9 Mayıs 2018 Çarşamba

‘Afrin Türküsü’nde kim başrolde? - TAYFUN ATAY

Afrin şehitlerine yönelik Cumhurbaşkanlığı patentli klip “piyasa”ya çıktı. Makamın sözcüsü İbrahim Kalın’ın türkünün de sözlerini yazdığı, makama “ilişik” bir grup şarkıcı-türkücünün yorumlarıyla “renklenmekte” olan, nihayet finali de “makam sahibi”nin yaptığı klibi izleyince ben bu filmi daha önce de görmüştüm dedim. 
2015 Nisan’ında “Çanakkale 1915” vesile edilerek, yaklaşan 7 Haziran seçimleri akılda tutularak yapılandırılmış anma klibinde de özellikle son sahne, şimdiki klibin neredeyse tıpkısının aynısıydı. Orada Cumhurbaşkanı Erdoğan, Çanakkale’de şehit düşmüş askerlerin mezarı başında dua ediyordu. Elbette kameralar eşliğinde!.. 
Afrin klibinde de Erdoğan şimdi Çanakkale’den yaklaşık bir asır sonra, neredeyse daha dün toprağa düşmüş şehitler için mezarlıkta dua ederken karşımızda. 
Elbette yine kameralar eşliğinde!..
***

Benzerlikler çoğaltılabilir. O zaman 7 Haziran seçimleri vardı ufukta. Şimdi 24 Haziran seçimleri var!.. 
O zamanki Çanakkale anma klibinde Erdoğan’ı Arif Nihat Asya’nın şiirini yorumlarken dinliyorduk: “Kahraman bekleyen yığınlarını/Kahramansız bırakma Allah’ım!..” 
Şimdiki Afrin klibinde Cumhurbaşkanlığı sözcüsünün güftesini İbo’nun, Orhan Baba’nın, Yavuz Bingöl ve diğerlerinin yorumlarıyla dinliyoruz; sözler aynı minval üzere: “Analar aslan doğurur/Vatan aşkıyla yoğurur/Yiğit burda harman olur/Vatanına siper olur, heyy!..” 
Çanakkale klibinde üç yıl önce Erdoğan söylüyordu: “Bilelim hasma karşı koymasını/Bizi cansız bırakma Allah’ım!..” 
Şimdi AlişanSeda SayanSibel Can ve diğerleri söylüyor: “Mehmed’imcephede vurur/Düşmana dünyayı dar eder/Düşmesin gönlüne keder/Milletinduası yeter, heyy!..”

***

Görüldüğü üzere, 2015 Bahar’ından 2018 Bahar’ına değişen bir şey yok. İktidar harcı, aynı malzemeyle karılmaya devam ediliyor!.. 
Bakalım daha ne kadar zaman böyle devam edip gidecek? Savaş, çatışma, kan, gözyaşı, ölümler, şehitler, şehitlikler… 
Ve klipler, klipler, klipler!.. 
Bir düşünün, kim bu filmlerde “başrol”de karşınızda olanlar?.. 
Mehmetler ve şehitler mi?.. 
Yoksa kameraların önünde türkü söyleyip dua edenler mi?!

***

Üç yıl önce de yazmıştım: İbadetin makbulü “sakıngan” olanıdır. Dindarın has olanı ne namaza durmuşken ne de dua ederken fotoğraflanmak, kameraların odağında olmak ister. 
Tanrı ile kulun arasına kamera girdiği, “mabutla âbid”in ilişkisine elektronikle müdahil olunduğu noktada ibadet temaşaya dönüşür. Dinin kalple, ruhla, maneviyatla bağlantılı bir pratik olmaktan çıktığı, görüntü ve gösterişle ilişkili bir siyasal tüketim “meta”sı haline geldiği noktadır bu. 
İbadetin de vatanın da milletin de “Mehmed”in de şehidin de iktidara, iktidar yarışına vasıta kılındığı bir nokta. 
Sorun kendinize, izlediğiniz kliplerde kim özne, kim nesne?.. 
Kimler ön plânda, kimler aksesuar?!
***

Siz bu sorular üzerinde düşüne durun, biz üç yıl önce nasıl bitirdiysek yazıyı, yine öyle bitirelim: 
Ah şehitler, biçare şehitler! 
Reklamın değil, Allah’ın rahmeti üzerinize olsun!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

21. Yüzyılda kurucu fikirler: Çözüm halk iktidarında - BURCU CANSU

Redaksiyon Dergi ile TAKSAV’ın ortaklaşa düzenlediği, “21. Yüzyılda Kurucu Fikirler/ Halk Egemenliği: Direniş Stratejileri ve Sol Program” sempozyumu ikinci gününde de yoğun katılımla gerçekleşti. TAKSAV Sümmanı Can Toplantı Salonu’nda düzenlenen sempozyumun açılışı, Denizlerin anısına hazırlanan sinevizyon gösterimiyle başladı. Sempozyumun ikinci gününde Alper Taş, İlhan Cihaner, Güray Öz, Korkut Boratav ve Kansu Yıldırım konuşmacı olarak yer aldı.


Boratav: Küreselleşme terimi de iflas etti
İkinci günün ilk oturumunda “Halk Egemenliği, Emperyalizm ve Sınıf” başlığı tartışıldı. İlk sözü alan Prof. Dr. Korkut Boratav, “Sistem ciddi bir meşruiyet bunalımından geçiyor. Emperyalizme itibar kazandırmak için kullandıkları küreselleşme terimi de iflas etti. IMF son iki raporunda küreselleşme sözcüğünü tasfiye etti. Bunda etkili olan şeylerden birisi Marksist muhalefeti tasfiye edememeleridir” dedi.

Kapitalizmin meşruiyetini sağlayan düzenin çalışmadığına vurgu yapan Boratav, şunları söyledi: “Krizi yaratanlar krizi yönetmeyi de üstlendi. Halk sınıfları ise muhalefet yapmak istiyor. Sistem halk sınıflarının muhalefetini neo-faşist figürlere, siyasetlere doğru yönlendiriyor. Buna rağmen halk muhalefetleri burjuva iktidarları zorlamaktadır.”

Dünyada sınıf haritasının güncel durumundan bahseden Boratav, kazanan ve kaybedenleri gruplandırdı. Emperyalist sistemin en üst diliminin kazançlı çıktığını söyleyen Boratav, “Batılıların tabiri ile ‘yüzde 1’i, hatta bazıları ‘binde 1’ diyor. Bunlar avantajlı durumda” dedi.

‘Bu gidişat ancak devrimle değişir’
Türkiye’ye ilişkin de bir perspektif ortaya koyan Boratav, kapitalizmin yıkıcı bir pozisyon aldığını, öldüğünün farkında olmadığını ve etrafına da ölüm bulaştırdığını belirtti. Boratav, bunun karşısındaki sınıfların henüz “kendi için sınıf” olduğunun farkında olmadığını da ekledi. Boratav, “Türkiye de bu emperyalist sistemin dışında değil. Kişi başına tüketim milli geliri aştı. Ürettiğinden fazla tüketen bir toplum var. Türkiye ekonomisi ve geleceği için finans kapitalin egemen olduğu sistemde çıkış görünmüyor” dedi. Bu gidişatın ancak devrim ile değişebileceğini vurgulayan Boratav, radikal bir hamle ile halk iktidarının mümkün olduğunu söyledi.

‘Burjuvazi artık yönetemiyor’
Kansu Yıldırım ise, OXFAM’ın 2017’de açıkladığı rapora değinerek şöyle dedi: “Dünyanın en zengin 8 kişisi toplam 426 milyar dolar büyüklüğünde bir servete sahip. Bu servet en yoksul 3,6 milyar insanın, yani dünyanın yarısının sahip olduğu varlıkla eşit seviyede. Bu rakamlar, yaklaşık 128 yıl önce Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’ndeki şu tespitini doğrulamaktadır: Kapitalist üretim tarzı, yığınların üretimin kişisel koşulu emek-gücüne sahip bulunmasına, üretimin maddi koşullarının, sermaye ya da toprak mülkiyeti biçiminde emekçi olmayanların elinde bulunmasına dayanır.”

‘İlk hedef AKP-MHP blokunu yenmek’
Son oturumda ise Alper Taş, İlhan Cihaner ve Güray Öz söz aldı. 

“24 Haziran bağlamında ne yapmak lazım, biz ne yapacağız?” sorusu üzerinde yoğunlaşılması gerektiğine değinen Taş, şöyle konuştu: “Öncelikle olarak AKP-MHP blokunu yenmek ilk hedefimiz olmalı. ‘Biz düzeni değiştirmek istiyoruz, bu işlerle ne uğraşalım?’ diye düşünmeyelim. Temel çelişki emek-sermaye, buna devam edelim ama bugünün görevi ne ona da bakalım. Milyonlarca insan AKP’den kurtulmak isterken buna karışmayan bir solculuk olabilir mi? 
Bu bloku yenmek için birinci olarak güçlü adaylar çıktı. Bu adaylar ile seçimin ikinci tura kalacağını düşünüyorum. İkinci turda Erdoğan’ın karşısında Meral Akşener’in olmamasını sağlamamız lazım. Akşener olursa biz daha zorda kalacağız. HDP’nin de barajı aşması gerekiyor. Çünkü öyle bir sistem oluşturdular ki ittifak yapmazsanız kaybediyorsunuz. 50-60 vekil AKP ve MHP’ye gidiyor. Öyle bir hale getirdiler ki inanmadığınız siyasi partilerle bile ittifak yapma zorunluluğu doğuyor.

‘Ufkumuz Fatsa ufku’
Parlamento işlevsiz kılındı ama parlamentodaki oranlar önemli değişimlere yol açıyor. Bizim ufkumuz Fatsa ufku ama temsili demokrasiyi de reddetmiyoruz. Eski mevcut parlamenter sistemi savunan konumuna düşmeden daha da pratikleşmiş bir parlamenter sistemi savunuyoruz. Enkazın altında kalıp kalmamayı tartışmamalıyız. Memleketin başındaki zat, istikrarsızlık kaynağı. Enkazı gördükleri için baskın seçim yapıldı. Enkazın politik sonuçlarını örgütlemeye çalışacağız. Gitseler de gitmeseler de bizim yapacağımız iş Fatsa’da olduğu gibi halkın öz örgütlenmesini kurmak.” 

‘Biz devrimcilik yapıyoruz’
Kendilerine vekillik teklifi gelmediğini de kaydeden Taş, “Gelirse yetkili kuruluşlar değerlendirir. Gelirse de biz siyasetçilik değil, devrimcilik yapıyoruz. Biz siyasetçi olmamaya çalışıyoruz. İttifak sıfır barajı ittifakı olabilseydi düşünebilirdik ama şimdi HDP’ye baraj konuldu. Biz etik olarak bunun içerisine girmeyiz. Bütün söylediğimiz lafları yutamayız” dedi.

‘Sandık güvenliğini sağlamalıyız’
İlhan Cihaner ise, seçim güvenliğine odaklanmaya dikkati çekerek, “Sandık güvenliğini sağlamalıyız. Sandık güvenliği için herkes elinden geleni yapmalıdır. Hedefimiz Türkiye’yi yeniden kurmaktır” ifadelerini kullandı.

Burcu Cansu / BİRGÜN

Yangından sonra orman - FATİH YAŞLI

Son günlerde sosyal medyada, memleketin içinde bulunduğu durumu anlattığı varsayılarak “bir Afrika atasözü” yaygın bir şekilde paylaşılıyor: “Arslan, ceylan, sırtlan ve zebra, aynı yöne doğru koşuyorsa, orman yanıyor demektir.”

Sözün neyi anlatmak için kullanıldığı anlaşılıyor olmalı: Yangın metaforu, iktidarın kurduğu rejimi ve ülkeyi getirdiği hali, hayvanlar metaforu da normalde yan yana gelmesi pek mümkün olmayan farklı siyasi partileri/akımları ve farklı çıkarlara sahip toplum kesimlerini anlatıyor. “Önce yangın sönsün, sonra işimize bakarız” deniliyor.


Aslında “kötü niyetli” bir okumayla, yangından kaçarak yangının söndürülemeyeceğini ve hatta yangından kaçıldıkça gerçekleşme ihtimali en yüksek şeyin yangının boyut ve şekil değiştirerek de olsa devam etmesi olacağını söyleyebilirdik ama bunu yapmayalım; “yangının sönmesi” ihtimaline ve “ormanın hali”ne odaklanalım.

Madem metaforlar kullanıyoruz, oradan devam: “Yangın” az önce söylediğim üzere, inşa edilen rejimi ve ülkenin halini sembolize ediyordu, buna kısaca “rejim” diyelim; “ormanın hali” ise yangın söndükten sonra elde kalacak olanı işaret ettiğine göre, bu da “düzen” olsun.

Rejimle düzen arasındaki fark ne peki? Rejim, iktidarın inşa ettiği siyasal, toplumsal ve iktisadi yapıya işaret ederken ve doğası gereği, bu iktidardan sonra değişmesi beklenen şeyken, düzen iktidarı aşan, ondan önce var olan ve eğer değiştirecek –düzen dışı- bir güç ortaya çıkmazsa, ondan sonra da varlığını devam ettirecek olanı anlatıyor. Hadi daha da basitleştirerek söyleyelim, rejimi iktidar partisi son on beş yılda inşa etmişken, düzen en az yüz yıllık bir yapıya, yani Türkiye’nin sermaye düzenine, Türkiye kapitalizmine işaret ediyor.

Bugün Türkiye siyasetine ve toplumsal muhalefete damgasını vuran esas olgunun, “yangın”ı söndürmek olduğunu kolaylıkla söyleyebiliyoruz. Bir zamanların “aşamalı devrim” tartışmalarının yerini adeta “aşamalı muhaliflik” almış durumda. Deniyor ki, “öncelikli görevimiz yangını söndürmektir, hele şunları bir gönderelim, ülke fabrika ayarlarına bir dönsün, ormanın halini, ormanın düzenini öyle konuşuruz.”

Güzel, bu düşünceyle, bu toplumsal ruh haliyle kavga etmememiz, ona tepeden bakmamamız ve anlamamız gerektiğini pazar günkü yazıda anlatmaya çalışmıştım. İnsanlar yorgun, insanlar bıkkın ve yangının sönmesini istiyorlar, onları şu an için politize eden, harekete geçiren şey bu: “Boğuluyoruz” hissinden kurtulmak, yeniden nefes almak, aşırı derecede yabancılaştığı, kendisini adeta sürgün gibi hissettiği bu topraklara ve bu topluma yeniden inanmak, kendini yeniden buraya ait hissetmek.

Öte yandan bunun bir bedeli var: Kimlerle koştuğunu ve onların geçmişte yaptıklarını unutmak, hafızasızlaşmak, seni siyaseten var ettiğini düşündüğün ilkelerden kopmak. Örnek mi? “3 Mayıs Türkçüler günü”nü, yani 1944’de Sabahattin Ali’yle Nihal Atsız’ın davasında Atsız’a destek için faşistlerin adliye önünde toplanması üzerinden bizzat Atsız tarafından icat edilmiş bir günü anan bir siyasi liderden demokrasi kahramanı çıkarmak, ondan ülke adına birtakım beklentiler içerisine girmek mesela. Başta “Kürk Mantolu Madonna” olmak üzere kitapları son yıllarda yeniden keşfedilen ve iyi ki de keşfedilen Sabahattin Ali’nin, Atsız’ın onu ihbar etmesinden ve bir linçe davet çıkarmasından birkaç sene sonra Atsız’la aynı zihniyetten biri tarafından katledilmesini unutarak üstelik.

Ya da başka bir örnek: Sivas Katliamı esnasında kentin belediye başkanı olan ve olayların bizzat içerisinde olduğunu bildiğimiz ve o katliamla hafızalarımıza kazınması gereken bir siyasi parti liderini sempatik, sevimli göstermek, ondan bir “şeriat dede” çıkarmak, bugünün iktidar kadrolarının yetiştiği ve içinden çıktığı partiyi ise kurtarıcı olarak görmek. Tarihsel olarak siyasal İslam’ın Türkiye’deki ana örgütü ve hem Cumhuriyet hem Atatürk düşmanlığının merkezi olan Milli Görüş’ten demokrasi beklemek.

Şimdi denilecektir ki, “bunların hepsi geçici, hele şu yangın bir sönsün, bunların hepsini tekrar hatırlayacağız, ülke fabrika ayarlarına dönünce biz de fabrika ayarlarımıza döneceğiz, ilkelerimiz, hasımlarımız, katledilen insanlarımız tekrar aklımıza gelecek, biraz sabır.”

Açıkçası iyi niyetli olmakla birlikte pek mümkün görünmüyor bu bana, çünkü sağcılıktan kurtulmak adına başka bir sağcılık, İslamcılıktan kurtulmak adına başka bir İslamcılık, Türkiye siyasetine ve toplumsal akla inceden inceden işleniyor ne zamandır. Sömürüden, emeğin haklarından, sermaye düzeninden bahis dahi açılmamasını, bunların görmezden gelinmesini, geçiştirilmesini saymıyorum bile. Her bir seçim ise bunun dozajının artışı anlamına geliyor, her seçimden “sağa karşı sağ, İslamcılığa karşı İslamcılık” biraz daha güçlenerek çıkıyor ve Türkiye toplumu planlı programlı bir şekilde sağcılaştırılıyor.

Dediğim gibi, yangına dair ruh halinin, yorgunluk ve bıkkınlığın, yangından kurtulma ve soluk alma arzusunun farkındayım, bu ruh haliyle kavga etmenin de şu kırk küsur günde kimseye faydasının olmayacağını biliyorum. Öte yandan, bu ruh halini anlamanın, hem kimlerle nereye koşulduğuna dair bir farkındalık davetine, hem de yangından sonra ormanın düzeninin değişmeyeceğini hatırlatmaya engel olmadığını düşünüyorum. Önce bir nefes alalım, eyvallah tamam da, o nefesi alacağız diye kim olduğumuzu, nerede yaşadığımızı, nereden gelip nereye gittiğimizi unutmayalım mümkünse, yoksa bir daha hiç nefes alamayacağız.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

8 Mayıs 2018 Salı

Olur; icraata bakalım… - AYDEMİR GÜLER

soL portalda ve bu köşede “ehvenişerciliği” eleştirdik diye sosyal medyada “madem öyle, sizin icraatınıza bakalım” diyenler olmuş. Ona buna laf söylüyor, hiçbir şeyi beğenmiyor, her şeye kulp takıyormuşuz. 
Ya biz ne yapmışız?
Hoş doğrusu… Uzun zamandır AKP kafasının siyasetin tamamına yayıldığını gözlemliyoruz. Dikili taşı olmamak, koyun bile güdememek türünden lafların kime ait olduğunu da biliyoruz. Bu dili sola taşımak, aslında sağın sola yönelik saldırılarından bile daha büyük bir tahribata neden oluyor. Halk katından bakıldığında algılanana göre, solcular da uyduruyor, demagoji yapıyor, kıvırıyor…


Birincisi budur. Solda bizi eleştirmeye kalkanlar Tayyipçilik yapmasınlar, ortalığı daha fazla kirletmesinler.
Tartışacak başka ve çok daha gerçek şeyler var çünkü. Faşizm bir tek sandıkta yenilir desinler örneğin. Geçen yılki referandum gayrimeşruydu, ama meşruymuş gibi davranacağız desinler veya. İkinci turda, teorik olarak faşiste, şeriatçıya, emperyalizmi hiç mi hiç dert etmeyene de oy verilebilir, bir sakınca yoktur da diyebilirler… Hiç yok değil, böyleleri var. Sivas katillerinin hamisi için üşenmeyip seçim kuruluna gidiyor ve dilekçe veriyorlar.
Bunlar gerçek tartışmalardır. Bu yollara girdiklerinde solculukları biterse de biter! O kadar olacak, bir bedel ödenecek.

*    *    *

İkinci sözüm ise, şimdi arabeske bağlayacağımı zannedenlere. Solun düştüğü bir büyük yanlış “neler çektim bilseniz” edebiyatıdır.
Solun çok şey çektiği doğrudur. O kadar ki ne kadar anlatsak az gelir. Partilerimiz kapatılır, yayınlarımız toplatılır, arkamızdan tuzaklar kurulur, ne oyunlar çevrilir. İşkencelerden geçmiştir insanlarımız, katledilmişlerdir… Mobbing’in dik alasını görmek için 1950’lerde o kadar birikimli, yetenekli insanın nasıl ekmek parası kazanamaz hale getirildiklerini araştırın...

Bütün bunlardan bir edebiyat üretmekse yanlıştır. Sol insanları acı çekmeye değil, aydınlığın parçası olmaya çağırır. Sol halkın önünde, zulme uğramışlığı değil erdemli bir geleceği temsil etmelidir. Gündelik yaşantılarında emekçiler zaten acı çekmekte, zulmün çeşitli biçimlerine maruz kalmaktadırlar. Arabesk, boşuna örgütsüz, çıkışsız yoksulun “kendiliğinden ideolojisi” olmamıştır zaten.

“Siz ne yaptınız bu hayatta, anlat bakalım” şımarıklığına solun ne kadar da kuşatıldığı, onlarca yıl baskılandığı üstünden yanıt vermeyeceğim. Versem haksız olmam.

Daha önceki gün üç devrimcinin idamlarının yıldönümüyken, 12 Mart da 12 Eylül de sola karşı yapılmışken nasıl haksız oluruz? Kimilerinin MHP’yle herhangi bir husumeti yokmuş; öyle diyorlar. Kemal Türkler’i mi hatırlatayım, 7 TİP’liyi mi? Yoksa Hüseyin Duman’ı mı? 
Bizim haklı bir öfkemiz var gericilere karşı.
Sırf MHP değil ama… Biraz değiştirerek aktarırsam Ecevit ömründe en çok komünizme karşı mücadele etmekle övünmüştü, ölmeden az önce. Bizim Nâzım ise TKP üyesi olmakla…
Ama yapmayacağız, yapmayız. Dağarcığı dolu olanların kendilerini acındırmaya ihtiyacı olmaz. Sol kitlelere, kuracağı geleceği anlatır.

*    *    *

“Dikili ağacınız yok”un “solca”sı olmaz. Çünkü, bizim bir dünyamız var.
Sol işsizliği bitirmektir. İnsanlığın üçte bire yakını geçen yüzyılın bir bölümünü çalışabilecek durumda olan ve çalışmak isteyen herkesin işinin olduğu bir düzende yaşadı. Bunu “biz” yaptık.
Bu insanlar enflasyon diye de bir şey bilmiyorlardı.
Dünyada emperyalistlerin, kapitalistlerin büyük ağırlığı varken savaşları engelleyemedik belki. Ama soğuttuk büyük ölçüde. Fetihçilik, cihatçılık gibi türlü utanç politikası, tahtlarını barışa, dostluğa bıraktı. Barış bir erdem haline geldiyse bizim sayemizdedir.

Bir buçuk ay sonra oy kullanılacak ya. O bile bizim sayemizde! Hadi abartmayayım, mülk sahibi olmayanların ve kadınların oy kullanmasını biz sağladık diyebiliriz. 1917 Ekim Devriminden önce yoktu öyle şeyler!
Ha, unutmayalım. Başkalarını eleştirdik de, biz ne mi yaptık? 1917’den başlayarak sayısız ülkede devrim yaptık. İktidara her yolla tutunmuş gericileri, faşistleri, sömürmeyi en doğal hakkı sayan halk düşmanlarını devrimle süpürdük. Tekrar edeyim, kabaca dünyanın üçte birinde!

Faşizm seçimle gider mi gitmez mi, diye tartışılıyor. Gitmez diyen çoktur, ama her seçimde faşizmi götürecek bir büyük lider keşfetmeyi becerirler. Bu tartışmaya yanıtımız, yarının tarihini, 9 Mayıs tarihini taşır. 1945’te Nazileri dize getirmişliğimiz vardır.

*    *    *

Biliyorum, dikili ağaççıların bazıları bu anlattıklarımın hiçbirinin Türkiye’de olmadığını söyleyeceklerdir. Hatta bu görkemli başarılardan sonra komünizmin yenildiğini de ekleyebilirler. Bu tür yanıtlar, ancak bizim yenilgimizin insanlığın yenilgisi olduğunu, kendilerinin de aynı yıkımdan zarar gördüklerini unutmak pahasına söylenebilir.
Bazıları ise sözü memlekete getirmemi istiyorlardır. “Tamam tamam, başka yerler olabilir. Ama komünizm Türkiye’de tutmuyor.” Onu kanıtlamış olacaklarını düşünüyorlardır muhtemelen.

Yazıyı çok fazla uzatmayayım, gelecek seferlerde devam ederim. Bugünlük şu kadarıyla yetineceğim: Türkiye’den solculuğu ve solcuları çıkartmayı deneyin bir… Bir anlığına solun bu topraklara kattıklarını görmezden gelin, gelebilirseniz. O an her taraf kararacaktır!
Ülkede mevcut bilimsel birikim çökecektir. Bu imamların sosyal bilimlerin yerine ilahiyatı koymaya çalışmaları bunu gösteriyor. Arkeolojinin bir kısmına tabak çanak diye bakmaları, restorasyonları inşaatçılar arasında ihaleye çıkartmaları da. Ülkede sanat namına ne kalacaktır? Solsuz tiyatro aşağı yukarı yobaz müsameresine indirgenir. Solsuz müzik arabeskle ilahi arasında gidip gelir.

Bu ülkede insana yaraşır nerede ne varsa, orada en azından bir solculuk izi yatar. 

Türkiye’nin harcında iyiden, güzelden, doğrudan yana ne varsa, büyük çoğunluğu bizimkilerin eseridir. 

Gericiliğin bir türlü kökünden söküp atamadığı, üstüne kucak kucak toprak atsa da boyun eğdiremediği işte budur.

Aydemir Güler / SOL

Kurtuluş düşü - ORHAN GÖKDEMİR

Dincinin 16 yıllık iktidarının kesin sonucu ile başlayalım. Sosyal Güvenlik Kurumu verilerine göre 2017 yılında muhtaç durumda olan vatandaş sayısı 14,4 milyona ulaştı. 

Ne demek? 

Şöyle açıklayayım; İşsiz ve çalışmayan yurttaşlar 2018 yılı için SGK’ye aylık 60,89 TL prim ödeyerek sağlık hizmetlerinden faydalanabiliyor. Bu rakamı ödeme imkânı olmayan yurttaşların Genel Sağlık Sigortası primleri Devlet tarafından ödeniyor. Veriler bu düzenlemenin getirisi. İşi ve geliri olmayan çalmış devletin kapısını, “öde benim primimi” demiş. O kayıtlardan anlaşılıyor, hiçbir sosyal güvencesi olmayan, çalışmayan, 18 yaşını doldurmuş ve öğrenci olmayan, aylık geliri asgari ücretin üçte birinden (2017 yılı için 592,50 liraydı) az olan bu kadar insan var ülkemizde. 
Demek ki her yedi yurttaşımızdan biri muhtaç, düşkün.

Korkunç rakamlardır bunlar. Bazı illerdeki yoksul yurttaşların sayısı, illerin toplam nüfusunun yüzde 30-40’ını, seçmen sayısının yüzde 60-70’ini geçmektedir. Yani, bazı illerimizin yarıya yakını düşkündür. Samsun örneği var elimizde. 1 milyon iki yüz bin civarında nüfusu var ilin. Yarısı devlet yardımıyla geçimini sağlıyor. İlde yaşayanların yarısı teknik olarak yurttaş bile değil. İnsanlık onuruna yakışmayan şartlarda yaşamaya zorlanmış büyük bir kalabalık söz konusudur. Sonra sadaka vererek, yardıma alıştırarak, asalaklaştırarak  düşkünleştirmiş bu kalabalığı devlet. Parti kanalıyla yapmış bunu üstelik. “Muhalefet” partileri ittifak mittifak yaparak işte bu denklemi değiştireceğini sanıyor. İmkânsızdır.

Biliyorsunuz, iktidarı elinde tutan zat (İsmet İnönü’ye saygımdan adını bilerek anmıyorum)  ikide bir çıkıp patronlara güvence veriyor. “OHAL’i sizin için ilan ettik, grev yapan olursa başına indiriyoruz sopayı, rahat olun” diyor. Gereksiz bir tehdit aslında. Bu kadar düşkünleştirilmiş bir toplumda kim greve cesaret edebilir?

Edilmiyor zaten. 

AKP’li yıllarda, 2002-2017 arasında, 20 bin işçi ölmüş. “Kaza” diye  sınıflandırılanlar bunlar. Meslek hastalıkları dâhil edildiğinde sayı 140 bine ulaşıyor. 2018 yılının ilk dört ayında 575 işçiyi kurban almış sistem. Acımasız, kuralsız bir sınıf savaşıdır hakikaten. Ülkede kan gövdeyi götürmektedir. Ama grev yasaktır, sendikalar düzen tarafından teslim alınmıştır, ölenler öldüğüyle kalmaktadır. Ülkenin yarısı açlık sınırının altında bir gelirle yaşarken bir avuç sendika ağası vur patlasın çal oynasın haldedir. Bunların en solcu görüneni geçen gün şöyle dedi, “Çok mücadele ettim burada, biraz da mecliste mücadele edeyim diye CHP’den aday adayı oldum.” Bilmez miyiz, kırdı geçirdi ortalığı. Baksanıza sınıfın haline? Hem ne olacak, kaybederse gidip köyüne yerleşir, yiyip içtiklerine sayar…

Bunun bilmenin özgüveniyle konuştu son günlerini yaşayan atanmış başbakan da. Kapitalizmin en gerici, en çapsız, en arsız, en cahil savunusunu yaptı. İnsanların gözünün içine baka baka, “bilirim, tecrübeliyim, işçiler kendi kendini öldürüyor” dedi. Cesaret edebildi buna. Bu cesaretinin bir sebebi OHAL’se, diğeri emekliliğini CHP’de dolduran sendika ağalarıdır. Ona bu lafını yedirmeyen muhalefettir.

***

Bir de gizli düşkünlerimiz var. Bunlar, hiçbir yeteneği, hiçbir vasfı olmamasına rağmen iktidara yanaşarak bir “iktidar seçkinleri” şebekesi oluşturmayı başarmış dinci-yobaz tayfadır. Uzun memuriyettedirler. Devlette, orduda, yerel yönetimlerde bütün köşelerde onlar vardır. Basın onlarla doludur. Dernekler, federasyonlar, vakıflar, devlet basın yayın kuruluşları onlara maaş verme kurumlarına dönüştürülmüştür. Bütün varlıklarını iktidara borçlu olduklarından güne “varlığım AKP’ye armağan olsun” duasıyla başlamaktadırlar. Bu uğurda yapamayacakları ahlaksızlık, işlemeyecekleri suç yoktur.

Örnek vereyim: Daha önce kamu kaynaklarını yağmalayan politikacılar için “hırsızlık sayılmaz, dinimizde günah işleme özgürlüğü var” diyen ilahiyatçı görünümlü haysiyetsiz utanmaz, “rüşvet almanın haram ama vermenin caiz olduğunu” yumurtladı geçen gün. Zaten haramla beslendiklerinden, tek tehlikenin rüşvet verilmemesi olduğunun bilincindedir yani.

Bunların bir de ikinci çemberde duran yanaşmaları var. Saray sofralarından kalkmadığı için adı kötü yola düşen eski şarkıcı mesela. Koşup sordular ne düşünüyorsun diye. Kenan Evren’e övgüler düzerek başladı söze. “Evren’in ilk üç günü iyiydi ama sonra yanlış yöne saptı” diye devam etti. “Ama siz de bütün iktidarları seviyorsunuz” mu dediler, kendisi mi öyle anladı bilinmez, şöyle tamamladı sözlerini: “Devletimi kim yönetiyorsa, halkımızın seçimleriyle, oylarıyla hangi hükümet varsa ben ona saygı duyarım.” “Ulan adam diktatör, çekmiş tankı topu rehin almış iktidarı” desen anlamaz. Yarım aklını da rehin bırakmıştır saray kapısına, üç günlük çıkarı için.

Hırsızlık özgürlük, rüşvet caizmiş… Bir düzenin baştan ayağa çürüdüğünü bilmem başka nasıl anlatabilirim?

***

Efendim? İktidarı değiştireceğiz mi dediniz? Kiminle? Kemal Kılıçdaroğlu veya Meral Akşener’le mi? Yoksa sizde mi kundakçı Temel’e inananlardansınız?
Önceki gün Denizlerin idam edilmesinin yıldönümüydü. İktidarı değiştirmek için tek dayanağınız olan politikacı onlar için tivit hesabından paylaşımda bulundu. "Deniz, Yusuf ve Hüseyin ülkemizin bağımsızlığı uğruna çıktıkları yolda aramızdan kopartılan, kendi kaderlerini memleketin kaderiyle eşitleyen cesur yüreklerdi. Onlara sözümüzü tutacağız, özgürlüklerin ve demokrasinin egemen olduğu bir ülkeyi hep birlikte kuracağız" dedi.

Çok değil iki ay önce de bir tivit atmıştı. Orada da şöyle diyordu: “Aramızdan ayrılışının 9. yıldönümünde Muhsin Yazıcıoğlu’nu rahmetle anıyor, şüpheli ölümünün aydınlatılması için de adalet mücadelemizin devam edeceğini yineliyorum.”
E tamam da birader ikincisi birincilerinin katili değil mi? Nasıl oluyor böyle? Nasıl bir midedir bu?
Denizlerin idamına “evet” diyenlerin tam listesi yayınlandı o gün. Fotoğraflar da eşlik ediyordu listeye. O fotoğraflardan birinde Adalet Partisi Grubu hep birlikte el kaldırmıştı “evet” niyetine. En önde en şevkli görünen kişi, suratındaki o değişmez sırıtışla Süleyman Demirel’di.
Unutturdular her şeyi. Biz Demirel’le mücadele ederken eteklerinden gelenler makbul vatandaşlar oldu. “Dişi kurt”la “şeriat dede” koşup gelecekmiş, kurucu partiyle kol kola girip hepimizi zulümden kurtaracakmış. 
Amiyane tabirle, yersen!

***

İşte size memleketimden insan manzaraları. Düşmüş, zavallı, biçare yaratıklardır hepsi. Omurgasızdır, eğri büğrüdür. Brüeghel’in tablolarındaki gibi, hepsi insanlığından çıkmış, acı çeken yaratıklara dönüşmüştür.

Tekrar not edeyim öyleyse: Cumhuriyet, halkı yukarı çekme işidir. Cumhuriyet yoksa halk aşağı düşer. Paramparça olur.
Laiklik, ümmetten insan yaratma işidir. Laiklik yıkılırsa insan biter. Cübbeliler, Nurofiller, Binaliler, Sedalar, Hülyalar, İbolar türer yerine.
Geldiler, ellerinin değdiği her şeyi çürüttüler. Halkı düşürdüler, insanı bitirdiler. Acımasız, kuralsız bir sınıf savaşının tam ortasındayız şimdi.

***

İşte tablo, işte ülke. Biz diyoruz ki size, kurtuluşunuz kendi ellerinizde. Onlar diyor ki kurtuluşunuz katillerinizde. Baksanıza, ellerindeki kan kurumadı daha. İmkânı var mı?
Kalkın öyleyse, uzatın elinizi. 
Ne duruyorsunuz?

Orhan Gökdemir / SOL

‘Dış güçler’ Reis’e karşı falan değil, kimse hikâye anlatmasın - NEVŞİN MENGÜ

Seçim yaklaşırken iktidarın kullandığı söylem standart, “dış güçlerin hizmetinde iç güçler birleşmişler, Recep Tayyip Erdoğan’ı devirmeye çalışıyorlar.” Ayağımın tozuyla geldiğim Brüksel’den bildireyim, durum hiç de öyle değil. Aksine Erdoğan, Brüksel’in işine bile geliyor.

Avrupa Birliği’nden ilkeler ve prensipleri çıkardığınızda geriye ordusu bile kalmadığını da düşünürsek aslında özünde hiçbir şey kalmıyor. Avrupa Birliği, romantik bir hayal değil, İkinci Dünya Savaşı sonrası ilkeler üzerinde yükselen yeni dünyanın parlayan yıldızıydı. Şimdi ise insanlık İkinci Dünya Savaşın’dan edindiği tecrübeyi unutmuş gibi. Ne idealler ne de ilkeler kimsenin umurunda. Brüksel’de ideallerden geriye köhne bir yapı ve para peşinde pragmatistler kalmış. Bu yeni düzene ise aslında en çok bir lider olarak Recep Tayyip Erdoğan uyum sağlıyor.

Her şeyden önce Türkiye bu halde, astığı astık kestiği kestik rejimiyle Avrupa Birliği’ne üye olmak değil, üyeliğinin gündeme bile gelmesi imkânsız. Bu en çok Türkiye’yi Batı’da istemeyenlerin işine geliyor. Türkiye’yi almamak için artık bahane bile üretmelerine gerek yok.


Hiçbir fasıl açılmıyor, kimse Türkiye’ye artık fasıl aç bile demiyor. Sadece ticaret devam ediyor.

Brüksel’in bu aralar en fazla yaptığı şey Türkiye’de propaganda değil de haber yapabilen üç beş gazeteciyi çağırmak ve ölen Türkiye demokrasisi için ah vah diye ağlaşmak. Onun dışında kimsenin bir şey yapası da yok, yapacağı da.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AB’ye karşı oynadığı en iyi kart Suriyeli mülteciler kartı. Avrupa, Türkiye yeter ki Suriyelileri sınırını açıp Avrupa’ya “salmasın” diye, Türkiye’deki iktidar ne isterse vermeye hazır. Paraysa para, tavizse taviz.
Süregiden ticaretten de herkes memnun. Avrupanın en çok vurguladı şey, Türkiye’nin bir numaralı ticari partneri olmak. Bu aslında aynı zamanda, demokrasiye dönüş için yaptırım gücü anlamına da geliyor ama bu gücü, Brüksel’de kimsenin kullanmaya takati yok.

Geçen sene katıldığım kapalı bir toplantıda Dünya Bankası fon yöneticilerinden biri, açık açık anlatmıştı: “30 yıldan uzun süredir Türkiye’de fon yönetiyorum. Recep Tayyip Erdoğan bizim çok işimize geliyor. Tek adamlı sistemlerde işimizi çözmek kolay. Başka bir iktidar şimdi bizim için risk anlamına gelir” demişti. Velhasıl Brüksel de meseleye böyle bakıyor, alan memnun veren memnun. Arada bir ayıp olmasın diye eleştirel raporların yazıldığı kenarda tutulan, Rusya’ya da tam kaptırılmayan Türkiye. Türkiye’de demokrasinin günden güne ölümünü izleyip yalandan ah vah derken, para hesabı yapan Avrupa. “Dış güçlerin” ahval ve şeraiti budur. 

Kimse “Avrupa Reis’e karşı” yalanını atmasın. Brüksel’in oy hakkı olsa tutar oyunu “Reis”e verir.

NEVŞİN MENGÜ / BİRGÜN

Aleviler seçimlerde ne yapacak? - TURAN ESER

Seçim geldi ve Aleviler yine hatırlandı. Çünkü nüfusun dörtte birini oluşturuyorlar. Ama oy isteyenler, Alevilerin siyasal tutumlarına ve akıllarına değil, daha çok “oylarına” ihtiyaç duyuyorlar.


“Ben Alevilerin neden başbakanı olayım ki; bir sebep mi var?” diyen AKP iktidarından, muhalefet adına “Alevi aday ile seçim kazanılmaz” gibi iğrenç ve mezhepçi argümanlara sığınılan bu ülkede, kendinizi bir anlık Alevi yerine koyun.

Parti genel merkezlerinden tutun, TV tartışmalarına ve köşe yazılarına kadar “Alevi aday ile seçim kazanılmaz” algısına teslim olmuş Türkiye’de, siyasetten dışlanan Aleviler memleketin, laikliğin ve cumhuriyetin geleceği için “Sünni adaylara” oy verecektir!

Çünkü Aleviler oyların kimliklere değil, düşünceye, ilkelere, değerlere ve insana verir. Aleviler “yetmiş iki millete aynı nazarla baktığı” için, oy vereceği insanın etnik ya da dini kimliğine bakmaz!

Aleviler oyların laikliğe, demokrasiye, emeğin hakkına, adalete, barışa, eşitliğe, özgürlüğe, huzura, bilimsel eğitime, aydınlığa, çağdaşlığa ve farklılıkların eşit koşullarda ve bir arada yaşamasını isteyen anlayışa verir. Etnik ve dinsel kimlik üzerinden oy isteyenlere kapalıdır!

Aleviler Türk İslam sentezci AKP-MHP iktidar blokunu zayıflatacak, Saray iktidarına son verecek ya da onu sınırlandıracak stratejileri ve taktikleri destekler. Kim, nasıl tarif etmeye çalışırsa çalışsın, hangi hamaset siyasetine sığınırsa sığınsın, mevcut koşullarda Alevilerin büyük bir kesimi 24 Haziran’da CHP’ye oy verirken, bir kesimi de HDP’ye oy verecektir.

Cumhurbaşkanlığı ilk tur seçiminde ise, herkes kendi adayına yüklenecektir. Aleviler de yüzde doksan dokuz Muharrem İnce ve Selahattin Demirtaş lehine oy kullanırlar. Kime ne kadar verilir bilinmez. Ama ikinci turda yarış, CHP adayı Muharrem İnce ile iktidar blokunun adayı Erdoğan arasında geçecek gibi. Bu durumda Alevilerin yüzde doksan dokuz oyu Muharrem İnce’ye gidecektir.
Aleviler TBMM aritmetiği ve siyasetin demokratikleştirilmesi ve siyasal katılım hakkı açısından, HDP’nin % 10 barajını aşmasına da omuz verecektir. Aksi durumda, 85 ile 100 civarında milletvekilinin AKP’ye kaptırılmasına fırsat verilmiş olacağının bilincindedir.

Bu nedenle Aleviler, iktidar değişimi, TBMM’de CHP ve HDP’nin güçlü temsiliyeti için herkesi oy kullanmaya seferber edecek çalışmaları yürütecektir. Yani Aleviler, burada bir siyasal denge oluşturacaktır. Alevilerin bu süreçteki sol ve Kızılbaş duyusu oldukça güçlüdür. AKP-MHP bloku karşında duranlar arasında sürdürülen anlamsız ve sonuç almayı olumsuz etkileyecek, saçma sapan ve trolvari tartışmalara taraf olmayacaktır. 24 Haziran’a kadar iktidar bloku karşısında iri ve diri durmaya çalışacaktır.

Aleviler bu memleketin vicdanıdır. 24 Haziran’da, 1920 öncesine dönmek ve “hilafet isteriz” diyenlere karşı, bir yandan eşit yurttaşlık, eşit haklar hakkını savunurken, diğer yandan ümmetçiliğe memleketin kapı açtırmayacaktır.

Alevilerin talepleri bellidir. Kutuplaştırmalara karşı kardeşlik, çatışmalara karşı toplumsal huzur ve barış, OHAL ve KHK rejimlerine karşı adalet ve hukuk, teokrasiye karşı cumhuriyet...
Çünkü Aleviler, AKP’nin mezhepçi ve etnik kutuplaştırma politikalarından, OHAL ve KHK rejiminden rahatsızlar. Aleviler adalet ve huzur için en geniş kesimlerin oy kullanması için seferber olacaklar. 

Alevilerin derdi memleketin geleceğidir. Mezhepçi tek adam rejimine karşı, güçler ayrılığı ilkesiyle soluk almak istediği bir parlamenter rejim sistem. Aleviler, siyasal İslamcı kuşatmaya ve gericiliğe karşı, en çok laikliğin kazanılmasını istiyor.

Aleviler AKP-MHP blokunun seçilmiş padişahlık rejimine karşı, cumhuriyetin demokratikleştirilmesini, laik yaşam, laik siyaset ve laik düzeni savunacaklardır. Halkın iradesinin, bir adamın iki dudağı arasında çıkan siyasal fetvaya teslim etmeyecekler.

Alevi kurumları, hak ve taleplerini, nasıl bir Türkiye tahayyülüne sahip olduklarına ilişkin, ortak ve kendi seçim manifestosuyla ortaya çıkabilir. Bu demokratik bir haktır. Ama Alevi kurumları, bu demokratik haklarını ve memleketin geleceğine dair sözlerini söylemedikleri için, onlar adına siyaset yapanlar konuşmaktadır. Bu manifesto, Alevilerin “Nasıl bir Türkiye istiyoruz” tahayyülünü anlatmalıdır ve Alevilerin hangi partilere oy vereceği ve hangi Cumhurbaşkanı adayını ikinci turda destekleyeceği kesinlik kazanmışken, belirli bir partiye işaret ederek, siyasetin Alevileri bölmesine müsaade edilmemelidir.

Adaylar kendi partilerine oy isteyebilir, ama Alevi kurumları particilik yapmamalıdır. Türkiye’nin kaderini tayin edecek büyük hikâyenin siyasetine davet çıkarmalıdır.

24 Haziran, Aleviler için sadece bir oy kullanmak değildir. Birlikte yaşadığımız şu topraklarda, bölücü, kutuplaştırıcı, tekçi, ırkçı ve mezhepçi siyasetlere inat, geleceğimizi birlikte belirleme ve karanlıkları aydınlığı, kaosu huzura, şiddeti barışa çevirme umudunu taşımaktır.

Ötekisiz bir Türkiye’yi yaratabiliriz. 

Bu mümkün...

Turan Eser / BİRGÜN

Kiziroğlu Beşiktaş Bey - ORHAN CAN

Beşiktaş’ın maçının sonucunun artık pek bir önemi yoktu. Çünkü ondan önemli “Ahlak, erdem, vicdan, adalet” gibi değerler vardı! 

Bakın, “Savaş kimin haklı olduğunu değil, kimin güçlü olduğunu gösterir”! 
Bu yüzden, “haklı” olan değil “güçlü” olan kazanıyor. 

‘Adalet’‘Vicdan’ ve ‘Ahlak’ ayaklar altında ezilse de… Samsun’daki Süper Kupa maçından başlayarak, ligin ilk maçına yansıyan “vicdansızlık, adaletsizve ahlaksızlık silsilesi” sayesinde yıl boyunca her türlü kepazeliği yaşadı sporseverler. 

Bu; aslında, adalet-eşitlik isteyen tüm takımlara karşı “masa üstünden” gösterilen sopaydı. Eskiden masa altında, karanlık odalarda entrikalar yapılırdı. Ahlaksızlığın ‘Ar damarı’ o kadar çatladı ki gerek duymuyorlar artık gizliliğe. 25 yıllık spor yazarı Fatih Doğan’ın da “Çok rezillik gördüm ama bu sezonki kadar GÖSTERE GÖSTERE, insanların gözüne içine sokulan bir sezon görmedim, yaşamadım! Hakemlerin rezillikleriyle ve başarı için her şeyi mubah gören spor adamlarının   sayesinde”  demesi bu yüzdendir. 

Aslında bu rezillik, “Başarı için her şeyi mubah gören spor adamlarının sayesindedir..”!  Unutmasınlar ki, “Haklı” olanın değil de “güçlü” olanın kazandığı bir dünyada da “kaynamalar” ve “kalkışmalar” insanın ensesinde boza pişirir maalesef… Her halk destanlarının arkasında yatan hikâyeler de böyledir. Beşiktaş gibi takımlar da bu yüzden birer ‘Köroğlu’dur,Kiziroğlu’dur... 


Beşiktaş taraftarının ‘Aldırma Gönül’ şarkısını söylemesinin altında yatan gerçek de budur! Hukuksuzluğa karşı çıkmak da bir insanlık borcudur. Sahaya çıkmama tavrı da bu yüzden büyük bir tavırdır. Ne diyordu savaş meydanlarının büyük komutanı Cengiz HanSakın bir çiviyi küçümseme. Bir çivi bir nalı, nal bir atı, at bir komutanı, komutan bir orduyu, ordu koca bir ülkeyi kurtarır.” 


Mesela, Potemkin Zırhlısı’ndaki isyanın nedeni de ‘tetikleyici’ bir nedendir. Çünkü, her şey bir tas çorba uğrunadır.
 
Beşiktaş’ın yaptığı bu tavır da güçlülerin kazandığı “masa savaşlarına”   karşı  set olmalıdır! Haklılar birleşmedikçe, haksız güçlülerin “yıkılacağı” yoktur. 

Haksızlık kime yapılırsa yapılsın haksızlıktır oysa.. Bu hak arama, Dersimspor’a da Fethiyespor’a da, G.Saray’a da, F.Bahçe’ye de hatta geçen sene Video Hakem diye ağlayan Başakşehir’e de lazımdır.

Orhan Can / CUMHURİYET

Muharrem İnce’yle bozulan mezhepçilik oyunu - KADRİ GÜRSEL

Muharrem İnce, geçen cumartesi memleketi Yalova’da “CHP’nincumhurbaşkanı adayı” olarak düzenlediği ilk mitingde, iktidarın 2010’dan bu yana muhafazakâr Sünni seçmeni kendi safında konsolide etmek için CHP’ye karşı sahnelediği mezhepçi siyaset oyununun artık miadını doldurduğunu ilan etti. 


İnce, Yalova’nın merkezindeki Cumhuriyet Meydanı’nı dolduran büyük kalabalığa seçim otobüsünün üzerinden hitap ederken şunları söyledi: 
“Ben hepinizin cumhurbaşkanı olacağım, seksen milyonun cumhurbaşkanı olacağım. Bakın ilan ediyorum buradan, ilan ediyorum: Aleviler! Benim cumhurbaşkanlığımda haksızlığa uğramayacaksınız. Neden? Aleviler şehit oluyor, askere gidiyor, vergi veriyor ama biz Sünnilerin camisinin imamının maaşını devlet ödüyor ama Alevilere yardım etmiyor devlet. Olmaz böyle kardeşlik.” 
İnce’nin konuşmasından alıntıladığım bu bölümde üç husus önemli. Bunlardan ikisini görmek için alıntıyı okumak yeterli. 

Birincisi şu: İnce, “Aleviler!” diyor... Doğrudan, adını koyarak Alevilere hitap ediyor; “Alevilere yönelik haksızlıklara son verileceğini” bir kampanya vaadi olarak dile getiriyor. 

Önemli, çünkü Alevilerin sorunlarına ilk mitingde yapılmış kuvvetli bir vurgu bu... 
Aleviler CHP’nin seçmen tabanında ve örgütünde önemli yer tutarlar, laik bir Cumhuriyetin kararlı savunucularıdırlar. Üstelik AKP Türkiye’sinde Alevilerin sistemli bir ayrımcılığa tabi tutulup dışlandıkları kimse için bir sır değildir. 
CHP, 12 Haziran 2012 Genel Seçimleri için yayımladığı bildirgenin “Laiklik ve İnanç Özgürlüğü” bölümünde Alevilere bir cümleyle yer ayırmış ve “Alevi yurttaşlarımızın eşit yurttaşlık talebini her alanda hayata geçireceğiz” demişti. 

CHP’nin 7 Haziran ve 1 Kasım 2015 genel seçimleri için hazırladığı bildirgelerde ise Alevilerin adı zikredilmemiş ama mustarip oldukları sorunlardan bahsedilmişti. 
2011 ve 2015’teki genel seçim kampanyalarında Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun Alevilerin maruz kaldıkları baskı ve ayrımcılığa, çözülmesi gereken ve adı konulmuş bir sorun olarak hak ettiği yeri ayırdığı da öne sürülemez. 

Diğer taraftan İnce’nin vaadi CHP Programı’nda da yer alıyor. “Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yeniden yapılandırılması” bahsinde Alevilerin bu kurumda temsil edilmesi ve devletin camilere sağladığı destekten cemevlerinin de yararlandırılması CHP’nin hedefleri arasında geçiyor. Lakin vaatleri seçim meydanlarında söze dökmek, programlarda kayda geçirmekten daha etkili. 

Şimdi gelelim İnce’nin konuşmasındaki ikinci hususa. 
“Biz Sünniler” diyor Muharrem İnce... 
Dikkatinizi çekerim: Alevilerin sorunlarını çözmeyi vaat edip onlara sahip çıkarken “Biz Sünniler” diyen bir CHP cumhurbaşkanı adayı var karşımızda... “Sünnilerin camisinin imamının maaşını devlet ödüyor” derken kendisinin de Sünni olduğunu açıklıyor, “Ama biz Sünnilerin...” diye konuşuyor.
 
Ve nihayet üçüncü önemli husus... Bu, yaptığım alıntıyı okuyarak değil, Muharrem İnce’nin vücut diline bakarak vakıf olabileceğiniz bir ayrıntı. YouTube’da videosu var, seyredebilirsiniz. İnce, “Ama biz Sünniler” dediği sırada kendisini işaret etmek için elini birkaç saniye kalbinin üzerinde tutuyor... 

Ve bir soru: Muharrem İnce, Alevilerin çiğnenen eşit yurttaşlık haklarını savunacağını vaat etmek için kendisinin Sünni olduğunu açıklamak zorunda mıydı? 
Böyle bir mecburiyeti yoktu tabii ki ama siyaseten bunu tercih etti. 

Geçmiş yıllarda, özellikle de 12 Eylül 2010 referandumu, 12 Haziran 2011 Genel Seçimleri ve 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanı Seçimi kampanyaları sırasında henüz Başbakan olan Erdoğan’ın, meydanlarda Kılıçdaroğlu’nun Alevi kökenini taraftarlarına defalarca hatırlatarak CHP’ye karşı mezhepsel fay hatlarına yüklediği negatif enerjiyi faydalı yönde dönüştürmek olabilirdi amacı... 

Muharrem İnce reel politikayı maharetle uygulayan ve iletişimde tekrarın faydasını bilen bir siyasetçi. Bu yazının konusu olan mesajını da çeşitli vesilelerle tekrarlayabilir. 
İktidarın CHP’ye karşı oluşturduğu mezhepçi algının yıkılması Türkiye’nin selameti için elzemdir. Bu husustaki başarı Muharrem İnce’ye aitse, başarının önünü açan kişi de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu olacaktır.

Kadri Gürsel / CUMHURİYET

Ziraat AKP’nin arka cebi midir? - ÇİĞDEM TOKER

 Hükümet talimatlı konut stoku azaltma operasyonunun gerekçesine bakın: 
Sektördeki “çarklar” tekrar dönmeye başlayacakmış.
 
Başbakan Yıldırım’ın bahsettiği “çarklar”ın kime ait olduğunu merak etmemek mümkün değil. 

Ziraat’ın çarkını döndüreceği kimseler arasında herhalde ineğine haciz gelince, sütünü şube önüne döken Haymanalı çiftçi olmasa gerek. Ziraat, konut stokunu eriterek emeklilerin de çarkını döndürecek olamaz. 

Başındaki, Türkiye Cumhuriyeti kısaltması olan T.C. ibaresini fazlalık bulup atmış olan Ziraat Bankası’nın ilgi alanına konut, gayrimenkul, emlak alanında faal, iktidara yakın müteahhitlik şirketlerinin daha fazla girdiği malum. 

Haliyle Ziraat’ın “çarklarını” döndüreceği konut sektöründen yararlanacak olanlar, bir zamanlar hedef kitlesi olan “kamu” değil, yapılı porselen dişleriyle pozlar veren, futbol kulüplerine sponsor olan bir avuç konut müteahhidinin olması yüksek ihtimaldir.

Genel kurul ertelenmişti 
Başbakan Yıldırım’ın bu talimatı geçenlerde açıklanan “genel kurulertelemesine” de ışık tutmuş bulunuyor. 

Meraklısı, OHAL rejimi altında Türkiye Varlık Fonu’na (TVF) devredilmiş bulunan Ziraat Bankası’nın geçen haftalarda yapacağı 2017 yıllık olağan genel kurulunun, 24 Haziran seçimleri sonrasına bırakıldığını hatırlar. 

Ziraat’ın 2016 yılı genel kurulu da ertelenmiş, o da zamanında yapılmayarak 16 Nisan referandumu sonrasına bırakılmıştı. Eğer Ziraat Bankası’nın 2017 yılı genel kurulu zamanında yapılmış olsaydı, bütün denetim raporları gündeme gelerek okunacaktı. 
Ziraat Bankası genel kurulunu seçim sonrasına bırakarak, hem Doğan Grubu’nun Demirören’e devri sırasında yine hükümet talimatıyla sağlandığı söylenen krediyi “görünmez” kıldı, denetimden kaçtı. 


Bunlara ek olarak da genel kurulun ertelendiği süre zarfında da şeffaf olmayan operasyonların daha kolay yapılmasına zemin hazırlanmış oldu. 
Nitekim, kuruldu kurulalı sermayesi Hazine’ye ait olan Ziraat Bankası hisselerinin, tüm zamanların en imtiyazlı şirketi olarak kurgulanan Başbakan’a bağlı TVF’ye devredildiğini geçenlerde yazdık. 

Dolayısıyla genel kurulu ertelenmiş, dolayısıyla denetim raporları okunmamış, tartışılmamış, dahası kamu sermayesi özel bir şirkete devredilmiş Ziraat Bankası’nın “stok eritme” göreviyle yaptığı/yapacağı işlemler, bankacılık teamülleri açısından belirsiz bir döneme girecektir. 

Bitirirken, Ziraat Bankası’nın 2016 yılı Sayıştay denetim raporunda, banka nezdinde yüzlerce milyon TL riski bulunan birkaç şirket hakkında, belli işlemler yapılması için zaten önemli “tavsiyeler” yer aldığını not düşelim. 

Başından T.C’yi atsa, Hazine payını Varlık Fonu’na devretse de Ziraat Bankası, AKP’nin arka cebi olamaz, olmamalı.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET