14 Temmuz 2018 Cumartesi

15 Temmuz - L. DOĞAN TILIÇ

Yarın, 15 Temmuz 2016’da yaşadığımız, Fethullahçı bir tertip olduğu kuşku götürmez darbe girişiminin ikinci yıl dönümü. O gece, bu ülkede çoğu insanın bir daha olacağına ihtimal vermediği; hele tankların, helikopterlerin, uçakların ve ağır silahların karşılarına çıkan 249 insanı katlederek ilerleyebileceklerine hiç mi hiç ihtimal vermedikleri bir darbe girişimi gerçekleşti.

Neyse ki, gerçekleşen darbenin kendisi değil de girişimi oldu!

Demokrasi ve özgürlükler açısından bugünkü durumdan ne kadar şikâyetçi olursak olalım, darbenin gerçekleşmiş olmasının nelere yol açacağını düşünmek bile istemiyorum. Darbe girişiminin kendisi; uçaklarla, helikopterlerle kendi vatandaşlarını katledebilen gözü dönmüşlük, başarılsaydı neler olacağının da kanıtı.

Öte yandan, ülkeye ve insanlarına kan ağlatacak bir darbe girişiminin püskürtülmüş olması, yeni girişimlere izin vermeyecek ve darbeci kalıntılarını ortaya çıkaracak kabul edilebilir bir sürenin sonrasında, ülkenin nefes almasını gerektirirdi. Demokrasi ve özgürlükler açısından…

Tersi oldu!

Darbe girişiminden hemen sonra, 21 Temmuz 2016’da OHAL ilan edildi. İlan eden yetkili ağızlar tarafından belki 3 ay bile sürmeyeceği, en kısa sürede kaldırılacağı söylendi, ama uzatıldıkça uzatıldı. 15 Temmuz’un ikinci yıldönümüne OHAL içinde geldik ve görünen o ki OHAL’in kalktığı gün çıkarılacak bir yasa ile onun her hali kalıcı olacak, olağanüstülük olağanlaşacak.

AKPMHP ve Erdoğan kendilerine oy verenlerin bunu dert etmemesinin, OHAL’in yalnızca muhaliflerini rahatsız etmesinin rahatlığı içindeler.

Ancak, en basit demokrasi nosyonu; özgürlüklerin, hakların ve adaletin yalnızca sizin gibi düşünenler için değil, asıl olarak sizin gibi düşünmeyenler için olduğunu kabul etmeyi gerektirir.

ODTÜ öğrencileri, bu ülke mahkemelerinde kaç kez berat etmiş karikatürlerden oluşan bir pankartı taşıdılar diye, bu kez bu ülkenin bir başka mahkemesi tarafından tutuklanıyorsa bunu en geri demokrasi standardı içinde bile açıklayamazsınız.

Bir ülkeye, sabaha karşı kapısı çalındığında yalnızca iktidar yanlısı değil, asıl olarak iktidar muhalifi “Sütçüdür” diye düşünebiliyorsa, demokrasi denir.
15 Temmuz’dan bu yana, KHK’lerle, darbe ile uzaktan yakından ilgisi olmayanların da işlerinden edildiğini, darbe girişiminin muhalifleri susturma fırsatına dönüştüğünü gördük.

15 Temmuz’un ikinci yılında medya dün olduğundan çok daha fazla kontrol altında, sivil toplum ve toplumsal örgütlenmeler yok edilmedilerse eğer daha ağır baskı görüyor, CHP’lisi de dahil bütün muhalifler kendilerini çok daha fazla tehdit altında hissediyor.

Barışçıl gösterilerin, basın açıklamalarının polis müdahalesi ve gözaltılar olmadan gerçekleştirilebilmesi neredeyse olanaksızlaştı.

Yargının ve mahkemelerin tarafsızlığına, bağımsızlığına güven sıfırlanmış durumda. Oysa, bırakın bir demokrasiyi, herhangi bir devleti ayakta tutan yargıya güvendir. “Adalet mülkün (devletin) temelidir” diyen Roma İmparatorluğu’ydu ve çağdaş demokrasilerin hayalinin olmadığı imparatorluklar çağında bile adaletten yoksun devletin ayakta kalamayacağı kabul edilmişti.

15 Temmuz’dan bu yana OHAL altında geçen iki yıl içinde   Başkanlık  sisteminin önündeki bütün engeller kaldırıldı ve bizi yeni sisteme getiren yolun taşları döşendi.

15 Temmuz’la ilgili hâlâ pek çok soru işareti var. TBMM Darbe Araştırma Komisyonudönemin MİT Müsteşarını ve Genel Kurmay Başkanını  komisyona getirip onlara sorular soramadı. Komisyonun CHP’li üyelerinin araştırma süreci sonunda hazırlanan 1000 kitap sayfasını bulacak muhalefet şerhinde*; “15 Temmuz hain darbe girişimi öngörülen, önlenmeyen ve sonuçları kullanılan bir darbe olarak tarihe geçmiştir” denildi ve bu saptaması yüzünden de CHP sürekli iktidarın saldırılarına maruz kaldı.

2 yıl tarihe geçmek açısından henüz çok kısa bir zaman, ama “Bir darbeyi defetmenin sonucu demokrasiden de uzaklaşmak oldu” demek için yeterli bir süredir!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

*15 Temmuz Gerçekleri, 2018, (Yayına Hazırlayan: Şükrü Küçükşahin), Ankara: İmge Kitabevi

Anayasa yok - ÖZGÜR MUMCU

13 sene önce suç unsuru bulunmamış bir karikatürü, mezuniyet törenlerinde pankart olarak taşıdıkları için öğrencileri tutukladılar. Demek ki artık 13 sene önce verilmiş kararlar tanınmıyor. Demek ki Türkiye, ifade özgürlüğü bakımından 13 sene öncesinden bile geride.
 
Açalım 1950’lerin, 60’ların mizah dergilerini. O dönem siyasetçiler için yazılıp çizilenler bugünkü iktidar mensuplarına uyarlansa, kim bilir kaç karikatürist ve yazar içeri girerdi. Kimi bakımlardan Türkiye 50-60 sene öncesinden bile geri kalmayı başarmıştır. 
Bu büyük başarı devam edecek. Yeni rejim, her şeyi ama her şeyi başkana bağlamak üzerine kurulu. Kendini dar bir çevreye hapsetmiş bir başkanın memleketteki bütün yetkileri bizzat kullanmasına dayanan bu rejimde hak ve özgürlüklerin giderek artan bir hızla daralacağından şüphe duymamak gerek. 

Cumhurbaşkanlığı referandumunu takip eden 6 ay içinde uyum yasalarının çıkartılması gerekiyordu. Bu yapılmadı ve harekete geçmek için Erdoğan’ın seçilmesi beklendi. 
Muhtemelen kazara bir başkası seçilirse, ona önceden kendisi için tasarladığı yetkileri vermek istemiyordu. Ancak daha büyük ihtimal ise, seçimden önce devletin en ufak birimini bile kendisine bağlayacak değişiklikler yapmasının oy kaybına neden olacağından çekinmesiydi. 

Görülüyor ki yeni rejimde, yargının vermiş olduğu Erdoğan’ın hoşuna gitmeyen kesinleşmiş kararlar artık hukuki etki doğurmuyor. Bu saatten sonra da yargının Erdoğan’ın onaylamayacağı herhangi bir karar vermesi çok güç. 
Kuvvetler ayrılığı imha edilmiştir. Haliyle yargı, iktidarın hukuki jargon kullanan ve cüppe giyen bir kolundan ibarettir. 

Başkanın her şeye muktedir olduğu bu rejimin bırakalım demokrasiye, anayasalı bir sisteme sahip olduğu söylenemez. Anayasalar yasama, yürütme, yargı güçlerinin nasıl kullanılacağını düzenler. Anayasada yer alan hak ve özgürlüklerin kullanılabilmesi için bu kuvvetlerin, özellikle yargının bağımsızlığı şarttır. 

Kuvvetler birleştirilince anayasanın anlamı kalmaz. Anayasanın anlamı kalmayınca da hak ve özgürlüklerde 50-60 sene öncesinden bile geriye düşülebilir. 

Yeni rejimde memleketin herhangi bir alanda ilerleyebilme imkânı yok. Bakanların kim olduğunun da zerre önemi bulunmamakta. İktidarı kullanmanın tek bir ölçütü var, o da Erdoğan’ın keyfi. 

Muhalefet partileri şimdiden uysallaşma ve demeç siyasetiyle günü idare etme eğilimi gösteriyor. Haksız da değiller. Yeni rejimin onlara bıraktığı oyun alanı bundan ibaret. 
Yılgınlığa kapılmış, seçim akşamı yalnız bırakıldığını hisseden kitleleri sandığa götürmek için bu muhalefet tarzı yeterli olmayacak. Sokak sokak, mahalle mahalle sivil toplum örgütleriyle desteklenen, dün Kemal Can’ın Cumhuriyet’teki yazısında belirttiği gibi, “bütün meselelerin siyasileştirilmesi”ne dayanan bir muhalefete ihtiyaç var.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Hızlı ve geçici iktidar - KADRİ GÜRSEL

Sahibinin “Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi” diye adlandırdığı iktidar durumu, Osmanlı ve Cumhuriyetin 200 yıllık sorunlu reform ve devrim süreçlerinde biriktirdiği negatif toplumsal siyasal enerjinin boşalmasıdır. 


Durum yeni değildir aslında. Reaksiyon, 2010’dan beri şiddetini artırarak sürüyor. Vardığı yer, sonunda varabileceği yerdir; kendi zirvesidir.
 
Bu “durum”u Recep Tayyip Erdoğan, tarihin çok özel ve ilginç bir kavşağında eriştiği müstesna güç sayesinde, karşısına çıkarılan engelleri aşarak meydana getirdi. Durum, Erdoğan’ın fıtratı ve arzusuna göre biçimlendi. Bugünkü “iktidar durumu” Erdoğan’ın kendisi için özel olarak diktirdiği bir siyaset giysisidir.

Erdoğan kendisine “Başkan” denilmesini istiyor. Başkan’ın siyasi ömrü her siyasetçininki gibi nihayete erince, geride bıraktığı “kaftan” kimsenin üzerine oturmayacak ve iktidar durumu o andaki haliyle devam edemeyecektir. Mesele bu kadar basittir. Mevcut iktidar durumunun toplumsal, sınıfsal ve idari ittifakları, payandaları, bu rollerini çıkarları icabı sürdürmek isteseler de boşlukta kalacaklar. Her ittifak, “orta direğinin” gücü ve sağlamlığı nispetinde yükselir ve ayakta durur. Orta direk, Başkan Erdoğan’dır. Sonrası, fetret devridir. 

Bu iktidar, siyasi parti muhalefetinin çapsızlığı, güçsüzlüğü ve beceriksizliğinden bağımsız olarak kendi çıkmazının içinde yaşıyor. 
En yakın ve büyük çıkmaz, ekonomidir. 

Bakınız, küçümsediğimiz ve hatta bugünlerin yolunu açtı diye telin ettiğimiz eski siyaset sınıfı bile, en zayıf ve acınacak halde oldukları 2001’de dahi ülkemizi, içine sürükledikleri ekonomik krizlerden çıkarmak için yeterli haslet ve kapasiteye sahip olabildiğini göstermişti. 
AKP, hükümetinin ilk yıllarında onların ekmeğini bol bol yedi. 
Ya şimdi?
İktidar çoğunun gözüne çok güçlüymüş gibi görünüyor ama ortada yiyecek “ekmek” yok. 

İktidarın ekonomi-politiği, velhasıl kamu kaynaklarını kullanmak ve paylaşmak üzere meydana getirdiği ittifak yapısı, yakın eşikteki mukadder ekonomik krizin vurmasından sonra ülkeyi düzlüğe çıkarmak için gereken acil tedbirleri ve reform kararlarını almaya müsait değil. Bu ittifak, tabiatı gereği nitelikli, rekabetçi üretimi ve istihdamı dışlıyor. Dolayısıyla iktidarın mevcut halde alabileceği yegâne sözde tedbir, kendi yanlışını tahkim edip, küresel piyasa gerçekliğine karşı mevzilenmek oluyor. Piyasa güçlerine karşı savaşmak, yel değirmenleriyle savaşmaya benziyor. 

Nitekim, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” kabinesinde ekonominin sevk ve idaresi hususunda kilit önemde olan makamlara yapılan atamalar negatif tabloyu daha da netleştirdi. Erdoğan’ın damadı olan Berat Albayrak’ın “Hazine ve Maliye Bakanı” yapılması dünyada ve Türkiye’de ekonomi yönetimine duyulan güvensizliği artırdı ve TL dramatik değer kayıplarının bir yenisini yaşadı.

Sistem” diyorlar ya, ortada bir sistem falan yok. Futboldan mülhem özeti şu: “Bütün toplar Erdoğan’a”... 

Kararlar da hızlı alınacakmış... Güya toplar hızlı kullanılacak. 
Aslında işin gerçeği şu: Başkan, öncelik verdiği konularda istediği kararları hızlı alabilecek. 

Ve tek karar verici kendisi olduğu için başkaca karar da alınamayacak. 
Bir de başkanın keyfi icabı aldığı hızlı kararların aynı zamanda kendi mantığı içinde doğru olması gibi bir de lüzum var, malum. 

Lakin başkanlık rejimlerinde iktidarın yanlış yapmasını önlemek için düzenlenmiş denge ve denetleme mekanizmalarının hiçbiri bizdeki durumda yok. Geriye kalıyor sözde “meşveret”, yani danışma... O da boş, çünkü “Reis”e maruzat arz edecek bir babayiğidin olmadığı ve çıkmayacağı da biliniyor.
 
Bütün bunlar keyfi yönetimden başka bir durumu tarif etmiyor. Devlet idaresinde “sistem” bütünüyle ortadan kaldırılıyor. Gerçek bir anayasal düzenin varlığından söz etmek imkânsız. 80 milyonluk koskoca, karmaşık ülke böylesine basit biçimde yönetilmek isteniyor. 

Tek tesellimiz, bu iktidar durumunun şu an içinden geçen tarihsel döneme özgü sürdürülemez bir acayiplik olması... 

Dolayısıyla, Türkiye’nin yarınlarına olan güvenimizi korumaya mecburuz.

Kadri Gürsel / CUMHURİYET

13 Temmuz 2018 Cuma

Madde 104 yokmuş gibi davranmak - ÇİĞDEM TOKER

Devletin temelinde sarsıcı değişimler, dönüşümler yaşanıyor. Bunların bir kısmı, anayasaya uygunluk bakımından kuşku barındırıyor. 

Fakat kimsenin de umurunda değil. Umursaması gerekenler, “Devlete ne olduğu” konusu ilgi alanlarında değil gibi davranıyor. 
Niye derseniz, üç ihtimal var: 
-Ya devletin organizasyon yapısının değişmesinden daha önemli işleri var 
-Ya mevcut konumlarından gayet hoşnutlar 
-Ya da milletin vekili olsalar da karşı gösterecekleri çabaların sonuç getirmeyeceğini düşünüyorlar. Her üç ihtimal de birbirinden hazin, birbirinden rahatsız edici. 

 
“Nedir bu devletin temelinde yaşanan hukuksuzluk anayasa uygunluğu kuşkulu durumlar?” derseniz, anayasanın 104. maddesini hatırlatarak başlayalım. 
 

104. madde yürürlükte değil mi? 
104. madde neden kritik? Çünkü Cumhurbaşkanı’nın görev ve yetkilerini anlatıyor. 
Malum, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denilen yeni düzende, Başbakan ve Bakanlar Kurulu yok. Yürütme organının tamamını temsil eden Erdoğan, hükümet yerine geçerek istediği konuda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabiliyor. 
İşte madde 104, Cumhurbaşkanı’na kararname çıkarırken sınırlar çiziyor.

Üç adet net sınır var. Yürürlükteki anayasaya göre Cumhurbaşkanı şu üç konuda Cumhurbaşkanı kararnamesi çıkaramaz: 
-Temel haklar, kişi hak ve ödevleri, siyasi hak ve ödevler 


-Anayasanın münhasıran yani “Sen bunu kanunla düzenleyeceksin” dediği konular 


-Kanunda açıkça düzenlenmiş konular. 


Bitmedi. 

Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kanunlarda farklı hükümler olması halinde, Cumhurbaşkanı’nın değil, kanunun hükümleri uygulanacak. 
 
1 numaralı kararname 
Gelelim, bundan üç gün önce yayımlanan 1 Numaralı Cumhurbaşkanlığı kararnamesine. 
O kararnameyle, devlet organizasyonu tamamen değişiyor. Cumhurbaşkanlığı, idari ve mali yapıyı yeniden kurgulayıp inşa ediyor. Kurumları birleştiriyor. Ayırıyor, bağlıyor, yeni kadrolar, kurullar ücretler, tahsis ediyor. İç politikayı, dış politikayı belirliyor. 
Peki bu kararnamede anayasanın hangi maddesine dayanıldığı yazıyor mu? 
Hayır yazmıyor. Oysa bu Cumhurbaşkanlığı kararnamesi gökten vahiy yoluyla inmediğine göre kaynağını bir yerden alması gerekiyor. 

-Bunun da muhtemelen (!) anayasa olması gerekiyor. Anayasa içinde de yüksek ihtimalle madde 104... 
-Bir diğer olasılık ise bu kararnamenin, anayasanın OHAL rejimini düzenleyen 
119. maddesine göre çıkarılmış olması. 

Orada da Cumhurbaşkanı’nın olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda kararname çıkarabileceği yazıyor. (Bu maddede kanunları kaldırma yetkisi görmüyoruz.) 
Fakat Resmi Gazete’de yayımlanan 1 No’lu Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin anayasanın hangi maddesine dayanılarak çıkarıldığına dair bir bilgiye rastlayamıyoruz. Bu, kararnamenin kendi varlığıyla ilgili bir sorun. 

Fakat asıl olarak 1 Numaralı kararname, fasıllar altında kurduğu birleştirdiği bakanlıklar, kurullar ve ofisler dolayısıyla aslında kanunla düzenlenmesi gereken bir konuya el atmış durumdadır. Bu yanıyla da 104. maddeye uygunluğu tartışma konusudur. 

Anayasanın 104. maddesi yürürlükte olduğuna göre, Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle ofis, kurul kurabilme keyfiyetinin kurumsal ve hukuksal bir zeminde yapılmasını beklemek, naiflik değildir. Yetkisi budanmış da olsa TBMM üyesi milletvekillerinin, baroların bu temel konuda görüş bildirmesi, varlık sebepleriyle gayet uyumlu olacaktır.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

‘Tayyipler Âlemi’ - MİNE SÖĞÜT

Dört öğrenci... ODTÜ mezuniyet töreninde... Penguen dergisinin 13 yıl önce kapağında yayımladığı bir karikatürü pankart olarak taşıdıkları için... 
Tayyip Erdoğan’a hakaretten... Resmen... Tutuklandılar.

 
Sadece gözaltına alınmadılar. Sadece ifadeleri alınmadı. Haklarında sadece soruşturma başlatılmadı. 
Savcının karşısına çıkarıldılar. Mahkemeye sevk edildiler. Ve hapse atıldılar.
Şu anda içerdeler. Öğrenciler. Mezuniyet töreninde Tayyip Erdoğan’la ilgili bir karikatürü pankart yapıp taşıdılar diye. 
Ve yer yerinden oynamadı. 
Ve yer yerinden oynamadı. 
Ve yer yerinden oynamadı. 
O karikatür bundan 12 yıl önce yargılanıp muhteşem bir kararla beraat etmişti. 
O kararda: 
“Geniş kitlelere ulaşan karikatürlerle ilgili davada, hukuka ve adalete duyulan güvenin sarsılmaması için hâkim siyasi bir refleksle hareket etmemeli” denmişti. 
“İnsanlar karikatürler nedeniyle gülünç duruma düşebilir. Bu durum karşısında kişilik haklarının ihlal edildiği her zaman ileri sürülebilir. O zaman da karikatürün aslında bir sanat türü olmadığı, sadece hakaret etmenin bir yolu olduğu sonucu çıkar ki bu sonuç da karikatürü tamamen yasaklamayı gerektirir” denmişti. 
“Bilim insanları ve sanatçıları, düşünürleri, yazarları, şairleri tazminat silahı ile susturulmuş bir toplumda ilerlemeyi sağlayacak fikir zenginliği ortamının oluşması beklenemez” denmişti. 
“Fikir öyle bir şeydir ki, kimine göre doğru olan öbürünün doğrusu olmamaktadır. Hatta bu doğrular zamana göre kişinin kendisinde bile değişebilmektedir” denmişti. 
“Düşünce ve fikirler olumluyu değil, olumsuzu da içerebilir. İncitici, aykırı veendişe yaratıcı da olabilir. Önemli olan değer yargılarına ilişkin düşünce ve fikirlerin serbestçe ifade edilebilmesidir” denmişti. 
“Çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin bir gereği olduğu için demokratik toplumun temel taşlarından biri, hatta en önemlisi düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğüdür” denmişti. 
Ve denmişti ki... 
“Toplumu etkileme ve ileriye götürme gücüne sahip olan davacının, sahip oldukları güç nispetinde eleştiriye açık olması ve katlanması gerekir. Bu nedenle karikatürlerin hakaret amacı taşımadığı, kişilik haklarını ihlal etmediği kanaatine varıldığından davanın reddine karar verilmiştir.” 
Mahkemeden bu karar çıktığında şu anda hapiste olan çocuklar daha ilkokuldaydılar. 
Davalı başbakandı. 
O çocuklar büyüdüler ve ODTÜ’den mezun oldular. 
O başbakan rejimi değiştirdi ülkeye Başkan oldu. 
Eğitimden sanata tüm yetkileri kendinde topladığının ertesi günü de iktidarın mahkemeleri o çocukları hapse attı. 
Tekrarlayın... içinizden, dışınızdan tekrarlayın bu cümleyi. 
13 yıl önce... 13 yıl önce... 13 yıl önce basılan ve zamanında yargılanıp aklanan bir mizah dergisi kapağından... 
O kapaktan... O kapaktan... O kapaktan... 
Cumhurbaşkanı’na hakaret ettiler diye....ODTÜ mezunu gencecik öğrenciler... 
Şu anda içerdeler. İçerdeler. İçerdeler. 
Siz de sanmayın ki dışarıdasınız. 
Hepimiz içerideyiz. İşin içindeyiz. O çocukları hapse gönderen iradenin karşısında tüm aklımızla ve vicdanımızla ve öfkemizle dikilemediğimiz için... 
Gözümüzün içine baka baka olağanlaştırılmış bir hukuksuzluğa, toplama kamplarındaki tutsaklar gibi kör ve sağır ve korkak kaldığımız için... 
İçerdeyiz, yerin dibindeyiz.

Üstelik o zamanlar o mizah dergisinin kapağındaki Tayyipler Âlemi... 
Güçlü mizahçıların aklından ve yetenekli çizerlerin kaleminden çıkmış sevimli bir şakaydı; 
Şimdiyse Cumhurbaşkanlığı’na bağlanan kurumlarla ve verilen yetkilerle birlikte gerçek bir tehlike. 

Bundan sonra hep birlikte uzun bir süre Tayyipler Âlemi’nde yaşayacağız. 


Bu da bize kapak olsun.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Ziya Selçuk - ÜNAL ÖZMEN


Ziya Selçuk, eğitim sisteminin kusurlarını dile getirirken kendi çözüm önerilerini popüler kavramlarla etkili bir şekilde sunabilen biri. Milli Eğitim Bakanı olarak atanması farklı kutuplarda heyecan yarattı. Ziya Selçuk, eğitimi din ve piyasa ile birlikte düşünenlerle, laik kamusal eğitimi savunanları aynı derecede heyecanlandırdı.

Yazıya başlamadan belirteyim ki iki taraftan birinin kısa sürede, kalanının da uzun vadede umutlarının yerle bir olması kaçınılmazdır. Tabii ilk hayal kırıklığına uğrayacak olan bakanın kendisi olacak. Çünkü eğitim, Ziya Selçuk’un 2006’da bıraktığı yerde değil.

Kısa süre de olsa birlikte çalışmış, neoliberal eğitim eleştirilerimin ilham kaynaklarından biri olarak izlerken hakkında az buçuk bilgi sahibi olduğum Ziya Selçuk’un islamcı olmayıp, aksine seküler biri olduğunu söyleyebilirim. O, kelimenin tam anlamıyla neoliberal biri.

Önünde hiçbir engel yokken neoliberallerle yollarını ayırmış Erdoğan’ın ”dindar-kindar” nesil projesine uygun bir ismi (mesela ENSAR Vakfı başkanını) değil de Eleştirel Pedagoji dergisine abone olacak kadar seküler birini eğitim bakanı yapmış olması karşısında laiklerin heyecanını anlıyorum. Aslında Erdoğan’ın ortalama muhafazakar seçmenini de anlamak lazım. Çünkü onların da eğitimden beklentisi, Selçuk’un vadettiğinden farklı değil. Ziya Selçuk’un literatüründe sosyalistlerden liberallere yelpazenin her kanadına yanıt mevcuttur; Erdoğan islamcılığı hariç.

Öyleyse, davasına giden yolun takım taşlarının (4+4+4, liselerin dört yıla çıkarılması, imam hatipleşme, evrim kuramının müfredattan çıkarma, yöntemini bizzat belirlediği sınavlar vb.) yerinden oynatılmasına izin vermeyeceğinden emin olduğumuz Erdoğan bütün bunlara itirazını bağlayıcı bir dille beyan etmiş, seçilmesi halinde rakibi muhtemelen Muharrem İnce’nin de aklındaki birkaç isimden bir olan Selçuk’u neden bakan yaptı.

Erdoğan’ın niyeti laiklerin kaygısını gidermek olmadığı gibi kendi seçmeninin beklentisini karşılamak da değil. Eğitimdeki başarısızlığı yalanla gizlenemeyecek, vaatle ertelenemeyecek kadar ortada. Partisi içinden İsmet Yılmaz benzeri bir isimle reform diye ortaya çıkma şansı da bulunmadığına göre Erdoğan yeni ve inandırıcı birini bulmak durumundaydı. Her kesime hitap edebileceği gibi Batı’nın eğitim fonlarından kaynak bulabileceği düşüncesiyle ülkenin en popüler, ikna kabiliyeti yüksek eğitimci profesörü Ziya Selçuk adı böyle çıktı ortaya.

Ziya Selçuk’un reform takvimi Erdoğan’ın yerel seçimi atlatmasını sağlayacak fakat beklentileri hiçbir şekilde karşılamayacaktır. Çünkü Erdoğan’ın amacı eğitimi bir süre tartışma dışında tutmak, sonra rota değiştirmeden kaldığı yerden yoluna devam etmek. Erdoğan’ın kafasındaki eğitim, modern eğitimin bozulmuş hali neoliberal eğitim dahil Batı kültürünü yansıtan her anlayışa kapalıdır.

Selçuk, Talim Terbiye Kurulu Başkanlığı görevinden, dönemin eğitim bakanı Hüseyin Çelik’in inisiyatif kullanmasını engellediği gerekçesiyle istifa ederek ayrıldı. İstifa ettikten sonra eğitim bakanlığı uygulamalarını eleştirmeye, eğitimle ilgili görüşlerini kamuoyuyla paylaşmaya devam etti. Özel okul işletmecisi olmasına rağmen, son zamanlarda eğitimin piyasanın ihtiyacına göre şekillendirilmesine itiraz içeren beyanları oldu. Yakın tarihte bir rastlantı sonucu karşılaşmamızda aramızda geçen uzunca sohbette hep kendisiyle ilişkilendirdiğim ve neoliberal eğitimin yeni muhafazakarlarını yetiştirecek olan “yapılandırmacı eğitim modeli”nin kendi tercihi olmadığını, AKP iktidarının eğitimi dinselleştirme niyeti karşısında “ara çözüm” olarak gündeme getirdiğini söylemişti. Bizzat kendisinin hazırladığı öğretim programlarının başarısızlığının nedeni olarak ise ”sistemin bütün ayaklarını birlikte değiştirmeden birine odaklandık, başarısız olduk” dediğini anımsıyorum.

Erdoğan her alanda olduğu gibi eğitimle ilgili kurullar oluşturup politika birimlerini doğrudan kendisine bağlayacak. Kuşkunuz olmasın kurullar, Bilal’le Bilal’in vakıflarıyla; cemaatlerle, cemaat vakıflarıyla çalışacak. Egitim Bakanının sistemin bir ayağına dahi dokunma şansı olmayacak. Bu noktada benim merak ettiğim, eğitime ilişkin görüşleri toplumda eğitim kuramı muamelesi gören, düşüncelerini eyleme geçirme fırsatı verilmediği için istifa etmiş biri olarak Ziya Selçuk’un eğitimde yapacakları değil, kendisinin ne yapacağı. Kendisinin müdahil olamayacağı eğitim politikalarına yön veren kurulların tedarikçisi olarak kalıp markasına zarar mı verecek yoksa istifa mı edecek!

Ziya Selçuk’u eleştirdiğim yazılarım oldu. Fakat onun neoliberal fikirlerini, modern eğitim anlayışının bozulmuş halinin temsilcisi olarak gördüm ve eleştirilerimi mikro düzeyde uygulamalarına yönelttim. İyi ya da kötü, beğenin begenmeyin onun eğitim anlayışının modern eğitimin içinde bir karşılığı var. İslamcıların Türkiye’ye dayattığı eğitim ise öyle birşey değil. Türkiye eğitim sistemi modern eğitimden uzaklaşalı çok oldu.

Ziya Selçuk’un başarı şansı yok; eminim Erdoğan’ da bunu istiyor ve hatta başarısız olmasını dört gözle bekleyecektir. Böylece dine en yakın fakat herşeye rağmen Batı kökenli neoliberal eğitimin seçenek olarak önüne çıkmasını engelleyip tek alternatif olarak geleneksel İslami eğitime razı olmamızı isteyecek.

Erdoğan’ın toplumun beklentisini karşılamak gibi bir niyeti olduğunu düşünen yanılır. O herkesin kendi beklentisine hizmet etmesini ister. Ziya Selçuk’tan da bunu bekleyecek. Selçuk’un sonu, “eğitimci” olarak anılmakla, birkaç gündür kendisine yakıştıran ”işadamı” sıfatı arasında tercih yapmasına bağlı.

ÜNAL ÖZMEN / BİRGÜN

Trump Neden NATO’ya Karşı? - MUSTAFA K. ERDEMOL

Dün gerçekleştirilen NATO Zirvesi’nden önce ABD Başkanı Donald Trump bu emperyal savaş mekanizmasına karşı bildik eleştirilerini yine sıraladı. Bu konuda ne kadar öfkeli olduğunu daha önceki açıklamalarından biliyoruz.


Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü yani NATO, Kuzey Amerika ve Avrupa genelinde 29 ülkenin askeri ittifakı bilindiği gibi. 1949 yılında kurulan örgütün ilk katılımcıları ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, İtalya, Portekiz, Norveç, Danimarka, İzlanda, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’du. Yunanistan ve Türkiye 1952’de katıldı, bunu 1955’te Batı Almanya ve 1982’de İspanya izledi. Sovyetler Birliği çöktükten sonra da 1999’daÇek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya, 2004’de de Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya’da , 2009’da da Arnavutluk ve Hırvatistan örgüte üye oldular. NATO’nun 29’uncu ve en son üyesi ise 2017’de üyeliğe kabul edilen Karadağ. Sırada şimdi Bosna-Hersek, Makedonya, Gürcistan ve Ukrayna var.

NATO’nun kuruluş amacını en iyi özetleyen madde şu ünlü mü ünlü 5. Maddesi. “Bir NATO üyesi’ne karşı silahlı saldırı, tüm NATO’ya yapılmış kabul edilir”. Maddenin hedef aldığı ülkenin dönemin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olduğunu söylemeye gerek yok tabii. Bu madde “sovyetlerden gelecek bir nükleer tehdide” ayniyle karşılık vermeyi de içeriyordu. Tabii, NATO’nun ilk Genel Sekreteri Lord Hastings’in “NATO’nun var oluş nedeni Sovyetler Birliği’ne karşı korunma ama aynı zamanda ABD ve Almanya’nın da etkisini azaltma” sözleri de ilginç. Belki de Trump’ın “tepesini attıran” ABD’nin NATO içinde yeterince etkili olmadığını düşünmesi/inanması. Yıllar sonra Hastings’in sözleri anlam kazanıyor.

Anlaşılan o ki NATO, Sovyetler Birliği’ne karşı olduğu kadar Avrupa’ya karşı da bir denge kurumuydu. Bana göre öyle değil elbette ama buna inananlar da var Batı’da. Sovyetler’in yıkılmasından sonra NATO’nun zaten bildiğimiz saldırgan yüzünü Balkanlar’da, Afrika’da, Libya’da gördük.

Meşhur 5. Maddenin yeniden aktif hale getirilmesinin nedenlerinden biri 11 Eylül saldırıları oldu. NATO uçakları ABD semalarında uzun süre görev yaptı, gemileri Akdeniz’de dolaştı durdu. Ancak 2014’de durumun değiştiğini görüyoruz.

2014’de, artık Soğuk Savaş tarihe karışmıştır, malum NATO’nun askeri harcamalarına ilişkin sorunlar baş gösterdi. Bazı üye ülkeler bu konuda yakınmalarını dile getirdiler. Rusya’nın söz konusu yıl Kırım’ı ilhak etmesi, Ukrayna Krizi gibi sorunlarda, başta ABD olmak üzere bir çok üye ülke, NATO’yu pasif kalmakla da eleştirdiler. Kuşkusuz Rusya Devlet Başkanı Putin aynı kanıda olmadı hiçbir zaman.

Trump’ın seçim kampanyası sırasında NATO’yu “gereksiz” bir kurum olarak eleştirmesi de bu zamanlara rastlar. Ancak eleştirilerini açıkca örgütün “Rusya karşısında pasif olması” üzerinden değil, kimi üye ülkelerin NATO harcamalarında son derece cimri olmaları üzerinden yaptı hep. Kimi üyelerin cimri olduğu konusunda haklı olabilir, çünkü NATO harcamalarına en çok mali katkıda bulunan sadece dört ülke var; ABD, İngiltere, Yunanistan ve Estonya. Trump bunun özellikle ABD açısından büyük bir yük olduğunu vurguluyor. Başkan seçildikten sonraki ilk beş ay boyunca Trump, “NATO’nun “kolektif savunma ilkesi”ne soğuk davranmakla eleştirildi.

Dün yapılan bir kahvaltıda Trump NATO eleştirilerini sürdürürken artık açıkca ülke adı da zikretmeye başladı. Hedefi doğrudan doğruya Almanya artık. Rusya’ya karşı da öfkesini açık edecek şekilde, Almanya’nın “Rusya’nın esiri” olduğunu söyledi örneğin. Almanya, ABD’nin parasıyla NATO’nun savunma olanaklarından yararlanıyor ama Rusya’dan da enerji alışverişi yapıyordu Trump’a göre. Trump’ın NATO karşıtlığı, aynı zamanda Avrupa karşıtlığının da bir işareti. NATO (da) ABD-Avrupa anlaşmazlığının zeminlerinden biri.

Bazılarının sandığı gibi Trump elbette ülkesini NATO’dan çekmeyecek. Aslında para da önemli değil. Hem Çin’le girdiği ticaret savaşı, hem Rusya’nın artan etkisi karşısında NATO’nun ABD lehine daha fazla aktif olmasını istiyor. Hepsi bu.
O nedenle NATO Zirvesi’ne ne kadar sert konuşursa konuşsun, ne kadar NATO eskimiş bir kurumdur derse desin, NATO’nun 5. Maddesi’ni her alanda ABD lehine kullanmasını istiyor.

Sanki NATO bir ABD kurumu değilmiş gibi.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

O zaman sonuçsuz kalan 3 mektup.. - Ahmet TAKAN

Eski İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, dün SÖZCÜ'ye verdiği demeçte, döneminde Adnan Hoca'ya yapılan ve yarım  kalan operasyonu anlatırken bomba şeyler söyledi;
"Onları içeri aldığımda o dönem parlamentoda siyasi partilerin özellikle Fazilet Partisi vekillerinden bazısı 'bunlar iyi çocuklar, bunları bırak' diye üzerime çöktü. Siyaseten baskı yaptılar."

Yıllarca, siyasi kulislerin ve Meclis koridorlarının tozunu yutan bir gazeteci olarak Adnan Hoca örgütüne başlatılan operasyonu duyar duymaz kendi kendime sormuştum, "Acaba bu operasyonun ardından siyasi ayaklar ortaya çıkarılır mı yoksa bunda da FETÖ'de olduğu gibi siyasi ayakların üzerine kalın bir yorgan çekerler mi?" diye. Eğer işin o tarafına bir dalınırsa Meclis'te bir değil çoklu sayıda partide fırtınalar kopar!. Sorumuzun cevabını zamana bırakalım...

Adnan Hoca örgütünün bir zamanlar hedefe koyduğu ve gazete ilanları verdiği siyasetçilerden bir olan AKP eski milletvekili Emin Şirin'i hatırladım. Şirin, 2006'da aktif milletvekili iken dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek, Başbakanı Tayyip Erdoğan ve Necmettin Erbakan'a yazdığı mektupları, aldığı alamadığı yanıtları anlattı. Aşağıda okuyacağınız uzun röportajda söylediklerinin hepsini belgeledi. Ancak yer darlığından kullanamayacağım. İşte gündemi alt üst edebilecek o söyleşi:

---Sadettin Tantan, bir işaret fişeği attı. Sizin aktif vekilliğiniz döneminde de bununla ilgili bilginiz olduğu aklımın bir köşesinde duruyor...
Hafızanız sizi yanıltmaz hatta belki gazete ilanlarını bile hatırlıyorsunuzdur. Bizim hakkımızda, Sadettin Tantan, Adil Serdar Saçan, Emin Şirin, Tuncay Özkan için tam sayfa ilanlar verdi Adnan hoca. Kendisi ile uğraşan herkese düşman oldu. Ben şöyle anlatayım Adnan hocanın sıkıntısını. Bunun hepsinin belgeleri de var. Bağlayacağım yer de sizi şaşırtmasın. Ergenekon kumpasının dibinde de var Adnan hoca.

Benim 2006'da o zaman Ak Parti'den istifa etmiştim ama aktif milletvekili olduğumu gören anneler, kızlarını kaptıran anneler beni geldiler buldular Meclis'te. Ve dediler ki, 'Bu çocukları kurtarmak için ne yapabiliriz?' Hakikaten anlattıkları çok acıttı. Çünkü şöyle, yalnız kızları alıp götürmüyor bir de mal mülk alıyor. Yani kızın üzerine daire varsa daireyi de onlara devrettirtiyorlar falan. Bunun üzerine ben acıdım bunların durumuna ve duruma biraz hukuki açı haricinde insani açıdan da bakmaları için birkaç mektup yazdım. Cemil Çiçek o zaman Adalet Bakanı'ydı ona yazdım, Sayın Başbakanımıza şu an Cumhurbaşkanı olan Tayyip Erdoğan'a yazdım. Necmettin Erbakan'a yazdım bir de. Necmettin Erbakan'a niye yazdığımı sorarsanız bizim sohbetlerimizde Necmettin hoca, Adnan hocanın 'Harun Yahya' takma isimle yazdığı kitapları ve önemsediğini bize anlatırdı  O kitaplardaki bulguları ciddiye alırdı Necmettin hoca. Oradan bir tanışıklıkları da olduğunu biliyorum. Necmettin hocaya da mektup yazdım; böyle böyle çok büyük sıkıntıları var ailelerin. İnsani açıdan siz de buna bir bakarsanız hocam iyi olur diye. Netice çıkmadı. Bu arada netice çıkmamasının sebebini şöyle söylediler. Dediler ki; 'Bu çocukların hepsi reşit. Reşit bir insanın kendi rızasıyla Adnan hocanın yanında durması veya malını mülkünü devretmesi bizim devlet olarak karışabileceğimiz bir konu değil.'

---Kim söyledi bunu Emin Bey?
Cemil Bey'le konuştum o söylemişti. Sonra Necmettin hocadan da dolaylı olarak buna benzer bir şey geldi; 'Yapamıyoruz bir şey, çünkü reşit çocuklar. Hallerinden memnunlar.' Bu arada da bir mahkeme açılmıştı İstanbul'da. O mahkemeye de destek olsun diye gittim. Mahkemeyi ebeveynler çocuklarının kurtarılması için açmıştı. O mahkemeye ben gittikten sonra tabii Adnan hocacılar delirdi ve hücum etmeye başladılar bize. Bu hücumların sonucunda hedefe koydukları gayet basit. Bakın sayacağım şimdi size. Sadettin Tantan, Emin Şirin, Adil Serdar Saçan, Tuncay Özkan, Ümit Sayın ve Taha Akyol ile ilgili bir şey vardı. İşin garabetine bakın burada ismi geçen Akit gazetesinde filan böyle ilanlar yayınlandı hakkımızda. İşin garabetine bakın, Sadettin Tantan hariç Taha Akyol'u da dışarıda bırakalım hepsi Ergenekon sanığı oldular. Ben gözaltına alındım. Gözaltına alınıp çıktıktan sonra benim o zamanki avukatım Rezzan Aydınoğlu görüşmeye gidiyor gayriresmi bir görüşme yapıyor. Tapeyi yollayacağım size biraz sonra benim Ergenekon tapelerim de var Rezzan Hanım'ın bana telefonu. Rezzan Hanım telefonda diyor ki; 'Ben savcılarla konuştum bu senin hakkındaki yazıdaki ihbar mektubunu sanki Adnan hocacılar yazmışlar gibi düşünüyorlar' diyor.

---Sayın Erdoğan'dan mektubunuza bir yanıt gelmiş miydi?
Yok gelmedi. Yine annelerin bana söylediği; ben annelerin Emine Hanım'a da gitmelerini rica etmiştim. Gidip söylediklerinde Emine Hanım bu konu ile ilgileneceğini, insani olarak ilgileneceğini hatta zaman içerisinde kendi çocuklarına bile el atmaya teşebbüs ettiklerini serzenişte bulunmuş. İnsani olarak bu konuyla hassasiyet göstermiş Emine Hanım.

"Fehmi Koru"
Rezzan Hanım'ın bu konuşmalarından sonra enteresan iki şey daha oldu. Bunlar ne yaptılarsa benim Erbakan'a yazdığım mektubu ele geçirmişler orada kendilerine hakaret var diye Ankara'da savcılığa suç duyurusunda bulundular hakkımda. Takipsizlik verdi savcılık. İş orada da kapanmadı. Ondan sonra Türk Time'da bir röportaj çıktı. İşin can alıcı tarafına geliyorum. Bu röportajda Adnan hoca, Talat Atilla'ya diyor ki; bizim ismimizi veriyorlar yani Adil Serdar Saçan'la benim ismimi 'galiba bunlar Ergenekoncudur' diyor. Ve diyor ki, çok enteresan, röportaj 2008'de. 'Ergenekon'u bundan 10 sene evvel ilk defa ben yazdım ve adını ben koydum' diyor. 1998'de biz Ergenekon mergenekon hiçbir şey duymamıştık. Çünkü Ergenekon'un ilk defa adının geçmesi Fehmi Koru'nun 2000'de yazdığı bir yazıdaydı. Yenişafak'taydı sanırım o zaman. Ondan evvel biz Ergenekon mergenekon bilmiyoruz. Meğer Adnan hocanın kendisi Ergenekon'u ben yazdım ve adını da ben koydum diye 2008'de bunu söylüyor. FETÖ davalarının bazı avukatlarından Adnan Oktar'ın avukatlarının da beraber aynı kişiler olduklarını Ahmet Yavuz dün söylemiş. Şimdi bütün bunları topladığımız zaman Ergenekon kumpasının temelinde ki bunu FETÖ'nün organize ettiğine dair hiç kimsenin bir şüphesi yok FETÖ'cülerin organize ettiğinin. Orada FETÖ ile Adnan hocanın bir iş birliğinin olduğunun neredeyse itirafı var. Konuya bir de bu Ergenekon kumpasının organizasyonunda FETÖ ile Adnan hocanın beraber hareket edip etmediğine de bakmak gerekir diye düşünüyorum.

---Adnan hoca örgütünün -Sadettin Tantan'ın demecinden hareketle soruyorum- bu operasyonun sonucunda siyasi ayaklarını görebilir miyiz? Çıkartılır mı veya bu operasyonun sonucu nereye varır?
İkisini birbirinden ayıralım. Siyasi ayağı var mı derseniz. FETÖ terör örgütünün içinde, bil fiil içinde çalışmış siyasilerin olduğunu biliyoruz. Benim Kardan Adam kitabımda da yazıyor bu. Yani beraber hareket eden siyasiler olduğunu biliyoruz. Adnan hocaya geldiğinizde ben Adnan hoca ile beraber hareket eden siyasi olduğunu zannetmiyorum. Adnan hocaya ya sempati duyduğu için veya korktuğu için müzahir davranan siyasiler vardır. Şöyle, sempati duyanlar Darwinizm'le uğraştığı için dini akideleri dolayısıyla Darwinizm'e karşı olan Refah, Fazilet veya o içinde olan veya muhafazakâr insanlar vardır olabilir. İkinci kategoride korkan insanlar. Yani bu şantaj şebekesi çünkü, bu bir şantaj şebekesi. İnsanlara iftira atmaktan çekinmeyen, aynı FETÖ gibi FETÖ metotları ile kumpas imal eden, evrak imal eden ahlaksız bir şebekeden bahsediyoruz. Aman bana bulaşmasın diye onların taleplerini yerine getiren çok ciddi bir teşkilat olduğunu zannediyorum.

---Onca yıl arkasından bu çok görünür bir örgüt olmasına rağmen neden bugün bu operasyon yapıldı?
Çok güzel bir soru. Dün bana bir televizyon kanalında da aynı soruyu sordular. Ben esprili bir şekilde herhalde başkanlık sisteminin ilk müspet icraatıdır dedim. İnşallah da öyledir ama bugüne kadar niye böyle olduğunu bilmiyorum. Ancak Türkiye'nin bugünkü şartlarına bakarsak gerek İçişleri Bakanı gerek Adalet Bakanı özellikle İçişleri Bakanı'nın bilgisi olmadan böyle bir operasyonun yapılması kabil değil. Zannederim vakti geldi. Şeye de çok dikkat etmek gerektiği kanaatindeyim, iddiaların içindeki dış bağlantı konusuna. Belki de o konuda da devletin bir hassasiyeti veya rahatsızlığı vardı, bunlar bir araya geldi ve zamanı böyle geldi. Tevafuk olarak da yeni başkanlık sisteminin ilk icraatı oldu. Korkunç bir örgüt, örgüt değil bu çete. Korkunç bir çete. İnsanları korku ile böyle yürüttüler diye düşünüyorum.

Emin Şirin, Fehmi Koru'yu bildiklerini anlatmaya çağırıyor!..



Ahmet Takan / YENİÇAĞ

12 Temmuz 2018 Perşembe

Biz Hulusi Akar'ı konuşurken TSK'da daha büyük bir değişim oluyor - Müyesser Yıldız

Mustafa Kemal Paşa 99 yıl önce 9 Temmuz'da, Ordu Müfettişliği görevinden istifa ederek, askerlikten ayrıldığını bildirdi. Eş zamanlı olarak Saray da Mustafa Kemal Paşa'nın memuriyetine son verdi.
Atatürk'ün orduya, vilayetlere ve millete istifasını bildirdiği genelge şöyleydi: 
“Mübarek vatan ve milleti parçalanmak tehlikesinden kurtarmak ve Yunan ve Ermeni isteklerine kurban etmemek için açılan millî savaş uğrunda milletle beraber, serbest surette çalışmaya resmî ve askerî sıfatım artık engel olmaya başladı. Bu mukaddes gaye için milletle beraber sonuna kadar çalışmaya mukaddesatım adına söz vermiş olduğumdan, pek âşıkı bulunduğum yüksek askerlik mesleğinden bugün veda ve istifa ettim. Bundan sonra mukaddes millî gayemiz için her türlü fedakârlıkla çalışmak üzere milletin sinesinde bir ferd-i mücahit suretiyle bulunmakta olduğumu arz ve ilân ederim.”
99 yıl sonra 9 Temmuz'da; Başkanlık sistemine geçiş ve peşpeşe yayınlanan kararnamelerle pek çok ilk yaşandı. En önemlisi, Genelkurmay Başkanı'nın Milli Savunma Bakanlığına atanması oldu.
İktidar medyası bu atamayı, Cemal Gürsel ve Fevzi Çakmak'ın üniformalıyken Milli Savunma Bakanlığı yapmasına benzetip, “58 yıl sonra bir ilk” diye sundu.
Tam bir kafa karıştırma!.. Fevzi Çakmak, Milli Mücadele yıllarında Bakanlık yaptı. Siyasetle askerlik arasında tercihte bulunması istendiğinde ise üniformasını seçti ve sonrasında hep Genelkurmay Başkanı olarak kaldı. Çakmak'ın en büyük özelliği, Ordu'nun politikaya karışmasına hiç bir şekilde razı olmayıp, iki kez Cumhurbaşkanlığı teklifini geri çevirmesidir. Atatürk hayattayken yapılan teklifi, şu sözlerle reddetti:
“Ben bugün ordunun en sorumlu bir yerinde bulunuyorum. Teklifinizi kabul edecek olursam, yarın benim yerime geçecek olan bir paşa da ordunun kendisine bağlı olduğuna güvenerek beni devirir ve yerime geçer. Onu da çok geçmeden bir üçüncü paşa taklit eder. Memleket asıl o zaman askeri diktatörlüğe doğru kayar ve memleketin bizden beklediği hizmetlerin hiçbirisi yapılamaz.”
Atatürk'ün vefatından sonra teklif geldiğinde ise Genelkurmay Başkanı olduğunu belirtip, Anayasa'ya göre, Cumhurbaşkanının ancak Meclis içinden seçilebileceğini hatırlattı. Kendisinden bir isim önermesi istendiğinde de İsmet İnönü'nün adını telaffuz ettikten sonra, “Bu benim sadece kendi düşüncemdir. Fakat Büyük Millet Meclisi kimi lâyık görür de seçerse, o benim de Cumhurbaşkanım olur. Yeter ki bu seçilme, kanuna ve Anayasaya uygun olsun”dedi.
Fevzi Çakmak Paşa'nın ancak emekli olduktan sonra siyasete girdiğini kaydedip, medyanın Cemal Gürsel örneğine geçelim. 1960 darbesinde Bakanlık koltuğuna oturdu. Ki, bugüne kadar görevdeki askerlerin siyasi makama gelmesi, sadece darbeler döneminde yaşandı. 
Fevzi Çakmak'ın adının bu “ilk”e dahil edilmesinin sebebi, bu gerçeği gizlemek olabilir mi? 
Evet, Hulusi Akar örneği bir ilk, ama şu anlamda; İlk kez darbe yapılmadan, bir asker bakanlık koltuğuna oturdu!.. Ve Parlamenter rejimin son Genelkurmay Başkanı oldu!..
KIRMIZI KİTAP NE OLACAK
Erdoğan'ın yemininden sonra büyük bir hızla ve peşpeşe kararnameler yayınlandı. Anlaşılan, muhalefet kumda oynarken, tüm hazırlıklar yapılmış.
TSK ile ilgili düzenlemeler, atama ve terfi yetkileri günlerdir yazılıyor. A'dan Z'ye tek karar verici Erdoğan. Dolayısıyla kimin Milli Savunma Bakanı, kimlerin Kuvvet Komutanı olduğunun çok da kıymeti harbiyesi kalmadı. 
Sadece Milli Savunma Bakanının görev ve yetkilerine ilişkin Başkanlık KHK'sından iki cümleye dikkat çekelim.
İlki, “Cumhurbaşkanınca kararlaştırılacak savunma politikası” deniliyor.  
Bugüne kadar iç ve dış güvenlik politikaları, TSK ağırlıklı devletin diğer ilgili kurumlarınca hazırlanıyordu. Adı da Milli Güvenlik Siyaset Belgesi idi ve “Kırmızı Kitap” olarak biliniyordu. Demek ki, artık “Kırmızı Kitabı” da Erdoğan hazırlayacak. Acaba hangi renk verilecek, yine kırmızı mı, yoksa turkuaz mı? 
İkincisi, “Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlıkları Milli Savunma Bakanına bağlı olacak. Cumhurbaşkanı gerekli gördüğünde kuvvet komutanlarıyla, bağlılarından doğrudan bilgi alabilecek, bunlara doğrudan emir verebilecek. Verilen emir herhangi bir makamdan onay alınmaksızın derhal yerine getirilecek” cümlesi.
Erdoğan, Bakana, kuvvet komutanlarına veya alt rütbeden birine farklı farklı emirler verse, maazallah neler olmaz ki?!.
Aydınlık Gazetesi'nin bugünkü manşetinde özetlendiği gibi; “TSK'nın altına dinamit koyuyorsunuz. Hiyerarşi darmaduman”.
Gel de Hulusi Akar'ın rehin tutulduğu Akıncı'da darbecilere, “Balkan savaşından beter ettiniz” diye bağırmasını hatırlama!.. 
TSK'DAN GERİYE NE KALMIŞTI
Emperyalizmin, “Türkiye'nin dönüşümü” önünde en büyük engel olarak gördüğü TSK'ya ilişkin taleplerini, Soros'un, “En iyi ihraç ürününüz askerinizdir” ya da ABD'li bir Generalin, “Türkiye Türklere bırakılamayacak kadar önemlidir”sözlerini hatırlatacak değiliz.
Ancak CIA sayfasından, AKP iktidarı döneminde TSK'nın nasıl bir dönüşüm geçirdiğine ve ABD'nin, “Tespitler-Uyuşmazlıklar” adı altında daha ne gibi beklentileri olduğuna dair notları özetleyelim:
“AKP iktidarı döneminde 2002'den itibaren sivillerin, askerler üzerinde kontrolü büyük ölçüde sağlandı. TSK'nın iç güvenlikteki etkisi azaltılsa da TSK, hala Türkiye'nin en etkili kurumu olmaya devam ediyor. Türk askeri Suriye'deki iç savaş tehdidine, Rusya'nın Ukrayna'daki faaliyetlerine, PKK isyanına, Kürt ayrılıkçılığına odaklanmış durumda. Ankara, Irak'ta Kürt otonomi bölgesinin kurulmasına şiddetle karşı çıkıyor.”
Başka; 1974'te Kıbrıs'a yapılan askeri müdahaleye, sadece Türkiye'nin tanıdığı KKTC'nin kurulmasına dikkat çekiliyor... 2013'te PKK ile müzakerelerin başlatıldığı, ancak 2015'te çatışmaların yeniden başladığı vurgulanıyor...  
Türkiye'nin “Uluslararası uyuşmazlık” konuları olarak da; Ege'de Yunanistan ile yaşanan anlaşmazlıklar, Kuzey Kıbrıs sorunu, Irak'taki Kürtlerin statüsüne ilişkin endişeler ve 2009'da Ermenistan'la yapılan anlaşmanın sonuçlanmaması sıralanıyor.
O Başkanlık düzenlemelerinden sonra bu temel dış politika konularında TSK'nın herhangi bir belirleyiciliği söz konusu olabilir mi veya istenen “açılımlara” itiraz edecek bir komutan çıkabilir mi?    
Bir soru daha; İç Hizmet Kanunu'ndaki Türk Silahlı Kuvvetleri tarifinin ve özellikle başındaki “Türk” kelimesinin değiştirilmesi de düşünülüyor mu? 
Müyesser Yıldız / Odatv.com