6 Mayıs 2018 Pazar

Yarış başladı... - L. DOĞAN TILIÇ

CHP’nin cumhurbaşkanı adayının kim olduğunu tartışa tartışa, ibrenin günbegün saat be saat bir isimden diğerine dönüşünü izleye izleye geçirdiğimiz günlerden ve “kesin şu” diyen köşecilerin ters köşe olduklarını da gördükten sonra, nihayet dün Muharrem İnce’nin adaylığı ilan edildi. O da, Mustafa Kemal’in izlediği yolu yürüyerek; Hacı Bayram’da Cuma namazı kıldıktan sonra I. Meclis’e giderek kampanyasını fiilen başlattı.

Şimdi yarış başladı!

Gönül isterdi ki, bu yarışta bir sosyalist aday da olsun. Kapitalizmin; insanlığı, dünyayı ve ülkeyi bir uçuruma sürüklediğini gösterip; herkesin işinin ve aşının olduğu, derelerin özgür aktığı bir başka dünyada yurttaşların yaşamalarının mümkün olduğunu anlatabilseydi.
Bunu başaramadık, yazık!

Ancak, ülkenin olağanüstü karanlık bir tek adam rejimine sürüklendiğini gördükten sonra, o gidişe HAYIR demek, o gidişi engellemek de görev.
İnsanların bir işaretle gözaltına alındığı, öğrencilerin bir sözle mahkemelere çıkarılıp tutuklandığı, manşetlerin bir ağıza bakılarak atıldığı, fabrikaların satılıp üniversitelerin bölündüğü, olağanüstü halin olağanlaştırıldığı, insanlarımızın birbirlerini boğazlayacak derecede kutuplaştırıldığı bir ülkeye ve savaşa HAYIR demek birinci görev.

Türkiye’nin solcuları, sosyalistleri, devrimcileri şimdi başlayan yarışa “bu yarış bizim yarışımız değil”, “biz bu yarışta yokuz” demeden olanca güçleriyle katılacaktır.

Katılmamanın, boş vermenin, boykot etmenin şimdi dayatılan olağanüstü halin olağan ve sürekli hale getirilmesine katkı vermekten başka bir anlama gelmediğini bildikleri için katılacaklar.

Seçim sonuçları ne olursa olsun, bu süreçte olabildiğince geniş kitlelerle buluşmak ve seçim sonrasına daha güçlü girmek için katılacaklar.
Halkın oylarının çalınıp çırpılmasına izin vermemek için katılacaklar.
Aday olanlara seçim sonrası kazanırlarsa ne yapacakları konusunda söz verdirmek, o sözlerin takipçisi olmak için katılacaklar.

Dün İnce’nin adaylığının resmileşmesiyle başlayan yarış, olağanüstü adaletsizlikler ve eşitsizlikler içinde sürdürülecek. Hep tek adamın sesi duyulacak, devletin bütün imkânları o tek adam için seferber edilecek, ekonomi çırpınırken devletin kasaları açılıp içindekiler saçılacak…

Ancak, bunların hiçbirisi tek adamın kazanmasının garantisi değil. Yenilgiye uğratılması gereken ilk şey “nasılsa kazanacaklar” ruh halidir.

Şimdi yine hepimiz Demirtaş’ı tekrar edeceğiz: Seni başkan yaptırmayacağız!
Türkiye’nin sosyo-politik gerçeklileri içinde bu seçimi kazanmak gerçekten ince hesaplar yapmayı, son derece dikkatli adımlar atmayı gerektiriyor.

Biliyorum; CHP içinde “İnce zinhar olmaz” diyenler oldu. İnce’nin parti içi mücadelede belli bir yeri vardı, genel başkanlığı aday olmuş ve o süreçte yanına çekebildiklerinden çoğunu karşısına aldığı için kaybetmişti.

Ancak, aday gösterildikten sonra bunların önemi kalmadı. İnce, parti örgütlerini ateşleyip mobilize edebilecek, CHP oylarını konsolide edebilecek ve yarışı ikinci tura taşıyabilecek bir aday.

Aday olmasında “Ekmeleddin” vakasının da bir payı var! O seçime gösterilen güçlü tepki, bu kez ona benzer bir hamlenin yapılmasını, akıllara gelse ve belki denense bile, olanaksız kıldı.

Bu süreçte, Kılıçdaroğlu’nun hakkını da teslim etmek gerek. Mevcut parti yapıları ve işleyişi içinde, İnce’nin adaylığını rahatlıkla engelleyebilirdi. Ancak yapmadı. İnce’nin de teslim ettiği gibi, iki kez kendisine rakip olan ve en ağır eleştirileri yapan birini aday gösterebildi.

İkinci tura taşınan bir seçimde, İnce’nin dindar, milliyetçi kesimlerden olduğu kadar Kürt seçmenden de oy alabilmesi gerek. Politik bilinci son derece yüksek olan Kürt seçmen için yalnızca dokunulmazlıkların kaldırılmasına hayır demiş olmak ve Ahmet Arif’ten şiirler okumak yetmeyecektir. 
İkinci tura kalmadan o seçmene dönük güçlü mesajlar vermesi gerekecek.

İnce, 24 Haziran’a kadar gidilecek olan kısa yolu ipince bir çizgi üzerinde yürüyecek. Hata yapıp düşmezse, ipi göğüslemesi uzak bir ihtimal değil.

 L. DOĞAN TILIÇ  / BİRGÜN

Olmak ya da oyuna dahil olmak - UĞUR KUTAY

Sinema seyircisinin aklını oyunlar üzerinden şekillendirme konusundaki eğilimlerine bakılırsa Hollywood’un hiç de sağlam bir pedagojik formasyonu yok; koca sektör oyunları hep korkutmak için kullanıyor. Daha fenası, bu korkutma eğlence amaçlı değil, ahlakçılık üzerinden işleyen derin bir ideolojisi var.

Kendisi başlı başına bir korkutma etkinliği olan Halloween ya da kamp ateşi etrafında -’medeniyet’ten uzakta- korku hikayeleri anlatmak gibi toplumsal oyunlar ile saklambaç, körebe ve hazine avı gibi karanlık köşeler barındıran çocuk oyunları zaten Hollywood korku sinemasının vazgeçilmez malzemeleridir. 

Ama Hollywood’un korku oyunundaki asıl gücü, oyuncak bebeklerin dehşet nesnesine dönüştüğü -katil bebek Chucky, lanetli bebek Annabelle- ya da korkuyla ilişkisi kurulamayacak en masum çocuk oyununun bile kâbus kılığına büründüğü hikayelerde ortaya çıkar -Elm Sokağı serisinde ağır çekimle ip atlayan kız çocuklarının tekerlemesini hatırlayın: “Bir iki, Freddy geldi / Üç dört, kapını ört / Beş altı, kurtaramaz seni tanrı / Yedi sekiz, uykudan uzak gezeriz / Dokuz on, uyursan bu olur son…” Oyunlar korku filmlerinde otoriteye karşı her türden girişimin cezalandırılması için bir araç olarak kullanılır. Pasif seyirci, özdeşleşme mekanizması sayesinde ister istemez kuralları otorite tarafından belirlenen bu oyunun katılımcısı haline gelir.

Bu hafta, bir korku filminin içerebileceği ideolojik manipülasyonların sınırsızlığını çok net gösteren bir örnek gösterime girdi: Truth or Dare?/Doğruluk mu Cesaret mi? ABD’de ergenlerin ve gençlerin özellikle cinsel yakınlaşma için araç olarak kullandığı bir oyun olan ‘doğruluk mu cesaret mi?’, korku sinemasında genellikle erotik güdülerin otorite tarafından baskılanmasını meşrulaştırmak için kullanılır. Oysa bu filmdeki oyun, Trump politikalarının çok bariz bir savunusuna aracılık ediyor.

Seçim çalışmaları sırasında Trump’ın sıkça değindiği konulardan biri ‘politik doğruculuk’tu. Trump sağ politik söylemlerin artık politik doğruluk kaygısı taşımaması gerektiğini söylüyor, bunu bizzat kendi konuşmalarıyla somutlaştırıyordu. ‘Politik doğruculuk’ bir ‘söylem ideolojisi’ olarak tartışılabilir elbette, ama burada bahsi geçen haliyle, yani Trump’ın nefret ettiği haliyle politik doğruculuğun reddedemeyeceğimiz kadar basit ve insani bir tanımı var: “farklı dil, din, kültür ve cinsiyetten kişileri incitmemek amacıyla, özenle kullanılan ifade, düşünce ve uygulamaları tanımlamak amacıyla kullanılan bir terim.” (tr.wikipedia.org)

Kadınlar hakkında, siyahlar hakkında, Meksikalı göçmenler hakkında, engelliler hakkında, kısaca kendisi gibi olmayan herkes hakkında aklına gelen her türden ayrıştırıcı ve aşağılayıcı şeyi söyleyerek oluşturduğu nefret dilini ‘dürüstlük’ olarak pazarlayan bu en kapitalist başkanın -evet, tanım bire bir uyuyor, ama hayır, ‘başgan’dan söz etmiyorum- tavrı filmde aynen ortaya çıkıyor: İnsanları incitme ve ilişkileri bozma korkusuyla söylemediğiniz şeyler var ya, sonucu ne olursa olsun, kim ne kadar incinirse incinsin, kendi varlığınız için bunları açıkça söylemelisiniz, yoksa ölürsünüz!

Politik doğruculuk yaptıkları zaman başlarına gelmedik kalmayan gençlerin oyunu oynamaya başladıkları yerin Meksika olması, ABD-Meksika sınırının bir kez doğrudan, üç kez de büyük tabelalarla özellikle vurgulanması, Meksika’dayken oyunun lanetini filmin esas karakterlerine bulaştıran gencin adının Carter olması -1976’da iki ülkenin ilişkileri limonîyken Meksika’da petrol kaynakları keşfediliyor, birkaç yıl içinde rezervlerin durumu belirginleşiyor ve Şubat 1979’da Başkan Jimmy Carter Meksika’ya resmi bir dostluk ve iş birliği ziyaretinde bulunuyor. Şu cümleler Carter’ın Meksika’da yaptığı konuşmadan: “Meksika’nın gelişme hedefleri doğrultusunda alacağı üretim kararlarına saygı duyuyoruz. Satmak isteyeceğiniz gaz ve petrole karşılık iyi bir müşteri olarak uygun fiyatla hızlı ödemeler yapmaya hazırız. ...Gelecekte ülkelerimiz arasındaki ticaret akışı daha da özgürleşecek, her iki yöne daha çok yasal göçmenlik mümkün olacak, ekonomistlerimiz, planlamacılarımız ve bilim insanlarımız arasında daha çok iş birliği yapılacak. Ve gelecekte, halklarımız hızla iki dili de konuşmaya başlarken her iki ülkenin de kültürünü geliştirecek ve koruyacağız.”- gibi birçok unsur, Trump politikalarının üzerimize düşen gölgesini fazlasıyla hissettiriyor.

Dahası da var; oyunun ilk sorusu şöyle: “Uzaylılar dünyayı işgal etti ve sana bir seçenek sunuyorlar: Ya bu odadaki herkes ölecek ama diğer herkes kurtulacak, ya da Meksika’daki herkes ölecek ama bu odadakiler kurtulacak. Hangisini seçersin?” Filmin baş karakteri Olivia milyonlarca insan yerine odada bulunan yedi kişinin ölmesini tercih edeceğini söyleyince Carter soruyor: “Söylediğin gerçek mi?” Film ilerlerken de tahmin edebileceğiniz gibi bu tür politik doğrucu yaklaşımların sadece felaket getirdiğini görüyoruz.

Tabii bu dürüstlük de değil, cesaret de! Ama Hollywood oyunu böyle kuruyor. 

Bu durumda belki de soruyu değiştirmek lazım: Oyuna dahil miyiz değil miyiz?

Uğur Kutay / BİRGÜN

Yanıtı hâlâ verilmeyen soru - MUSTAFA K. ERDEMOL

Iraklıların, Somalililerin, içişlerine sık sık karışılan eski Sovyet Cumhuriyetlerinin, ABD nefretinin nedeni aklı başında herkesin malumu, tamam da 1787 yılının Fransa’sı ne diye, keşfedileli henüz üç yüz kusur yıl olmuş ABD’yi tehlikeli görüyordu? Feodalizmi yaşamamış olmanın nimetlerinden, ilerleyen yüzyıllarda birçok ülkeyi perişan ederek yararlanmış olan ABD’den, İspanya dururken Fransa niye yakınıyordu? İspanya’nın ticari çıkarları için keşif gezilerine çıkan Colomb adlı maceraperestin keşfettiği, (kimi tarihçi ya da coğrafyacılara göre bu zattan çok daha önce başkalarınca bulunmuş olduğu belirtilen) ABD’den asıl yakınması gereken, sömürge alanlarını bu ülkeyle paylaşmaya niyeti olmayan İspanya olmalıydı. Tabii, ABD keşfedilir edilmez bölge ülkeleri için sorun olmuş değil. Kendi ticaret sınıfının palazlanması, dış pazar araması gibi aşamalardan sonra baş gösteren bir Amerikan tehlikesinden söz ediyorum.

Sözünü ettiğim 1787 yılında, Fransız Akademisi, öğrencilerine tartışma konusu olarak şu soruyu sorar: “Amerika’nın Keşfi İnsanlığa Yararlı Olmuş Mudur?” 

Bu soruya Fransız öğrencilerin yanıtlarının ne olduğunu bilmiyorum.
Bize sorulsaydı ne cevap verirdik? 


En azından kendi adıma, dünyanın başına ördüğü bu kadar çoraba bakıp, keşfedilmemesi keşfedilmesinden daha iyi olurdu diye yanıtlardım soruyu. Buna kimi itirazlar da gelirdi elbette. Örneğin ABD’nin iki yüzü olduğu, bu yüzlerden birinin sivil toplumculuğa, özgürlüklere açık olduğu ileri sürülebilirdi. Aynı kanıda olmamı gerektirecek mantıklı bir neden göremiyorum ben. ABD bugün neyse dün de pek farklı değildi. ABD’de köleliği kaldıran Başkan Lincoln’ün su katılmamış bir ırkçı olduğunu herkes bilir. Siyahlara da kimi hakların verilmesi gerektiğini söyleyenlere, “Ne yani, bu yaratıklarla aynı haklara sahip mi olacağız?” diye hayretle karşılık verdiği kayıtlıdır.

Bir dönem aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülkelerin “aydın” çevrelerinde çokça dile getirilen bir görüş vardı. ABD’de Clinton’un, İngiltere’de Blair’in varlığını esas alarak “Dünyaya ABD-İngiltere eksenli sol bir dalga yayılıyor” teranesine inanmıştı bu çevreler. “Sol dalga”nın yayılacağı ülkelerden biri olan İngiltere’de, etrafındaki Danışmanlar’ın Blair yönetimine “İngiltere 1800’lü yıllardaki emperyalist politikalarına geri dönmelidir” önerisinde bulunduğu ortaya çıktığında bile, hala o “sol dalga”dan umutlu şaşkın insan kümeleriydi bunlar.

Ardından, tarihin, dolayısıyla ideolojinin bittiği, kesin zaferin liberalizmin olduğunu iddia eden Francis Fukuyama’nın tezleri geldi. Fukuyama, ulus devletlerin sonunu ilan ediyor, küreselleşmeye engel bu tür devlet biçiminin yok olması gerektiğini vurguluyordu. Beklenen “sol dalga”ya önemli bir teorik dayanaktı bu. Utanma duygusu vicdanla beraber var olan bir duygudur. Küreselleşmeyi, sermayenin değil de halkların buluşması gibi anlayan köksüz “aydın”, Fukuyama’nın, en son yazdığı kitapta, bir önceki kitabı olan Tarihin Sonu ve Son İnsan’da dile getirdiği görüşleri reddettiğini duymak istemedi. Fukuyama, yanıldığını kabul etmekle kalmadı, ABD Başkanı danışmanlığı dahil Amerikan resmi kurumlarındaki tüm görevlerinden ayrıldı.

William Allen White, Albert J. Beveridge, David Starr Jordan gibi 1800’lü yılların sonunda doğup, 1900’lü yıllarda ölmüş kimi Amerikan düşünür ya da politikacıları ülkelerinde ırkçılığın teorisini yaptılar. Bunlardan White adını taşıyanı “Dünyada, dünya fatihleri olarak ilerlemek Anglosaksonların kaderidir” deyişiyle bilinir. Bulun bu adamın fotoğrafını, dikkatlice bakın, Bush’un, Trump’ın yüzünü görürsünüz. Jordan adlı olanı ise, sanki övünülecek bir şeymişçesine ırkçılığa akademik saygınlık kazandırmış adam olarak değerlendirilir. Amerikan kültürünün melezleşmesine karşı olduğu da bilinmez değildir. O bunu dün dile getiriyordu. Günümüzde bunu tekrarlayan Huntington değil midir? Kitaplarından birinde “bir Amerikan kültürünün oluşmasına siyahların ve Koreli göçmenlerin engel olduğunu” açıkça söylemek gibi Bush/Trump çağına uygun bir tutumu vardır. Dünü ile bugünü aynı olan ender ülkelerden biridir ABD.

Aynı soruya Sovyetler’den arta kalan ülke halkları ne yanıt verirlerdi sizce? Ziyaret ettiği Gürcistan’da bir zamanlar Bush’u görülmemiş biçimde karşılayan Gürcistan halkı örneğin? Sovyet sonrası devletlerin, bir zamanlar “dinsiz Sovyetler’e karşı – aynen böyle diyorlardı- imanın kalesi olan ABD’nin yanındayız” diyen gerici Arap devletlerinden bir farkı yoktur bugün. Gürcistanlının hayranlıkla bağrına bastığı Bush’un ülkesinde 10 milyon kişi yoksulluk sınırın altında yaşıyor halen. Gürcistan yoksulu, sınıfdaşı Amerikan yoksulunu elbette düşünecek değil. Yeraltı, yerüstü zenginlikleri elinden gitmeye başladığı an, belki Amerikan yoksulunun farkına varabilir.

Ezip geçen, kendi çıkarlarına göre biçimlendirilmiş bir demokrasiyi (!) başka ülkelere dayatma hakkını kendinde gören; insan olsaydı, ancak “küstah” sıfatıyla değerlendirilebilecek; kendi sınırlarını gümrük duvarlarıyla korumaya çalışan bir ülkedir ABD.

Fransız Akademisi’nin sorusunun üzerinden 200 yıldan biraz fazla zaman geçti. İnsanlığın, yanıtı bu kadar uzun süren bir sorusu olmuş muydu daha önce?

 MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

İnce popülizm - TARIK ŞENGÜL

Türkiye’de siyaset bir kez daha kırılma noktasına geldi. Kırılmanın nereden olduğu önemli. Bu tespiti yapabilmek içinse saflara bakmak gerekiyor. Saflarsa evlere şenlik; bir tarafta AKP, MHP ve biraz da BBP var, diğer tarafta ise CHP, İYİ Parti, Saadet, HDP ve Sosyalist Partiler yer alıyor.

Evlere şenlik diyorum çünkü önceki dönemlerin saflaşmalarında muhafazakârlık, milliyetçilik gibi fay hatları belirleyiciydi ve sınıfsal/ekonomik boyut zaman zaman kendine yer bulabiliyordu. Geldiğimiz noktada muhafazakârlık ve milliyetçilik etrafında oluşan fay hatları hâlâ önemli ama işler eskisi gibi değil! Muhafazakârlık önemli bir fay hattı lakin bir tarafta AKP varsa öbür tarafta şimdi Saadet Partisi var. Milliyetçilik açısından da durum aynı; bir tarafta MHP, diğer tarafta İYİ Parti var.

Peki, ne değişti de böyle oldu? 
Değişen şu; AKP toplumu önce muhafazakârlık sonra ona milliyetçiliği ekleyerek bölerken, pastayı dar bir kesim için kesmeye ve dağıtmaya yöneldi. Yolsuzluk ve kayırmacılık bölüşüm ilişkilerinin belirleyici mekanizmaları haline geldi. Toplumun muhafazakâr ve milliyetçi kesimleri her gün biraz daha kendilerine gaz verip, ekmek vermeyen bu stratejiyi ister istemez fark etmeye başladı. Hoşnutsuzluklar büyüdüğü ölçüde de, siyasal alan için demokrasi bir imkânsızlık, olağanüstü siyaset ise kaçınılmazlık haline geldi. Geldiğimiz noktada, bir yandan adalet, diğer yanda demokrasi sorunu, milliyetçileri olduğu kadar muhafazakârları da bölmüş bulunuyor.

Bu değerlendirmeyi biraz daha somut hale getirelim. 
Geçtiğimiz dönemde, Erdoğan muhafazakârlık üzerinden toplumsal desteğinin sınırlarına geldiğinde, Kürt hareketiyle müzakereyi bir yana bırakıp, milliyetçi kesime yöneldi. Ancak her gün biraz daha açık hale geliyor ki bu strateji işlemiyor. MHP ve Bahçeli artık milliyetçi seçmenin çok sınırlı bir kesimini temsil ediyor. İYİ Parti milliyetçi kimliği bir yana bırakmadan, Erdoğan ve AKP’nin kurduğu ekonomik ve siyasal düzeni sorguladığı ölçüde, MHP tabanı İYİ Parti’ye kayıyor.

Muhafazakâr kesim için aynı işlevi Saadet Partisi görüyor. Geçmişte neyi temsil ediyordu tartışabilirsiniz ama geldiğimiz noktada, muhafazakâr kesimin bölüşümünden pay alamayan ve dışlananlarının Saadet Partisi’ne yöneldiği tartışmasız. Karamollaoğlu’nun belki de istem dışı sıktığı yumrukla sınıfsal bir selam çakması ironik değil mi?

Ortaya çıkan yeni denge CHP’nin de elini rahatlatmış görünüyor. Cumhurbaşkanlığı için önceki dönemden farklı olarak muhafazakâr bir aday yerine Muharrem İnce’nin Cumhurbaşkanı adayı gösterilmesi bu rahatlamanın bir sonucu olarak görülebilir.

Bir bütün olarak bakıldığında; AKP karşıtı cephenin AKP ve MHP karşısında moral üstünlüğü ele geçirişine şahit oluyoruz. İlk turda muhalif cephedeki tüm partiler kendi tabanlarını en iyi biçimde harekete geçirecek adaylarla girecekler. CHP’de Muharrem İnce partili bir aday olarak heyecan yarattı. Akşener bir gün içinde 100 bin imza topladı. Karamollaoğlu da muhtemelen gerekli imzayı toplayacak. HDP’nin tartışmasız lideri Demirtaş’ın seçime cezaevinden girmesi HDP’ye olan desteği, siyasi bir gerçekliğin ötesinde ahlaki bir duruşla yükseltecek. Bu tablo ilk turda, adil bir seçim gerçekleşirse, Erdoğan’ın sandıktan çıkmasını imkansız hale getiriyor.

Ne var ki; ne bu siyasi tablo ne de ekonomik ve siyasi alanda yaşanan sıkıntılar AKP karşıtı cephenin özellikle ikinci turda temel bir sorunu olacağı gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Birinci turda ne sonuç alırlarsa alsınlar Kürtler ikinci tura ittifaka dahil edilmemeleri nedeniyle kırgın girecekler. Oysa biliyoruz ki, Erdoğan’ın karşısında kim çıkarsa çıksın, Kürt seçmenlerin desteğini almadan seçimi kazanması mümkün değil!


Bu gerçek dikkate alındığında; Kürtlerle ittifakı bloke eden Akşener’in ikinci tura kalması Erdoğan’ın işini kolaylaştıracaktır. Aynı şey Muharrem İnce için söylenemez. Kürtlerin ittifak dışında bırakılmaktan doğan kırgınlıklarını İnce’nin, dokunulmazlık konusundaki tavrı bir miktar giderebilir. Ama Kürt seçmeni ikinci turda sandığa taşımak için daha fazlası gerekiyor. Kabul etmek gerekir ki, Muharrem İnce’nin işi kolay değil; bir yanda muhafazakâr-milliyetçi seçmenler, diğer yanda Kürt seçmenler; yürünmesi gereken ince ve hassas bir çizgi var! Var ama şu da bir gerçek ki, Kürt sorunu, hem Türkiye hem de CHP açısından artık es geçilemeyecek kadar belirleyici hale geldi.

Şimdi samimi ve İnce popülizme ihtiyaç var.

Tarık Şengül / BİRGÜN

5 Mayıs 2018 Cumartesi

Marx olmasaydı! - ERHAN NALÇACI

Bundan tam 200 sene önce bugün Almanya’nın Trier kentinde Brückengasse sokağı 664 numaralı evin ikinci katında bir çocuk doğdu. Merak ediyorsanız söyleyeyim, sakalsız doğmuştu, henüz komünist olmadığı için kuyruğu da yoktu!

Bir peygamber adayı olarak dünyaya gelmemişti ama gözünü açtığı çağ ve mekân görülmemiş bir alt üst oluşu ve devrimleri çağıran bir nesnelliğe sahipti. Almanya hızla kapitalistleşmesine karşın burjuva devrimi gecikmişti. Marx’ın doğduğu Ren bölgesi Almanya’nın en sanayileşmiş ama Fransız devriminin etkisine en fazla maruz kalmış bölgesiydi. Bir yandan tarihte hızla sahnesini alan işçi sınıfı eylemleri 19. yüzyılın ilk yarısında yükselirken Almanya devrimini sırtlayacak bir sınıf arıyordu. Ama nafile, burjuvazi tarihsel rolünden korkuyla kaçıyor ve gerisinde sadece eyleme dönüşmeyen Prusya devleti altında üretilen gelişkin bir felsefe bırakıyordu.

Marksizm işçi sınıfının dünya görüşü, siyasi programı ve eylem kılavuzu olarak bu koşullarda doğdu. Birazdan Marx olmasaydı ne durumda olurduk diye bakacağız ama burada temkinli olmakta yarar var. Çünkü Marx olmasaydı da başka birilerinin o çağda, bu veya şu içerikle, aynı ilkeleri keşfedeceğinden eminiz. Ayrıca Engels’in ve sonraki devrimcilerin kuramsal katkısı da bulunuyor.

Bu yüzden en iyisi soruyu Marksizm olmasaydı, diye formüle etmek.
Bir kere Marksizm olmasaydı, toplumsal eşitsizliğin kaynağını kavrayamayacaktık. Toplumsal eşitsizliğin akıllı insanların yoksullara da iş olanağı sağladığı girişimlerden doğduğunu düşünecektik. Bu hayırsever girişimcilerin kârlarını pazarda fiyat oyunlarıyla elde ettiklerini sanacaktık. Hâlâ egemen düzen bunu vaaz eder, burjuvazinin bağışları, yurtları, hobileri, duyguları, evleri… Hatta “işveren” kelimesi bile yoksullara sahip çıkan, doyuran imajı yaratır.

Ancak Marx sömürünün kaynağında işçilerin saatler boyunca bedava patron için çalıştırılan bir düzen ve üzeri güzelleme ile örtülmüş bir hırsızlık mekanizması olduğunu gösterince işin rengi değişti, uzlaşması mümkün olmayan bir sınıf mücadelesi tanımlanmış oldu.

Marx’ın döneminde insanlığın nasıl kurtulacağına ilişkin, o zaman devrimci özellikler de taşıyan küçük burjuvaziye veya onun ufkunu aşamayan kuramcılara ait bir sürü görüş bulunuyordu.

Eğer Marksizm olmasaydı, büyük olasılıkla hâlâ zenginlerin çeşitli kooperatifler kurarak sosyalizmi inşa edeceklerine dair bir umut besliyor olacaktık. Bazı hayırsever sermayedarların ikna edilmesine bakacaktı kurtuluş.

Veya bütün işçilerin küçük sermayedarlara dönüşeceği bir düzen arayışına karşı bir yanlışlık olduğunu fark etsek de ne diyeceğimizi bilemeyecektik.

Bugün hâlâ sermaye ve emperyalizmle barışık bir komün düzeni vaaz edenler yok mu? Neyse ki aklımızı karıştırma yeteneğinde değiller.

Veya daha iyi bir “demokrasi” için mücadeleye adanmış sol ideolojik olarak bu kadar biçare kalmayacak, etrafı kaplayacaktı.

Marx’ın insanlığın kurtuluşu için işçi sınıfının siyasi iktidarını ve bu iktidar altında üretim araçlarının toplumsal mülkiyetinin sağlanmasını formüle etmesi çığır açıcı bir keşifti.
Bu, yukarıda bahsettiğimiz burjuvaziye dayalı bütün kurtuluş teorilerini darmadağın etti. Burjuvazinin önümüze tekrar bir sandık koyduğu bu günlerde burjuvaziye dayalı bir kurtuluş hayal edenler Marx’ın alaycı bakışlarını kendilerine çekiyorlar.

Saçmalıklar tek değil, her yönden geliyordu. Eğer Marksizm işçi sınıfının iktidarı ele geçirdikten sonra devletleşmesini sosyalist kuruluş için teorize etmeseydi ve reel sosyalist deneyim tarafından sağlaması yapılmasaydı, anarşistlerin her türlü devletin acilen yıkılmasına ilişkin abukluğu bugün işgal ettikleri marjinal yere göre çok daha saygın ve etkili olacaktı.

Marksizmin toplum tarihinin soyutlanabilir mekanizmaları olduğuna ilişkin genellemesi de çok önemliydi. Aksi takdirde nesnel mekanizmalar yerine konan “ileri demokrasi”, “vesayet rejimi”, “Osmanlı seviciliği”, “Kurtuluş savaşı biricikti”, “Hepimiz aynı gemideyiz”, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur”  ve bütün bulara ilişkin saçmalıklar yağmuru karşısında çok daha çaresiz kalıp ıslanacaktık.

Ayrıca Marksizmin bütün doğa tarihi boyunca maddenin hareketine ilişkin ulaştığı genellerin yaptığı kılavuzluk büyük bir değere sahipti. Böyle bir kılavuza sahip olmasaydık, bugün kendi alanı dışında her türlü saçmalığı üretme özgürlüğüne sahip ve düzenin ideoloğu olan bilimcilere karşı kendimizi güvencede hissetmeyecektik.

Nice yıllara koca Marx, görüşlerin toplumsal mücadeleler boyunca test edildikçe insanlık kurtuluşa biraz daha yaklaşacak.

Erhan Nalçacı / SOL

Ve evler ve duvarlar ve semtler ve gölgeler - ORHAN GÖKDEMİR

Küçükçekmece’de oturuyorum. Basın Ekspres yolundan geçiyorum günde birkaç kez. Dünyanın en çirkin en biçimsiz yapıları bu hat üzerinde. Daha havaalanı kavşağını geçmeden başlıyor çirkinlik. Birkaç yıl önce dere yatağını Cemaate peşkeş çekmişler, yağı bol bulmuş Cemaat de oraya devasa bir yapı yapmıştı. Geçen gün fark ettim, el koymuşlar yapıya. Cemaat kampüsü, “15 Temmuz İmam Hatip Kampüsü” olmuş. Sahibi değişmiş, zihniyet aynı. Dağ taş imam hatip. Artık yağmalanmış dere yatakları da dâhil oldu buna. Şevkle imam hatip tabelası asıyorlar her yere.


Bunun tek anlamı var aslında. İmam Hatip dedikleri AKP’nin birer şubesi. Din dedikleri de reise tapınma kültü zaten. Sabah akşam yatıp kalkıp dua ediyorlar reislerine, başına bir şey gelmesin diye. Yoksa yandı gülüm keten helva.

Bu caddenin kıyısından İstanbul’un derelerinden biri geçer. Ayamama deresidir adı. Aya “hacı”, Mama da “anne” demek. Papaz Köprüsü de geçer üzerinden ki bu yerin eski sakinlerinin bakiyesidir.  Başakşehir sınırları içerisinde doğar, Küçükçekmece sınırlarını geçerek havaalanı kavşağına ulaşıp yolunu Bakırköy’e çevirir. Ataköy yakınlarından denize dökülür. Eskiden etrafı bağ, bostanmış. Şimdi sadece bir beton çölü. Turgut Özal nam, mezarında ters dönesice başlattı bu hat üzerinde bu betonlaşma modasını. Önce basını taşıdılar dere kenarına.  Sonra hastane, kumarhane ve otelleri bu hat üzerine taşımayı planladılar. Kumar işi Ömer Lütfü Topal olayı ile patladı, yönetemeyeceklerini anlayınca yasakladılar. Onun yerine birbirinden şekilsiz, birbirinden ucube alışveriş merkezleri yükseliyor dere kenarında.

30-40 yıl içinde oldu bunlar. Bundan sekiz yıl önce, demek ki 2009’da, yağmaya, talana daha fazla dayanamayan dere taştı. Sel olup önüne ne çıktıysa sürükleyip götürdü. Götürdükleri arasında 7 kadın tekstil işçisi de vardı. İkitelli TIR parkında uyuyan 6 şoför uykularında can verdi. İkitelli ve Halkalı‘da 8 ceset daha bulundu sonra. İki günde 31 can yitip gitti o taşkında. Yüzlerce araç su altında kaldı. Sorumlusu olan utanmaz AKP’liler çıktı selden sonra, dere yatağında yapılaşmaya izin verenin CHP’liler olduğunu söyledi.
Şimdi yolunuz düşer de Basın Ekspres Caddesinin kıyısındaki bağlantı yolundan geçerseniz sağa sola bir bakın. Burası AKP’nin Türkiye’sidir işte. Alabildiğine yüksek, alabildiğine çirkindir binalar. Basın çoktan çekip gitmiştir. Üçüncü köprü şeyinden sonra bu yolu aşıp herhangi bir yere ulaşmak mümkün değildir. Hatta kıyısındaki AVM’lerden biri gemi şeklindedir. O selde yüzmesine az kalmıştı, hatırlıyorum. Olmaz sanıyordum, daha çirkinlerini yapmayı başardılar sonra. Ağaoğlu estetiği bütün bölgeye hâkimdir.

***

Artvin’deydik geçen hafta. Giresun’dan başlayarak Artvin’e kadar bütün Doğu Karadeniz’i boydan boya geçtik. Karadeniz’in ve dağların büyüleyici manzarası olmasa bu hat ile Basın Ekspres Caddesi arasında hiçbir fark yok. Aynı çirkinlik, aynı hoyratlık. En çirkini ise tartışmasız Rize. Çünkü AKP yatırımı en çok oraya yapmış. Denize paralel sokaklar oluşmuş kentte. Haliyle deniz kenarındaki bu kent denize kıçını dönmüş bir halde. İçki içmez, balık yemez. Haliyle böyle bir denklemden böyle bir kent çıkmış ortaya. Zavallı kent öyle bir halde ki bu yağmacılar gidince bir kente benzemesi için yıkılıp yeniden yapılması gerek.

Kıyıda görmediğim tek kent Artvin. Hopa’dan sağa kıvrılıp dağlara vurduğumuzda bu yağmadan kısmen kurtulmuş bir kent hayal ediyorum. Fakat burası da en az kıyı kentleri kadar tarumar edilmiş. Tayyiban kamyonları her yerde. Bir dağda maden ocağı hafriyatı sürüyor. Eteğinde HES inşaatı, Çoruh’un önüne bir zebani gibi dikilmiş. Artvin’in dereleri bu inşaatlar ve madenler yüzünden gri akıyor.  Cerattepe biraz yukarıda, maden inşaatı devam ediyor. Yasak Artvinlilerin yanına yaklaşması. Kentin bitimindeki yamaç çöplük. Kıyısına Tayyiban kamyonları yanaşıp hafriyat döküyor dağdan aşağı. Dereye doğru yuvarlanan taş-toprak yığını, savaş çıkmış gibi sesler çıkararak yuvarlanıyor dereye doğru. Artvin, sınırsız yağmanın kenti. Böyle bir güzelliğin böyle bir çirkinliğe bulanması akıl almaz. Hem de Artvinlilerin şanlı Cerattepe direnişine rağmen.

Ne yapsın Artvinli? Din ile yağma bu kadar iç içe geçmemişti hiç. Dini siper eden siyasal İslamcı hareket geldi, ne varsa yağmaladı, beton döktü ülkenin üzerine. Ne akan dere bıraktı, ne çiçeğe duran ağaç. Bu yağmadan devşirdikleri tek şey Ağaoğlu, Cengiz gibi türedi zenginler. Onlara dayanarak iktidara tutunmaya çalışıyorlar şimdi. Daha fazla saldırıyorlar taşa, toprağa, dağa, dereye, yeşile. Çünkü doymak bilmez bir iştaha sahipler. Onlar saldırdıkça bir öfke birikimi oluyor ülkenin her köşesinde. Biliyoruz, alıyoruz kokusunu, patladı patlayacak…

***

Harun Güzeloğlu tiyatro yazarı, yönetmen. Bir İslamcıyla bir ateistin karşılaşmasını konu edinen bir oyun yazdı. Kadıköy Altkat Sanat'ta prömiyerine bizi de çağırdı. Müthiş bir oyuna ve müthiş bir oyunculuğa tanık olduk o akşam. Mezhep savaşıyla bölünmüş ve savaşın vahşetinin yakıcılığıyla kavrulan ülkede farklı gerekçelerle savaştan kaçan iki düşmanın kaderi sığındıkları duvarın arkasında birleşiyor. Biri fanatik bir dindar, öbürü laik bir ateist. Anlayamadıkları bir savaşın ortasında kalmış iki kaçak. Güneşin uzatıp kısalttığı iki tuhaf gölgenin hikâyeleri o duvarın arkasında birbirlerine dokunuyor.  Anlaşılıyor ki hikâyeleri aslında aynı hikâyenin parçaları. Duvar, korunmak ve sığınmak için ellerinde kalan tek şey. Akıllarında ise o korkunç soru; Ya bütün bir ülke bu yıkık duvara dönerse?

Yazarının dediği gibi, savaş bu, bazen Tanrı’nın buyruğudur bazen de onun adına konuşanların. Sebeplerine ve sonuçlarına da “kader” derler, olur biter… Gölgelerin kaderi ve kederidir bu.

Harun’un metinleri Yazılama’dan kitap olarak da basıldı. “Karanlık Kıvamı” adını taşıyor. Tek perdelik üç oyundan oluşuyor kitap. İçinde “Gölgeler”in metni de var. Seyredemediyseniz alıp okumanızı öneririm. Ama daha iyisi 8 Mayıs akşamı yolunuzu Kadıköy Nazım Hikmet Kültür Merkezi’ne düşürüp sahnede seyretmeniz.

Bir de not: Bu başarılı oyunu sahneye koyan arkadaşlar 18 Mayıs’ta aynı sahnede İranlı şair Furuğ Ferruhzad’ı sahneye taşıyacaklar. İran şiir ülkesi. Bizde son zamanlarda az bulunan bir şey şiir. Yobaz şiirini de kuruttu ülkenin.

***

“Ev Kira Semt Bizim” ise bir filmin adı. İçinde kimler yok ki? Harun orada, Orhan Aydın orada, Cansu Fırıncı orada. Yönetmeni de bizim Mustafa Kenan Aybastı. Bir dolu dostumuz, yoldaşımız kafa kafaya vermiş, ter dökmüş ve müthiş bir iş çıkartmışlar ortaya.  
Aynı muhitte doğup büyüyen bir grup arkadaşın hikâyesi anlatılıyor filmde. Eski muhitleri malum yıkım-yapım ekibinin tasallutu altında. “Kentsel dönüşüm” adını verdikleri bu yağma hareketi, girdiği her yerde kentsel ve toplumsal dokuyu paramparça ediyor, yıkıyor, dönüştürüyor. Yoksullar siliniyor, yerlerine varsıllar yerleştiriliyor. Dönüşüm canlarına tak edince mahalleli direnmeye karar veriyor ve o andan sonra bambaşka bir hikâye ortaya çıkıyor. Anlatılan senin hikâyen yani. Kentlerimizin, derelerimizin, dağlarımızın, ovalarımızın nasıl ve ne adına yağmalandığının, o yağmaya direnişinin ve teslimiyetinin hikâyesi.  

Filmin yönetmeni arkadaşım Mustafa Kenan ile yıllar önce tuhaf bir şekilde karşılaşmıştı yolum. O, Redhack’i anlatan “Red” adında bir belgesel çekmişti. Ben de aynı konuda bir kitap kaleme almıştım. Yayınevi belgeselin görsellerinden birini kullanmış kapakta. Mahcup oldum, telefonlaştık, bir rakıya tatlıya bağladık sorunu. Ama hala ödemiş değilim. Sadığım borcuma, en kısa zamanda artık.

***

İşte hayat, işte sanat. İşte ülke, işte toprak. Sinemada, tiyatroda, sokakta, yolda, okulda, derede, dağda, Ayamama’da, Artvin’de, Cerattepe’de amansız bir mücadele kesintisiz sürüyor. Hayatı, sanatı, ülkeyi, toprağı kurutmak isteyenlerle acımasız, topyekûn bir savaştayız. Kaçıp sığınabileceğimiz bir duvar arkası da kalmadı üstelik. Çünkü bütün ülkeyi bir duvara dönüştürdü yağmacılar.

Ama öğrenecekler yakında, biz duvarın arkasına sığınmış gölgeler değiliz. Bu ülke bizim, bu hayat bizim, bu semt, bu sokak, bu toprak, bizim. Savunacağız mecburen haramilere karşı. Mücadeleden başka çıkar yol var mı?

Orhan Gökdemir / SOL

Ekonomi dikiş tutmuyor! - HAYRİ KOZANOĞLU

Nisan enflasyonu yüzde 1.87 gelince, son 1 yılın enflasyonu yüzde 10.85’e sıçradı. Bu durumda 2018’in ilk 4 ayında tüketici fiyatları yüzde 4.69 arttı. Böylelikle, “2018’de enflasyon inişe geçecek” iddiasının dayanaksızlığı kanıtlandı.

24 Haziran’a doğru hızla yol alırken, ekonomi de raydan çıkmak üzere. Nisan ayı tüketici enflasyonu bir önceki aya göre yüzde 1.87 arttı. Enflasyonun artık dikiş tutmadığı ayan beyan ortaya çıktı. Sırf enflasyon mu? Dolar bu satırlar kaleme alınırken 4.20’ye dayanmıştı. Gösterge faiz, yani 2 yıllık devlet tahvilinin getirisi de 15’e sıçramıştı… İşsizliğin tek hanelere kolay kolay inmeden yüzde 10’un üzerine demir attığı da zaten biliniyordu.

İsterseniz son enflasyon rakamlarını alışıla geldiği üzere 10 maddede değerlendirelim.

1- Nisan ayı enflasyonu yüzde 1.87 gelince, son 1 yılın enflasyonu da yüzde 10.85’e sıçradı. Bu durumda 2018’in ilk 4 ayında tüketici fiyatları yüzde 4.69 artmış oldu. Böylelikle, “2018’de enflasyon inişe geçecek” iddiasının dayanağı bulunmadığı kanıtlandı.

2- Enflasyonu farklı göstergelerle izleyip, mevsimsel dalgalanmaların fazlaca etkilediği kalemleri ayıklayarak, daha gerçekçi değerlendirmeler yapılabileceği düşünülüyor. Bu kapsamda Türkiye İstatistik Kurumu’nun yakından izlediği B endeksi (işlenmemiş gıda, enerji, alkollü içkiler ve tütün ile altın hariç) ve C endeksi ( B’ye bir tek gıdayı ekliyor) sırasıyla aylık yüzde 2.27 ve yüzde 2.63 arttılar. Son 1 yılın değişimleri de yüzde 11.61 ile yüzde 12.54 düzeyinde manşet enflasyonun (yüzde 10.85) üzerinde gerçekleşti. Üzgünüz ki, hükümet yetkililerine buradan da bir teselli fırsatı yaratmadı.

3- Enflasyonda döviz kuru geçişkenliğinin, yani döviz kurundaki değişimin fiyatlara yansımasının etkileri görülmeye başladı. Bu etki genelde yüzde 15 varsayılıyordu. Yani döviz kurunun yüzde 10 değer kaybı enflasyonu yüzde 1.5 yukarı çekiyordu. Geçtiğimiz yıl Merkez Bankası, yüzde 15 gibi sihirli bir oran bulunmadığını, ekonomide ısınma dönemlerinde yüzde 25’ler bile görülürken, soğuma sırasında bu oranın yüzde 10’a inebileceğini söylemişti. O zaman durum daha da vahim: Madem ekonominin motoru KGF kredileri benzer uygulamalarla aşırı ısındırıldı, şimdi döviz kuru enflasyonu daha fazla hoplatacak.

4- 2017’de Mayıs-Eylül arası 5 aylık dönemde tüketici fiyatları toplam yüzde 1.50 oynamış, aylık ortalama artış yüzde 0.30’da kalmıştı. Bu da önümüzdeki aylarda baz etkisinin, yıllık enflasyonu daha da yukarı taşıma tehlikesinin bulunduğunu gösteriyor.

5- Yıllık üretici fiyat endeksi (ÜFE) de, 2018 Nisan’da yüzde 2.60 arttı. Bu sonuç yıllık ÜFE’yi yüzde 16.37’ye taşıdı. Ara mallarında ise, yıllık değişim yüzde 20.43’ü buldu. Bunların anlamı, önümüzdeki aylarda maliyet enflasyonu dinamiğiyle, yurttaşın cebini daha fazla yakacak sonuçların ortaya çıkacak olmasıdır.

6- Fiyatı, aylık en çok artış gösteren maddelere hızla bir göz atınca, ceket yüzde 28.52, elbise yüzde 26,96 dikkat çekiyor; pekâlâ onları bir geçelim, eskilerle idare edelim diyebilirsiniz. Bir salata sever olarak benim için maruldaki yüzde 20 sıçrama çok kritik. Tatil geliyor, yurt dışı turlara bir bakmaya niyetlenirseniz, artış yüzde 13.64; bari yurt içine döneyim derseniz, yüzde 10.75; beni sadece Umre ilgilendirir diyen muhafazakar yurttaşın durumu da parlak değil: Değişim yüzde 11.30. “Bunlar benim neyime, soğan-ekmekle idare ederim” mesajı veren kanaatkâr kesime dahi iyi bir haber yok, kuru soğan yüzde 8.92 fırlamış.

7- Bu arada 30 Nisan Pazartesi günü Enflasyon Raporu açıklandı. Fiyat istikrarını sağlamakla sorumlu Merkez Bankası’nın (MB) 2018 yılı enflasyon tahmini yüzde 8.40. Anlaşılan başka bir alemde, moda ifadeyle “alternatif gerçeklik” ortamında yaşıyorlar. Ne var ki, onlar da enflasyonun yükseliş trendini itiraf ediyorlar. MB 2018 tüketici fiyatları için, Ekim 2017’de yüzde 7, Ocak 2018’de yüzde 7.9 öngörüsünde bulunurken, şimdi oranı yüzde 8.40’a çekiyorlar. Bu arada 30 Nisan’da erişime açılan IMF Gözden Geçirme Raporu da, 2018’de yüzde 10.9’luk bir tüketici enflasyonu öngörüyor.

ekonomi-dikis-tutmuyor-459463-1.

8- Hatırlanırsa geçtiğimiz hafta Merkez Bankası, Geç Likidite Penceresi’nden verdiği faizleri 75 puan yukarı çekerek, yüzde 13.50’ye yükseltmişti. Bir an için “faizler enflasyonun nedenidir” tezi unutuldu. Çünkü bu faizlerin doları gemleyeceği, ekonomi soğutma etkisinin 3-6 ay arasında, seçim sonrasında ortaya çıkacağı düşünülüyordu. O zaman da, “At bir kez daha Üsküdar’ı geçmiş” olacaktı. Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymadı!

9- Çünkü açıklanan dış ticaret rakamları bir kez daha vahim tabloyu ortaya koydu. Hükümet “ihracat patladı” hamasetiyle övüne dursun, martta ihracat yüzde 12.7 artışla 21.4 milyar dolara yükseldi. Böylelikle mart dış ticaret açığının 5.9 milyar dolara, yılın ilk üç ayında da 20.7 dolara çıktığı anlaşıldı.

10- Arkasından Binali Yıldırım’ın, “her dini bayramda emeklilere 1000 TL ikramiye” müjdesi geldi. Bu vaadin yıllık tutarı 24 milyar TL’yi buluyor. IMF’nin yüzde 3.3 öngördüğü bütçe açığını otomatikman yüzde 0.77 yukarı çekiyor. Yanlış anlaşılmasın, bizim emekli yurttaşlarımızın cebine konacak paradan bir şikâyetimiz olmaz. Ne var ki, yıllarca küresel sermayeye “mali disiplin” üzerinden mesaj verenler açısından sorun yaratabilir. 

Nitekim piyasaların halinden durum anlaşılıyor. Özetle, döviz kurunu, faizi, enflasyonu dizginleyemeyen AKP’nin tırmanan bütçe açığıyla birlikte son kalesi de çöktü.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

4 Mayıs 2018 Cuma

Türkiye ekonomisi nasıl ayrıştı? - KORKUT BORATAV

İktisat medyasında zaman zaman “Türkiye’nin olumsuz veya olumlu ayrışması…” ifadesine rastlarsınız. Türkiye ekonomisinin finans kapital  için önem taşıyan ölçütlere göre değerlendirilmesi kastedilmektedir. Yükselen piyasalar diye adlandırılan 25-30 ekonominin göstergeleri karşılaştırılmakta; ülkeler, olumlu /olumsuz ayrışmalara göre sıralanmaktadır..  

Finans Sermayesi Nelere Bakar? 
Finans sermayesi, doğası gereği istikrarsızlık yaratır;  bunun da farkındadır. Bu nedenle öncelikle istikrar göstergelerini yakından izlemek durumundadır. Ya fırtınalı ortamları kazanç fırsatına dönüştürmek, ya da erkenden kaçmak için… Dışsal kırılganlıklar, riskler açısından ülkeler farklılaşmıştır; karşılaştırma ölçütleri gerekir Döviz kurları ve piyasa faizlerinin seyri, artan kırılganlıkları hızla yansıtır; çıkış / giriş kararları için yakından izlenir. 
Enflasyon, tek başına bir refah göstergesi değildir; dolaylı olarak bölüşümü etkiler; ama finans kapital için büyük önem taşır. Finans çevreleri “Güney” coğrafyasında  düşük enflasyonu sever. Merkez bankalarının politika faizlerini (dolaylı olarak da tüm faizleri) enflasyon üzerinde belirlemesini ister.  Böylece “Güney”e giren sıcak para, yerli para ile belli bir getiri güvencesi sağlamış olur.  Gerisi, döviz kuru hareketlerine bağlıdır. 
Bu yazıda, bu tür göstergelerden üçünün 2017’de Türkiye’deki değerlerini diğer  yükselen piyasa ekonomileri ile karşılaştırıyorum. Dış kırılganlığın en genel göstergesi olan cari işlem dengesi (açığı veya fazlası), enflasyon ve reel döviz fiyatının seyri…  
Aşağıdaki tablolar, “petrolcü” olmayan büyük  (toplam milli geliri 200 milyar doları aşan) on beş çevre ekonomisinin verilerinden derlendi.  IMF’nin veri bankası ve Bank of International Settlements’in (BIS’in) istatistikleri kullanıldı. Türkiye için de TÜİK/TCMB istatistiklerini değil, IMF ve BIS verilerini yeğledim. 
Cari açık /millî gelir oranlarına göre sıralanan “en kırılgan” beş ülke Tablo 1’de; “en sağlamcı” beş ülke ise Tablo 2’de yer alıyor. Cari denge, ayrıca, milyar dolar olarak da veriliyor. Tüketici fiyatlarına göre yıllık enflasyon  ve döviz sepetinin reel fiyatı satır 3 ve 4’te yer alıyor. Reel döviz fiyatı, iç ve dış enflasyon farkı dikkate alınarak hesaplanmıştır. Finans akımları açısından “pahalılaşan döviz”, artan riskler, gerilimler ortamını gösterir. “Dövizin ucuzlaması” ise, net sermaye girişleri cari işlem finansmanını aşmışsa gözlenir; genellikle sağlıklı dış denge, bazı durumlarda “aşırı balonlaşma” olarak yorumlanabilir.   Finans çevreleri için doğrudan öncelik taşımayan 2017’nin büyüme oranları da  tablolarda yer alıyor. 
İki grubun arasında yer alan (ve “kırılganlık” derecesine göre sıralanan) beş “orta halli” ülke, Endonezya, Meksika, Şili, Brezilya ve Filipinler’dir. Hepsi cari açık vermektedir; ama , Tablo 1’de yer alanlardan daha düşük (yüzde 2’nin altında kalan) oranlarda…   

“Kırılgan Beşli” ve Türkiye
Büyük çevre ekonomilerinde dış açık oranı bakımından Türkiye ilk sıradadır; bu konumu reel döviz fiyatlarında da  (%8,4’lük artışla) geçerlidir. (Ocak-Mart 2018 döneminde de “pahalılaşan döviz” bakımından Türkiye liste başındadır.) Enflasyonda ise, Arjantin’in ardından ikinci sıradadır.  
“Beş kırılgan ülke” içinde Güney Afrika ve Hindistan’da 2017’de döviz reel olarak ucuzlamıştır. Hindistan’da bu durum kalıcı değildir; 2018’in ilk üç ayında reel döviz fiyatı on iki ay öncesine göre yükselmeye başlamıştır.
Büyük çevre ekonomileri içinde son yıllarda büyüme temposu bakımından ön sırayı Çin’le paylaşan Hindistan’ın 2017’deki yüksek cari açığının geçici bir durum olmadığı anlaşılıyor.  IMF kestirimlerine göre 2023’e kadar bu ülkenin cari açık düzeyi 100 milyar doları aşacak; millî gelire oranı da yükselme eğilimi gösterecektir. Yüksek büyüme ile dış fazla birlikteliğini sağlayan Doğu Asya / Çin modeli, Hindistan için yakın gelecekte söz konusu değildir. Dış finansman sorunu bu ülkenin gündeminde kalacaktır. 
AKP’lileri “Türkiye’nin olumlu ayrışması” olarak sevindiren yüksek (%7’lik) büyüme hızı ise, finans sermayesi için, istikrarı bozan bir risk öğesidir.  Finans çevreleri de algılamıştır ki, 2017’de iç talep pompalaması, ithalatı ve cari açığı tırmandırmış; döviz fiyatlarını yukarı çekmiş; enflasyonu yüzde 10 üzerine yerleştirmiştir.  Fazlasıyla “ısınan” ekonomi büyümeyi sürdüremez. 
Türkiye ekonomisinin %3,2 oranında büyüdüğü 2016’ya baktığımızda da Tablo 1’deki sıralama fazla değişmeyecektir: Kolombiya %4,3’lik cari açık oranıyla ilk sıraya çıkacak; dış açık oranı %3,8 olan Türkiye de liste ikincisi olacaktır. Demek ki Türkiye’nin dış kırılganlığı konjonktürel değil, yapısaldır. 
IMF 2018-2023 döneminde Türkiye için ortalama yüzde 3,6’lık bir büyüme temposu  öngörüyor. Bu oran, TÜİK’in millî gelir revizyonlarından önce IMF’nin ülkemiz için potansiyel büyüme kestirimi ile uyumludur.  Bu tespitlere göre 2017’nin %7’lik büyümesi “bir atımlık barut” olarak görülmektedir. 

    
Asya’nın “Sağlamcı” Ekonomileri
Tablo 2’de yer alan  Asyalılara göz atalım. Hepsi cari işlem fazlası vermektedir. Enflasyon oranları “kırılgan beşli”nin altındadır. Reel döviz fiyatları ucuzlamakta veya (Çin’de) %1’lik artışlarla sınırlı kalmaktadır. (Çin’in 2018 Ocak-Mart verilerinde ise döviz fiyatları düşme göstermektedir.)
Türkiye’nin “bir atımlık” başarımına rağmen, 2017’de Asya’lıların büyüme ortalaması (%5,3), “kırılgan beşli”nin (%3,9’luk) ortalamasını aşmaktadır. 
Makro-ekonomik yapısı ile Güney Kore azgelişmişlik özelliklerini aşmış durumdadır.  Alım gücü paritesi hesaplarına göre millî gelir düzeyi ABD’yi aşan Çin, son yıllarda net sermaye ihracatçısı konumundadır. Ekonomik ve siyasî ağırlığı ile dünya sisteminin kumanda merkezinde yer aramaktadır.  
Emperyalist sistemin geleneksel merkez / çevre kutuplaşmasının “Güney” kanadı, Tablo 1 ve 2’de de yansıyan ikili bir ayrım içindedir. Yüksek dış bağımlılık içinde göreli olarak durağan  Latin Amerikalılar ve dış dengeleri koruyan dinamik Asyalılar… Türkiye ve Güney Afrika,  Latin Amerika özelliğine yakındır; listeyi genişletecek olsak, Orta Doğu / Kuzey Afrika’nın petrolcü olmayan ülkeleri de buraya eklenecektir. 

“Doğu Asya”nın dinamizmi üzerinde çok yazıldı; Güney Kore, Tayvan, Singapur  ile başlayan “sınıf atlama” öyküsüne Çin katılmıştır. Vietnam ve Tayland da aday olarak tarih sahnesindedir. 

Standard & Poors’tan Bir Darbe 
Tablo 1’de Türkiye’nin yerleştiği “en kırılgan konum”, uluslararası finans kapital için önem taşıyan ölçütlere göre belirlenmişti. 
Bu değerlendirme 1 Mayıs 2018’de Standard & Poors (S&P) tarafından da doğrulandı. Bu uluslararası derecelendirme kuruluşu Türkiye’nin (esasen “çöp” konumunda olan) kredi puanını bir çentik daha indirdi. 
S&P, Türkiye kararının  gerekçesini, Tablo 1’de kullanılan ölçütlere dayandırıyor. Aktaralım: “Borçlanmaya dayalı cari işlem açığının artması ve yüksek enflasyon… TL’nin değer yitirmesi, aşırı dalgalanması… Doların pahalılaşması nedeniyle özel sektörün döviz borçlarını ödeme güçlükleri…” 
S&P, ayrıca, TCMB’nin “giderek artan siyasî baskı” altına olduğunu belirliyor ve geç likidite penceresinde 25 Nisan’da gerçekleştirilen faiz artışının “enflasyonu yüzde 5’lik hedefe çekemeyeceğini ve reel döviz kurundaki dalgalanmayı azaltamayacağını” belirtiyor. 
OHAL, KHK’lar, seçimler ve Suriye temaları içeren siyasî sorunlara da değindikten sonra S&P’den ağır bir uyarı geliyor:  “Türkiye’nin borçlanmayla beslenen, aşırı ısınmış ekonomisi sert bir iniş riski ile karşı karşıyadır…” 
Bu uyarının muhatabı Türkiye’yi yönetenler değil, portföylerini ülkeler arasında dağıtan Batı’nın kurumsal yatırımcıları ve fon  yöneticileridir. 
Cumhurbaşkanı elbette “komplo” şamatası koparacaktır.  Finans sermayesinin tepkisi “sert bir iniş” yaratacak mı? Olasılık artıyor; bekleyip göreceğiz.

Korkut Boratav /SOL

Laik eğitim kimin derdi? - ÜNAL ÖZMEN

Doktordan biri, servisine gelen hastaya önce sosyal güvenlikle ilgili durumunu, diğeri cinsiyetini, üçüncüsü ödeme gücüne ve cinsiyetine bakmaksızın şikâyetini soruyor. Doktorunuzun bunlardan hangisi olmasını istersiniz?
Birincisini liberal, ikincisini dinci, üçüncüsünü laik okul üretir. Nasıl bir eğitim, nasıl bir okul tercihinizi doktor tercihinize göre yapın! Ve sizden oy istemeye gelenlerden onu isteyin!

Aslında birinci (liberal) ve ikinci (dinci) gramaj farkı dışında aynı. Biri olmadan diğeri olamıyor: Malum liberalizm muhafazakarlık, din tüccarlığı demek aynı zamanda. Yine de birini tercih etmek durumundaysanız politikacıdan istemenize gerek yok, mevcut sistem tam size göre demektir. Laik eğitimden yanaysanız onu istemek, bir şeyler yapmak zorundasınız. Kolay değil laikliği bu iki yırtıcının arasından çekip çıkarmak…

Eğitim laik olsun diyenler önlerindeki güçlüğü yenecek çoğunluktaymış gibi görünüyor ama onların içinde de çok sayıda liberal virüs taşıyıcısı var. Seçime giderken ekonominin krizine odaklanıp laiklerin laikliği göz ardı etmesi biraz da buna bağlı. Laikliğin siyasal bir dava olmaktan çıkması laikleri denge unsuruna dönüştürüyor. Bu da Erdoğan’ın arada laik biri gibi ortaya çıkmasını mümkün kılıyor.

Eğitim sisteminin laikleştirilmesinin muhalefet partilerinin gündeminde olmayacağı anlaşıldı. CHP, İYİ Parti, SP, DP ittifakından giyim kuşam laikliğinden fazlasını beklemek saflık olur. Liberallere gün doğdu denebilir. Sınavlar, okullar, öğretmen (performansa), üniversitelerin bölünmesi gibi eğitim gündemlerinin dinselleşmeyle ilgisi yokmuş gibi laiklik bağlamında ele alınmaması liberallere fırsat sunuyor. Hazırlıksız, niyetsiz muhalefetten niyetini bozacak talepte bulunmanın anlamı yok.

Bu durumda eğitimde iyileşme hayalleri suya düşecek gibi! Bari diyorum muhalefet, bugünkünden daha adil, daha demokratik, daha bilimsel, daha laik olan 2003 öncesinin eğitim politikasına dönmeyi vaat etse! Eskiye dönüşü önermemin nedeni, olası iktidar adaylarının insanların nitelikli eğitim arayışına yanıt veremeyecek olması değil sadece asıl tehlike, mevcut durumun sürmesi çabasına hız veren liberallerin “yeni” fikirlerine kanma korkusu. İslamcılarla baş etmede güçlükle karşılaşan solcuların liberal fikirlere itibarı beni daha da tedirgin ediyor.

AKP’yi aşmak, bu partinin kurduğu düzeni yıkmak derin bilinç gerektirmiyor; fakat kaostan kaçanlara kurtuluş yolu olarak özel okulların kapısını aralayan, AKP’den daha organize, küresel desteğe sahip neoliberallerle baş etmek için eleştirel bilince sahip olmak gerektiriyor.


Her biri özel okul zinciri sahibi veya onlara hizmet sunan bir dizi liberal eğitimciyi CHP’nin peşinde görüyorum bugünlerde (yoksa CHP mi onların peşinde). Bunlardan biri de muhaliflerin “eğitimde dünya markamız” dediği Selçuk Şirin. İki hafta önce, konuşmacı olduğu sempozyumda “imam hatipleşmeyi dert etmeyin” diyen Şirin, geçenlerde Hürriyet’teki köşesinden “Eğitimi dert edelim” başlığı altında bir dizi öneride bulundu. Sıraladığı yedi önerinin birkaçı şöyle: (1) “Eğitime dair her karar verilere dayanmalı.” (2) “Okulöncesi eğitim, geri dönüşü en yüksek yatırımdır.” (3) “Öğretmenlik profesyonel bir meslek olmalı.”

Hangi veriye? 

İş insanlarının işgücü ihtiyacına mı, demokrasiye olan güven istatistiklerine mi? Şirin’in piyasa verilerini kastettiği açık. Okulöncesi eğitimle “yatırım” kavramını birlikte kullanan, iki yaşındaki çocuğa verilecek eğitimi yatırım planı olarak gören kişi gerçek anlamda eğitimden söz ediyor olamaz. Profesyonellikle öğretmenlik ise hiçbir şekilde birlikte düşünülemez: Meslek, insanların kazanç elde etmeden de yaptığı işin adıdır. Profesyonellikten kasıt uzmanlaşma ise “meslek” zaten uzmanlaşma ile elde edilen bir unvandır.

Size, rahatsızlığınızdan önce sigorta numaranızı soracak doktor mezun edecek liberal okul (eğitim) projesinin önerisi böyle olur. Liberalin laiklik diye bir derdi olmadığını Türkiye’deki müttefiklerinin islamcılar olduğunu asla unutmayın. Aksi halde belli bir noktaya getirdiğiniz laik eğitim mücadelesinde başa dönmek zorunda kalırsınız.

Ünal Özmen / BİRGÜN

Trump ile Bibi’nin ‘nükleer oyunu’ - Ceyda Karan

Suriye planları yolunda gitmeyen ABD öncülüğündeki cephe, savaşı Ortadoğu’ya genişletme hamleleri yapıyor. ABD Başkanı Donald Trump’ın kabinesindeki yeni ‘şahinler’ yerlerini ‘Suriye’den çekilmeyiz, İran’ıetkisizleştireceğiz’ diyerek aldılar. Trump, bir mucize olmazsa, 12 Mayıs’ta İran’la 2015’te imzalanmış nükleer anlaşmadan (Ortak Kapsamlı Eylem Planı-JPCOA) çekilmeye hazırlanıyor. Bu koşullarda ‘Bibi’ lakaplı İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun pazartesi günü ‘İran’ın nükleer arşivini’ yeniymiş gibi sunması doğrusu hiç şaşırtıcı olmadı.

***
Netanyahu, televizyondan yayımlanan ve İngilizce yaptığı şovunda ‘İran yalan söyledi’ tezi eşliğinde 110 bin kâğıt, uydu fotoğrafları, klasörler ve CD’leri sundu. İsrailli yetkililere bakılırsa, Mossad geçen ocakta çok gizli bir operasyonla Tahran’ın güneyindeki bir depoya girip ‘yarım tonu’ bulan belgeleri tereyağından kıl çeker misali alıp aynı gece İsrail’e götürmüş. 
Doğruysa istihbarat tarihine geçecek operasyon! Yine doğruysa İranlılar en değerli gizli belgelerini bir depoya tıkıp Mossad’ın almasını izleyecek denli aptal demektir!

***
Gel gör ki, Netanyahu’nun söz ettiği ve İran’ın Bush yönetimi tarafından ‘şermihverine’ alınması sonrasında yaptığı ‘Amad planı da, uranyum zenginleştirme çalışmaları ve modellemeler de’ UAEK için yeni değil. Öyle ki kimi uzmanlar Mossad’ın aslında 2015 anlaşması sürecinde İran’ın bizzat teslim ettiği ve UAEK’nin dosyasını kapattığı belgeleri ‘hacklediğini’ söylüyor. 
Dolayısıyla sunum, İsrail’in eski güvenlik bürokrasisi dahil kimseyi ikna etmediği gibi, herkesin aklına Netanyahu’nun 2002’de Irak’la ilgili yalanları ve 2012’de BM Genel Kurulu’ndaki kartonlu şovu düştü. 
UAEK 2016’dan beri 10 raporla İran’ın anlaşmaya uyduğunu belirtmişken, İsrail’in Ortadoğu’nun nükleer silahlı tek gücü olduğu herkesin malumu. Yine ortak görüş, JPCOA’nın zaten İran’ın sağladığı ilerlemeler yüzünden yapıldığı. Anlaşmayı yaptırımları kaldırma sürecine uymayıp bankacılık sisteminde pürüzler çıkararak ihlal edense Trump yönetimi.
***
Fakat İsrail liderinin derdi, doğruluk yahut dünyayı ikna etmek değil ve aşikâr ki, bu iş ABD ile koordineli. Nitekim, Mossad en baştan CIA’yı bilgilendirmiş, Netanyahu da mart başında Trump’ı. 
JPCOA çok taraflı. Bugüne dek sorun AB cephesinin tutumuydu. Son temaslardan Almanya dışında Britanya ve Fransa’nın JPCOA’nın yeniden müzakeresine meylettiği anlaşılıyor. Aslında anlaşmadan memnun Avrupalıların ‘İran’ı yitirmeden ABD’ye kur yapmak’ diye özetlenebilecek ‘etkisiz eleman’ hallerinin karşılığı yok. 
İranlılar nükleer programlarından onca taviz vermiş, sıkı denetim sürecine girmişken, anlaşmayı yeniden müzakere etmez. Üstelik nükleer silahların yasaklanması anlaşmasından çekilme hakları doğar. Bu çok net. Arkalarında Rusya ve Çin’in duracağı da.
***
Peki, bunlar niçin oluyor? Çünkü ABD Suriye sıkışıklığında Rusya’yı ‘şimdilik’ idare ediyor ama İsrail, ‘varoluşsal tehdit’ gördüğü İran’ı eşiğinde buldu. Suriye’de İran’a ait olduğu söylenen hedeflere vurkaç’lar İranlıların serinkanlılığında yitip gidiyor. Rusya ile İran arasına ‘kara kedi’ sokulamıyor. Üstelik Suriye ordusunun saha hâkimiyeti eşliğinde artık gerek duymadığı Hizbullah askeri gücünü 2006 savaşından bu yana iyice pekiştirip Lübnan’da pozisyonunu tahkim ediyor. 
İsrail’in elinde Golan’da Rusya’ya benimsetemediği 60 km’lik tampon bölge ve Körfez bağlantılı cihatçılar var. Körfez monarşileriyle ‘kutsal olmayan ittifakın’ olası getirileri soru işareti.
***
Bu koşullarda Suriye’de İran’a tahammül edemeyeceği kayıplar yaşatılamayacaksa, Lübnan üzerinde kara bulutların biriktiğini söylemek yanlış olmaz. İronik olan olası çözüm için kimse artık ABD’ye bakmazken, ‘acaba Rusya bir şey yapabilir mi’ sorusunun yöneltilmesi. 
Kıssadan hisse, Suriye’de Sünni siyasal İslamcı yatırımı üzerinden savaş çıkararak başlarına büyük işler açtılar. Bölgeyi biteviye ‘yıkım ve kaosa’ boğanlar, bizzat yarattıkları hayaletlerle boğuşuyor. Bedelini ‘şimdilik’ başkaları ödüyor.

Ceyda Karan / CUMHURİYET