4 Haziran 2018 Pazartesi

Hollywood’un sonu mu geliyor? - ANIL ABA

Demem o ki televizyon iyiden iyiye sinemanın önüne geçti. Robert Redford yıllardır, Sundance söyleşilerinde, sinema sektörünün değişmesi ve dönüşmesi gerektiğini anlatıyor. Bazı diziler tüm bölümlerini Netflix ve benzeri internet televizyonlarında aynı günde yayınlıyor. Spielberg gibi yönetmen ve yapımcıların bile yakında prodüksiyonlarını sinema salonlarında değil internet üzerinden yayınlayacağı söyleniyor.

Hafta içi, hafta sonu, gişe filmi, sanat filmi fark etmeksizin Amerika’da sinema salonları sinek avlıyor. Bazı kompleksler terk edilmiş, hayalet binalara dönmüş durumda. Aşağıdaki grafik Amerika’da yıllık bilet satışlarının (sağ eksen) 2002’deki 1,58 milyar tepe seviyesinden, 2017 senesinde 1,18 milyara kadar gerilediğini gösteriyor. Yani yaklaşık yüzde 24 gibi büyük bir bilet kaybından söz ediyoruz. Gişe hasılatındaki (sol eksen) düşüş ise daha da çarpıcı. Zirve senesi olan 2002’deki enflasyondan arındırılmış hasılat 14,09 milyar dolar iken 2017’deki hasılat, yaklaşık yüzde 31 azalarak, 9,65 milyar dolar olmuş.

Son 23 senede ekonominin hızla büyüdüğünü ve nüfusun sürekli arttığını düşünürsek bu figürlerin yerinde sayması bile sektörün göreli olarak daraldığı manasına gelecekken, bilet satışındaki ve gişe hasılatındaki bu mutlak gerilemeler sektörün düpedüz bir bunalıma sürüklendiğini gösteriyor.

hollywood-un-sonu-mu-geliyor-470785-1.
Bir diğer gösterge de senelik gişe rekoru kıran filmlerin hasılatının azalıyor olması. Doksanlardan sonrasına baktığımızda Titanik, günümüz sabit fiyatlarıyla, 1,21 milyar dolarlık gişe yapmışken, misal, 2016’nın lideri Rogue One: A Star Wars Story sadece 540 milyon dolar gişe yapmış. Yarısı bile değil.

Orijinal filmler çekilmiyor
Şöyle dönüp son 15-20 yılın gişe rekoru kıran filmlerine bir göz gezdirdiğimizde karşımıza net bir şablon çıkıyor. Yüksek gişe yapmış filmlerin tamamına yakını ya devam/öncül filmi (sequel/prequel) ya yeniden çevrim (remake) ya da süper kahraman filmi. Herhangi bir kitaba ya da çizgi romana sırtını dayamadan, sıfırdan çekilip iyi gişe yapmış (Braveheart, Titanik, Top Gun gibi) film yok denecek kadar az.

Tablodan da gördüğünüz üzere aralarında herhangi bir çizgi romanın adaptasyonu, bir filmin devamı veya ön-bölüm olmayan tek film Kayıp Balık Nemo. O da zaten animasyon.

Aynı şekilde, gelmiş geçmiş en fazla zarar yazan 20 filmin 18’i yine 2002 sonrası çekilen filmler. Ve bunların çoğu (mesela Life of Pi ve The Golden Compass) orijinal filmler. Hollywood artık yeni ve kaliteli filmler üretemiyor. Orijinal film girişimlerinin de çoğu batıyor. Sektör artık risk alamadığı için filmleri mitoz bölünmeyle çoğaltıyorlar. Kısa bir roman olan Hobbit’ten üç film çıkardılar. Gişeyi garantilemek için romanda olmayan yıldız karakterleri (mesela Legolas) filme eklediler. Açlık Oyunları’nın ilk iki filmi tuttuğu için üçüncü kitabı bölüp iki film çektiler.

Anlayacağınız, yapımcılar sinekten yağ çıkarmaya çalışıyorlar. Yerli yersiz tutan her filmin devam filmi yapılıyor. Artık baydığı noktada, ön-bölümünü çekiyorlar. Sonra üstüne üç boyutlusunu çekip (bkz. Testere) suyunu da çıkardıktan sonra başka projeye geçiyorlar. Filmler sürekli kendini tekrar ettiğinden çoluk çocuk süper kahraman filmlerini doldursa da yetişkinleri cezbedecek filmlerin sayısı az olunca salonlar genelde boş kalıyor.

Üretim biçimi sıkıştığı zaman icat çıkarma baskısı artar. Şartlar el verirse icat çıkar; yarattığı yeni ekonomi yavaşlayan sistemi toparlar (bkz. buhar makinesi/tren, elektrik/elektronik, otomobil, bilgisayar/internet). Sinema sektörü kendi içindeki bu tıkanmışlığı aşmak için önce IMAX, sonra da 3D inovasyonlarını yaptı. Daha farklı bir sinema deneyimi sunarak izleyiciyi evlerinden çıkarıp salonlara çekmeye çalıştılar. Başta ilginç geldiyse de insanlar renkli gözlüklerden çabuk sıkıldı.

Netflix etkisi
Netflix, yılların video/vcd/dvd/bluray kiralama şirketi olan Blockbuster’ı 2010 senesinde iflas noktasına getirdi. Hatta konuyla ilgili çok goygoy bir South Park bölümü (s16e12) de yapılmıştı, kaçmasın. Artık insanlar istedikleri filmi evlerinde çevrimiçi veya çevrimdışı olarak, görece düşük bir fiyata izleyebiliyorlar. Netflix yüzünden yapımcılar filmlerini DVD ortamında daha erken çıkarmaya başladılar. Yani filmlerin sinema salonlarında kalma süresi de kısaldı.

Tabii ki salonda film izlemek ile evde film izlemek aynı şeyler değil. Netflix’e düşmesini beklemeden izlemek isteyeceğiniz filmler olabilir. Veya arada sevgiliyle dışarı çıkıp sinema randevusu yapmak isteyebilirsiniz. Ama ortalama bir filmi, birkaç ay sonra, her halükârda aylık ücretini ödediğiniz Netflix’te izlemek varken neden sinemaya gidesiniz? Üstelik bilet fiyatları da bu kadar yüksek iken.

TV dizilerinin istilası
Artık TV dizileri sinema filmi kalitesinde çekiliyor. Bazı dizilerin tek bir bölümünün bütçesi koca bir filmin bütçesini aşıyor. Üstelik dizi sektörü Hollywood’un içine düştüğü “franchise film serisi” batağına saplanmış değil; hâlâ çok orijinal yapımlara rastlayabiliyoruz. Bir noktadan sonra insanlar Ninja Kaplumbağalar 6 filmini izlemek yerine, misal, La Casa de Papel gibi orijinal bir diziyi izlemeyi tercih ediyorlar. Bu diziler, filmlere kıyasla, daha komplike hikâyeler ve daha detaylı işlenmiş karakterler sunuyor.

Demem o ki televizyon iyiden iyiye sinemanın önüne geçti. Robert Redford yıllardır, Sundance söyleşilerinde, sinema sektörünün değişmesi ve dönüşmesi gerektiğini anlatıyor. Bazı diziler tüm bölümlerini Netflix ve benzeri internet televizyonlarında aynı günde yayınlıyor. Spielberg gibi yönetmen ve yapımcıların bile yakında prodüksiyonlarını sinema salonlarında değil internet üzerinden yayınlayacağı söyleniyor.

hollywood-un-sonu-mu-geliyor-470786-1.

Yüksek bilet fiyatları
Amerika’da ortalama bilet fiyatı 9 dolar. New York, Chicago gibi metropollerde bu fiyatlar 15-20 dolara kadar çıkıyor. Festivallerde biletler 25-30 dolarlardan başlıyor. 5 dolara patlamış mısır, 3 dolara içecek. Sadece 2 kişi gidiyor olsa, 2 saat için en az 60 dolar. Amerikalılar bu fiyatları çok yüksek buluyor. Benzer durumu NBA maçlarında da görüyoruz, biletler pahalı, stadyumlardaki doluluk oranı yüzde 60’larda. Halkın alım gücü iyiden iyiye aşındığı için konserdi, maçtı, sinemaydı artık eskisi kadar rağbet görmüyor. Hatta bazı eyaletlerde yarı fiyatına halk günü uygulaması bile yapılmaya başlandı. Abur cubur fiyatlarının da saçma sapan yüksek olması insanları caydıran bir diğer faktör. Türkiye’de durum Amerika’dakinden de kötü. Sinema bileti fiyatının asgari ücrete oranı bizde daha yüksek.

Ürün satışları ve dünya gelirleri
Gone Girl gibi bir projenin ancak filmini satarsın; kısır ve riskli bir proje olur. Ama Örümcek Adam çekersen filmini satarsın, çantasını satarsın, tişörtünü satarsın, posterini satarsın, kostümünü satarsın, bilgisayar oyununu satarsın, anahtarlığını satarsın, her şeyini satarsın. Garanti bir rant var. İşte bu yüzden Gone Girl gibi iyi filmler 3-5 yılda bir denk geliyor. Gerçi o da kitap uyarlaması ama, yine de...

Büyük şirketleri batmaktan kurtaran bir diğer kanal ise dünya gelirleri. Amerika ekonomisi durağan, Hollywood krizde, iç piyasa giderek daralıyor. Fakat ekonomik durumu görece daha iyi olan yükselen bazı ülkelerden gelen gişe hasılatı yapımcıların muhasebesini toparlayabiliyor. Eskiden Hollywood filmleri Amerikan izleyicisine göre çekilirdi. Artık dünyanın diğer ülkelerindeki izleyicilerin de talepleri dikkate alınarak çekiliyor. Mesela Transformers, çizgi dizisi vaktiyle her yerde yayınlandığı için, tüm dünyada karşılık bulan bir yapım. Transformers 4, toplam hasılatının %77’sini Amerika dışından elde etmişti.

Türkiye’de tekelleşmenin sonuçları
Biliyoruz ki Türkiye’de yerli filmlerin piyasası Hollywood filmlerinden büyük. Her yıl en çok gişe yapan filmlerin çoğu yerli yapım oluyor. Fakat ülkemizde göze çarpan iki temel sorundan birisi yüksek bilet fiyatları, diğeri de artık iyice bayan şive komedileri. Yüksek bilet fiyatları operasyonda tekelleşmenin sonucu, yoksa sinema filmi göstermenin marjinal maliyeti çok düşük. Şive komedileri de kısmen dağıtımda tekelleşmeyle alâkalı. Mars Entertainment Group, hem dağıtımı hem de operasyonu büyük oranda kontrol ediyor. Bugün Türkiye’de her üç sinema biletinden ikisini Mars’a bağlı olan CineMaximum satıyor. Dağıtılan her üç filmin de birini yine Mars Media dağıtıyor.

Kapitalist, kâr haddine bakar. Eğer Recep İvedik 8, Eyvah Eyvah 5, Oflu Hoca 4 gibi filmler daha kârlı olacaksa Sarmaşık ve Kış Uykusu gibi filmler dağıtımı yapılmaz. Yapımcılar da dağıtılmayacak film çekip batmak istemezler. Mesela Recep İvedik 4 Türkiye’deki 2300 salonun takribî 1400’ünde gösterilirken Sarmaşık sadece 16 salonda gösterilmişti. Hâl böyle olunca ortalık devam filmleri ve şive komedilerinden geçilmez oluyor. Sanatsal ve orijinal filmler çekmek isteyenler Kültür Bakanlığı’nın desteklerini zorluyorlar. Fakat o desteklerin kimlere verildiği soru işareti…

Öte yandan medyada çıkan “salon çok, seyirci yok” veya “Beyoğlu’nda sinemalar can çekişiyor” ve benzeri başlıklı haberler başka sorunlara da işaret ediyor. Sinemalar AVM’lerin bir parçası haline getirilerek tüketim kültürüne entegre edildi. Sinemaları geçtim, tiyatro salonları bile AVM’lerin içine açılıyor artık. AVM’ye giden insan profili belli olduğu için buradaki sinemalarda gösterilen filmlerin de kalitesi ona göre oluyor.

Toparlamak gerekirse, dağıtım ortamındaki rekabet (Netflix, redbox, torrent, korsan stream) ve giderek tekdüzeleşen filmler nedeniyle sinema sektörü derin bir kriz yaşıyor. Azalan hasılatlar şirketlerin borsa fiyatlarına da yansımış durumda. Walt Disney vb. yapımcıların hisseleri sürekli değer kaybederken, Netflix NASDAQ’ta rekordan rekora koşuyor. Tekelleşme eğilimi bunların bir sonucudur. Edison ampulü bulduğunda bütün mumcular işsiz kalmıştı. Alternatif bir model eskisine oranla daha verimli, daha ucuz ve daha pratik bir şekilde film yayını yapıyorsa eski model piyasasını yitirebilir. Buna yaratıcı yıkım deniyor. Yirminci yüzyılın başında mumcuların başına gelen şey bugün sinema esnafının başına geliyor. Belki özel buluşmalarda ya da çok beklediğiniz filmler için sinemaya her zaman gideceksiniz ama gidişat toplam sinema ziyaretlerinin daha da azalacağına işaret ediyor.

Tim Wu “The Master Switch” kitabında Amerikan enformasyon şirketlerinin tarihsel bir incelemesini yaparken işin sinema ve TV ayağında bu meseleleri çok iyi çözümlüyor. Şu an yapım sektöründe 600’den fazla şirket her sene yüzlerce film yapıyor. En büyük 6 şirket olan Warner Bros, Walt Disney, Sony Pictures, Paramount, 20th Century Fox ve Universal sırasıyla yüzde 11, yüzde 10,3, yüzde 9,5, yüzde 8,6, yüzde 8,4 ve yüzde 7,7 pazar paylarına sahipler. Altı şirketin payları birbirine çok yakın ve toplamda da 682 şirket var. Yani sadece iki şirketin toplam yüzde 70 pazar payı olduğu gazlı içecek sektörüne kıyasla film sektöründe rekabetin daha yaygın olduğunu söyleyebiliriz.

Wu’nun da öngördüğü gibi, orta vadede büyük balıkların, batan veya kârlılığı azalan yapımcıları satın alacağını, hatta büyük şirketlerin kendi aralarında birleşmeler yaparak daha konsantre bir oligopol piyasaya doğru yöneliş olacağını düşünüyorum. Geçen yıl Disney ve Fox birleşme duyurusu yapmışlardı. Yasal süreç devam ediyor. Hollywood’un üretim noktasındaki kârlılık sorunları ancak tekelleşmeyle çözülebilir. Zaten Netflix biraz da bu yönelime sigorta olarak kendi prodüksiyonlarına başlamadı mı?

Anıl Aba / BİRGÜN

Paşa İnce'yi alkışlasaydı!!! - MEHMET FARAÇ

Türk Silahlı Kuvvetleri birlikleri sınır dışında da canları pahasına mücadeleyi sürdürürken, siyaset içindeki kimi tartışmaların TSK'yı yıpratması doğrusu çok şaşırtıcı...

Son günlerdeki tartışmaların odağına oturan bir üst düzey komutan var... Adı İsmail Metin Temel... 2. Ordu Komutanı...

Dünkü yandaş medya onun üzerinden CHP adayı Muharrem İnce'ye saldırmıştı... AKP medyası, Temel'in Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Hareketini yönettiğini, Öcalan'ın "özledim" dediği dağlarda çay içerken poz verdiğini ve "FETÖ'cüler" tarafından öldürülmek istendiğini yazmıştı...

O komutanın geçmişine, görevdeyken yaşadıklarına, devlet için mücadelesine söylenecek söz yok... Kimse de zaten bunu tartışmıyor...

Ancak bir gerçek var; Ülkenin cumhurbaşkanı, yani iktidar partisinin lideri Erdoğan, hem de seçim "propaganda"sı döneminde diğer bir adayı eleştiriyorsa, bir üst düzey komutan söylenenleri alkışlamaz, alkışlayamaz...

Muharrem İnce işte bu gerekçeyle de tepkisinde haklı... Çünkü Temel'in alkışladığı konuşmada Erdoğan, "vatan demiyor, bayrak demiyor, millet demiyor" direkt İnce'yi eleştiriyor...
"Beni eleştirdiği yerde general de Erdoğan'ı alkışlıyor" diye tepki gösteren İnce'nin, "Türk ordusunun generali misin, AKP'nin il başkanı mısın" sorusu da ne yazık ki haklı bir soru haline geliveriyor...

Evet; siz bakmayın yandaş medyaya, AKP tayfasına ve siyasette mercimek kadar etkisi yokken her fırsatta CHP'ye saldıran iş birlikçi zavallılara...

Kimse kusura bakmasın; FETÖ balçığında zaten yeterince hırpalanan devletin ordusu bir de siyasetin içinde tartışma konusu olursa, "apolet"ler kendiliğinden sarsılır ki, bu erozyon TSK içinde disiplin de bırakmaz, ciddiyet de saygınlık da...

Üstelik İnce'ye taarruz eden yandaş güruha ve karanlık destekçilerine açıkça sormak lazım;
İsmail Paşa tam tersini yapsaydı, yani Muharrem İnce, Erdoğan'ı eleştirirken heyecanla muhalefet adayını alkışlasaydı neler olurdu acaba?.. Eminim 30 Ağustos'a bile kalmadan "FETÖ'cü" damgası yemiş olurdu!..


Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

General ve efe fıkrası! - ARSLAN BULUT

2'nci Ordu Komutanı İsmail Temel'in, Malatya'da TOBB'un verdiği iftarda, AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan'ın, siyasi rakibi Muharrem İnce'yi eleştiren sözlerini alkışlaması, ordunun siyasete karışması olarak görüldü ve eleştirildi. Muharrem İnce ise "Onun apoletlerini sökerek emekli edeceğim" dedi. Bunun üzerine başta Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP'li siyasiler İsmail Metin Temel'in bir kahraman olduğunu öne çıkardılar, ona sahip çıktılar.

Son olarak Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, "İsmail Temel paşa, bu ordunun şerefli ve kahraman bir mensubudur. Hem darbecilere hem teröristlere karşı devletinin milletinin hukukunu ölümüne müdafaa etmiştir. İsmail Temel gibi kahraman bir vatan evladının apoletlerini sökme görevi PKK veya FETÖ veya onu destekleyenler tarafından Sayın İnce'ye mi verildi?" diye sordu. Vatan Partisi de aynı cümleye ABD'yi ekledi!.

                                                                         ***

Oysa meselenin özü ordunun siyasete karışmamasıdır. Yakın zamana kadar askeri vesayetten şikâyet eden bir siyasi hareketin, özellikle 15 Temmuz'u Allah'ın lütfu olarak görüp, ordu üzerinde siyasi vesayet kurması, hatta Müyesser Yıldız'ın haberine göre hükümet yanlısı olmayı terfi etmek için kriter haline getirmesi, bu ülkeye yapılan en büyük kötülüktür. Zira ordunun siyasete karışması, iç siyasetin bir malzemesi haline gelmesi, o ülkeye felaket getirir. Böyle bir ordu, savaş yeteneğini kaybeder. Çünkü terfi sistemindeki adaletsizlik, orduyu kendi görevinden uzaklaştırır. Ordu, milletin ordusu olmaktan çıkar, siyasi iktidarın baskı aracı haline gelir!

Bunu mu istiyorsunuz? Son tahlilde ordunun zayıflamasından dolayı, iktidar ülkenin güvenliğini tehlikeye atmış olur ve toprak kaybeder! Bu sebeple halkın iktidara olan güveni sarsılır. İktidar bu sebeple paldır küldür düşer! Düşer de ülkeyi de ayağa düşürür.

                                                                          ***

Evet, Muharrem İnce'nin "apoletlerini sökerim" sözü, ağırdır. Zira apolet sökmek, yürütme görevinde olanların değil yargının yetkisindedir. Ayrıca, İsmail Metin Temel'in davranışı, apoletlerin sökülmesi kararı verilecek bir suç değildir. Şimdilik bir disiplin suçudur. Muharrem İnce, yürütmenin başına seçilirse, şimdiki gibi yargıya talimat mı verecektir?

Fakat Muharrem İnce, tepki göstermekte haklıdır. Tepki gösterdi diye İsmail Metin Temel'in terörle mücadelesinden yola çıkarak, İnce'yi PKK, FETÖ ve ABD'nin yanına koymak, komiktir!
İktidar kanadı, CHP'nin seçim bildirgesinde ve Muharrem İnce'nin konuşmalarında yer alan "açılım politikası"nı eleştiremiyor, çünkü kendisi aynı politikayı uzun süre uyguladı. Şimdi kendi yaptıklarını hatta daha fazlasını CHP'nin de seçim vaadi olarak açıklamasına ses çıkaramıyorlar ama siyasi bir davranış sergileyen generali koruma bahanesiyle, onun kahramanlığını öne çıkararak CHP'yi suçlamaya, böylece bu krizden oy devşirmeye çalışıyorlar.

                                                                            ***

Bir defa kahraman olmak, kimseye suç işlemek için imtiyaz tanımaz! Ordu "siyasetin figüranı" olarak kullanılmak istenirse, Türk subayının görevi, buna karşı, ordunun ilkelerini korumaktır.
Denilebilir ki "Orduda çok ciddi bir FETÖ kadrolaşması yaşanmışken, üstelik bu yapı hâlâ tasfiye edilememişken, ordunun bir alkışlama ile siyasete karıştığını iddia etmenin ne anlamı var? Ordu siyasete, asıl bu kadrolaşma ile bulaştırıldı ve onlar da ülkeye 15 Temmuz'u yaşattılar. Bu kadrolaşma yaşanır ve ordu ele geçirilirken ses çıkarmayan siyasilerin şimdi bir alkış üzerine kıyameti koparması efe fıkrasındaki gibi her şey olup bittikten sonra harekete geçmeye benzemiyor mu?"


Benziyor da "sinek ufaktır ama mide bulandırır" derler ya, iftar sofrasında milletin midesini bulandırmaya kimsenin hakkı yoktur!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

3 Haziran 2018 Pazar

Gözyaşı: Yemek tarifinde de var - MUSTAFA K. ERDEMOL

Prometheus, insanları yarattığı çamuru gözyaşıyla yoğurmuştu. Cenazelerde gözyaşı döksün diye para karşılığı tutulan ağlayıcılar vardı.

Haber birkaç satırlıktı, ama o kadarı bile benim için ilginç olmaya yetti. Siirt’te düzenlenen bir operasyonda, 3 ya da 4 bin yıllık olduğu tahmin edilen aralarında 86 gözyaşı şişesinin de bulunduğu 123 tarihi eser niteliğine sahip malzeme ele geçirilmiş.

Belli ki define avcıları bir yerleri kazıp bulmuşlar bunları. Diğerleri ne kadar değerlidir bilemem, ama kaçakçılar eğer satabilselerdi en çok parayı o gözyaşı şişelerinden kazanacaklardı kuşku yok. Ne anlama geldiğini biliyorlar mıydı, ondan da emin değilim ama bana göre ellerindeki en değerli parça işte o 86 adet şişedir. İyi vurgun doğrusu.

O şişeler insanlığın yas tarihinin en ilginç gereçleridir. İnsanoğlu/kızı, hem de binlerce yıldan beri gözyaşlarını bu şişelerde topladı/toplamaktalar çünkü. Bugün unutulmuş sanılır ama hâlâ bazı toplumlarda bu adet sürer.

Ne zaman çıktı belli değil
Bu şişeler tam olarak ne zaman kullanıldı, bir tarih vermek zor ama antik çağda başladığını düşünmemize yol açacak bir dolu belirti var. Eski Ahid’de de geçer ayrıca; Davud, Tanrı’ya dua ettiğinde gözyaşını bir şişede toplandığından söz eder. Hıristiyan Roma döneminde de yas tutanlar, küçük cam şişelerini gözyaşıyla doldururlardı. Daha yakın sayılacak bir zamanda, 19. yüzyıl İngilteresinde, Victoria döneminde sevenlerinin kaybı için yas tutarken ağlayanlar da gözyaşlarını özel tıpalı şişelerde toplardı. Bu şişelerin bir özelliği, gözyaşının zamanla buharlaşmasına olanak verecek şekilde tasarlanmasıdır. Nedeni şu; şişedeki gözyaşı tamamen buharlaşıp yok olunca matem de bitmiş olurdu. Tuhaf bir zaman belirteci yani.

Daha da yakın sayılacak bir dönem olarak Amerikan İç Savaşı verilebilir. Kadınlar savaştaki eşleri için döktükleri gözyaşını şişelerde toplayarak onların sağ salim döneceklerine inanırlardı.

Tuhaf ya da değil sonuçta kimseye zararı olmayan bir inanç bu. Matemin doğal eşlikçisi olan gözyaşının yemekte bile kullanıldığına şaşırabilir insan ama var. Ermeni mutfak kültürünün en hoş tariflerinden birinde rastladım ben buna örneğin. Hâlâ çıkıyor mu bilmem (keşke devam ediyor olsa) Yemek ve Kültür dergisi vardı bir zamanlar. Bulabildiğim tüm sayılarını alırdım. Derginin sekizinci sayısında Musa Dağdeviren’in ‘Unutulmuş Halk Yemekleri’ başlığıyla anlattığı Zavuş adlı bir yemeğin tarifi vardır. Bir Ermeni yemeği bu. Nar ve mercimek ile yapılıyor. Narları tane tane ayırıyor, bir bez torbanın içine koyup suyunu çıkarıyor, ardından mercimekleri bir tülbente koyup ağzını bağlıyorsunuz. Bundan sonrası biraz zor tabii; nar suyunu bir testinin içine koyduktan sonra bir tepe bulmanız gerekiyor çünkü. Bulduktan sonra testinin içine mercimekleri atıyorsunuz. Testinin ağzını bezle bağlayıp üzerini çalı çırpıyla kapatıp, iki ay tepede bırakıyorsunuz. Her on beş günde bir gelip etrafında “Zavuş Meryem, Zavuş Meryem” diye üç kez bağırmanız gerekiyor. Asla yapamam. Bu ne sabır isteyen bir yemektir böyle. Yemeğin gözyaşıyla ilgili bölümü şu; mercimekleri testinin içine atarken, üç damla da gözyaşı eklemeniz gerekiyor.

Olmadık yerlerde karşımıza çıkıyor yani gözyaşı. Prometheus’un insanları yarattığı çamuru gözyaşıyla yoğurduğunu bilir, ‘Eh efsanedir olur’ deriz ama gözyaşı kullanımı sadece efsanelerde var olan bir olgu değil.

İmam Gazali de gözyaşına çok değer verirdi. Kuran okumanın kuralları diye maddeler dizisi vardır onun. Kurallardan birinde Kuran okunurken bol bol gözyaşı dökmek öğütlenir. Bu kadar önemli yani bu gözyaşı.

Dolayısıyla İslam’da da gözyaşına değer verilir. “Gözyaşı Medeniyeti” diye tanımlayanlar da vardır İslam’ı bu nedenle. İslam dünyasında “el bukain” adı verilen bir topluluktan söz edilir. “Ağlayıcılar” demektir bu.

Bu kadar değerli olan gözyaşının konduğu o şişeler bu nedenle çok pahalıya giderdi. Siirt’te yakayı ele veren kaçakçıların büyük voleyi kaçırdıkları kesin. Hele tahmin edildiği gibi 3 ya da 4 bin yıllıksa o şişeler gerçekten paha biçilemez. Umarız müzelerimizden birinde sergilenir de görürüz.

Ücretli ağlayıcılar
Tabii bu kadar değerli olunca gözyaşını ranta çevirenler de olmamış değil. Yani hemen hemen her toplumda, bizde de cenaze törenlerinde kiralık ağlayıcılar tutulurdu. Verirdiniz parasını, kaybınız için kendi ana ya da babaları ölmüşçesine ağlarlardı bunlar. Büyük profesyonellik yani. Bu ücretli ağlayıcılara Mısır’da, Çin’de, Akdeniz’de, Yakın Doğu’da hâlâ rastlanır. Ugarit destanlarında da adı geçen bu tür topluluklar vardır. Rudaali olarak da adlandırılan profesyonel yas tutan kadınlar, Hindistan’ın birçok bölgesinde özellikle de Rajasthan eyaletinde yaygındır örneğin. Tüm bunların “resmi” adları da Moirologlar, yani Yas Tutanlar’dı. Ne meslekler varmış meğer.

Nasıl ağladıklarına Eski Mısır’dan örnek vereyim; ağlamalarının istendiği kişinin cenazesinde yüksek sesle ağlar, bedenlerini döver, yine bedenlerine çamurlar sürerlerdi. Parayı hak ediyorlarmış doğrusu.

İşte şişelere toplanan gözyaşı böyle bir şey. Tarihsel yas geleneğinin bir parçası. Günümüzde belki hâlâ gözyaşlarını toplayanlar vardır. Çünkü dünyanın neresine giderseniz gidin bu şişeleri üretenleri görürsünüz. Cam sanatçıları hâlâ yapıyorlar. Uzun boyunlu, küçük şişeler bunlar, gövdesi ampul şeklinde olanlar da var.

Bence en iyisi ampul şeklinde olanı. 24 Haziran’dan sonra ya sevinçten ya da üzüntüden toplayacağımız gözyaşları için ideal bir seçim.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Gezi’den 24 Haziran’a: Sığmadığımız çuval, giymediğimiz deli gömleği - FATİH YAŞLI

Gelecekte bir gün bugünlerin tarihi yazılırken, son on altı yıla dair incelemeler yapılırken, “Gezi’den önce” ve “Gezi’den sonra” diye başlıklar atılacak, Gezi’nin, 2013 yılının o görkemli Haziran ayının, sadece Türkiye için değil dünya toplumsal mücadeleler tarihi için de nasıl muazzam, nasıl müstesna bir hadise olduğu anlatılacak, “Gezi’den sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı” denecek.


Tam beş yıl oldu, tam beş yıl önce bu ülkede milyonlar eşine tarihte az rastlanır bir şekilde, sokakları, alanları zapt ettiler, bir şenlik havasında, bir karnaval havasında direndiler, yurttaş oldular, halk oldular, kardeş oldular, öğrendiler ve öğrettiler.

Mesele “üç beş ağaç” değildi elbette, daha doğrusu mesele “sadece üç beş ağaç değil”di ama her şey o üç beş ağaçla başladı, öyle başlaması da gerekiyordu; çünkü iktidara direnmenin tam da o iktidarı sembolize eden şeye, yani betonlaşmaya karşı o “üç beş ağacı” savunmak için başlaması kaçınılmazdı adeta. İnşaat üzerine kurulmuş bir ekonomik büyüme modeli, buradan dağıtılan rantlar, yok edilen kentler, yok edilen doğa, yok edilen tarihsel doku, işçi ölümlerinde üst üste kırılan rekorlar, kentin ortasında seri katil misali can almaya devam eden hafriyat kamyonları…

İktidar bunların hepsinin toplamı olduğu için direnişin tam da buradan, buna karşı başlaması tarihsel bir zorunluluktu ve işte Gezi o zorunluluğun ta kendisiydi.

Peki Gezi yenildi mi? Direniş sokaktan çekildi, kişisel tarihleri “Gezi’den önce” ve “Gezi’den sonra” diye ikiye bölünenler, Gezi’yle politize olanlar evlerine döndüler, Gezi’nin ruhu seçim sandıklarına hapsedilmek istendi, sandıktaki her sonuç Gezi kitlesini yılgınlığa, bezginliğe, umutsuzluğa sevk etti. İnsanlar giderek kendi dünyalarına gömüldü, ülkeyle ve siyasetle bağını asgari düzeye indirdi, Gezi de çok uzak bir geçmişte kalmış nostaljik bir hadiseye dönüştü.

Ancak öte yandan Gezi ruhu, fırsatını her bulduğunda, ülkenin üzerinde dolandığını göstermeye devam etti. 7 Haziran seçimleri böyleydi, Adalet Yürüyüşü böyleydi, referandumdaki hayır kampanyası böyleydi. Eğer Gezi, iktidar partisinin memleketi içine doldurmak istediği çuvala, topluma giydirmek istediği deli gömleğine esaslı ve esastan bir itirazsa, Gezi ruhu yenilmedi, “yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer”e dönüştü.

Evet zaman zaman geri çekildi, zaman zaman sessizliğe büründü ama toplumsal olanın derinlerinde bir yerde, bir yeraltı ırmağı gibi sessiz sedasız akmaya ve bir çatlak bulduğunda oradan kimi zaman sızmaya kimi zaman taşmaya devam etti. Şimdi yine bir seçim arefesinde, üstelik Haziran ayında, Gezi’nin beşinci yılındayız ve bir kez daha o ruh memleketin üzerinde dolanmaya, o yeraltı ırmağı bulduğu çatlaklardan sızmaya, toplumda bir umut dalgası yaratmaya başlamış durumda. 

On altı yılın sonunda, iktidar partisinin elindeki her türlü güce rağmen, yandaşlaşmış basına, bağımlı hale gelmiş yargıya, susturulmuş üniversiteye rağmen, Türkiye toplumunun en az yarısı, siyasal İslam’ın toplumsal mühendislik projesine bir kez daha itiraz ediyor, Türkiye toplumunun en az yarısı iktidar partisinin inşa ettiği rejime bir kez daha “Dur” demeye hazırlanıyor.

Seçim kararının alındığı ilk günden beri bu köşede, bu umudun ne kadar değerli, ne kadar kıymetli olduğunu söyledik; Türkiye toplumunun teslim olmama iradesine güvendik, halkın gücüne inandık. Öte yandan, sandıktan ibaret bir siyasetin zaaflarına, eksiklerine işaret ettik ve örgütlü bir toplum olmanın, sokaktaki mevcudiyetin, sandık sonrasını düşünmenin önemini anlattık.

Seçime üç hafta kala şimdi bunu bir kez daha ve çok daha güçlü bir şekilde idrak etmek gerekiyor. Bir yandan, devletleşmiş bir partinin iktidarı öyle kolay kolay bırakmayacağını, bunun için her şeyi göze alabileceğini ve her şeyi yapabileceğini akıldan hiç çıkarmamamız, iyimser olmakla birlikte temkinli bir gerçekçiliği devam ettirmemiz lazım.

Çünkü bu aynı zamanda yapabilecekleri her şeye dair zihinsel ve pratik olarak hazırlıklı olmak anlamına gelecek.

Öte yandan, olası bir iktidar değişikliğinde dahi topluma acı bir reçetenin ve kemer sıkma politikalarının sunulmasının kaçınılmaz olduğu dile getiriliyorken, “nefes alma”nın sadece siyasetin despotluğundan değil, piyasanın ve sermayenin despotluğundan da kurtulmak anlamına gelmesi gerektiğini unutmamalıyız. Siyasal despotluktan kurtulduk diye piyasanın despotluğuna razı olmamak, krizin faturasının emeğiyle geçinen insanlara ödetilmemesi, krizin yükünün halkın sırtına bindirilmemesi için mücadele etmek zorundayız.

Gezi’nin beşinci yıl dönümündeyiz ve elimizde umut ve direnmek adına ne varsa hepsi Gezi’den, hepsi o muhteşem Haziran’dan kalma. Sandığı ihmal etmeden ama sandığa da sığmadan, seçim sonuçlarını önemseyerek ama seçimden bir gün sonrasını da unutmayarak, o umudu ve direnişi güçlendirmemiz, çoğala çoğala yürümeye, büyüye büyüye yol almaya devam etmemiz gerekiyor.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Övünmeye kaynak, mitomanyak! - Mine G. Kırıkkanat

Psikiyatri alanında, yalan söylediğini farkında bile olmadan desteksiz atanlara “mitoman” deniliyor.

Psikiyatri uzmanı Ferdinand Dupré, 1905 yılında Yunanca efsane anlamında ‘mitos’ ve Latince delilik anlamında ‘mania’ sözcüklerini birleştirerek adını koyduğu   ‘mitomania’  hastalığına yakalanan mitomanları dört sınıfa ayırmış: 

Kendini övmek için yalan söyleyen hastalar, gerçeklerden kaçmak için yalan söyleyen hastalar, aşağılık kompleksini gizlemek için iftira atan hastalar, dolandırmak ve kandırmak için yalana başvuran hastalar. 

Yine Dupré’ye göre, bazı hastalardaki mitomania illeti az ya da ileri derecede psikotik ve nevrotik bozuklukların göstergesi olabilirmiş… 

Mitomania’yı ‘basit yalancılık’tan ayıran özellik, kişinin yalan söylediğini farkında olmadan yalan söylemesi. Mitoman, gerçekleri hayallerden ayırt edemiyor ve söylediklerine inanıyor. Bu inanç, doğruyu bilen kişilerin karşısında bile şaşırtıcı bir özgüvenle desteksiz atmasına yol açıyor. İllet, öznenin sürekli yalana sığınmak ihtiyacından kaynaklanan ve kabul edilmeyen gerçeklikten bir kaçış yolu…
Tedavisi hiç mi hiç kolay değil. 


Hastanın uzun yıllar sürebilecek, o da belki işe yarayacak bir psikanalize girmesi gerekiyor. Ama hasta olduğunu reddeden bir mitomani psikanalize ikna etmek zaten imkânsız!
***

Dolayısıyla mitomani hastasının durumu, zamanla ağırlaşıyor. 

Gerçeklerden giderek kopan mitoman, içine kapanıyor ve yalnızlaşıyor. Kendisiyle konuşmak, söyleşmek, yalanlar üzerine kurulu bir dünyada yaşadığından, fikir alışverişi imkânsızlaşıyor. 

Bütün bu saptamalar, mitomani için arama yaptığım tıp literatüründe var olan bilgiler.
Türkiye’de çok uzun süreden beri gözümüzün içine baka baka, devasa yalanlar söyleniyor. Seçimlerden önce de böyleydi. Geçen yılki referandum kampanyasında iktidarın afişlerinden birinde “Sıkıyönetim bitecek” yazıyordu, örneğin. Türkiye’de sıkıyönetim yoktu, OHAL vardı ve zaten referandum sonrasında da bitmedi, uzatıldıkça uzatılıyor. Yıllardır benzer yalanlara alıştığımız için, “basit yalancılık” deyip geçtik. Halkın aklıyla alay etmek mitomania olamaz, elbette! 

Ama bu yıl 24 Haziran’a alınan erken seçim sürecinde ‘fütursuz’ tanımını aşan kabalık ve büyüklükte ‘yanılmalar’, binlerce kişinin gözünün içine baka baka yapılır oldu. 
Merhum Süleyman Demirel, memleketi Isparta’da adını taşıyan üniversiteyi 1992 yılında kurdurmuştu. Zaten SDÜ’nün logosunda da nal gibi kuruluş tarihi yazıyordu. Ama geçen hafta Isparta’da kürsüye çıkan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Üniversiteyi Isparta’da kim kurdu? Biz kurduk(!)” diyebildi. Ispartalı yandaşları da coşkuyla alkışladı.

***

1999’da AKP bırakın iktidar, parti olarak bile var değildi. Ama Türkiye G20 ülkeleri arasındaydı. Cumhurbaşkanı kürsüye çıktı, Türkiye’nin G20’ye AKP iktidarında girdiğini söyledi. Yandaşlarından da epeyce alkış aldı. 

“Tekirdağ’a 3 baraj, 4 gölet inşa ettik” dedi. Oysa var olan tüm baraj ve göletler 1975 ile 1998 yılları arasında yapılmıştı… Ahali yine alkışladı! 

Bu yanılmalar, geçen hafta oldu. Örnekleri epeyce çoğaltabilir, zaten kendisi gibi sürekli yanılan, dolayısıyla da yanıltan iktidar partisi ile müttefiklerine yayabiliriz. 

Memlekette mitomania salgını mı var, sorusu meşru. Ama yok, mitomania bu değil! Çünkü malum şahıslar, bilinçli biçimde gerçeği tersyüz ediyor; kendilerini dinleyen seçmenin cehaletine güvenerek bazen yaptıklarını inkâr, bazen de yapmadıklarını sahiplenebiliyorlar.
 
Cehaleti yaymak ve cahil nüfusu çoğaltmak için gösterdikleri gayretin meyvelerini topluyorlar. Damat bakan Albayrak, AKP seçmeninin “Cumhurbaşkanımız Ay’a kadar 4 şeritli yol yapacağım dese, vallahi inanırız!” sözleriyle boşuna mı övünüyor? 

Ne var ki dünyayı kandırmak, Türkiye’de özenle yetiştirdikleri cahilleri uyutmak gibi kolay değil. 

Ve Türkiye, o dünyanın bir parçası. 

Cehalete teslim olursa, afiyetle yutulacak bir parçası.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Muharrem İnce ve apoleti sökelecek paşalar... - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Haziran 1913...
Mareşal Fevzi Çakmak Gülcemal adlı geminin güvertesinden yıkılmış omuzları, hüzünlü bakışları ile uzaklaşan kıyıları izliyordu... Kurtuluş Savaşı kahramanı, o anları 10 yıl sonra şöyle anlatacaktı;
"Batı Rumeli'de 500 yıllık Türk hakimiyetine veda ettik. Güneş batarken Arnavutluk kıyıları da yavaş yavaş gözümün önünden siliniyordu. Atalarımızın asırlar boyunca kanları ile suladığı eski ve yeni şehitlerimizin gömüldüğü vatan parçasının terk edilmesi, kalplerimizde giderilemeyecek acılar, hasretler meydana getiriyordu..."

Peki, ne olmuştu da beş asırlık Türk vatanı olan Balkan coğrafyasını kaybetmiştik? Osmanlı ordusunun bütçesi, rakip ordunun bütçesinin dört katıydı, subaylarının sayısı düşman ordunun subaylarının neredeyse üç katıydı...

Ama savaş kaybedilmişti...

O savaşta yer alan Fevzi Çakmak, genç Cumhuriyetin Genelkurmay Başkanı olduğunda gelecek kuşaklara da ders olacak şu açıklamayı yapacaktı;
" Ordunun içine siyaset girmişti!..."

Mareşal Çakmak; " O vakte kadar görülmemiş bir disiplin içinde ve düzende olan 1'inci Tümen, iç siyasetle uğraşan birkaç subayın kışkırtması ile çürüdü, inancı bozuldu. Askerler subaylarını, subaylar komutanlarını tanımamaya başladı. O düzenli birlik rezil oldu..." diyordu.

                                                                         ***
Emekli General Nejat Eslen beni arayıp heyecanla "izledin mi?" diye sordu...
"Neyi?" diye cevapladım... Eslen Paşa, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bir toplantıda siyasi konuşma yaptığını, izleyiciler arasında bulunan bir ordu komutanının gülerek Erdoğan'ı alkışladığını, ordunun siyasete alet olduğunu gösteren bu görüntülerin vahim sonuçlar doğuracağını söyledi...
Kayıtlardan girip baktım, Cumhurbaşkanı Erdoğan Malatya'da bir iftar yemeğinde yapmıştı bu konuşmayı... Skandal görüntülerdi...

Eleştirimi sosyal medyadan dile getirdim;
"Cumhurbaşkanı Erdoğan bir salon konuşmasında Muharrem İnce'yi eleştiriyor. Salonda gülüşmeler ve sonrasında alkışlar... Ancak gülüşenler ve alkışlayanlar arasında TSK İkinci Ordu Komutanı Korgeneral de var! Siyasi bir eleştiriye alkış tutan komutanı da gördük..."


Bu paylaşım kısa zamanda yüzbinlere ulaştı... Komutanın bu davranışı büyük tepki topladı... Yapılan yorumlar arasında abartılı bulduğum ve katılmadığım olanlar da var ama şunu belirtmem gerekir;
Bu olay kişisel bir olay değildir... İkinci Ordu Komutanı'nı tanımıyorum. Olay ilkeseldir ve memleket meselesidir... Toplantı sırasında siyasi konuşmalar yapan, Cumhurbaşkanlığı yarışında rakipleri ile dalga geçen ve eleştiren Erdoğan'ı, resmi üniforma ve parlayan apoletleri ile gülümseyerek alkışlayan bir komutan, TSK içinde büyük sıkıntılara neden olur... Aynı görüntüyü Muharrem İnce'nin ya da Meral Akşener'in konuşması sırasında da görsem aynı tepkiyi gösteririm...

                                                                         ***

Yakaladığı bu görüntü ile Türkiye'yi "uyandıran" Eslen Paşa da gidişattan endişeli... "Ordunun siyasete karışması Türkiye'nin sonunu getirir" diyor...

Referandum öncesinde, "yeni Anayasa onaylanırsa artık TSK personeli terfi alabilmek için AKP il ve ilçe başkanlarının kapısını kollayacaklar" diyordum...

Bin yıllık geleneği olan şanlı Türk ordusuna yapılacak en büyük haksızlıklardan biriydi bu... Kimse başkomutanlık masalını bu sürece gerekçe göstermemeli...

Muharrem İnce haklı olarak bu görüntüye isyan ediyor; "Türk Ordusu'nun generali misin, Ak Parti'nin il başkanı mısın?" diye soruyor...

İnce; "Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir general, siyasi bir parti başkanının konuşmasında ki o konuşmada vatan, bayrak demiyor, beni eleştiriyor, beni eleştirdiği yerde o general, Erdoğan'ı alkışlıyor... 30 Ağustos'ta onun apoletlerini sökeceğim..." diyor.

                                                                         ***

Bakınız, Kurtuluş Savaşı kahramanı Mareşal Fevzi Çakmak yıllar öncesinden uyarıyor;
"Orduya siyasetin bulaşması çürümeyi getirir"  diyor!

Balkan Savaşı'nı neden kaybettiğimizi unutmayalım... İş Bankası yayınlarından çıkan Fevzi Çakmak'ın anlatımlarının yer aldığı "Batı Rumeli'yi Nasıl Kaybettik" adlı kitabı mutlaka okuyunuz...

Özellikle TSK personeli ve subayları okumalı... Tarih bize "çürümeye" karşı panzehri de sunuyor...


Tuncay MOLLAVEİSOĞLU  / YENİÇAĞ

2 Haziran 2018 Cumartesi

Kahrolası kamyonizm! - ORHAN GÖKDEMİR

İçinde kitap geçen iki öykü anlatıyım size. Birincisinin kahramanı, Beki İkala Erikli. Yazardı, melekleri anlatırdı kitaplarında, çok satardı. Kitap marketine girdiniz mi çok satanların ilk üç sırasında mutlaka onu görürdünüz. Kitaplarını alanlar uygun bir şekilde çağırırlarsa meleklerin kendilerine yardıma koşacağına inanırdı. Beki Hanım’ın kitapları da zaten melekleri ürkütmeden nasıl uygun bir şekilde çağrılacağı üzerineydi. Sorun şu ki Beki Hanımın meleklerinin çoğunluğu İbrani melekleriydi ve durup dururken neden Müslümanlara yardıma koştuğu belli değildi.

Sonra öğrendik ki yazarımız ücreti mukabili arzu edenlere “melek danışmanlığı” da yapmaktaymış. Bu iş için dayayıp döşediği Taksim’deki dairesinden çıkarken bir okuyucusu tarafından vuruldu, öldü. Geçenlerde sonuçlandı cinayet davası. Katil zanlısı “okuyucu” Sinem Koç, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Koç, son savunmasında "Hepsi o kadın yüzünden. Evrende bazı varlıklar var diyordu. Ölümün olmadığını düşünüyordum. O kadın, kitaplarında da ölüm yok diyordu" dedi.

İkincisinin kahramanı, Halim Şefik Güzelson. Şairdi Halim Şefik. Güzel şiirler yazardı. Zamanının büyük şairleriyle dosttu. Çok yakın olduğu Orhan Veli vakitsiz ölünce arkasından acıklı şiirler yazdı. Geride bıraktığı tek kitabı “Otopsi” onun ölümünü anlatır. Öğrenciliğimde büyük bir şans eseri tanışmış, dostluk kurmuştum şairle. Kitaplarını bir küfeye doldurup sırtladıktan sonra sokak sokak dolaşıp nasıl sattığını anlatırdı keyifle. Hatırlayacaksınız, bir kılıçbalığının öyküsünü anlattığı “Balık Ağzı” şiiri onundur.
Halim Şefik’i bilmez çoğu kişi. Çünkü hiçbir zaman çok satmamıştır. Ama mutlaka hepinize dokunmuştur bir yerlerden. Mesela Ruhi Su dinlerken gülümser bir türkünün içinden. Ahmet Kaya “satın beni, rakı için” derken onu dillendirmektedir.


İşte iki öykü… Görünüşe göre ikisi de kitaba değin. Ama dikkatle bakarsanız biri kesin olarak kitapsızdır. Kâğıda basılan şey değildir kitap. Ondan önce bir fikirdir, bir şiirdir, bir anlatıdır, bir hayattır, bir insandır. Bu bapta satıp satmamasının hiçbir önemi yoktur.

                                                                 ***

Kitap konusu tekinsiz bir iştir o yüzden. Neyle uğraştığınızı, neye bulaştığınızı iyi bilmeniz, adımlarınızı ona göre atmanız gerekir. Elinize almadan önce içinde aydınlık var mı bakacaksınız. Karanlık olmayacak içinde, yoksa bozulur, okuyanı da bozar. Melek satıp, din bezirgânlığı yapıp, şarlatanlığı cilalayıp kitap yaptığınızı sanırsınız. Bir de bakmışsınız elinizde patlamış. Patlar evet, hatta çarpabilir, öldürebilir de sizi. Beki Hanımın başına gelen budur. Halim Şefik’in dizelerinin tam tersi bir sonuca yol açıp yaşatması da öyle.

Kitabı böylesine karanlık bir nesneye dönüştüren mekanizmaların başında “marketçilik” geliyor. Gözü kör olsun, kitap da bir meta sonuçta, alıp satıp kâr etmek mümkün. Ama bu durumda içinde ne olduğundan bağımsız bir şeye dönüşüyor mal. Ne kadar sattığı, ne kadar kâr ettirdiği ne anlattığının önüne geçiyor. O yüzden melek satıcısı Beki İkala’yı biliyor ama Halim Şefik amcayı tanımıyoruz.

Bu marketlerden biri, aralarında benim “AKP’li Yıllarda Türkiye’nin Düzeni” adlı kitabımın da bulunduğu birkaç kitabı almama kararı verdi geçen günlerde. Tekin Yayınevinin açıklaması böyle. Gerekçesini bilmiyoruz. Mesele piyasa ise elbette satmama hakkı var. Ama kitap bu, çer çöpü satıp bizimkilere ambargo uygulayınca sorun çıkarır. Çıkardı zaten. Olay duyulunca sosyal medyada markete karşı boykot hareketi başladı. Birkaç saat sonra yayınevine sipariş geçti market.

Sorup soruşturdum, pek çok yayınevi benzeri bir kuşatma altındaymış aslında. Hatta adı geçen market, piyasadaki tekel konumundan dolayı yüzde 45 olan ıskonto oranını yüzde 65’e çıkarmış. Vermesen bir dert, versen marketin kölesine dönüşüyorsun. O pazarlıklar sırasında patlamış bizim olay.
                                                                   ***

Market dediğim şu; Malum Doğan Holding'in sahibi olduğu D&R (Dienar), Turkuvaz Grubunun sahibi olduğu TK’ya (Herhalde bu da “Tika” diye telaffuz ediliyordur) satıldı. Tika, cemaatin el konulan NT (Enti) mağazasının şekil değiştirmiş hali. Öğrendiğim kadarıyla şimdi bu Tika da kendini imha edecek ve Dienar olarak devam edecek hayatına. Açılımlarını merak etmedim, tahminlerimi yazayım. Dienar, Doğan ve Recep olabilir. Tika, Tayyar ve Kamil’dir. Kamil’i soruyorsanız bilmiyorum, zaten hiçbir önemi yok, 

Tayyar varsa tamamdır. Biliyorsunuz “T” ile başlayıp çift “y” ile yazılan isimlerin sihirli bir etkisi var sistemimizde. Hatta Beki Hanımın melekleri toplaşıp gelse onunki gibi bir “effect” yaratması mümkün değildir. Enti’yi atlamış olmayayım, o da büyük ihtimal “Nur ve Ticaret”in kısaltılması olmalı.

Uzatmayayım, bu “Nur Ticaret” ve “Doğan Recep” devlet zoruyla sahiplerinden alınıp birleştirilince ülke genelinde yaklaşık 380 mağazaya ulaşmış oldu. Bu kitap satış piyasasının yaklaşık yüzde 70’ini elinde tutmak demek. Büyük bir tekelden söz ediyoruz yani.

Sahibi kim peki bu devlet destekli tekelin? 
Görünüşe göre biraz Kalyon İnşaat, biraz Katar. Karışık ve organize işler. Yani bizim kitapları satmayan aslında Kalyon İnşaat. Hani şu memleketin üzerine beton döken birkaç şirketten biri. Ne var bizim kitabın kapağında? Tayyiban kamyonları. Bence AKP’yi eleştirdiğim için değil, kamyonları eleştirdiğim için geldi sansür. O kamyonlar artık toplumun tek kutsalı. AKP’ye inanmasını sağlıyor kalabalıkların o kamyonlar. Damat Berat Albayrak, “Cumhurbaşkanı aya dört şeritli otoban yaptım dese inanırlar” diyerek özetledi “kamyonizmin” düzendeki işlevini. Otoban kamyonsuz olur mu? Kamyonu gördükçe oyları artıyor AKP’nin. Büyük günah benimkisi, kamyonu eleştirdim, hak ediyorum sansürü.

                                                                  ***

Geçen hafta Ensar sponsorluğu ile ünlü bir GSM şirketinin yan kuruluşu olan yayın platformunda sanat tarihi ile ilgili bir belgesel izleyeyim dedim. Fakat, belgeselin yarısı karanlık. Anlamadım önce, sonra baktım çarmıha gerilmiş İsa sansürledikleri şeylerden biri. Hâlbuki donu var âdemin. Ardından Da Vinci’nin çizimleri aldı nasibini. Artemis heykelini tepeden tırnağa sansürlenmiş görünce dayanamadım, sosyal medya hesaplarına sitemimi gönderdim. Cevap verdiler, RTÜK’ün emirlerine uyuyorlarmış. Kimi kime şikâyet edeceksin?

Bir büyük şebeke bu. Kayyum atayarak veya halkın parasıyla şirketleri alıp iktidar partisinin borazanına dönüştürüyorlar. Da Vincinin çizimlerinden tahrik olup, çocuklara tecavüze aldırmayanların yönetimine bırakıyorlar. Kamyonizm özel mülkiyeti iktidarın mülkiyetine dönüştürerek ilerliyor. Tahkim edilmiş ekstra bir baskıyla, tuhaf bir faşizmle karşı karşıyayız. Öyle bir hal ki, basını yamuk, kitapçısı kitapsız, iktidarı pespaye, yargısı düğmeli... Her şeyi çökerttiler. Ortalıkta sadece bir saray ve ona bağlı olarak çalışan kamyonlar var.
                                                                 ***

Düşünün, kamyona dayalı iktidarın kamyoncusu bizim kapağında kamyon olan kitabı satacak. Neden satsın. Kamyonizme aykırı. Satmaz.

Dert mi ediyoruz peki? Tabii ki hayır. Onlar iktidarın yancısıysa biz de Halim Şefik’in yancısıyız. Koyarız kitaplarımızı bir küfeye, sırtlayıp sokak sokak dolaştırırız. Okuyucusuyla birlikte yaparız bunu hem de. Satıp rakı içeriz.

Demem o ki, bu düzeni değiştireceğiz, o kamyonları da tekerlerinden asacağız.
Haftaya Çarşamba ve Perşembe günleri Manavgat’tayız. Yazılama Yayınevi standında Doğan ve Recep’te, Dienar, bulamadığınız kitapları paylaşacağız. 

Bekleriz.


Orhan Gökdemir / SOL

İşçiler 16 yılda neler kaybetti? - KORKUT BORATAV

Yazının başlığındaki soruyu DİSK Araştırma Dairesi, yeni bir raporunda soruyor ve yanıtlıyor: AKP Yıllarında Emek: İşçiler 16 Yılda Neler Kaybetti? (Mayıs 2018, DİSK-AR).


Türkiye’de emeğin durumunu yakından izlemek isteyenler için DİSK Araştırma Dairesi’nin (DİSK-AR’ın) raporları vazgeçilmez kaynaktır. İstihdam, işsizlik, emekliler, asgari ücretler, yoksulluk sınırı üzerindeki raporları kastediyorum. Veriler güncelleştikçe, raporlar yenilenir; bulgular süreklilik kazanır; dönüşümler rahatlıkla incelenir.
Bu yıl başında yayımlanan Türkiye İşçi Sınıf Gerçeği başlıklı rapor farklıydı. Bir yandan “işçi sınıfının manzarasını” betimlemekte; bir yandan da sınıfın yapısına, dönüşümüne ışık tutan ipuçları sunmaktaydı. 

AKP Yıllarında Emek de kapsamlı bir çalışmadır; “günceli izleme” hedefini aşmakta; “emeğin durumu” açısından son 16 yılın bir bilançosunu çıkarmaktadır. 
Bu bilançonun ortaya koyduğu bazı bulguları özetlemek, kısaca tartışmak istedim. 

Örgütlenme, toplu sözleşmeler, grevler
Örgütlenme yoksa işçi sınıfı yoktur; sadece işçilervardır. Örgütsüz işçilerin toplamı, olsa olsa kendiliğinden (“öylesine”) bir sınıftır; “kıymet-i harbiyesi” yoktur. Ücret düzeylerini, çalışma koşullarını işverenle örgütlü olarak pazarlık edebiliyorlarsa işçi sınıfının asgarî koşulları oluşmuştur. Bu anlamdaki ekonomik örgütlenme, kapitalizmin bugünkü ortamında sendikalaşma, toplu sözleşme yapma ve bunu tamamlayan grev hakları ile belirlenir. 

DİSK Raporu, 2017’de sendikalaşma oranının yüzde 12 olduğunu; kayıt-dışı işçiler katılırsa yüzde 10,3’e indiğini belirliyor. Kırk yıl önce yüzde 50 eşiğini aşan sendikalaşma oranının aşınması 12 Eylül rejimi içinde başlamış; AKP döneminde de hızlanmıştır. 
Sendikalı işçilerin yüzde 30’u toplu sözleşme hakkından yoksundur. Bu nedenle ücretli-maaşlı emekçiler içinde toplu sözleşme hakkına sahip olanlar oranı yüzde 7,3’e iner. Rapor, bu oranı OECD ülkeleriyle karşılaştırıyor ve Türkiye’nin 30 ülkenin sonuncusu olduğunu belirliyor. 

Rapor, AKP’li yıllarda 193000 işçiyi kapsayan grev erteleme kararları alındığını belirtiyor. Bu kararlar 2017-2018’de OHAL kararnameleri ile yoğunlaşmış; 155000 işçiyi (toplamın yüzde 80’ini) kapsamıştır. 

Asgari Ücretler
DİSK-AR’ın ücret incelemeleri üzerinde yoğunlaşmasını bekleriz. Yeni milli gelir serileri, ücretlerin GSYH’deki payını veriyor. Bu verilerin incelenmesi, farklı verilerle  tutarlılığının sınanması gerekir. Farklı sektörlere, üretim kollarına ait saatlik ücretlerin  emek verimi serileriyle birlikte incelenmesi önem taşır. Ücret / verim makaslarının hareketi, sektör katma değerlerinde brüt ücret ve kâr paylarının seyrine ışık tutar.

DİSK raporu, bu çerçevede sadece asgarî ücretlerin AKP’li yıllardaki gelişimini inceliyor.

Bölüşüm ağırlıklı incelemeler, sınıfsal karşıtlıklar üzerine inşa edilirse anlamlı olur. Bu açıdan enflasyondan arındırılmış (“reel”) ücretler değil; bunların diğer gelir türleriyle karşılaştırılması anlamlıdır. 

DİSK Raporu da bu yaklaşımı izlemekte ve reel asgari ücretlerin seyrini sabit fiyatlı milli gelir hareketleriyle karşılaştırmaktadır. AKP döneminde reel ücretlerdeki artış temposunun milli gelirin gerisinde seyrettiği belirleniyor.

Ne var ki, asgarî ücret istatistikleri, asgari ücretlerin toplamını değil, işçi başına aylık ücreti vermektedir. Bu nedenle toplam değil, kişi başına GSYH hareketleri ile karşılaştırılmalıdır. Bu karşılaştırma yapıldığında da DİSK Raporu’nun sonucu değişmeyecektir: AKP iktidarını kapsayan 2003-2017’de reel asgarî ücretler, kişi başına sabit fiyatlı GSYH’nin gerisinde seyretmiştir. 

Bu bulgu, işçi sınıfının asgarî ücretli katmanının, Türkiye toplumunun diğer sınıfları karşısında göreli durumunun gerilediği anlamına gelir. 

İşsizlik
DİSK Raporu, AKP’li yıllarda dar ve geniş anlamda işsizlik oranlarının seyrini inceliyor ve özellikle 2012 sonrasındaki artış eğilimini vurguluyor. 
TÜİK’in istihdam ve işsizlik istatistiklerinde kapsam ve tanımlar, zaman içinde değişir; bulguları kesintisiz olarak izlemek güçleşir. Bu nedenle olsa gerek, Rapor, dar anlamda işsizlik oranlarını 2004’ten başlatıyor.

Belli bir hata payını göze alarak geçmiş verileri ve sonraki yıllarla birleştirmek mümkündür. DİSK-AR, verileri 1990’lı yıllara kadar taşıyabilseydi, AKP’nin işsizlik karnesi Rapor’da belirlenenden çok daha kötü çıkacaktı.

AKP iktidarının beş yıl öncesine bakalım: 1998-2002’de ortalama işsizlik oranları, “dar” tanıma göre yüzde 8; “geniş” tanıma göre yüzde 11,3’tür. AKP’li yıllarda bu oranlar belirgin bir üst-eşiğe çıkmış ve küçük dalgalanmalara rağmen yukarıda seyretmiştir. 
DİSK Raporu da bu üst-eşiğin (dar anlamda işsizlik için) 2004-2017’de ortalama olarak yüzde 10,7 olduğunu belirliyor. Geniş tanımlı işsizlik 2003-2017 için hesaplansaydı, ortalama işsizlik oranı yüzde 16,8’e çıkacaktı.

Son on altı yılda yedek işgücü ordusu hızla genişlemiştir. Bu olgu, istatistiklere işsizlik oranlarında belirgin artışlar biçiminde yansımıştır. 

Çalışma koşulları
Esnekleşen işgücü piyasalarının istatistiklere yansıması işsizlik oranları ile sınırlı değildir; çalışma koşullarında da izlenebilir.

DİSK Raporu, bu bağlamda iş cinayetleri ve çalışma süreleri üzerinde bilgiler içeriyor. 
Rapor’un aktardığı SGK verileri, yıllık “iş kazası sonucu ölüm” sayılarını veriyor. Ölümler, ayrıca, “yıllık işçi sayıları”na oranlanmıştır. Kullanılan “işçi sayıları” TÜİK verileriyle tutarsızdır; kaynağı belli değildir. “Ölüm / işçi sayısı oranları” iş cinayetlerindeki ağır tabloyu ortaya koymamaktadır.

 Durumun ağırlığı farklı bir hesaplamayla ortaya konulabilirdi: İş cinayetlerinin sayısı 2003’te 811, 2016’da 1405’tir. On dört yılda 16984 emekçi iş kazası sonunda ölmüştür. Yıllık ölüm sayılarında artma eğilimi belirgindir. Bu iki veriden hareketle iş cinayetlerinde yıllık (“üssel”) artış oranı (“eğilimi”) yüzde 4,3 olarak hesaplanır. Aynı dönemde Türkiye’de istihdamın ortalama yıllık artış oranı ise yüzde 1,9’dur.

Demek oluyor ki, “iş cinayetleri”, Türkiye’de istihdam artışının zorunlu bir sonucu değildir. Çalışırken ölme olasılığı (“eğilimi”), çalışanın işçi olması halinde belirgin biçimde artmaktadır. İş cinayetlerinin yükselmesi de, istihdam biçimleri içinde kapitalist ilişkilerin başıboş yaygınlaşmasından; yani “çalışanların iş güvenliğinden yoksun biçimde proleterleşmesinden” kaynaklanmaktadır. 

DİSK Raporu’nda çalışma koşullarıyla ilgili diğer çarpıcı bilgi haftalık ortalama çalışma süreleri ile ilgilidir. Rapor, 2016’da 36 OECD ülkesine ait çalışma süresi ortalamalarında Türkiye’nin yerini veriyor. 

En uzun çalıma süresi 50,1 saat ile Kolombiya’dadır ve Türkiye haftalık ortalama 49,3 saat ile ikinci sıradadır. OECD ortalaması ise 40,4 saat olarak belirlenmiştir.

Bu yüksek ortalama, bir yandan sendikasızlaşma, bir yandan da kayıt-dışı istihdamla bağlantılı olmalıdır. 2017’de Türkiye’de kayıt-dışı ücretli çalışanların sayısı 3,5 milyon civarındaydı. Bu emekçilerin, fazla mesai ödenmeden ve haftalık 50 saati aşkın sürelerde çalıştırıldığı; Türkiye ortalamasının da bu nedenle yukarı çekildiği söylenebilir. Türkiye işçi sınıfının önemli bir bölümü, insafsızca yukarı çekilen mutlak artık-değer koşullarında varlığını sürdürmektedir.

AKP iktidarı ve işveren çevreleri koro halinde yapısal reform teranesini sürdürüyorlar ve hâlâ ana gündem maddesi olarak işgücü piyasalarında esnekleşme hedefinde ısrar ediyorlar. 

İşçilerin sendikalaşma oranını yüzde 10’a, toplu sözleşme haklarını yüzde 7’ye indirdiniz. 2016’da iş cinayetleri 1405 kurban verdi; haftalık çalışma süresini 50 saat sınırına dayadınız. Daha ne istiyorsunuz?

Rapor’da bir gezinti
DİSK-AR Raporu’nun yukarıda değinemediğim öğelerine göz atalım. 
  • OHAL / KHK sonunda kamudan ihraç edilen 138.186 kişinin kurumlara göre dağılımı.
  • Gelir dağılımında eşitsizliğin seyri ve Türkiye’nin OECD ülkeleri içindeki yeri.
  • AKP döneminde borç tuzağı: Tüketicilerin borç yükünün gelirlere oranındaki çarpıcı artış. 
  • AKP yıllarında özelleştirmenin hazin bilançosu.
  • Vergi yükünde adaletsizliğin artışı.
  • Çalışma hayatında cinsiyet eşitsizliğindeki artış
  • Emeklilerin kayıpları.
Rapor, “24 Haziran Seçimleri ve İşçi Sınıfının Talepleri” başlıklı bir bölümle son buluyor. Bunlar, “demokrasi ve sosyal hukuk devleti” çağrısı ve ülkeyi adım adım faşizme sürükleyen rejim değişikliğinden ve OHAL’den vazgeçilmesi istekleri ile başlıyor. Neoliberal dönemde sosyal devlet düzenlemelerindeki kayıpların geri kazanılmasını aşan kapsamlı talepler ile sürdürülüyor. 

Emek araştırmalarında eşgüdüm 
Bu vesileyle üç yıl önce, DİSK-AR’ın Raporu ile benzer başlık taşıyan bir başka çalışmayı hatırlatmak isterim: Bağımsız Sosyal Bilimciler, AKP’li Yıllarda Emeğin Durumu (İstanbul 2015, Yordam Kitap).

Yirmi üç sosyal bilimcinin ortaklaşa katkılarından oluşan bu çalışma, önemli bölüşüm bulguları içermekteydi. Kapsamı, tahmin edileceği gibi DİSK Raporu’ndan daha geniştir. Ancak nicel veriler 2014’ten öteye gitmemekteydi. 

Sınıf mücadelesinde emek cephesinin etkili ideolojik silahlarından biri, kapitalizmin (dolayısıyla Türkiye’nin) sınıfsal bölüşüm karşıtlıklarının teşhiri, incelenmesi, çözümlenmesi ile başlar. Egemen sınıflar ise, “aynı geminin yolcusuyuz” teranesi içinde bölüşüm incelemelerinden kaçarlar.

Etkili bir mücadele silahı olması için emek cephesinin bölüşüm analizleri, birbirini tamamlayan bir zincirin halkaları olmalıdır. Kullanılan yöntemler, göstergeler, bulgular, sonraki araştırmalara rehberlik etmeli; geliştirilmeli, sürdürülmelidir.

DİSK’in AKP Döneminde Emek başlıklı raporu da bu doğrultuda önemli halkalardan biri olarak yer almaktadır.

Korkut Boratav / SOL