25 Mayıs 2018 Cuma

TÜSİAD daha ne desin? - ÖZLEM YÜZAK

Daha ne desinler? “Seçimlerden yorgun düştük, gerginliklerden,kutuplaşmalardan bıktık... Dış politikayı doğru yönetemediniz, ekonomiyi, koca ülkeyi batırdınız, eğitimde 15 yılda 15 kez sistem değiştirdiniz ve hâlâ düzeltemediniz, adil paylaşımdan giderek uzaklaştınız...” TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi’nin açılış konuşmalarından özetle bu sözler çıktı. 


TÜSİAD, namı diğer patronlar kulübü. Kamu dışı milli gelirin yarısını oluşturan, kayıtlı istihdamın yüzde 50’sini (kamu ve tarım hariç) sağlayan, dış ticaretin yüzde 85’ini (enerji ithalatı hariç) gerçekleştiren, kurumlar vergisinin yüzde 80’ini ödeyen 4 bine yakın şirketi temsil eden bir yapı. Şu yukarıdaki sözleri bizler zaten sürekli dile getiriyoruz ama patronlar kulübünün ağzından çıkınca farklı tabii etkisi. 
Deprem gibi... 
Hem Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan’ın hem de TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Erol Bilecik’in konuşmaları bugüne kadar yapılan en sert açıklamalardı. Özilhan “yeni bir hikâyeye ihtiyacımız var” derken “artık olgunlaşmış bir siyasi ortam istediklerini” belirtti ve herkese temsil edildiği duygusunu güçlü bir şekilde hissettiren bir Meclis’e ihtiyaç olduğu vurgusunu yaptı... 

İş dünyası öfkeli, yorgun, kaygılı... Son derece net görülüyor bu. Sohbet ettiğim iş insanları “Artık tamamen tıkandık, ülkenin itibarı ile birlikte hepimizin itibarı da zedeleniyor” diyorlar. 

Her ne kadar Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan dolardaki artışı sadece dış mihraklara bağlama konusunda ısrarcı olsa da TÜSİAD’ın ortaya koyduğu ekonomik tablo “Makro ekonomik istikranın tamamen bozulduğu, seçim öncesinde  açıklanan paketle bütçeye gelen ilave 24 milyar TL’lik ek yükün mali disiplin konusunda şüphelere neden olduğu, bugüne kadar ‘inşaat’ üzerine dayandırılan büyüme modeli ile devam etmenin mümkün olamayacağı” şeklindeydi. 

Özilhan’ın adil paylaşım vurgusu ve bunun artık iş çevreleri tarafından dillendirilmesi de çok önemli. 2007 yılı sonrasında yoksullukla mücadelede ilerleme sağlanamadığını belirten Özilhan “Sosyal politika, çeşitli yardım kuruluşlarına bırakılan bir alan değil, güçlü bir kurumsal kapasite ile yürütülen, kuralları titizlikle oluşturulmuş bir devlet politikası olmalı” dedi.

TÜSİAD Erdoğan’ın üzerini çizdi mi? 
Erol Bilecik’in “Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz” sözünün anlamı açık. Peki, başkan adaylarına çağrı yaparak “ekonomi programlarınızı bizimle paylaşın”demesi TÜSİAD’ın Erdoğan’ın üzerini çizdiğini mi gösteriyor? 
Biz TÜSİAD olarak sürekli öneriler ürettik, büyüme modelimizi gözden geçirmemiz gerektiğini savunduk. Dünyada büyük değişimlerin yaşandığını, bol ve ucuz para döneminin bir gün biteceğini herkes biliyordu. Yapısal reformların o dönemde yapılması gerekiyordu. Biz bunu dile getirdik Sorunlarınızı zora girdikten sonra çözmeye kalkarsanız, çok daha büyük maliyetlere katlanmak zorunda kalırsınız” diyen TÜSİAD Başkanı sözünü sakınmadı: “Kural temelli, öngörülebilir politikalara dayanmayan günübirlik tedbir ve paketler, bir ülkenin ekonomisinin sürdürülebilirliğini sorgulanır hale getirir. Nitekim kurda gördüğümüz hızlı yükseliş, Türkiye ekonomisi için bu sorgulamanın başladığını gösteriyor.”

Eğitim ve kadın adaylar 
Kadın aday oranı da TÜSİAD’ın gündemindeydi. Bilecik, mevcut durumda parlamentodaki yüzde 14.8 kadın oranı ile 144 ülke içinde 118. olduğumuzu vurgulayarak yeni seçim dönemi sonrası bu tablonun değiştiğini görmeyi istediklerini belirtti. Eğitim konusunda ise şunları dile getirdiler: Eğitim sisteminde son 15 yılda 15 kez değişiklik yapıldı ama sistem bir türlü düzeltilemedi. Sorunların nedenini anlayabilen ve çözüm üretebilen bir nesil yetiştirmeyi daha başaramadık. Çocuklarımızı dünyadaki yaşıtlarının gerisinde yetiştiriyoruz; büyüttüğümüz gençlerimize iş alanı açamıyoruz. Okula gitmeyen ve bir işte çalışmayan gençlerimizin oranı yüzde 30. Gençlerimizi fikirlerini özgürce söyleyebilen, özgüveni yüksek, yaratıcı, eleştirel düşünebilen, inisiyatif alabilen, farklılıklara saygılı bireyler olarak yetiştiremezsek ülke olarak kendimize koyduğumuz hiçbir hedefi gerçekleştiremeyiz.

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

Hesabı kim nasıl verecek? - ÇİĞDEM TOKER

Konuya doğrudan gireceğim. 

Merkez Bankası, TL’nin değer kaybetmesini gün boyu seyredip akşam müdahale etti. Bu gecikme geçiştirilemez. 

Bir gün içinde TL’nin dolar karşısında günde 20 kuruştan fazla değer kaybetmesi, yakın gelecekte gerçekleşecek yüz binlerce sofradan yemek eksilmesi, işten çıkarmalar, dükkânlara kilit vurmanın önünü açarken, “birileri”nin oturduğu yerde haksız kazanç sağlamasına yol açtı. 

Milyonların geliri azalırken, cebimizden, maaşlarımızdan geleceğimiz çalınırken o “birileri” zengin oldu. Servetlerine servet kattı. 

Çok önemli bir iş yaptıkları için üst düzey yöneticileri yüksek maaşlar alan, standartların çok üzerinde sağlık ve yaşam güvenceleri bulunan Merkez Bankası’nın, 23 Mayıs günü sağlanmış haksız kazançlardan dolaylı/dolaysız sorumlu olmadığını söyleyebilir miyiz?

Merkez Bankası kararlıymış 
Merkez Bankası’nın (Para Politikası Kurulu) aylar önce yapması gereken müdahaleyi, beklenen etkinin görülmesinin imkânsızlaştığı kâbus dolu bir günün akşamında yaptıktan sonraki açıklaması ise evlere şenlik! 

Temel görevi fiyat istikrarını sağlamak; daha açık anlatımla para politikası araçlarını kullanarak enflasyonu düşürmek olan Merkez Bankası, sanki görevini zamanında ve eksiksiz yapmış gibi, ne diyor bakın: “Merkez Bankası fiyat istikrarı temel amacı doğrultusunda elindeki bütün araçları kullanmaya devam edecektir. Enflasyon görünümünde belirgin bir iyileşme sağlanana kadar para politikasındaki sıkı duruş kararlılıkla sürdürülecektir.” 

Merkez Bankası, elindeki bütün araçları kullanmaya devam edecekmiş. 

Sıkı duruşu kararlılıkla sürdürecekmiş.

Gülünç değilse bile üzücü. 

Merkez Bankası, -son dönem uygulamalarına bakılarak- kararlı olduğunu düşünüyor, dahası kamuoyunun da “Merkez Bankası çok kararlı” diye düşündüğünü sanıyorsa yazık. 

Elindeki yasal politika araçlarını zamanında kullanmayan bu kadar önemli ve yapısı gereği saygın bir kuruluşun, ya kendisini ve bizleri kandırmaması ya da “iletişim” konusunu samimiyetle gözden geçirmesi gerekiyor. 
Bir de Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in sosyal medya paylaşımına bakalım.

Ne yapısal reformu? 
Sanki TL’nin sarsıcı değer kaybından Türkiye’de yaşayan milyonlar değil de İngilizler, Amerikalılar zarar görecek gibi İngilizce tweet atmış Sayın Bakan. Neymiş? Yatırımcı güvenini tekrar kazanmanın tam zamanıymış. Hükümet de yapısal reformları hızlandırmak konusunda kararlıymış. Değersizleşen TL’nin enflasyona yol açacağı ayan beyan belliyken yapılıyor bu açıklama. 


Hem inşaata dayalı büyüyeyim, hem bir avuç partili müteahhidi ihya edeyim, onlar için kanunları değiştireyim, 21/b ihaleleri, dövizli KÖİ sözleşmeleriyle bütçeyi bozma pahasına siyasi ömrümü uzatayım. 

Bütün bu kötücül ihtiras tablosu ülkenin kaynaklarını mahvederken de yapısal reformları hızlandırayım. Böylece yatırımcı güveni geri gelsin. 

Nasıl olsa 22 aydır devam ettirilen OHAL ile cezaevlerinin durumuyla, ifade özgürlüğünün geldiği noktayla TL’nin değer kaybı arasında bir ilişki yok. Nasılsa yok! 
Hem olsa ne olur? Bunları sorgulayacak medya mı var? Kamu bankası kredisiyle satın aldırtılmış kanallar emre amade. 

“Dış güçler de dış güçler/Oyunlar da oyunlar” nakaratını gece gündüz terennüm eyliyor. 
Hasılı, “yapısal reformları sürdürme kararlılığı” lafı, gerçeklikle bağı kopuk bir laftır. 
Bunun gibi gündüz düşleri yerine, ülkesini sevenlerin bugünlerde IMF’nin kapısı çalınacak mı çalınmayacak mı, bu fatura halka hangi vergilerle, ücretlerde, maaşlarda hangi “kesintilerle” ödetilecek, döviz üzerinden imzalanmış kamu yatırım sözleşmeleri ne olacak soruları üzerine kafa yormasında sonsuz yarar var.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Bir parkta başlamıştı her şey - MİNE SÖĞÜT

İstediğiniz kadar, Atatürk Havalimanı’nın o geniş arazisini sizden beklendiği gibi ona buna satmayın; kamuya açın. 


İçine alışveriş merkezi dikmek yerine İngiltere’deki örnekleri gibi yemyeşil bir park yapın. 

O parkı dünyanın bin bir türlü ağacıyla yeşillendirin. Çiçeklerle süsleyin. Yürüme yolları inşa edin. Bisiklet yollarıyla donatın. Spor sahaları yapın. Her yeri havuzlarla, akan sularla neşelendirin.Körler için yer işaretleri koyun; engelliler için parkurlar düzenleyin. Piknik alanları olsun içinde. Çay bahçeleri. Çocuk parkları.

Batı’nın şehircilik adına geliştirdiği bütün iyi yanlarını alın, havaalanından arta kalacak o dev boşluğunu onlarla donatın.
 
Olmaz, bir işe yaramaz. 

O İngiltere’de olduğunu bildiğiniz ve marifetinizi anlatırken de örnek alarak işaret ettiğiniz parkların en ünlüsünde bir serbest kürsü vardır. Bu halinizle onu asla koyamazsınız içine. 

O kürsünün hikâyesi, Karl Marx’ın İngiliz devriminin başlangıcı olarak tanımladığı halk ayaklanmalarına kadar uzanır. 

Geçen yüzyılın başlarında insanlar parklarda toplanıp siyasi meseleleri tartışırlar ve nihayetinde, İngiltere’de her parkta bir serbest konuşma köşesi olması yasallaşır. 
O köşelerin bugüne kadar gelen en ünlüsü Hyde Park’taki 150 yıllık konuşmacı köşesidir. 

Zamanında o köşede Karl Marx’tan Vladimir Lenin’e, George Orwell’den  Bernard Shaw’a  kadar iktidara kafa tutan birçok insan konuşmalar yaptılar.İktidar aleyhine her türlü fikri savundular. 

Bugün de her isteyen o kürsüye çıkabiliyor ve içinde şiddet ya da küfür olmadığı sürece her konuda, herkese karşı istediği konuşmayı yapabiliyor. 

O parkın kapısında TOMA’lar beklemiyor. Çevik kuvvet nöbet tutmuyor. İçeride sivil polisler fink atmıyor. 

Halk, duydukları karşısında birbirini koşa koşa iktidara ispiyonlamıyor. 
Konuşanlar ve onları dinleyenler biber gazıyla perişan edilmiyor. 
İnsanlar kollarından, saçlarından yerlerde sürüklenmiyor. 
Çıkan arbedede çoluk çocuk kim vurduya gitmiyor.

***
İçine asla serbest kürsü kuramayacağınız devasa parklar inşa ederken, o yüzden, İngiltere’yi hiç işaret etmeyin. 

Düşünce özgürlüğünün olmadığı, kadın erkek eşitliğinin ağza alınmadığı, insan haklarından bahsedilmeyen, dini hukukla yönetilen Ortadoğu ülkelerinde de büyük yeşil alanlar var. Onları işaret edin. 

Bir de... 
İsmini değiştirmeden, kendi tarihine hürmeten o parka Atatürk Bahçesi diyecek; 
O alanı millete değil halka açacağını vaat edecek; 
Ve içine bir de serbest, ama gerçekten serbest kürsü yerleştirecek bir iktidara acilen ihtiyacı olan bu ülkede... 

Atatürk Havaalanı’nı 29 Ekim’de, yani Cumhuriyet Bayramı’nda kapatmak, böylece 29 Ekim’de yani Cumhuriyet Bayramı’nda Atatürk’ün adını bir yerden daha silmeye niyetlenmek sizin açınızdan gerçekten “dahiyane” bir fikir. 

Ama niyetinizi, eski havaalanının yerine “Millet Bahçesi” yapacağınızı vaat ederek, kendinizce sarayları yıkan ve o sarayları insanlara açan bir devrimci edasına bürünüp gizlemeye çalışmanız çok kötü fikir. 

Bu ülke kendi büyük devrimini küçücük bir parkta yapabileceğini tam da böyle kendine ait bir ilkbahar zamanı zaten deneyimledi. 

Siz o devasa parkı kendi sonbaharınızda “millete” açarak ne devrim yapabilirsiniz ne de yapılmış devrimleri yıkabilirsiniz. 

Olsa olsa kendi faşizminizi güçlendirirsiniz. 

Bir de haberiniz olsun... 

Bazen mesele sadece bir ağaç meselesidir ve o ağaç meselesi tüm diğer mühim meseleleri kapsayabilecek kadar kıymetlidir.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Bir kadının Trump'a verdiği siyaset dersi! - Arslan BULUT

Hani Trump'ın İstanbul'daki iş merkezinin adı "Trump Tower" ya, uluslararası ilişkilerde ise bir "Trump tavrı" ortaya çıktı! Aslında bu akımı, Trump'tan önce Tayyip Erdoğan başlattı. Fakat Türk Dışişleri zaman zaman Erdoğan'ı frenleyebiliyordu. Trump'ı bir çizgide tutmak ise mümkün değil. Fakat bu durum sadece kendisine değil, ülkesine zarar veriyor. ABD, sonuçta bir mafya devleti, onların kültürü böyle! Türkiye'de ise en ufak hata sırıtıyordu. Fakat artık doğru yürüyen hiçbir mekanizma kalmadığı için Türkiye el yordamıyla yönetilen bir devlet haline geldi. Bu ülke, böyle bir savrulmayı kaldıramaz.
                                                                          ***
Uluslararası ilişkilerin nasıl sürdürülmesi gerektiği üzerinde AB Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini, ilgili üniversitelerde ders konusu olabilecek nitelikte bir değerlendirme yaptı.

AA'nın haberine göre Mogherini, Brüksel'de yaptığı konuşmada, İngiltere'nin AB'den ayrılma kararının ardından Birliğin dağılacağına yönelik tartışmaların yoğunlaştığını hatırlatarak, şu anda durumun değiştiğini ve uluslararası toplumun, AB'nin "çok taraflı" sistemi kurtarmasına yönelik beklentileri olduğunu belirtti.
                                                                          ***

ABD'nin İran nükleer anlaşmasından çekilme kararının sadece Avrupa'yı değil, tüm dünyayı zor duruma soktuğunu dile getiren Mogherini, bu adımın ABD'nin genel anlamda çok taraflı uluslararası sistemden uzaklaşma eğiliminde olduğunu gösterdiğini belirtti.
Mogherini, "İran anlaşmasını 12 yıl boyunca gece gündüz çalışarak inşa ettik. AB bundan vazgeçme niyetinde değil." ifadesini kullandı.
"Bir anlaşma imzalandığında buna sadık kalınması gerekiyor. ABD Başkanı değişince anlaşma da değişmez. Bu, uluslararası anlaşmaların güvenilirliğini sağlar." diyen Mogherini, aksi takdirde güvenilirlik ve öngörülebilirlik ilkelerinin zarar göreceğini vurguladı.
İran nükleer anlaşmasının sürdürülmesi için AB'nin diğer ortaklarla yoğun çaba sarfettiğini aktaran Mogherini, İran'ın önemli bir ekonomik pazar olduğunu söyledi. Mogherini, "Neden biz bu pazarı sadece Rusya ve Çin'e bırakalım?" dedi.

Mogherini, söz konusu anlaşmanın "AB için bir test" olduğunu, anlaşmaya sadık kalarak Birliğin kendi kararlarını alabildiğini ve güçlü durduğunu göstereceğini ifade etti.
Gerçekten de sadece anlaşmalar değil, her davranış, her karar, insanlar için de "güvenilirlik" ve "öngörülebilirlik" açısından bir testtir.
                                                                         ***

ABD'nin Tel Aviv'deki büyükelçiliğini Kudüs'e taşıma kararını da eleştiren Mogherini, Kudüs'ün statüsünün müzakereler yoluyla belirlenmesi gerektiğini ifade etti. Mogherini, Kudüs'ün İsrail ile Filistin devletlerinin ikisinin de başkenti olması gerektiğini söyledi.
ABD'nin Kudüs Büyükelçiliğinin açılış töreni öncesinde verdiği resepsiyona 3 AB üyesi ülkenin büyükelçisinin katıldığını hatırlatan Mogherini, "ABD'nin Kudüs Büyükelçiliğinin resmi açılış törenine hiçbir üye ülkenin temsilcisi katılmamıştır. Bu tarz şeyler, diplomaside önemlidir." dedi.

                                                                        ***

Peki Mogherini'nin, bir konuşmanın içinde bu kadar önemli mesajlarla birlikte, aynı zamanda uluslararası ilişkiler dersi verebilmesi hangi birikime dayanıyor?
Mogherini, Roma La Sapienza Üniversitesi'nde siyaset bilimi okudu. Diplomasını, hak ederek aldı. 1973 doğumlu. Henüz 45 yaşında bir kadın... 23 yaşından beri siyasetin içinde...

                                                                          ---
Laikliğe neden karşı çıkıyorlar?
İstanbul Müftülüğü, semavi dinlerin temsilcilerine iftar verdi. İftarda konuşan İl Müftüsü Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz, toplumda din ve din adamlarının yerini sütün içerisindeki laktoza benzetti ve "Nasıl sütün içerisinden laktozu alırsanız geriye su kalırsa toplumdan da dini, dini değerleri ve din adamlarını alırsanız aynı şey olur." dedi.
Toplumdan dini değerler alınırsa elbette büyük sarsıntı olur ama günümüzde insanlar arasında pek çok sorun, bazı din adamlarının, dini siyasi veya ekonomik iktidar aracı olarak kullanmalarından kaynaklanıyor. Aynı kişiler, din istismarını yasaklayan laikliğe bu yüzden karşı çıkıyor.


Kaynak Yeniçağ: Bir kadının Trump'a verdiği siyaset dersi! - Arslan BULUT

24 Mayıs 2018 Perşembe

Kolay yol yok - L. DOĞAN TILIÇ

Seçim zamanları, özellikle de memlekette pek iktidar görmemiş sol için de, dışarıya bakıp başka ülkelerin muhalefet başarılarından bize taşınacak örnekler aramak adettendir. Kâh Latin Amerika’da esen rüzgârdan, kâh Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos’un başarılarından umut derlemeye çalışırız.

Bu kez, baskın seçim uzun tartışmaya zaman bırakmadı. Önümüzde sadece bir ay var. Bir süre partilerin aday listeleri üzerinde tartıştıktan sonra, artık ne kadar ve nasıl bir kampanya yapılabiliyorsa onunla sandıklara gidilecek.
Bütün bu kısıtlar içinde, muhalefetin şansı da Erdoğan! Toplumu o kadar kutuplaştırdı ki, “O gitsin de…” diyerek birleşmelerine hiç ihtimal verilmeyen partiler birleşti.

Olağanüstü baskı dönemlerinde ve totaliler rejimlerde, hayat bazen “gitsin de…”yi öylesine dayatır ki, “Peki ne gelsin?” sorusunun yanıtı es geçilebilir.

Oysa, sol/sosyalist siyaset açısından “Peki, ne gelsin?”e boş veren bir “gitsin de…” kabul edilebilir yaklaşım olamaz.

Peki, ne gelsin?”in yanıtı ve gelmesini istediğiniz için yapılması gerekenler “gitsin de…” çalışmasından çok daha uzun soluklu, çok daha zor, çok daha sabır gerektiren bir çalışmadır.

İtalya’da, Mart seçimlerinden bu yana yaşanan kriz bugün yarın Giuseppe Conte’nin başbakan olarak atanması ve hükümet kurulmasıyla “sona erebilir”.

İtalya’da, Cenovalı komedyen Beppe Grillo tarafından kurulan ve birkaç yıldır adından söz ettiren 5 Yıldız Hareketi seçimde birinci olmuş ve geçen günlerde de aşırı sağcı Lig Partisi ile hükümet programı ve başbakanın ismi üzerinde anlaşmıştı.

5 Yıldız Hareketi üzerine, sevgili Can Dündar’ın 2013 Mayısında Milliyet’teyken yazdığı “Başka tür bir muhalefet mümkün” yazısını anımsıyorum. Hareketin kurucusu “Beppe”yi sivri dilli bir hiciv ustası olarak tanımlıyor, düzene meydan okuyan cesur siyasetini vurguluyor, kendilerini görmezden gelen medyaya karşı internet üzerinden açtığı kampanyanın altını çiziyor, sağ ve sol kavramlarını bir kenara iterek sisteme savaş açmış olduğunu vurguluyordu.

5 Yıldız Hareketi’nin başarısını; “İnternet ile doğrudan demokrasi”yi şiar edinmiş olmasına; adaylarını internette oylamayla belirlemesine; Beppe’nin kendini görmezden gelen televizyonları protesto edip hiçbirine çıkmayarak  Twitter, FacebookYouTube üzerinden halka ulaşmasına bağlayan sadece  Can değil.

O yazı; “Sizce Türkiye’de de giderek otoriterleşen siyasi iktidara meydan okuyan, kıstırılmış medyadan yakınıp durmak yerine sosyal medyayı kullanan, yeni yöntemler ve söylemlerle, yeni politikalar üreten, genç bir muhalefetin vakti gelmedi mi?” diye soran Can’a “Geldi de geçiyor bile” diyenlerin az olmadığını biliyorum.

Başarıysa, başarı! 2013’te yüzde 25’le birinci olan 5 Yıldız Hareketi  şimdi  yüzde 32ile hükümet kuran bir parti oldu.

Yeter ki eski düzen gitsin” diyenlerin oyunu alarak ulaştığı noktada, aşırı sağcı, ırkçı ve göçmen düşmanı Lig Partisi ile koalisyon kuruyor. İçinden çıkarıp faşist koalisyon ortağına kabul ettirdiği başbakan adayı G. Comte, CV’sindeki yalanlarla gündemde. 
Göçmenlerin yürekleri ağızlarında!
Bunlar bir kenarda dursun, internet ve yeni medya üzerinden yürütülecek “bir başka muhalefetin” bizi de iktidara götürecek araç olup olmadığına bakalım.
Öncelikle, bir muhalif hareketin herhangi bir iletişim olanağını, bu çerçevede de günümüzün en öne çıkan teknolojisi internet ve o zeminde yükselen sosyal medyayı ret ya da ihmal etmesinin en hafif deyimle budalalık olduğunu söyleyeyim.

Ancak, sadece oradan yürünerek ya da orayı temel alan bir muhalefet stratejisiyle başarı gelmez!

Bu toplumun ikna edilmesi gereken büyük çoğunluğunda internet ve sosyal medya kullanım oranı çok düşük. Onları ikna ve örgütleme ancak ev ev, sokak sokak, işyeri işyeri dolaşarak; insanlara bire bir dokunup gözlerinin içine baka baka konuşarak, yaşanan hayatlar içinde yan yana durup karşılaşılan problemlere çözümler bularak olacak.

İktidara giden kolay bir yol yok; tabii internet de olacak ama asıl bunlar olacak!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

İktidar dünya piyasalarını kapatmak için düğmesini arıyor! - ORHAN BURSALI

Toplumun beynini yalan yanlış söylemlerle yıkama servisçileri “bizi kıskanan dış güçler, şimdi ekonomiyi çökertmeye giriştiler..” masalını okuyor. 
Neden? 
Çünkü oylarını aldıkları ve gerçek bilgiyle davranmayı öğrenemeyen cahil kalmış bir kalabalığın bu zokayı yutacağını biliyorlar. Bu açıdan baktığınızda, topluma “göbeğini kaşıyan adam” muamelesi yaptıkları açık ve seçik. Biraz şüpheli olanlar da kafasını kaşır. Bedelini de ağır öderler. 

Şüphesiz o kadar da değil, AKP’ye oy veren seçmenin bir kesimi başına taş düştüğünü görüyordur; çarkların dış girdilerle döndüğü ekonomide günlük hayatını çevirmek için artık kuruş hesabı yapacaklar. Emekliye verilecek seçim rüşveti ikramiyesi, pahalılık karşısında dipsiz kuyuya atılan taş etkisi yapacaktır. 
 
Yıllardır kırılgan ülke 
Çöküş, uzun zamandır adım adım geliyordu. Türkiye 5 yılı aşkın zamandır “kırılgan ülkeler” adı altında, 3-5 ülke arasındaydı ve iki yıldır da bu ülkelerin zirvesine oturmuştu. Bunu iktidar da biliyordu, ama o zaman “vay bizi çökertmek istiyorlar” diyen yoktu. 

Bugün milletvekili listesi dışında kalan Mehmet Şimşek, 24 Mart’ta “Aman borç almayın ortak alın, sermaye piyasalarına açılın. Borç bu dönemde büyük bir sorun.. Çatıyı hava güneşli iken tamir etmemiz gerekiyor.. belki yağmur yağacak belki fırtına çıkacak” sözleri aslında çok geçti, yağmur çoktan yağmaya başlamıştı. Şimşek, olanları yumuşatmak için cek-caklı konuşuyordu, çünkü Reis’in yanında ekonomi için kötü şeyler söylemek yasaktı, nitekim kellesi gitti. 

O sırada dolar 4.05 civarındaydı ve “tarihi rekor” manşetleri atılıyordu. Dolar, martın başında 3.81’di. Şimdi 5’e dayandı ve artık saat başı tarihi rekor başlıkları atılıyor. 
Füze gibi günden güne yukarıya fırlayan bir dolar; neden? 
Enflasyon iki haneye oturmuş, ekonominin yıllık açıkları -gelir/gideri-57 milyar dolar eksiye çıkmış ve bütçe 75 milyar dolar açıkla bağlanmıştı. 

Ayrıca dünyada başka bir seyir daha vardı: Dolar güçleniyordu, ABD faizleri artırmayı bir sürekliliğe bağlamıştı. Bütün paralar değer kaybediyordu ama TL şampiyonluğu kimseye bırakmıyordu.. Aslanım TL! 

Toplam borç 450 milyar doların üzerinde. Bu yıl 98 milyar dolar borç ödemesi var. Kısa vadede 220 milyar dolar (Mahfi Eğilmez). 
 
Acaba seçimlere kadar  idare... 
Çok miktarda paraya ihtiyacınız varsa ve ekonominizin temel yapısı zayıfsa ve harcamanızdan daha yüksek miktarda gelir üretemiyorsa, riskiniz artıyor demektir; bu durumda da daha yüksek faizler ödemek zorundasınız. Yok “faizi artırmam, parayı da MB değil ben yönetirim” derseniz, doları 5’te görürsünüz. 

Dani Rodrik dün şöyle diyordu özetle: 
TL’nin serbest düşüşünü durdurmak için yalnız 3 seçenek var. 1. TCMB rezervlerini tüketmek pahasına dolar satacak. 2. Faizlerde ciddi bir artış yapılacak. 3. Sermaye kontrolleri. Zehirlerden zehir beğen... Doların yükselişine seyirci kalırlarsa dolar bazında borçlanmış özel sektör iflasa götürür enflasyonu kontrolsüz hale getirir. Bekledikçe maliyet artıyor. Bu önlemler dahi krizi ancak geçici durdurabilir. Kamu maliyesi, tasarruf politikaları ve özel sektör finansmanı konusunda ciddi atılımlarla desteklenmeleri gerekecek...” 

Uyarıların hepsi boştur bu iktidara.. Onlar her şeyi en iyi bilir. 

Bütün hesapları ve bildikleri aslında, yahu acaba seçimlere kadar idare edebilir miyiz üzerine kuruluydu. 


Ne yazık ki bu beklentileri çöktü. 

Ellerinde düğmesi olsa dünya piyasalarını kapatmaktan zerre geri kalmazlar, ama böyle bir düğme olmadığına hâlâ inanamıyor olabilirler. 
Bazı aklı evvel ekonomi haspaları “devlet değil, borçlu olan özel sektör çöker” havasında! Ekonominin özel sektörden ibaret olduğunu bilmeyecek kadar cehalet. 

Sorun, ooh ne âlâ mualla, yağmur gibi para aktıkça dışarıdan biz bu ekonomiyi çok iyi idare ederiz politikalarında. Göm parayı taşa toprağa, hazineyi büyük borç yükünün altına sok, katma değer üreten bir ekonomiye yönelme. 

Ama ağzında da “yerli ve milli” sakızını çiğne!

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Dağılma ve entropi - ERGİN YILDIZOĞLU

Kapitalist dünya ekonomisinde ve devletler arası ilişkilerde hegemonya merkezinin sorun çözme, güvenlik sağlama kapasitesi geriledikçe düzen dağılmaya, devletler kendi başlarının çaresine bakmaya, milliyetçi, ırkçı emperyalist ideolojiler, liderler yükselmeye, entropi (istikrarsızlık-karmaşıklaşma) artmaya başlar. 


II. Dünya Savaşı sonrası dönemin hegemonya merkezi, ABD’nin, kapitalizmin yapısal krizi içinde başlayan gerileme sürecine uyum sağlamakta zorlanması, süreci şiddete dayanarak geri çevirme çabaları dağılmayı ve entropiyi hızlandırıyor. 
 
Dünya pazarı parçalanıyor mu?
“Jeopolitik” alanının ilk isimlerinden amiral Mahan (1840-1914), büyük güçler arasında önce ticari rekabetin sertleştiğine, bunun giderek askeri çatışmalara yol açtığına işaret ediyordu. Bugün ticari rekabetin sertleşerek, ticaret savaşları aşamasına geldiğini kolaylıkla söyleyebiliriz. 

Dahası, ABD yönetiminin, Çin’in yükselmesine karşılık korumak için almaya başladığı ekonomik önlemler, yalnızca bir ABD -Çin ticaret savaşı dinamiğini tetiklemekle kalmıyor, ABD hegemonyasının dayandığı devletleri de vuruyor. 

ABD, Asya ticaret anlaşmasından çıkarak, Japonya’nın, G.Kore’nin bölgedeki konumunu zayıflatmıştı. ABD’nin dış ticarette uygulamaya koyduğu korumacılık önlemleri, hem Avrupa’da, özellikle de Almanya’da sert, misillemeyi gündeme getiren bir direnişle karşılaştı. ABD’nin İran nükleer anlaşmasından çıkarak, yeni yaptırımlarla bir ekonomik savaşa hazırlanması, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması, Avrupa Birliği’nin ekonomik, siyasi çıkarlarıyla çelişiyor, bir ABD karşıtı direniş hattının oluşmasına yol açıyor.
 
Wall Street Journal’ın aktardığına göre ABD, Latin Amerika ülkeleri ve Kanada arasında sürmekte olan serbest ticaret anlaşması görüşmelerini, ABD’nin dayatmaları çıkmaza sokmuş. Dahası bu dayatmalar, Meksika’da ABD karşıtlığını güçlendiriyor, 1 Haziran’daki genel seçimlerde, “ekonomik ulusalcılıktan”   yana   “popülist”   politikacı  Obrador’un kazanma şansını artırıyormuş. 
 
Dağılma içinde dağılma 
Hegemonya merkezinin etrafındaki destek ülkeler bloku dağılırken, bu blokun en önemli bileşeni Avrupa Birliği’nin dağılma riski artıyor. Birliğin geleceğini sorgulayan ilk darbe İngiltere’den gelmişti. AB üyeleri Brexit’e, kendi saflarını sıklaştırarak cevap verdiler. Ancak AB’nin 3. büyük ülkesi İtalya’da genel seçimlerde ortaya çıkan tablo, 5 Yıldız hareketi ile sağ (faşist özellikler sergileyen) Kuzey Birliği’nin yeni hükümetinin koalisyon programı, AB’nin geleceğine yönelik çok tehlikeli olasılıklara işaret ediyor. Her iki parti de neo-liberal modelden, AB-İtalya ilişkilerinden, AB ekonomik düzeninden, göçmen politikalarından hoşnut değil; Rusya’ya yönelik yaptırımların kaldırılmasını istiyorlar. Yeni hükümet bu programı uygulamaya koyarsa, AB’nin ekonomik düzenini, Rusya’yı hedef alan yaptırımlara uymayı kabul etmezse, AB’nin güvenlik mimarisini, NATO ilişkilerini bozmaya aday. Bunlar yetmezmiş gibi, AB’nin çevresindeki stratejik bölgelerde türlü krizler gelişmeye devam. Örneğin, Ege’de Yunanistan ve Türkiye uçakları sık sık birbirini taciz ediyor. Balkanlar’da Sırp milliyetçileri, Bosna-Hırvat-Sırp federasyonundan çıkmak istiyor. Afrika’da Mısır ve Etiyopya arasında, Nil’in sularının paylaşılmasına ilişkin anlaşmazlıklar, Sudan, Katar ve Türkiye’nin katılımıyla tırmanıyor. Yemen’de savaş devam ediyor. 

Bu sırada, Golan Tepeleri’nde İsrail’in İran hedeflerini vuran saldırıları, Lübnan seçimlerinden Hizbullah’ın güçlenerek çıkması, İsrail - İran çatışmasının tırmanacağını gösteriyor. Irak seçimlerinde, İran’dan farklı politikalar izleyen, Suudilerle iyi ilişkiler kuran Şii lider Sadr’ın zaferi de, İran ile Suudi Arabistan arasındaki nüfuz mücadelesinin Irak’a sıçramasını beklememiz gerektiğini söylüyor. Bu ortamda petrol fiyatları da yeniden yükselmeye başlıyor. 

AKP Türkiye’si de yöneticilerinin cahilliği ve sınır tanımayan siyasi ihtirasları sayesinde, bu “dağılma içinde dağılmaya” bir ekonomik ve siyasi krizle katılmaya hazırlanıyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

AKP’de bitmeyen temizlik - AYŞE YILDIRIM

AKP’de mevcut milletvekillerinin neredeyse yarıya yakını listede yer almadı. Doğal olarak havuz medyası olayı ‘taze kan’ olarak verdi.

Oysa çok uzun zamandır AKP içinde bir ‘temizlik’ten söz ediliyordu.
Asıl merak edilen şey, eğer Erdoğan, 24 Haziran’dan başarıyla çıkarsa bu milletvekillerini neyin beklediği...

İster misiniz, bazıları için ‘FETÖ’ soruşturması açılsın.
Ankara kulislerinde konuşulanlara bakılırsa bu ihtimal hiç de yabana atılacak cinsten değil.
AKP’nin suçlu psikolojisiyle kendisi dışında herkesi ‘FETÖ’cü ya da ‘FETÖ ile iltisaklı’ gösterme çabasını biliyoruz. Biliyoruz da bunca yıllık ‘kardeşliğini’ bir türlü üzerinden atamadığı da bir gerçek. 

Kısaca bir yakın döneme bakalım. 

17/25 Aralık 2013’ten itibaren ortakların arası açılmaya başlamıştı. Ancak keskin kavga 2016’daki darbe girişimi sonrası yaşandı. Haliyle bu süreçler boyunca AKP-cemaat ilişkileri ve AKP içindeki cemaat hayranları tartışılıp durdu.

‘Bizde FETÖ’cü yok’ tezini işleyen AKP tartışmaların alevlendiği dönemlerde ister istemez ‘temizlik’ten de söz etmek zorunda kaldı. 

2016 yılında AKP Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Ataş, o günlerde gündeme gelen AKP içindeki ‘FETÖ’cülerin temizlenmesi ile ilgili tartışmaların dillendirilmesi üzerine şöyle diyordu: “Ak Parti’nin içinde FETÖ’cü varsa, Ak Parti kadroları kendisi temizler. O seni ilgilendirmez.” 

‘Temizlik’ tartışmaları 2017 referandumu döneminde sürdü. AKP içindeki temizliği referandum öncesi mi sonrası mı yapacak? 

Referandum sonrası Erdoğan AKP Genel Başkanlığı koltuğuna da oturunca bir ‘metal yorgunluğu’ fırtınası esti partide. İl başkanları, ilçe başkanları, büyük şehirlerin de aralarında olduğu belediye başkanları istifaya zorlandı. 

Kimi direndi, kimi ağladı. Ama hepsi de istifa etmek zorunda kaldı. Neden istifalarının istendiği, varsa ‘suçlarının’ ne olduğu hâlâ bilinmiyor. 

Bu yıl nisan ayında AKP sözcüsü Mahir Ünal, şöyle bir cümle kullandı:
“Bizim kendi içimizde yaptığımız temizlik tamamlandı. İlçe yönetimlerimize, gençlik, kadın kollarımıza hepsine varıncaya kadar biz çok titiz çalışma yaptık ve çok titiz bir ayıklama gerçekleştirdik.” 

Peki kimdi bu ‘temizlenenler’, haklarında bir dava açıldı mı?
Yanıt yok.
Sağır sultanın bile duyduğu; AKP içinde Bylock kullandığı iddia edilen milletvekilleri...
Darbe Araştırma Komisyonu Başkanı Reşat Petek’in daha birkaç yıl öncesine kadar Gülen’e övgüler düzdüğü...
Muhalefet partilerinin milletvekillerinin ‘FETÖ’cü suçlamaları....
Gülen’i ziyaret eden milletvekillerinin el pençe durdukları fotoğraflar...
Gelgelelim şimdi Reşat Petek dahil AKP’nin Darbe Araştırma Komisyonu’ndaki başkan, başkan yardımcısı ve üç üyesi ile partinin yarıya yakın milletvekili listelerde yer bulamadı.

Erdoğan, bu konuda ne dedi:
“Parlamentodaki prensiplerimize dikkat etmemiş, devamda hassasiyet göstermemiş arkadaşlarımızı listelere koymadık.” 

AKP listesi üzerinden yine bir ‘FETÖ’ kıyameti koptu. Dün Sözcü’nün de manşetindeydi. 

Önceki yıl ortaya çıkan bir fotoğrafa göre, 2012’de Pensilvanya’ya giden 12 AKP milletvekili Gülen ile birlikte çok samimi bir poz veriyorlardı.


İşte AKP’nin önceki gün açıklanan milletvekili aday listesine göre bu 12 milletvekilinden beşi 24 Haziran seçimlerinde seçilebilecek yerlerden yeniden aday gösterilmişler.
Yani demem o ki, bu AKP’de ne kadar kirli kan varmış ki, temizle temizle bitmiyor.

Keşke…
Basın da iktidar da CHP içindeki tartışmaları çok sever. Çünkü en rahat konuşulacak, yazılacak bir partidir CHP. Bu işin bir yönü. Diğer yanı ise hem basına hem de iktidara malzeme veren parti yönetimi… 

Havuz medyası, AKP listesini ‘taze kan’ diye lanse ederken CHP’deki değişimi ise ‘kıyım’ olarak nitelendirdi. 

Partinin milletvekili adayları tercihi kendi politikalarını bağlar. Buna şüphe yok. Basının bu konuda yapacağı şey eleştiriyle, sorgulamalarla sınırlıdır. 

Tıpkı Barış Yarkadaş’ın listeye alınmamasına yönelik eleştiri gibi.

Bu karanlık dönemde sesi kısılan, hapse atılan, dava ve soruşturmalarla boğuşan gazetecilerin eski bir meslektaşı, CHP’nin basın komisyonu üyesi olarak adliyelerde davadan davaya koşan, gazetecilerin sesi olan Barış Yarkadaş’ın olmayışı doğal olarak bir çok meslektaşı tarafından üzüntüyle karşılandı. 

Elbette siyaset sadece Meclis’te yapılmıyor. Yarkadaş’ın bunu bildiğine de şüphe yok. Ancak, Çiğdem Toker’in dediği gibi; “Barış Yarkadaş’ın liste dışı kalması, bizler açısından gür bir sesin azalması anlamına geliyor.”
Kendi adıma teşekkürler Barış Yarkadaş.

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

23 Mayıs 2018 Çarşamba

Dövizde kritik sorular - HAYRİ KOZANOĞLU

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın demeçleri, kapıya dayanan dış borç ödemeleri ile belirsizlik ve güvensizlik ortamı da dövizin tırmandıkça tırmanmasına yol açıyor.


Son günlerde döviz hareketleriyle ilgili sorulara çokça muhatap oluyoruz. Toz duman ortamında doların yükselişini nereye kadar sürdürebileceğini öngörmek gerçekten zor. Hasarın çeşitli aktörlere nasıl yansıyacağına ilişkin farklı senaryoların (hükümetin moratoryuma gitmesi, reel sektör şirketlerinde iflaslar, banka bilançolarının kredilerin geri dönmemesi nedeniyle bozulması vb.) takvimlendirilmesi de kolay değil. Ancak isterseniz çokça dillendirilen sorulara kısaca yanıtlar arayalım.

1- Tayyip Erdoğan’ın Londra çıkartmasında bilinçli bir mesaj mı verildi, yoksa bir iletişim kazası mı yaşandı?
Erdoğan’ın kasıtlı olarak dövizi yukarı fırlatacak mesajlar verdiğini ilk Merkez Bankası eski başkanı Durmuş Yılmaz dile getirdi. Bu doğrultuda en teknik değerlendirmeyi de 17 Mayıs 2018’de Dünya gazetesinde Tuğrul Belli yaptı. Belli’ye göre, “sözlü müdahaleyle devalüasyon yaratma politikasının” şu nedenleri olabilir: Devalüasyon sayesinde cari açığı düşürmek, yurtdışına çıkmak isteyen yatırımcıları cezalandırmak, “varlık barışı” benzeri yollarla girmesi beklenen dövizler için cazip ortam yaratmak…

Diğer bir tez ise, bir iletişim kazası sonucu Erdoğan’ın sözlerinden maksadı aşan bir sonuç çıkması. Benim kişisel görüşüm, Cumhurbaşkanı aşırı kibir (hubris tabir edilen) kurbanı oldu. Şu yatırım bankacılarına “faiz sebep, enflasyon netice” teorisini, Mehmet Şimşek gibi “mıy mıy etmeden” doğrudan bir anlatayım, görün bakın onları nasıl ikna ediyorum yanılsamasına kapıldı. Sonuç da bilindiği gibi doların 20 kuruş zıplaması oldu.

2- Önümüzdeki dönem ödenecek dış borçlar ne kadar?
Merkez Bankası’nın kısa vadeli borç istatistiklerine bakınca, 1 yıl içerisinde vadesi gelecek dış borç miktarının 181.8 milyar dolar olduğunu görüyoruz. Kamunun yükü 32.8, özel sektörün 148.4 milyar dolar. Özel sektör içerisinde de finansal kuruluşlar 83.3, reel şirketler 65.1 milyar dolar ödemek zorundalar.
Bloomberg HT’nin 22 Mayıs tarihli haberine göre, reel şirketlerin borçlarında nisanda 9 milyar dolar, mayısta 10.9 milyar dolar olmak üzere iki aya bir yığılma vardı. Haziranda 5.6, temmuzda 5.8 milyar dolarla sonraki iki ayda göreceli bir rahatlama söz konusu. Doları yükselten ana etken de mayıstaki dış borç geri ödemeleri.

3- Dövize olan talebin artışını niye finansal istatistiklerde tam olarak görmüyoruz?
Gerçekten de geçen hafta altını çizdiğimiz gibi, döviz mevduat hesabındaki hareketlerde veya yabancıların DİBS ve borsa çıkışlarında büyük bir hareketlilik gözlemleyemiyoruz. Buna karşın döviz tırmandıkça tırmanıyor.
Bunu bir nedeni, belirsizlik ve güvensizlik ortamında, sermaye kontrolleri dedikoduları dillendirilirken insanların döviz alımlarını yastık altına kaydırmaları olabilir. Ayrıca, TL’ye yönelik spekülatif hareketlerin büyük ölçüde yurtdışında, özellikle Londra’da gerçekleştirilmesi nedeniyle bu ulusal istatistiklere yansımayabilir.

Hatırlatalım; döviz konularında en yetkili kurum olan Uluslararası Ödemeler Bankası’nın araştırmalarına göre, günde bir ayağı TL olan 71 milyar dolarlık işlem yapılıyor. Bunun 63 milyar doları ABD Doları, 4 milyar doları avro ve 3 milyar doları Japon Yeni bazında gerçekleştiriliyor.

Asıl ilginç nokta, TL işlemlerinin 22 milyar dolarının, yani ancak yüzde 31’inin Türkiye’de; 49 milyar doları, yüzde 69’unun ülke dışında yapılması. Doğaldır ki, TL’ye spekülatif atak sürerken, bu hacimlerin çok arttığını tahmin edebiliriz. Ne var ki, şu anda net bir rakam vermek zor görünüyor.

                                                          *****

Lirada serbest düşüş sürüyor
Lirada yaşanan erimenin şiddeti dün de artarak sürdü. Dün gün içinde 4 lira 54 kuruşa kadar düşen dolar, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch’ten gelen uyarıların ardından yerini sert bir yükselişe bıraktı ve kritik seviye olarak kabul edilen 4 lira 60 kuruş seviyesi aşılarak 4 lira 65 kuruş seviyesine yükseldi. Avro ise 5 lira 50 kuruş seviyesine çıktı. Fitch’ten yapılan açıklamada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı yorumların keyfi politika yapımı olasılığını artırdığına dikkat çekildi. Açıklamada; TL’deki gerilemenin genişleyen cari açık, çift haneli enflasyon yanında politik ve jeopolitik baskılarla ilgili olduğu da ifade edildi.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Bir kez daha, 24 Haziran sonrası - FATİH YAŞLI

Sosyal medyada sıkça kullanıldı ama biz de burada kullanabiliriz sanıyorum. “Ortanın sağı” tabiri, CHP’nin yerleştiği yeni yeri açıklaması bakımından gayet uygun görünüyor. Bir zamanlar, yani 1965’te, Türkiye İşçi Partisi’nin siyaset sahnesine girmesinin etkisiyle CHP’nin pozisyonunu tarif etmek için ilk kez İsmet İnönü tarafından kullanılmış olan “ortanın solu”, yerini açık bir şekilde “ortanın sağı”na, merkez sağ bir parti olma yolunda atılan adımlara bırakmış durumda.

Hiç şüphesiz bu birden karşımıza çıkan bir olgu değil, nicedir işaretlerini gözlemleyebiliyorduk zaten. CHP’yi yöneten kadro, en başından beri iktidarı yerinden etmenin yolunun onun gibi olmaktan, onun diliyle konuşmaktan, onunla sağcılık yarıştırmaktan geçtiğini düşünüyordu. Üstelik bunu “takiye” olsun diye de yapmıyordu, yani amaç “sağ gösterip sol vurmak”, sola alan açmak için bir süreliğine ve taktiksel olarak dümeni sağa kırmak değildi. Kılıçdaroğlu ve ekibi, bildiğiniz, düpedüz sağcıydı ve –tabanın basıncıyla kimi zaman vermek zorunda kaldıkları sol mesajları bir kenara bırakacak olursak- parti politikalarını da buna göre belirliyorlardı.

Baskın seçim sürecinde bu politikaların somutlaşmasını görmek kaçınılmazdı ki, öyle de oldu. Birincisi, İyi Parti ve Saadet Partisi’yle seçim sonrasına uzanması muhtemel bir ittifak kuruldu ve adına da Türk sağının jargonuna uygun bir şekilde “Millet ittifakı” adı verildi. Bu ittifak basitçe matematiksel bir hesaba ve sadece bu partilerin barajı geçerek Meclis’te muhalefetin çoğunluğu ele geçirmesine dayalı olsaydı, kısmen anlaşılabilirdi, ancak öyle değil.

Mesele, matematiksel hesapların ötesinde, CHP’nin bu iki partiye ideolojik ve politik olarak hızla yanaşmasında, yaklaşmasında ve onları ideolojik ve politik hasımlar olarak görmeyip, uzun vadede yeni iktidar blokunun parçaları olarak görmesinde. Dolayısıyla CHP bu partilerle sadece ittifak yapmıyor, onları bu iktidar sonrası oluşacak iktidar blokunun siyasal alandaki temsilcileri ve çalışılacak ortaklar olarak görüyor, milliyetçilik ve İslamcılıktan müteşekkil sağcılığı başka tabelalar altında bir kez daha iktidara getirmeye ve devlet aygıtının ideolojisi yapmaya çalışıyor.

Seçim sürecinde “ortanın sağı”nın somutlaştığı ikinci hadise, “Gül restorasyonu” denemesiydi. Gül’ün cumhurbaşkanı adayı yapılacağına dair iddialar hiç de öyle dedikodudan ya da abartıdan ibaret değildi. CHP yönetimi, elbette ki Batılı merkezlerle ve belki de devletin bir kanadıyla koordineli bir şekilde bir “yumuşak geçiş”in hesabını yaptı. Bu ise “Reissiz bir AKP rejimi” ya da “AKP’siz bir AKP rejimi” anlamına geliyordu. Yani iktidarın inşa ettiği rejimin aşırı yanlarının törpülendiği ama özünü muhafaza ettiği, ılımlı muhafazakâr, piyasacı, ABD ve Batıyla yeni bir denge düzleminde buluşmuş bir rejim arzu ediliyordu ve bunun için de en uygun aday olarak Gül görülüyordu. Gül’ün yanına eklenecek Babacan ise batmakta olan Türkiye ekonomisini bir kez daha IMF’ye çıpalayacak olan yeni iktisadi programın, yani yeni kemer sıkma politikalarının uygulayıcısı olacaktı.

Milletvekili listelerinin belirlenmesinde, tüm bu yönelimlerin etkili olduğunu gayet kolaylıkla görebiliyoruz. Liste dışı bırakılanların hepsi değil ama bir kısmı, öyle ya da böyle CHP içerisindeki “sol” duruşu temsil ediyorlardı ve bu isimlerin, iktidar sonrası Türkiye’de CHP’nin alacağı pozisyona, kuracağı ittifaklara ve merkez sağ bir parti hüviyetine bürünmesine itiraz etme potansiyelleri vardı. Liste operasyonuyla bu potansiyel ortadan kaldırılırken geleceğe dair mesaj da verilmiş oldu ve “Reissiz bir AKP” ile işbirliğinden tutun da, İyi Parti ve Saadet Partisi’yle bir işbirliğine, yeni bir iktidar blokunu birlikte kurmaya kadar hepsi ihtimal dâhilinde artık.

En başından beri muhalefetin bu seçimdeki ruh halinin “Gitsinler de nasıl giderlerse gitsinler” ve “Gitsinler de kim gelirse gelsin” üzerine kurulu olduğunu yazıyor, söylüyoruz. Dolayısıyla insanların sandık tutumunu belirleyecek olan şey 24 Haziran sonrasının Türkiyesi değil, şimdi bütün hesaplar 24 Haziran’a göre yapılıyor ve bu da gayet anlaşılır. Ancak, tek tek bireyler, sıradan insanlar, sokaktaki yurttaş böyle düşünüyor diye kolektif akıl böyle düşünecek değil. 

Bağımsız sol bir odak inşa etmeyi, solu etkili bir güç olarak siyaset sahnesine çıkarmayı, siyasete soldan bir müdahaleyi öncelikli görevleri olarak görenlerin 24 Haziran sonrasına hazırlanması, bunun üzerine kafa yorması, örgütlenmesi gerekiyor.

Anlaşılıyor ki, hedef “sağın yerine yeni bir sağ”, “İslamcılığın yerine yeni bir İslamcılık”, “piyasacılığın yerine yeni bir piyasacılık” konulması ve bunun üzerinden, “rejimle hesaplaşma” adı altında düzenin, sermaye düzeninin restore edilmesi. Oysa rejimle hesaplaşırken, düzen karşıtı olmak, düzen dışı bir güç yaratmayı ve bunu seçenek haline getirmeyi hedeflemek de mümkün. Bu, sol açısından varoluşsal bir mesele aynı zamanda. Çünkü bunu yapmayan bir sol 24 Haziran sonrası Türkiyesinde varlık nedenini de, hükmünü de yitirmiş olacak.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN