“Her şeyden önce yoksul haneler için televizyon yokluğuna tahammül edilemeyen araçların başında geliyor. Radyosuz, internetsiz, hatta telefonsuz bir hayat hayal edilemez değil ama televizyonsuz bir hayat düşünülemiyor”
Televizyon hayatımızın vazgeçilmez araçlarından bir tanesi. Televizyonun eğlenceden siyasete birçok alanda çeşitli işlevi bulunuyor. Özellikle toplumsal dönüşümlerde televizyonun işlevi kilit bir noktada yer alıyor. AKP döneminde televizyon kanallarının iktidara yakın patronlara devredilmesi ve bu kanallar aracılığıyla ciddi bir ideolojik manipülasyonun yapılması meselenin somutlanmasını sağladı. Doç Dr. Hakan Ergül konuya ilişkin hem teorik hem de pratik çalışmaları bulunan bir isim. Ergül ile hepimizin dünyasında neredeyse vazgeçilmez olan televizyonu konuştuk.
Televizyon hayatımızın vazgeçilmez araçlarından bir tanesi. Televizyonun eğlenceden siyasete birçok alanda çeşitli işlevi bulunuyor. Özellikle toplumsal dönüşümlerde televizyonun işlevi kilit bir noktada yer alıyor. AKP döneminde televizyon kanallarının iktidara yakın patronlara devredilmesi ve bu kanallar aracılığıyla ciddi bir ideolojik manipülasyonun yapılması meselenin somutlanmasını sağladı. Doç Dr. Hakan Ergül konuya ilişkin hem teorik hem de pratik çalışmaları bulunan bir isim. Ergül ile hepimizin dünyasında neredeyse vazgeçilmez olan televizyonu konuştuk.
►Televizyonun diğer kitle iletişim araçlarından farkı nedir? İşlevsellik ve ideolojik bağlamda nereye oturuyor bu fark?
Televizyon yirminci yüzyılın en etkili hikâye anlatıcısı kuşkusuz. Televizüel bir dünyayı getirip hayatımızın merkezine yerleştirmesi bir yana, sözlü kültürün yeniden keşfidir televizyon. Bugün kırk yaşın üstündeki kuşak onun hikâyeleriyle büyüdük, hayatı anlama tarzımız televizyon diliyle şekillendi. Televizyonun nasıl bu kadar etkili olabildiğini anlamak için kitle iletişiminin tarihine bakmak yeterli. Bütün yeni iletişim araçları ilk dönemlerinde kendinden önceki medyanın mirasına talip olur, ortaya çıktığı zamanın en etkili araçlarını ve takipçilerini gözüne kestirir. Kendi dilini bulana kadar onların içeriklerini taklit eder. Başarılı oldukça etki alanını genişletir, zamanla kendi özgün dilini, izleyicisini üretir. Edebiyat, gazete, radyo, sinema arasında bu ilişkinin izlerini kolayca sürebiliyoruz. Sonra televizyon çıkıyor sahneye. O güne dek bilinen iletişim araçlarının en etkili donanımlarını alıp hepsini televizüel bir anlatıda eritiyor, yepyeni bir dil üretiyor. Bu görsel dil sonra dönüp diğer araçları derinden etkiliyor –tıpkı gazetede olduğu gibi.
Televizyon yirminci yüzyılın en etkili hikâye anlatıcısı kuşkusuz. Televizüel bir dünyayı getirip hayatımızın merkezine yerleştirmesi bir yana, sözlü kültürün yeniden keşfidir televizyon. Bugün kırk yaşın üstündeki kuşak onun hikâyeleriyle büyüdük, hayatı anlama tarzımız televizyon diliyle şekillendi. Televizyonun nasıl bu kadar etkili olabildiğini anlamak için kitle iletişiminin tarihine bakmak yeterli. Bütün yeni iletişim araçları ilk dönemlerinde kendinden önceki medyanın mirasına talip olur, ortaya çıktığı zamanın en etkili araçlarını ve takipçilerini gözüne kestirir. Kendi dilini bulana kadar onların içeriklerini taklit eder. Başarılı oldukça etki alanını genişletir, zamanla kendi özgün dilini, izleyicisini üretir. Edebiyat, gazete, radyo, sinema arasında bu ilişkinin izlerini kolayca sürebiliyoruz. Sonra televizyon çıkıyor sahneye. O güne dek bilinen iletişim araçlarının en etkili donanımlarını alıp hepsini televizüel bir anlatıda eritiyor, yepyeni bir dil üretiyor. Bu görsel dil sonra dönüp diğer araçları derinden etkiliyor –tıpkı gazetede olduğu gibi.
Ama hemen benimsenmiyor televizyon, önce kamusal alanlarda izlenen bir eğlence aracı olarak başlıyor iletişim kariyerine. Sonra haneyi keşfediyor, mahrem alana nüfuz etmeyi başarıyor. Ne oluyorsa zaten bu andan sonra oluyor. Hanedeki bireylerin tümüne, yaş, toplumsal cinsiyet, sosyal sınıf demeden, okur-yazar olsun olmasın herkese hitap eden bir hikâye üretiyor ki bunu bu düzeyde başaran başka bir iletişim aracı yok. Hızla bir aile-teknolojisine evriliyor televizyon.
Giderek hane tahayyülünün, aidiyet duygusunun kurucu araçlarından biri oluyor, ailenin gündelik akışını kendi yayın akışına göre şekillendirmeyi başarıyor. Aidiyet duygusundan söz etmişken, bu durum haneyle sınırlı da değil. Televizyon kültürü dediğimizde büyük ölçüde benzer değerleri ve normları paylaşanların hayata kendileri gibi yaklaşanlarla televizüel bir evrende, bir süre aynı akışa kapılabildikleri kolektif bir deneyiminden söz ediyoruz aslında. Bu açıdan karasal televizyon ortak belleğe hizmetiyle “millî” medya envanterinin de başında yer alır. Ekonomik, politik krizler, afet, seçim, spor karşılaşmaları gibi kritik dönemlerin tartışmasız en çok güçlü aracıdır. Bir de tabii “bize” en çok benzeyen araç televizyon. Onun ekranında kendi yüzümüz kadar arzu ettiğimiz hayatları da sahicilik dozu yüksek bir kurguyla karşımızda buluyoruz. Televizyonun büyüsü burada: Sıradanın, popüler olanın, gündeliğin fantastik mabedi orası. Dışarıdaki hayatı yansıtmaktan çok ürettiği televizüel gerçeklikle bizzat o hayatın yerine geçmeyi vaat ediyor. Ne anlatıyorsa samimi bir dille anlatıyor. Bütün yetenekli hikâye anlatıcıları gibi anlattığı öyküyü “bize” anlattığına ikna ediyor hepimizi. Büyüsü de farkı da burada.
► Sizin çalıştığınız bir alan olması sebebiyle sormak isterim yoksulların televizyonla kurdukları ilişki nasıl?
Bir iletişim aracı ile belirli bir sosyal sınıfın ilişkisine bakarken aracın o hayatın içinde neye karşılık geldiğini anlamak gerekiyor önce. Yoksulluğu farklı parametrelerle tanımlayabiliriz ama her şeyden önce yoksulluk, bireyin sağlık, eğitim, bilgiye ulaşma gibi en temel haklarına erişimini engelleyen bir yoksunluklar zincirinin, bir hak ihlâlinin adı. Biz Emre Gökalp ve İncilay Cangöz’le birlikte yürüttüğümüz saha çalışmamızda böyle bir yoksulluk tarifinden yola çıkmıştık1. Her şeyden önce yoksul haneler için televizyon yokluğuna tahammül edilemeyen araçların başında geliyor. Radyosuz, internetsiz, hatta telefonsuz bir hayat hayal edilemez değil; ama televizyonsuz bir hayat düşünülemiyor. Hanelerin önemli bir kısmında iki, bazılarında üç televizyon olması da bu korkudan. Eldeki iyi kötü idare eden televizyon bozulursa onun yerini alabilecek bir başkası evin bir yerinde sırasını bekliyor.
Bir iletişim aracı ile belirli bir sosyal sınıfın ilişkisine bakarken aracın o hayatın içinde neye karşılık geldiğini anlamak gerekiyor önce. Yoksulluğu farklı parametrelerle tanımlayabiliriz ama her şeyden önce yoksulluk, bireyin sağlık, eğitim, bilgiye ulaşma gibi en temel haklarına erişimini engelleyen bir yoksunluklar zincirinin, bir hak ihlâlinin adı. Biz Emre Gökalp ve İncilay Cangöz’le birlikte yürüttüğümüz saha çalışmamızda böyle bir yoksulluk tarifinden yola çıkmıştık1. Her şeyden önce yoksul haneler için televizyon yokluğuna tahammül edilemeyen araçların başında geliyor. Radyosuz, internetsiz, hatta telefonsuz bir hayat hayal edilemez değil; ama televizyonsuz bir hayat düşünülemiyor. Hanelerin önemli bir kısmında iki, bazılarında üç televizyon olması da bu korkudan. Eldeki iyi kötü idare eden televizyon bozulursa onun yerini alabilecek bir başkası evin bir yerinde sırasını bekliyor.
Buna şaşırmamak gerek çünkü günlük gazete alamayan, bilgi kaynakları sınırlı, sağlık hizmetlerine, sinemaya, tiyatroya ya da kentin cazibe merkezlerine erişemeyen kentli yoksullar için televizyon bu yoksunlukların hepsini bir bedel talep etmeden gideriyor. Yoksul hanelerde televizyonun gün boyu açık olması da bundan: Ekran karardığında evdeki annenin ya da işsizlik dönemlerini evde geçirmek zorunda kalan gencin, babanın yüzleşmek zorunda kaldığı gerçeklik çok yakıcı, renksiz ve katı. Oysa televizyon herkesi evin dışına davet ediyor, daha renkli, daha fantastik olana doğru bir pencere açıyor, eğlenme ve bilme ihtiyacını gideriyor. Mevcut gerçeklikten koparıyor belki ama ona dayanma gücü de veriyor. Dizilerdeki, yarışma programlarındaki “yalan” hayatların kendi gerçekliklerine uzak olduğunun elbette farkındaydı izleyiciler, “o bizim değil televizyonun gerçeği!” tepkisini de not etmiştik. Ama bir olgunun farkında olmak, onu unutma arzusunun önüne geçemiyor. Sahada yoksul ailelerin çoğu kendini yoksul olarak tarif etmiyordu örneğin: Her fırsatta yoksulluğun “utanılacak bir durum” olmadığını söyleseler de “aç ve açıkta” olanlara göre daha “ortalarda bir yerlerde” olduklarına, ekmek bulamayanlar varken “çok şükür” muhtaç olmadan yaşayabildiklerine inanıyorlardı. Bu reddedişte ve tevekkülde endüstriyel medyadaki baskın sınıf tanımlarının, yoksullara dair sorunlu temsillerin rolü olmadığı söylenebilir mi? Şiddet, trajedi, suç, korku hikâyeleri dışında ekranda görebiliyor muyuz yoksul kesimi? “Paran yoksa sen hiçsin!” demişti bir anne. Kendi varlığını yok edebilecek, utanç duygusunu harekete geçirebilecek kadar güçlü bir adaletsizlik karşısında bireyin “beterin beterini” işaret etmesi ne kadar olağansa, kendisine fantastik hayatlarda var olmayı teklif eden televizyonun büyüsüne kapılması da o kadar doğal sayılmalı.
► İnternet medyasının genişlemesi televizyonu nasıl etkiliyor? Televizyon bitti demek iddialı bir çıkış mı olur?
Bunu söyleyen çok ama bana doğru bir tespitmiş gibi gelmiyor. Olsa olsa geleneksel anlamda televizyonun işlevlerinde bir dönüşüm yaşandığı söylenebilir ki bu yeni bir durum değil. Karasal yayından uydu ve dijital yayına geçildiğinde başlamıştı bu dönüşüm. Yine de televizyon “dijital yerliler” diye adlandırılan internet kuşağının bile boş zamanlarında en fazla tükettiği iletişim aracı. Hane içindeki hâkim pozisyonu sarsılmış olabilir ama bir aile-teknolojisi olarak aslan payı hâlâ onun. Bana kalırsa “öldü” denilen televizyon tarihindeki en güçlü, en istilacı dönemini yaşıyor, öyle ki televizyonun etki alanından söz ettiğimizde artık cihazın kendisini aşan, yeni iletişim araçlarıyla kendini yeniden üreten yayılmacı bir televizüel kültürden ve söylemden söz ediyoruz aslında. Bundan on beş yıl kadar önce doktora sırasında Japon televizyon yayıncılığını antropolojik bir merakla incelemiştim. O gözlemlere dayanarak güç düğmesine basarak kapatamadığınız bir televizyon ve içinde yaşamaktan kaçamadığınız televizüel bir toplum tarifi yapmaya çalışmıştım. Bugün mobil iletişim teknolojileri ve televizyon arasındaki yakınsamayla bu durumun daha da yaygınlaştığını düşünüyorum. Televizyon, tıpkı gazete gibi, kendisini doğuran fiziksel araçtan kopuyor gibi görünebilir ama yatay bir iletişim evreninde yaygınlaşarak, internetten mobil telefona, dijital reklâm panolarından otomobil medyasına kadar akışkan bir ekran kültürüyle bizi büsbütün kuşatıyor aslında.
Bunu söyleyen çok ama bana doğru bir tespitmiş gibi gelmiyor. Olsa olsa geleneksel anlamda televizyonun işlevlerinde bir dönüşüm yaşandığı söylenebilir ki bu yeni bir durum değil. Karasal yayından uydu ve dijital yayına geçildiğinde başlamıştı bu dönüşüm. Yine de televizyon “dijital yerliler” diye adlandırılan internet kuşağının bile boş zamanlarında en fazla tükettiği iletişim aracı. Hane içindeki hâkim pozisyonu sarsılmış olabilir ama bir aile-teknolojisi olarak aslan payı hâlâ onun. Bana kalırsa “öldü” denilen televizyon tarihindeki en güçlü, en istilacı dönemini yaşıyor, öyle ki televizyonun etki alanından söz ettiğimizde artık cihazın kendisini aşan, yeni iletişim araçlarıyla kendini yeniden üreten yayılmacı bir televizüel kültürden ve söylemden söz ediyoruz aslında. Bundan on beş yıl kadar önce doktora sırasında Japon televizyon yayıncılığını antropolojik bir merakla incelemiştim. O gözlemlere dayanarak güç düğmesine basarak kapatamadığınız bir televizyon ve içinde yaşamaktan kaçamadığınız televizüel bir toplum tarifi yapmaya çalışmıştım. Bugün mobil iletişim teknolojileri ve televizyon arasındaki yakınsamayla bu durumun daha da yaygınlaştığını düşünüyorum. Televizyon, tıpkı gazete gibi, kendisini doğuran fiziksel araçtan kopuyor gibi görünebilir ama yatay bir iletişim evreninde yaygınlaşarak, internetten mobil telefona, dijital reklâm panolarından otomobil medyasına kadar akışkan bir ekran kültürüyle bizi büsbütün kuşatıyor aslında.
►Egemen sınıflar ya da yönetenler için televizyon ne anlama geliyor?
Bu soruyu 1990’ların ikinci yarısında iletişim fakültesinde ne çok tartışırdık. O zamanlar 1980 sonrası neoliberal dönüşüme paralel olarak medya sektörüne giren yeni sermayeyi, çapraz sahiplik yapılarını, bu dönüşümün haber değeri, profesyonel gazetecilik söylemi gibi kavramları nasıl etkilediğini irdelerdik uzun uzun. Bugün durum farklı... Türkiye’de siyasal erk, sermaye ve medyanın iç içe geçtiği resmi görebilmek için iletişim uzmanı olmaya gerek yok; mevcut durum derinlemesine ekonomi politik analizleri anlamsız kılacak ölçüde sarih ve kıyıcı. Son on yılda medya sektöründeki el değiştirmelere, yayın anlayışlarını terk etmeye zorlanan, kapanan televizyonlara, gazetelere, işten çıkarılan, hapse atılan ya da siyasal iktidarın şiddetine maruz kalan gazetecilerin listesine göz atmak yeterli. Popülist siyasal söylem televizyondan vaz geçemez, bunu biliyoruz, geniş halk kitleleri üzerinde en etkili propaganda makinesi hâlâ o çünkü. Endüstriyel televizyon da sınırlarının farkındadır, o da yayıncılık anlayışını kamu yararının değil iktisadi rasyonalitenin şekillendirdiğini bilir. Haber çerçevelerinde çizmeyi aşmaz, yoksulluk gibi, hak ihlalleri gibi varlığını borçlu olduğu mevcut ekonomik ve siyasal koşulların ürettiği yapısal sorunları mümkün olduğunca kamufle eder, başka temsilleri öne çıkarır. Fakat bizdeki gibi kamu hizmeti odaklı yayıncılığın yeterince gelişmediği, devlet televizyonunun iyiden iyiye parti televizyonuna dönüştüğü toplumlarda medya endüstrisinin mevcut hâli çok daha vahim. Medya ekolojisi meselesini ülkede giderek artan otoriterleşmenin demokratik haklar ve özgürlükler açısından ürettiği tehditle birlikte tartışmak gerek. Medyadaki bu ürkütücü tek seslilik her şeyden önce halkın haber alma hakkının ihlali demektir. Böylesine temel bir hakkın bu düzeyde ihlal edildiği bir toplumda tartışmanın odağında salt bir televizyon-iktidar ilişkisi değil siyasal rejimin bizzat kendisi olmak zorundadır.
Bu soruyu 1990’ların ikinci yarısında iletişim fakültesinde ne çok tartışırdık. O zamanlar 1980 sonrası neoliberal dönüşüme paralel olarak medya sektörüne giren yeni sermayeyi, çapraz sahiplik yapılarını, bu dönüşümün haber değeri, profesyonel gazetecilik söylemi gibi kavramları nasıl etkilediğini irdelerdik uzun uzun. Bugün durum farklı... Türkiye’de siyasal erk, sermaye ve medyanın iç içe geçtiği resmi görebilmek için iletişim uzmanı olmaya gerek yok; mevcut durum derinlemesine ekonomi politik analizleri anlamsız kılacak ölçüde sarih ve kıyıcı. Son on yılda medya sektöründeki el değiştirmelere, yayın anlayışlarını terk etmeye zorlanan, kapanan televizyonlara, gazetelere, işten çıkarılan, hapse atılan ya da siyasal iktidarın şiddetine maruz kalan gazetecilerin listesine göz atmak yeterli. Popülist siyasal söylem televizyondan vaz geçemez, bunu biliyoruz, geniş halk kitleleri üzerinde en etkili propaganda makinesi hâlâ o çünkü. Endüstriyel televizyon da sınırlarının farkındadır, o da yayıncılık anlayışını kamu yararının değil iktisadi rasyonalitenin şekillendirdiğini bilir. Haber çerçevelerinde çizmeyi aşmaz, yoksulluk gibi, hak ihlalleri gibi varlığını borçlu olduğu mevcut ekonomik ve siyasal koşulların ürettiği yapısal sorunları mümkün olduğunca kamufle eder, başka temsilleri öne çıkarır. Fakat bizdeki gibi kamu hizmeti odaklı yayıncılığın yeterince gelişmediği, devlet televizyonunun iyiden iyiye parti televizyonuna dönüştüğü toplumlarda medya endüstrisinin mevcut hâli çok daha vahim. Medya ekolojisi meselesini ülkede giderek artan otoriterleşmenin demokratik haklar ve özgürlükler açısından ürettiği tehditle birlikte tartışmak gerek. Medyadaki bu ürkütücü tek seslilik her şeyden önce halkın haber alma hakkının ihlali demektir. Böylesine temel bir hakkın bu düzeyde ihlal edildiği bir toplumda tartışmanın odağında salt bir televizyon-iktidar ilişkisi değil siyasal rejimin bizzat kendisi olmak zorundadır.
CAN UĞUR / BİRGÜN
1Hakan Ergül, Emre Gökalp ve İncilay Cangöz (2012) Medya Ne ki… Her Şey Yalan! Kent Yoksullarının Günlük Yaşamında Medya. İletişim: İstanbul, s. 17.