13 Haziran 2018 Çarşamba

Menbiç neden Almanya'da... - AHMET TAKAN

Her şey çaktırmadan çok hızlı gelişiyor... Aynı, 24 Haziran baskın seçim kararı alındığı gibi!..
"Menbiç mutabakatı"nı gündemden düşürecek, gölgeleyen "Kandil operasyonu" ile meşgulüz. İktidar sözcülerinin konuştuklarına bakılırsa, "Kandil operasyonu" aylar önce başladı. Ha, bir de seçim için kullanılmıyormuş!.. O zaman, neden seçim meydanlarında günlük tüketim propagandası oldu?..

10 yıldır Kandil'e sürekli yaptığımız hava harekatları sanki yeni başlamış, sanki dün başlamış gibi neden servis ediliyor?.. Kafamızdaki bir sürü soru işareti ile birlikte, "Kandil operasyonu, Fırat'ın doğusu ve Menbiç'te PKK/PYD/YPG yapılanmasını kabul anlamına gelecek bozgunu gündemden düşürmek için eş zamanlı olarak gündeme mi getirildi" diye şüpheye düşsek.. Haksız mı sayılırız?.. Daha sorulacak pek çok soruyu da yazının sonuna bırakalım...

Şeytan ayrıntılarda gizlidir!..
ABD Savunma Bakanı Mattis, Menbiç yol haritasıyla ilgili olarak Türk ve Amerikan askeri heyetlerinin Almanya'da (Stuttgart) bu hafta içinde görüşeceğini açıkladı. "Nereden çıktı bu Almanya" der misiniz?.. Stuttgart'ta ABD Avrupa Komutanlığı var. Dünya coğrafyasını muharip askeri komutanlıklara ayırmış olan ABD'nin Avrupa Komutanlığı'nın (USEUCOM) sorumluluk alanı Avrupa ülkeleri. Türkiye de buna dahil. İsrail de... Fakat, Suriye, Irak gibi bize tehditlerin oluştuğu bölgeler ABD Merkez Kuvvetleri Komutanlığı (CENTCOM) sorumluluk alanında. Yani Menbiç konusu da CENTCOM sorumluluk alanında. 2007'de ABD ile başlatılan PKK'ya karşı istihbarat paylaşımında TSK'nın muhatabı ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı ve Irak'taki Amerikan gücünün komutanları olmuştu. Hal böyleyken ABD'nin Menbiç görüşmelerini ABD Avrupa Komutanlığına havale etmesi neyin nesi?...


Stratejist Cahit Armağan Dilek'e sordum, "ipe un sermek" dedi. Dilek, ABD tezgahına şöyle açıklık getirdi;
"Muhtemelen CENTCOM'dan da Amerikalı temsilci gelecektir ama toplantının yürütülmesi sorumluluğu Avrupa Komutanlığında olacaktır. Türkiye'nin taleplerini not alıp CENTCOM'a aktaracaklardır. Bu arada ABD Avrupa Komutanlığı kendi sorumluluk alanındaki bazı konuları (Doğu Akdeniz, Kıbrıs, Yunanistan vs.) Suriye konusuyla ilişkilendirerek gündeme getirmeleri hiç de sürpriz olmayacaktır. İncirlik konusu, Türk-Rus ilişkilerine yönelik bazı talepler de görüşmelerin odağını dağıtmak maksadıyla gündeme getirilecektir. Bu da görüşmelerin sulandırılması anlamına gelecektir, kararlar bir sonraki toplantılara ötelenecektir. Nitekim Almanya toplantısıyla ilgili haberde, iki ülke dışişleri bakanlarının geçen hafta Menbiç'te iş birliği yapma konusunu görüştüğünü hatırlatan Mattis, 'ön cephede bu iş birliğine hazırız. Bu da birbirimizin nerede olduğunu bilmekle başlıyor' diyor. Yani, 'Almanya'da taraflar pozisyonunu açıklayacak, ona göre sonraki süreçte görüşmeler devam edecek' diyor. Bitmeyen toplantılar, ziyaretler, görüşmeler..."

                                                                           ***

Cahit Armağan Dilek, "Menbiç yol haritası" ile ilgili de çok önemli bir hatırlatma yapıyor;
"4 Haziran'daki Çavuşoğlu-Pompeo görüşmesinden sonra Amerikalı iki Dışişleri yetkilisinin Menbiç yol haritasına ilişkin açıklamaları vardı, ki bu açıklamalar Çavuşoğlu'nun açıklamalarını yalanlar içeriktedir. Türk medyasında gündeme gelmeyen bu açıklamalarda Menbiç yol haritası müzakereye açık, her iki tarafın tam mutabakatını gerektirecek, koşullara bağlı 'Geniş Siyasi Çerçeve' olarak tanımlanıyor. Yani, ABD 'tamam' demeden bir sonraki safhaya geçmek mümkün değil. Örneğin, Menbiç'ten ayrılacak YPG'lilerin Kandil/PKK ile bağlantısı olduğuna ABD tarafı da onay verirse süreç ilerleyecek ya da Menbiç'ten gönderilen YPG'li teröristlerin yerine Menbiç askeri veya sivil konseyine girecek kişiye de ABD tarafı onay verirse süreç işleyecek.

Diğer bir konu da Menbiç'te ortak devriye. Amerikalı iki Dışişleri yetkilisinin açıklamalarında buna yönelik bir ifade yok, belki Menbiç ile Fırat Kalkanı bölgesinde her iki tarafın kendi sahasında devriyesi olabileceği ima ediliyor. Nitekim Mattis'in Almanya'da yapılacak görüşmelere ilişkin açıklamasında öncelikli olarak sınırın iki tarafında devriyelere başlanacağını bildiriyor, 'sonra belki ortak devriye olabilir' diyor. Yani Çavuşoğlu'nun mutlaka olacak dedikleri şeyler Amerikalılar için belki, şartlar uygun olur da, ABD onay verirse gerçekleşecek... Menbiç yol haritasıyla ilgili konuşan Amerikalı Dışişleri yetkilileri bu yol haritasının Fırat'ın doğusuyla ilgili olmadığını da belirtiyorlar.

Aslında ABD Dışişleri yetkililerinin açıklamalarına bakılırsa şu anda Menbiç'te her şey yolunda, istikrarlı ve güvenli. Ve bunun bozulmasını istemiyorlar. Dolayısıyla Kandil/PKK bağlantısı nedeniyle ayrılması söz konusu olacak az sayıdaki YPG'li haricinde mevcut askeri ve sivil konsey yönetimlerini değiştirmeyeceğiz diyorlar. Bunun yol haritasının önemli bir unsuru olduğunu da ifade ediyorlar. Bu kapsamda Menbiç'te ortak devriyenin de söz konusu olmayacağını belirtiyorlar.

ABD Dışişleri İnternet Sitesinde yer alan bu açıklamalarda Dışişleri yetkililerinin adının verilmemesi, YETKİLİ BİR ve YETKİLİ İKİ diye numaralandırılması da ilginç değil mi? Sanki ABD tarafı Menbiç yol haritasını sahiplenmek istemiyor ve Türk tarafının açıklamalarını da teyit etmeyen bu açıklamaları yapan kişilerin adını açıklamayarak Türkiye'nin kişisel muhatap alıp suçlamasından kaçınmak istiyor."

İdlip'ten gelecek büyük bir göç dalgası ile tehdit edildiğimiz şu günlerde, Rusya'nın İran ile ittifakının bozulduğuna dair sinyaller geliyor!.. Menbiç'in altından neler tezgahlanıyor?.. ABD, Barzani, Bağdat yönetimi "Kandil operasyonu"na neden ses çıkartmıyor?.. ABD, İran'ı istikrarsızlaştırmak için PKK/PJAK'ı kullanır mı?.. "Bayrağı diktik" seçim yatırımı ve algı operasyonu ile Kandil eteklerine yerleştirilecek TSK, İran'a karşı ileri karakol olarak kullanılır mı?..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

12 Haziran 2018 Salı

Terbiyesiz de Niro! - ORHAN GÖKDEMİR

Ülkemizdeki en yaygın kahvehane muhabbetinin işlenmemiş cevheridir bor. Esası şudur: Borumuz vardır ama işleyememekteyizdir. İşleyebilsek malı götüreceğizdir. Neticede bordur bu, boru değildir!

Şunca yıldır gazeteciyim, borumuzu neden işleyemediğimizi öğrenebilmiş değilim yalnız. Elimizi tutan bir lobi var, artık ben de inanıyorum. Yoksulsak eğer, eziliyorsak, üzüm gibi sıkılıyorsak bor lobisi yüzünden!

Reis en uyanığımız olup büyük resimden gözünü ayırmadığından, bor lobisinin bu melun oyununu bozmak üzere her seçimden önce petrol arama talimatı veriyor. Onu da seçimden bir gün önce buluyoruz bulmasına ama seçim geçip gidince petrol lobisi çıkarmamıza engel oluyor. Borumuz da petrolümüz de toprak altında öyle kurbanlık koyun gibi boynu bükük bekliyor haliyle.
Dedim ya bor bu, milli cevherimiz, gören şutu çekiyor. Muharrem İnce de Kütahya'da girdi topa, "Siz bor madeninin üzerinde yaşıyorsunuz. Biz madenleri ne yazık ki işlemeden satıyoruz. Bu da ucuza gidiyor. Madenlerimizi mamul madde olarak satmamız lazım. Yani bordan füze yakıtı yapmamız lazım. Bordan ısıya dayanıklı cam yapmamız lazım. Bor olarak satarsan ucuza satarsın ama füze yakıtı olarak satarsan, ısıya dayanıklı cam olarak satarsan pahalıya satarsın" dedi. İnce’yi dinleyen Kütahyalılar, üzerinde yaşadıkları borun sıcaklığını bir kez daha hissedip rahatladı. “Orda bir bor var aşağılarda, kazmasak da, çıkarmasak da o bor bizim borumuzdur” dediler, içlerinden.

İnce'nin bu açıklamalarına borun anlamını en iyi bilmesi gereken Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak yanıt verdi. Şöyle dedi; "Geçen gün gördük, ana muhalefetin adayı diyor ki 'biz bordan cam üreteceğiz'. Yahu günaydın. Borcamı üretip, evlerde kullanalı 10 yıllar oldu, biz çoktan ürettik çoktan…" Haklı âdem. Üretmek ne kelime, kek yapımına bile geçtiler. Seçimden sonra açılacak kıraathanelerde “Borcam”da kek pişirilip seçmene bedava dağıtılacak.

Anlamayacak ne var? Borcam bordan, küllük külden, taht tahtadan… Bakanlar da olup bitenlere mel mel bakanlar arasından seçilmiyor mu ülkemizde?

                                                                   ***

AKP Cumhurbaşkanının, “Ders kitabı bulamazdık, teksir kâğıtlarıyla okuduk” dedi,  reisini bu sözlerini havuz sakinlerinden Güneş gazetesi, “Ders kitabı bulamazdık, tekstil kâğıtlarıyla okuduk” diye aktardı.

Teksir kâğıdı oluyor da tekstil kâğıdı niye olmasın? Hatta Ziya Paşa Terkîb-i Bend’inde şöyle der: Nush ile uslanmayanı etmeli teksir; tekstil ile uslanmayanın hakkı kuşe kâğıttır! Güneş gazetesi bu, ha tekstil, ha teksir. Ne fark eder, sonuçta kendisi de bir kâğıt değil mi?

                                                                   ***

Hepsi cahil değil bunların, okumuşları da var.  Misal, İbn Haldun Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Prof. Dr. İrfan Gündüz, derin bilgi birikimiyle cumhurbaşkanı adaylarını eleştirdi geçen gün. "Nasıl böyle boş boğaz adamların bizi yönetme kavgasında olduğunu görürüz" dedi önce. Sonra, lafın büyük reise de dokunacağını fark etti dehşetle. Düzeltti; "Tabi bunu hepsi için söylemiyorum, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan canımız ciğerimiz, her yönüyle mükemmel" dedi.

Şaşırmayın. Danıştay Üyesi Aysel Demirel, tivit hesabından, CHP'nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce'yi hedef alan bir paylaşımda bulundu. Demirel "Muharrem İnce zihniyetindekilerin yaşattıklarını unutmadık, unutmayacağız" dedi. Kendisi unutmuştu ama izleyicileri onun hala Danıştay üyesi olduğunu hatırlıyordu. Baktı olmayacak, söz konusu tiviti sildi. Yazan kadı, kime şikâyet edeceksin? 

E bu kadar okumuş, yetişmiş, kendini aşmış eleman olunca reise de taze bir güven geldi göklerden tabii. Kocaeli'nde konuşurken bıraktı frenleri, "Uzaya nasıl ulaşırız bunun çalışmalarını yapıyoruz" dedi. Zaten bor deyince “Borcam” anlayan damat Berat Albayrak önceden vermişti müjdeyi. "Cumhurbaşkanımız Ay'a kadar 4 şeritli yol yapacağım dese, Vallahi inanırız diyen partililer” vardı.

Vallahi bu birikim karşısında uzay yolu arayacak ne var? Geç Osmangazi Köprüsü’nü, dön sağa, uzay karşında! Biraz pahalı ama olacak o kadar!

                                                                  ***

“Her AKP’liye bir kıraathane, üzerine de üzümlü kek” tartışması bunların üzerine geldi, tek talihsizliği bu. Millet taktı keke tabii. İcraatın kıraat kısmı uçtu gitti. 

Hain bunlar tabii, zamanında ezanı da Türkçe okutmamışlar mıydı?

Özeleştiri yapayım; Bizde hiç cehalet yok mu? Var. Mesela pirinçle altını ayıramıyoruz. Reis koştu yetişti imdada. “Bizim altın klozetle ne işimiz var? Bunlar sarı pirinçle altını karıştırıyor. Bunlarda cehalet diz boyu. Bu altın değil mesela pirinç, ama onlar bunu anlamaz. Niye? Cehalet…” dedi. Vallahi haklı. Biz bildiğin plastik klozet üzerinde yapıyoruz hacetimizi!

Sonra koştu, İstanbul Valiliği‘nin düzenlediği iftar programında konuştu. "Biz bir numarayız. Amerika gerimizde, İngiltere falan çok daha gerimizde" dedi. Dinleyenler şevkle alkışladı. Bilal koştu; “Ülkemizin öyle bir lideri var ki Amerika'sı, Avrupa'sını dinlemiyor” diye onayladı. Diyen kim? Bilal… Ülkemizin dahi çocuğu.

                                                                  ***

Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Ahmet Eşref Fakıbaba, market zincirlerinde yarım kiloluk kıymanın 14,5, kuşbaşının ise 15,5 liraya satışının yapıldığını müjdeledi. "Emin olun pırıl pırıl etler. Gerçekten biz bunu 15 binin üzerinde noktada satışa sunmuşuz. Amaç hiçbir zaman esnaf ile rekabet etmek değil, dar gelirli vatandaşlarımıza şu aziz günde yardım etmek" dedi. O sırada Fakıbaba’nın dağıtım yapmadığı hain marketlerde etin kilosu 70 Türk Lirasıydı. Kimse “baba nerede bu market” diye sormaya cesaret edemedi. Malum, arkadaşın tepme, itme, tokatlama huyu var.

Çok açık değil mi? Marketlerin bu ihanetinin nedeni de boru çıkarmamamız. Çıkarsak boru, işlesek, al sana zamlanmayan et!

                                                                   ***

Kimseye tek laf etmeden, dokundurmadan, üzmeden buraya kadar getirdim yazıyı, fark etmişsinizdir. Sonrası biraz karışık yalnız.

Oyuncu Robert de Niro, canlı yayımlanan 72. Tony Ödülleri töreninde sahneye çıktı, ABD Başkanı Donald Trump'a ağız dolusu küfretti. "Tek bir şey söyleyeceğim. Artık 'Kahrolsun Trump değil, Trump'ı S…." dedi.


Vallahi ahmaklıktan, cehaletten boğuluyor olsak bile biz terbiyeliyiz. İçimizden geçse de bozmayız ağızımızı, söylemeyiz öyle ayıp şeyler. Daha terbiyeli söyleriz meramımızı. “Boş verin diktatörü, muktediri, yancısını, yolcusunu. Oylar bağımsız adaylara kardeşim” deriz! 

Hayır, biz terbiyeliyiz. Terbiyesiz olan de Niro!

Orhan Gökdemir / SOL

Millet kıraathaneleri: Bu kıraathane hangi kıraathane? - Ercan Çankaya (SOL KÜLTÜR)

Erdoğan’ın geçen hafta Hatay konuşmasındaki 'millet kıraathaneleri' açma vaadi kendi destekçilerinden çok muhaliflerinin dikkatini çekti. Ercan Çankaya, 'Kanımca hilkat garibesi ya da daha kibar bir deyişle yozlaşmış bir kıraathane projesi tanımlaması daha uygun' dediği kıraathanelerin tarihsel arka planını soL okurları için yazdı.


Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz perşembe günkü Hatay konuşmasındaki millet kıraathaneleri açma vaadi kendi destekçilerinden çok muhaliflerinin dikkatini çekti. Tüm gece boyunca sosyal medyada bu vaat konuşuldu ve alaya alındı. Kahvehane açma vaadinin bir cumhurbaşkanının ağzına yakışmadığını düşündüklerinden midir yoksa bu vaadin diğer cumhurbaşkanı adaylarının vaatleri yanında sönük kalmasından mıdır, bu vaat Erdoğan’ın muhaliflerinin çok ilgisini çekti.

Erdoğan, vaadini rakibi Muharrem İnce’ye bir uyarıda bulunarak açıkladı. Şunları söyledi: “Şimdi, bunu tabii Bay İnce yanlış anlayabilir. Millet kıraathanesi deyince, iskambil oyunlarının oynandığı yer anlayabilir. Bay Muharrem öyle değil. Burası tamamen kitaplarla dayalı döşeli kütüphane ve içeride keki, çayı, kahvesi olacak ve burada gençlerimiz, yaşlılarımız gelecek hem kitabını alıp okuyacak hem de oradan kekini, çayını, kahvesini alacak ücretsiz. Buralar adeta hayata ruh katacak.”

Kütüphanesi olan, insanların gidip kitap okuduğu kahvehane nostaljisi pek çoğumuza bir yerlerden tanıdık gelecektir. Ben de ilk olarak lisedeki bir öğretmenimden duymuştum. Hocamız, kıraathane kelimesinin okumaktan, yani kıraat etmekten geldiğini, eski kıraathanelerde kütüphaneler bulunduğunu, insanların burada kahve içip kitap okuyup entelektüel sohbetler ettiğini anlatmıştı. Fazla dikkatimi vermeden dinlediğim bu iddianın kaynağını sormamıştım hocaya, sorsaydım da kaynak verebilir miydi, emin değilim. Sonrasında bu eski kıraathaneler nostaljisinin toplumda, en azından taşra okuryazarları arasında oldukça yaygın olduğunu fark ettim.

Nostaljinin insanlar üzerinde iki tür etkisi olabilir. Nostalji duygusu, insanı nostalji duyduğu dönemi, toplumu, nesneyi entelektüel bir heyecanla araştırmaya itebilir. Aynı duygu, insanın içinde yaşadığı topluma yabancılaşmasına, geçmişte kalmış bir “altın çağ”a geri dönebilmek için farklı iddialarla ortaya çıkan milliyetçi ya da dinci aşırılıklara, gericiliklere angaje olmasına da neden olabilir. Hakkını verelim, Tayyip Erdoğan Türk toplumundaki Osmanlı nostaljisini kendi siyasi amaçları, adını koyarsak Birinci Cumhuriyet’i yıkma projesi için çok iyi kullandı.

Madem Tayyip Erdoğan, eski kahvehanelerden, kendi deyimiyle kıraathanelerden söz açıyor; seçim vaadi olarak bu eski kıraathaneleri canlandırmaktan bahsediyor; o halde bu yazıda biraz eski kahvehanelerden konuşalım. Kahve ve kahvehanenin Osmanlı toplumunda nasıl yaygınlaştığına, kıraathane-kahvehane ayrımının nasıl doğduğuna bakalım.

İSLAM TOPLUMLARINDA KAHVE İÇME ALIŞKANLIĞINI ORTAYA ÇIKMASI
Kahvehane en temel anlamıyla kahve içilen yerin adı olduğuna göre önce kahve içeceğinden başlayalım kahvehanelerin öyküsünü anlatmaya. Tam olarak ne zaman ortaya çıktığını bilmiyoruz kahve içme alışkanlığının, ama 15. yüzyıl ortalarına gelindiğinde İslam ülkelerinde kahve içme alışkanlığının çok yaygın olduğunu biliyoruz. İlk dönem Arap kronik yazarlarınca Etiyopya’ya kadar götürülür kökeni. Kahvenin ya da en azından kahve bitkisi meyvesinin tüketimi Etiyopya’da başlamıştır çünkü. Kahve, ilk olarak bazı sufi tarikatlar arasında gece zikirleri sırasında uyanık ve dinç kalmak için kullanılmaya başlanmıştır.[i]

İlk ayrıntılı yasaklama girişimi Mekke’de gündeme gelir. Daha sonra Kahire’de de kahveye karşı bir muhalefet oluşur. Başlangıç noktası El- Ezher’dir. Bu ilk yasaklama girişimlerinin çoğu başarıya ulaşmamıştır. Devletler, artık derinlere kök salmış kahve içme alışkanlığını ve kahvehaneleri yasaklatamamaktadır. Şarap gibi şeriatça apaçık yasak olan bir içkinin tüketiminin önüne geçmek bile birkaç yılda bir harekete geçmeyi gerektirirken, statüsüz bir içecek olan kahveyi yasaklamak çok daha zordur.[ii]

1511’deki, Mekke’deki yasaklama girişiminin sebepleri üç ana başlıkta toplanabilir. İlk sebep kahve içen kişilerin toplantılarda “münkirce davranma”larıdır. Karar veren fakihler, Memlüklerin Mekke’deki temsilcisi Hayır Beğ’den korkmaktadır. Hayır Beğ’i kaygıya düşürense gizli gece buluşmalarıdır. Daha ilk yasaklama girişiminde hedef kahvenin toplu olarak içilmesi, toplu olarak içilirken yapılan sohbetlerdir. Cezirî adlı bir kronik yazarına göre de münkirce işlenen suçlarla malul olmadığı sürece kahvenin bir kusuru yoktur. Ama dönemin kahvehanelerinde yaygınlaşmış olan etkinlikler göz yumulacak türden değildir.[iii] 

Bu göz yumulacak türden olmayan etkinliklerin neler olduğunu bilmesek de insanların geceleri bir araya gelmesinin ve yeni peyda olmuş bir içecek tüketerek sohbet etmelerinin otoriteleri rahatsız ettiğini söyleyebiliriz.

Bir diğer yasaklama sebebi de kahvenin melankoli ve miskinliğe sebep olduğu iddiasıdır. Bu iddiaya kuramsal açıklamalar da getirilmiştir. Arap tıp biliminin kuramsal temeli Yunanlardan, özellikle de Yunan hekim ve astronomi bilgini Galenos’dan gelir. Galenos’a göre insan vücudunda dört salgı vardır: Sarı öd, siyah öd, balgam ve kan. Çoğu insanda bu salgılardan birisi ağır basarak onun mizacını belirler. Denge fazla bozulduğunda ise hastalıklar ortaya çıkar. Teoriye göre kahve soğuk ve kuru bir maddedir. Siyah ödün ağır bastığı kişilerin içinde bulunduğu durumu ağırlaştırır. Sonucu melankoli ve miskinliktir.[iv]

OSMANLI İMPARATORLUĞU'NDA KAHVEHANELER
Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk kahvehane, 1554 yılında İstanbul’da açılır. Başta, I. Süleyman’ın doktoru Bedrettin Mahmut Kaysuni sakıncasız olduğu fetvasını vermişse de sonradan ulema tarafından haram bulunup yasaklanmıştır.[v] 

1648’te kahve içimi tekrar serbest bırakıldığında ise esnafla yeniçerinin simbiyoz ilişkisi kahvehanelere de yansır ve kahvehaneler çoğunlukla Yeniçeriler tarafından işletilmeye başlanır.[vi] 

II. Mahmut Yeniçerilerle giriştiği mücadelede, 1826’da, onların uğrak yerleri olan ve sayıları on beş bini aşan kahvehaneleri kapattırmıştır. Hatta İstanbul dışına çıkarak, Ege’de zeybek kahvehanelerinin kapatılması için ferman çıkarmıştır.[vii]

İlk kahvehanenin İstanbul’da açılması tesadüf değildir. Küçük mülkiyet sisteminin egemen olduğu köyde kahvehaneleri besleyecek nakit yoktur. Keza mahalle aralarında açılan kahvehaneler de aynı sebepten dolayı tutunamaz.[viii] 

Diğer taraftan Ralp S. Hattox’un kitabında küçük kahve dükkânlarından bahsedilir. Evliya Çelebi ve Lane gibi gezginlere göre bu mahalle kahvehaneleri Kahire’de çok yaygındır. Suriye ve Anadolu’da da bu tip kahvehaneler bulunmaktadır.[ix] 

İstanbul’da bu mahalle kahvehanelerinin ne kadar yaygın olduğunu bilmesek de kahvehanenin şehirli bir mekân olduğunu, Anadolu köylerine ise ancak 20. yüzyılda girdiğini rahatlıkla iddia edebiliriz.

19. yüzyılın ikinci yarısı İstanbul’da kahvehanelerin altın çağıdır. Kırım Savaşı’ndan sonra kahvehanelerin sayısı hızla artmış ve kahvehaneler kendi aralarında çeşitlenmiştir. Hemşeri kahvehanesi, semai, karagöz, meddah kahvehaneleri, esrar kahvehaneleri, meslek grubu, sabahçı, emekli kahvehaneleri bu dönemde ortaya çıkmıştır.[x]

Tanpınar, Beş Şehir kitabının İstanbul’u anlattığı bölümünde bu listeyi çeşitlendirir ve neredeyse her başlıkla ilgili ayrıntılar verir. Mesela, yukarıda yeniçerilerin işlettiği kahvehanelere değinmiştim. Yeniçeri Ocağı dağıtıldıktan sonra esnaf külhanbeyleri olarak bir yönüyle onların bıraktığı boşluğu dolduran tulumbacıların işlettiği ve vakit geçirdiği kahvehaneler çoğalmaya başlar İstanbul’da. Bu kahvehanelerde meddahlar hikâyelerini anlatır, saz şairleri şiir müsabakaları yapar, Karagöz oynatılır.[xi]

Sadece esrar içilen kahvehanelerden başka, muayyen, bir kısmının şimdi bizi şaşırtacağı türden meslek erbaplarının toplandığı kahvehaneler vardır. Ufak bir para karşılığı yalancı şahitlik yapan insanların toplandığı kahvehaneler bunlara güzel bir örnektir.[xii]

Kahvehane sahiplerinin rekabet yüzünden kavga ettiği de olur. Bu kavgalardan bir tanesi bir halk şiirine konu olmuştur.
Dün gice iki kırâathaneci
Birbiriyle eylemişler arbede
Vak’ayı seyredenler dediler
Arif’i yıktı Bekir bir darbede. [xiii]

Çayhaneler başka türden bir zevki örneklendirmektedir. Bilhassa Şehzadebaşı’nda toplanmışlardır. Burada çay içmeyi özel bir zevk haline getiren insanlar toplanmaktadır. Burada toplanan İstanbullu erkekler, bilhassa Ramazan geceleri gezintiye çıkan semt kadınlarını, tıpkı Madrid ya da Sevilla kahvehanelerinde olduğu gibi, fakat cam arkasından seyretmektedir.[xiv]

Ahmet Rasim ise Şehir Mektupları’nda sahil kenarlarında, hem bira hem kahve içilebilen, önlerinde yadigârların, yani fahişelerin dolaştığı kahvehanelerden bahseder ve ona göre bu kahvehaneler sahil meraklılarının keyfini kaçırmaktadır.[xv]

Kahvehanelerin 19. yüzyıldaki bu hızlı yaygınlaşması Osmanlı bürokrasisinin dikkatini çekmiş ve kahvehaneleri kontrol etmeye, dönüştürmeye çalışmışlardır. Kıraathane kavramı bu dönemde ortaya çıkmıştır. 1864’te Cemiyet’i İlmiye-i Osmaniye İstanbul’da seçkinlerin toplanıp kitap ve gazete okuyabilecekleri, birbirleriyle sohbet edebilecekleri bir kıraathane açmıştır.[xvi] Bu kıraathaneler yaygınlaşmış olacak ki 1870’lerde bazı vilayetlere kıraathane müdürleri atanmıştır.[xvii] 

Kısacası kıraathane bir projedir. Kahvehaneleri dönüştürmek, olası “tehlikelerini” en baştan bertaraf etmek için kurgulanmıştır. Seçkinler için ideal buluşma mekânları olarak kıraathanelerin açılması ve bu kıraathanelerin alt sınıfların rağbet ettiği kahvehanelere rol model oluşturması düşünülmüştür. Bu planın ne kadar başarılı olduğu tartışmalıdır. Zira kıraathaneler açıldıktan sonra da dönemin seçkinlerinin, mesela ulemanın önemli bir kısmı kahvehanelerde bulunmaktan çekinmemiştir. Bunlar arasında cami görevlilerinden yüksek din eğitimi görmüşlere kadar farklı türden insan vardır.[xviii]

KAHVEHANELERDE MİZAH
İstanbul’un imparatorluğun başkenti olarak en önemli özelliği, kent sakinlerinin vergi ödememeleri, askerlikten muaf tutulmalarıydı. Bu yüzden kent aşırı göç almakta, işsiz ve yoksulların akınına uğramaktaydı. Bu aşırı birikme yoksulluk ve işsizlikle de birleşince kentte suç oranı artmakta, belirli aralıklarla işsiz ve yoksullar toplanarak kent dışına sürülmekteydi. Bu durumdan doğan kargaşa ve farklı dinsel ve etnik grupların karşılaşması mizaha önemli bir malzeme sunmaktaydı. Bolulu aşçı, Kayserili pastırmacı; kayıkçı, gemici, ağzı kalabalık Trabzonlu Laz bu ortamda oluşan tiplemelerden bazılarıdır.[xix]

Hem Hacivat ve Karagöz hem de ortaoyunu keskin bir ikilik üzerine kurulmuştur. Bir tarafta sokağın basit ve cahil adamını yakalar yakalamaz bir yığın ağdalı sözle tarumar eden Hacivat, diğer tarafta patavatsız, saf, cahil, neşeli, kavgacı, başıbozuk Karagöz. Oyunlar hep ikincinin zaferiyle sonuçlanır. İkincinin zaferiyle sonuçlanır, çünkü oyunların mekânı bu saf, cahil, neşeli, kavgacı insanların toplandığı kahvehanelerdir. Kahvehaneler, alt sınıf için herkesin birbirini tanıdığı, dışarıdan gelenin hemen ayırt edildiği ayrıcalıklı mekânlardır. Her katılana belirli bir anonimlik ve gizlenme olanağı sağlar. Böylece eşitler arasında her konu teşhis ve ihbar edilme riski taşımadan tartışabilir.

Oyunların kahvehanelerde oynanmasının pratik nedenlerine de bakmakta yarar var. Esasen iki pratik neden var. Birincisi oyunlar, oyun sonucunda seyirciden toplanan paralarla döndüğü için kahvehane sahibini maddi bir külfete sokmaz. İkincisi de oyunlar müzisyenler, rakkase ve hokkabazların gösterilerine kıyasla kahvehanelerin fiziksel büyüklüğüne daha uygundur.[xx] 

Bu yüzden de kahvehaneler, Hacivat ve Karagöz’ün ve ortaoyunun doğal sahnesi olmuşlardır.

Gramsci’ye göre folklor bir hayat ve dünya görüşüdür ve böyle çalışılmalıdır. Ona göre sıradan insanlar ya da halk rafine, sistematik ve politik olarak organize edilmiş fikirlere sahip değildir. Çok parçalı ve bütünlüksüzdür görüşleri… Hem egemen sınıfın ideolojisinden izler taşır hem de geleneklerin de etkisiyle dayanışmacı, iktidara muhalif fikirlerin nüvelerini barındırır.[xxi] 

Kısacası toplumda halktaki bu muhalif eğilimleri bir yöne kanalize edecek bir siyasi hareket yoksa bu muhalefet nüveleri sönümlenmeye mahkûmdur. Yine de ara ara hâkim sınıfların gazabına uğramaktan kurtulamazlar.

İstanbul’da kahvehanelerin 19. yüzyılda yaygınlaştığından, alt gruplara ayrıldığından bahsettik. Dolayısıyla oyunlar da kahvehanelerle birlikte yaygınlaşır. Oyunlara getirilen her eleştiri zaman içinde kahvehanelere, kahvehanelere getirilen her eleştiri de oyunlara getirilmeye başlanır. Oyunlar iki yönden eleştiri alır. Birincisi toplumsal ve siyasal yergicilikleri, ikincisiyse müstehcenlikleridir. Fakat bütün Karagöz ve ortaoyunu metinleri incelendiğinde, bu özellikleri taşıyan metinlerin sayısının bir elin parmaklarını geçmediği görülür. Bunun sebebi iddiaların yalan olması değildir. Oyunların duruma, ortama, oynayanların kabiliyetine göre değişkenlik göstermesi, belli bir metne bağlı olmamasıdır.[xxii]

Oyunların en çok tartışıldığı, eleştirisinin en yoğun olduğu 19. yüzyıl, aynı zamanda oyunların yazıya geçirildiği yüzyıldır. Yazılı versiyonlarda yergi ve müstehcenlik unsurunun kaybolmasının nedeni biraz da aktarıcıların meslek onurlarını korumak için otosansürlü davranmalarında aranmalıdır. Oyunlar hakkında resmi yargıları pekiştiren eleştiriler, her oyunda Karagöz veya Kavuklu’dan dayak yiyen üst sınıflardan gelir. Namık Kemal için oyunlar “cahillerin ahlakını bozmaktan başka hiçbir şeye hizmet etmez.” Ahmet Rasim içinse “ahlaksızlık mektebidir.”[xxiii] 

Ahmet Rasim, Karagöz oynatılan bir kahvehaneyi anlattığı bir diğer şehir mektubunda kahvehanede kendisini mahalle mektebine düşmüş gibi hissetmiştir. Oyun zaten geç başlamıştır, herkes neye güldüğünü bilmeden gülmektedir, Hacivat ve Karagöz’ün lakırdıları ise pek tatsız tutsuz şeylerdir.[xxiv] 

Ahmet Rasim’e tatsız tuzsuz gelen şeylerin İstanbul halkının en büyük eğlencelerinden biri olduğu ve oldukça rağbet gördüğü kesindir.

Oyunların otoritelerin en çok nefretini çeken özelliği herhangi bir metne bağlı olmadan oynanmaları, mekâna, oynayanın maharetine, seyirciye göre şekillenmeleridir. Mekân kahvehane, seyirci ise kahvehaneyi dolduran alt sınıf insanlardır. Yeniçeriliğin kaldırıldığı, imparatorluğun merkezileşme yönünde reformlar yaptığı bir yüzyılda oyunların yazıya geçirilmeye başlanması anlamlıdır. Oyunların yazıya geçirildikleri dönem aynı zamanda devletin kontrolüne girmeye başlayıp işlevlerini yitirmeye başladıkları dönemdir. 20. yüzyılda oyunlar artık müfredata girmiştir. Devletin istediği gibi anlatılmaktadır.

KAHVEHANELER VE HAVADİS JURNALLERİ
Kahvehanelerin yaygınlaştığı 19. yüzyıl aynı zamanda devlet aygıtı ve bürokrasinin büyüdüğü ve 1838’de İngilizlerle ve takip eden yıllarda Avrupa’nın diğer büyük güçleriyle yaptığı ikili anlaşmalarla dünya kapitalist sisteminin bir parçası haline geldiği yüzyıldır. Modernleşen devlet, tebaası hakkında bilgi sahibi olmak, oluşmakta olan kamuoyunu şekillendirmek istemektedir. Bu yüzyılda bir bilgi toplama yöntemi olarak halkın arasına hafiyeler sokmak ve onlar aracılığıyla jurnal toplamak yöntemi ortaya çıkmıştır. Jurnaller çoğunlukla kahvehanelerde konuşlanan hafiyeler tarafından toplanmışlardır. 1840’lı yıllarda, Abdülmecit döneminde tutulan jurnaller, II. Abdülhamit döneminde olduğu gibi cezalandırma amacıyla tutulmaz. Jurnallerde halkın halet-i ruhiyesinin anlaşılması amacı güdülmektedir. Hafiyeler pasif dinleyiciler ve aktarıcılar değil, sorularıyla sohbeti açan, yönlendiren, kendi sözlerini de kayda geçiren müdahil konumundadır. Yapılmak istenen aslında bir nevi kamuoyu araştırmasıdır. Her söz, yalnızca sözü söyleyeni temsil eden tekillikle alınır. Semt, kahvehanenin sahibi, konuşan, aktaran hafiye herkesin ismi, yeri bellidir.[xxv]

Benzer hafiye raporları üzerine çalışan Avrupa tarihçilerinin de vurguladığı üzere erken modern dönemin mutlakiyetçi rejimlerine ait ikilemlerden biri hem halkın siyasi konular hakkındaki görüşlerini öğrenme arzusu hem de bu siyasi konuların ifade edilmesini sınırlama çabasıdır.[xxvi] Kahvehaneler ve buradan toplanan havadis jurnalleri de tıpkı mali ve siyasi alanlarda gerçekleştirilen sayım, kayıt gibi uygulamalar türünden toplumu okunabilir kılma çabasının bir sonucudur. Yani modern bir çabadır. Osmanlı toplumu özelinde en önemli toplanma ve siyasi söylem oluşturma mekânlarından biri kahvehanelerdir. O yüzden de kahvehaneler hafiyelerin uğrak yerleri olmuştur.
Yukarıda bahsedilen nedenlerden dolayı İstanbul’a yapılan göçler, devlete hâkim olan bürokratların gözünde toplumsal hiyerarşinin bozulması anlamına gelmektedir. 16. yüzyılın ikinci yarısı ve 17. yüzyıldan itibaren kılık kıyafet düzenlemelerinin sıklıkla gündeme gelmeye başlaması bu hiyerarşiyi tekrar kurma çabalarının bir sonucudur. Bu bağlamda kahvehaneler de farklı sınıflar ve katmanlardan insanları bir araya getirerek toplumsal normları bozan mekânlar olarak tasvir edilmiştir.[xxvii] 

Birçok arşiv belgesi, Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyıldan önce, özellikle de toplumsal kriz anlarında devlet sohbetlerini tespit etmek için kahvehanelerin ihtiyatla gözetlendiğine ve sohbetleri yapanların cezalandırıldığına işaret etmektedir. 19. yüzyılın özelliği, bu yüzyıldan önce münferit, süreksiz ve düzensiz bir nitelik taşıyan hafiyelik faaliyetinin, bu yüzyıldan itibaren en azından İstanbul için sürekli hale gelmesidir.[xxviii] 

II. Abdülhamit döneminde ise zirveye ulaşmış ve imparatorluğun tüm bölgelerine yayılmıştır.

Bu noktada Abdülmecit döneminde 1840-1844 yılları arasında toplanmış havadis jurnallerinden birkaç örnek vermek anlamlı olacaktır. 1839’da ilan edilen Gülhane Hattı Hümayunu ile gelen yeni vergiler, Mehmet Ali Paşa ve Girit’teki olaylar, Avrupa’nın imparatorluk üzerinde gittikçe artan nüfuzu halkın imgesel düzeyde kurtuluş çareleri üretmelerine neden olmuştur. Kurtarıcı Mehdi inancı da bunlardan biridir. Jurnale göre sohbet eden kahvehane sakinlerinden biri şöyle söyler: “Zira bu şimdiki olan tertibatlar ya’ni İslam’ın inkiraz suretidir, işde böyle böyle İslam azalur. Ol vakit kafirler başlar cenksiz beher taraftan zapt etmeğe. Ol vakit sahib-i evvel olan Hakk Teala hazretleri yine hazret-i İsa’yı dünyaya getürüb mağribden maşrıka kadar gelince bir kefere bırakmayub seyfden [kılıçtan] geçirecektir.”[xxix]

Mehmet Ali Paşa meselesi de halkın sabrını taşırmaktadır. Konuşması jurnallere girmiş İstanbullulardan biri şöyle der mesela: “İki câmi arasında kalmış bî- namâza döndük, bir ayak evvel ne olacak ise olaydı bizim de kulağımız emîn olaydı.”[xxx] 

Yani kimin kazandığının bir an önce belli olmasını, hayatlarının artık bir düzene girmesini istemektedir.

19. yüzyılda Avrupa’nın pek çok bölgesinde olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda da idam cezalarının azalmış olması, kahvehane halkı tarafından Tanzimat’la gelen yeni ceza kanununa bağlanmıştır. Kahvehane sakinlerinden Kasımpaşalı Abdurrahman da şikâyetçidir bu durumdan: “Bundan sonra ben de bir şey edeceğim bakalım nasıl olur. Ben de bir reâyâ ile gavga edüb öldüreceğim, bana sorarlar ise Tânzimât-ı Hayriyye’de ölüm yoktur anınçün yaptım diyeceğim.”[xxxi]

Cemaatler, yani farklı etnik gruplar arası ilişkiler de önemli bir tartışma başlığıdır kahvehanelerde. Yakın dönemde Yunan devletinin bağımsızlık kazandığı, Balkanlarda ayrılıkçı hareketlerin yükseldiği, ayrılıkçı hareketlere Avrupalı devletlerden açık veya örtülü bir destek geldiği dönemde Tanzimat’ın gayrimüslim ve Müslüman tebaayı eşit ilan eden maddeleri Müslüman tebaa arasında endişeyle karşılanmıştır. Yedikule’de bir kahvehanede Hüseyin ve Ahmet’in sohbetleri bu hissiyatı şöyle özetler: (Reâyâ kelimesi burada gayrimüslim tebaaya karşılık olarak kullanılıyor.) “Reâyâlar her bir taraftan ayaklanmış, evvelki reâyâ ne mümkün kapudan dışarı çıksun. Reâyâda kâbahat yok, bütün kâbahat bizdedir. Tânzîmat-ı Hayriyye icâd olalı zâbitandan dahi korku kalkdı, nihâyeti böyle olur.”[xxxii] 

Samatya’da İsmail Ağa’nın kahvehanesinde eşitlik mevzuu farklı bir yönüyle ele alınır: “bu reâyâlar evveli kürk giymezler idi, bazen giyerler ise de sokağa çıkmazlar idi. Şimdiki taksîmde kürk reâyâlara aba bizlere düşmüş. Bir taksîm daha olur ise bizlere bakalım ne düşer.”[xxxiii]

Kahvehaneler, yine bildiğimiz kahvehaneler. Bazen yönetici sınıfların kendi aralarındaki tepişmelerden sıkılıyorlar, kim kazanacaksa kazansın da biz de işimize bakalım türünden haklı sayılabilecek tepkiler veriyorlar. Bazen ilahi kurtarıcılara sığınıyorlar. Bazense şimdiki milliyetçiliğin nüvesi sayılabilecek tepkiler veriyorlar. Yönetici sınıflar ise bu tepkilerin bir patlamaya dönüşme ihtimalinin olup olmadığını ya da şunların tepişmesi bitse de kendi işimize baksak tepkilerinin yaygınlaşıp yaygınlaşmadığını anlamak için jurnal toplama ihtiyacı hissediyor. Aynı yönetici sınıflar yüzyılın üçüncü çeyreğinde yukarıda da söylediğim gibi kahvehaneleri dönüştürmek için kıraathane kurma ihtiyacı hissedecekler. 19. yüzyılın jurnaller yüzyılı olduğunu düşünürsek kıraathane projesinin başarılı olmadığını ve kahvehanelerin yüzyılın ortalarında da sonunda da yönetici sınıflar için tekinsiz yerler olduğunu daha iyi anlayabiliriz.

BİTİRİRKEN
Bu yazıda daha çok 19. yüzyıl kahvehanelerini tartıştık. Kahvehanelerin 20. yüzyıl macerasına da değinmekte fayda var. Fakat bu konuda herhangi bir şey okumadığım için daha çok akıl yürütmekle, bazı gözlemlerimi aktarmakla yetineceğim. En basitinden 19. yüzyıla kadar kahvehanelerde kahve içilirdi. Çay içilen kahvehanelere çayhane denir, buralarda çay merakı olanlar toplanırdı. 20. yüzyılda isimleri değişmese de bütün kahvehaneler çayhanelere dönüştü. Zaten, Rize’deki çay ekimi de Cumhuriyet’in ilk yıllarında başlamış, çay içimi Anadolu’da 20. yüzyılda yayılmıştır.

Köy kahvehaneleri dediğimiz olgu da 20. yüzyılın ürünüdür. Köyde ve mahallelerde geçen pek çok Yeşilçam filminde, mutlaka kahvehane de gördüğümüz için kahvehaneleri köyle özdeşleştirmizdir. Yeşilçam sineması büyük sıçramasını 50’li ve 70’li yıllar arasında yapmıştır. Kahvehaneyle özdeşleşen köy ve mahalleler de bu dönemin bir gerçekliğidir.
Belki dikkatinizi çekmiştir. Anadolu’daki pek çok kahvehanenin tabelasında kahvehane değil, kıraathane yazar. Kıraathane projesinin başarılı olmadığı kesindir. Fakat büyük ihtimalle bilinçaltında yer etmiş aşağılık kompleksinden hemen her kahvehane sahibi kahvehanesine kıraathane ismini verir.

20. yüzyılda yeni kıraathane kurma projeleri olmamıştır diyemeyiz. En basitinden, taşra, kent ve kasabalarındaki öğretmenevlerini düşünelim. 20. yüzyıldaki kahvehanelerden ayrı kıraathane kurma girişimlerinin en kalıcı örneği bu öğretmenevleridir. Öğretmenevleri harıl harıl kitap okunan ya da entelektüel tartışmalar yapılan yerler olduğu için söylemiyorum bunu. Fakat taşra okuryazarları arasındaki en geniş gruplardan biri olan öğretmenlerin bazılarının vakitlerini kahvehanelerden çok bu öğretmenevlerinde geçirmeyi tercih ettikleri, bazılarınınsa ara ara da olsa bu öğretmenevlerine uğrayarak kendilerini kahvehane ortamından farklı bir atmosferde hissettikleri gerçektir.
Kahvehaneler, çok istisnai durumlar dışında kadınların bulundukları, vakit geçirdikleri yerler değildir. Kadın ve erkeklerin bir arada bulunabildikleri kahvehaneler, nispeten daha “seçkin” yerlerdir. Taşradaki “aile çay bahçeleri” bu yönleriyle bir anlamda kıraathane örnekleridir.

Belirli siyasi grupların toplanma yeri olan, lokal tarzı kahvehaneler de oldukça yaygındır. Ülkü Ocakları ve türevleri bunların en belirgin örneğidir. Söylemeye bile gerek yok buralarda belli bir siyasi gruptan insanlar toplanır. Kurulabilirlerse millet kıraathaneleriyle bu siyasi lokallere bir yenisi eklenecektir. Kıraathaneleri farklı siyasi görüşlere mensup seçkinlerin ya da kendilerini seçkin hissetmek isteyenlerin toplanma yerleri olarak tanımlarsak buralara kıraathane dememiz mümkün değil. 

Çünkü farklılık yoktur. Aynı sebepten, yani farklılık olmamasından dolayı kahvehane de diyemeyiz. 

Kanımca, hilkat garibesi ya da daha kibar bir deyişle yozlaşmış bir kıraathane projesi tanımlaması daha uygun.

Ercan Çankaya (SOL KÜLTÜR)


[i] Ralph H. Hattox, Kahve Ve Kahvehaneler: Bir Topulmsal İçeceğin Yakındoğu'daki Kökenleri, 2. Baskı, İstanbul, Tarih Vakfi Yurt Yayınları, 1996, syf. 9, 10, 22.
[ii] Age, 35, 36.
[iii] Age, 36, 37, 38, 39.
[iv] Age, 56, 57.
[v] Kudret Emiroğlu, Gündelik Hayatımızın Tarihi, 6. Baskı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2013, 491.
[vi] Age, 492.
[vii] Levent Cantek, Şehre Göçen Eşek: Popüler Kültür, Mizah ve Tarih, 1. Baskı, İstanbul, İletişim, 2011,35.
[viii] Kudret Emiroğlu, Gündelik Hayatımızın Tarihi. 6. Baskı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2013.492.
[ix] Ralph H. Hattox, Kahve Ve Kahvehaneler: Bir Toplumsal İçeceğin Yakındoğu'daki Kökenleri, 2. Baskı, İstanbul, Tarih Vakfi Yurt Yayınları, 1996, 71.
[x] Kudret Emiroğlu, Gündelik Hayatımızın Tarihi. 6. Baskı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2013, 494.
[xi] Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, 32. Baskı, İstanbul, Dergâh, syf. 169, 170.
[xii] Age, 171.
[xiii] Age, 173.
[xiv] Age, 173, 174.
[xv] Ahmet Rasim, Şehir Mektupları, 1. Baskı, İstanbul, Kapı Yayınları, 2013, syf.33.
[xvi]Kudret Emiroğlu, Gündelik Hayatımızın Tarihi. 6. Baskı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2013, syf. 494.
[xvii] Age, 494.
[xviii] Ralph H. Hattox, Kahve Ve Kahvehaneler: Bir Toplumsal İçeceğin Yakındoğu'daki Kökenleri, 2. Baskı, İstanbul, Tarih Vakfi Yurt Yayınları, 1996, syf.86.
[xix] Levent Cantek, Şehre Göçen Eşek: Popüler Kültür, Mizah ve Tarih, 1. Baskı, İstanbul, İletişim, 2011, 32.
[xx] Age, 34.
[xxi] Gramsci, Antonio. "Hegemony, Relations of Force, Historical Bloc." In Antonio Gramsci. London, UK: ElecBook, the Electric Book, 1999.
[xxii] Levent Cantek, Şehre Göçen Eşek: Popüler Kültür, Mizah ve Tarih, 1. Baskı, İstanbul, İletişim, 2011, syf. 37, 38.
[xxiii] Age, 38.
[xxiv] Ahmet Rasim, Şehir Mektupları, 1. Baskı, İstanbul, Kapı Yayınları, 2013, syf.324, 325, 326.
[xxv] Cengiz Kırlı, Sultan ve Kamuoyu: Osmanlı Modernleşme Sürecinde “Havadis Jurnalleri” 1840-1844, 1. Baskı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008, syf. 4, 7.
[xxvi] Age, 15.
[xxvii] Age, 21
[xxviii] Age, 24
[xxix] Age, 167.
[xxx] Age, 57.
[xxxi] Age, 75.
[xxxii] Age, 298.
[xxxiii] Age, 495.

3. Havalimanı’nda bir hesap öyküsü - ÇİĞDEM TOKER

3. Havalimanı’nın ihalesi 2013 yılında sonuçlandı. İki yıl sonra da master planı değiştirildi. Bu değişikliğin gerekçesi, proje için devletin tahsis ettiği alanın, yarım asır boyunca madencilik yapılması nedeniyle, “pasa” adı verilen maden artıklarıyla kaplı olduğunun tespitiydi. 

Yaygın biçimde çürümüş zemin - farklı nitelikte- risklere yol açabilecekti. 
Fugro adlı danışmanlık şirketinin verdiği rapor doğrultusunda, ana plan (master plan) değiştirildi. Ağırlıklı olarak pistlerin yönleri değiştirildi. 

Değişikliği Yıldız Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümü onayladı. (Bu hususu genel hatlarıyla pazar günü yazdık. Fakat o yazıda asıl olarak master plan değişikliğine bağlı olarak değiştirilen “mania planı”na ilişkin soru yöneltmiştik.)
 
Bugün master plan değişikliğine bağlı olarak değişen yatırım bedelini anlatacağız. 
Zira, üç yıl önceki bir konu olmasına karşın, master plan değişikliğinin sonuçlarının, kamu kaynakları açısından ne kadar uzun vadeli olduğunu görüyoruz. 
Sayıştay’ın DHMİ (Devlet Hava Meydanları İşletmesi) 2016 yılı raporunda yer alan konu, halkın haber alma hakkı ve kamu kaynakları açısından önem taşıyor.

1.4 milyar Avro fark çıktı 
3. Havalimanı, Yap-İşlet-Devret (YİD) yöntemiyle yaptırılıyor. 
Bugün -daha sonra kurdukları “görevli şirket”- İGA A.Ş. olarak anılan, Limak-Cengiz-Kolin-Kalyon ve Mapa ortaklığı, ihaleyi kazandığında, yatırım maliyeti 10 milyar 247 milyon Avro olarak açıklanmıştı. 
Devletin İGA A.Ş. ile imzaladığı uygulama sözleşmesine göre, yatırım tutarı etaplara göre şöyle dağılıyor: 
1. Etap: 7.354 milyon Avro 
2. Etap: 596 milyon Avro 
3. Etap : 1.531 milyon Avro 
4. Etap : 766 milyon Avro
***

Şimdi başa dönelim ve gelelim konunun can alıcı yerine. 
3. Havalimanı master planı, yazının girişinde belirttiğimiz risk dolayısıyla değiştirilmişti. İşte bu değişiklik, yatırım maliyetinde ciddi bir farka yol açmış. 
7 milyar 354 milyon TL olarak belirlenmiş 1. Etap yatırım bedeli, 5 milyar 990 milyon 572 bin 573 Avro’ya düşmüş. 
Fark: 1 milyar 363 milyon 477 bin Avro. 
(Bugünün kuruyla 7 milyar 226 milyon TL’ye karşılık geliyor.)

***

Sayıştay raporundan öğreniyoruz ki, bu maliyet azalışına rağmen, İGA’nın toplam yatırım bedelinde herhangi bir değişikliğe gidilmemiş. 
Şöyle: 
“Projelerin kod ve koordinat değişikliklerinden kaynaklanan azalışın yukarıdayer alan yöntemi daha sonra belirlenecek bir usulde (kira bedeli, ilave yatırım vb.) 4’üncü madde kapsamında değerlendirilmesi şartları ile Revize Master Planının uygun görülmesine...” 

Yani İGA A.Ş. ile kamu kuruluşu, yatırım bedelini düşürmek konusunda anlaşmak yerine, “ek yatırım, kira bedelinde değişiklik” gibi bir ihtimal üzerinden uzlaşmışlar. Bu uzlaşmanın “idare lehine” olduğu belirtiliyor ama tablo net değil. 

Onun için soralım: 
Ulaştırma Bakanlığı, 1. Etap yatırım bedelinde ortaya çıkan, kamu lehine 1 milyar 364 milyon Aro’nun akıbeti konusunda İGA ile nasıl bir anlaşma yaptı?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Tehdit, nefret, düşmanlık saça saça... - ŞÜKRAN SONER

Çok doğru, dünya çapında, bilimsel teknolojik devrimlerin tersine, insanlık adına, tüm canlılar, çevrenin katledilmesi içinde, paylaşımda yaşanan akıl almaz kirlilik, kaçınılmaz sonuçlarıyla demokratik kazanımları aşındırıyor. Demokrasi, hak-hukuk düzenlerinde erozyon, otoriterleşme eğilimleri, sermayenin giderek daha acımasız az ellerde toplanması, insanlığın çoğunluğu için yoksullaşma, yoksunlaşmayı katlanılmaz kıldığı ölçeklerde, giderek kirlenen sermaye çıkarları adına siyasal yönetimlerde otoriterleşmeyi kaçınılmaz üretiyor. 

Yine de evrensel haksızlık, hukuksuzluklar içinde en acımasız yöntemlerle işgal edilen topraklarda yaşayan halklara ödetilen bedeller ile, göreceli demokrasi, hak-hukukun işlerliğinin ayakta tutulabildiği ülkeler koşulları arasında uçurum, farklılıklar var. Irak-Suriye-Afganistan topraklarında yaşayan insanlara ödetilen, sonu gelmeyecekmiş gibi işgal sonrası yaşatılan insan hakları, can, mal kayıpları, her türden canlı varlık, doğa katliamları, iç savaş bataklığında.. nefes alınabilecek koşullar için ufukta ışık yok. Yetmiyor, çevre ülkeler aynı bataklığın içine, aynı acımasızlıkta çekiliyor... 

Türkiye’yi Pakistanlaştırmak ya da örneğin Amerika’nın daha Osmanlı yıkılmadan önceki süreçlerde kopyaları çok yayımlanmış haritalarla, Anadolu topraklarını da parçalama, Ortadoğu üzerinden yetmez, Akdeniz kuşatmasında enerji kaynakları odaklı kuşatma, yok sayma düşleri, olmadı bir daha bir daha gündeme sokuluyor. Zaman zaman emperyal çıkarlar odaklı, Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik saldırı ataklarının, kurtuluş, kuruluş, Atatürk devrimleri, laik Cumhuriyet kazanımlarına, rejimi demokrasi olan ülkelerden gelmesi başka. Türkiye Cumuriyeti’nin terör üzerinden parçalanması oyunlarını bozma adına, Pakistanlaştırmadan beter dibe çekebilecek siyasal İslamcı, ırkçı tuzaklarda, kazanılmış uygarlaşma, demokratikleşme süreçlerinden, Cumhuriyet kazanımlarından çok gerilere çekebilecek, en kötüsünden ucube bir başkanlık, tek adam, en kirlisinden, güçler ayrılığı, bağımsız yargı, kamu yönetiminden koparacak otoriterleşme rejimine mahkûm etmek çok başka.

***

Çok şükür ki, Cumhuriyet kazanımları ile ülkemizde yürünmüş yollar, Anadolu uygarlığı, aydınlanması birikimleri sentezi ile, gerçek demokrasi bilincinde pek çok sorunumuz olsa da Türkiye’yi Pakistanlaştırma planları kolay kolay tutabilecek gibi değil. 

İktidarlarının Fetullah cemaati ile siyasal ortaklık hesaplarında, Irak işgaline onay verenler olarak, Saadet Partisi’nden kopmuş olarak kardeş kardeş yürüdükleri yıllarda, izlenen politikalara ilişkin kaygılar tartışmalarında, oturum aralarında kimi yandaş bilim insanlarının “Boşuna korkuyorsunuz, zaten geç kalmışız” sözleri ile kasıtlarının uyutma, toplumsal tepkileri önleme amaçlı tuzak olabileceğini düşünürdüm.

Terör üzerinden üretilmiş en kirlisinden emperyal çıkar savaşları tuzaklarında, “dindar-kindar nesiller” yetiştirme projeleri ile, çevremizi kuşatan en çağdışılığa, yüzyıllarca gerilere, iç savaş bataklıklarına çekilme oyunlarında işler sarpa sardığında.. Terörün örgütlenmelerinin kimlikleri, tarafları değiş tokuş edilerek yaşananlarda.. Kutsal ortaklıklar en kirlisinden yeni terör örgütleri, eylemleri üretilmesine geçişleri üretirken.. Roller, ittifaklar tepetaklak, eski ortakların en vahşisinden aynı eller tarafından kurdurulmuş terör örgütlerinin en kanlısı olabilmeleri işten bile değil... 

İşin gerçeği, seçimin gerçek gündemini, tehdit, nefret, düşmanlık saça saça yürünmek istenen yolun görülmemesi adına oynanan oyunlar, tuzakları hafife alacak lüksümüz yok. En acısı henüz yürürlükte olan anayasal, demokratik düzen içinde, medyanın yüzde doksan beş üstü, bu en ucube diktatoryal gidişte kullanılmasının boyutlarında gelinen nokta. Evrensel, bilimsel ölçeklerle nefret ve düşmanlığı üreten bir medya güdüleme gerçeği, gücü ile yüz yüzeyiz...

Şükran Soner / CUMHURİYET

Seller akıyor hükümet bakıyor - ÖZGÜR GÜRBÜZ

İklim krizinin etkilerini seller, su baskınları ve kuraklıkla her geçen gün daha fazla hisseden Türkiye; iş, krizden çıkacak politikalar üretmeye gelince ortada görünmüyor.


Bu yazı bir tür isyan yazısı aslında. Ankara’dan, oradan buradan su baskınlarıyla ilgili haberleri okumaktan bıkmış birinin yazısı. İklim değişikliği aşırı hava olaylarını artıracak, kuraklıkların, yağışların şiddeti ve sıklığı artacak diye bilim insanları yıllardır uyarıyor. Kentlerimizin altyapı sorunu malum. İklim değişikliğine uyum için hiç çaba harcamamaları da buna eklenince yüzen çöp tenekesi fotoğraflarla doluyor gazeteler. Alt geçitler hamam, bayırların dibi nehir oluyor. Peki, en büyük sorumlu iktidar bu konuda ne yapıyor? 
Bu yazı onun yazısı.
Yapılacak iki iş var artık. Birincisi iklim değişikliğini durdurmak; bu da fosil yakıtlardan (petrol, kömür ve doğalgaz) vazgeçerek olacak. Böylece iklimi değiştiren seragazı emisyonlarını azaltacağız.

İkinci yapılacak iş ise değişime karşı hazırlanmak, uyum sağlamak. Aşırı hava olaylarından, göçlerden, olası çatışmalardan korunmak için tedbir almalıyız. Deniz seviyesinin yükselmesine karşı gerektiği yerde setler yapmaktan tatlı su kaynaklarını tuzlu sudan ve aşırı tüketimden korumaya, şiddetli yağışlar sonucu biriken suları alıp götürecek mazgallardan yağmur suyu hasadına kadar bizi bekleyen onlarca farklı iş var.

seller-akiyor-hukumet-bakiyor-473604-1.


İklim değişikliği durdurulamaz noktaya gittiğine göre ikisini birden yapmakta fayda var. Artık iklim değişikliğini anlatma değil, çözümü hayata geçirme aşamasındayız. Zaman daralıyor. Buzullar eriyor ama sorun sadece orada değil. İklim değişikliği 100 yıl sonra daha korkunç bir noktaya gidebilir ama bugün de can alıyor. Yaşadığımız kentlerde, bir alt geçitte, kuraklıktan kavrulan bir tarlada, yazın ölümlere neden olan bir sıcak hava dalgasında, toprağın azalan neminde. Elini taşın altına koymayan yanar. Böyle bir ısınma bahsettiğimiz. Daha az tüketmeyen, enerjiyi verimli kullanmayan, kendini düşünen herkesin günahı büyük. Kimsenin de “bana bir şey olmaz” deme şansı yok.

Elbette harekete geçmek zorundayız ama bu iş bireylerin hassasiyetiyle çözülecek bir sorun değil. Devletlere, belediyelere ve uluslararası bir anlaşmaya ihtiyacımız var.

Şimdi biz Türkiye’ye bakalım. Uyum ya da azaltım, bakın bakalım iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi neleri yapıyor ya da yapmıyor.

»Türkiye seragazı emsiyonlarını azaltmıyor. 2016 sonunda Türkiye’nin seragazı emisyonları 496 milyon tona (karbondioksit eşdeğeri) çıktı. Paris Anlaşması öncesi, 2012 yılında 440 milyon tondu.

»Türkiye, 2015 yılında imzaladığı Paris Anlaşması’nı onaylamadı. İmza atan 197 ülkeden 178’i onayladı. Kalan 19 ülke arasında Türkiye’nin yanı sıra Rusya, Angola, İran, Irak, Kırgızistan, Eritre ve Yemen’i sayabiliriz. Suriye’nin bile taraf olduğunu söylemekle yetineyim. Türkiye’nin uluslararası görüşmelerde

»Türkiye, Paris Anlaşması’nı onaylasa da verdiği taahhüt tüm ülkeler içinde en zayıf olanlardan biri. Türkiye’nin 2030 iklim hedefi emisyonlarını 929 milyon tona çıkarmak. Neredeyse 12 yıl içinde ikiye katlamak. Türkiye’nin tek vaadi, hiçbir şey yapmazsa 1 milyar 175 milyon tonu bulacağını öne sürdüğü emisyonlarının artışını biraz düşürmek. Bu da benzer ekonomik güçteki ülkelerin hedeflerine kıyasla oldukça zayıf. Herkes Türkiye gibi hedef alsa ortalama sıcaklık artışının bırakın 2 derecede sınırlanmasını, 4 derecenin de üstüne çıkacağı belirtiliyor. Üzerimize düşeni yapmaktan o kadar uzağız.

»Türkiye’nin enerji politikaları iklim merkezli ve tutarlı değil. Rüzgar ve güneş alanında gelişmeler yaşansa da kömür yatırımlarının sınır konmaksızın artırılması, ulaşımda kara ve havayolu taşımacılığının artırılması yenilenebilir kaynaklı iyileşmeyi gölgede bırakıyor.

»Türkiye, her yıl BM’nin iklim değişikliği toplantılarına gidiyor ancak Paris’e taraf olmuyor. Üstelik, daha gerçekçi bir hedef için elini taşın altına koymamasına rağmen mali yardım istiyor. Halbuki, sadece AB’nin iklim finansmanına bakıldığında Türkiye Ukrayna ile birlikte en çok yardım alan ülke çıkıyor. 2013 ile 2016 yılları arasında AB’nin iklim finansmanının yüzde 35’i Afrika’ya, yüzde 33’ü ise Türkiye’ye gitmiş. 667 milyon avro destek alan Türkiye, Avrupa’dan iklim konusunda belki de en sıkıntılı ülkelerin olduğu Afrika kıtası kadar destek almış. Bu destek, Avrupa Yatırım Bankası’nın kredileri ve hibelerden oluşuyor.

Tablo ortada. İşin en trajik yanı ise Türkiye gibi enerji yoğunluğu yüksek (enerjiyi kötü kullanan) güneş ve rüzgar gibi karbonsuz kaynaklar açısından zengin bir ülkenin, doğalgaz, petrol ve kömür gibi büyük bir bölümü dışa bağımlı kaynaklarla yoluna devam etmek istemesi. Tünellerin suyla dolmamasını istiyorsak yapmamız gereken enerji tüketimini azaltmak, enerjiyi verimli kullanmak ve ithal fosil yakıtlar yerine yerli yenilenebilir enerjiye geçmek. Yoksa değil Ankara’nın tünelleri, tüm ülke benzer felaketleri yaşayacak.

Adalet ve Kalkınma Partisi ülkeyi sel götürürken camdan bakmakta ısrar edecek gibi durduğu için siz en iyisi önümüzdeki seçimde iklim değişikliği konusunu da beraberinizde sandığa götürün. Bakarsınız iktidar partisinin ya da diğer partilerin camında bir hareketlilik olur.

Özgür Gürbüz / BİRGÜN