12 Haziran 2018 Salı

Millet kıraathaneleri: Bu kıraathane hangi kıraathane? - Ercan Çankaya (SOL KÜLTÜR)

Erdoğan’ın geçen hafta Hatay konuşmasındaki 'millet kıraathaneleri' açma vaadi kendi destekçilerinden çok muhaliflerinin dikkatini çekti. Ercan Çankaya, 'Kanımca hilkat garibesi ya da daha kibar bir deyişle yozlaşmış bir kıraathane projesi tanımlaması daha uygun' dediği kıraathanelerin tarihsel arka planını soL okurları için yazdı.


Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz perşembe günkü Hatay konuşmasındaki millet kıraathaneleri açma vaadi kendi destekçilerinden çok muhaliflerinin dikkatini çekti. Tüm gece boyunca sosyal medyada bu vaat konuşuldu ve alaya alındı. Kahvehane açma vaadinin bir cumhurbaşkanının ağzına yakışmadığını düşündüklerinden midir yoksa bu vaadin diğer cumhurbaşkanı adaylarının vaatleri yanında sönük kalmasından mıdır, bu vaat Erdoğan’ın muhaliflerinin çok ilgisini çekti.

Erdoğan, vaadini rakibi Muharrem İnce’ye bir uyarıda bulunarak açıkladı. Şunları söyledi: “Şimdi, bunu tabii Bay İnce yanlış anlayabilir. Millet kıraathanesi deyince, iskambil oyunlarının oynandığı yer anlayabilir. Bay Muharrem öyle değil. Burası tamamen kitaplarla dayalı döşeli kütüphane ve içeride keki, çayı, kahvesi olacak ve burada gençlerimiz, yaşlılarımız gelecek hem kitabını alıp okuyacak hem de oradan kekini, çayını, kahvesini alacak ücretsiz. Buralar adeta hayata ruh katacak.”

Kütüphanesi olan, insanların gidip kitap okuduğu kahvehane nostaljisi pek çoğumuza bir yerlerden tanıdık gelecektir. Ben de ilk olarak lisedeki bir öğretmenimden duymuştum. Hocamız, kıraathane kelimesinin okumaktan, yani kıraat etmekten geldiğini, eski kıraathanelerde kütüphaneler bulunduğunu, insanların burada kahve içip kitap okuyup entelektüel sohbetler ettiğini anlatmıştı. Fazla dikkatimi vermeden dinlediğim bu iddianın kaynağını sormamıştım hocaya, sorsaydım da kaynak verebilir miydi, emin değilim. Sonrasında bu eski kıraathaneler nostaljisinin toplumda, en azından taşra okuryazarları arasında oldukça yaygın olduğunu fark ettim.

Nostaljinin insanlar üzerinde iki tür etkisi olabilir. Nostalji duygusu, insanı nostalji duyduğu dönemi, toplumu, nesneyi entelektüel bir heyecanla araştırmaya itebilir. Aynı duygu, insanın içinde yaşadığı topluma yabancılaşmasına, geçmişte kalmış bir “altın çağ”a geri dönebilmek için farklı iddialarla ortaya çıkan milliyetçi ya da dinci aşırılıklara, gericiliklere angaje olmasına da neden olabilir. Hakkını verelim, Tayyip Erdoğan Türk toplumundaki Osmanlı nostaljisini kendi siyasi amaçları, adını koyarsak Birinci Cumhuriyet’i yıkma projesi için çok iyi kullandı.

Madem Tayyip Erdoğan, eski kahvehanelerden, kendi deyimiyle kıraathanelerden söz açıyor; seçim vaadi olarak bu eski kıraathaneleri canlandırmaktan bahsediyor; o halde bu yazıda biraz eski kahvehanelerden konuşalım. Kahve ve kahvehanenin Osmanlı toplumunda nasıl yaygınlaştığına, kıraathane-kahvehane ayrımının nasıl doğduğuna bakalım.

İSLAM TOPLUMLARINDA KAHVE İÇME ALIŞKANLIĞINI ORTAYA ÇIKMASI
Kahvehane en temel anlamıyla kahve içilen yerin adı olduğuna göre önce kahve içeceğinden başlayalım kahvehanelerin öyküsünü anlatmaya. Tam olarak ne zaman ortaya çıktığını bilmiyoruz kahve içme alışkanlığının, ama 15. yüzyıl ortalarına gelindiğinde İslam ülkelerinde kahve içme alışkanlığının çok yaygın olduğunu biliyoruz. İlk dönem Arap kronik yazarlarınca Etiyopya’ya kadar götürülür kökeni. Kahvenin ya da en azından kahve bitkisi meyvesinin tüketimi Etiyopya’da başlamıştır çünkü. Kahve, ilk olarak bazı sufi tarikatlar arasında gece zikirleri sırasında uyanık ve dinç kalmak için kullanılmaya başlanmıştır.[i]

İlk ayrıntılı yasaklama girişimi Mekke’de gündeme gelir. Daha sonra Kahire’de de kahveye karşı bir muhalefet oluşur. Başlangıç noktası El- Ezher’dir. Bu ilk yasaklama girişimlerinin çoğu başarıya ulaşmamıştır. Devletler, artık derinlere kök salmış kahve içme alışkanlığını ve kahvehaneleri yasaklatamamaktadır. Şarap gibi şeriatça apaçık yasak olan bir içkinin tüketiminin önüne geçmek bile birkaç yılda bir harekete geçmeyi gerektirirken, statüsüz bir içecek olan kahveyi yasaklamak çok daha zordur.[ii]

1511’deki, Mekke’deki yasaklama girişiminin sebepleri üç ana başlıkta toplanabilir. İlk sebep kahve içen kişilerin toplantılarda “münkirce davranma”larıdır. Karar veren fakihler, Memlüklerin Mekke’deki temsilcisi Hayır Beğ’den korkmaktadır. Hayır Beğ’i kaygıya düşürense gizli gece buluşmalarıdır. Daha ilk yasaklama girişiminde hedef kahvenin toplu olarak içilmesi, toplu olarak içilirken yapılan sohbetlerdir. Cezirî adlı bir kronik yazarına göre de münkirce işlenen suçlarla malul olmadığı sürece kahvenin bir kusuru yoktur. Ama dönemin kahvehanelerinde yaygınlaşmış olan etkinlikler göz yumulacak türden değildir.[iii] 

Bu göz yumulacak türden olmayan etkinliklerin neler olduğunu bilmesek de insanların geceleri bir araya gelmesinin ve yeni peyda olmuş bir içecek tüketerek sohbet etmelerinin otoriteleri rahatsız ettiğini söyleyebiliriz.

Bir diğer yasaklama sebebi de kahvenin melankoli ve miskinliğe sebep olduğu iddiasıdır. Bu iddiaya kuramsal açıklamalar da getirilmiştir. Arap tıp biliminin kuramsal temeli Yunanlardan, özellikle de Yunan hekim ve astronomi bilgini Galenos’dan gelir. Galenos’a göre insan vücudunda dört salgı vardır: Sarı öd, siyah öd, balgam ve kan. Çoğu insanda bu salgılardan birisi ağır basarak onun mizacını belirler. Denge fazla bozulduğunda ise hastalıklar ortaya çıkar. Teoriye göre kahve soğuk ve kuru bir maddedir. Siyah ödün ağır bastığı kişilerin içinde bulunduğu durumu ağırlaştırır. Sonucu melankoli ve miskinliktir.[iv]

OSMANLI İMPARATORLUĞU'NDA KAHVEHANELER
Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk kahvehane, 1554 yılında İstanbul’da açılır. Başta, I. Süleyman’ın doktoru Bedrettin Mahmut Kaysuni sakıncasız olduğu fetvasını vermişse de sonradan ulema tarafından haram bulunup yasaklanmıştır.[v] 

1648’te kahve içimi tekrar serbest bırakıldığında ise esnafla yeniçerinin simbiyoz ilişkisi kahvehanelere de yansır ve kahvehaneler çoğunlukla Yeniçeriler tarafından işletilmeye başlanır.[vi] 

II. Mahmut Yeniçerilerle giriştiği mücadelede, 1826’da, onların uğrak yerleri olan ve sayıları on beş bini aşan kahvehaneleri kapattırmıştır. Hatta İstanbul dışına çıkarak, Ege’de zeybek kahvehanelerinin kapatılması için ferman çıkarmıştır.[vii]

İlk kahvehanenin İstanbul’da açılması tesadüf değildir. Küçük mülkiyet sisteminin egemen olduğu köyde kahvehaneleri besleyecek nakit yoktur. Keza mahalle aralarında açılan kahvehaneler de aynı sebepten dolayı tutunamaz.[viii] 

Diğer taraftan Ralp S. Hattox’un kitabında küçük kahve dükkânlarından bahsedilir. Evliya Çelebi ve Lane gibi gezginlere göre bu mahalle kahvehaneleri Kahire’de çok yaygındır. Suriye ve Anadolu’da da bu tip kahvehaneler bulunmaktadır.[ix] 

İstanbul’da bu mahalle kahvehanelerinin ne kadar yaygın olduğunu bilmesek de kahvehanenin şehirli bir mekân olduğunu, Anadolu köylerine ise ancak 20. yüzyılda girdiğini rahatlıkla iddia edebiliriz.

19. yüzyılın ikinci yarısı İstanbul’da kahvehanelerin altın çağıdır. Kırım Savaşı’ndan sonra kahvehanelerin sayısı hızla artmış ve kahvehaneler kendi aralarında çeşitlenmiştir. Hemşeri kahvehanesi, semai, karagöz, meddah kahvehaneleri, esrar kahvehaneleri, meslek grubu, sabahçı, emekli kahvehaneleri bu dönemde ortaya çıkmıştır.[x]

Tanpınar, Beş Şehir kitabının İstanbul’u anlattığı bölümünde bu listeyi çeşitlendirir ve neredeyse her başlıkla ilgili ayrıntılar verir. Mesela, yukarıda yeniçerilerin işlettiği kahvehanelere değinmiştim. Yeniçeri Ocağı dağıtıldıktan sonra esnaf külhanbeyleri olarak bir yönüyle onların bıraktığı boşluğu dolduran tulumbacıların işlettiği ve vakit geçirdiği kahvehaneler çoğalmaya başlar İstanbul’da. Bu kahvehanelerde meddahlar hikâyelerini anlatır, saz şairleri şiir müsabakaları yapar, Karagöz oynatılır.[xi]

Sadece esrar içilen kahvehanelerden başka, muayyen, bir kısmının şimdi bizi şaşırtacağı türden meslek erbaplarının toplandığı kahvehaneler vardır. Ufak bir para karşılığı yalancı şahitlik yapan insanların toplandığı kahvehaneler bunlara güzel bir örnektir.[xii]

Kahvehane sahiplerinin rekabet yüzünden kavga ettiği de olur. Bu kavgalardan bir tanesi bir halk şiirine konu olmuştur.
Dün gice iki kırâathaneci
Birbiriyle eylemişler arbede
Vak’ayı seyredenler dediler
Arif’i yıktı Bekir bir darbede. [xiii]

Çayhaneler başka türden bir zevki örneklendirmektedir. Bilhassa Şehzadebaşı’nda toplanmışlardır. Burada çay içmeyi özel bir zevk haline getiren insanlar toplanmaktadır. Burada toplanan İstanbullu erkekler, bilhassa Ramazan geceleri gezintiye çıkan semt kadınlarını, tıpkı Madrid ya da Sevilla kahvehanelerinde olduğu gibi, fakat cam arkasından seyretmektedir.[xiv]

Ahmet Rasim ise Şehir Mektupları’nda sahil kenarlarında, hem bira hem kahve içilebilen, önlerinde yadigârların, yani fahişelerin dolaştığı kahvehanelerden bahseder ve ona göre bu kahvehaneler sahil meraklılarının keyfini kaçırmaktadır.[xv]

Kahvehanelerin 19. yüzyıldaki bu hızlı yaygınlaşması Osmanlı bürokrasisinin dikkatini çekmiş ve kahvehaneleri kontrol etmeye, dönüştürmeye çalışmışlardır. Kıraathane kavramı bu dönemde ortaya çıkmıştır. 1864’te Cemiyet’i İlmiye-i Osmaniye İstanbul’da seçkinlerin toplanıp kitap ve gazete okuyabilecekleri, birbirleriyle sohbet edebilecekleri bir kıraathane açmıştır.[xvi] Bu kıraathaneler yaygınlaşmış olacak ki 1870’lerde bazı vilayetlere kıraathane müdürleri atanmıştır.[xvii] 

Kısacası kıraathane bir projedir. Kahvehaneleri dönüştürmek, olası “tehlikelerini” en baştan bertaraf etmek için kurgulanmıştır. Seçkinler için ideal buluşma mekânları olarak kıraathanelerin açılması ve bu kıraathanelerin alt sınıfların rağbet ettiği kahvehanelere rol model oluşturması düşünülmüştür. Bu planın ne kadar başarılı olduğu tartışmalıdır. Zira kıraathaneler açıldıktan sonra da dönemin seçkinlerinin, mesela ulemanın önemli bir kısmı kahvehanelerde bulunmaktan çekinmemiştir. Bunlar arasında cami görevlilerinden yüksek din eğitimi görmüşlere kadar farklı türden insan vardır.[xviii]

KAHVEHANELERDE MİZAH
İstanbul’un imparatorluğun başkenti olarak en önemli özelliği, kent sakinlerinin vergi ödememeleri, askerlikten muaf tutulmalarıydı. Bu yüzden kent aşırı göç almakta, işsiz ve yoksulların akınına uğramaktaydı. Bu aşırı birikme yoksulluk ve işsizlikle de birleşince kentte suç oranı artmakta, belirli aralıklarla işsiz ve yoksullar toplanarak kent dışına sürülmekteydi. Bu durumdan doğan kargaşa ve farklı dinsel ve etnik grupların karşılaşması mizaha önemli bir malzeme sunmaktaydı. Bolulu aşçı, Kayserili pastırmacı; kayıkçı, gemici, ağzı kalabalık Trabzonlu Laz bu ortamda oluşan tiplemelerden bazılarıdır.[xix]

Hem Hacivat ve Karagöz hem de ortaoyunu keskin bir ikilik üzerine kurulmuştur. Bir tarafta sokağın basit ve cahil adamını yakalar yakalamaz bir yığın ağdalı sözle tarumar eden Hacivat, diğer tarafta patavatsız, saf, cahil, neşeli, kavgacı, başıbozuk Karagöz. Oyunlar hep ikincinin zaferiyle sonuçlanır. İkincinin zaferiyle sonuçlanır, çünkü oyunların mekânı bu saf, cahil, neşeli, kavgacı insanların toplandığı kahvehanelerdir. Kahvehaneler, alt sınıf için herkesin birbirini tanıdığı, dışarıdan gelenin hemen ayırt edildiği ayrıcalıklı mekânlardır. Her katılana belirli bir anonimlik ve gizlenme olanağı sağlar. Böylece eşitler arasında her konu teşhis ve ihbar edilme riski taşımadan tartışabilir.

Oyunların kahvehanelerde oynanmasının pratik nedenlerine de bakmakta yarar var. Esasen iki pratik neden var. Birincisi oyunlar, oyun sonucunda seyirciden toplanan paralarla döndüğü için kahvehane sahibini maddi bir külfete sokmaz. İkincisi de oyunlar müzisyenler, rakkase ve hokkabazların gösterilerine kıyasla kahvehanelerin fiziksel büyüklüğüne daha uygundur.[xx] 

Bu yüzden de kahvehaneler, Hacivat ve Karagöz’ün ve ortaoyunun doğal sahnesi olmuşlardır.

Gramsci’ye göre folklor bir hayat ve dünya görüşüdür ve böyle çalışılmalıdır. Ona göre sıradan insanlar ya da halk rafine, sistematik ve politik olarak organize edilmiş fikirlere sahip değildir. Çok parçalı ve bütünlüksüzdür görüşleri… Hem egemen sınıfın ideolojisinden izler taşır hem de geleneklerin de etkisiyle dayanışmacı, iktidara muhalif fikirlerin nüvelerini barındırır.[xxi] 

Kısacası toplumda halktaki bu muhalif eğilimleri bir yöne kanalize edecek bir siyasi hareket yoksa bu muhalefet nüveleri sönümlenmeye mahkûmdur. Yine de ara ara hâkim sınıfların gazabına uğramaktan kurtulamazlar.

İstanbul’da kahvehanelerin 19. yüzyılda yaygınlaştığından, alt gruplara ayrıldığından bahsettik. Dolayısıyla oyunlar da kahvehanelerle birlikte yaygınlaşır. Oyunlara getirilen her eleştiri zaman içinde kahvehanelere, kahvehanelere getirilen her eleştiri de oyunlara getirilmeye başlanır. Oyunlar iki yönden eleştiri alır. Birincisi toplumsal ve siyasal yergicilikleri, ikincisiyse müstehcenlikleridir. Fakat bütün Karagöz ve ortaoyunu metinleri incelendiğinde, bu özellikleri taşıyan metinlerin sayısının bir elin parmaklarını geçmediği görülür. Bunun sebebi iddiaların yalan olması değildir. Oyunların duruma, ortama, oynayanların kabiliyetine göre değişkenlik göstermesi, belli bir metne bağlı olmamasıdır.[xxii]

Oyunların en çok tartışıldığı, eleştirisinin en yoğun olduğu 19. yüzyıl, aynı zamanda oyunların yazıya geçirildiği yüzyıldır. Yazılı versiyonlarda yergi ve müstehcenlik unsurunun kaybolmasının nedeni biraz da aktarıcıların meslek onurlarını korumak için otosansürlü davranmalarında aranmalıdır. Oyunlar hakkında resmi yargıları pekiştiren eleştiriler, her oyunda Karagöz veya Kavuklu’dan dayak yiyen üst sınıflardan gelir. Namık Kemal için oyunlar “cahillerin ahlakını bozmaktan başka hiçbir şeye hizmet etmez.” Ahmet Rasim içinse “ahlaksızlık mektebidir.”[xxiii] 

Ahmet Rasim, Karagöz oynatılan bir kahvehaneyi anlattığı bir diğer şehir mektubunda kahvehanede kendisini mahalle mektebine düşmüş gibi hissetmiştir. Oyun zaten geç başlamıştır, herkes neye güldüğünü bilmeden gülmektedir, Hacivat ve Karagöz’ün lakırdıları ise pek tatsız tutsuz şeylerdir.[xxiv] 

Ahmet Rasim’e tatsız tuzsuz gelen şeylerin İstanbul halkının en büyük eğlencelerinden biri olduğu ve oldukça rağbet gördüğü kesindir.

Oyunların otoritelerin en çok nefretini çeken özelliği herhangi bir metne bağlı olmadan oynanmaları, mekâna, oynayanın maharetine, seyirciye göre şekillenmeleridir. Mekân kahvehane, seyirci ise kahvehaneyi dolduran alt sınıf insanlardır. Yeniçeriliğin kaldırıldığı, imparatorluğun merkezileşme yönünde reformlar yaptığı bir yüzyılda oyunların yazıya geçirilmeye başlanması anlamlıdır. Oyunların yazıya geçirildikleri dönem aynı zamanda devletin kontrolüne girmeye başlayıp işlevlerini yitirmeye başladıkları dönemdir. 20. yüzyılda oyunlar artık müfredata girmiştir. Devletin istediği gibi anlatılmaktadır.

KAHVEHANELER VE HAVADİS JURNALLERİ
Kahvehanelerin yaygınlaştığı 19. yüzyıl aynı zamanda devlet aygıtı ve bürokrasinin büyüdüğü ve 1838’de İngilizlerle ve takip eden yıllarda Avrupa’nın diğer büyük güçleriyle yaptığı ikili anlaşmalarla dünya kapitalist sisteminin bir parçası haline geldiği yüzyıldır. Modernleşen devlet, tebaası hakkında bilgi sahibi olmak, oluşmakta olan kamuoyunu şekillendirmek istemektedir. Bu yüzyılda bir bilgi toplama yöntemi olarak halkın arasına hafiyeler sokmak ve onlar aracılığıyla jurnal toplamak yöntemi ortaya çıkmıştır. Jurnaller çoğunlukla kahvehanelerde konuşlanan hafiyeler tarafından toplanmışlardır. 1840’lı yıllarda, Abdülmecit döneminde tutulan jurnaller, II. Abdülhamit döneminde olduğu gibi cezalandırma amacıyla tutulmaz. Jurnallerde halkın halet-i ruhiyesinin anlaşılması amacı güdülmektedir. Hafiyeler pasif dinleyiciler ve aktarıcılar değil, sorularıyla sohbeti açan, yönlendiren, kendi sözlerini de kayda geçiren müdahil konumundadır. Yapılmak istenen aslında bir nevi kamuoyu araştırmasıdır. Her söz, yalnızca sözü söyleyeni temsil eden tekillikle alınır. Semt, kahvehanenin sahibi, konuşan, aktaran hafiye herkesin ismi, yeri bellidir.[xxv]

Benzer hafiye raporları üzerine çalışan Avrupa tarihçilerinin de vurguladığı üzere erken modern dönemin mutlakiyetçi rejimlerine ait ikilemlerden biri hem halkın siyasi konular hakkındaki görüşlerini öğrenme arzusu hem de bu siyasi konuların ifade edilmesini sınırlama çabasıdır.[xxvi] Kahvehaneler ve buradan toplanan havadis jurnalleri de tıpkı mali ve siyasi alanlarda gerçekleştirilen sayım, kayıt gibi uygulamalar türünden toplumu okunabilir kılma çabasının bir sonucudur. Yani modern bir çabadır. Osmanlı toplumu özelinde en önemli toplanma ve siyasi söylem oluşturma mekânlarından biri kahvehanelerdir. O yüzden de kahvehaneler hafiyelerin uğrak yerleri olmuştur.
Yukarıda bahsedilen nedenlerden dolayı İstanbul’a yapılan göçler, devlete hâkim olan bürokratların gözünde toplumsal hiyerarşinin bozulması anlamına gelmektedir. 16. yüzyılın ikinci yarısı ve 17. yüzyıldan itibaren kılık kıyafet düzenlemelerinin sıklıkla gündeme gelmeye başlaması bu hiyerarşiyi tekrar kurma çabalarının bir sonucudur. Bu bağlamda kahvehaneler de farklı sınıflar ve katmanlardan insanları bir araya getirerek toplumsal normları bozan mekânlar olarak tasvir edilmiştir.[xxvii] 

Birçok arşiv belgesi, Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyıldan önce, özellikle de toplumsal kriz anlarında devlet sohbetlerini tespit etmek için kahvehanelerin ihtiyatla gözetlendiğine ve sohbetleri yapanların cezalandırıldığına işaret etmektedir. 19. yüzyılın özelliği, bu yüzyıldan önce münferit, süreksiz ve düzensiz bir nitelik taşıyan hafiyelik faaliyetinin, bu yüzyıldan itibaren en azından İstanbul için sürekli hale gelmesidir.[xxviii] 

II. Abdülhamit döneminde ise zirveye ulaşmış ve imparatorluğun tüm bölgelerine yayılmıştır.

Bu noktada Abdülmecit döneminde 1840-1844 yılları arasında toplanmış havadis jurnallerinden birkaç örnek vermek anlamlı olacaktır. 1839’da ilan edilen Gülhane Hattı Hümayunu ile gelen yeni vergiler, Mehmet Ali Paşa ve Girit’teki olaylar, Avrupa’nın imparatorluk üzerinde gittikçe artan nüfuzu halkın imgesel düzeyde kurtuluş çareleri üretmelerine neden olmuştur. Kurtarıcı Mehdi inancı da bunlardan biridir. Jurnale göre sohbet eden kahvehane sakinlerinden biri şöyle söyler: “Zira bu şimdiki olan tertibatlar ya’ni İslam’ın inkiraz suretidir, işde böyle böyle İslam azalur. Ol vakit kafirler başlar cenksiz beher taraftan zapt etmeğe. Ol vakit sahib-i evvel olan Hakk Teala hazretleri yine hazret-i İsa’yı dünyaya getürüb mağribden maşrıka kadar gelince bir kefere bırakmayub seyfden [kılıçtan] geçirecektir.”[xxix]

Mehmet Ali Paşa meselesi de halkın sabrını taşırmaktadır. Konuşması jurnallere girmiş İstanbullulardan biri şöyle der mesela: “İki câmi arasında kalmış bî- namâza döndük, bir ayak evvel ne olacak ise olaydı bizim de kulağımız emîn olaydı.”[xxx] 

Yani kimin kazandığının bir an önce belli olmasını, hayatlarının artık bir düzene girmesini istemektedir.

19. yüzyılda Avrupa’nın pek çok bölgesinde olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda da idam cezalarının azalmış olması, kahvehane halkı tarafından Tanzimat’la gelen yeni ceza kanununa bağlanmıştır. Kahvehane sakinlerinden Kasımpaşalı Abdurrahman da şikâyetçidir bu durumdan: “Bundan sonra ben de bir şey edeceğim bakalım nasıl olur. Ben de bir reâyâ ile gavga edüb öldüreceğim, bana sorarlar ise Tânzimât-ı Hayriyye’de ölüm yoktur anınçün yaptım diyeceğim.”[xxxi]

Cemaatler, yani farklı etnik gruplar arası ilişkiler de önemli bir tartışma başlığıdır kahvehanelerde. Yakın dönemde Yunan devletinin bağımsızlık kazandığı, Balkanlarda ayrılıkçı hareketlerin yükseldiği, ayrılıkçı hareketlere Avrupalı devletlerden açık veya örtülü bir destek geldiği dönemde Tanzimat’ın gayrimüslim ve Müslüman tebaayı eşit ilan eden maddeleri Müslüman tebaa arasında endişeyle karşılanmıştır. Yedikule’de bir kahvehanede Hüseyin ve Ahmet’in sohbetleri bu hissiyatı şöyle özetler: (Reâyâ kelimesi burada gayrimüslim tebaaya karşılık olarak kullanılıyor.) “Reâyâlar her bir taraftan ayaklanmış, evvelki reâyâ ne mümkün kapudan dışarı çıksun. Reâyâda kâbahat yok, bütün kâbahat bizdedir. Tânzîmat-ı Hayriyye icâd olalı zâbitandan dahi korku kalkdı, nihâyeti böyle olur.”[xxxii] 

Samatya’da İsmail Ağa’nın kahvehanesinde eşitlik mevzuu farklı bir yönüyle ele alınır: “bu reâyâlar evveli kürk giymezler idi, bazen giyerler ise de sokağa çıkmazlar idi. Şimdiki taksîmde kürk reâyâlara aba bizlere düşmüş. Bir taksîm daha olur ise bizlere bakalım ne düşer.”[xxxiii]

Kahvehaneler, yine bildiğimiz kahvehaneler. Bazen yönetici sınıfların kendi aralarındaki tepişmelerden sıkılıyorlar, kim kazanacaksa kazansın da biz de işimize bakalım türünden haklı sayılabilecek tepkiler veriyorlar. Bazen ilahi kurtarıcılara sığınıyorlar. Bazense şimdiki milliyetçiliğin nüvesi sayılabilecek tepkiler veriyorlar. Yönetici sınıflar ise bu tepkilerin bir patlamaya dönüşme ihtimalinin olup olmadığını ya da şunların tepişmesi bitse de kendi işimize baksak tepkilerinin yaygınlaşıp yaygınlaşmadığını anlamak için jurnal toplama ihtiyacı hissediyor. Aynı yönetici sınıflar yüzyılın üçüncü çeyreğinde yukarıda da söylediğim gibi kahvehaneleri dönüştürmek için kıraathane kurma ihtiyacı hissedecekler. 19. yüzyılın jurnaller yüzyılı olduğunu düşünürsek kıraathane projesinin başarılı olmadığını ve kahvehanelerin yüzyılın ortalarında da sonunda da yönetici sınıflar için tekinsiz yerler olduğunu daha iyi anlayabiliriz.

BİTİRİRKEN
Bu yazıda daha çok 19. yüzyıl kahvehanelerini tartıştık. Kahvehanelerin 20. yüzyıl macerasına da değinmekte fayda var. Fakat bu konuda herhangi bir şey okumadığım için daha çok akıl yürütmekle, bazı gözlemlerimi aktarmakla yetineceğim. En basitinden 19. yüzyıla kadar kahvehanelerde kahve içilirdi. Çay içilen kahvehanelere çayhane denir, buralarda çay merakı olanlar toplanırdı. 20. yüzyılda isimleri değişmese de bütün kahvehaneler çayhanelere dönüştü. Zaten, Rize’deki çay ekimi de Cumhuriyet’in ilk yıllarında başlamış, çay içimi Anadolu’da 20. yüzyılda yayılmıştır.

Köy kahvehaneleri dediğimiz olgu da 20. yüzyılın ürünüdür. Köyde ve mahallelerde geçen pek çok Yeşilçam filminde, mutlaka kahvehane de gördüğümüz için kahvehaneleri köyle özdeşleştirmizdir. Yeşilçam sineması büyük sıçramasını 50’li ve 70’li yıllar arasında yapmıştır. Kahvehaneyle özdeşleşen köy ve mahalleler de bu dönemin bir gerçekliğidir.
Belki dikkatinizi çekmiştir. Anadolu’daki pek çok kahvehanenin tabelasında kahvehane değil, kıraathane yazar. Kıraathane projesinin başarılı olmadığı kesindir. Fakat büyük ihtimalle bilinçaltında yer etmiş aşağılık kompleksinden hemen her kahvehane sahibi kahvehanesine kıraathane ismini verir.

20. yüzyılda yeni kıraathane kurma projeleri olmamıştır diyemeyiz. En basitinden, taşra, kent ve kasabalarındaki öğretmenevlerini düşünelim. 20. yüzyıldaki kahvehanelerden ayrı kıraathane kurma girişimlerinin en kalıcı örneği bu öğretmenevleridir. Öğretmenevleri harıl harıl kitap okunan ya da entelektüel tartışmalar yapılan yerler olduğu için söylemiyorum bunu. Fakat taşra okuryazarları arasındaki en geniş gruplardan biri olan öğretmenlerin bazılarının vakitlerini kahvehanelerden çok bu öğretmenevlerinde geçirmeyi tercih ettikleri, bazılarınınsa ara ara da olsa bu öğretmenevlerine uğrayarak kendilerini kahvehane ortamından farklı bir atmosferde hissettikleri gerçektir.
Kahvehaneler, çok istisnai durumlar dışında kadınların bulundukları, vakit geçirdikleri yerler değildir. Kadın ve erkeklerin bir arada bulunabildikleri kahvehaneler, nispeten daha “seçkin” yerlerdir. Taşradaki “aile çay bahçeleri” bu yönleriyle bir anlamda kıraathane örnekleridir.

Belirli siyasi grupların toplanma yeri olan, lokal tarzı kahvehaneler de oldukça yaygındır. Ülkü Ocakları ve türevleri bunların en belirgin örneğidir. Söylemeye bile gerek yok buralarda belli bir siyasi gruptan insanlar toplanır. Kurulabilirlerse millet kıraathaneleriyle bu siyasi lokallere bir yenisi eklenecektir. Kıraathaneleri farklı siyasi görüşlere mensup seçkinlerin ya da kendilerini seçkin hissetmek isteyenlerin toplanma yerleri olarak tanımlarsak buralara kıraathane dememiz mümkün değil. 

Çünkü farklılık yoktur. Aynı sebepten, yani farklılık olmamasından dolayı kahvehane de diyemeyiz. 

Kanımca, hilkat garibesi ya da daha kibar bir deyişle yozlaşmış bir kıraathane projesi tanımlaması daha uygun.

Ercan Çankaya (SOL KÜLTÜR)


[i] Ralph H. Hattox, Kahve Ve Kahvehaneler: Bir Topulmsal İçeceğin Yakındoğu'daki Kökenleri, 2. Baskı, İstanbul, Tarih Vakfi Yurt Yayınları, 1996, syf. 9, 10, 22.
[ii] Age, 35, 36.
[iii] Age, 36, 37, 38, 39.
[iv] Age, 56, 57.
[v] Kudret Emiroğlu, Gündelik Hayatımızın Tarihi, 6. Baskı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2013, 491.
[vi] Age, 492.
[vii] Levent Cantek, Şehre Göçen Eşek: Popüler Kültür, Mizah ve Tarih, 1. Baskı, İstanbul, İletişim, 2011,35.
[viii] Kudret Emiroğlu, Gündelik Hayatımızın Tarihi. 6. Baskı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2013.492.
[ix] Ralph H. Hattox, Kahve Ve Kahvehaneler: Bir Toplumsal İçeceğin Yakındoğu'daki Kökenleri, 2. Baskı, İstanbul, Tarih Vakfi Yurt Yayınları, 1996, 71.
[x] Kudret Emiroğlu, Gündelik Hayatımızın Tarihi. 6. Baskı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2013, 494.
[xi] Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, 32. Baskı, İstanbul, Dergâh, syf. 169, 170.
[xii] Age, 171.
[xiii] Age, 173.
[xiv] Age, 173, 174.
[xv] Ahmet Rasim, Şehir Mektupları, 1. Baskı, İstanbul, Kapı Yayınları, 2013, syf.33.
[xvi]Kudret Emiroğlu, Gündelik Hayatımızın Tarihi. 6. Baskı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2013, syf. 494.
[xvii] Age, 494.
[xviii] Ralph H. Hattox, Kahve Ve Kahvehaneler: Bir Toplumsal İçeceğin Yakındoğu'daki Kökenleri, 2. Baskı, İstanbul, Tarih Vakfi Yurt Yayınları, 1996, syf.86.
[xix] Levent Cantek, Şehre Göçen Eşek: Popüler Kültür, Mizah ve Tarih, 1. Baskı, İstanbul, İletişim, 2011, 32.
[xx] Age, 34.
[xxi] Gramsci, Antonio. "Hegemony, Relations of Force, Historical Bloc." In Antonio Gramsci. London, UK: ElecBook, the Electric Book, 1999.
[xxii] Levent Cantek, Şehre Göçen Eşek: Popüler Kültür, Mizah ve Tarih, 1. Baskı, İstanbul, İletişim, 2011, syf. 37, 38.
[xxiii] Age, 38.
[xxiv] Ahmet Rasim, Şehir Mektupları, 1. Baskı, İstanbul, Kapı Yayınları, 2013, syf.324, 325, 326.
[xxv] Cengiz Kırlı, Sultan ve Kamuoyu: Osmanlı Modernleşme Sürecinde “Havadis Jurnalleri” 1840-1844, 1. Baskı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008, syf. 4, 7.
[xxvi] Age, 15.
[xxvii] Age, 21
[xxviii] Age, 24
[xxix] Age, 167.
[xxx] Age, 57.
[xxxi] Age, 75.
[xxxii] Age, 298.
[xxxiii] Age, 495.

3. Havalimanı’nda bir hesap öyküsü - ÇİĞDEM TOKER

3. Havalimanı’nın ihalesi 2013 yılında sonuçlandı. İki yıl sonra da master planı değiştirildi. Bu değişikliğin gerekçesi, proje için devletin tahsis ettiği alanın, yarım asır boyunca madencilik yapılması nedeniyle, “pasa” adı verilen maden artıklarıyla kaplı olduğunun tespitiydi. 

Yaygın biçimde çürümüş zemin - farklı nitelikte- risklere yol açabilecekti. 
Fugro adlı danışmanlık şirketinin verdiği rapor doğrultusunda, ana plan (master plan) değiştirildi. Ağırlıklı olarak pistlerin yönleri değiştirildi. 

Değişikliği Yıldız Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümü onayladı. (Bu hususu genel hatlarıyla pazar günü yazdık. Fakat o yazıda asıl olarak master plan değişikliğine bağlı olarak değiştirilen “mania planı”na ilişkin soru yöneltmiştik.)
 
Bugün master plan değişikliğine bağlı olarak değişen yatırım bedelini anlatacağız. 
Zira, üç yıl önceki bir konu olmasına karşın, master plan değişikliğinin sonuçlarının, kamu kaynakları açısından ne kadar uzun vadeli olduğunu görüyoruz. 
Sayıştay’ın DHMİ (Devlet Hava Meydanları İşletmesi) 2016 yılı raporunda yer alan konu, halkın haber alma hakkı ve kamu kaynakları açısından önem taşıyor.

1.4 milyar Avro fark çıktı 
3. Havalimanı, Yap-İşlet-Devret (YİD) yöntemiyle yaptırılıyor. 
Bugün -daha sonra kurdukları “görevli şirket”- İGA A.Ş. olarak anılan, Limak-Cengiz-Kolin-Kalyon ve Mapa ortaklığı, ihaleyi kazandığında, yatırım maliyeti 10 milyar 247 milyon Avro olarak açıklanmıştı. 
Devletin İGA A.Ş. ile imzaladığı uygulama sözleşmesine göre, yatırım tutarı etaplara göre şöyle dağılıyor: 
1. Etap: 7.354 milyon Avro 
2. Etap: 596 milyon Avro 
3. Etap : 1.531 milyon Avro 
4. Etap : 766 milyon Avro
***

Şimdi başa dönelim ve gelelim konunun can alıcı yerine. 
3. Havalimanı master planı, yazının girişinde belirttiğimiz risk dolayısıyla değiştirilmişti. İşte bu değişiklik, yatırım maliyetinde ciddi bir farka yol açmış. 
7 milyar 354 milyon TL olarak belirlenmiş 1. Etap yatırım bedeli, 5 milyar 990 milyon 572 bin 573 Avro’ya düşmüş. 
Fark: 1 milyar 363 milyon 477 bin Avro. 
(Bugünün kuruyla 7 milyar 226 milyon TL’ye karşılık geliyor.)

***

Sayıştay raporundan öğreniyoruz ki, bu maliyet azalışına rağmen, İGA’nın toplam yatırım bedelinde herhangi bir değişikliğe gidilmemiş. 
Şöyle: 
“Projelerin kod ve koordinat değişikliklerinden kaynaklanan azalışın yukarıdayer alan yöntemi daha sonra belirlenecek bir usulde (kira bedeli, ilave yatırım vb.) 4’üncü madde kapsamında değerlendirilmesi şartları ile Revize Master Planının uygun görülmesine...” 

Yani İGA A.Ş. ile kamu kuruluşu, yatırım bedelini düşürmek konusunda anlaşmak yerine, “ek yatırım, kira bedelinde değişiklik” gibi bir ihtimal üzerinden uzlaşmışlar. Bu uzlaşmanın “idare lehine” olduğu belirtiliyor ama tablo net değil. 

Onun için soralım: 
Ulaştırma Bakanlığı, 1. Etap yatırım bedelinde ortaya çıkan, kamu lehine 1 milyar 364 milyon Aro’nun akıbeti konusunda İGA ile nasıl bir anlaşma yaptı?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Tehdit, nefret, düşmanlık saça saça... - ŞÜKRAN SONER

Çok doğru, dünya çapında, bilimsel teknolojik devrimlerin tersine, insanlık adına, tüm canlılar, çevrenin katledilmesi içinde, paylaşımda yaşanan akıl almaz kirlilik, kaçınılmaz sonuçlarıyla demokratik kazanımları aşındırıyor. Demokrasi, hak-hukuk düzenlerinde erozyon, otoriterleşme eğilimleri, sermayenin giderek daha acımasız az ellerde toplanması, insanlığın çoğunluğu için yoksullaşma, yoksunlaşmayı katlanılmaz kıldığı ölçeklerde, giderek kirlenen sermaye çıkarları adına siyasal yönetimlerde otoriterleşmeyi kaçınılmaz üretiyor. 

Yine de evrensel haksızlık, hukuksuzluklar içinde en acımasız yöntemlerle işgal edilen topraklarda yaşayan halklara ödetilen bedeller ile, göreceli demokrasi, hak-hukukun işlerliğinin ayakta tutulabildiği ülkeler koşulları arasında uçurum, farklılıklar var. Irak-Suriye-Afganistan topraklarında yaşayan insanlara ödetilen, sonu gelmeyecekmiş gibi işgal sonrası yaşatılan insan hakları, can, mal kayıpları, her türden canlı varlık, doğa katliamları, iç savaş bataklığında.. nefes alınabilecek koşullar için ufukta ışık yok. Yetmiyor, çevre ülkeler aynı bataklığın içine, aynı acımasızlıkta çekiliyor... 

Türkiye’yi Pakistanlaştırmak ya da örneğin Amerika’nın daha Osmanlı yıkılmadan önceki süreçlerde kopyaları çok yayımlanmış haritalarla, Anadolu topraklarını da parçalama, Ortadoğu üzerinden yetmez, Akdeniz kuşatmasında enerji kaynakları odaklı kuşatma, yok sayma düşleri, olmadı bir daha bir daha gündeme sokuluyor. Zaman zaman emperyal çıkarlar odaklı, Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik saldırı ataklarının, kurtuluş, kuruluş, Atatürk devrimleri, laik Cumhuriyet kazanımlarına, rejimi demokrasi olan ülkelerden gelmesi başka. Türkiye Cumuriyeti’nin terör üzerinden parçalanması oyunlarını bozma adına, Pakistanlaştırmadan beter dibe çekebilecek siyasal İslamcı, ırkçı tuzaklarda, kazanılmış uygarlaşma, demokratikleşme süreçlerinden, Cumhuriyet kazanımlarından çok gerilere çekebilecek, en kötüsünden ucube bir başkanlık, tek adam, en kirlisinden, güçler ayrılığı, bağımsız yargı, kamu yönetiminden koparacak otoriterleşme rejimine mahkûm etmek çok başka.

***

Çok şükür ki, Cumhuriyet kazanımları ile ülkemizde yürünmüş yollar, Anadolu uygarlığı, aydınlanması birikimleri sentezi ile, gerçek demokrasi bilincinde pek çok sorunumuz olsa da Türkiye’yi Pakistanlaştırma planları kolay kolay tutabilecek gibi değil. 

İktidarlarının Fetullah cemaati ile siyasal ortaklık hesaplarında, Irak işgaline onay verenler olarak, Saadet Partisi’nden kopmuş olarak kardeş kardeş yürüdükleri yıllarda, izlenen politikalara ilişkin kaygılar tartışmalarında, oturum aralarında kimi yandaş bilim insanlarının “Boşuna korkuyorsunuz, zaten geç kalmışız” sözleri ile kasıtlarının uyutma, toplumsal tepkileri önleme amaçlı tuzak olabileceğini düşünürdüm.

Terör üzerinden üretilmiş en kirlisinden emperyal çıkar savaşları tuzaklarında, “dindar-kindar nesiller” yetiştirme projeleri ile, çevremizi kuşatan en çağdışılığa, yüzyıllarca gerilere, iç savaş bataklıklarına çekilme oyunlarında işler sarpa sardığında.. Terörün örgütlenmelerinin kimlikleri, tarafları değiş tokuş edilerek yaşananlarda.. Kutsal ortaklıklar en kirlisinden yeni terör örgütleri, eylemleri üretilmesine geçişleri üretirken.. Roller, ittifaklar tepetaklak, eski ortakların en vahşisinden aynı eller tarafından kurdurulmuş terör örgütlerinin en kanlısı olabilmeleri işten bile değil... 

İşin gerçeği, seçimin gerçek gündemini, tehdit, nefret, düşmanlık saça saça yürünmek istenen yolun görülmemesi adına oynanan oyunlar, tuzakları hafife alacak lüksümüz yok. En acısı henüz yürürlükte olan anayasal, demokratik düzen içinde, medyanın yüzde doksan beş üstü, bu en ucube diktatoryal gidişte kullanılmasının boyutlarında gelinen nokta. Evrensel, bilimsel ölçeklerle nefret ve düşmanlığı üreten bir medya güdüleme gerçeği, gücü ile yüz yüzeyiz...

Şükran Soner / CUMHURİYET

Seller akıyor hükümet bakıyor - ÖZGÜR GÜRBÜZ

İklim krizinin etkilerini seller, su baskınları ve kuraklıkla her geçen gün daha fazla hisseden Türkiye; iş, krizden çıkacak politikalar üretmeye gelince ortada görünmüyor.


Bu yazı bir tür isyan yazısı aslında. Ankara’dan, oradan buradan su baskınlarıyla ilgili haberleri okumaktan bıkmış birinin yazısı. İklim değişikliği aşırı hava olaylarını artıracak, kuraklıkların, yağışların şiddeti ve sıklığı artacak diye bilim insanları yıllardır uyarıyor. Kentlerimizin altyapı sorunu malum. İklim değişikliğine uyum için hiç çaba harcamamaları da buna eklenince yüzen çöp tenekesi fotoğraflarla doluyor gazeteler. Alt geçitler hamam, bayırların dibi nehir oluyor. Peki, en büyük sorumlu iktidar bu konuda ne yapıyor? 
Bu yazı onun yazısı.
Yapılacak iki iş var artık. Birincisi iklim değişikliğini durdurmak; bu da fosil yakıtlardan (petrol, kömür ve doğalgaz) vazgeçerek olacak. Böylece iklimi değiştiren seragazı emisyonlarını azaltacağız.

İkinci yapılacak iş ise değişime karşı hazırlanmak, uyum sağlamak. Aşırı hava olaylarından, göçlerden, olası çatışmalardan korunmak için tedbir almalıyız. Deniz seviyesinin yükselmesine karşı gerektiği yerde setler yapmaktan tatlı su kaynaklarını tuzlu sudan ve aşırı tüketimden korumaya, şiddetli yağışlar sonucu biriken suları alıp götürecek mazgallardan yağmur suyu hasadına kadar bizi bekleyen onlarca farklı iş var.

seller-akiyor-hukumet-bakiyor-473604-1.


İklim değişikliği durdurulamaz noktaya gittiğine göre ikisini birden yapmakta fayda var. Artık iklim değişikliğini anlatma değil, çözümü hayata geçirme aşamasındayız. Zaman daralıyor. Buzullar eriyor ama sorun sadece orada değil. İklim değişikliği 100 yıl sonra daha korkunç bir noktaya gidebilir ama bugün de can alıyor. Yaşadığımız kentlerde, bir alt geçitte, kuraklıktan kavrulan bir tarlada, yazın ölümlere neden olan bir sıcak hava dalgasında, toprağın azalan neminde. Elini taşın altına koymayan yanar. Böyle bir ısınma bahsettiğimiz. Daha az tüketmeyen, enerjiyi verimli kullanmayan, kendini düşünen herkesin günahı büyük. Kimsenin de “bana bir şey olmaz” deme şansı yok.

Elbette harekete geçmek zorundayız ama bu iş bireylerin hassasiyetiyle çözülecek bir sorun değil. Devletlere, belediyelere ve uluslararası bir anlaşmaya ihtiyacımız var.

Şimdi biz Türkiye’ye bakalım. Uyum ya da azaltım, bakın bakalım iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi neleri yapıyor ya da yapmıyor.

»Türkiye seragazı emsiyonlarını azaltmıyor. 2016 sonunda Türkiye’nin seragazı emisyonları 496 milyon tona (karbondioksit eşdeğeri) çıktı. Paris Anlaşması öncesi, 2012 yılında 440 milyon tondu.

»Türkiye, 2015 yılında imzaladığı Paris Anlaşması’nı onaylamadı. İmza atan 197 ülkeden 178’i onayladı. Kalan 19 ülke arasında Türkiye’nin yanı sıra Rusya, Angola, İran, Irak, Kırgızistan, Eritre ve Yemen’i sayabiliriz. Suriye’nin bile taraf olduğunu söylemekle yetineyim. Türkiye’nin uluslararası görüşmelerde

»Türkiye, Paris Anlaşması’nı onaylasa da verdiği taahhüt tüm ülkeler içinde en zayıf olanlardan biri. Türkiye’nin 2030 iklim hedefi emisyonlarını 929 milyon tona çıkarmak. Neredeyse 12 yıl içinde ikiye katlamak. Türkiye’nin tek vaadi, hiçbir şey yapmazsa 1 milyar 175 milyon tonu bulacağını öne sürdüğü emisyonlarının artışını biraz düşürmek. Bu da benzer ekonomik güçteki ülkelerin hedeflerine kıyasla oldukça zayıf. Herkes Türkiye gibi hedef alsa ortalama sıcaklık artışının bırakın 2 derecede sınırlanmasını, 4 derecenin de üstüne çıkacağı belirtiliyor. Üzerimize düşeni yapmaktan o kadar uzağız.

»Türkiye’nin enerji politikaları iklim merkezli ve tutarlı değil. Rüzgar ve güneş alanında gelişmeler yaşansa da kömür yatırımlarının sınır konmaksızın artırılması, ulaşımda kara ve havayolu taşımacılığının artırılması yenilenebilir kaynaklı iyileşmeyi gölgede bırakıyor.

»Türkiye, her yıl BM’nin iklim değişikliği toplantılarına gidiyor ancak Paris’e taraf olmuyor. Üstelik, daha gerçekçi bir hedef için elini taşın altına koymamasına rağmen mali yardım istiyor. Halbuki, sadece AB’nin iklim finansmanına bakıldığında Türkiye Ukrayna ile birlikte en çok yardım alan ülke çıkıyor. 2013 ile 2016 yılları arasında AB’nin iklim finansmanının yüzde 35’i Afrika’ya, yüzde 33’ü ise Türkiye’ye gitmiş. 667 milyon avro destek alan Türkiye, Avrupa’dan iklim konusunda belki de en sıkıntılı ülkelerin olduğu Afrika kıtası kadar destek almış. Bu destek, Avrupa Yatırım Bankası’nın kredileri ve hibelerden oluşuyor.

Tablo ortada. İşin en trajik yanı ise Türkiye gibi enerji yoğunluğu yüksek (enerjiyi kötü kullanan) güneş ve rüzgar gibi karbonsuz kaynaklar açısından zengin bir ülkenin, doğalgaz, petrol ve kömür gibi büyük bir bölümü dışa bağımlı kaynaklarla yoluna devam etmek istemesi. Tünellerin suyla dolmamasını istiyorsak yapmamız gereken enerji tüketimini azaltmak, enerjiyi verimli kullanmak ve ithal fosil yakıtlar yerine yerli yenilenebilir enerjiye geçmek. Yoksa değil Ankara’nın tünelleri, tüm ülke benzer felaketleri yaşayacak.

Adalet ve Kalkınma Partisi ülkeyi sel götürürken camdan bakmakta ısrar edecek gibi durduğu için siz en iyisi önümüzdeki seçimde iklim değişikliği konusunu da beraberinizde sandığa götürün. Bakarsınız iktidar partisinin ya da diğer partilerin camında bir hareketlilik olur.

Özgür Gürbüz / BİRGÜN

Allah ile aldatarak tapuyu değiştirdiler! - Arslan BULUT

Şu yüzde 7,4'lük büyüme ile ilgili tartışma çıktığı iyi oldu. Meselenin esası burada düğümleniyor!
Önce Kemal Kılıçdaroğlu, "Türkiye 7 küsur büyümüş. İçinizde büyüyen var mı, esnaf büyüdü mü, kim büyüdü? Büyüyen rantiye sınıfı, onlar büyüdü." dedi.


Tayyip Erdoğan da Niğde'de buna cevaben, "Bay Kemal ne diyor? 'Çiftçi aç.' 7,4 ilk çeyrekte Türkiye büyüme kaydetti. OECD ülkelerinde bir numara olduk, G20 ülkeleri içerisinde Hindistan'dan sonra ikinci olduk. Bugün Malatya'da konuşuyor, soruyor çiftçiye ve esnafa. '7,4 büyüme sizin gelirinize yansıdı mı?' Bay Kemal, sen bu söylediğine inanıyor musun? Sen önce bu 'büyüme' denilen kavramın ne olduğunu bir öğren, kendi ekonomistlerine bir sor büyüme nedir. Ne diyor? 'Bu ranta aittir' diyor. Bu büyüme denilen olay, tabii ki o rantiye dediğin kesimi de ilgilendirir ama onun işçisi, çalışanı yok mu, devlet olarak benim memurum yok mu, bunlara yansımıyor mu?" diye konuştu!
                                                                            ***

Gerçekten uygulanan ekonomi politikalarından sadece rantiye sınıfı ve zengin edilen yandaşlar memnun. Ve hepsinden önemlisi, 16 yıllık AKP döneminde, Türkiye'nin tapusu büyük ölçüde değiştirilmiştir. Bu arada idari kurumlara kamulaştırma yetkisi verilmesinin ötesinde yargı kararlarıyla tapuya müdahale kolaylaştırılmış, vatandaşın toprağına gelişigüzel el konulmaya başlanmıştır. Bu uygulamalar, sermayenin yurt dışına kaçmasına ve ekonomik krizin patlamasına yol açmıştır.

İş adamı arkadaşım Yaşar Canca, yıllar önce meselenin tapuyu ele geçirmek olduğunu yazmıştı:
"Şimdi savaş, dünyanın tapusunu ele geçirmek için sürüyor. Dünyada her yıl Fransa ekonomisinin millî geliri (2.34 trilyon dolar) kadar gelir, sadece faiz yoluyla elde edilmektedir. Bu parayla rekabet etmek neredeyse imkânsızdır. Ülkemizdeki doğal kaynaklar önce bir yerlere adreslenecek, sonra da Anayasa değişikliği ile birlikte işletenlere tapulanacak! Bir kere verin, bakalım bir daha alabilecek misiniz? Orman alanlarında şimdiden birçok yer ve amaç için ruhsatlar alınmaya başlanmıştır. Eğer bu değişiklikler planlandığı gibi gerçekleşirse deniz ve göl kıyılarındaki tesisler, limanlar, turizm bölgeleri, hidro elektrik santrallerinin su toplama havzaları, şu anda kullananların olacaktır. Millî-muhafazakâr yapının neyi koruduğunu bilmesi lazım. Bunu yapamaz isek içinde yaşadığımız coğrafyadaki dağları, ovaları, göl ve nehirleri elimizden alırlar. Coğrafya elimizden gittiğinde yaşayacak yer aramaya başlarız."
Nitekim AKP, ormanların ve su kaynaklarının satılması için gereken yasal değişikliği de yaptı!

                                                                             ***

Canca'nın bahsettiği devletin tapusundaki millî servetler "Varlık Fonu"na adreslendi! Hepsi, dış borca karşılık ipotek edildi!

Bu durum karşısında AKP'li milletvekili Fevai Arslan, "Türkiye olarak artık koşmaya başladık. İşte bu koşan arabanın tekerine bir şey sokma hedefi olanlarla karşılaştık. Bunun sebebi, Türkiye'nin Orta Doğu'da dünya ülkeleri arasına girmesini istememeleri. Çünkü başında öyle bir lider var ki dünya liderliği kabiliyetinde ve Allah'ın bütün vasıflarını üzerinde toplayan bir lider var. İşte bunun önünü kesmek istediler." diyebilmişti.

Oysa ilahiyatçı Cemil Kılıç'ın yazdığı gibi, "Mülkiyeti ve üretim araçlarını ele geçirmeden insanlar üzerinde egemenlik kurmak mümkün değildir. Şirk dediğimiz şey yani tanrılık/tanrısallık iddiası, mülkiyete el koyma yoluyla olmaktadır." diyor.

Büyüme hızının kime yaradığı önemlidir. Zira kitleler bu tür söylemlerle uyutulurken elde edilen faiz geliri ve rant ile toprağın tapusu değiştirildi.

Bizden uyarması!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

11 Haziran 2018 Pazartesi

Senaryolar değil gerçekler lazım - ERK ACARER

10 Ekim Ankara Tren Garı katliamı davasının 9. grup duruşmalarının görülmesine yarın başlanacak. Duruşmalar 2 gün boyunca, 12 ve 13 Haziran tarihlerinde devam edecek. Henüz delillerin tümü toplanmadı, IŞİD sanıklarının telefon kayıtlarının önemli bir bölümü çözülmedi, avukatların talep ettiği kritik belgeler Adıyaman, Antep savcılıkları ve emniyetlerinden gönderilmedi. Bunlara rağmen, savcının mütalaasını verip dosyayı kapatacağına yönelik kaygı hakim.


“Talimat yukarıdan”
“Yukarıdan talimatlı bir dosya, IŞİD’cilere en üst sınırdan ceza verilip, toplumun ikna olmasını sağlayarak davayı kapatacaklar.” İfadeler, başından beri, “Bu dosya piyonlarla kapatılamaz, katliamın gerçekleşmesinde kamu görevlilerinin kasta varan ihmalleri bulunuyor” diyen avukat komitesine ait.

103 kişinin yaşamını yitirip, yüzlerce insanımızın yaralandığı ve halen tedavi görmekte olduğu Türkiye’nin en büyük katliamı olan Gar patlaması, kamuoyu tarafından ‘devlet-çeteler’ ilişkisi şüphesi ile tartışıldı, tartışılıyor.

Katliamın zamanı önemli
Ankara katliamı öncelikle AKP iktidarının barış isteyenlere karşı savaşı ve çatışmayı yükselttiği dönemin zirve notasında yaşandı. 1 Hazıran 7 Kasım 2015 arasındaki kritik seçim sürecinde AKP kitlesini kemikleştirmek ve milliyetçi oylara sahip olmak için yeni yöntemler buldu, bir yandan da toplumun genelini korkutup, paralize etti.

Kullanışlı IŞİD canilerinden bir başka ülke toprağındaki mezhep ve sultanlık savaşında, yeterli verim alınamadı. Elde kaldılar. Ancak depodan çıkarılıp, ülke içinde iktidar kapılarını açan koçbaşı olarak kullanıldılar.

Dosyalardan, alandan izlenimler değil bizzat mekanizmanın kendi itiraflarıdır. Ankara gibi Diyarbakır ve Suruç katliamları da “Ver 400’ü bu mesele sorunsuz çözülsün” ya da “Ankara’dan sonra anket yaptırdık oylarımızın arttığını gördük” ifadelerinin sağlamasıdır.

Antep Emniyeti ‘yapılanması’
IŞİD’ciler henüz IŞİD ortada yokken bile takipteydi. Çoğu el Kaide dosyasındaydı. Antep yapılanmasının kurucusu ve katliamların planlayıcısı Yunus Durmaz, 2009 yılından beri biliniyordu. Afganistan cihadından geldiği sırada İstanbul Atatürk Havalimanı’nda gözaltına alınıp bırakıldı. El Kaide; Irak, Suriye ve Türkiye’de IŞİD’e dönüşürken Yunus Durmaz, 2012’de bir kez daha takibe alındı. Ancak nedense gözaltına alınmadı. Fiziki ve teknik takip 2014 yılında sonlandırıldı. Ne var ki dosya Suruç katliamının yaşandığı 20 Temmuz 2015’ten sonra bir kez daha açıldı. Oysa Ankara Davası avukatlarının aktardığına göre bu süreçte yakalanamayan Yunus Durmaz hakkında daha önce de yakalama kararı çıkarılmıştı. 11 Kasım 2013 tarihinde İstanbul 16. Ceza Mahkemesi çıkarılan bu karar, Gaziantep Emniyeti ve Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yerine getirilmedi. Antep Şeyhi evine varana kadar biliniyordu.

Yine geçen hafta, 2 bombacıyı taşıyan katliamın önemli planlayıcılarından Halil İbrahim Durgun’un kullandığı araca eskortluk eden Yakup Sahin’in de Ankara’ya giderken bile teknik takipte olduğu anlaşıldı. 

Ankara Katliamı davası sanıklarından Suphi Alpfidan, IŞİD’in emlakçısı olarak biliniyordu. IŞİD’e ait araçlarda parmak izi vardı ancak buna rağmen denetimli olarak serbest bırakıldı. Alpfidan, Ankara katliamı ilk duruşmasında avukatların ısrarı sonucu tutuklandı. Karardan hemen sonra itirafçı olacağı sinyallerini verdi. Cezaevine gönderileceğini anlar anlamaz koruma istedi, mahkeme heyetinden bir talepte bulundu: “Diğer sanıkları dışarı çıkarın, size Antep Emniyeti’nde ne işler döndüğünü anlatayım.” Akıl almaz ifadelerdi, heyet üstünde durmadı. Alpfidan bir daha dinlenmedi.

O beyaz ayakkabıyı birileri mi koydu?
Ankara dosyasındaki yüzlerce şaibeli örnekten bazılarıdır. Ankara Katliamı davası avukatlarından İlke Işık tuhaf bir konunun daha altını çiziyor. Bu sert iddia 12 ve 13 Haziran tarihlerinde mahkeme heyeti önünde dile getirilip tartışılacak. Yargı ve emniyet Ankara katliamının çözüldüğü söylüyor! Çıkış notası beyaz bir spor ayakkabı. Kopuk bir bacakta bulunuyor. Şimdiye kadar bulunamayan ikinci ve Suriyeli olduğu iddia edilen bombacıya ait. Sözde o ayakkabıdan yola çıkılıyor ve kamera kayıtları geriye dönük izleniyor. Bu ayakkabı sayesinde ve görüntüler neticesinde diğer sanıklara ulaşılıyor.

Fakat bu çok kopuk bir hikaye. Bağın nasıl kurulduğu anlaşılamıyor.

Işık; “O ayakkabı, o işaret acaba biz olayı hemen çözdük algısını yaratmak için mi kondu?” diye soruyor.

Makul ve korkunç bir soru?
Kurmacalar değil, telefon kayıtları, boşlukların kapanmasını sağlayacak tanık ifadeleri ve evraklar lazım.

‘O makul ve korkunç soru’ üzerine bir başka soru daha koyalım:

“İzlediniz, dinlediniz, biliyordunuz ama yakalayamadınız. Peki Ankara katliamından hemen sonra tüm sanıkları nasıl elinizle koymuş gibi buldunuz?”

Türkiye önemli bir dönemeçte. Seçim yaklaşıyor. Bir yandan da savcı Ankara Katliamı ile ilgili mütalaasını verebilir. Dosya kapanacak ancak böyle kalmayacak. Çünkü bu Türkiye tarihinin kilit olaylarından biri.

Ankara’ya bakınca; acılı analara, eşlere, çocuklara, kardeşlere bakınca “Yargılanacaksınız” sözünün malum çevreleri neden bu kadar korkuttuğu biraz daha anlaşılır oluyor değil mi?

Bu dosya onlarca ‘suç dosyasının’ en önemlilerinden biri.

Evet… Katili tanıyoruz ve evrensel yargı ilkelerine güveniyoruz.

Erk Acarer / BİRGÜN

İki uluslararası sendikal hezimet - AZİZ ÇELİK

Türkiye geçen hafta sendikal haklar konusunda uluslararası alanda iki büyük hezimet yaşadı: ILO Yetki Tespit Komitesi, Memur-Sen’in  delege olarak atanmasının ILO Anayasası’na aykırı olduğuna karar verdi. ITUC’un raporunda ise Türkiye en kötü 10 ülke arasında yer aldı.

Türkiye haziran ayının ilk haftasında sendikal haklar konusunda uluslararası alanda iki büyük hezimetle yüz yüze kaldı. Bunlardan ilki Memur-Sen’in ILO delegesi olarak atanmasının ILO kurallarına uygun olmadığı yönündeki ILO Yetki Tespit Komitesi kararı, diğeri ise Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) tarafından yayımlanan Küresel Sendikal Hak İhlalleri Raporu’nda Türkiye’nin en kötü 10 ülke arasında yer almasıydı.


Bilindiği gibi Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Jülide Sarıeroğlu, 28 Mayıs-8 Haziran 2018 tarihlerinde Cenevre’de toplanan, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) en yüksek organı olan 107. Uluslararası Çalışma Konferansı’na Türkiye işçi delegesi olarak Memur-Sen’in katılmasına Türk-İş, Hak-İş, DİSK, KESK ve Kamu-Sen’e danışmadan tek başına karar verdi. ILO normlarının açıkça ihlali olan bu karara diğer sendikal konfederasyonların itirazı üzerine yapılan toplantıda da Çalışma Bakanı itirazları dikkate almadı ve keyfi tutumunu sürdürdü. 

Bu tutumun temel nedeninin Türkiye’deki sendikal hak ihlallerinin işçi delegesi tarafından dile getirilmesinin engellenmesi olduğu biliniyor. Çalışma Bakanlığı, ILO normlarına aykırı olarak Memur-Sen’i işçi delegesi olarak ILO’ya gönderip Türkiye’de çalışma hayatına ilişkin gerçeklerin dile getirilmesini engellemek istedi. Ancak bu senaryo ters tepti.

ILO: Memur-Sen’in delegeliği hukuka aykırı
ILO Anayasası’na göre işçi delegesinin ilgili sendikal örgütlerle uzlaşarak saptanmasını ve en çok temsile haiz örgütün işçi delegesi olmasını öngörüyor. Nitekim Memur-Sen’in delegeliğine itiraz eden sendikal örgütlerin üye sayısı Memur-Sen’in çok üstünde bir temsil gücüne sahip. 7 Mayıs 2018’de yazdığım “Çalışma Bakanlığı, ILO Anayasası’nı bilmiyor mu” başlıklı yazımda Bakanlığın bu hukuksuz tutumuna karşı ILO Yetki Tespit (Delege) Komitesi’ne itiraz edileceğini ve Memur-Sen’in delegeliğinin ILO normlarına aykırı bulunacağını yazmıştım. Nitekim yazdığım gibi oldu. ILO, Memur-Sen’in işçi delegesi olarak atanmasını ILO Anayasası’na aykırı buldu. 

Türk-İş, DİSK, Hak-İş ve KESK, ILO Genel Müdürüne bir yazı yazarak Memur-Sen’in işçi delegesi atanmasını protesto etmişti. Ayrıca 107. Konferans sırasında bu örgütlerin üye olduğu ITUC, ILO Yetki Tespit Komitesi’ne (Credential Committee) başvurarak itiraz etti ve Memur-Sen’in işçi delegesi olmasının ILO Anayasası’na aykırı olduğunu, Memur-Sen’in bağımsız bir sendikal örgüt olmadığını bildirdi. Komite’nin 8 Haziran 2018’de verdiği karar, hükümet ve Çalışma Bakanlığı’na adeta ders niteliğinde. Komite, Memur-Sen’in diğer sendikal örgütlerle anlaşmadan hükümet tarafından tek taraflı olarak atandığını tespit etti ve bunun ILO Anayasası’na aykırı olduğunun altını çizdi. 

Memur-Sen’in gerçek ve bağımsız bir sendika olmadığına dönük değerlendirmeleri not eden ILO -bu konuda henüz somut deliller sunulmamış olsa bile- Türkiye’deki durumun farkında olduğunun altını çizdi. Böylece Memur-Sen’in bağımsız bir sendikal örgüt olmadığına dönük tespit ILO kayıtlarına geçmiş oldu. İşçi delegesinin tek taraflı olarak belirlenemeyeceğini vurgulayan ILO, gelecek yıl Türkiye’den gelecek temsilcinin hükümet dayatmasıyla tek taraflı belirlenemeyeceği uyarısında bulunarak ILO Anayasası’na uygun şekilde belirleme yapılmasını istedi. 

Böylece inatla ve keyfi biçimde yürütülen operasyon ILO duvarına toslamış oldu. Çalışma Bakanı Sarıeroğlu, hukukla ve uluslararası normlarla inatlaşarak Türkiye’nin uluslararası alanda zaten parlak olmayan sendikal siciline bir eksi puan daha yazdırmış oldu. 

ITUC: Türkiye işçi hakları açısından en kötü 10 ülke arasında
Türkiye’nin geçen hafta yaşadığı ikinci sendikal hezimet ise Küresel Sendikal Hak İhlalleri Raporu oldu. ITUC her yıl ILO konferansı sırasında küresel sendikal hak ihlalleri raporunu açıklıyor. Özellikle sendikalaşma, toplu sözleşme ve grev haklarının kullanımına ilişkin yasal ve fiili engelleri saptayan ITUC raporunda ülkeler 5+ kategoriye ayrılıyor.

1-Nadir hak ihlalleri: Bu kategoride bu yıl aralarında İrlanda ve Danimarka’nın olduğu 13 ülke yer alıyor.
2-Tekrar eden hak ihlalleri: Bu kategoride aralarında Fransa ve Estonya’nın da olduğu 23 ülke var.
3-Düzenli (sık) hak ihlalleri: İspanya ve Makedonya’nın da aralarında olduğu 26 ülke bu yıl bu kategoride yer alıyor.
4-Sistematik hak ihlalleri: Haiti ve Kenya’nın da aralarında olduğu 38 ülke.
5-Hakların güvence altında olmadığı ülkeler: Türkiye, Honduras ve Nijerya’nın da aralarında olduğu 32 ülke bu yıl en kötü kategoride yer alıyor.
5+-Hukuk devletinin yok edilmesi nedeniyle, sendikal hakların herhangi bir garantisi yok. Bu kategoride Burundi, Filistin, Suriye ve Yemen yer alıyor.


ITUC raporuna göre, 2018’de işçi hakları açısından dünyanın en kötü 10 ülkesi şunlar: Cezayir, Bangladeş, Kamboçya, Kolombiya, Mısır, Guatemala, Kazakistan, Filipinler, Suudi Arabistan ve Türkiye. Türkiye’nin küresel işçi hakları açısından sık sık 10 en kötü ülke arasında yer alması, ülkemiz çalışma yaşamının gerçek tablosunu ortaya koyuyor. Mızrak çuvala sığmıyor.

Aziz Çelik / BİRGÜN

Sporda yerli-milli kandırmacası - ARİF KIZILYALIN

AKP, sporu da “dışa bağımlı” yaptı. Birçok branşın kendi altyapılarını hiçe sayan iktidar, futbol, atletizm, yüzme ve hatta eskrimde umudunu yurtdışından gelen sporculara bağladı. Kros milli takımının tamamı Afrikalılardan kuruldu.

Samanı Bulgaristan’dan, eti Urugay’dan, mercimeği Kanada’dan, buğdayı Rusya’dan, soğanı İran’dan ‘ithal eden’16 yıllık AKP iktidarı, sporu da ‘dışa bağımlı’ hale getirdi. Futbol başta olmak üzere birçok branşta kendi altyapılarını hiçe sayan AKP iktidarı,Atletizm , masa tenisi, yüzme ve hatta eskrimde umudunu ithal şampiyonlara bağladı. Özellikle futbol altyapıları 2010 yılı sonrası tamamen çökerken, ‘geleceğin (A) Milli Takımı’ diye adlandırılan ekibin neredeyse yarısı Almanya, Avusturya ve Fransa’da yetişen isimlerden oluşuyor.


Atletizm tamamen çöktü!
AKP iktidarına kadar atletizmde en azından orta ve uzun mesafelerde Veli Ballı, Ahmet Altun, Mehmet Yurdadön, Mehmet Terzi, Zeki Öztürk, Haydar Doğan, Necdet Ayaz gibi isimler çıkarıp uluslararası alanda başarı elde eden Türkiye, son dönemde tüm yatırımını Afrika, Latin Amerika ve Türki Cumhuriyetlere yaptı. Kısa mesafelerde Küba, Jamaika, orta ve uzun mesafede de Afrika pazarına yönlenen Türkiye, Azeri atlet Ramil’i de bünyesine katıp Avrupa ve Dünya Şampiyonası’nda elde edilen tüm madalyalara bu isimlerle ulaştı. Yine Dünya Kros Şampiyonası’nda kürsüye çıkan Türkiye Kros Milli Takımı; Aras, Meryem, Ali ve Yasemin’den kuruluydu. Ancak bu 4 atletin doğumlarındaki isimleri; Kibitok, Maiyo, Stanley ve Vivian’dı. Haber ajansları, 2017’deki bu başarıyı, ‘Yeni Türklerin zaferi’ olarak duyurmuştu. Yine kısa mesafede müthiş işler yapan Ramil’in Azeri, Escobar’ın Küba, Jack Ali’nin de Jamaikalı olduğu gözlerden kaçmadı. İşin kötüsü bu isimlerin büyük bölümü başarı için dopinge sarıldı, Türkiye’nin adı kara listeye geçti. Doping yapmayanlar ise Türkiye’de kazandıkları paraları, kendi ülkelerinde yatırıma çevirdiler.

Yüzmeye Osmanlı devşirmesi!
Yüzmede Derya Büyükuncu’dan sonra olimpiyat finali yüzecek isim yetiştirmekte zorlanan Türkiye, TOHM projesi devam etsin diye Ukrayna’dan Viktroia Zeynep’i ithal etti. Dönemin Yüzme Federasyonu; gelen tepkileri, “Eski Osmanlı toprağından soydaşımızı getirdik” diye kendisini savunmuştu. Ancak Zeynep, istenen başarıyı getiremedi.

Masa tenisi ağlıyor!
AKP iktidarı öncesi Oktay Çimen gibi önemli isimlerle uluslararası arenada söz sahibi olan Türkiye, ne yazık ki son yıllarda Melek Hu, Cem Zeng, Ali Li, Bora Vang, Şirin H. ile ayakta durabiliyor.

İşte o sporcular
FUTBOL - Kaan Ayhan: (Schalke altyapı), Ömer Toprak (Ravensburg altyapı), Tarkan Serbest (Austria Wien altyapı), Hakan Çalhanoğlu (Waldhof Mannheim altyapı), Yunus Mallı (Sportfreunde Fasanenhof altyapı), Emre Mor (Danimarka Bronshoj Boldklub altyapı), Nuri Şahin (Meinerzhagen altyapı), Tolga Ciğerci (Phiesewarden altyapı), Kenan Karaman (MTV Stuttgart altyapı), Cenk Tosun (SV Frankfurt).

ATLETİZM - Ramil Guliyev (1990 Bakû doğumlu. Azerbacan formasıyla Avrupa şampiyonluğu kazandı. Avrupa Atletizminde Yılın Yükselen Yıldızı Ödülü’nde 2. oldu. 2011’de Türk vatandaşlığına geçti. Londra’da düzenlenen 2017 Dünya Şampiyonası’nda 200 metrede 20.09’la birinci olup Türkiye’ye bu mesafedeki ilk altın madalyayısını getirdi.
Polat Kemboi Arıkan: Kenya doğumlu olan Arıkan, 2011’de TC vatandaşı oldu. 2012 ve 2014 Avrupa Atletizm şampiyonalarında 10 bin metrede altın madalya kazandı.
Elvan Abeylegesse: 1982 Etiyopya doğumlu Elvan’ın gerçek ismi Hewan Abeye. 2004 Olimpiyatları’nda Türkiye adına yarışmaya başladı. Birçok altın madalya aldı. İsmi doping skandalına karıştı.
Tarık Langat Akdağ: Doğma büyüme Kenyalı olan Akdağ, 2011’de TC vatandaşı yapıldı. 2012’de engelli koşuda gümüş madalya kazandı.
Mert Girmalegesse: Bir dönem Selim Bayrak ismini de kullanmış olan Mert’in gerçek adı Shimelis Girma Legese... Etiyopya’dan yetişen bir uzun mesafe koşucusu.
Jak Ali Harvey: Asıl adı Jacques Harvey olan Jamaikalı sprinter Harvey, Türkiye’ye gelen atletler kervanına katılanlardan... İlham Tanui Özbilen: Asıl ismi William Biwott Tanui olan Kenyalı orta mesafe koşucusu, 2010’da vatandaşlık aldı.
Axel Luxa: Slovenya doğumlu 19 yaşındaki uzun atlama sporcusu Luxa, milli takımlarda yer alıyor.
Ali Kaya: Asıl ismi Stanley Kiprotich Mukche olan Kenyalı uzun mesafe koşucusu, Amsterdam 2016 Avrupa Şampiyonası’nda 10 bin metrede gümüş madalya kazandı.
Yasmani Copello Escobar: İsmini değiştirmeyen Escobar, Kübalı. Amsterdam 2016 Avrupa Şampiyonası’nda Türkiye adına yarışıp 400 metre engellide altın madalya aldı.
Yasemin Can: 2015 ortalarına dek Kenya adına yarışan ve asıl ismi Vivian Jemutai olan Can, Amsterdam-2016 Avrupa Şampiyonası’nda Türkiye adına yarışarak 10 bin metrede altın madalya elde etti.
Karin Melis Mey: Aslen Güney Afrikalı olan Mey, 2008’in Haziran’ında vatandaşlık aldıktan sonra aynı yaz Pekin-2008 Olimpiyatları’nda Türkiye adına uzun atlamada yarıştı.
Meryem Erdoğan: Etiyopya asıllı Mariam Tanga, 2012’deki doping nedeniyle 2 yıl ceza aldı.
Mirela Dulgheru–Renda: Romanya doğumlu uzun atlama sporcusu Renda, 1999’da evlilik yoluyla vatandaşlık aldı ve milli sporcular arasına katıldı.

MASA TENİSİ - Melek Hu: Asıl adı Hou Mei Ling olan Çinli, TC vatandaşı olduktan sonra Ay - Yıldızlı formayı giydi. Cem Zeng: Asıl adı Zheng Changgong olan Cem, TC vatandaşı olduktan sonra Türkiye adına forma mücadele etti. Ahmet Li (Çin).

YÜZME - 2016 Rio Olimpiyat Oyunları’ndaki yabancı olup sonradan Türk vatandaşlığına geçen sporcularımız: Viktoria Zeynep Güneş (Ukrayna), Ekaterina Avramova (Bulgaristan)

BASKETBOL - 12 Dev Adam’da oynayan yabancı kökenli oyuncu: Bobby Dixon (Ali Muhammed (ABD’li). Kadın Milli Takımı: Lara Sanders (Almanya doğumlu, ABD’li), Q.Hollingsworth (ABD’li).

ESKRİM - Martino Minuto (İtalyan asıllı, sonradan Türk vatandaşı oldu), Szabolcs Böjte (Macar, sonradan Türk vatandaşı oldu).

Arif Kızılyalın / CUMHURİYET

Hindistan’ın Endonezya’daki limanı - Vijay Prashad / BİRGÜN

Çinli yetkililer, Sabang’daki bu yeni üssün Hint Okyanusu’na giren Çin gemileri üzerinde baskı kurmayı amaçladığını söylüyor. Çin, sadece ürünlerini Afrika ve Avrupa pazarlarına göndermek için değil aynı zamanda Ortadoğu ve Afrika’dan petrol ve diğer hammaddeleri taşımak için, bütünüyle Malakka Boğazı’na bel bağlamış durumda.



Geçen hafta, Hindistan Başbakanı Narendra Modi ve Endonezya Cumhurbaşkanı Joko Widodo, Cakarta’da buluştu. İki ülke Hindistan’ın, Açe’nin (Endonezya) kuzeyindeki Sabang adasında bir ekonomi bölgesi ve askeri üs inşa etmesi konusunda anlaştı. Buradaki ana unsur Sabang’ın Malakka boğazının ağzında olması ve bu boğazdan her yıl 3 trilyon dolarlık malın geçmesi. Dünyada deniz yoluyla yapılan ticaretin yarısı bu boğazdan geçiyor. Bu dar geçit, Doğu Asya ile Afrika ve Avrupa arasındaki ticaret için çok önemli. Çin, boğazın askerileştirilmesi konusunda gergin. Bu askeri üs, onun öfkesini daha da artıracak.


Bu durumun Çin için ne demek olduğunu bilen Hindistan ve Endonezya hükümetleri, limanda askeri üs olacağı bilgisini yalanladı. Ortak açıklamalarında, limanın özellikle ekonomik konular için kullanılacağı belirtildi. Hindistan İç İşleri Bakanlığı’ndan üst düzey bir yetkili bana limanın kullanımı konusundaki beklentinin Hindistan’ın korsan karşıtı mücadelesi için kullanılması olduğunu söyledi. Yetkili nihayet, limanın Hindistan ve Endonezya sahil güvenlik kuvvetlerinin eğitim ve gözlemleri için kullanılacağını belirtti.

Bu sularda, korsanlık artmaya devam ediyor. (2016-2017 arası yüzde 20 yükseldi.) Fakat gerçek rakamlar çok düşük. Singapur Boğazı’nda korsanlar sekiz gemiye çıkmaya çalıştı, Malakka Boğazı’nda ise sadece bir teşebbüs gerçekleşti. Bu gemi istilaları, aynı zamanda abartılmış durumda. Küçük sürat teknelerindeki korsanlar, büyük tankerlerin ve kargo gemilerinin yanına çekip, onlara biniyor ve çoğu olayda, görüldüklerinde gemiden iniyorlar. Gemiye el koyma olayı çok nadir yaşanıyor.

Hindistan ve Endonezya’nın bu anlaşmayı korsanlığı önlemek için imzalamış olması uzak ihtimal. Bu, Singapur ve ABD donanmalarının Malakka Boğazı’nda yaptığı ortak tatbikat için de belirttikleri neden. Fakat bu büyük tatbikatlar, korsan tehditinin boyutuyla orantısız. O halde bu üsler ve tatbikatların bu sularda ne işi var?

Çin’e baskı
Çinli yetkililer, Sabang’daki bu yeni üssün Hint Okyanusu’na giren Çin gemileri üzerinde baskı kurmayı amaçladığını söylüyor. Çin, sadece ürünlerini Afrika ve Avrupa pazarlarına göndermek için değil aynı zamanda Ortadoğu ve Afrika’dan petrol ve diğer hammaddeleri taşımak için, bütünüyle Malakka Boğazı’na bel bağlamış durumda. Çin uzun zamandır denizden gelen tehditlere karşı hassas. Korsanlardan gelen tehdit, ABD ve onun bölgedeki Singapur ve Hindistan gibi müttefiklerinden gelen tehdit kadar büyük değil.

Boğazların etrafını sarmak için Çin, Pakistan ve Myanmar’a kendi limanlarını inşa etmeye teşebbüs etti. Şu anda her ikisi de sorunlu. Aynı zamanda, Pakistan ve Myanmar; Gwadar (Pakistan) ve Kyaukpyu’ya (Myanmar) yapılan limanların finansmanını sorgulamaya başladı. Endişelerinin nedeni açık. Geçen yıl, Sri Lanka hükümeti, inşaat ödemelerini yapamadığı için Hambantota’daki limanını 99 yıllığına Çin’e verdi. Sri Lanka’nın güney kıyısında olan Hambantota limanında, Gwadar ve Myanmar’daki gibi, askeri varlık bulunmuyor. Hint Okyanusu’ndaki tek Çin askeri limanı Doraleh limanına yakın Cibuti’de.

Çinliler, Myanmar limanını Kyaukpyu’ya genişletti ve buradan Çin’deki Kunming şehrine kadar giden petrol ve gaz borusu döşedi.

Projenin maliyeti 9 milyar dolar. Myanmar’ın yaptırımlarla enkaza dönen ekonomisi, bu hatrı sayılır borçla baş edemedi. Borcun gayrisafi yurtiçi hasılaya oranı neredeyse yüzde 36. Toplam dış borç ise 9 milyar. Kyaukpyu limanının maliyeti Myanmar’ın borcunu ikiye katladı. Geçen hafta Myanmar hükümeti, maliyet nedeniyle limanın yarısını inşa edebileceklerini söyledi. Hükümet, borcunu ödememesi durumunda, Çin’in, Sri Lanka’da olduğu gibi, limanın sahibi olmasından korkuyor.

Bu arada, Mayıs ayında, Pakistan hükümeti, Gwadar Limanı’ndaki Çinli operatörlere uyguladığı vergi kolaylığını askıya aldı. Pakistanlılar ve Çinliler, 23 yıllık vergi muafiyetini nereden başlatacaklarını tartışıyor - 2007’den mi yoksa 2013’ten mi. Pakistanlılar ilkini, Çinliler ikincisini istiyor. Burada kalıcı bir kriz beklentisi yok, fakat, Pakistan ve Çin işbirliği üzerinde bir gerginlik var. Pakistan ve Myanmar’daki Çin gerginliği, Hindistan’ın, Mauritius Adası’ndan, Endonezya’daki Sabang Adası’na kadar güney Hint Okyanusu’nun iki ucunda, çabaladığı bir anda geldi.

Açık denizlerde gerginlik 
Geçen ay, üç Hindistan donanma gemisi, Vietnam donanmasıyla ortak tatbikat için Tien Sa Limanı’na gitti. Hindistan’a dönüş yolunda, Hintli gemiler, Çin savaş gemilerinin “güvenli bir mesafeden” peşlerine takıldığını iddia etti. Gemiler arasında bir iletişim olmadı. Çin iddiayı doğrulamıyor.

Barış bölgesi olması gereken Hint Okyanusu’nda, bunun gibi tehlikeli gerilimlerin tırmanması olası. Bu sularda savaş gemisi sayısının artmasıyla, kaza riski de artıyor. Eğer bu kalabalık sularda bu gemilerden biri diğerini vuracak olursa, Çin ve Hindistan arasında yeni bir savaş başlar. Bu, 1962’den daha kanlı olur.

İki taraf da savaşı istemiyor. İstedikleri birbirlerine göz dağı vermek için bu üsleri kullanmak. Çin deniz yollarının açık olmasını istiyor. Öte yandan, Hint Okyanusu (Diego Garcia Adası’nda) Hindistan ve Singapur’daki en büyük deniz üslerinden birine sahip olan ABD, bu gerginlikler karşısında istifini bozmamış görünüyor. ABD gemilerini, Diego Garcia’dan Güney Çin Denizi’ne doğru hareket ettirerek, Çin’in uluslararası geçitlerdeki sevkiyatını tehdit etmeye devam ediyor. Şimdi Hindistan gemileri de onlara katılacak. Burada niyet Çin’i karşılık vermesi için kışkırtmak. Oysa bir karşılık -askeri bir karşılık- felaket olur.

Vijay Prashad - Tarihçi
Çeviri: Ömür Şahin Keyif 
BİRGÜN