2 Haziran 2018 Cumartesi

'Edebiyat ve yaşam arasında Che' - CEREN KARGI / SOL

"İzin verin ahmakça görünmek pahasına da olsa söyleyeyim; gerçek devrimcinin kılavuzu büyük bir sevgi duygusundan gelir. Bu özelliğe sahip olmayan birinin devrimci olması düşünülemez."


Ernesto Guevara, -daha sonraları Kübalılar Che ismini takacaktı- ekonomik durumu iyi Arjantinli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Doğduğu andan ölene kadar astım hastası olan Ernesto’ya bu tanı konulduktan sonra, ailesi sağlığına kavuşabilmesi için ormanlık bir bölgeye taşınır. Karakterinin şekillenişinde bu izole hayatın ve hastalığının etkisi büyüktür. Hastalığından dolayı düzensiz bir eğitim alan Ernesto, daha çok annesiyle eğitimini sürdürür. Bu korunaklı hayatın yanı sıra, çıktığı uzun orman gezintileri ve en önemlisi de kitaplarla iç içe sürdürdüğü yaşamı Ernesto'nun karakterini çarpıcı bir biçimde etkiler.

Edebiyat ve Yaşam Arasında Che, Julio M. Llanes'in uzun yıllar süren araştırmaları, görüşmeleri ve neredeyse Che'nin ayak bastığı her yere gerçekleştirdiği seyahatleri sonucu yazılmış bir kitap. Llanes kitabı dört bölüme ayırıyor: Okumalar, Seyahatler, Yazılar ve Kenar Notları. Yazılama Yayınevi'nden Banu Karakaş çevirisiyle yayımlanan kitap, Che Guevara'nın çocukluğundanölümüne kadar sekteye uğramamış kendini geliştirme süreci, sanat ve edebiyata yaklaşımı, karakteriyle yaşadıkları ve öğrendiklerini nasıl harmanladığına odaklanıyor.

OKUMAK VE ÖĞRENMEK BİR REFLEKSTİ
Kitabın ilk bölümü, Che Guevara’nın çocukluk ve gençlik yıllarında yaptığı okumalarıyla başlar. Annesiyle birlikte kazandığı okuma alışkanlığı, sonsuz merak duygusu ve öğrenme isteği ile gelişir. Annesiyle tekrar tekrar okuduğu kitaplara baktığımızda Che’nin daha çocukken kazanmış olduğu eşitlik ve adalet duygusunun temellerini izleyebiliyoruz.  Edebiyat ve Yaşam Arasında Che,yazarın Che’nin yaşantısı ve okuma evrenine eşgüdümlü yaklaşması dolayısıyla da dikkate değer bir kitap. Che Guevara, bu bölümde de anlatıldığı gibi okumaya tutku derecesinde bağlıdır. Bu da dünyayı daha erken yaşta tanımasını sağlar. Güney Amerika medeniyetleri başta olmak üzere hem tarihi hem edebi okumalar yapar, böylelikle tarih ve sınıf bilinci gelişir. Okumaları öyle yoğundur ki, bir süre sonra vardığı noktayı şöyle açıklar: "Okumaya ve öğrenmeye o kadar alıştım ki artık bir refleks haline geldi." [1]

GÜNEY AMERİKALI DON KİŞOT: CHE
Che Guevara, Don Kişot’u çocukken keşfeder. Söz konusu kitabı hayatının belli dönemlerinde tekrar tekrar okumaya devam eder. La Mancha’lı şövalye birçok kişinin aksine …onun için gülünesi bir karakter değil, düşlerinin ve umutlarının benimsenmesi gereken boyutlarda olduğu bir kahramandı. [2] Che, Don Kişot’ta insanlık onuru, adalet duygusu ve tükenmek bilmez bir azim bulur. Dünyayı anlamlandırabilmek, eski medeniyetleri, insanları keşfetmek ve en sonunda da devrim mücadelesi için çıktığı yollarda, Che kendisini Don Kişot’a benzetir ve yazdığı birçok metinde bu karaktere atıfta bulunur: Çünkü bir gün gezgin şövalye pelerinimi terk edip kendime bir savaş giysisi almam gerekecek yer olan Arjantin’e bu günahkâr kemiklerimle döneceğim. [3] 

RUHSAL VE PRATİK BİR İHTİYAÇ: ŞİİR
Che Guevara, romana olduğu kadar şiir türüne de ilgi duymaktadır. Özellikle toplumsal duyarlılığı olan şairlerin şiirlerini ezberler ve çevresindekilere okur. Onun için ezber ritüelleri amaçsız değil aksine “sanki ruhsal bir ihtiyaca cevap verir gibiydi. [4] Önceleri şiirlerini sevip daha sonra dost olduğu Kübalı şair Nicolás Guillén, bir başka arkadaşı İspanyol şair León Felipe, Pablo Neruda ve JoséMarti sevdiği şairler arasındadır. Llanes, kitabın şiirle ilgili kısmında düzenlenen bir şiir okuma etkinliğini örnek verir. Küba devrim mücadelesinin hemen sonrasında, okuma yazma bilmeyen köylüler için gerçekleştirilen şiir etkinliğine davet edilen şair Nicolás Guillén bu etkinliği şöyle ifade eder: "Şiir, ilk defa bir karargâhın kapısından giriyordu."[5] 
Che Guevara ayrıca diğer ülkelerdeki yazar ve şairleri de takip eder. Annesine yazdığı bir mektupta Nâzım Hikmet'in şu dizeleri yer almıştır: "Yalnız yarım kalmış bir şarkının acısını toprağa götüreceğim."[6]

YAŞLI MARIA’YA SÖZ
Julio M. Llanes, kitabın ikinci bölümü olan Seyahatler’i iki kısma ayırır. Che’nin ilk gruba dahil ettiği seyahatleri kendisini ve yaşadığı dünyayı tanıma işlevi gören, sınıfsal bilincinin oluşmasını sağlayan maden ve cüzzam hastanesi ziyaretleri gibi seyahatlerdir. Yazarın ikinci grupta işlediği seyahatler ise aklı başında ve “teoride bir devrimci” olarak gerçekleştirdiği yolculuklarıdır.

Che’yi en çok etkileyen seyahatlerden biri, arkadaşıyla birlikte kaldığı San Pablo’daki cüzzam hastanesidir. Bu hastanede hastalarla haftalarca vakit geçirirler. İnsana, insanlığa sonsuz sevgi besleyen genç devrimci, burada tanışmış olduğu ve ölmek üzere olan yaşlı Maria’ya bir devrim sözü de verir:
Yaşlı Maria, öleceksin
Seninle ciddi konuşmak istiyorum 
Hayatın acılarla dolu bir gül bahçesi oldu.
(...) huzur içinde uyu, yaşlı savaşçı,
Torunlarının hepsi güneşin doğuşunu görecek,
AND İÇİYORUM
.[6]

KİŞİSEL ZAFERLERDEN TOPLUMCULUĞA
Che Guevara, teori ile pratikten herhangi birini diğerinin önüne koymazvehayatını ikisinin dengeli bir bütünselliği içinde yaşar. Teorik okumalarını yaparken aynı zamanda bilimsel çalışmalar yürütür. “Veremli akciğer dokusunda histamin”, “histamine bağlı progesteron” çalıştığı konulardandır. Ancak kendini toplumu değiştirmeye/dönüştürmeye adayan herkeste olduğu gibi Che’nin eylemselliğe bakış açısında da birtakım değişiklikler gerçekleşmiştir:
Tıpkı herkes gibi ben de zafer kazanmak istiyordum; meşhur bir araştırmacı olacağımı hayal ederdim; nihayetinde insanlığın hizmetine sunulacak bir şey bulabilmek için yorulmaksızın çalışmayı hayal ederdim hep, fakat o an yaşadığım kişisel bir zaferdi.(…)öncelikle öğrenci sonra da doktor olarak gezdiğim için sefalet, açlık ve hastalıkları yakından gördüm. Birinin çocuğunu imkansızlıklardan dolayı iyileştirememenin acizliğine, mütemadiyen sürmekte olan açlığın ve sefaletin yarattığı acıya, artık bir babanın çocuğunu kaybetmesinin bile tıpkı Amerika vatanımızın ezilen sınıflarında da pek çok kez yaşandığı gibi önemsiz bir kaza olarak görüldüğüne şahit oldum. Ve artık o dönemde gözüme meşhur bir araştırmacı olmak veya tıp bilimine ciddi bir katkıda bulunmak kadar önemli gözüken başka şeylerin olduğunu görmeye başladım: Bunlardan biri de bu insanlara yardım etmekti. [7]

KÜBA’YA DOĞRU
Seyahatlerinin Meksika uğrağında Fidel’lerle tanıştığında Küba’ya askeri harekât planları yapan bu kararlı devrimcilere katılma kararı alır. Gözlem seyahatleri artık sona ermiştir. Annesine yazdığı mektuplarda seyahatlerinin yön değiştirdiğini şöyle ifade eder: “… Yeni bir ülkeye gittiğimde artık dağları taşları gezmek, müzeleri ve kalıntıları görmek için değil, aynı zamanda (çünkü bunlar benim her zaman ilgimi çekiyor) halkın mücadelesine katılmak için de gitmiş olacağım." [8] Che Guevara, bu kararından dolayı birçokları tarafından eleştirilir. Bazı arkadaşları, memleketi olmayan Küba’da vereceği devrim mücadelesinin yanlış anlaşılacağını ve ajan olarak yaftalanabileceğini söylerler. O bütün bu eleştirilere karşın, yalnızca Arjantin’i değil bütün Amerika’yı vatanı olarak gördüğünü anlatmaya çalışır. 

BİR YAZAR OLARAK CHE
Kitabın üçüncü kısmı olan Yazılar, Che Guevara’nın yaşamı boyunca almış olduğu notlar, kaleme aldığı mektuplar, eleştiri yazıları, seyahat anıları üzerine yazarın incelemelerinden oluşuyor. Che, yayımlanan ilk kitabı Gerilla Savaşı’nda (1960), Küba’daki bağımsızlık savaşında edindiği izlenim ve deneyimlerini paylaşır. Daha sonra yine kendi tanıklıklarını içeren Motosiklet Günlükleri ve Tekrar Yollarda basılır. Ölümünün ardından ise Devrim Savaşından Kesitler: Kongo yayımlanacaktır. Llanes bu bölümü, Che’nin basılmış olan kitaplarından ve diğer metinlerinden örnekler vererek işler. Yazarın ısrarla üzerinde durduğu bir metin Che’nin Küba’da Sosyalizm ve İnsan yazısıdır. Che, bu yazısında devrim mücadelesi vermiş ve yeni bir toplum inşa etmekte olan bireyi işler.

MİTLEŞTİRMEYE KARŞI
Kitabın son sayfalarında yazar Che Guevara’nın mitleştirilmesini de ele alır. Halk tarafından bir mit ya da efsane olarak görülen, posterlere, pankartlara, tişörtlere basılan Che halk tarafından “devrimciliğin” bir simgesi olarak anılmaya başlar. Bununla birlikte; Che’nin, onu mitleştiren değil insan olarak kısıtlarıyla öğrenmeye çalışan, ilkelerini ‘benimseyen’ değil sorgulayarak kendine uyarlayan, kendisini ve ülkesini tanıyarak dönüştürmek için mücadele eden bir tavrı tercih edeceğini söyleyebiliriz. 

SONUÇ 
Edebiyat ve Yaşam Arasında Che, Che’nin yalnızca romantik bir devrimci, düşünmeden hareket eden bir tezcanlı ya da mitleştirildiği, efsaneleştirildiği gibi insanüstü bir varlık olmadığının kanıtı niteliğinde bir kitap. Che’yi tarihsel geçmişi ve gelişimi ile etkilendiği çevresel koşullarla birlikte, yani Che’nin daima önemsemiş olduğu bir anlayışla, ele alan bu kitabın okunmaya değer olduğunu söyleyebiliriz. Başlangıçtaki Che alıntısından da anlaşılacağı üzere onun en belirgin özelliklerinden biri olan insanlığa sonsuz sevgi besleyişini kitabın tümünde hissederek okuyabiliyoruz. Che, her meselenin odağına insanı koyar ve onu önceleyerek davranır. Bu, edebiyata bakışında da aynı şekilde gerçekleşmiştir. Bir burjuva bakış açısı olarak, insanüstü görülen ve idealist bir biçimde ele alınan sanat ve edebiyatın insana içkin ve toplumla birebir bağlantılı olduğu Che’nin yaşantısı üzerinden kitapta net bir şekilde yansıtılmaktadır.

Ceren Kargı / SOL

[1] Julio M. Llanes, Edebiyat ve Yaşam Arasında Che, Yazılama Yayınevi, Nisan 2018, s. 23. 
[2] a.g.y., s.84.
[3] a.g.y., s.86.
[4] a.g.y., s.28.
[5] a.g.y., s.36. 
[6] a.g.y., s.43.
[7] a.g.y., s.73.
[8] a.g.y., s.66.

Çin’in yanıtı ne olacak? - MUSTAFA K. ERDEMOL

Çin’in Ortadoğu Özel Temsilcisi Gong Xiaosheng, Mısır ve İsrail’in, Pekin’den Filistin-İsrail barış sürecinde “büyük bir rol” oynamasını talep ettiklerini söylemesi üzerinde durulmaya değer bir konu. Her şeyden önce, Filistin sorununa ABD’den başkasının dahil olmasını istemeyen İsrail açısından büyük bir tutum değişikliğidir bu.

Mısır ile İsrail’in bu çağrısı Çin’den karşılık bulur mu? Çünkü Çin, dış politikada özellikle Deng Şiao Ping dönemiyle başlayan “uluslararası sorunlardan uzak durma” tutumunu uzun süre sürdürdü. Şimdiki Devlet Başkanı Şi Jinping’le bu politikanın terk edilip daha aktif bir çizgi izleneceğinin işaretleri var.


Ekim 2017’de Çin Komünist Partisi’nin 19. Ulusal Parti Kongresi’ne verdiği raporda, Şi, Çin’in yeni uluslararası rolünü “Çin halkı, ayağa kalktı, zenginleşti ve güçlendi. Şimdi gençleşmenin meyvelerini kucaklayacağız. Yeni dönem Çin’in insanlığa daha fazla katkı sağladığı bir dönem olacak” sözleriyle açıklamıştı.

ÇKP kongrelerini izleyenler, hiçbir Genel Sekreter’in kongre açılışında Çin’den “büyük güç” olarak söz etmediğini bilirler. Bunu ilk söyleyen Şi Jinping oldu. Ama bunu söylerken asla emperyal bir güç olmayacaklarının da altını çizdi. “Güç” dedi ama “sorumluluk sahibi bir güç” eklemesini de yaptı. Çin’in yeni konumu çok özetle böyle. 

Büyük, karışık, çalkantılı bir tarihi var Çin’in. 19. yüzyılın ortalarından, 20. yüzyılın ortalarına kadar süren yarı sömürgecilik, askeri yenilgiler, iç savaşlar tarihidir bu. Ama bunların hepsi 1949 Çin Devrimi’yle son buldu. Mao’nun birleştirdiği bir ülkedir Çin artık. Deng Şiao Ping ise ülkenin bugünkü gelişmesinin temellerini atan bir lider olarak anılıyor. Şimdiki lider Şi Jinping de “gençleştirme”yi önemsiyor, ülkesini “sorumlu büyük güç” haline getirmeye çalışıyor.

Şi, emperyal bir güç olmayacaklarını söyledi ama “kazan - kazan” politikası takip edeceklerinin de altını çizdi. Küreselleşmeye de büyük değer veren bir lider olduğunu biliyoruz. Kongrede “önce Çin” politikası gütmeyeceklerini söylemesi küresel eğilimlere uygun bir tutum. “Hiçbir ülke tek başına insanlığın karşılaştığı zorluklarla mücadele edemez. Hiçbir ülke kendini kapayarak da sorunları çözemez” sözleri de bu açıdan anlamlıdır. Bu sözlerin pratik karşılığı Çin Halk Cumhuriyeti’nin Paris İklim Değişikliği Anlaşması’na da İran’ın nükleer anlaşması da bağlı kalacağını ifade etmesidir.

Bugünkü durum şu; Çin’in dünyanın her yerinde yatırımları var. Bu onu siyasi olarak da etkili bir ülke yapıyor. Bu nedenle barışın, istikrarın korunması Çin için de önemli bir konu. Uluslararası yatırımları, bunun sağladığı etkinliği sürdürebilmenin yolu küresel istikrarı korumaktan geçiyor. Bunun için de alternatif projelerle çıkıyor dünyanın önüne. “Bir Kuşak Bir Yol” projesi bunların içinde en önemli olanı. Bu proje sayesinde Çin, kendi ekonomik yüklerini de Pakistan gibi ülkelere ihraç etme şansını buldu. 
Yani Çin artık dış politikada daha aktif olacağı yeni bir döneme giriyor. Bunun zorlukları da var, beraberinde getireceği fırsatlar da.

Diğer ülkelerle yakın işbirliği içinde olması gerektiğinin farkında artık Çin. AB ile ilişkileri de farklı bir boyuta dönüşebilir. Çünkü ABD ile girdiği ticaret savaşında, AB Pekin’le diyaloğunu geliştirmek zorunda kalacak. Sadece bu değil AB’nin yapması gereken, Çin’in politikalarını da kabul etmek zorunda. ABD ile arasındaki sorunlarda “sorumlu bir güç” olan Çin’i yanında bulması AB’nin yararına olur.

Uluslararası stratejisini geliştiren bir ülke olan Çin de, bu stratejiyi sürdürmek istiyorsa başka ulusları da dinlemek zorunda. Bunu yavaş yavaş yapıyor aslında. Birkaç ay önce Suriye sorununda daha aktif rol alacaklarını duyurmuştu Pekin. Şu ana kadar herhangi “aktif” bir katılımına tanık olmadık Pekin’in ama uluslararası platformlarda sesini daha da yükseltir olduğunu biliyoruz.

Bu nedenle, artık ABD’nin dışında “taraf”lar da aradığını öğrendiğimiz İsrail’in de Mısır’ın da Ortadoğu’nun en önemli anlaşmazlıklarından Filistin konusunda Çin’i taraf olmaya çağırmaları zamanlama açısından çok uygun. Dünyanın çatışmalı bölgelerinde istikrar olması kendi açısından da önemli olan Çin artık yatırımlarını çoğaltmak, bu yatırımlarının siyasi etkisini sürdürmek için sorunlu bölgelere “sorumlu bir güç” olarak yaklaşmak zorunda.

Bakalım Çin, Mısır ile İsrail’in bu çağrısına ne yanıt verecek?

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Yıkıma karşı halktan yana çözüm önerileri - HAYRİ KOZANOĞLU

Dizinin bu bölümünde çözüm önerilerini tartışmaya açacağız. Yanlış anlaşılmasın, AKP yönetimine, “faiz koridorunu biraz genişletin”, “mali disiplini sakın elden bırakmayın” yollu ifadelerle akıl vermeye çalışmıyoruz. Sadece, giderek kötüleşen ekonomik koşullar karşısında nasıl direnilebileceği, toplumun önünde hangi alternatifler bulunduğu konusundaki tartışmalara katkıda bulunmayı amaçlıyoruz. 

Çıkış noktamız, emeğiyle geçinen geniş toplum kesimlerinin kendi gücüyle, kendi öz örgütlenmeleriyle dayatılan neoliberal reçetelere karşı koyma kapasitesine sahip olduğu inancıdır.

RTE’nin karşısındaki Cumhurbaşkanı adaylarının ekonomik vaatlerde bulunmasını açıkçası onaylamıyoruz. Çünkü bu çaba, örtük biçimde başkanın yürütme gücüne sahip olmasını kabullenmek anlamı taşıyor. Ne var ki bu saatten sonra İnce’yi veya Demirtaş’ı eleştirmeyi de doğru bulmuyoruz. Yolları açık olsun demekle yetiniyoruz.

Birleşik Haziran Hareketi’nin “Krizden Çıkış İçin Emeğin10 Çözümü” , DİSK’in “AKP Döneminde Emek Raporu” ve Birleşik Metal-İş’in “Manifesto’sunu” aşağıdaki satırlara da yer yer esin kaynağı oluşturan doğru yolda atılmış adımlar şeklinde değerlendiriyoruz.

1 - Yurttaşlık geliri (YG), tüm yurttaşlara ülkenin doğal ve ekonomik kaynaklarının paydaşı olma sıfatıyla eşit bir ödeme yapılmasını öngörür. Böylelikle her bireye belli bir satın alma gücü kazandırmak, gelir dağılımı bozukluklarını törpülemek, patronla pazarlığa otururken emekçisinin pazarlık gücünü artırmak imkanı kazanılmış olur. İtalya’da birinci parti konumuna gelen 5 Yıldız Hareketi’nin yükselişinde, özellikle Güney’in yoksul bölgelerinde kazanılan oylarda YG Vaadinin etkili olduğu bildiriliyor. Bunu bir fırsatçılık değil, sadece bir geçmişi bulunan bir iddianın doğrulanması kabul edin lütfen. Çünkü ÖDP bu uygulamayı 1999 seçim beyannamesinden beri savunuyor. Ancak daha doğru yöntem, bu talebi yükseltenlerin YG üzerinden bir “toplumsal hareket” yaratması gibi görünüyor.

2 - Bireysel borçlanmanın kritik noktalara ulaştığının önceki bölümlerde altını çizmiştik. Özellikle kredi kartının bir ödeme aracı değil de bir borçlanma fırsatı gibi görülmesi ve ihtiyaç kredilerinin kabarması, en fazla düşük gelirli yurttaşlarımızı zor durumda bırakıyor. Bu konuda da seçim vaatlerine bel bağlamak yerine bir “borçlular hareketinin” öz taleplerini dillendirmesi, kendi bağımsız mücadelesini sürdürmesi en doğrusu. Bu noktada “Barzon Hareketi” adı verilen Meksika’daki örgütlenme deneyimini hatırlatmakta yarar görüyoruz.

3 - Şeker fabrikalarının özelleştirilmesine karşı yoğun toplum tepkisi, geçmişte emekçilerin oy tercihlerini, yaşam tarzı konumlarını aşan biçimde Tekel direnişine destek vermeleri aslında özelleştirmeye karşı halkın direncinin kanıtları. Geçmişteki özelleştirmelerin de iptalini amaçlayan özelleştirmeye karşı topyekün bir inisiyatif geliştirilmesi de toplumsal bir gereksinme.

4 - Kamunun ekonomideki ağırlığının azaltılması yolundaki neoliberal rüzgâra kapılmamak gerekiyor. Ancak, kamu bütçesinden Saray’daki sefahat, Meclis Başkanı’nın lüks araba sevdasının yoksul yurttaşın cebinden finanse edilmesi gibi sembolik örneklerden çıkarak savurganlığa karşı toplumsal denetim mekanizmaları geliştirmek gerekiyor. Ama en önemli bütçe tasarrufunun, barışçı bir dış politikayla birlikte savaş harcamalarının kısılması sonucu sağlanabileceğini akıldan çıkarmadan.

5 - Kolektif mülkiyet biçimlerinden biri olan kooperatifler baskıcı bir rejimde dahi halkın yönetim kapasitesini artırmak, dayanışmacı ve eşitlikçi bir yapı kurmak için anlamlı ve önemlidirler. Bugünkü Türkiye’de kooperatifler demokrasi ve hoşgörü kültürünün yerleştiği; toplumsal cinsiyet, mezhep ve etnik ayrımcılıkların egemenlik sağlayamadığı; sözün, yetkinin, kararın kooperatif bileşenlerinde toplandığı bir örgütlenme biçimi özelliğiyle toplum için bir nefes borusu olabilirler. Zaten şimdiden çok anlamlı örnekleri yaratılmış durumda.

6 - Günümüzde veri ve enformasyonun herkesin erişebildiği kamusal bir nitelik taşıması, internetin demokratikleşmesi, her yurttaşın aynı eğitim gibi teknolojiden de yararlanmasının bir hak olarak kabul edilmesi gerekir. Ayrıca dijital demokrasinin gerçekleşmesinde kamu otoritelerinin sorumlulndadır ve bütçeden yeterli kaynak ayrılmak zorundadır. Uber benzeri şirketlere karşı da platform kooperatiflerini savunmalıyız. Böylelikle hem teknolojinin olanaklarından yararlanabilir, hem de kamusal bir zeminde aracıları geçersiz kılabiliriz.

- Türkiye’nin vergi gelirlerinde günlük harcamalarımızdan alınan dolaylı vergilerin ağırlığı yüzde 65’le aşırı yüksektir. Bu olgu gelir ve servet adaletsizliğini katmerleyen çarpık bir sonuç ortaya çıkarıyor. Sonunda geniş halk kesimlerinin ödediği dolaylı vergiler yerine : ilkesel olarak, kar, rant ve servetten alınan dolaysız vergilerin ağırlığının artırılmasını savunmalıyız.

8 - Biraz gerilere gidersek, yaşanan 1979 krizinde özel sektörün DÇM adı verilen döviz borçlarının kur risklerini devlet üstlendiği, 2001’de ise banka kurtarma operasyonlarının maliyeti kamu bütçesine yıkıldığı için, sonunda faturayı halkın ödediğini biliyoruz . Söz konusu dönemlerde geniş emekçi kesimler gerçekten büyük sıkıntılara katlanmak zorunda kaldı. Bu kez “kârlar özel zararlar kamusal” anlayışının egemen olmasına izin vermemeliyiz. Döviz borcu 337 milyar dolara dayanan şirketleri devlet kurtarmamalıdır. Eğer bir şirket kapanmak zorunda kalırsa, üretimin ve istihdamın devam etmesinin koşulları aranmalı, emekçilerin yönetim ve denetime ağırlıklarını koyması yoluna gidilmelidir.

9 - Döviz mevduat hesapları en son rakamlarla, 87 milyar doları gerçek kişilere, 67 milyar doları tüzel kişilere ait olmak üzere 187.5 milyar dolarlık aşırı bir düzeye ulaştı. Ne var ki, bu hesapların TL’ye çevrilmesi önerisi ciddi sorunları da beraberinde getirebilir. Çünkü parasını finansal sisteme sokmayanların, döviz kuru yüksekken TL’ye dönenlerin ödüllendirilmesi sonucunu doğurabilir. Ayrıcı yüksek kurdan, örneğin dolar 4.80’ken döviz alarak vagona son anda atlayanların iki kez cezalandırılmasına neden olur. Mevduatların bir kısmı da, vadesi gelecek döviz borçlarının ödenmesi için bankada tutulan şirket fonlarıdır. Önerimiz, döviz hesaplarından bir para çekişi halinde, yatırıldığı zamanki döviz kuru temel alınarak, ortaya çıkan farkın sermaye kazancı kabul edilmesi, buradan bir vergi tahakkuk ettirilmesidir. Böylece hem mevduat sahipleri tasarruflarını zorunlu olmadan çekmeyerek finansal sistemi tehlikeye atmayacaklardır. Hem de nakde döndüklerinde daha düşük bir bedel ödeyeceklerdir.

10 - Emekçiler kıdem tazminatı haklarını korumakta, işsizlik sigortası fonundaki paralarının amaç dışı kullanımına karşı çıkmakta çok kararlı davranmalıdırlar. Güvencesiz çalışmayı kolaylaştıran, taşeron çalıştırma sistemini teşvik eden uygulamalara karşı da en geniş bir ittifakla direnmeli, işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunu hak mücadelelerinin eksenine oturtmalıdırlar.

Dizimiz burada sona erdi: TAMAM

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Kriz sade yurttaşa nasıl yansıyor? - HAYRİ KOZANOĞLU

Enflasyonun yüzde 15’e yükseleceğini öngörmek zor değil. Seçim sonrası, ertelenen petrol ve elektrik zamları devreye girerek yurttaşın belini büken hayat pahalılığı daha da artacak.

AKP çevreleri, ekonomide yaşananlar dünyadaki çalkantının Türkiye’ye yansıması mı, yoksa ülkemize yönelik bir saldırı mı var tartışadursun, kriz sade yurttaşı vurmaya başladı bile. Ne yazık ki, “döviz borcum da yok, borsada yatırımım da” diyenler dahi korumasız durumda…

1 Ekonominin yüzde 7.4 büyüdüğü 2017 yılında dahi ortalama işsizlik yüzde 10.9 olmuştu. Şimdi büyümenin hız keseceği, yılın ilerleyen bölümünde muhtemelen duracağı bir konjonktürde işsizlik kaçınılmaz biçimde artacak. 2007’de işsizlik yüzde 9.2 iken, 2009’da yüzde 13.1’e sıçradığını hatırlamak dahi böyle bir öngörüde bulunmak için yeterli sanırım.

2 Kriz dönemlerinde düzen sözcülerince, “ilk saldırılacak hedef” işçi ücretleri gibi görülür. Son yaşanan süreçte de baklayı ağzından ilk çıkaran Sözcü yazarı Ege Cansen oldu:

“Bir daha devalüasyon krizine düşmemek için, cari açığın kapanmasından başka çare yoktur. Bunun için de ücret artışlarının devalüasyonun altında seyretmesi, esnek istihdam reformunun (taşeronluk, yarı zamanlı ve geçici işçi çalıştırma dahil) yapılması şarttır.”

Neresinden tutmak gerekir bilemiyorum; devalüasyon kadar ücret artışı talep eden bir sendika mı var? Cari açığın nedeni gerçekten işçi ücretleri mi? Ancak Cansen’in ifadesinin işçi ücretlerine yönelik saldırının başladığını doğruladığı açık. Üstelik Nisan 2018 IMF raporu bile, imalat sanayi birim emek maliyetlerinin 2016’ya göre yüzde 10, 2010’a göre ise yüzde 26 gerilediğini söylerken…

3 Gerek 2001, gerekse de 2008-2009 krizinden aşina olduğumuz gibi, uygun ortam bulunca sadece zor duruma düşenler değil, fırsatı ganimet bilen tüm firmalar işçilere yükleniyor. İşten çıkarmaların yanısıra ücretlerin eksik ödenmesi, geciktirilmesi pratikleri yaygınlaştırılıyor.

4 Böyle dönemlerde kazanılmış haklara göz dikilmesi de beklenmeli. Sözünü ettiğimiz IMF raporu kıdem tazminatının işverenin üzerinde yük olduğunu vurguluyordu. Ayrıca işsizlik sigortası fonunda birikmiş, en son rakamlarla 116.7 milyar TL’ye de amacı dışında el atmaya da yeltenebilirler.

5 Enflasyonun son döviz kuru sıçraması öncesinde de yükselme eğiliminde olduğunu herkes biliyordu. Bundan sonra tüketici fiyatlarının yüzde 15’e doğru hareketleneceğini öngörmek zor değil. Seçim sonrası, ertelenen petrol ve elektrik zamları devreye girerek yurttaşın belini büken hayat pahalılığı daha da artacak gibi görünüyor.

6 Enflasyonun genel düzeyi ötesinde ithal bağımlılığı bulunan bazı kalemler çok kritik önemdedir. Seçim sath-ı mailinde bulunulmasına karşın Sağlık Bakanlığı geçen hafta ithal ilaç fiyatlarına yüzde 2.5 zam yaptı. Çiftçi için yaşamsal önemde bulunan mazot fiyatları da şimdilik zam miktarı ÖTV’den düşülerek sabit tutuldu. Seçim furyası sonrası büyük fiyat artışları kapıda görünüyor. Toplu taşıma dahil ulaştırma maliyetleri, buna bağlı olarak okul servis ücretlerinin artışı da önümüzdeki dönem sade yurttaşın belini bükecek.

7 Her kriz döneminde karşımıza çıktığı gibi önümüzdeki süreçte de kamunun küçültülmesi teranesiyle karşılaşacağız. Bu kapsamda, özelleştirme hamleleri de muhtemelen yoğunlaşacak. Ereğli, Kardemir, Petkim, Telekom gibi stratejik kuruluşları özelleştirme sevdasıyla elden çıkaranlar; ellerinde stok kalmadığı için bu kez ormanlarımızı, kıyılarımızı, derelerimizi harç mezat satışa yönelebilirler. Zaten epeyce yol alan sağlık, eğitim, sosyal güvenlik gibi toplumsal hizmet alanlarını ticarileştirme çabaları daha da hız kazanabilir.

İşsizliğin arttığı, bir istihdam olanağı bulunanların da gelirlerinin düştüğü/ücret ödemelerinin aksadığı dönemlerde insanlar ister istemez daha fazla borçlanmak zorunda kalıyorlar. Faizlerin yükselmesi borçlanma maliyetlerini artırıyor, geri ödenmesini zorlaştırıyor. Merkez Bankası’nın dün açıkladığı Finansal İstikrar Raporu’na göre, hanehalkı yükümlülükleri Mart 2018 sonu rakamlarıyla 574.6 milyar TL’ye ulaşmış durumda. Özellikle alt gelir gruplarının kullandığı ihtiyaç kredileri, 222 milyar TL’yle birinci borç kalemi haline geldi. Önümüzdeki dönemde tahsil edilemeyen borçların yaygınlaşması olasılığı yüksek görünüyor.

Daha çok orta sınıfları ilgilendiren bir konu da yaz mevsimi yaklaşırken tatil imkânları. TL’deki değer yitimi, turistik işletmelere döviz cinsinden fiyat kırma fırsatı yarattı. Ancak yerli turistler açısından yurtdışı seyahatlerin neredeyse imkansızlaşması bir yana, bu imkan iç turizmde de fiyatların aşırı yükselmesine neden olabilir. Yabancılarla doluluk oranını artıran işletmelerin yerli tatilcilere fazla itibar etmemesi de gündeme gelebilir.

10 Deneyimlerimizden ekonomideki kötü gidişin tedirginliği, güvensizliği, mutsuzluğu yaygınlaştırdığını biliyoruz. Böyle dönemlerde depresyon, intihar, boşanma vakaları artıyor. Araştırmacı Esther Dyson “işsizlik, eğitim ve sağlığın” nasıl birbirinin içine geçmiş alanlar olduğunu şöyle açıklıyor:

Siz işsizseniz, sağlık sorunları yaşama ihtimaliniz de yüksektir; çocuklarınızın eğitimine para ayırma şansınız da yoktur; sağlıksızsanız işsiz kalma ihtimaliniz daha da artar…

Okuduğunuz yazıdan, yurttaşlarımızı kurbanlık koyun benzeri başına gelecekleri pasifçe bekleyen nesneler gibi gördüğümüz sonucu çıkmasın. 

Çözüm önerilerimizi, emekçilerin direniş imkanlarını yarın dizinin son bölümünde gündeme getireceğiz.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Bir geminin hüzünlü yolculuğu - ERK ACARER

Enerji ve Tabii kaynaklar Bakanı ve Damat Berat Berat Albayrak; Kocaeli’de Türkiye’nin ilk sondaj gemisinin Akdeniz’e gönderildiği törende konuşuyor. Albayrak, AKP’li bir seçmenin kendisine “Cumhurbaşkanımız Ay’a kadar 4 şeritli yol yapacağız dese, vallahi inanırız” dediğini aktarıyor.

Bu ifadelerin gerçekte ‘AKP’li bir seçmenin’ sözleri mi yoksa kurmaca mı bilemiyoruz. Bildiğimiz, gördüğümüz iktidarın ve temsilcilerinin kendi kitlesine, tabanına da haksızlık yaptığı. AKP’nin nobran, menfaatçi anlayışı çıta atlarken Türkiye halkları kandırılmaya müsait oy potansiyeli olarak görülüyor. Bunu açık açık ifade etmekte de bir sakınca bulmuyorlar. Acı, ikiyüzlü bir tablo.

O geminin geçmişi
İlk sondaj gemisi ve Ay’a 4 şeritli yol… Bir başka gemi daha var. Biraz geçmişine hatta daha eskiye gidelim. Marmara ve Avşa adalarına 4 geminin sefer yaptığı yıllar. Ayvalık, Gemlik, Avşa ve Uludağ… Yaşlanan Ayvalık ve Gemlik emekli olunca geriye sadece diğer ikisi kalıyor. Birbirinin neredeyse tıpatıp aynısı olan gemileri uzaktayken ayırt etmek herkesin harcı değil. Basit bir tekniği var oysa; 1975 Haliç Tersanesi yapımı Avşa’nın direği siyah-beyaz. Bir yıl sonra yine aynı yerde tamamlanıp denize indirilen Uludağ’ın direği ise sarı siyah. Avşa adasına siyah-beyaz direkli ‘Avşa gemisi’ yanaşıyor. İğne atsan yere düşmüyor. Gelenler karşılanıyor, gidenler uğurlanıyor.


O zaman öyle; ‘en azından açıktan’ yok yere sırtta sopa kırmak yok. Ayıp yani, günah yani. Ayıp da günah da ‘bugün olduğu gibi’ ülkenin her yanına yayılmış ve meşruluk kazanmış değil. Ama yine de denizden uzak Kürt illerinde yaşandığını biliyoruz. İskeleden denize atlayan jandarma copundan kurtulmuş oluyor. Büyük bir temaşadır açıkçası. Son karede kaçan da kovalayan da, giderken hüzün yasayan da gülümsüyor. “Bundan sonrası; bir ‘Allah kavuştursun’ resmidir. İskele öylece boşalıyor. Malum içki kamu düzenini bozmuyor o zamanlar. Geminin en eğlencesi yıllar sonra sefere çıkıyor. Cuma mesai sonu İstanbul’dan kalkıp Pazar günü geri dönmek üzere Avşa’ya demir atıyor. Ailesini yazlıkçı bırakıp, çalışan ‘haftasonucu’ babaların tercihi. İşte bu yüzden, adı kendiliğinden konuyor: “Babalar Gemisi.” Gemiden ‘ilk’ ve ‘en çok sallanarak inen baba’ büyük alkış alıyor. 1990’ların sonlarında, iyiden iyiye yaşlanan Avşa ve Marmara’nın yorgunluğunu yine Haliç’te inşa edilen bir başka gemi sırtlıyor. ‘Babalar Gemisi’ yakıştırması da o yıllarda en sık sefer yapan bu gemiye emanet ediliyor. Baş tarafında ismi okunuyor: “Mavi Marmara.” Sonrası daha fazla bilinen bir hikaye. 2000’li yılların sonunda İstanbul-Marmara-Avşa hattından çekilen Mavi Marmara’nın güvertesine, küpeştesine Gazze seferinde kan bulaşıyor.

Amerika’ya söylüyorum sen anla
ABD’nin İsrail Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşındığı gün olan 14 Mayıs’ta, Gazze’de düzenlenen gösterilerde, 62 Filistinli yaşamını yitirdi, 3 binin üzerinde kişi de askerlerinin açtığı ateş ve gaz kapsülleriyle yaralandı. Donald Trump yönetiminin kararının Kudüs’te uygulamaya konulması sonucu; Türkiye, Washington Büyükelçisi Serdar Kılıç ‘istişarelerde bulunmak üzere’ Türkiye’ye çağırdı. Kılıç, 16 Mayıs’ta ABD’den Ankara’ya indi. 18 Mayıs’ta AKP, ‘Ey İsrail, ABD size söylüyorum, hedef kitlem sen anla’ konseptinde Yenikapı’da ‘Büyük Kudüs Mitingi’ yaptı. Gerçekte AKP’nin, samimi olmadığı ve Kudüs’te yaşananları oya çevirmek amacıyla istismar ettiği eleşirileri sıkça yapıldı.

Kullanıp atarlar
Önceki gün Türkiye ve ABD’nin 4 Haziran’da yapacağı görüşme öncesi Washington Büyükelçisi Serdar Kılıç’ın tekrar görev yerine gönderilmesi kararı alındı. Kudüs’ün artık yeterince oy getirmediği için çabuk unutulmuş olması AKP gibi bir partinin siyaseti açısısından anlaşılırdır.

Tıpkı
Gemilerden, jilet yapıldığı ‘tıraştır’. İddianın gerçekdışı olduğu, ‘sadece bir gemiden tüm dünyadaki erkeklerin sakalını kesecek kadar jilet çıkar’ ifadeleriyle anlatılır.

Mavi Marmara’yı hiçbir zaman yüzünüze süremeyeceksiniz yani!
İnsani Yardım Vakfı (İHH) ara ara feryat figan edip; Mavi Marmara’nın müze, ya da hastane olarak değerlendirilmesini istedi. Ancak hiçbiri için izin verilmedi.
800 bin Dolar’a satın alıp, elinde tutan da satışını yapan da artık ‘liman masraflarını’ karşılayamadığını belirten İHH’dir. Basın açıklaması da bu çerçevededir. 

93 metre uzunluğu olan, 20 metre enindeki, bin seksen kapasiteli yolcu gemisi, sonunda Koza Deniz Nakliyat’ın sahibi Erdoğan Tümsek tarafından satın alındı. Artık baş tarafında; “Erdoğan Bey” yazıyor.

Velhasıl sözümüz, Meclis’ten, Saraylardan içeri… İkiyüzlülüğün, yalanın, dolanın ülkeyi hallaç pamuğu gibi attığı ülkede, çalınan çocukluğumuz, gençliğimiz, hayallerimiz, vicdanımızdır.

Bunu anlatacağız. Ülkenin bir gelin gibi süzülüp, ferah limanlara ulaşan Mavi Marmara’dan, Erdoğan Bey’e dönüşmeyeceğine olan inancımız tamdır.
İçi kesildi, kamyon taşıyacak. Jilet değil yük gemisi oldu. Mavi Marmara, emperyalizmin alçaklığı kadar, değişen Türkiye’nin öyküsü, ikiyüzlülüğün simgesi ve 16 yıllık AKP tıraşının önemli simgelerindendir.

Erk Acarer / BİRGÜN

Seçim beyannamelerinde dış politika vaatleri... AKP: Maceraya devam Muhalefet: Tamir edeceğiz- İBRAHİM VARLI

Partilerin seçim beyannamelerinde dış politika önemli konu başlıklarından oldu. ‘ABD ve NATO ile işbirliği sürecek’ diyen AKP, iflas eden dış politikaya ‘aynen devam’ dedi. Muhalefetin vaadi ise iktidarın yol açtığı tahribatı ortadan kaldırmak.

Siyasi partilerin izleyecekleri politikaları ve vaatleri içeren seçim beyannameleri ardı ardına açıklandı. AKP, CHP, HDP ve İyi Parti’nin seçim beyannamelerine yansıyan dış politika hedeflerinde ABD, NATO, AB, İran, Irak ile ilişkilerle, Suriye sorunun çözümüne yönelik hedefler öncelikli başlıklar olarak anlatıldı. On altı yıllık iktidarı döneminde uyguladığı dış politikayla ülkeyi maceradan maceraya sürükleyerek, savaş ce çatışma iklimine sokan AKP, iflas eden politikalarına rağmen proaktif dış politikaya devam kararı alırken, CHP'nin dış politika hedefleri “İstikrar ve İtibar” başlığıyla somutlaştırıldı.

AKP: İflas eden dış politikada ısrar
360 sayfalık seçim beyannamesinde dış politikayla ilgili hedefler sıralanırken Türkiye’nin AB’ye katılım hedefinin korunduğu bağımsız, pro-aktif siyaset ve perspektif üreten politikaya devam ediliciği vaat edildi. Beyannamede “ABD ile yaşanan sorunları aşmak istiyoruz” denilerek, ABD ile yakın işbirliğinin korunmasının esas olduğu vurgulandı. Suriye politikası için de “Meşru bir yönetime kavuşmuş yeni bir Suriye hedefi için çalışacağız, arzumuz yeni Suriye ile komşuluk ilişkilerimizi ve işbirliğimizi yeniden tesis etmek” denildi.

“Dış Politika ve Milli Güvenlik” başlığı altında şunlar yer aldı: “Türkiye'nin AB hedefini stratejik bir hedef olarak görüyoruz. ABD ile yaşanan sorunları aşmak istiyoruz. ABD ile yakın işbirliğinin korunması esas. Rusya ile ikili ilişkilerimizi geliştirmeye çalışacağız. Suriye ihtilafının nihai bir siyasi çözümle neticelenmesi için gayretlerimizi sürdüreceğiz. Meşru bir yönetime kavuşmuş yeni bir Suriye hedefi için çalışacağız. Dış politikamız vizyona dayalı çok boyutlu olmaya devam edecektir. Güvenlik ve savunma politikamızın merkezinde olan NATO’nun, gerek askeri gerek siyasi etkinliğinin daha da güçlendirilmesine ve ülkemizin dışarıdan kaynaklanan tehditlere karşı savunulmasına katkı sağlamasına yönelik çalışmaları bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da destekleyeceğiz.”

CHP: İstikrar ve itibar
240 sayfalık beyannamenin “Dış Politika: İstikrar ve İtibar” alt başlığında derlenen hedef ve amaçlarda Türkiye’nin hem komşuları nezdinde bölgesel bir aktör olarak, hem de müttefikleri gözünde tarafsızlığını, inanılırlık ve güvenilirliğini kaybetmiş, öngörülebilir bir uluslararası aktör olma özelliğini yitirdiğine dikkat çekildi.

Beyannamede “CHP’nin dış politika anlayışı, bir yandan Türkiye’nin dış politika uygulamalarında yeniden güvenilir ve iş birliği yapılabilir bir ortak haline gelmesi için gereken adımların atılmasını sağlayan, bir yandan da ülkeninyitirmiş olduğu imaj ve itibarını yeniden olumlu bir dönüşüme kavuşturan güçlü bir kamu diplomasisi faaliyeti bütünlüğü oluşturmaktadır” denildi.

Türkiye’nin dış politikası şu dört unsur üzerine oturtularak geliştirileceği kaydedildi: “Yurttaşlarımızın adalet, güvenlik, huzur ve refahını gözeten bir dış politika. Uluslararası hukuka saygılı ve değerlere dayalı bir dış politika. Tarihi birikim, coğrafi konum ve kültürel çeşitliliğin zenginliği ile donanmış çoğulculuğa dayalı bir dış politika. Tüm dünya ile bütünleşen, bölgesel ve küresel iş birliğini güçlendiren, katılımcı bir dış politika.” 

Beyannamedeki vaatler: 
»ABD ile ilişkiler karşılıklılık ve güven çerçevesinde yürütecek. »AB'nin yeni fasıl açmasını beklemeden, gereken reformlar yapılacak.

»Rusya ile ekonomik ve ticari ilişkileri tek taraflı olmayan ve şahsi çıkarlara dayanmayan şekilde geliştirilecek. 

»Suriye halkının esenliğini ve Suriye'nin toprak bütünlüğünü sağlamaya dönük bütün uluslararası barış girişimleri ve BM’nin çalışmaları destekleklenecek.

»TSK'nin Suriye'deki misyonunun gerekli diplomatik adımlarla desteklenerek, en kısa zamanda başarıyla sona erdirilmesi temin edilecek. 

»İran’la uzun bir geleneğe dayanan iyi ilişkiler çok yönlü olarak geliştirilecek. İran'ın nükleer programı ile ilgili olarak yapılan anlaşmanın sürdürülmesi için gösterilen çabalar desteklenecek. 

»Irak'ın toprak bütünlüğünün Irak Anayasası'nın çizdiği sınırlar içerisinde korunması için bölgede ve uluslararası alanda etkin girişimlerde bulunulacak.

HDP: Eşitlikçi, barışçıl dış politika
Beyannamede dış politika vaatleri “Dış ilişkilerde barışçıl bir dış politikayı uygulamaya geçireceğiz” başlığı altında yer alırken, “En güzel ülke, komşularıyla barış içinde yaşayan ülkedir” denilen bildirgede şunlar kaydedildi:

»AB'yle müzakere ve tam üyelik çalışmaları ilkeler çerçevesinde yeniden değerlendirecek. 

»Başta Ortadoğu olmak üzere, tüm dünya halklarının kendi geleceklerini özgürce belirlemeleri ve halkların kendi kendilerini yönetecekleri demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü bir yönetim anlayışını geliştirmeleri için destek verilecek. 

»Bölgede küresel ve bölgesel güçlerin savaştan, işgalden ve şiddetten yana politikalarına karşı durulacak. Kader olarak dayatılan bu savaş düzeni değiştirilecek. Ortadoğu'da mevcut iktidar tarafından yürütülen Kürt düşmanı politikaya derhal son verilecek ve Kürt halkıyla barış sağlanacak.

»Suriye'de iç savaşın sona erdirilmesi için çaba harcanacak. Halkların kardeşliğine ve eşitliğine dayalı demokratik bir çözümün ortaya çıkarılması için çaba harcanacak, Rojava halkının açığa çıkardığı demokratik yönetim iradesinin tanınması ve Demokratik Suriye yönetiminin yaşam bulması için mücadele edilecek.

»İsrail hükümetinin etnik temizliği esas alan işgalci politikalarına karşı duracak. Filistin işgaline son verilmesine ve Filistin halkının kendi geleceğini belirlemesine destek verilecek.

»Ortadoğu'da emperyalistler tarafından çizilmiş yapay sınırlarla kendini bağlamayacak, halklar arasındaki ekonomik, sosyal ve kültürel bağların güçlendirilmesi ve ilişkileri perdeleyen bürokratik engellerin ortadan kaldırılması için çalışılacak.

»Ermenistan üzerinde uygulanan ekonomik ambargoyu kaldıracak, gerekli ekonomik, politik ve diplomatik ilişkileri geliştirecek. Türkiye tarafından tek yanlı kapatılan Türkiye-Ermenistan sınırını koşulsuz olarak açılacak.

»Emperyalist müdahalelere, başka ülkelerin topraklarının işgal edilmesine, komşu ülkelere askeri veya iç savaşı kışkırtıcı müdahalede bulunmak gibi politikalara karşı çıkmaya devam edilecek.

İYİ Parti: Milli, itibarlı dış politika
138 sayfalık beyannamenin “Dünyada ve bölgemizde barışı hedefleyen güçlü dış politika, huzurlu Türkiye” başlıklı dış politika bölümünde şu vaatlere yer verildi:

»Milli, İtibarlı, Barış Odaklı ve Gerçekçi Bir Dış Politika Anlayışını Benimseyeceğiz. Türkiye'nin tarihten gelen kazanımları, coğrafyasının zenginlikleri, stratejik ve jeopolitik konumu, siyasal gerçekçilik zemininde değerlendirilerek hazırlanan dış politika anlayışı uygulanacak.

»Uluslararası hukuku esas alan, caydırıcı, dengeli, barışçı, etkin, akıllı, kararlı, saygın, güvenilir, istikrarlı, gerçekçi, sadece sorunların çözümünü değil krizlerin önlenmesini de hedefleyen, sonuç odaklı ve çok yönlü bir dış politika izleyeceğiz.

»Türkiye'yi dış politikada yalnızlıktan kurtaracağız. Ülkemizin son zamanlarda dini-mezhepsel ve toplum mühendisliği yaklaşımlarıyla içine çekildiği “Ortadoğululaşma” yanlışına son vereceğiz. Çevre komşularımızla, bölge ülkeleriyle dostluk, iyi komşuluk ve iş birliği ilişkileri oluşturacağız, bu suretle bölge ve dünya barışına katkı sağlayacağız.

» Dış politikanın iç politika malzemesi olarak kullanılmasına son vereceğiz. Dış politikada sadece milli çıkarları gözeteceğiz, iç politika malzemesi olarak kullanılmasına izin vermeyeceğiz.

»AB ile müzakere sürecini hızlandıracağız. Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin Türkiye için olduğu kadar Avrupa Birliği için de önemli olduğunu düşünmekteyiz. AB ile müzakere sürecini hızlandıracağız.

»Türk Dünyası ile ilişkileri güçlendireceğiz, Yurtdışında Yaşayan Türklerin sorunlarıyla yakından ilgileneceğiz. Avrasya coğrafyasına yayılmış olan Türk Dünyası'nı dış politikanın önemli bir boyutu haline getireceğiz.

»Bölgesel sorunların çözümünde komşularımızla yakın işbirliği yapacağız. Kıbrıs Milli Davamızdır.

»Türkiye'nin Ege'deki haklarının korunmasında ve ihlâllerin önlenmesinde kararlı davranacağız. İki devlet arasındaki sorunların diyalog ve müzakere yöntemleriyle çözümlenmesi için iyi niyetle ve samimiyetle çalışacağız. Küresel Terörle Mücadelede Uluslararası toplum ile işbirliği halinde hareket edeceğiz.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Chatham House ödevleri - IŞIK KANSU

Emperyalizmin üstünde güneş batmayan imparatorluk olmasını sağlayan kuruluşlardan en önemlisidir Chatham House. Diğer adıyla, İngiliz Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü… 

Chatham House, bir önceki AKP’li Cumhurbaşkanı (az kaldı Kemal Kılıçdaroğlu’nun da onayıyla başkan adayı yapılmaya kalkışılan) Abdullah Gül’e ödül vermişti. 

Bu kez, İngiltere’yi “stratejik ortak ve müttefik” diye tanımlayan “reis” gitti oraya ve bir konuşma yaptı. Her ne kadar Erdoğan, bölgesel ve uluslararası gelişmeleri masaya yatırdıklarını söylese de, tümüyle Türkiye üzerinde nasıl bir “işlem” yapılacağı, dolayısıyla Erdoğan’ın geleceği görüşüldü aslında. Görüşüldü demek de yanlış olur, dikte edildi bir anlamda. 

Kulislerden edindiğimiz bilgiye göre, AKP sayesinde borca batırılmış ülkenin “sıcak para”ya (yeni borçlara) kavuşması karşılığında Chatham House toplantısına katılan para simsarları ile siyaset belirleyicilerin “reis”ten istekleri dört noktada toplanıyordu: 


1.Kıbrıs sorununu çözeceksin. Türk askerini adadan çekeceksin, garantörlük hakkından vazgeçeceksin. 
2.PKK’lileri de kapsayan bir af ilan edeceksin.Abdullah Öcalan’ı İmralı’dan çıkarıp ev hapsine alacaksın. 
3.2006’da “bölgeler arası eşitsizliğin ekonomik boyutuyla başa çıkmak” gerekçesiyle kurulan kalkınma ajanslarını bir adım daha öteye götürerek, siyasal anlamda Türkiye’yi yerel ve bölgesel yönetimlere ayırarak, federal yapıya döneceksin.
4.Özerklik dahil çeşitli yöntemleri kullanarak Kürt sorununu çözeceksin. 

 
Sızan bilgilere bakılırsa, Chatham House diktecileri, “reis”e, bütün bu istemleri yerine getirebilmek için gerekli gücün “kararname” ile elinde olduğunu da vurgulamışlar. 


Erdoğan, bir kez daha seçilirse, “ekonomik darboğazın aşılması” karşılığında ikide bir “eyy” diye diklendiklerinin isteklerini bir bir yerine getirmek zorunda olduğunu biliyor artık. 

Emir büyük yerden: İkinci turda Kürt milliyetçilerine göz kırpacak. Onlar da ona. 

Işık Kansu / CUMHURİYET

3 saate değen bir başyapıt... - SUNGU ÇAPAN

1998’den itibaren son 20 yılda çektiği, çeşitli ödüller kazanan (“Kasaba”, “Mayıs Sıkıntısı”,”Uzak”, “İklimler”, “Üç Maymun”, “Bir Zamanlar Anadolu’da”, “Kış Uykusu” gibi) 7 uzun metrajıyla ülkemizden çok uluslararası alanda kendini kabul ettirerek kuşkusuz Yılmaz Güney’den sonra günümüzdeki en önemli ve özgün Türk sinemacısı konumuna erişmiş Nuri Bilge Ceylan’ın 8. filmi “Ahlat Ağacı”, ödülsüz döndüğü ama beğenildiği Cannes festivalinin hemen ardından bugün sıcağı sıcağına yerli sinemaseverlerle buluşuyor.


Okulundan yeni mezun olmuş, Sinan (Doğu Demirkol) adındaki sorgulayıcı, genç irisi, toy bir öğretmenin Çanakkale-Çan’ın bir köyündeki baba ocağına dönüşüyle başlıyor “Ahlat Ağacı”.
Kentten döndüğü kırsalda köklerinden kopup özgürleşmek derdindeki uyumsuz Sinan istemese de, başarısızlıklarını pek umursamaksızın habire birtakım soğuk espri-şakalarla geçiştiren, görünürde hep güleç ama mutsuz ve at yarışı bağımlısı, emekliliğinin eşiğindeki, taşralı bir köy öğretmeni olan babası İdris’in (Murat Cemcir) benimseyemediği alın yazısının onu beklediği bir geleceğe doğru ‘sürüklenmekte olduğunun’ da farkında. Kumar tutkusu ve borcu yüzünden parasını, onurunu, itibarını ve vaktiyle severek ona kaçmış karısı Asuman’ın (Bennu Yıldırımlar) sevgisini-saygısını da zaman içinde yitirmiş, yalnız bir kırsal ‘loser’ı olan İdris’in kısır döngüden ibaret kaderini yinelemekle yüz yüze Sinan’ın, bahçesinde su aramak için kuyu kazan girişken babasıyla hayat hesaplaşmasını, 3 saati aşkın bir olay örgüsünde ve bildik bir baba- oğul çekişmesi bağlamında hikâye eden filmi, yeğeni Akın Aksu’nun yaşamından esinlenerek A.Aksu, Ebru- Nuri Bilge Ceylan imzalı, otobiyografik bir senaryodan ve adına yaraşır bilgece bir tavırla çekmiş, artık 60’ına merdiven dayamış yönetmenimiz ‘güzel insan’ NBC.

Aile, ahlak, din...
Sinan’ın yaşadıklarıyla gözlemlerine dayanarak yazıp, adını da karı koca gerginliğinden kaynaklanan, anababayı kast eden bir aile içi soğuk savaş göndermesiyle Ahlat Ağacı koyduğu (Malum Anadolunun çoğu yerinde, kendiliğinden yetişen, yabani armut gibi bir meyve veren, dayanıklı, yabani, yamuk yumuk ama şifalı bir ağaçtır Ahlat) kitabını bastırmak için gereksindiği parayı bulma çabaları onu önce belediye başkanına (Mehmet Özgür), o da devlet ihaleleriyle zenginleşmiş bir düzen adamı ve sözüm ona kitapsever inşaatçı-madenci olan bir dosta (Kubilay Turnçer) sevkediyor Sinan’ı ama nafile. Dedesi (Tamer Levent) İdris’in bebekken tarlada unutulup karıncalarca sarmalanışını anlatıyor Sinan’a bunu elvari bir sahnede. Öğüt vermesi için sahafta rastlayıp danıştığı, yörenin tanınmış yazarı Süleyman’la (Serkan Keskin yine harika) atışıyor ego ve yazarlıkla geçinebilme konusunda. Okuldan ayrılıp koca bulmaya kilitlenmiş ama sevgilisi Rıza’yla (Ahmet Rıfat Şungar) da bozuşmuş, eski tanıdığı Hatice’ye (Hazar Ergüçlü) rastlayınca çayır-çimende romantik anlar da yaşıyor, öperken ısıran da Hatice’yle. Sonrasındaysa kavga ettiği, kıskanç arkadaşı Rıza, yazar olma hayalindeki, Hatice’nin de netice olmadığı Sinan’ın şakağını morartıp dudağını patlatıyor, yazarlığı kıvıramazsa özel kuvvet mensubu, işkenceci bir polis olmayı düşünüyor, 2 imam tanıdığıyla (aslında Sinan rolünü NBC’ye esinlendirmiş olan yeğeni Akın Aksu gelenekçi Veysel’i, dizilerden aşına Öner Erkan da yenilikçi imam Nazmi’yi oynuyor) aile, ahlak, din ve görenekler üstüne yürürken sürdürülen sohbetimsi bir tartışmaya katılıyor uzun tutulmuş bir sekans süresince, vs. vs...

Öğretmen, yazar, imam, vb. gibi karakterler arasında süregelen yoğun konuşmalı, diyalog ağırlıklı ama görsel bakımdan (sinemamızın en değerli kameramanlarından ve NBC’nin demirbaş elemanlarından Gökhan Tiryaki ustanın pentür tadındaki kadrajları her zamanki gibi çok nefis) yine çok zengin bir düzeyde seyreden “Ahlat Ağacı”, son dönemde gitgide azgınlaşıp yaşamımızı kuşatarak yaklaşık 100 yıllık Cumhuriyetimizin tüm kazanımlarını bir bir elden çıkarmayı, bütün değer yargılarını geriye doğru aşındırmayı benimsemiş, dindar, despot, baskıcı bir cehaletin yönetimine bırakılmış memleketin hali pür melaline de dokunduran imalarla dolu. 

Baba oğulun (yani İdris’le Sinan’ın) bir ağaç gölgesinde, açık havada, mum ışığında ya da bahçede kazılan bir kuyu başındaki diyaloglarının da inandırıcı ve gerçekçi kılındığı filmde ilginç yan hikâyecikler ana eksene başarıyla yedirilmiş. 188 dakikalık filmi sürükleyen Doğu Demirkol’la komedyenden iyi oyuncu çıkar genellemesini doğrulayan Murat Cemcir’in başını çektiği, kalabalık oyuncu kadrosunde Bennu Yıldırımlar, Serkan Keskin, Öner Erkan ve hazar Ergüçlü gibileri sivriliyor. Müzik olarak baba Bach’ın Do Minör Füg’ünü kullanan NBC’nin “Kış Uykusu”ndan sonra yine kamerasıyla iz bırakan, unutulmaz bir aile tablosu etkileyiciliğine sahip bir sine-roman yazmaya giriştiği bu en konuşkan eseri, “Üç Maymun”, “Bir Zamanlar Anadolu’da” ya da “Kış Uykusu” gibi son 10 yılda yaptığı başyapıtları düzeyinde, kesinlikle kaçırılmayacak bir film. 

Tek itirazım süresi olabilir.

Sungu Çapan / CUMHURİYET

Şener, İnce'nin haber kaynağını açık mı etti?.. - Ahmet TAKAN

"Sayın İnce, neden bekliyorsunuz?" başlıklı 31 Mayıs tarihli yazımda, CHP'nin Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce'ye bazı sorular yöneltip, Erdoğan'a ilişkin "AKP kurulmadan önce Pensilvanya'da Gülen ile görüşüp icazet aldı" iddiasını muğlak bırakmaması gerektiğine işaret etmiştim.

O yazıda, İnce'ye AKP'de görüşlerine başvurabileceği bazı isimleri de sıralamıştım.
Seçim alanlarında tartışma tüm harareti ile devam ederken dün CHP Konya  milletvekili adayı AKP eski kurucularından Abdüllatif Şener'in çok önemli bir açıklamasını Gerçek Gündem'de okudum. Bence, kriptolu bu açıklamayı eğer gözden kaçırdıysanız bir göz atın. Şöyle;

"Sayın Erdoğan, Ak Parti kurulduktan sonra Amerika Birleşik Devletleri'ne gitmiştir. Kuruluş safhasında gitmiştir; ama bu gidişi sırasında veya ABD'de bulunduğu sırada kimlerle görüşmüştür bu bilgiye sahip değilim. Çünkü bu programda yanında başta Abdullah Gül olmak üzere, Turan Çömez olmak üzere bazı isimler vardı. Bu isimler de öyle bir ziyaretle ilgili bilgi vermedi. Ben de merak edip sormadım. Bu konuların bugün tartışılıyor olması, seçim atmosferindendir ve bunu da doğal olarak karşılamak lazım. Biri bir iddiada bulunuyorsa, diğeri de o iddia gerçek değilse, onun öyle olmadığını söylemesi lazım. Sayın Erdoğan'ın sürekli aynı isimlerle gittiğini söyleyemem. Daha sonra iktidar döneminde, belki de Türkiye cumhuriyet döneminde ABD'ye en fazla giden başbakan ve cumhurbaşkanıdır. 'Bu gidişlerinde aynı isimlerle mi giderdi' derseniz, buna katılmam, her programında farklı isimler olurdu. Ama hiçbirinde ben olmadım."

Abdüllatif Şener'in kısa ama işaret fişeği sayılabilecek açıklamasına buraya kadar itirazım yok. Ancak, tartışmayı biraz daha deşelemeden önce kendisinin ortaya attığı Turhan Çömez ismini eğer unuttuysanız hafızalarınızda kısaca bir tazelemek isterim.

Tıp Doktoru Turhan Çömez ismini, AKP'yi yakından takip ettiğim aktif gazetecilik yıllarımda partinin kuruluş aşamasında duymuştum. R. Erdoğan'ın hem özel kalem müdürü hem de danışmanıydı. Pek havalıydı!.. Burnundan kıl aldırmaz bir yapısı vardı. Adım attığı her yerde Erdoğan'ın oğlu gibi muamele görür, söylediği her şey Erdoğan'ın talimatıymış gibi algılanırdı. O kadar ki, 2002 yılında AKP'den Balıkesir mebusu olup yerini Serdar Çam'a bıraktığında   "nerede Turhan Çömez" diye eksikliğinden şikayette bulunanlara şahit olmuşumdur. AKP'de birçok ileri gelen isimden de "Turhan Çömez'in Erdoğan'a rağmen adaylığını koyup seçildiğini ve Erdoğan'ın onu mebus yapmak istemediğini fakat ses çıkaramadığını" da işitmişimdir. Gel zaman git zaman o kudretli özel kalem müdürünün nasıl harcandığını da izlemişimdir. Turhan Çömez'in 2002 yılında mebus seçilmesinin ardından R. Erdoğan ile ilişkileri bir daha eskisi gibi iyi gitmedi. Çömez'in o zamanlar Erdoğan'ın en yakın çevresine yaptığı eleştiriler sonun başlangıcı oldu. 2007 seçimlerinde Çömez aday olmadı veya yapılmadı. 2008 Nisan'ında Erdoğan'ın talimatıyla AKP'den ihraç edildi. Çömez, dil öğreneceğim bahanesiyle İngiltere'ye gitti. Kısa bir süre sonra Ergenekon Davası sanıkları arasında yerini aldı. İngiltere'ye gidip dönmediği için yakalanamadı, hakkında uluslararası yakalama kararı çıkarıldı. İngiltere'den sığınma hakkı alan Turhan Çömez'in hâlâ bu ülkede doktorluk ve bazı işler yaptığı bilgisine sahibim.

Tekrara gelelim Abdüllatif Şener'in yukarıda okuduğunuz o kısa açıklamasına;
AKP'nin kuruluş yıllarında 4 ayaktan biri olan Şener'in ABD gezileri hakkında fazla bilgi sahibi olmadığına kocaman soru işareti koyuyorum. CHP Konya milletvekili adayı Abdüllatif Şener'in tartışmaları daha da kızıştıracak açıklamasına Turhan Çömez'i ustaca ve bilinçli bir şekilde yerleştirdiğini düşünüyorum. Açıklamada, "Abdullah Gül ile o zamanların kara kutusu olan Turhan Çömez'e sorun" havası ve Şener'in çok yakından tanıdığım bıyık altı gülümsemesi var!..
Daha önce de belirttiğim gibi, şu anda Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan R. Erdoğan hakkındaki "Pensilvanya'ya gitti. Gülen'den icazet aldı" iddiası yenir yutulur bir iddia değil. Öyle, "seçim atmosferi. Bu ortamda doğal karşılanır" diyip geçiştirilecek türden de hiç değil...

Şimdii!..

Başta Muharrem İnce olmak üzere Abdullah Gül ve Turhan Çömez'in çıkıp konuşup iddialara açıklık getirmesi şart oldu;
1- Muharrem İnce'nin 24 Haziran'dan sonra açıklayacağını söylediği bilgi kaynağı Turhan Çömez mi?..
2- Erdoğan, eğer Pensilvanya'ya gidip icazet aldıysa o görüşmelerde başka neler konuşuldu?.. O görüşmeler kaç tur yapıldı? Ve daha başka kimler katıldı?..
3- Muharrem İnce'nin bilgi kaynağı eğer Turhan Çömez değilse kim?.. Abdullah Gül mü?..
4- Bu sorulara ilgili şahıslar yanıt vermez ve açıklık getirmez ise Abdüllatif Şener, 24 Haziran'dan önce mi yoksa sonra mı konuşmaya devam eder?..
5- Yoksa işimiz, yazdıklarını yalanlayan Nasuhi Güngör'e mi kaldı?..



Ahmet Takan / YENİÇAĞ

1 Haziran 2018 Cuma

Gidecekler; hatta gidiyorlar... - ÜNAL ÖZMEN

Erdoğan, her zaman devleti şirket, kendisini işletmeci, seçimleri şirket yönetiminin belirlendiği genel kurulu olarak gördü. Bakış açısı bu olanın işletmesi batınca işletmecinin de batacağını bilmemesi düşünülemez tabii.

Erdoğan’daki paniği siz de görüyor olmalısınız. Telaşına bakınca hissesinin yüzde 51’ini elinde tutan aile reisinin, hissesi her gün değer kaybeden yüzde 49’a güven aşılamaya çabalayan tüccar gerginliği içinde olduğu hemen fark ediliyor.

Zarar eden şirketten kendi hissesini satarak kâr payı dağıtıyor fakat o sattıkça hem şirketteki payı azalıyor, hem şirketin hisse değeri düşmeye devam ediyor.

Erdoğan, 24 Haziran’ı yönetimini belirleyeceği şirketin genel kurul sanıyor. Payı düşen ortakla yola devam etmekte ısrarcı, varını yoğunu CEO’nun kurnazlığına yatırmış bir kesim ise ortakları ikna etmeye çalışıyor: Kaybetse bile Reis iktidarını korumanın bir yolunu bulurmuş! 

AKP, MHP, BBP ittifakının seçim taktiğini muhalefet partileri bozdu; oylarına sahip çıkmak için harekete geçen seçmenler de sandık, sayım oyunlarına gelmeyeceklerini gösteriyor. İktidar ise demokratik yollarla iktidarda kalmanın yolları tıkandıkça demokratik olmayan yollara tevessül etmekten çekinmeyeceği izlenimi vermeye çalışıyor. Erdoğan’ın, partisinin çoğunluğu kaybetmesi halinde A, B, C planlarından söz etmesi, iktidarda kalmanın şiddetten başka yolu olmadığını gören destekçilerinin demokrasi dışı beklentisini besliyor.

Seçimi kaybedenin nasıl davranacağını demokrasi belirlendiğine göre bilmediğimiz plan ne olabilir ki?

Kaybedeceklerini hissettikçe planları da belirginleşiyor: Hile bozulup, üstü örtülü tehditler kaale (dikkate) alınmayınca, profesörleri, gazetecileri, politikacıları, çete reisleri üzerinden açıkça silahlarına davranacaklarını dillendirmeye başladılar. “Sokak çocuklarının” ağzına almayacağı, birbirinin yüzüne bakarken insanı utandıracak küfürlerle kavga etmiş Erdoğan’la Bahçeli’yi barıştıran da büyük oranda Bahçeli’nin çete reislerine yakınlığı olmalı.

Vurma, kırma, öldürme, kovma tehdide başvurduklarına göre gidici olduklarını anladılar. Önceki seçimlerde gördüğümüz kibirden uzak durmaya çalışmaları da mütevazi olduklarından değil, valizini hazırlayan tatilcinin otelden ayrılırkenki burukluğundan... Gidiyorlar...

Gidiyorlar ama birkaç çapulcu dışında gitme diye önlerine yatan yok, olmayacak! Tehditler hepimizin bildiği benzetme gibi; boş! Ne Erdoğan ne Bahçeli için komşusuyla kentlisiyle kavga edecek bir taraftar görmüyorum. Servetini bu iktidara borçlu bir avuç yüklenici dışında kim bunlar adına kendini ortaya koyabilir. Din uğruna mı? İslamcılar, haksızlığa karşı çıkmadılar; adaletsizin, adaletsizliğin yanında oldular; hırsızlığın, yolsuzluğun parçası olmaktan çekinmediler. Hiçbir dindarın, adına siyaset yaptıkları dini utandıracak bu siyaseti ölümüne savunacağı düşünülemez. 

Şiddetsiz, direnişsiz bir gidiş olacağı konusunda iyimser olmamız için bir neden de siyasal İslam’ın serüvenidir: Siyasal İslam, neoliberalizmin, nüfusunun çoğunluğu müslüman seküler ülkelerdeki siyasi aracıdır. Siyasal İslam, Suudi Arabistan gibi monarşilerde değil, siyasetin yapılabildiği yerde kendini gösterebilir. 16 yıl bir ülkeyi yönetmiş siyasi hareketin ülkeyi değilse bile kendini de imha edecek bir maceraya girmesi siyasallaşmış bir hareketin yapabileceği hata değildir. Yönetici kadrosu siyaset dışına çıkmayı aklına getirse bile, hem dayandığı güç odakları hem yeni söylemlerle yoluna devam etme şansı olan ikinci derecedeki parti kadroları buna müsade etmez. 

Rol modeli AKP olan Tunus İslamcılarının Nahta partisi seçimleri kaybedince iktidarı sahiplerine teslim etti. Model olan niye dirensin ki? Demokratik olmayan yöntemlerle iktidardan uzaklaştırılan, Türkiye AKP’sinin öğretisini model olarak aldığı Müslüman Kardeşler silahlı direnişe başvurmamışken!.. Bizim islamcılarımız onlardan daha akılsız değillerse tabi...

Ünal Özmen / BİRGÜN