğu sömürge ve Fransız mandası altındaki ülkeleri gösteriyor. Kuzey Batı Afrika’nın dışında Vietnam ve Suriye/Lübnan dikkati çekiyor.
 Fransız sermayesinin işçi sınıfının ücretini düşürmekten ve sömürü oranını artırmaktan başka çaresi yok. Son birkaç yıldır işçi sınıfına karşı başlatılan ve şu anda Macron tarafından yürütülen operasyon –bizim çok iyi deneyimlediğimiz gibi- özelleştirmelerle gidiyor.

Örneğin, demiryolu ulaşımı ve enerji üretimi, dağıtımı özelleştiriliyor. Buna paralel olarak işten çıkarmalar kolaylaştırılıyor, ücretler düşürülüyor, hastalık izinlerinin ücretsiz hale getirilmesi gibi sayısız başlıkta emeğe saldırılıyor.

Geçen yıl bu köşede (http://haber.sol.org.tr/yazarlar/erhan-nalcaci/fransada-kriz-209891), Fransa’da son yıllarda yaşanan terör eylemlerinin ve buna dayandırılan olağanüstü hâl uygulamasının sicili çok kirli Fransız sermayesi ve devleti tarafından örgütlenebileceği ima edilmişti.

Şimdi ise buna benzer önlemler fayda etmiyor gözüküyor. Fransa her sektörden yüz binlerce işçinin katıldığı ve yaz aylarına kadar süreceği ile edilen grev dalgaları ile sarsılıyor. Genel grev dalgası üniversite ve lise öğrencileri tarafından da destekleniyor. Demiryolu, sağlık, eğitim, havayolları, posta ve sayısız sektör çalışanı Fransa’nın hemen bütün büyük kentlerinde eylemdeler. Ayrıca üretimi durdurmanın şöyle sonuçları da var. Örneğin, elektrik ve gaz sektörü işçileri seçici olarak şirketlere ve alışveriş merkezlerine elektrik verilmeyeceğini bildirmişler.

Fransız emperyalizmi ise ancak kendinden büyüklerin arkasına sığınarak iş çevirebiliyor. Macron rezili, durup dururken Suriye’de kimyasal silah kullanılırsa saldıracaklarını açıklayınca ABD, İngiltere ve Fransa arasında gizli bir anlaşma yapıldığını anlamıştık. Sonra saldırının çapı konusunda uzlaşamadılar. Adeta herkesin gözü önünde aralarında pazarlık yaptılar. Macron, kendi ismi kadar Suriye Devleti’nin kimyasal silah kullanmadığını bildiği halde, bu pazarlıkta “sadece kimyasal tesislerine saldıralım” diyordu, yani “saldırıyı sınırlı tutalım”ı bu şekilde kodluyordu.

Şimdi kendi açılarından bile neye yaradığı anlaşılmayan saldırı sonrası Fransa fırlatmaya çalıştığı füzelerin bir kısmının neden ateşlenmediğini tartışıyor. Anlaşılan füzeler Fransız burjuvazisinden daha namusluymuş! Bu arada unutulmuştur, Fransa’nın Suriye halkının direnmesi üzerine 1925 ve 1945’te iki kez Şam’ı ağır bir şekilde bombaladığını ve binlerce kişiyi katlettiğini hatırlatalım.

Beşşar Esad’a Fransa tarafından 2001’de verilen Legion d'Honneur nişanının geri alınması söz konusu olunca dün Esad nişanı geri iade etti.

Tabii zamanında niye aldığı ayrı bir soru ama iade ederken, Fransa’yı ABD’nin peşinden kölece giden bir devlet olarak tanımlamış.
Yıllar önce bu nişanı reddeden ünlü Fransız şarkıcı Leo Ferre “Utanç gibi kırmızı ve mutsuz kurdele” demişti.
Bu yüzyıl içinde beklediğimiz sosyalist devrim dalgasının duraklarından birinin Fransa olması ihtimâl dâhilinde ve Fransız burjuvazisi Legion d'Honneur’ünü de alıp tarihin çöplüğüne gidecek.

Erhan Nalçacı / SOL