16 Haziran 2018 Cumartesi

Fabrikanın yerinde AVM tarlalarda toplu konut - NURCAN GÖKDEMİR

Osmanlı’dan bu yana Türkiye’de tütün üretiminin en önemli kentlerinden olan Samsun’da, hükümetin tarım politikaları sonucu tütün üretiminin yapıldığı tarlalar toplu konut alanlarına dönüşürken, sigara fabrikalarının yerine de AVM ve adliye yapıldı.

AKP’nin tarım politikalarının en ağır sonuçlarının görüldüğü alanlardan biri de tütün… Osmanlı döneminden başlayarak 2002 yılına kadar adı tütünle anılan Samsun için bu ürün artık geçmişte kalmış. Tütün tarlalarında toplu konutlar, sigara fabrikalarının yerinde de alışveriş merkezi ve adliye yükseliyor.
Samsun, yüksek kaliteli tütünü ve üretim hacmi ile Osmanlı döneminden yakın zamana dek Türkiye’nin tütün üretiminde ismi ilk üç arasında anılan bir kent oldu. Osmanlı’nın borçlarına karşın Reji isimli Fransız tekeline bırakılan tütün ve sigara üretimini Cumhuriyet’in ilanı ile geri alan bölge halkının payına gelir dağılımından uzun yıllar yüzünü gülümsetecek kadar pay düştü.

Reji dönemi geri geldi
Ancak 1980 yılında yapılan askeri darbenin ardından uygulanmasına başlanan neoliberal ekonomik politikalar sonucunda, yerli üretici için tütün üretimi cazip bir ürün olmaktan çıkartılırken, AKP iktidarları ile neredeyse tamamen çok uluslu şirketlerin kontrolüne bırakıldı. Samsun, insanların kendi tüketimi için bile tütün ekemediği, 20 bine yakın yurttaşının üretim ve kaçakçılık bahaneleriyle öldürüldüğü Reji dönemini anımsatan günlerine geri döndü. 1887 yılında kurulan ve bir marka olan Samsun ve Bafra sigaralarının üretildiği fabrikalar kentsel rantın yandaşa aktarım aracı oldu, Reji binaları alışveriş merkezine dönüştü, TEKEL fabrikasının yerine de dev adliye binası inşa edildi.

Yine Torunlar
Samsun’un tarihi binalarından olan sigara fabrikası kentin en merkezi yerinde. Sigara üretiminin durdurulmasıyla terk edilen tarihi binalar, AKP döneminin gözde şirketlerinden, ismi 10 işçinin asansör kazasında öldüğü inşaatla duyulan Torunlar Holding’in ortak olduğu şirket tarafından restore edildi. Recep Tayyip Erdoğan’ın imam hatipten arkadaşı Aziz Torun’un şirketi Torunlar Holding’in yüzde 40 hissesine sahip olduğu Bulvar Samsun Alışveriş Merkezi, 1 Temmuz 2012’de açıldı. Diğer ortağı Turkmall Gayrimenkul olan AVM, 30 yıllık işletme süresinden sonra Samsun Büyükşehir Belediyesi’ne devredilecek.

Fabrika yerine adliye
Samsun’un bir diğer sigara fabrikasının yerine de adliye binası yapıldı. Kılıçdede Mahallesi’nde bulunan TEKEL binaları yıkılarak yerine inşa edilen ve Karadeniz’in en büyüğü olan bina, üç yıl süren inşaatın ardından 2014’te hizmete girdi.

Diğeri de uluslararası sermayeye
Kapatılan fabrikaların yerine açılan Ballıca Sigara Fabrikası da 2008 yılında TEKEL’in özelleştirilmesi ile dünyanın en büyük sigara tekeli olan British American Tobacco’ya satıldı. Satıldığında Tekel’in teknoloji açısından en modern fabrikalarından biri olan Ballıca, bilinen son rakamlara göre üç vardiyada 16 bin 584 ton sigara üretildiği ve yılda 90 milyon TL kâr elde edilen bir fabrikaydı.

Sonun başlangıcı
Fabrikaların kapatılmasıyla bir dönem kapandı, Samsun’da tütün üretimi de yok denecek düzeye indi. Nikotininin azlığı, aromatik özelliği ile dünyada ün kazanan Bafra ve Canik tütünlerinin üretildiği Samsun’da, tüm Karadeniz bölgesindeki tütün üreticilerinin yüzde 50’ye yakını yaşıyordu. Yan sanayisi ve sigara üretimi ile her dört Samsunludan birinin tütünden geçindiği kent için bu ürün en önemli ihraç kalemi de oldu uzun yıllar boyunca.

1994 yılında üretimine kota getirilen tütüne devlet desteğinin de yaratılan bir ekonomik kriz sonrası başlayan Derviş dönemi uygulamalarıyla bitirilmesi, tütün üretiminin yediği en önemli darbelerden oldu. Samsun bölgesinin de sonuçlarını ağır bedeller ödeyerek yaşadığı bu uygulamaların ilk işaretleri Derviş döneminde görüldü. Projenin temel taşları AKP’nin iktidara gelmesi ile döşenmeye başlandı. AKP, büyük tepkiler çeken dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in veto ile engellediği yasadan geri adım atmayarak, “Tütün Üretimi, Üretici Tütünlerinin Pazarlanması, İç ve Dış Ticareti, Denetimi ve Tütün Eksperliği ile ilgili Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik”i 4 Aralık 2002’de Resmi Gazete’ de yayımladı. Bununla tütün ekimi sınırlanırken, karanlık Reji dönemini anımsatan yaptırımlar ve cezalar getirildi. Tütün ve sigara üretimi uluslararası tekellerin güdümüne bırakıldı, hapis cezaları ve yüksek para cezaları öngörüldü.

Samsun nasibini aldı
TÜİK verilerine göre, Türkiye’de tütün ürünleri imalatının yüzde 90’a yakını yabancıların eline geçti. Tütün Eksperleri Derneği’nin raporuna göre, Samsun’da 1980 yılında 484 köyde 50 bin 654 aile tütün ekerken, 2007 yılına gelindiğinde 11 bin 916 tütün üreticisi aile kaldı. Son rakamlarla da bunun 25 yıl öncesine göre yüzde 83 azaldığı biliniyor.
“Samsun Köylerindeki Göç Hareketleri ve Sebepleri” isimli araştırmaya göre, 5 yıl içinde Samsun’un köylerinden, yüzde 90’ı ekonomik nedenlerden olmak üzere 47 bin 840 yurttaş göç etmek zorunda kaldı.

‘İnadına…’
Bafra Ovası’nın tamamına yakınında tütün üretilirken bugün sadece 50 dolayında köy üretim yapıyor. Bafra’nın Kolay köyünde tütün üreten tek çiftçi eski Muhtar Nevzat Okur, “Benimki de inattan…İçeçeğim kadar tütün üretiyorum” diyor.

‘Tüccarın eline kaldık’
Tütün üretimini bırakan köylüler, tütün desteklerinin kalkmasından sonra tüccarın eline kaldıklarından yakınıyor. Alım fiyatlarının düşük olduğunu, tüccar ne kadar isterse o kadar fiyat verdiğini, geçen yılki üretimin maliyetini bile çıkartamadıklarını anlatıyor köylüler…
Kırıç alanda yapılan üretim nedeniyle su taşımak zorunda olduklarını söyleyen köylüler, “Bir tanker su 40-50 liraya geliyor, tütün üretmek zor iş, yılın her ayı, günün her saati hizmet istiyor. Sabah erkenden gün doğmadan kalkıp çalışmak zorundasın. Eskiden bu iş bize kazandırıyordu, çocuğumuzu bununla okuttuk; kızımızı, oğlumuzu bununla evlendirdik. Ev, traktör sahibi olduk ama artık bu iş bitti, çünkü devlet bize üretmeyin diyor” diye anlatıyor.

‘Adıyaman tütünü içiyoruz’
Elindeki sarma tütünü gösteren bir yurttaş, “Bu Adıyaman tütünü biliyor musun, artık içecek kadar bile tütün bulamıyoruz. Samsun, Bafra sigarası vardı, altın gibi tütünümüz olurdu, şimdi Adıyaman tütünü satılıyor” diyor.

Tütün dükkânları
Samsun’da sigara fiyatlarının yüksekliği nedeniyle birbiri ardına açılan tütün dükkânlarından birinde konuştuğumuz esnaf, şehirde dükkân sayısının 200’ e yaklaştığını anlattı. Kayıtdışı çalıştıklarından yakınan esnaf, “Kaçakçı durumundayız, hükümet buna bir düzenleme yapsa iyi olacak. Tezgâhta Samsun tütünü dışında her yerden tütün var, bulamıyoruz yerli tütünü, bitti artık, kimse üretim yapmıyor” diyor. Adı tütünle anılan Samsun’un sokakları şimdi tütün kokmuyor, adresler Reji’ye göre tarif edilmiyor, altın sarısı tütün artık nostalji…

NURCAN GÖKDEMİR / BİRGÜN

Yeni Bir Rekor Daha ve Sonrası… - KORKUT BORATAV

TÜİK  Ocak-Mart 2018 millî gelir verilerini yayımladı ve Türkiye ekonomisinin bir rekor daha kırdığını ilan etti: Bir önceki yıla göre yüzde 7,4’lük büyüme… 

“Kimler arasında rekor?” diye merak edenlere açıklayayım: G20 ülkeleri içinde… Bunlar dünyanın en büyük 19 ekonomisi + AB’den oluşur… Hem 2017’de, hem de Ocak-Mart 2018’de Türkiye yüzde 7,4’lük büyüme temposunu tutturarak ilk sıraya oturmuştur. Yakın rakibi Hindistan geçen yıl yüzde 6,7 ile geride kalmış, 2018’in ilk üç ayında ise bizimle başa baş tempoyu tutturabilmiştir. 
O zaman “Türkiye’de kriz geldi-geliyor” diye kalem oynatanlar bu olguyu nasıl açıklayacak? Bu soruya muhatap olması gerekenlerden biri de benim. 
Son millî gelir verilerini  bu çerçeve içinde  gözden geçirelim; yerli yerine oturtalım. 

Büyüme gerçektir; ama…
Bir yılı aşkın bir süreden beri izlenen genişleyici politikalar elbette Ocak-Mart 2018 millî gelir hesaplarına da yansıyacaktı. Yüzde 7,4’lük büyüme tahmininin öğelerine de göz atalım. 

Ocak-Mart 2018’in sabit fiyatlı (yeni hesaplamada “hacim endeksli”) özel tüketim harcamaları, on iki ay öncesine göre yüzde 11, sabit sermaye yatırımları ise yüzde 9,7 artmış.  Devletin cari harcamalarındaki artış oranı ise çok daha ılımlı: %3,4…
Büyüme ivmesini yukarıya çeken bu etkenleri, kötü bir haber izliyor: Harcamalara göre milli gelir hesaplarında mal ve hizmet ihracatının TL karşılığından, ithalat toplamı çıkarılır. Yani, dış ticaret açığı arttıkça milli gelir de düşecektir. 2018’in ilk üç ayında dış ticaret açığı (“hacim endeks değeri” olarak) 12 ay öncesine göre dört nala tırmanmış; özel tüketimin milli gelir artışlarına katkısının yarısını eritmiştir. 

Bu hesaplamalarda ortaya çıkan bir tuhaflık var: TÜİK, harcamalara göre milli geliri cari fiyatlarla hesapladığında, Ocak-Mart 2018’de GSYH’daki artışın yüzde 12,7’sinin stok artışlarından kaynaklandığını  belirlemektedir.  (12 ay önce “stoklar” 0,6 milyar TL azalmakta iken, bu yılın ilk üç ayında 17,4 milyar TL artmış!!!)

On yıl kadar önce, stok hareketlerinin milli gelir hesaplarını sürekli yukarı çekmesi fark edilmiş; öylesine eleştirilmişti ki, TÜİK sonunda “itiraf etmek” zorunda kalmıştı. GSYH tablolarına da “stok hareketleri istatistik hatalarını içermektedir” notunu eklemişti.
Şimdi, belki de benzer bir durumla karşı karşıyayız: Yüzde 7,4’lük büyüme hesabını veren “hacim endeksli tablo”da, stok hareketleri yer almamaktadır. Farklı harcama kalemlerindeki değişmelerden türetilen GSYH artışı da, Ocak-Mart 2018 için sadece yüzde 6,2’lik bir büyüme hızı vermektedir. 

Bu konuyu bir soruyla kapatalım: “İstatistik hatalarının büyüme temposunu şişirmesi mi;  hacim endekslerine geçiş yönteminden türeyen bir sapma mı?”

Ücret payı geriliyor; üretken yatırımlar duruyor… 
2016’dan itibaren GSYH “gelir yöntemi” ile de hesaplanıyor. Böylece sınıfsal bölüşüm göstergelerine uzanabiliyoruz. En güvenilir kalem cari fiyatlarla millî gelirde ücretlerin payıdır. 

2016 ile 2017 arasında ücret payının gerilemiş olduğu daha önce belirlenmişti. Aynı eğilim, 2018’in Ocak-Mart döneminde de on iki ay öncesine göre devam etmektedir. Millî  gelirde ücret payı 0,9 puan düşmüştür: %34,6  →  %33,7

TÜİK’in Ocak-Şubat 2018 istihdam istatistiklerine göre bu yılın başında istihdam artış hızlanmış; işsiz sayısı ve oranı 2017’nin ilk aylarına göre biraz azalmıştır. İşçi sınıfı açısından olumlu görünen bu gelişmeler  millî gelirde ücret payının aşınmasını önlememiştir. Nitekim, brüt kârları da içeren ve işletme fazlası diye adlandırılan karma gelir türünün GSYH’daki oranı da 2018’in ilk üç ayında yükselmiştir: %39,3  → %39,6…  
Demek oluyor ki Türkiye, 2017 ve sonrasında sömürü oranının yükseldiği bir büyüme sürecinden geçmiştir. 

Bir başka olumsuz gelişme, yatırımların sektörel dağılımıyla ilgilidir. Hem cari, hem de sabit (“hacim endeksli”) fiyatlara göre hesaplanan sabit sermaye birikimi, inşaat sektörünün, sanayiye (“makine-teçhizat içeren” yatırımlara) göre ayrıcalıklı konumunu ortaya koyuyor. 

Sabit fiyatlı sermaye birikiminde dönemsel artış oranlarına bakalım: 2017’nin tümünde inşaat yatırımları artarken, makine-teçhizat yatırımları hemen hemen durmuştur; %12 → %0,7… 2017 ve 2018’in Ocak-Mart aylarına göz atalım: Bu dönemde de inşaat yatırımlarının artış oranı, makine-teçhizat yatırımlarına fark atmaktadır: %12,3 → %7… 
Sanayi sektörü yatırımlarının ithalata bağımlılığı ve döviz fiyatlarına karşı duyarlılığı daha yüksektir. Bu nedenle dövizin pahalılaştığı  2017 sonrasında makine-teçhizat yatırımlarına yapılan harcamaların önemli bir bölümü üretken sermaye stokunun reel olarak genişlemesine dönüşmemiştir. Cari ve sabit fiyatlı yatırımlar arasındaki makas açılmaktadır.
  
“Bir atımlık barut” tükendi mi?
Yüzde 7,4’lük büyüme temposunun sonuna geldiğini, tıkandığını ileri sürüyoruz. Nereden çıkarıyoruz? Göstergeleri nedir?

Ekonominin büyüme sınırlarına tosladığını ortaya koyan iki kestirme işaret var: Enflasyon ve ithalattaki tırmanma…

Nedenlere bakalım. 
İlk olarak sermaye birikimine bakmak gerekir: Ortalama sermaye birikim oranı yetersizdir; ayrıca da (2017/2018 verilerinin gösterdiği gibi) üretken sektörlerin yatırımlardaki payı düşüktür. İç talep artışları hızla kapasite  sınırlarına çarpmakta; enflasyonu tırmandırmaktadır.

Bilgileri hatırlatmakla yetineyim: Mayıs tüketici fiyatları  (TÜFE) yüzde 12,2 oranında artmıştır. Daha da çarpıcı gelişme, TÜFE hareketlerinin  erken işaretini veren yurt-içi üretici fiyat (ÜFE) endeksinin aynı ayda yüzde 20,2’ye sıçramasıdır. Talep pompalamasını sürdürürseniz, üretim değil, fiyatlar artacaktır.

İkinci olarak, mevcut üretim kapasitesinin dahi çok yüksek ithalat bağımlılığına dikkat çekelim. İç talebin artışı, bu nedenle artan oranlarda dış dünyaya katma değer aktarmaktadır. Bu olgu istatistiklere, dış ticaret  ve cari işlem açıklarındaki tırmanma ile yansır.

 Burada da bilgileri hatırlatayım: Nisan 2018’de geçmiş on iki ayın cari işlem açığı 57,1 milyar dolara yükselmiştir. Bu, 2017’nin dolarlı millî gelir toplamının yüzde 6,6’sıdır. Sürdürülebilir dış açık eşiği aşılmıştır. 

Hükümet, seçim paketi yoluyla tüketim harcamalarını kamçılarken, iç talep dış dünyaya taşmış; ithalat yüzde 22 yükselmiş; dış ticaret açığı (70 milyar dolar sınırına ulaşarak) cari işlem açığının dahi üzerine tırmanmıştır. (Turizm gelirleri sağ olsun…)
Bunlara, 12 ay içinde vadesi gelen dış kredi toplamının 182 milyar dolara ulaştığı bilgisini de ekleyelim.

Finans kapital hükmünü vermiştir: Dış kaynak akımlarının canlanabilmesi için faiz oranları yüzde 20’lere doğru çekilmeli; kamu harcamaları önemli boyutlarda daraltılmalıdır. 

Dolar fiyatındaki artışlara karşı kırılganlık göstergelerini geçmişte ayrıntılarla açıkladık; burada sadece değinelim: Döviz borçlusu şirketlerden bankalara doğru uzanan baskıların hepsi ekonomiyi daraltacak doğrultudadır. 

Londra dönüşü TCMB gereğini yaptı; politika faizini yüzde 17,75’e çekti. Böylece, politika faizi → mevduat faizi → kredi faizi halkalarını da sert bir daralma doğrultusunda işletmeye başladı.  

Böylece TÜİK’in hesapladığı ve G20 rekorunu kıran yüzde 7,4’lük büyüme istatistiklerinin “bir atımlık barut” olduğu da ortaya çıkmış oldu. 

İniş sürecinin 2018’in son üç ayında başlayacağını; 2019’a taşacağını öngörmek, kehanet değildir.  Sertlik derecesi,  süresi dış dünyaya da bağlıdır. 

Türkiye’de ise iktidara aday olanlar için, geçen haftaki yazımın başlığını tekrarlamakla yetineceğim: “Ekonomik seçenekler daralmaktadır.” 

Korkut Boratav / SOL

Bir hafta kala - ÖZGÜR MUMCU

HDP’nin önümüzdeki seçimin belirleyici partisi olduğu gerçeği gün geçtikçe daha da fazla gündeme geliyor. İki seçim ittifakının da dışında kalan parti, seçime ittifakla girenlerin aksine yüzde 10 barajını geçmek zorunda. 24 Haziran’da HDP’nin baraj altında kalması durumunda iktidar Meclis’te çoğunluğu kazanacak. Seçim barajı adaletsizliği, ittifak yöntemiyle birleşince ortaya hakikaten demokrasi açısından kabul edilemez bir eşitsizlik çıkıyor. 

Aslında 1 Kasım seçimlerinden bu yana eriyen AKP-MHP birlikteliğinin zayıfladığı gözleniyor. MHP Genel Başkanı ve MHP milletvekili adaylarının AKP milletvekili adayları aleyhine yaptığı açıklamaların yanı sıra anketler de hem aday Erdoğan’ın hem de ittifakın her geçen gün oy kaybettiğini söylüyor.
 
Dolayısıyla, aday Erdoğan’ın AKP mahalle başkanları toplantısında, kamuoyunun haberdar olmayacağı düşüncesiyle yaptığı konuşma şaşırtıcı değil. Kayıtta aday Erdoğan, HDP’nin markaja alınması, baraj altı bırakılması için mahalle başkanlarına talimat vermekte. Sadece bununla da kalmayıp sandık kurullarına partisinin hâkimiyet kurması için gerekenleri açıkladıktan sonra, bu başarılabilirse “işlerin başlamadan biteceğini” ancak sonucun da “çantada keklik olmadığını” belirtiyor. 

Cumhur İttifakı’nın ve aday Erdoğan’ın işinin seçim kararı aldıklarında zannettikleri kadar kolay olmadığı ve HDP’nin Meclis’e girmesi halinde Meclis çoğunluğunun değişmesinin yüksek ihtimal olarak değerlendirildiğini söyleyebiliriz. 

Anayasa hukukçusu Murat Sevinç’in Diken sitesinde belirttiği, Cumhuriyet yazarı Ali Sirmen’in önemli anayasa hukukçularının analizlerine yer verdiği yazılarında altını çizdiği ve en son dün Çiğdem Toker’in de Cumhuriyet’te hatırlattığı üzere, aday Erdoğan Meclis çoğunluğunu yitirirse, cumhurbaşkanı seçilse de işi kolay değil. Meclis’i feshederse anayasa gereği bir daha aday olamayacak. Elbette, anayasanın açık hükmüne rağmen yeniden aday olmaya çalışması mümkün. Yine de alınması bu şartlarda bile zor hukuki bir risk. 

Seçime bir hafta kala bu kritik dengede ilerliyoruz. Dün Suruç’ta yaşanan saldırı da bu gergin ortamın bir sonucu. 2018 senesinde hâlâ olayın ayrıntılarının belli olmaması ise hem ülke yönetimindeki zaafı hem de medyanın tek sesli ve korkak halini gözler önüne seriyor. 

Haftaya seçim yapılacakken, bütün kışkırtmalardan uzak durulması şart. Aynı zamanda Suruç’ta yaşananların yani maddi gerçeğin tespit edilmesi ve adaletin yerine getirilmesi de öyle. 

Muhalefetin cumhurbaşkanı adaylarının ve Millet İttifakı’nı oluşturan partilerin Suruç ve daha sonra gerçekleşebilecek kışkırtmalarda etkin bir tutum takınması önemli. Ortalığı sakinleştirici, kapsayıcı, bir iktidar değişikliğinde hukuk devleti ve adaletin yeniden kurulması konusunda ikna edici bir tutum sadece kışkırtmaları boşa çıkartmaz, aynı zamanda yeni bir toplumsal uzlaşmayı pekiştirir.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Suruç'taki çatışmayı BBC'den öğrenmek! - Arslan BULUT

Şanlıurfa'nın Suruç ilçesindeki silahlı çatışma ve sonrasında meydana gelen olaylar, Tayyip Erdoğan tarafından önce "Seçim çalışması yapan AKP adayına ve ekibine PKK saldırısı" olarak duyuruldu. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ise "Önceden hazırlanmış, kurgulanmış bir olay olduğu anlaşılıyor" diye bilgi verdi.

Gazetelerin büyük çoğunluğu, karşı taraf HDP'liler olduğu için bu açıklamalara itibar etti! Ayrıntıya girmedi!

Bütün basını taradım. Yeniçağ'daki haber farklıydı, çünkü yerel kaynaklara dayanıyordu. Yerel kaynak "Ajansurfa" idi.

                                                                         ***

Şanlıurfa Valiliği'nden yapılan yazılı açıklamada olay "AK Parti Milletvekili Sayın İbrahim Halil Yıldız, yanındaki grup ile birlikte Suruç ilçe merkezinde gerçekleştirdiği esnaf ziyareti sonrasında iki grup arasında çıkan tartışmanın kavgaya dönüşmesi" olarak değerlendirilmişti.
Ajansurfa'nın haberinde ise özetle şöyle deniliyordu:
"İddiaya göre, AKP Şanlıurfa Milletvekili İbrahim Halil Yıldız ve yakınları seçim çalışması kapsamında iş yerlerini ziyaret ederken bir esnafın tepkisiyle karşılaştı. İş yerinden çıkılmasını isteyen ve adının Esved Şenyaşar olduğu anlaşılan esnafla partililer arasında kısa bir tartışma yaşandı. Vekil ve yakınları buradan ayrıldı. Ertesi gün bir grup, Şenyaşar'ın iş yerini uzun namlulu silahlarla taradı. Şenyaşar da uzun namlulu silahla karşılık verdi. Saldırıda oğlu öldürülen Esved Şenyaşar, ayağından yaralandı.


Şenyaşar ailesinden üç, Yıldız ailesinden bir olmak üzere toplam dört kişi öldü. Yaralı sayısı ise 10'dan fazla...

3'üncü olay Suruç Devlet Hastanesi'ndeki yaralılara saldırı şeklinde gerçekleşti. Esved Şenyaşar'ın yaralı olarak geldiği hastanede öldürüldüğü öne sürüldü.
Hastane çevresindeki olaylar da yaklaşık 4 saat sürdü. Kent merkezine sevk edilmesi gereken yaralıların öfkeli kalabalık tarafından engellendiği öğrenildi."

                                                                         ***

Ajansurfa'yı biraz inceledim. Köşe yazarlarının son yazılarını okudum. Partiler arasında tarafsız bir yayın çizgisine sahip olduğu sonucunu çıkardım.

Haberin daha ayrıntılı olanı ise yerel veya ulusal basında değil, BBC Türkçe'de yayınlandı! BBC'ye konuşan tanıkların anlatımına göre, olaydan 3 gün önce yine aynı milletvekilinin, esnaf çarşısındaki aynı dükkân sahiplerinden oy istediği, dükkân sahiplerinin ise "Bizden size oy çıkmaz" dediği, gerilimin de burada başladığı iddia edildi:
"Olay günü tekrar gelen ve oy isteyen milletvekili adayına Şenyaşar ailesi, 'Bizim oyumuz belli, buradan size oy çıkmaz' dedi, ardından karşılıklı ağız dalaşı başladı. Milletvekilinin kardeşi, Celal Şenyaşar'a tokat attı. Celal Şenyaşar'ın kardeşi de tokatla cevap verdi. Bir silah sesi duyuldu ve Celal Şenyaşar yere yığıldı. Yakınları da bıçak ve pompalı tüfekle karşılık verdi. Çatışma çıktı. Saldırıda yaralanan kardeşleri ve çocuklarının akıbetini öğrenmek için hastaneye gelen baba Esved Şenyaşar hastanede öldürüldü."


Kısacası Suruç'taki olay, AKP adayının, HDP'li olduğu bilinen aynı kişilere günler süren ısrarla propaganda yapmaya kilitlenmesi, HDP'li esnafın da buna tahammül edememesinden kaynaklanıyor.

                                                                         ***

Tayyip Erdoğan da bu haberlerin yayınlanmasından sonra, bayram namazından çıkarken, "Şanlıurfa Milletvekili İbrahim Halil Yıldız'ın ağabeyini Suruç'ta ne yazık ki terör örgütü PKK, HDP öldürdü. Esnaf ziyareti yapılırken 'Siz bizim HDP'li olduğumuzu bilmiyor musunuz, nasıl buraya gelir girersiniz' gibi bir yaklaşımla orada bu tür bir saldırı cereyan etti ve bunun neticesinde böyle bir durum ortaya çıktı. 4 ölü, 9 kadar yaralı var" dedi.

Dört ölünün üçü aynı aileden ve HDP'li...

Onları kim öldürdü?

Bu olay gösterdi ki Türkiye'de gazetecilik, siyasilerin açıklamalarına endekslenmiş, yani neredeyse bitmiş! Ajansurfa ve Yeniçağ'ı ayrı tutarsak, olayla ilgili iddiaları, BBC Türkçe'den öğrenmek, meslek adına utanç verici değil mi?


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

İşte 3 kişinin öldüğü Suruç!. - Mehmet FARAÇ

Eski zamanların Suruç'unu anımsıyorum da herkesin aklında kalan görüntü hep aynıydı; kerpiç evler, yoksulluk ve en çok da çamur!..

Küçücük meydanı, daracık yolları, eski püskü evleri ve asfalt yüzü görmemiş köhne ve çarpık zeminiyle, kırsaldan ilçenin küçük merkezine tekerlekleriyle sürekli "çamur" taşıyan at arabalarının yarattığı bitmeyen balçık...


Yazın tozdan, kışın alabildiğince çamurdan geçilmeyen, üzerine ölü toprağı elenmişçesine bir köşede mazlum ve de sanki çaresiz duran bir eski yerleşim birimiydi Suruç...

Antep-Urfa kara yolunun sağ tarafında, "Aligör" olarak bilinen 11 Nisan beldesinin ilerisinde, Suriye sınırında, uzun süre belki de Urfa'nın kaderine terkedilmiş en yoksul ilçelerinden biriydi orası...
Urfa'nın bu garip ilçesi fiziki olarak köhnelikten uzun süre kurtulamasa da, siyasi olarak hep hareketli bir ilçe oldu...

12 Eylül öncesinde, sol fraksiyonlardan "Apocular"a kadar her türlü örgütlenme ilk olarak orada filiz verdi ve orada eyleme geçti... "Halkın Kurtuluşu"ndan sonra Suruç'ta "Özgürlük Yolu" ve "Apocular" (PKK) daha da hareketlendi...

Urfa'nın "sol" duruş açısından en duyarlı ilçesiyken bir anda PKK/HDP'nın yaygın bir tabanı haline gelen Suruç, din bezirganlığının irticayı hortlatması nedeniyle ve bilinçli bir stratejiyle radikal dinciliğin de devinimine sahne oldu...
                                                                      ***
PKK-Hizbullah orada çatıştı!..
Suruç 1995 öncesinde Hizbullah terör örgütünün yapılanmalarıyla da gündeme geldi... Dinci örgütün hücreleri PKK'yı iyice rahatsız edince, iki örgüt arasındaki gerilim bir süre sonra çatışmaya dönüştü...

PKK'lılar Hizbullah yanlısı bir cami imamını katledince, dinci örgüt misilleme yaparak Suruç kökenli üç Halkın Emek Partisi (HEP) yanlısını Urfa'da öldürdü... HEP il Başkanı Muhsin Melik de işte bu kaos döneminde karanlık bir suikasta kurban gitti...

Melik öldürüldüğünde, Urfa'da devletin arsalarını yok pahasına Fethullahçılara veren ve sonradan da AKP'den milletvekili seçilen Ziyaettin Akbulut vali olarak görev yapıyordu!..

Suruç ne yazık ki 12 Eylül'den sonra bir yandan pamuk ekiminin en yaygın olduğu ilçe olurken, diğer yandan da "kumar" ve "tefecilik"le de gündeme geldi...

GAP'ın sularına kavuşmasından sonra ise tarımsal rantın büyüdüğü ilçede, ekonomik güç sanayiden çok feodal yapılandırmayı büyüttü...

Rant kavgalarına CHPli eski Suruç belediye başkanı Salih Tekinalp de kurban giderken, bölge sürekli aşiret çatışmalarıyla ve kan davalarıyla gündeme geldi...

AKP'nin kuruluşunun ardından stratejik konumu nedeniyle iyice öne çıkan Suruç'ta, PKK tabanı oldukça yaygın...

1994'ten sonra yerel seçimleri HDP çizgisinin alması ve genel seçimlerde HDP/PKK yapılanmasının etkili olması Suruç'u rantla birlikte siyasal çatışmalara da sahne etti...

Suriye'de kaos yaratan olayların yaşandığı Kobani'nin tam karşısındaki Suruç büyük terör saldırılarıyla da gündemi sarstı...

20 Temmuz 2015'te Türkiye'yi sarsan bir terör saldırısı Suruç'ta yaşanınca tüm dikkatler ilçeye toplandı... 31 kişinin öldüğü, 104 kişinin de yaralandığı "intihar saldırısı"yla ilgili hem PKK hem de IŞİD gündeme geldi ama karanlık perde tam anlamıyla aralanamadı...

Urfa'nın bu her açıdan hareketli ilçesinde "siyasal tartışma" demek aynı zamanda "aşiret mücadelesi" olduğu için olaylar da hiçbir zaman durmadı...

2000 yılından sonra radikal dinciliğin ivme kaybettiği ilçede PKK karşıtı aşiretlerin çok büyük bölümü AKP saflarına geçti... Bu durum ilçedeki gerginliği sürekli artırırken, Suruç her seçimde diken üzerinde durdu...

Nitekim 2017 referandumunda, sosyal medyada paylaşılan en çarpıcı video yine Suruç'tan yansıdı... AKP milletvekili İbrahim Halil Yıldız'ın "20 kadar silahlı adamıyla sandık görevlilerini baskı altına aldığı" iddiası medyaya yansıyınca, büyük tartışmalar yaşandı, ancak olayın üzeri kısa süre sonra kapatıldı...

Urfa'da gerilim düşürülmeli...
Gelelim Suruç'ta önceki gün yaşanan katliama...
Hiç kuşkusuz bu çatışmanın, Erdoğan'ın mahalle temsilcileriyle yaptığı toplantı görüntülerinin medyaya yansımasından bir gün sonra yaşanması herkesi çok şaşırttı... Videonun yarattığı "gerilim" açısından bu rastlantı gerçekten de dikkat çekici!..

HDP'nin "baraj altında" kalması gerektiğini anlatan Erdoğan'ın görüntüleri özellikle PKK/HDP tabanında büyük tepki çekerken, Güneydoğu'da yaşanan gerilim Suruç'ta 3 kişinin ölümüne yol açtı...

İşte, bir tuhafiye dükkanında, "size oy yok" diye azarlandığı öne sürülen AKP'li Yıldız'la HDP yanlısı grup arasında başlayan sözlü tartışmaya akrabaların, yani "aşiret" gruplarının da karışmasının vahim sonucu; biri Yıldız'ın abisi, 2'si HDP'li olmak üzere 3 ölü, 10'dan fazla yaralı...

Bu vahim olayın Erdoğan'ın videosunun yayınlanmasının ardından yaşanması bir tarafa, çatışmanın gelişini haber veren gelişmeler de daha önceden sosyal medyaya yansımıştı...

Örneğin; Öcalan'ın doğduğu ilçe olan Halfeti'den PKK'nın sosyal medya hesaplarına yansıyan bir paylaşımda, AKP bildirileri dağıtan bazı gençlerin fotoğrafları kullanılarak "hedef" gösterildiği öne sürüldü...

Buna karşılık olarak, İ.Halil Yıldız'ın seçim minibüsünün çevresinde, belinde silah olan gençlerin fotoğraflarının da sosyal medyada yer alması bölgedeki gerginliği çarpıcı biçimde dışa vurdu...
Suruç'ta propaganda yapan AKP adaylarının ilçe sakinleriyle girdikleri "oy" tartışmasının videosunun sosyal medya yayılması da cabası...

Velhasıl, 3 kişinin ölümüyle sonuçlanan olayın öncesinde yaşanan gerginlikleri anlatan görüntüler sosyal medyada duruyor halen...

Peki ya bundan sonrası?..

İşte asıl mesele de bu... 12 Eylül öncesi ve sonrasında, fraksiyon çatışmalarının büyük "terör" dalgasına yol açmasında öne çıkan bir ilçedeki bu vahim olayın sonrası çok dikkatle izlenmelidir...
Urfa gibi siyasal devinimin yüksek olduğu bir kentte, "seçim" kavgasının yeni bir kan davasına dönüşmemesi için devlet teyakkuzda olmalıdır...

Dilerim Urfa bir an önce sükunete kavuşur...


Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

14 Haziran 2018 Perşembe

Dinmeyen bir futbol senfonisi: Dünya Kupası - İsmail Sarp Aykurt / SOL

Formalarında büyük harflerle CIS yazan, Türkçesi Bağımsız Devletler Topluluğu olan, sonrasında ise kapitalist bir bataklığa dönen ve günümüz Rusyasına bağlanan süreç 2018 Rusya Dünya Kupası’na kadar gelmiş bulunuyor. Bir zamanlar Sovyet gençlerinin, sayısız emekçinin top koşturduğu bu alanlarda ‘Anayurt çağırıyor’ heykelinin altında, Şostakoviç’in en güzel bestelerini yaptığı direnişin kenti Leningrad’da, Hitler faşizminin iyiden iyiye dövüldüğü Stalingrad’ın yorgun sokaklarında piyasanın o ağır tahribatı var şimdilerde.

Futbol, ilk oynandığı günden beri yayılımını sürdürüyor. Buna ister Türklerden tepük, ister İtalyanlardan Calcio, Japonlardan Kemari ya da Fransız halkı için La Choule deyin isimler değişse de içerik değişmiyor. Bu içeriğin en önemli beynelmilel organizasyonlarından biri ise bugün yarın başlayacak olan futbolun en büyük organizasyonlarının hiç kuşkusuz başında gelen Dünya Kupası. Futbolun, popülerleşmesine eşlik eden kapitalist gelişme ve genişleme ile sonradan futbolun başına çöreklenen ve dünya çapındaki örgütlü futbolun temsilcisi olduğu iddiasını taşıyan FIFA, şimdilerde küresel futbol kapitalizminin en önemli cazibe merkezi konumunda. FIFA bu organizasyonların hâlâ en büyük örgütçüsü.

1904 yılında düzenlenen ilk FIFA Kongresi’nden sonra tam adı Uluslararası Futbol Federasyonu olan FIFA futbolun o döneme ait temel sorunlarını incelemeye alıyor. Bunlar arasında tam bir futbol birliğinin sağlanamaması ve kuralların da tam bir düzen içerisinde uygulanmasında ortaya çıkan sorunlar başa yerleşmiş durumdaydı. Bu anlamda sorunun oluşmasında "futbol mağruru" Britanya ekolünün de yeri olduğunu not etmek gerekiyor. Ancak FIFA’nın bu konudaki çabalarının işe yaradığını biliyoruz. Çünkü FIFA, dünya çapında bir turnuva, bir şampiyona düzenleme hakkının yalnızca FIFA’ya ait olduğu tezini öne çıkarıyor ve bu, futbolun şimdilerde adına "dünya çapında bir suç örgütü" yakıştırmaları yapılan FIFA’ya "ait" gösterilmesinin de bir anlamda sebebi haline dönüşüyor. Britanya ile FIFA tekelinde bir oraya bir buraya sündürülen futbolun bağımlılık süreci de aslında böyle başlıyor demek mümkün.

1919 yılında Fransız Futbol Federasyonu’nun başına getirilen Jules Rimet ve genel sekreter Henri Delaunay dünya kupası fikrinin somut hale gelmesine ön ayak olan iki kişi olarak söylenebilir. Özellikle de 1920’li yıllar dünya kupası fikrinin son halinin planlanmasını önceleyen dönem oldu. Çünkü Rimet Artık FIFA Başkanı olmuştu. Zaten FIFA’nın 1904 yılındaki kuruluşunda yer alan Rimet, 1954 senesine kadar aktif başkanlık yürüttü. Geleneksel burjuva diyebileceğimiz bir isim olan Rimet düzenlenmesine aracılık ettiği ilk dünya kupası olan Uruguay adresli kupada bizzat bulundu ve kupa onun adı ile kazanan takıma takdim edildi. 1946’da Jules Rimet’nin adı verilse de kupaya, 1930-1970 yılları arasında ellerde yükselen heykelciğin isminin de pekâlâ Rimet ismine angaje olduğunu söylemek zorlama olmayacaktır. Kupa o dönemde Fransız bir heykeltıraş olan A. Lafleur’un eseridir. Eser ise zafer tanrıçası Nike’ı tasvir etmektedir.

İLK İZLER: KUPANIN SEYİR DEFTERİ
1920 yılında Belçika’nın Antwerp şehrinde prensipte kabul edilen Dünya Kupası fikri, profesyonelleşmenin de kabul edilmesi ile olimpiyatların başka bir mecraya kaymasına aracılık etti. Olimpiyatların dayandığı konsept amatörlüğe zemin hazırlıyordu. Ancak öte yandan profesyonellik de ‘zımni’ yollarla artmaya devam ediyordu. Tüm bu zeminden hareketle Rimet ile Deleunay’ın FIFA kongresindeki ikna konuşmaları “Birçok ülkede profesyonellik kabul ediliyor ve olimpiyatlarda artık en iyi futbolcular yer alamayacak” çıkışı ile destek aldı. 1930’da ilk kupa Uruguay’da gerçekleşti. Son iki olimpiyat şampiyonu Uruguay’a verilen bu unvan yıllarca sürecek bir geleneğe dönüştü. Uruguay bu şansı ‘parasal’ yollar ile çözmüş; FIFA’da sanki olimpiyat şampiyonu takımı bu şekilde ödüllendirmişti. İlk Dünya Kupası’na katılan tüm ülkelerin ulaşım, barınma vb. masrafları ev sahibi ülke tarafından karşılandı. 1930 Dünya Kupası 1929 Büyük Ekonomik Krizi’nin gölgesinde gerçekleşiyordu. Uruguaylılar mutluydu, ancak aynı mutluluğu Avrupa kıtası için söylemek zordu.

1934 Dünya Kupası 2. Dünya savaşını önceleyen bir turnuva olmuştu. Tarihin bu evresine baktığınızda, 1936 Münih Olimpiyatları ile oldukça benzer bir doğrultu ve zeminde gerçekleştiğinden kimse kuşku duymadı 1934 İtalya’nın. Dünya kupaları tarihinin ikinci ve en kötü örneklerinden birisi oldu bu turnuva. Mussolini'nin faşist rejiminin açıktan bir propagandası halini alan Dünya Kupası'nda İtalyanlar'ı fazlasıyla memnun eden hakem kararları da sonuçta etkili oldu ve bu kahrolasıca rejim futbolun tüm olanaklarından ziyadesiyle faydalandı. Finalden önce İtalya Milli Takımı'nı Roma'da askeri geçit törenine çıkarmak isteyen faşist bir adam vardı bu turnuvada… Özetle İtalyan faşizmi ile can çekişen 1934 Dünya Kupası ile ırkçı Nazi nasyonalizmi ile iğdiş edilen 1936 Berlin Olimpiyatları çok büyük ve birbirine yakın tarihli analojiler olarak tarihte yerini almıştı. 1938’de ise işgalin başladığı ve Avusturya’nın ilhak edildiği yılların futbola gölge düşürdüğü yıllardan oldu. Avusturya’nın devreden çıkmasıyla birlikte kupaya katılan takım sayısı 15’e düştü. 6 Alman ve 5 işbirlikçi Avusturyalı oyuncunun oynadığı Nazi Almanyası İsviçre’ye yenilerek elenmekten ise kurtulamadı. Bu yıllardan akıllarda kalan Nazi çalımcısı Avusturyalı, namı diğer kâğıttan adam Mathias Sindelar oldu. Nazi milli takımı kendi ülkeleri ve liderliği ile tarihin çöplüğüne giderken, Sindelar ise Nazilere direnişi ve ısrarla Nazi milli takımını reddedişi ile akıllarda kaldı.

SOSYALİZM KUPADA: SOVYETLERİN KUPA DENEYİ
1958 yılı önemli bir yıl oldu. Kupaları kimin aldığından ya da gol kralı kimin olduğundan bağımsız, bu yılın en büyük gelişmesi Sovyet futbol takımının Dünya kupasına dâhil olmasıydı. Kolektif oyun anlayışı, antrenman yöntemleri, fizik yapısı ve henüz bilinmedik yönleriyle dâhil oldu turnuvaya Sovyetler… Çeyrek finale kadar uzandı Sovyetler, ancak ötesine geçemedi. Ve fakat o yıl İsveç ve Brezilya’nın yılı oldu. 1966 yılında ise kupanın adresi İngiltere idi. Turnuva oynanan maçlardan çok şampiyonanın başlamasına 3 gün kala Londra’da sergilenen kupa ortadan kayboldu. Fakat ne şanstır ki aynı kupa Londra’nın güneyindeki kenar mahallerinden birinde ve Pickles adlı bir köpek tarafından çalılıklar arasında bulundu. Zaten ilginç zamanlar yaşamıştı kupa. 1966 yılından önce J. Rimet adını taşıyan kupa 2. Dünya Savaşı esnasında dönemin FIFA yöneticilerinden Ottorino Barassi tarafından bir ‘ayakkabı kutusu’ içerisinde ve yatağının altında saklandı.
Açıkçası, ayakkabı kutusunda değerli eşya ya da şimdilerdeki gibi para saklama egzersizlerinin yeni bir şey olmadığını buradan anlamak oldukça mümkün.
1962 Dünya Kupası önemlidir. 1960 yılında ilk Avrupa Şampiyonası’nda ilk şampiyonluğunu kazanan Sovyetler Birliği, büyük kalecisi Lev Yaşin önderliğine turnuvadadır.  İlk maçta Yugoslavya‘ya karşı kalesini kapatan Sovyet kaleci, ikinci grup maçında Kolombiyalı futbolcu  Coll‘un kornerden attığı golü engelleyememiştir. Hepsini çıkaracak değildir ama öyle iyi bir kalecidir ki beklentiler bir çığ gibi büyür onu izledikçe. Buna karşın Sovyetler Birliği gruptan lider olarak çeyrek finale yükselir ancak çeyrek finaller hiç de iyi gitmemiştir. Şili karşısında da, kalesinde iki gol görür Yaşin. Golü attıktan sonra sevinmek yerine Sovyet kalesine gider, Yaşin‘e sarılır ve golü kutlamaz Rojas… Anlaşılan o ki ona gol atmış olduğuna gözlerini inandıramaz. Turnuva yine çeyrek final bileti ile sona erer Sovyetler için.


“Ona istediği parayı ödemeye hazırım. Ailemin tüm mücevherlerini satıp borca girmem gerekse bile onu almak isterdim. Ancak Bay Yaşin için biçilebilecek bir değer yok, tıpkı Prado Müzesi’nde duran ünlü ressamların tabloları gibi…” derler onun için, onun derdi ise ülkesi Sovyetler Birliği’dir. 1966 Dünya Kupası’nda da Sovyetler Birliği’ni yarı finale kadar taşır Yaşin. Bu onun son Dünya kupası olur ancak bıraktığı iz hiç silinmez, hatırlarda kalır. Bir konuşmasında ona sorulan ve tipik olduğunu rahatlıkla ifade edeceğimiz “Başarının sırrını neye borçlusun” türden sorulara karşılık şöyle söyler, biraz da alaycı bir ifade takınarak sanki:
“Maçtan hemen önce sakin kalabilmek için bir sigara içer ve kaslarımı yumuşatmak için de sert bir likör yuvarlarım…”

 Lev Yaşin bir futbol ve futbol efsanesi değildir sadece, o bir Sovyet’tir. Sovyet insanının yeşil sahalardaki izdüşümüdür. “Yuri Gagarin’i uzayda uçarken izlemekten daha iyi bir his varsa o da iyi bir penaltı kurtarmaktır” diyecek kadar da bağlıdır ülkesine ve sevdiği oyuna…

Her ne kadar 2018 Rusya Dünya Kupası Yaşin’li bir afişe konu olsa da ‘konunun geçtiği yer’ Sovyetler Birliği olmaktan artık uzaktır. Yaşin ise ‘dünyanın en büyük suç örgütlerinden biri olan’ FIFA tarafından reklam amaçlı anti-sovyetizm kokan bir afişe sığmayacak kadar büyük bir işçi evladıdır. Ve onun yetiştiği ülke piyasacı Rusya değildir.
1966 yılında İngiltere’nin kazandığı Dünya Kupası’nda Sovyetler Birliği futbol takımı tarihinin en büyük başarını elde etmişti. 23 Temmuz 1966 yılında çeyrek finalde Macaristan’ı 2-1’lik skorla eleyen SSCB, 2 gün sonra Batı Almanya’ya hemen sonrasındaki üçüncülük maçında da Portekiz’e kaybediyordu. Nikolay Morozov’un öğrencileri 4.lük ile yetinmişti. 1970’te ise yine bir yarı final kapısından dönülmüştür. Tıpkı 1958 ve 1962’de olduğu gibi…

1974 yılı Sovyetler Birliği’nin dünya kupasında boy göstermediği bir yıl olur. Diskalifiye edilmiş olduğu söylenir SSCB’nin. Oysaki o yıl futbolun onurlandırıldığı ancak emekçilerin katledildiği yıllardan biridir. CIA destekli bir darbe planı ile Salvador Allende’nin Şili’sini emperyalist ABD’nin kucağına bırakan faşist işbirlikçi Pinochet’in yönlendirdiği bir takım ile ve kanlı katliamların yaşandığı bir stadyumda oynamak gibi bir ilkesizliğe asla ortak olmaz Sovyetler Birliği.

Sovyet Futbol Federasyonu mesajını iletmiştir:
“Şili’de faşist bir ayaklanma sonucunda yasal hükümetin devrilmiş olduğu ve ülkede kanlı bir terör ve baskı rejiminin hüküm sürdüğü herkesçe bilinmektedir. Santiago Stadyumu futbol stadyumu oynanabilecek bir mekân olmaktan çıkartılmış, Şilili yurtseverlerin işkence gördüğü bir toplama kampına dönüştürülmüştür. Sovyet sporcuları Şilili yurtseverlerin kanıyla bezenen bir stadyumda spor karşılaşmasına çıkmayı reddeder”.

KUPANIN TURNUSOL KAĞIDI: SOSYALİZM
Sovyetler yoktu 1974’teki turnuvada ancak Demokratik Almanya Cumhuriyeti (DAC) başarılı bir turnuva geçirdi. Aynı gruba düşen DAC ile kapitalist Batı Almanya karşı karşıya geliyor, Magdeburg’lu Demokratik Alman golcü ve kimsenin bilmediği bir isim Jürgen Sparwasser 77. dakikada ünlü Batı Alman savunma oyuncuları Vogts ve Schwarzenbeck’i geçiyor, büyük kaleci Sepp Maier topu fileden alıyordu. Sparwasser’in attığı gol Batı Almanya’yı ikinciliğe itmişti. 2 bin taraftarıyla Hamburg’ta gülen taraf sosyalizmin ülkesi oldu. Son tahlilde ise DAC, gruptan çıkma ile yetiniyor ve Batı Almanya ise şampiyon oluyordu.  Batı Almanların tek mağlubiyeti Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ne karşı alınmıştı. 1974 yılındaki Dünya Kupası özel bir kurala da tanıklık etmişti. İlk kez kırmızı kartın uygulandığı ve turnuva tarihinde ilk kez bir kırmızı kart gösterilen moment yaşandı orada. Buradaki ilginç an, kırmızı kartı ikinci sarı karttan gösteren kupa tarihindeki ilk Türkiyeli hakemin Doğan Babacan, kartı gören ismin ise Şili'li solcu futbolcu kaptan Carlos Caszely olmasıydı.

1978 Dünya Kupası ise başlamadan bitiyordu Sovyet takımı için. Macaristan ve Yunanistan ile girişilen grup mücadelesi sonucunda o dönemki uygulama ile UEFA / CONMEBOL Kıtalararası play-off oynama hakkı kazanan Macaristan diğer katılımcı ülke Bolivya’yı her iki maçta da yenerek turnuvaya katılmayı başarıyordu.

1982 ve 1986 Dünya Kupalarına da katıldı Sovyet takımı. Bu defa kalede ‘Dünyanın en güzel gollerini yiyen adam’ vardır. Ya da o golleri o yediği için dünyanın en güzel golleri diye adlandırılır onlar. Çoğu kez söylendiği ve yazıldığı gibi. Rinat Dasaev öyle bir kaleciydi. Sovyetler Birliği dağılana dek, 1990 Dünya kupası başarısız geçse de, katılmayı başarmıştı turnuvaya. Büyük antrenör Valeriy Lobanovski, topuk pasının mucitlerinden sayılan Sovyet futbolcu Eduard Streltsov, Simonyan, Ivanov, Banishevsky, Malofeyev, libero ekolünündeki en büyük isimlerden Albert Shesternyov, Sovyetlerin büyük forvetlerinden Byshovets, gelmiş geçmiş en büyük isimlerden Oleg Blokhin, Bobrov, Zavarov, Demyanenko, Alennikov ya da Belanov… Tüm bu isimler Sovyet futbol geleneğinin en önemli dişlilerini oluşturdular. Taa ki, Sovyet sosyalizmi ‘geçici’ bir paralizasyona maruz kalana dek.

Formalarında büyük harflerle CIS yazan, Türkçesi Bağımsız Devletler Topluluğu olan, sonrasında ise kapitalist bir bataklığa dönen ve günümüz Rusyasına bağlanan süreç 2018 Rusya Dünya Kupası’na kadar gelmiş bulunuyor. Bir zamanlar Sovyet gençlerinin, adını saydığımız sayısız emekçinin top koşturduğu bu alanlarda ‘Anayurt çağırıyor’ heykelinin altında, Şostakoviç’in en güzel bestelerini yaptığı direnişin kenti Leningrad’da, Hitler faşizminin iyiden iyiye dövüldüğü Stalingrad’ın yorgun sokaklarında piyasanın o ağır tahribatı var şimdilerde.

Ve de bir Dünya Kupası yeniden, Sovyetsiz, sosyalizmsiz ve olabildiğine aynılaşmış…
Şimdi söylesenize herkes o kadar ‘aynıyken’ bir turnuva ne kadar heyecan verebilir ki insana?

Hele ki, yoksa sosyalizm.

İsmail Sarp Aykurt / SOL


Çok kritik bir kavşak - ERGİN YILDIZOĞLU

Adayların meydanlardaki performanslarına, meydanların heyecanına, sosyal medyadaki hareketliliğin içeriğine bakınca, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci tura kalması,  İnce’nin zaferiyle sonuçlanması, HDP’nin barajı geçmesi, AKP’nin Meclis’te çoğunluğu kaybetmesi gerekir diye düşünüyorum. Ancak OHAL ve onunla çıkarılmış türlü yasalar gerek seçim sonuçlarını, gerekse de seçimlerden sonraki gelişmeleri büyük ölçüde çarpıtacak. 
 
‘Yorulma’ ve ‘paslanma’... 
İktidardaki siyasal İslam cephesinde bir şaşkınlık, dağınıklık söz konusu. Liderliği, “yorgunluktan”“paslanmadan” yakınıyor; hem korktukları hem de öfkelendikleri söylenebilir; topluma anlattıkları hikâye de iç tutarlılığını kaybetti, absürt sonuçlar yaratmaya başladı. AKP’nin liderinin Bingöl ve Bursa, Niğde mitinglerinde sergilediği görüntüler gerçekten çok anlamlıydı.
 
Muhalefet cephesindeyse umut, heyecan, özgüven, hareketlilik giderek artıyor. Böylece, AKP ve siyasal İslam açısından seçimlerde alınması gereken risklere ilişkin çıta hızla yükseliyor. Muharrem İnce’nin yürüttüğü kampanyanın, kişisel olarak sergilediği tarzın, Demirtaş’ın duruşunun çıtanın yükselmesinde önemli bir rol oynadığını kolaylıkla söyleyebiliriz. 


Tüm bunlardan ben, kendi hesabıma, eğer başkanlık seçimleri birinci ya da ikinci turda iktidarın zaferiyle sonuçlanırsa, HDP barajı geçemezse, seçimlerde sıra dışı müdahalelerin rol oynadığı, bir meşruiyet sorunu doğduğu sonucuna varacağım. 
Diğer taraftan, “yorulma”“paslanma” aşamalarında, siyasi hareketlerin liderliklerinin iç çelişkileri derinleşir, kadrolarının özgüveni, mücadele azmi zayıflamaya başlar. Bu koşullarda, siyasi olayları, örneğin, seçimlerin sonuçlarını sıra dışı yöntemlerle ve araçlarla müdahale ederek belirlemek zorlaşır, müdahale çabaları verimliliklerini kaybeder, göğüslenemeyecek tepkiler üretmeye başlar. 

Geçen ay Foreign Policy de yayımlanan “Seçimler nasıl çalınır” başlıklı bir araştırma, “Otokratların seçimleri, seçmen daha sandık başına gitmeden çalmaları gerekir; seçimleri sandık başında, sandıklar açılırken çalmaya kalkanlar çoktan kaybetmiş demektir” diyordu. Bu saptamanın ışığında Türkiye’deki durumun tam olarak nasıl şekilleneceğini öngörmek kolay değil. Ancak, seçimleri sandığa gitmeden çalma olasılığının giderek zayıfladığını, ikinci olasılığın daha ağır basmaya başladığını söylemek olanaklı. Bu nedenle sandıkların güvenliği, her zamankinden daha önemli. 
 
İki konu daha var 
Göz önüne alınması gereken iki konu daha var. Birincisi, “iktidarı” Erdoğan’a indirgemenin, çok vahim bir yanılgı olacağını sık sık vurguluyorum. Karşımızda bir rejim sorunu var. Rejimin, siyasal İslamı temsil eden AKP ve liderliğinin, bu seçimlerden istedikleri sonuçları alamadıkları takdirde, 16 yıldır elde ettikleri kazanımları korumak için, ciddi bir direniş sergileme olasılıkları çok yüksektir. Bu direniş, güvenlik örgütlerinden devlet bürokrasisine, eğitimden sağlığa, camiler-vakıflar gibi dini kurumlardaki, kadrolara kadar, hemen her düzeyde, kendini gösterebilecektir. Eğer seçimlerden istedikleri sonuçları alabilirlerse, aynı kesimlerin, bu kez seçim öncesinde yaşadıkları korkunun etkisiyle muhalefete yönelik, çok sert bir saldırı başlatma olasılığı çok yüksektir. 

İkincisi, dış kaynak bağımlısı Türkiye kapitalizmi, çok ciddi bir borç krizinin eşiğindedir. Hatta, kimi analistlere, örneğin, “Türkiye, Brezilya finansal madenin içindeki kanaryalar mı” diye soran Kenneth Rogoff’un, Project Syndicat sitesindeki son yorumuna bakılırsa, bu kriz çoktan başlamıştır. 

Seçimlerden sonraki yönetim bu krizle yüzleşmek zorunda kalacaktır. Bu kriz ne siyasal İslamın ahbap çavuş kapitalizmi, ne de neoliberal ekonomi yönetim anlayışı ile, toplumda, özellikle emekçi sınıfların yaşamında büyük bir yıkım yaratmayı göze almadan yönetilemez. Dolayısıyla ekonomik krizin yönetimine ilişkin sorunlar, siyasal İslam’ın sergileyeceği tepkinin yaratacağı sorunları daha da ağırlaşmaya adaydır. 

Besbelli ki, ülke çok kritik bir kavşaktadır.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Rüyaları tasarlamak... - ALİ MURAT HAMARAT

Dünya Kupası’nın babası Jules Rimet ile en büyük kupaları tasarlayan heykeltıraş Silvio Gazzaniga’nın öyküsü.

Dört yılda bir alemi saran “47 ayın sultanı”na sayılı gün kala bazı isimler rahmet istiyor. Tıpkı FIFA tarihinin en uzun süre başkanlığını yapan Jules Rimet gibi.

Dünya Kupası’nın babası Jules Rimet 1873’de doğmuştu. Meşin yuvarlağa kısa sürede aşık olan Fransız, arkadaşlarıyla top koşturuyor, bir yandan da hukuk okuyordu. Red Star Paris’i kuran futbol sevdalısı, 1919’da federasyon başkanı olmuştu. Dur durak bilmeyen Rimet, iki yıl sonra da FIFA’nın bir numarası seçiliyordu.

Dünya futbolunun patronu, o zamanlar sadece 20 üyesi olan birliğin büyümesinde önemli rol oynuyordu. Vatandaşı Henri Delaunay Güney Amerika’dan esinlenip Avrupa’nın da kendisine ait bir turnuvası olması gerektiğini savunduğunda olaylar gelişiyordu. Bu teklifi reddeden FIFA, kendi organizasyonun peşine düşmüştü. Brüksel’de yaşayan zengin diplomat Enrique Buero ile birlikte kolları sıvayan Rimet, 1928’de noktayı koyuyor; ilk Dünya Kupası iki yıl sonra Uruguay’da düzenleniyordu.
Son iki Olimpiyat Oyunları’nda altın madalya takımının hem başarısı taçlandırılmış hem de ülkenin bağımsızlığa kavuşmasının ve anayasasının kabulünün 100. yıldönümü ölümsüzleştirilmek istenmişti.

13 Temmuz 1930’da futbolda yeni bir dönem başlıyor, organizasyonun ilk golünü Rimet’nin vatandaşı Lucien Laurent atıyordu. Son kez 1954’te Bern’de sahne alan FIFA Başkanı, artık adını taşıyan kupayı Almanya’nın kaptanı Fritz Walter’e takdim etmişti. O yıl koltuğuna veda eden Rimet, 1956’da da vefat etmişti.

Jules Rimet Kupası
Her ne kadar resmen 1946’da FIFA’nın unutulmaz başkanının adı verilse de, 1930-1970 yılları arasında ellerde yükselen zarif heykelciği tanımlar Jules Rimet Kupası. Fransız heykeltıraş Abel Lafleur’ün eseri olan zafer tanrıçası Nike, dünya futbolunun muzafferlerinin taçlandırılmasına yaramıştı. Üç defa kazanan ülke, ilaheye sonsuza kadar sahip olacaktı. İşte o tanrıçanın öyküsü içimizi burkacaktı.

Mussolini’nin özel çabalarıyla kazanılan 1934 İtalya Dünya Kupası’ndan bir sonraki şampiyonada da gülen spagetti diyarının FIFA’dan sorumlu yetkilisi Ottorino Barassi, İkinci Dünya Savaşı’nda ülkesinin düşmesinden çok heykelciği kaptırmamanın derdindeydi. Müttefik devletler kapıya dayandığında, bir ayakkabı kutusuna konan ilaheyi ilahlar korumuştu...

1966’da futbolun beşiği İngiltere’deydi organizasyon. Her şey harikaydı da, şampiyonanın başlamasına az vakit kala ayaklanmıştı kupa. Bir pazar akşamı telefon etmek için evinin karşısındaki kulübeye yönelen David Corbett’in köpeği Pickles, bir arabanın yanında gazeteye sarılı olarak bulmuştu heykelciği. İngiliz polisinin başarısız fidye organizasyonu bir köpeciği kahramanlaştırmıştı. Her ne kadar emniyet kuvvetleri uzun süre Corbett’i sorguya alsa da, talihli sahip sonradan salıverilmişti.

“Turşucuk” birinci sayfaları uzun süre süsledi, yılın köpeği seçildi. Bir yıllık bedava mamaysa cabasıydı. Çeşitli ülkelerden davetler bile alan Pickles, muzaffer İngiltere’nin kaptanı Bobby Moore ve şürekâsının kutlama partisinde bile boy göstermişti. Kedi peşinde ağaca takılıp boğularak can verene kadar pek meşhur olan bu köpek olmasa, kim bilir belki de şampiyona kupa değil, Kraliçe’nin tacı verilecekti.

1970’te Meksika’da gülen Brezilya, üçüncü Dünya Kupası’nı kazandıktan sonra heykelciğin sahibi olmuştu. 1983’te edebî istirahatgâhından çalınan Jules Rimet Kupası eritilmişti. Merak etmeyin, ilahenin yerinde bugün yeller esmiyor, Lafleur’ün heykelinin replikası arz-ı endam eyliyor.

1974’ten bu yana verilen Dünya Kupası’na gelince... Yedi ülkeden 53 sanatçı teklif veriyor, Silvio Gazzaniga’nun projesi hayat buluyordu. Fakat FIFA bu sefer pinti davranıyor; üç kere zafere ulaşana kupanın daimi olarak verilmesinden vazgeçiyordu.

2016’da vefat eden İtalyan sanatçıyı belki bilmiyorsunuz ancak onun imzasını taşıyan başka eserleri o kadar yakından tanıyorsunuz ki...

Galatasaraylıların her 17 Mayıs’ta gözlerini yaşartan 2000’deki finali kim unutabilir? İşte o efsanevi mücadeleden sonra törende kaldıran 15 kiloluk gümüş kupayı unuttunuz mu? Peki 100 gün sonra kazanılan Süper Kupa’yı...
İşte tüm bu kupalara imzasını atan heykeltıraştı Gazzaniga. Milano’daki Bertoni şirketinde çalışırken, milyonlarca insanın rüyalarını süsleyen sanat eserlerine imzasını atmıştı. Sadece futbol için değil, voleybol ve beyzbol için de tasarlamıştı.

Kim bilir belki de rüyaların tasarımcısıydı İtalyan heykeltıraş. Şanslı azınlık için gerçek oldu kupaları; milyonlar için hâlâ hayal! Tıpkı Jules Rimet’nin düşü gibi...

 ALİ MURAT HAMARAT / BİRGÜN

Her mahalleye kıraathane değil, her mahalleye kreş - SELİN SAYEK BÖKE

24 Haziran’a 12 gün kala AKP’nin “dâhiyane’” vaatleri 16 yılın sonunda geleceğe dair söyleyecek sözü kalmamış olan iktidarın çaresizliklerine işaret ediyor. Öte yandan tam da neye ihtiyacımız olmadığını göstererek, Türkiye’nin gerçek ihtiyacını ortaya koymamıza da imkân veriyor.


Birkaç hafta önce uluslararası finans çevrelerine siyasete göbekten bağımlı bir Merkez Bankası’nda ısrar edeceğini “müjdeleyen” iktidar, bugün de her sabah işsizliğin karanlığına uyanan 6 milyon insana, yarınların endişesiyle boğulan milyonlarca gence, işsiz günlerini geçirecekleri kıraathaneler vaat ediyor. Erkeklerin buluştuğu kıraathanelerle kurulacak bir gelecek, kadınlara da onlarsız bir hayat müjdeliyor. Bir de Millet Kıraathanelerinde internetin de olacağı müjdesiyle somutlaşan AKP’nin Sanayi 4.0 ve teknoloji anlayışı var tabi...

Millet Kıraathanesi projesini hafife almamalı, zira AKP’nin Türkiye vizyonunu detayıyla ortaya koyuyor. Üretimsiz, ayrımcı, işsiz, teknolojiyi üretmeye değil tüketmeye bağımlı bir gelecek… İşte tam da burada çağı yakalayan, Sanayi 4.0 devriminin teknolojik dönüşümünde öncü olacak üretici güçleri merkezine alan, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayan, güvenceli ve yüksek ücretli bir istihdamla zenginleşen Türkiye geleceğinde milyonları ortaklaştırma fırsatı karşımıza çıkıyor. Millet Kıraathaneleriyle değil Mahalle Kreşleri ve Aktif Yaşam Merkezleriyle!

Biz her mahalleye kıraathane kurmayacağız. Bilhassa böyle yapmayacağız. Biz her mahallenin çocuklarının gideceği kreşler, yaşlı ve bakıma muhtaçlarının hakları olan bakım hizmetlerine erişebilecekleri Aktif Yaşam Merkezleri kuracağız. İnternette gezinmeyi değil, interneti üretim gücüne dönüştürmesi için KOBİ’lerimizin dijital dönüşümünü destekleyecek, işgücünün bu dönüşümde ihtiyaç duyacağı becerileri edinmesini sağlayacak aktif istihdam politikalarını uygulayacağız. Kısacası biz gerçek bir sosyal devleti kuracağız.

Türkiye’nin bu üretim dönüşümünü gerçekleştirmek, hak temelli sosyal devleti kurmak için kaynağı da kapasitesi de var. Mesele kamu kaynaklarını sosyal devlet önceliği ile yönlendirmeyi tercih edecek bir halkçı kalkınma programını uygulayacak bir siyasi anlayışı iktidara getirmek meselesi.

GSYH’nin yaklaşık yüzde 1’i kadar kaynakla yapılacak bu sosyal devlet yatırımlarıyla 719 bin yeni iş yaratmak mümkün. Tercih çok açık… AKP Türkiyesinde kıraathanelerde bedava kek eşliğinde iktidarın propaganda medyasını internetten izleyerek vakit öldürmeyi vaat eden işsizlik var. Oysa kuracağımız halkçı kalkınmaya dayanan Türkiye’de kreşleri ve aktif yaşam merkezlerini inşa edecek mühendis, mimar, inşaat işçisi; kreş sınıflarında öğrencileriyle buluşan öğretmenler, bakım hizmetlerini sağlayacak sağlık çalışanları, yemekhanelerdeki aşçılar, teknolojiyi öğretecek ve altyapısını kuracak bilişimcilerle hakça yaşayacak milyonlar var. Verimsiz mega projeler yerine insanı merkezine alan böyle bir halkçı kalkınma hamlesinin yatırımlarıyla 2,5 kat daha fazla istihdam yaratabiliriz. Hem de stajyer, bursiyer, kursiyer yani esnek çalışma değil, gerçek tam zamanlı güvenceli ve güvenli istihdam.

Erken eğitim imkânlarına erişecek olan çocuklar, akranlarından 1,5 yıl daha önde becerilerle ilkokula başlıyor, daha kolay iş buluyor, buldukları işlerin de güvenceli ve daha yüksek ücretli olma ihtimali artıyor. Çocukları ve ebeveynleri için güvenli ve güvenceli sosyal bakım hizmetine erişemediği için bugün istihdam piyasasının dışına itilen milyonlarca kadın iş arama özgürlüğünü kazanıyor. Kısacası, bu anlayış değişikliğiyle katılımcı ve kapsayıcı, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayan bir kalkınma için önemli bir adım atılmış olacak.

Bu yatırım programının aktif istihdam politikaları ile işgücü piyasasını düzenleyici politikaları içerecek bütüncül bir programla desteklenmesi, verimliliği de arttıracak. Eşit ebeveyn izni, tam-zamanlı çalışma mesaisinin insana yakışır işler çerçevesinde kısaltılması, işlevsel esneklik sağlayacak uygulamalar, çocuk kreş-anaokulu açılış-kapanış saatleri ile işyeri mesai başlangıç-bitiş saatlerinin koordinasyonu gibi politikalar bu kamu yatırımlarıyla eşzamanlı olarak uygulamaya geçirilmeli.

Kıraathanelerin vaat ettiği işsizliğe son verecek yatırımlarla, kadını yok sayan erkek egemen mahallelerin yerine kadını ekonomiye ve hayata ortaklaştıran atılımla, teknolojik dönüşüme insan dokunuşlarını da katarak Sanayi 4.0 karşısında boğulmamızın önüne geçecek bir dijital dönüşümle, Türkiye’nin krizin eşiğinden dönüşünün reçetesi mahallelerimizden başlayacak. 

Artan işgücü verimliliği, azalan işsizlik ve yoksulluk, toplumsal cinsiyet eşitliğini teşvik eden bir kalkınma, katma değeri yüksek üretimle artan gelirler, azalan cari açık ile borçluluk…

Şimdi ilk iş, 24 Haziran’da Türkiye’nin dönüşümünü sağlamak üzere, sosyal devleti kurmayı tercih edecek bir programa oy vermek. 25 Haziran sabahından başlayarak da, bu atılım için hep beraber işe koyulmak.

Az kaldı...

SELİN SAYEK BÖKE / BİRGÜN