12 Temmuz 2018 Perşembe

15 Temmuz Darbe Girişimi: Felaket mi, fırsat mı? - İBRAHİM Ö. KABOĞLU

15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi, Türkiye ülkesi, toplumu ve devleti için felaketti. Ne var ki, bunu fırsata çevirenler, darbecilerin yetişmesine elverişli ortam ve koşulları hazırlayanlardan başkası değil.


Son iki yılın başlıca olay ve düzenlemeleri, bu görüşü açıkça teyit ediyor.

1- Fethullahçı Terör Örgütü: İlk dört OHAL/KHK ile; “Milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen Fethullahçı Terör Örgütü’ne (FETÖ/PDY) aidiyeti, iltisakı veya irtibatı olan” (KHK/667-23.7.16-670-17.8.16) kişi ve kuruluşlara karşı, ilgili KHK’de belirtilen en kapsayıcı ve en ağır yaptırımlar zinciri uygulandı.

2- MGK kararı gereğince ‘terörist avı’:‘Yargısız infaz’ anlamındaki yaptırımlar; 1 Eylül 2016’dan itibaren, “Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulu’nca devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan” (KHK/672 -1 Eylül 2016- vd.) kaydı altında on binlerce kişiye uygulanmaya başlandı.

Böylece, KHK/672’den KHK/201’e kadar, FETÖ yerine genel olarak ‘terör örgütü ve MGK kararı’ formülü kullanıldı. Oysa anayasal açıdan MGK karar almaya yetkili bir organ değil. Bu nedenle, hangi kararların MGK tarafından alındığı belli değil, ama bilinen, 16 Nisan öncesi, ‘hayır kampanyası’ yürütenlerin CB tarafından terörist ilan edildiği.

FETÖ’den hareketle, Anayasa dışına çıkılarak genel uygulamaya yönelmekle, Türkiye tarihinin en büyük fikri kıyım harekâtı başlatıldı. Anayasa değişikliği için düğmeye bu sırada basıldı.

3- 15 Temmuz ve OHAL ürünü Anayasa: 16 Nisan 2017’de oylanan 6771 sayılı Kanun için ilk işareti, 16 Ekim 2016’da “Anayasa suçu işleniyor” diyen Bahçeli verdi. ‘OHAL’de Anayasa değişikliği’nin sakıncalarına dikkat çekenlere, zamanın Başbakanı, “OHAL’de Anayasa referandumu yapacak değiliz ya” sözleri ile yanıt verdi. Aynı kişi, Anayasa oylamasından sonra, “70 günde yüzde 30’luk desteği yüzde 51,4’e çıkardık” sözleri ile ‘OHAL ve evet’ arasındaki bağlantıyı itiraf etti.

Kısacası, OHAL istismar edilerek ‘istismarcı anayasa değişikliği’ gerçekleştirildi (On binlerce kişinin ‘yargısız infazı’, yüz binlerce çocuğun istismar edilmesine yol açtı)
Üstelik resmi yalanlar üretildi.

4- “Devleti bekası“ yalanı(1): “Devletin bekası” adına seçmenlerden oy istenilen Anayasa değişikliğinin yürürlüğe girmesi, 3 Kasım 2019 sonrasına bırakıldı. Buna karşılık, Cumhurbaşkanı’nın partisine dönüşü ve yargı üst örgütünü HSK olarak istediği gibi yapılandırması, bir ayda sağlandı. Eğer gerçekten devlet tehlikede idiyse, neden Anayasa’nın yürürlüğe girişi 2,5 yıl sonrasına bırakıldı?
5- Değişiklik de Anayasa’ya aykırı: OHAL altında serbest tartışma ortamı bir yana, 6771 sayılı Kanun, Anayasa ihlal edilerek kabul edildi. Medya tekeli yoluyla anayasal ve siyasal kavramlar kirletildi.

6- Kendi koydukları kurala bile uymadı: 6771 sayılı Kanun ile 6 ay içinde Anayasa değişikliğine uyum yasaları çıkarma gereğini yerine getirmedikleri gibi seçimleri 24 Haziran 2018 tarihine alarak eylemli Anayasa ihlali de yapıldı.

7- Meclis de devre dışı: TBMM, yenileme kararı aldıktan sonra 7142 sayılı yetki kanunu ile kendi yetkisini, Anayasa’ya aykırı bir biçimde Bakanlar Kurulu’na devretti.

8- “Devletin bekası” yalanı (2): Seçimleri erkene almak için gerekçe gösterilmediği halde, devlet olanakları kullanılarak OHAL ortam ve koşullarında yürütülen seçim kampanyasında da seçmenden “devletin bekası” adına oy istendi.
Kampanya sırasında, ‘Cumhur İttifakı’ karşıtları ile teröristler arasında sürekli ‘iltisak’! kurulmaya çalışıldı.

9- KHK ile yetki devri ve tasfiye de, Anayasa ihlali: Bakanlar Kurulu yetkilerinin Cumhurbaşkanına devri, TBMM tarafından yapılması gerekiyor iken, KHK yoluyla, yani yine Bakanlar Kurulu tarafından yapıldı.

10- Cumhurbaşkanlığı sıra/unvan ve süre: 24 Haziran 2018’de 2. kez CB seçilen Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1. değil 13. Cumhurbaşkanı’dır. Mazbatasında yanlış olarak belirtildiği üzere, Türkiye Cumhurbaşkanı değil, ‘Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’ veya ‘Türkiye Devleti Cumhurbaşkanı’dır. Çünkü ‘Türkiye’, ülkemizin adı olup (m.126), devletimizin sadece iki adı vardır: ‘Türkiye Devleti’ ve ‘Türkiye Cumhuriyeti’ (m.1,2 ve 3). Cumhurbaşkanlığına 2. kez seçilen Erdoğan, “Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir” amir hükmü gereği (m.101), 3. kez, ancak TBMM’nin 3/5 çoğunlukla seçimleri yenilemesi durumunda aday olabilir: “Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde Cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir” (m.116/3). Yüksek Seçim Kurulu (YSK), Anayasal normlar ile kişisel hedefleri birbirine karıştırarak Anayasa’yı ihlal etti.

11- “OHAL uzatılmayacak” dendi, ama…:4/6/18 tarihli Bakanlar Kurulu toplantısında kararlaştırıldığı halde 8/7/18’de yayımlanan KHK/701 ek listesinde 18.632 kamu görevlisinin adı yer alıyor. “OHAL kalkacak” sloganı ile seçmenden oy isteyen Hükümet, KHK yayımını neden seçim sonrasına bıraktı?

12- CBK düzenlemeleri de sorunlu: Birçok bakımdan Anayasa’ya aykırı olan 539 maddelik Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (CBK) 1, (ve diğerleri), kimler tarafından hazırlandı? Belli değil; gerekçesi de yok…

13- Ne felaket, ne de fırsat: Özetle; 16 Nisan Anayasa halkoylaması, 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin sonucu. Haliyle, eğer darbe girişimi yapılmasaydı, 20 Temmuz gecesi OHAL ilan edilmeyecekti: Anayasa, gerekmediği halde OHAL ortam ve koşullarında üstelik Anayasa’ya aykırı bir şekilde değiştirildi. Parlamenter rejimin kaldırılması bu şekilde gerçekleşti… 24 Haziran seçim kararı, 6771 sayılı Kanunu’na aykırı biçimde alındı ve seçim kampanyasında ‘serbest seçim ve eşit oy’ ilkelerini zedeleyici bir biçimde yürütüldü. Bu nedenle, demokratik hukuk devletinden monokratik kişi yönetimine geçiş süreci, Anayasa ve hukuka aykırı olduğu gibi gayrı meşru.

14- Demokratların görevi: FETÖ terör örgütü tarafından yapıldığı resmileştirilen 15 Temmuz Darbe Girişimi, Türkiye için bir ‘felaket’ oldu; ancak bu felaket, anayasal düzeni ortadan kaldırmak için bir ‘fırsat’ olarak kullandı. Hukuka inançlı Türkiyeli demokratların görevi, bütün darbe girişimlerini lanetlemek ve darbe fırsatçılarını da sürekli ‘teşhir’ etmek olmalı.

 İBRAHİM Ö. KABOĞLU / BİRGÜN

Ak devlet, acil muhalefet - AYŞE YILDIRIM

‘Bu kadar kötülük fazla.’ 
Soma davası avukatlarından Can Atalay’ın sözleri Türkiye’nin özeti gibi. 


301 madencinin yakınları dört yıl sonra gelen adaletsizliğe isyan ederken… 
Çorlu’da kaza diye sunulmaya çalışılan tren cinayetinde bebeğinin tabutunu kollarında taşıyan babanın gözyaşları kurumamışken…
 
Yandaş medya Türkiye’nin nasıl şahlanacağını, ‘Başkan’ın ilk gününü parlatmakla meşgul. Bundan sonra da tek meşguliyetleri bu olacak. 

Çünkü onlar da ‘Ak devlet’in, ‘Ak gazeteleri’ artık. 

Daha bir yıl önce başkanlık değil cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi diye yutturmaya çalıştıkları o sistem kuruldu. 

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi diye yazılıp, başkan bile değil tek adam diye okunması gereken bir sisteme geçmiş bulunuyoruz. 

Erdoğan’ın tarihe kendisini ‘kurucu’ olarak yazdırmak istediği bu sistemde devletin tüm kurum ve kuruluşlarıyla ‘Ak devlet’ olacağı da ortada.
 
Her şey ama her şey, aklınıza gelecek, gelmeyecek her şey tek adamın dudağında artık.
 
Çıkan ve çıkacak kararnameleri okudukça şaşırmayın. 

Toplum üzerindeki şaşkınlığı bile atamamışken Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle istedikleri düzeni tam oturtacaklar. 

Ve belki bir süre sonra ne yaptıklarını bile okuyamayacaksınız. 

Yandaşlar onları size ‘sihirli’ birer kararname gibi sunmaya devam edecek. 16 yıldır tek başına iktidarda olan bir partinin Türkiye’yi nasıl bir dünya ülkesi yapma yolunda güçlü adımlar attığı yalanını pompalayacak… Paranın başına oturan ‘damat-bakan’ın piyasaları tedirgin ettiğini değil de nasıl ‘güven’ verdiği yalanını anlatacak. 

Hani diyor ya Cumhurbaşkanı “Her türlü özgürlük batıda olmadığı kadar burada var” diye. İşte o özgürlük sadece ‘AKP’lilere vardı ve yine onlara olacak.’ 

Hatta bu kez onlar bile o kadar özgür olamayacak. Onlar bile ‘şaşkınlık’ ve ‘korku’  yaşayacak.
Bir mafya lideri tarafından tehdit edilen, yandaş tetikçi tarafından hedef gösterilen bir gazetenin 24 Haziran öncesi ve sonrası yayın çizgisine bakın…

Bir gazetenin ‘tiraj’‘kâğıt’ bahanesiyle bir anda kapatılmasına bakın… 

Yıllardır şantaj ve tehditleriyle bilinen Adnan Oktar’ın “Ama biz seçimlerde Erdoğan’ı destekledik” sözlerine bakın… 

Olmadı, damadı tutuklanmasına rağmen yine de oyunu AKP’ye veren, ardından kızı da tutuklanan yaşlı adamın ‘haram olsun’ sözlerine bakın… 

İlk icraatlarından biri üç gazeteyi daha kapatmak olan ‘Ak devlet’ için artık, AKP’li de olmak yetmeyecek. Saray’a biat tek kural. Kurala uymayanlar… 

İşte tam da bu nedenle herkesin üzerindeki şaşkınlığı bir kenara atması ve yeni muhalefet yolları araması gereken kritik anlardayız. 

Erdoğan’ın yemin töreninde Meclis’e gidip ama ayağa kalkmamak gibi yaratıcılığı ve etkisi tartışılır muhalefet yolları yerine topluma umut veren, hayal kırıklığını ve umutsuzluğu silip atacak, sadece bilindik laflarla yapılan ‘vay be ne güzel konuştu’ dedirtmekten öteye giden “Hayır diyen bizler de milyonlarız. Varız ve buradayız” cesaretini gösteren bir muhalefete ihtiyaç var.

 
Bu düzenin ülkeye vereceği zararı asgariye indirecek yeni bir muhalefet anlayışına çok acil ihtiyaç var. 

Henüz bunları yazabilecek, duyurabilecek üç beş gazete ve televizyon varken…

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

"Cülus"un kazanımları!.. - AHMET TAKAN

Cülus merasimiyle Cumhuriyete veda ettik... Olsun varsın!. Dünya liderimiz "başkan"lığa kavuştu.
Hayırlara vesile olsun!..


Dünya demokrasisinin, barışın, sevginin, adaletin önde gelen temsilciliği ile tanınan, din, dil, mezhep ve  her türlü etnik ayrımcılığın karşıtlığı ile nam salmış önde gelen başkanları yalnız bırakmadı kurucu "başkan"ı... Kimler yoktu ki merasimde;
Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro,
Katar Emiri Şeyh Temim Bin Hamad El Sani,
Pakistan Cumhurbaşkanı Memnun Hüseyin,
Kırgızistan Cumhurbaşkanı Sooranbay Jeenbekov,
Sudan Başkanı Ömer El Beşir,
Gine Başkanı Alpha Conde,
Gine Bissau Cumhurbaşkanı Jose Mario Vaz,
Ekvator Ginesi Cumhurbaşkanı Teodoro Obıang,
Zambiya Cumhurbaşkanı Edgar Lungu,
Somali Cumhurbaşkanı Muhammed Abdullahi Muhammed Farmajo,
Moritanya Cumhurbaşkanı Mohamed Ould Abdel Aziz,
Gabon Cumhurbaşkanı Ali Bongo Ondimba,
Çad Başkanı Idriss Deby Itno,
Cibuti başkanı İsmail Omar Guelleh,
Gürcistan Cumhurbaşkanı Giorgi Margvelashvili,
Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vuçiç...
Kıskançlıktan çatır çatır çatlamıştır, 3'üncü dünya ülkelerinin liderleri;
Trump,
Merkel,
May,
Macron...
Biat töreni nerede yapıldı?. Cülus bahşişleri ne zaman dağıtıldı göremedik!.. Yoksa güne özel dağıtılan 1'er lira ile mi yetinildi? Yook canım!.. KHK'lar havada uçuşurken belki de biz atladık...
15 Temmuz'un 2'nci yıldönümü öncesine rastlayan cülus merasimi gerçekten çok görkemliydi!..
Kafanızda hâlâ soru işaretleri mi var?..
Kalbinizi ferah tutun...
İlaç fiyatlarını başkan belirleyecek.
Valiler gerekli gördüğü zaman silah dağıtabilecek.
İçişleri Bakanı, ülkenin idari bölümlere ayrılmasını düzenleyecek.
Bakan Yardımcıları Anayasa Mahkemesi üyesi olacak.
Profesör olmasan da Rektör olabileceksin.
İmam, hâkim olacak.
Dokunulmazlık dosyalarına, saray karar verecek...
Hâlâ pireleniyor musunuz?..
Vallahi size şaşıyorum... Anlasanıza; darbeyi önledik yahu!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

11 Temmuz 2018 Çarşamba

Devletleşen şirket, şirketleşen devlet - Fatih Yaşlı

Bir dönem Pamukova’daki tren “kaza”sıyla açılmıştı ve bir dönem Tekirdağ’daki tren “kaza”sıyla tamamlandı. Pamukova’da da bir benzeri yaşanmıştı: Hizmet fetişizmiyle ve akla, bilime, rasyonel düşünceye aykırı bir şekilde “hızlandırılmış tren” diye bir işe girişilmiş, sonuç ise felaket olmuştu. Sonrası malum, kimse hesap vermedi, kimse istifa etmedi, o günden sonra da bu bir gelenek haline getirildi, doğrudan siyasetin konusu olan hiçbir hadisede siyasal iktidar sorumluluk üstlenmedi. İktidar partisi kendisini nasıl ki fiilen Danıştay’ın ya da Anayasa Mahkemesi’nin denetimi dışında bıraktıysa, kamuoyu önünde hesap verme ilkesini de rafa kaldırdı.


Tekirdağ’daki “kaza”, Pamukova’dan beri inşa edilen yeni rejimin mantıksal sınırlarına ulaşması açısından muazzam bir sembolizm içeriyordu. “Kaza”da “yeni Türkiye”ye dair her şey vardı: Akla ve bilime inançsızlık, kamuculuktan uzaklaşma, taşeronlaşma, yandaşa ihale, kimsenin sorumluluğu üstlenip istifa etmemesi, yas ilan edilmemesi ama anında yayın yasağı getirilmesi ve dibine kadar siyasal olan meselelerin “Ölümü siyasete alet etmeyin” demagojisiyle siyasi tartışmanın konusu olmaktan çıkarılması…

Kazanın içerdiği başka bir sembolizm ise adeta “ilahi bir tesadüf” misali yeni rejime resmi olarak geçişin bir gün öncesine denk gelmesiydi. Pamukova’nın ulaştırma bakanı, “son başbakan” olarak tarihe geçerken, lağvedilen “başbakanlık” kurumunun aldığı son kararlardan biri de “yayın yasağı” oldu. 

Kazanın yemin törenini gölgelemek için kurulan bir kumpas olduğunu söyleyenler çıktı, neredeyse bütünüyle ele geçirilmiş medya haberi sıradan bir haber gibi verdi, “Her yerde oluyor” mesajı vermek adına gelişmiş ülkelerdeki tren kazaları hatırlatıldı, yemin töreni günü, yani 24 saat sonra ise neredeyse her şey unutturulmuştu.

Pazar günkü yazıda şöyle demiştik:

“Yarın yeni rejimin ilk resmi kabinesi açıklanacak. Havada uçuşan isimlere bakılırsa Türkiye bir şirket gibi yönetilecek, sermayenin temsilcileri doğrudan kabinede yer alacaklar, arkasından da Türkiye kapitalizmini krizden çıkarmak için adı konulmamış bir IMF programı yürürlüğe konulacak. Şirketleri ve bankaları kurtarmak için krizin faturası işçilerin, emekçilerin, çalışanların sırtına yıkılacak. Hayat daha da pahalılaşacak, vergiler daha da artacak, alım gücü azalacak, işçiler işlerini kaybedecek, işsizler iş bulamayacak.”

Sahiden de pazartesi günü itibariyle ortaya çıkan tablo bir “şirket-devlet” oldu. 2014 yılında yayımlanan “AKP, Cemaat, Sünni-Ulus Yeni Türkiye Üzerine Tezler” adlı kitabımda kullandığım bir kavramsallaştırmayı hatırlatarak söyleyecek olursam, “politik aile şirketi” devlet aygıtını neredeyse bütünüyle kendine bağladı ve bu “şirket-devlet”in başına da “patron/baba” yerleşti. Bakanlıkların başına sermaye temsilcileri geçerken ve bu anlamıyla sermaye-devlet kaynaşması adına yeni bir durum ortaya çıkarken, ekonominin başına da damat getirildi ve “Saray kapitalizmi” diyebileceğimiz tuhaflıkta bir adım daha atıldı.

Söz konusu “şirket-devlet” manzarasının bir sonucu, pazar günkü yazıyı bir kere daha hatırlatarak söyleyecek olursak, devletin bütünüyle piyasa mantığıyla yönetilmesi, yurttaşlara da müşteri muamelesi yapılması olacak; adına “kamusal hizmet” denmeye devam edilse de bu hizmetler özelleştirmeler ve taşeronlaştırmalar aracılığıyla bütünüyle piyasaya devredilecek, çünkü “şirket-devlet” kârlılık esasına göre çalışacak.

Aynı mantıkla, “ekonominin düze çıkarılması” adına çalışanların sırtındaki vergi yükü artırılacak, kamuda küçültmeye gidilecek, kamu çalışanlarının maaşları enflasyonun altında kalacak, borçluluk artacak, çünkü tüketebilmek için giderek daha yüksek maliyetlerle borçlanmak gerekecek.

Tüm bunlara ise son derece paradoksal bir şekilde, kurumsallığını yitirmiş, bürokrasinin rasyonel bir şekilde işlemediği, liyakat esasına dayalı olmayan, kuvvetler ayrılığının ortadan kalktığı, parlamentonun ve yüksek yargının işlevini yitirdiği, tek adamın iki dudağı arasından çıkacak sözlerle yönetilecek bir devlet aygıtı eşlik edecek. Yani “şirket-devlet”te “şirket mantığı”yla “devlet mantığı” kaçınılmaz bir çelişki yaşayacak, hatta kimi zamanlar birbiriyle kavga edecek, ters düşecek.

Artık yeni bir döneme girdiğimiz muhakkak, yeni rejimin kendisini resmi/anayasal statüye kavuşturmayı başardığı, devlet aygıtının hem içerik hem biçimsel olarak dönüşümünü büyük ölçüde tamamladığı yeni bir dönem bu. Otoriterleşme-piyasalaşma-dinselleşme üçlüsü üzerine kurulu olan rejim inşası, şimdi bu üçlüyü anayasal statüye kavuşmuş bir şekilde derinleştirecek.
“Ne yapmalı” sorusuna doğru bir şekilde yanıt vermek için, bu yeni dönemi, rejimin kavuşmuş olduğu görünümü ve bunun siyasal ve toplumsal alana nasıl yansıyacağını doğru bir şekilde okumak ve analiz etmek gerekiyor. Bunu yapmaya devam edeceğiz.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Boris’in istifası - MUSTAFA K. ERDEMOL

Son 24 saat içinde iki önemli istifa bu. Bir hükümet için hiç de koay değil doğrusu. Kabinesini bir arada tutma konusunda zaten bir hayli zorlanan Başbakan Teresa May için gerçekten ciddi bir darbe oldu bu istifalar. AB’den Çıkış (Brexit) Bakanı Davir Davis’in, May’in AB’den çıkış planıyla hemfikir olmadığı gerekçesiyle istifa etmesinden sonra, partinin ağır topu Dışişleri Bakanı Boris Johnson da istifa etti.

Kötü bir zamanda gerçekleşmiş bir istifa olduğu su götürmez. Rusya ile gerginlik yaratan Noviçok zehirlenmeleri yeniden gündeme geldi, bu kez sıradan bir İngiliz kadın bu maddeyi soluduğu için yaşamını yitirdi. Çarşamba günü NATO Zirvesi var, bunun ardından Donald Trump, Londra’yı ziyaret edecek. Yani bir Dışişleri Bakanı için oldukça yüklü bir gündem varken görevi bırakmış oldu Johnson.

Bu her iki istifa, Başbakan May’in çok ama çok derin bölünme yaşayan kabinesini Brexit Planı üzerinde geçici olarak uzlaştırdığı bir anda yaşandı. Uzlaşma toplantısından sonra (bile) Johnson’un, May’in Brexit planını “kötü bir maddenin parlatılaması” olarak yorumlamasına yol açan neden neydi merak konusu tabii. Aynı toplantı sonrası Brexit Bakanı Davis de May’in planına inanmadığını söylemişti.

O zaman gerçekten sorun May’in planında. Çünkü, söz konusu plan, AB’den çıktıktan sonra İngiltere’nin Birlik’le ticari/ekonomik ilişkileri önceki gibi sürdürmesini içeriyor. Dolayısıyla “değişen ne?” sorusuna “o halde neden AB’den çıktık?” sorusu da ekleniyor.

Davis’in neyse de, Joahnson’un istifasının başka anlamları da var. Çünkü, Boris Johnson’un istifası parti üst kademesinde uzun zamandır süren krizle de ilgili. Johnson’un adı parti liderliği için geçiyor uzun süredir. Brexit konusunda parti içinde yaşananlar May’e karşı bir güvenoylamasına yol açabilir parti içinde. Bu durumda May’in kazanma şansı pek yok. Adaylığını koyması halinde parti liderliği için öne çıkan isim, (dolayısıyla Başbakan ) Johnson olur, en azından bir sonraki, genel seçime kadar. Boris Johnson’un buna hazırlandığına dair birçok işaret mevcut.

Kısa günün özeti şu olabilir tabii; bu iki istifanın görünen nedeni Başbakan Teresa May’in Brexit Planı’nın kabul görmediğidir. Brexit Bakanı’nın bile içine sinmeyen bir plan var ortada demek ki. Dediğim gibi, yapılan bir referandumla ayrılma kararı çıkmasına ragmen, İngiltere ile AB arasında gümrük ilişkileri eskisi gibi sürecek plana göre. Bunun Brexit’î anlamsız kıldığını söylemeye gerek yok. Joahnson da Brexitt’e bir “umut” ya da “fırsat” görmediğini söylüyor.
Bu tartışmaların arasında kamuoyunda AB’de kalıp kalmamanın yeniden referanduma götürülmesi konusunda yaygın bir tartışma var. Tartışmada yeniden referendum diyenler ağır basıyor. Mümkün elbette. Yeniden bir referendum olabilir, diyelim ki AB’de kalalım kararı çıkar. AB yeniden kabul ederken daha önce kabul ettiremediği birçok maddeyi kabul ettirerek alır bünyesine İngiltere’yi. Para birimini avroya çevirmesini ister, Schengen Anlaşması’na katılmasını, Brüksel’in takimatlarını kabul etmesini de.

Brexit’ten önce son derece avantajlı bir AB üyesi iken, rahatsızlığı her neyse çıkma kararı alması, sonra pişman olup dönmesi İngiltere’ye pahalı patlayabilir. Tuhaf olan şu; Brexit’in başını çeken politikacıların, örneğin yabancı düşmanı sağcı UKIP’in Başkanı Nigel Farace’ın Brexit oylamasından sonra istifa edip siyaset sahnesinden çekilmesi, Brexit’in sonuçlarından kaçması olarak yorumlanmıştı.

Çünkü kimse AB’den çıkmanın ülkeye getireceği zararların farkında değildi. Fark edenlerin öfkesi sağcı politikalara dönmüştü bir süre sonra. Brexit ile ilgili politikaların, en azından çıkışla ilgili olanların net olmadığı bu son istifa sayesinde net olarak ortaya çıktı. Nasıl çıkılacağı, çıkıldıktan sonra AB ile nasıl bir ilişki kurulabileceği konusunda hâlâ bilinmezler var.

Johnson, şimdi istifasıyla bu “bilinmezliklere” itiraz ediyor gibi oldu. Oysa başından beri, kendisini Başbakanlığa hazırlamış biri politikacı olarak May’e başkaldırı için uygun bir zamanı bekliyordu.

Davis’in istifası ona bu yolu açtı. Davis’inkine benzeyen ama onunkine eklediği başka gerekçelerle Brexit’i bahane ederek May’e istifasıyla baş kaldırmış oldu.
Uzun sürmez, önce parti içinde bir güven oylamasına gidilir, sonra Johnson lider seçilir. Sonrası Başbakan’lıktır.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Mesele siyasidir - SELİN SAYEK BÖKE

Hem de sonuna kadar siyasidir.

Siyasetsizleştirmeye karar vermek meselenin doğasını, toplumun ihtiyacını değiştirmez. Ama meseleyi siyasetsizleştirmek, gittikçe toplumdan kopan siyasi partilerle toplum arasında açılan uçurumun daha da derinleşmesine neden olur. Kader diye sunulan acıların tekrarının engellenmesi için, siyasetin bir çözüm olmasına mani olur. 

Nitekim oluyor da…

Rejim değişikliği siyasi partilerin de yapısını ve işlevini değiştirecek. Ama rejim ne olursa olsun siyasetin tanımını değiştirmeyecek! Rejim değişti diye en temel kavramlar da değişmeyecek. Ama o kavramların hayatımıza dokunuşu, bizim o kavramlardan ne anladığımıza göre çok değişecek.


Siyaset sosyal bir olgudur. İnsanların hangi kurallarla yaşayacaklarına dair, verdikleri ya da vermedikleri kararlardır. Mesela kamu ihalelerinin hangi kurallarla verileceği siyasi bir meseledir. Mesela, ihalelerin kapalı teklifle mi, açık teklifle mi yapılacağı siyasi bir tercihtir.

Demiryolu güzergahlarında çalışan yol bekçilerinin demiryolu güvenliği ve toplum sağlığını koruyucu görev üstlendikleri yaklaşımıyla, istihdamlarını güvence altına almakla, yol bekçilerini birer maliyet unsuru olarak görmek arasındaki tercih siyasidir.

Demiryollarının güvenliğini sağlayacak denetimin özel şirketlerce mi yoksa meslek odalarınca mı yapılacağına dair tercih siyasidir.

Projelerin ucuza mal edilmesinin öncelikli olduğu rantçı anlayışın mı, yoksa üretimin güvenliğini de mutlaka niteliğin bir unsuru olarak gören anlayışın mı hakim olacağına dönük tercih siyasidir.

Maden ocaklarına yaşam odası kurulmasını zorunlu kılıp kılmamak bir siyasi tercihtir. Bunun denetimini özel şirketlere taşere etmekle, kamu görevi olarak görmek arasındaki tercih siyasidir.

Kamu yönetiminin özel sektör tarafından yutulmasını tercih etmek siyasidir.
Hastayı müşteri olarak görmek siyasi bir tercihtir. Çocukları siyasi ideolojinin dayatmasıyla tektipleştiren deneysel eğitim anlayışı, üniversite rektörlerinin profesör olma gerekliliğini kaldırmak, üniversiteleri bölüp parçalayarak bilimden uzaklaştırmak siyasi bir tercihtir.

Merkez Bankası başkanı ve yönetiminin görev süresini belirleyen kuralları kaldırmak, görev sürelerini tayin yetkisini siyasilere teslim etmek siyasi bir tercihtir.

Hangi ürüne vergi konulacağının, ilaç fiyatları tespitinin bile tek bir kişinin mutlak iradesine bırakılması siyasi bir tercihtir.

Bu meseleleri siyasileştirip siyasileştirmemenin kendisi, hepimiz açısından yaşamsal önem taşıyan bir siyasi tercihe dönüşmüştür artık.

İşte bugün 81 milyon açısından en önemli siyasi tercih, meseleyi siyasetsizleştirmek ile meselenin siyasi olduğunu toplumla paylaşmak, toplumu bu siyasi mesele etrafında örgütlemek arasındaki tercihtir.

Hepimizin bu tercihinin sonucu da siyasetin ve siyasi partilerin bu rejimin aşılması yönünde bir irade ortaya koyup koyamayacağını belirleyecek. En önemlisi de, demokratik değerlerde buluşma isteğini ve ihtiyacını bütün baskılara rağmen korkusuzca ortaya koyan milyonların, bu baskıların aşıldığı bir gelecekte buluşup buluşamayacağını belirleyecek.

16 yıllık iktidarının ardından bugün rejimi değiştirmeyi başarmış olan siyaset anlayışı tercihini çok açık biçimde ortaya koyuyor. Ve işte biz hep birlikte o siyasetin ve tercihlerinin sonuçlarını yaşıyoruz. Türkiye’de son 16 yıldır hızlanarak yaşanıyor olan yıkımın maliyetini, bu toplumun çocukları, gençleri, yaşlıları hep birlikte üstleniyor. Geçim sıkıntısında, hayat pahalılığında, sınavlarda, gözaltılarda, tutukluluklarda, ölümlere terkedildiğimiz maden göçüklerinde, inşaat boşluklarında, 3. Havaalanında, Çorlu raylarında…
Bugün bu siyasetin dayattığı anlayışın sonucu en son Çorlu’da tren kazasında kendini gösterdi. Ne fıtrat, ne kader… Kayıplarımız ranttan yana kurulan siyasi tercihin sonucu. Kayıplarımız kamunun özel sektör tarafından yutulması yönünde on yıllardır ortaya konan siyasi tercihin sonucu. Kayıplarımız yağmura karşı bilimi kullanarak insan hayatını korumayı dert edinmeyen, ihaleden havuza para aktarmayı seçen siyasetin sonucu. Mesele siyasidir.
Ve işte tam da bu yüzden bugün meselenin siyasi olduğunu söylemek önemlidir. Bunu söyleyerek önce bu siyasi yazgıyı değiştirmek üzere siyasi partileri siyasetsizlikten kurtarmak yine bize düşüyor. Hepimize… Bu ülkeyle ilgili gelecek hayali olan herkese… Yaşananlar karşısında umutsuzluktan içi sızlayan, çaresizlik duygusuyla burnu titreyen herkesin, artık oradan çıkıp ilerlemesine, daha fazlasını yapmasına ihtiyaç var.

Siyasi partileri de siyasetsizlikten kurtarmak için, hepimiz inandığımız siyaseti büyütmek için, umutsuzluğu yıkmak için, bizim diyeceğimiz geleceği biz olarak kurmak için... Aktif yurttaşlar olarak, siyasi partileri de, siyaseti de dönüştürmek üzere, siyasetin yeniden umut olmasını sağlamak üzere…

Biz buradayız, diyen bir inat ve iradeyle söylemek lazım, mesele siyasidir.

SELİN SAYEK BÖKE / BİRGÜN

Tek adam ve iki dudak - MİNE SÖĞÜT

Hani bir zamanlar meşum bir soru vardı:
Birileri çığlık çığlığa “Tehlikenin farkında mısınız” diye sorarlardı. 
İşte o ısrarla görmezden gelinen, küçümsenen, kulak tıkanan tehlike buydu. 
Yıllardır yaklaşmakta olan bu tehlikeyi işaret edenlerle alay edenler... 
Korkuları, endişeleri yersiz bulanlar... 
Erdoğan’ın hızla yükselişine karşı çıkanlara dudak bükenler... 
Onun bu ülkeye herhangi bir sağ iktidardan daha fazla zarar veremeyeceğini savunanlar... 
Erdoğan’a tepki gösterenleri din düşmanı olarak mimleyenler... 
“Korkmayın herkesin kafasını kapatmayacaklar” diye endişeyi küçümseyenler... 
Onunla kol kola yürümeyi ezilenin yanında olmak zannedenler... 
Bugün olanlara neden şaşırıyorlar, anlamak mümkün değil. 
Başkanlık sisteminin aslında hiç de fena bir fikir olmadığını... 
Dünyada bu sistemle yönetilen ülkelerin parlamenter sistemle yönetilenlerden daha hızlı yol aldığını... 
Sırf Erdoğan karşıtlığı nedeniyle sisteme dil uzatmanın akılsızlık olduğunu harıl harıl savunanlar... 
Erdoğan tek adam olarak iktidara geldiğinde ne yapacak sanıyorlardı? 
Başkanlık törenini dualar ve mehter marşı değil de enternasyonal marşı eşliğinde mi yapacaktı?
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın başına Hasan Ali Toptaş’ı mı atayacaktı? 
Prof. Onur Hamzaoğlu’nu hapisten çıkartıp Sağlık Bakanı mı yapacaktı? 
Milli Eğitim Bakanı olarak bir barış akademisyenini mi seçecekti? 
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı tutup Ömer Madra’ya mı verecekti? 
Maliye Bakanlığı için Ali Koç’u mu münasip görecekti? 
Bundan sonra bin nasihatten daha evla olan bir musibetle baş başayız. 
Bu ülkede tek adam rejimi neden tehlikelidir; 
Ve eğer tüm yetkileri elinde tutan bir insan etkisiz bir Meclis’le birlikte başa geçerse başımıza neler gelir, hepsini yaşayarak görmeye hemen başladık. 
İktidarın bu başarısı tarihe her koşulda bu ülkenin başarısızlığı olarak kazınacak ama bir gün bir şekilde fabrika ayarlarına geri dönülse bile bu zorlu deneyimden büyük bir zarar ve yıkımla çıkılacak.

 
Kimin gazeteci sayılacağına, kimin sayılamayacağına... 
Kimin sanatçı olacağına, kimin olamayacağına... 
Kimin terörist, kimin vatansever olarak etiketleneceğine...
Hangi düşüncelerin ifade edilebilip, hangilerinin edilemeyeceğine... 
Neyin özgürlük sayılıp, neyin sayılamayacağına... 
Hukukun kimler için işleyip, kimler için işlemeyeceğine... 
Basının hangi haberleri yapıp hangilerini yapamayacağına... 
Hakaret kriterlerinin neye göre belirleneceğine... 
Neye darbe denilip neye denilemeyeceğine... 
Neye sevinmek neye üzülmek gerektiğine... 
Neyi alkışlamak neyi yuhalamak icap ettiğine... 
Yani bu diyarlardan anamızı da alıp gitmemiz gerekip gerekmediğine karar verecek tek bir insanın sınırsız ve özgür iradesine mahkûmuz artık. 
O insanın bugüne kadar yaptıkları bundan sonra yapacaklarının teminatı. 
Ve bu halkın bugüne kadar ona karşı gösterdiği zaaf da...
Bundan sonraki zaaflarının teminatı. 
ETS TUR’un sahibinden Kültür ve Turizm Bakanı... 
Medipol hastanelerinin sahibinden Sağlık Bakanı... 
Maya okullarının sahibinden Milli Eğitim Bakanı... 
Emlak Konut (TOKİ) müdüründen Çevre ve Şehircilik Bakanı yaratan... 
Ve hazinenin sorumluluğunu da damadına verdiği Hazine ve Maliye Bakanlığı’yla aile içinde halletme kararı alan bir tek adamın iki dudağı arasında şekillenecek bu yeni sistemde... 

Artık resmen ve hukuken ve cidden tehlikedesiniz.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Afrika tipi başkanlık - Özgür Mumcu

Rejim değişikliği gerçekleşti. Artık bir başbakan ve bakanlar kurulu yok. Erdoğan“size nasıl hitap edelim, cumhurbaşkanı mı yoksa başkan mı”   sorusuna  “başkan diyebilirsiniz” cevabını verdi. Türkiye herhangi bir denetime tabi olmayan, neredeyse sınırsız güçlere sahip bir tek adam rejimiyle yönetilmeye başladı. 

Uygulamada durum buydu, şimdi iş resmiyet kazandı. 

OHAL rejimi kalıcılaştı. Artık OHAL’e ihtiyaç kalmadı. Yeni rejim daimi bir OHAL’dir.
Bugüne dek, denetimsiz bir başkanlık rejimiyle kalkınmış, demokratikleşmiş, refaha ermiş, vatandaşlarını mutlu etmiş bir örnek bulmak güç. 

Erdoğan, rejim değişikliğini “ülke tarihinin en önemli günü” diye değerlendirdi.
Ardından da “Türkiye Osmanlı’dan beri tarihinde ilk defa kritik bir yol ayrımında, tercihini darbe veya benzeri zorlamalarla değil, milletimizin özgür iradesiyle   gerçekleştirmiştir”  dedi.

Belli ki başkan, kendini sadece bir rejim değişikliğinin lideri değil aynı zamanda yeni bir devletin kurucusu gibi de görmekte.

Darbe ve zorlamalara karşı ilk defa milletimizin özgür iradesiyle bir tercih yaptığını ileri süren yeni başkanın, misafir listesi pek iç açıcı değildi. Demokratik ülkelerin kendine pek yer bulamadığı listede, özellikle Afrika’nın “tek adam”ları dikkat çekmekte. 
Rejim değişikliğinin Amerikan ya da Fransız tipi bir rejime değil, Afrika’da sıklıkla karşılaşılan başkancı rejime benzediğini söyleyenleri de haklı çıkaran bir manzarayla karşılaştık. 

Kendisi de bir darbe girişimini atlatmış, başkanlığını darbe karşıtlığı söylemiyle meşrulaştırmaya gayret eden birinin bunca darbeci devlet başkanını, tek adam tacı giyeceği törene çağırması ilginç. 

Ekvator Ginesi başkanı Teodoro Obiang Nguema Mbasogo, davetliler arasındaki en kıdemli darbeci. 1979 Ağustos’unda yaptığı darbeden bu yana ülkesini yönetiyor. 
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Darfur katliamı sebebiyle hakkında tutuklama emri verdiği Sudan başkanı Ömer El Beşir ise 1989’da yapılan askeri darbenin generallerinden.
 
Çad Başkanı general İdris Deby ise 1990 senesinde, birliklerinin başkenti ele geçirdiği günden bu yana ülkesinin tek yöneticisi. 

Moritanya başkanı Muhammed Velid Abdül Aziz ise kısa aralıkla iki darbede yer almış bir albay. Önce 2005’te. Sonra da 2008’de. 

Kim bilir bu darbeci başkanlar, Erdoğan’ın darbe karşıtı sözlerinin tercümesini kulaklıklarından dinlerken ne hissetmiştir.
 
Yüzyıllık bir parantezi kapatmak iddiası önceki gün hiç olmadığı kadar somutlaştı. Karşı devrim, uluslararası siyasi iklimin de popülist otoriter iktidarlardan yana esmesiyle çok önemli bir mevzi kazandı. 

Bakalım bu Afrika tipi tek adam rejimi, Türkiye gibi bir ülkeyi yönetmeye yetecek mi? Muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkma hedefinden buraya varmak elbette çok üzüntü verici. Aynı zamanda da demokrasiyi yeniden kurmak amacıyla bir araya gelmek için de o kadar motive edici.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

10 Temmuz 2018 Salı

Ayfer Eğilmez’i tanır mısınız - İZZETTİN ÖNDER / ODATV

Doğum ve ölüm; evrim denen muazzam kuramın iki dijital aşamasıdır. Doğum ve ölüm arasında yaşanan biyolojik varlıkların tümü tarihte kayıtlıdır. Tarihin akışında, iki dijital aşama arasında seyreden çoğu insan akışla sürüklenirken, kimileri ise dik duruşlarıyla akışı olumluya yönlendirmede aktif rol oynar. İnsanlığın çok şey borçlu olduğu bu savaşçılar çoğu zaman yaşamlarını bu yolda feda ederler. Yokluk içinde ölen Marks da, insanlıktan nasibini almamış çıkarcıların tıkadığı kulaklara giremedi, ama yüzlerini insanlığa ve medeniyete dönmüş tüm yüreklerde hak ettiği yeri buldu.
SOSYALİST MÜCADELENİN ÖRGÜTLÜ OLARAK VE CEPHE MANTIĞI İLE YAPILMASI GÖRÜŞÜNÜ HİÇ AKLINDAN ÇIKARMAMIŞ
Eğilmemek, ama ne adına, ne amaçla! Dik durma ilkesi ve eylemi ancak ve ancak amacı ile değerlendirilebilir. Medeniyete ve insani duygulara dönük dik duruştur alkışlanması gereken, insanlığa karşı olanı değil! Geçen hafta yitirdiğimiz yaman mücadeleci Ayfer Ablamız, bir zamanlar taşıdığı soyadı ile müsemma şekilde “eğilmez” idi. Kapitalizmin her türlü habasetine karşı saf yüreklilik ve dik duruşu ile insanlığı, toplumun çıkarlarını ve, hepsinin de üzerinde, ahlaklılığı temsil etti ve savundu.
Ayfer Ablayı ilk olarak, özelleştirme çapulunun ilk dönemlerinde Ankara’da tertiplenmiş bir oturumda, Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü’nde görevli bir eleman olarak tanıdım. Bu ilk karşılaşmamız bizi öylesine birbirimize yapıştırdı ki, yıldırım gibi geçen uzun mücadele yıllarının ardından maddi ayrılık geçen haftanın son günü, Cumartesi günü cenazede gerçekleşti. Dostlarının kucağında Kimya Mühendisleri Odasının Kadıköy’deki binasının önündeki mütevazı törende akıllara gelen onlarca mücadele örneği adeta nutkumuzu tıkıyordu. Yetmiş yıla yakın yaşamına neleri sığdırmamıştı ki Ayfer Ablamız! Bedeni ile aramızdan ayrılan Ayfer Abla, ortamına göre yufka yürekli ortamına göre sert ve vazgeçilmez mücadeleci ruhu ile aramızda yaşayacaktır.  
Sosyalist mücadelenin örgütlü olarak ve cephe mantığı ile yapılması görüşünü hiç aklından çıkarmamış olan Ayfer Abla, TMMOB ve KİGEM gibi meslek odaları ve özel amaçlı kuruluşlar yanında sendikalarda da fiilen danışman-araştırmacı olarak çalışmış, her daim siyasi yürüyüş çizgisini muhafaza etmiş ve yükseltmiştir. Ailesel geleneklerden de kaynaklanan bu tavır kendisinin her sahada ilişkili ve etkin olmasına ve geniş bir iletişim ağı oluşturmasına yol açmıştır.
Özelleştirme sahte sözcüğü altında toplumun varlıkları özel kesime yok pahasına devredilirken, Mümtaz Soysal, Korkut Boratav ve Bilsay Kuruç gibi değerli hocalarımızın öncülüğünde, Kamu İşletmeciliği Geliştirme Merkezi (KİGEM) kuruldu ve söz konusu soygun politikasına karşı olan akademisyenler ve dostlar çeşitli alanlarda ve zamanlarda bu merkezde görev yaptı. Merkezin genel sekreteri gibi çalışan ve geçtiğimiz yılda kaybettiğimiz İlter Ertuğrul ile birlikte Ayfer Abla’nın yanında Ayla Hanım, ben diğer bazı dostlar da canla başla çalışma örneği sergiledik. Mümtaz Soysal hocamız ve İlter Ertuğrul’un yoğun gayretleri ile özelleştirme aleyhine Danıştay’da çok sayıda karşı dava açıldı ve çoğunda da başarılı sonuçlar alındı. Ne var ki, sahtecilikle kamuoyunu arkasına alan ekonomik güç siyasi örgütü marifetiyle, arada tökezlemiş olsa da, kimi zaman yargı kararlarını dahi uygulamadan, gözünü bağladığı halkın elinden değerli varlıklarını almayı becerdi. Bizleri derinden üzen tüm oluşumlar belki de Einstein’ı haklı gösteriyor: “Dünya kötülük yapanların değil, seyirci kalıp hiçbir şey yapmayanlar yüzünden kötü bir yerdir.”
TOPLUMA KATKI YAPARAK TARİHİ SÜRÜKLEYEN KIT İNSANLARDI
Dünyadaki ve ülkemizdeki olumsuz gidişatı zaman zaman Ayfer Abla ile tartışırdık. Tartışmalarımızda, görünürde anlaşılamayan politika ya da yürüyüşlerin ne denli sistemik olduğunu ve insanlığın onuruna ters geliştiğini beni inanılmaz şekilde şaşırtırcasına hiddetlenerek anlatırdı. Sistemin işleyişinden öyle örnekleri cımbızlayarak ortaya koyardı ki, işleyiş ve amaç tüm çıplaklığı ile açığa çıkarılmış olurdu.
Çok geniş alana yayılı dostluk ve sevgi bağı ile gerek haber almada gerek etkilemede güçlü bir odak gibi çalışırdı Ayfer Abla. Son zamanlarda yaşı ve kendisini zorlayan rahatsızlıkları nedeniyle durağanlaşan Abla yine de aktif siyaseti izlemeden ve dostları ile tartışmadan uzun süre uzak kalamazdı. Bu meziyetleri ile derinden etkilendiğim ve yararlandığım Ayfer Abla’yı, maalesef, kısa bir hastalık sonucunda geçen hafta kaybetmenin hüznünü yaşıyoruz.
Evet, evrim kuramının bir insanda gerçekleşmesi mukadder ikinci aşaması Ayfer Abla için de gerçekleşecekti ve gerçekleşti. Ama sosyal evrim sürecini nesilden nesile aktarılan kalıtımların muhassalası olarak tanımlarsak her insanın yüklenemediği etkileme-aktarım süreci Ayfer Abla halkasında mükemmel şekilde gerçekleşmiştir ve süreç devam edecektir. Sosyal evrimin her ileri aşaması insanlığa daha büyük saadet ve eşitlik getirmeye adaydır. Ayfer Abla, sonuçlarını öngörebildiği bu aşamaların ileri safhalarını göremeyecekti, sosyal evrime böylesi katkı yapan hiçbir canlının da böyle bir şansı yoktur. Ne var ki önemli olan yaşam süresinde görmek değil, ileriye yönelik katkı yapmaktır. Bu anlamda Ayfer Abla başlı başına tarih idi. Türkiye’nin çeşitli sarsılmalarında ve bu sarsılışlara karşı verilen mücadelede Ayfer Ablanın yeri ve rolü daima vardı. Ayfer Abla, hiçbir fedakârlıktan kaçınmadan tüm yaşamını sosyal evrime katkı yapmaya vakfetmiş idi. Var olan ekonomik sistemi devamlı eleştiriyor ve insanlığa hizmete yönelik olası açılım kanallarını işaret ediyordu. Gelecek nesillere örnek teşkil eden Ayfer Abla’nın hedeflediği insanlık için özgür ve adil düzene, izleyicilerinin giderek büyüyen çabaları sayesinde daha da büyütülerek ulaşacağından eminim.
Tarihin insan kalabalığı bölümü sadece iki dijital aşama arasında yaşayıp, kayda geçmeden yok olup giden biyolojik varlıklarla doludur. Tarihin kaydına geçenler ise, iki dijital aşama arasına sıkışmış biyolojik varlıklarını ileriye aktardıkları fikir ve eserleri ile aşan, topluma katkı yaparak tarihi sürükleyen kıt insanlardır, eğilmez savaşçı Ayfer Abla gibi!
Prof. Dr. İzzettin Önder / Odatv

Başkanlık sultası rejimi - OĞUZ OYAN

Yeni rejimin karakterini az-çok biliyoruz. Örgütlenme yapısında ise yeni bir dönem başlıyor. Yeni örgüt şeması yavaş yavaş biçimleniyor. Aceleleri hem var hem yok; telaşsız olmalarının nedeni, karşı koyacak güç olmadığını düşünmeleri.


Otoriterlik ve tek merkezlilik rejimin ana yönetim karakteri olduğundan, bu rejime “başkanlık sultası” adı verilebilir. “Sulta” yerine onunla kısmen anlamdaş olan “velayet” terimi de kullanılabilirdi. Hatta kendini yönetmekten aciz olanların başına vasi atanmasına gönderme yaparak “başkanlık vesayet rejimi” de denilebilirdi. Burada, toplumun kendisinden ziyade, tüm yetkeleri tek bir kişiye devretmekte sorun görmeyen iktidar partisi yönetim kademeleri de anlaşılabilir. Bu kademeler, başlarına bir vasi atamış durumda değiller mi? İyi de, ilerde vasiye vasi atanması olasılığı yok mu ve bu olasılık son derece riskli değil mi?

Her neyse, biz yeni nesillerce daha anlaşılır olan “sulta” sözcüğünü benimseyelim. “Sulta” ile “sultan” yakınlığı da algılamayı kolaylaştırıyor. Zaten ülkenin dörtbir bucağında 101 pare top atışıyla cülus etmenin başka ne karşılığı olabilirdi ki? Tören anısına dağıtılan 1 TL’lik hatıra paralar da “cülus bahşişi” metaforuna tekabül ediyordu herhalde. Düğün arabası tarzında bir basitlikle süslenen Cumhurbaşkanı makam arabası da galiba yeni arabeskliklerin yaşamımızın bir parçası olacağını haberliyordu.

Bu arada, en hasından Cumhuriyet karşıtı/ Osmanlı özentisi bir anlam taşıyan cülus töreni başka simgesel anlamları da içermekteydi: 

Top atışları sadece sultanın cülusunu değil, yeni rejimin gürültülü bir açılışını simgeliyordu. 

Dinsel motifleri güçlü tutulan, azınlık dinleri temsilcilerini sahne önüne dizerek “inançlara saygı” müsameresinin malzemesine dönüştüren, Diyanet Başkanının Kuran okuyarak kutsadığı yeni rejimin kurucu başkanını (o nedenle yeniden bir 1. Cumhurbaşkanını) “muvaffakiyetler ihsan eyle ya rabbim” diyerek selamlayan bu tören, laikliği temel ilke olarak benimsemiş Cumhuriyetin adeta ruhuna Fâtiha okuma töreni gibiydi.
Törene katılan yabancı devlet adamlarının büyük çoğunluğunun çevre ülkelerin otoriter rejimlerinin veya Türkiye’nin ekonomik desteğine muhtaç ülkelerin temsilcilerinden oluşuyor olması da Tayyip Türkiye’sinin artık kendisini hangi ligde gördüğünün açık bir kanıtına dönüşmüştü. Formatlanan bu yeni Türkiye artık Avrupa ile Ortadoğu arasında “araf”ta kalmış bir ülkeye değil, adeta “benim Avrupa’da işim yok” diyen bir ülkeye tekabül etmekteydi.

Ama daha vahimi, yemin töreninden iki gün önce, 18 bin kişinin -bu arada içlerinde çok sayıda imzacı akademisyenin- kamudaki görevlerine son veren bir Kararnamenin yeni dönemin açılışına eşlik etmesiydi. Bu, nasıl bir rejime girildiğini bir türlü tam anlayamayan, OHAL’in kaldırılacak olmasına büyük umutlar bağlayan çevrelere adeta yeni bir şok uyarıcıydı.

Ama cülus töreni öncesindeki Cumhurbaşkanı “Andiçmesi”nin içeriği olsun, henüz zorunlu bir gelenek olmaktan çıkmamış olan Anıtkabir ziyareti olsun, yeni rejimin yeni dönemecinin hâlâ bir takiyeler (ikiyüzlülükler) zinciri üzerine inşa edilmek zorunda kalındığını, henüz herşeyi tamamen açık oynayabilecek aşamaya geçilemediğini göstermekteydi. (Herhalde 2023 vadesi bu eksikliklerin ikmali açısından kritik görülüyordur!). 

Nisan 2017 Referandumunda değiştirilmeyen (şimdilik değiştirilemeyen) hükümlerden olan Anayasanın 103. maddesi, “Cumhurbaşkanı, görevine başlarken TBMM önünde aşağıdaki şekilde andiçer” diyerek yemin metnini verir. Bu metinde, şimdiki rejim açısından iki önemli takiye varlığını korumaktadır. Birincisi, “Anayasaya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılâplarına ve lâik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma” bölümü, ikincisi ise “üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma” bölümüdür. (Aslında metnin diğer bölümleri açısından da, uygulamayla karşılaştırıldığında, ciddi sorunlar vardır: “Devletin bağımsızlığı”, “milletin bölünmez bütünlüğü” (…), “herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ayrılmamak” gibi…). Ben şu “tarafsızlık” üzerine “namusum ve şerefim üzerine andiçerim” tarafına daha çok takıntılıyım. Her ne kadar madde 101’in son fıkrasında yapılan değişiklikle “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir” hükmü Nisan 2017’de kaldırılmışsa da, 103. Maddedeki bu yemin orada durdukça Cumhurbaşkanı Hazretlerinin AKP Genel başkanı olması mümkün değildir. 101’deki “varsa partisi ile ilişiği kesilir” ifadesini, “yoksa, partisi ile ilişiği kurulur” şekline dönüştüremezsiniz; hele de iktidar partisinin genel başkanlığı ile tarafsızlığı hiç bağdaştıramazsınız. Madde 103 varken, madde 101’in son fıkrasına zaten gerek yoktur. Dolayısıyla açık bir Anayasaya aykırılık durumu söz konusudur. Ama burada birinci takiyeye dönüyoruz: “Anayasaya bağlı kalmak” bir aldatmacadan başka bir şey değildir, hele ki AYM denetiminin içi boş bir kalıba dönüştüğü zamanlarda.

Yazıyı yazarken yeni rejimin Meclis’e hesap vermez ve kendilerinden hesap sorulamaz bakanları belli oldu. Çoğunluğu atanmışlardan oluşan bu bağımlı heyetin nitelikleriyle ilgilenmenin bir anlamı yoktur; ancak Cumhurbaşkanı Yardımcısı ile bakanlardan hesap sorulmasının niçin Cumhurbaşkanı için olduğu kadar zorlaştırılmış olduğu üzerine bir çift söz edilebilir: Bu zorlaştırma, aslında, bir Erdoğan Bayraktar düzenlemesidir. Çünkü Bayraktar, kendisini istifaya zorlayan Başbakan RTE’yi canlı yayında açıkça suçlayarak istifa ederken, aslında “zat-ı muhtereme” kendisi kadar bakanlarını da kollamak zorunda olduğunu uygulamalı biçimde öğretmişti.

                                                                 ***

Rejim değiştirmede yeni bir dönemeç alınırken, muhalefet ne yapıyor acaba? Rejim değişikliğini sıradanlaştırarak ona dolaylı bir katkı mı sunuyor yoksa bu değişikliğin gerçek içeriğine yönelik itirazlarını alçak perdeden yaparak edilgen bir tutum mu takınıyor? Bu sorular ayrı bir yazı konusu olabilir.

Bu arada rejim değişirken CHP içinde farklı toplum projelerine dayanmayan kişisel rekabetler hızlanıyor. CHP içinde her iki tarafın da sermayenin programı dışında özgün bir ekonomik programa sahip olmadığını bilerek ve herhangi bir tarafa yakın olmaksızın şunu saptayabiliriz: M. İnce, CHP kitlesini toparlayabildiği gibi onun dışına düşmüş bir kitleyi de çeşitli nedenlerle harekete geçirebildi. Bu, kendisinin becerileri kadar kitlelerin umuda olan susamışlığıyla da ilişkiliydi. Beş haftada partisinin oylarını 8 puan aşarak gerçekleştirdiği bu başarıyı, seçimden sonraki iki haftada çelişkili kurultay açıklamalarıyla ve zamansız kurultay çıkışıyla harcamış veya harcayacak gözüküyor. Anamuhalefette yerel seçimler öncesinde suların durulması mümkün olabilecek mi bilmiyoruz. Ama zaten buradan AKP/RTE’ye gerçek bir alternatif çıkmasını beklemenin ham hayal olduğunu düşünüyoruz.

Gene de olağanüstü kurultay restleşmesine ilişkin bir siyasi çıkarımda bulunalım: Siyasette haklılık veya haklı konumda kalabilmek önemli bir başlangıç konumudur. Bunu yitirmek, siyasi hedefleri de altüst edebilir. 

Oğuz Oyan / SOL