16 Temmuz 2018 Pazartesi

Akademisyen Hakan Ergül: Televizyonsuz asla… - CAN UĞUR

“Her şeyden önce yoksul haneler için televizyon yokluğuna tahammül edilemeyen araçların başında geliyor. Radyosuz, internetsiz, hatta telefonsuz bir hayat hayal edilemez değil ama televizyonsuz bir hayat düşünülemiyor”

Televizyon hayatımızın vazgeçilmez araçlarından bir tanesi. Televizyonun eğlenceden siyasete birçok alanda çeşitli işlevi bulunuyor. Özellikle toplumsal dönüşümlerde televizyonun işlevi kilit bir noktada yer alıyor. AKP döneminde televizyon kanallarının iktidara yakın patronlara devredilmesi ve bu kanallar aracılığıyla ciddi bir ideolojik manipülasyonun yapılması meselenin somutlanmasını sağladı. Doç Dr. Hakan Ergül konuya ilişkin hem teorik hem de pratik çalışmaları bulunan bir isim. Ergül ile hepimizin dünyasında neredeyse vazgeçilmez olan televizyonu konuştuk.

►Televizyonun diğer kitle iletişim araçlarından farkı nedir? İşlevsellik ve ideolojik bağlamda nereye oturuyor bu fark?
Televizyon yirminci yüzyılın en etkili hikâye anlatıcısı kuşkusuz. Televizüel bir dünyayı getirip hayatımızın merkezine yerleştirmesi bir yana, sözlü kültürün yeniden keşfidir televizyon. Bugün kırk yaşın üstündeki kuşak onun hikâyeleriyle büyüdük, hayatı anlama tarzımız televizyon diliyle şekillendi. Televizyonun nasıl bu kadar etkili olabildiğini anlamak için kitle iletişiminin tarihine bakmak yeterli. Bütün yeni iletişim araçları ilk dönemlerinde kendinden önceki medyanın mirasına talip olur, ortaya çıktığı zamanın en etkili araçlarını ve takipçilerini gözüne kestirir. Kendi dilini bulana kadar onların içeriklerini taklit eder. Başarılı oldukça etki alanını genişletir, zamanla kendi özgün dilini, izleyicisini üretir. Edebiyat, gazete, radyo, sinema arasında bu ilişkinin izlerini kolayca sürebiliyoruz. Sonra televizyon çıkıyor sahneye. O güne dek bilinen iletişim araçlarının en etkili donanımlarını alıp hepsini televizüel bir anlatıda eritiyor, yepyeni bir dil üretiyor. Bu görsel dil sonra dönüp diğer araçları derinden etkiliyor –tıpkı gazetede olduğu gibi.

Ama hemen benimsenmiyor televizyon, önce kamusal alanlarda izlenen bir eğlence aracı olarak başlıyor iletişim kariyerine. Sonra haneyi keşfediyor, mahrem alana nüfuz etmeyi başarıyor. Ne oluyorsa zaten bu andan sonra oluyor. Hanedeki bireylerin tümüne, yaş, toplumsal cinsiyet, sosyal sınıf demeden, okur-yazar olsun olmasın herkese hitap eden bir hikâye üretiyor ki bunu bu düzeyde başaran başka bir iletişim aracı yok. Hızla bir aile-teknolojisine evriliyor televizyon. 

Giderek hane tahayyülünün, aidiyet duygusunun kurucu araçlarından biri oluyor, ailenin gündelik akışını kendi yayın akışına göre şekillendirmeyi başarıyor. Aidiyet duygusundan söz etmişken, bu durum haneyle sınırlı da değil. Televizyon kültürü dediğimizde büyük ölçüde benzer değerleri ve normları paylaşanların hayata kendileri gibi yaklaşanlarla televizüel bir evrende, bir süre aynı akışa kapılabildikleri kolektif bir deneyiminden söz ediyoruz aslında. Bu açıdan karasal televizyon ortak belleğe hizmetiyle “millî” medya envanterinin de başında yer alır. Ekonomik, politik krizler, afet, seçim, spor karşılaşmaları gibi kritik dönemlerin tartışmasız en çok güçlü aracıdır. Bir de tabii “bize” en çok benzeyen araç televizyon. Onun ekranında kendi yüzümüz kadar arzu ettiğimiz hayatları da sahicilik dozu yüksek bir kurguyla karşımızda buluyoruz. Televizyonun büyüsü burada: Sıradanın, popüler olanın, gündeliğin fantastik mabedi orası. Dışarıdaki hayatı yansıtmaktan çok ürettiği televizüel gerçeklikle bizzat o hayatın yerine geçmeyi vaat ediyor. Ne anlatıyorsa samimi bir dille anlatıyor. Bütün yetenekli hikâye anlatıcıları gibi anlattığı öyküyü “bize” anlattığına ikna ediyor hepimizi. Büyüsü de farkı da burada.

► Sizin çalıştığınız bir alan olması sebebiyle sormak isterim yoksulların televizyonla kurdukları ilişki nasıl?
Bir iletişim aracı ile belirli bir sosyal sınıfın ilişkisine bakarken aracın o hayatın içinde neye karşılık geldiğini anlamak gerekiyor önce. Yoksulluğu farklı parametrelerle tanımlayabiliriz ama her şeyden önce yoksulluk, bireyin sağlık, eğitim, bilgiye ulaşma gibi en temel haklarına erişimini engelleyen bir yoksunluklar zincirinin, bir hak ihlâlinin adı. Biz Emre Gökalp ve İncilay Cangöz’le birlikte yürüttüğümüz saha çalışmamızda böyle bir yoksulluk tarifinden yola çıkmıştık1. Her şeyden önce yoksul haneler için televizyon yokluğuna tahammül edilemeyen araçların başında geliyor. Radyosuz, internetsiz, hatta telefonsuz bir hayat hayal edilemez değil; ama televizyonsuz bir hayat düşünülemiyor. Hanelerin önemli bir kısmında iki, bazılarında üç televizyon olması da bu korkudan. Eldeki iyi kötü idare eden televizyon bozulursa onun yerini alabilecek bir başkası evin bir yerinde sırasını bekliyor.

Buna şaşırmamak gerek çünkü günlük gazete alamayan, bilgi kaynakları sınırlı, sağlık hizmetlerine, sinemaya, tiyatroya ya da kentin cazibe merkezlerine erişemeyen kentli yoksullar için televizyon bu yoksunlukların hepsini bir bedel talep etmeden gideriyor. Yoksul hanelerde televizyonun gün boyu açık olması da bundan: Ekran karardığında evdeki annenin ya da işsizlik dönemlerini evde geçirmek zorunda kalan gencin, babanın yüzleşmek zorunda kaldığı gerçeklik çok yakıcı, renksiz ve katı. Oysa televizyon herkesi evin dışına davet ediyor, daha renkli, daha fantastik olana doğru bir pencere açıyor, eğlenme ve bilme ihtiyacını gideriyor. Mevcut gerçeklikten koparıyor belki ama ona dayanma gücü de veriyor. Dizilerdeki, yarışma programlarındaki “yalan” hayatların kendi gerçekliklerine uzak olduğunun elbette farkındaydı izleyiciler, “o bizim değil televizyonun gerçeği!” tepkisini de not etmiştik. Ama bir olgunun farkında olmak, onu unutma arzusunun önüne geçemiyor. Sahada yoksul ailelerin çoğu kendini yoksul olarak tarif etmiyordu örneğin: Her fırsatta yoksulluğun “utanılacak bir durum” olmadığını söyleseler de “aç ve açıkta” olanlara göre daha “ortalarda bir yerlerde” olduklarına, ekmek bulamayanlar varken “çok şükür” muhtaç olmadan yaşayabildiklerine inanıyorlardı. Bu reddedişte ve tevekkülde endüstriyel medyadaki baskın sınıf tanımlarının, yoksullara dair sorunlu temsillerin rolü olmadığı söylenebilir mi? Şiddet, trajedi, suç, korku hikâyeleri dışında ekranda görebiliyor muyuz yoksul kesimi? “Paran yoksa sen hiçsin!” demişti bir anne. Kendi varlığını yok edebilecek, utanç duygusunu harekete geçirebilecek kadar güçlü bir adaletsizlik karşısında bireyin “beterin beterini” işaret etmesi ne kadar olağansa, kendisine fantastik hayatlarda var olmayı teklif eden televizyonun büyüsüne kapılması da o kadar doğal sayılmalı.

► İnternet medyasının genişlemesi televizyonu nasıl etkiliyor? Televizyon bitti demek iddialı bir çıkış mı olur?
Bunu söyleyen çok ama bana doğru bir tespitmiş gibi gelmiyor. Olsa olsa geleneksel anlamda televizyonun işlevlerinde bir dönüşüm yaşandığı söylenebilir ki bu yeni bir durum değil. Karasal yayından uydu ve dijital yayına geçildiğinde başlamıştı bu dönüşüm. Yine de televizyon “dijital yerliler” diye adlandırılan internet kuşağının bile boş zamanlarında en fazla tükettiği iletişim aracı. Hane içindeki hâkim pozisyonu sarsılmış olabilir ama bir aile-teknolojisi olarak aslan payı hâlâ onun. Bana kalırsa “öldü” denilen televizyon tarihindeki en güçlü, en istilacı dönemini yaşıyor, öyle ki televizyonun etki alanından söz ettiğimizde artık cihazın kendisini aşan, yeni iletişim araçlarıyla kendini yeniden üreten yayılmacı bir televizüel kültürden ve söylemden söz ediyoruz aslında. Bundan on beş yıl kadar önce doktora sırasında Japon televizyon yayıncılığını antropolojik bir merakla incelemiştim. O gözlemlere dayanarak güç düğmesine basarak kapatamadığınız bir televizyon ve içinde yaşamaktan kaçamadığınız televizüel bir toplum tarifi yapmaya çalışmıştım. Bugün mobil iletişim teknolojileri ve televizyon arasındaki yakınsamayla bu durumun daha da yaygınlaştığını düşünüyorum. Televizyon, tıpkı gazete gibi, kendisini doğuran fiziksel araçtan kopuyor gibi görünebilir ama yatay bir iletişim evreninde yaygınlaşarak, internetten mobil telefona, dijital reklâm panolarından otomobil medyasına kadar akışkan bir ekran kültürüyle bizi büsbütün kuşatıyor aslında.

►Egemen sınıflar ya da yönetenler için televizyon ne anlama geliyor? 
Bu soruyu 1990’ların ikinci yarısında iletişim fakültesinde ne çok tartışırdık. O zamanlar 1980 sonrası neoliberal dönüşüme paralel olarak medya sektörüne giren yeni sermayeyi, çapraz sahiplik yapılarını, bu dönüşümün haber değeri, profesyonel gazetecilik söylemi gibi kavramları nasıl etkilediğini irdelerdik uzun uzun. Bugün durum farklı... Türkiye’de siyasal erk, sermaye ve medyanın iç içe geçtiği resmi görebilmek için iletişim uzmanı olmaya gerek yok; mevcut durum derinlemesine ekonomi politik analizleri anlamsız kılacak ölçüde sarih ve kıyıcı. Son on yılda medya sektöründeki el değiştirmelere, yayın anlayışlarını terk etmeye zorlanan, kapanan televizyonlara, gazetelere, işten çıkarılan, hapse atılan ya da siyasal iktidarın şiddetine maruz kalan gazetecilerin listesine göz atmak yeterli. Popülist siyasal söylem televizyondan vaz geçemez, bunu biliyoruz, geniş halk kitleleri üzerinde en etkili propaganda makinesi hâlâ o çünkü. Endüstriyel televizyon da sınırlarının farkındadır, o da yayıncılık anlayışını kamu yararının değil iktisadi rasyonalitenin şekillendirdiğini bilir. Haber çerçevelerinde çizmeyi aşmaz, yoksulluk gibi, hak ihlalleri gibi varlığını borçlu olduğu mevcut ekonomik ve siyasal koşulların ürettiği yapısal sorunları mümkün olduğunca kamufle eder, başka temsilleri öne çıkarır. Fakat bizdeki gibi kamu hizmeti odaklı yayıncılığın yeterince gelişmediği, devlet televizyonunun iyiden iyiye parti televizyonuna dönüştüğü toplumlarda medya endüstrisinin mevcut hâli çok daha vahim. Medya ekolojisi meselesini ülkede giderek artan otoriterleşmenin demokratik haklar ve özgürlükler açısından ürettiği tehditle birlikte tartışmak gerek. Medyadaki bu ürkütücü tek seslilik her şeyden önce halkın haber alma hakkının ihlali demektir. Böylesine temel bir hakkın bu düzeyde ihlal edildiği bir toplumda tartışmanın odağında salt bir televizyon-iktidar ilişkisi değil siyasal rejimin bizzat kendisi olmak zorundadır.

CAN UĞUR / BİRGÜN

1Hakan Ergül, Emre Gökalp ve İncilay Cangöz (2012) Medya Ne ki… Her Şey Yalan! Kent Yoksullarının Günlük Yaşamında Medya. İletişim: İstanbul, s. 17.

Tiyatro sevgisi - Ergin Yıldızoğlu


“Yeni” rejimin ilk kararlarından biri Devlet Tiyatroları’nı lağvetmek oldu. Çok da yakıştı. Ne de olsa, tiyatro, insanlığın demokrasi, hakları ve özgürlükleri geliştirme, tiranların, kralın, kilisenin, sermayenin boyunduruğundan kurtulma serüveninin ayrılmaz bir parçasıdır. 
 
Demokrasi... 
Sanat’ın en gelişmiş biçimi olarak düşünebileceğimiz tiyatro, MÖ 5. yüzyılda Atina’da demokrasinin “icat edildiği” dönemde doğdu. MÖ 4. yüzyılda, demokrasi ölürken tiyatronun parlak dönemi de bitti. 

Demokratikleşme süreci tiyatronun gelişmesi için gerekli özgürlük ortamını yarattı. Tiyatro, canlı bir tartışma, eleştiri ortamını, kültürel canlılığı besleyerek demokratik vatandaşlık kimliğinin gelişmesine böylece demokrasinin yaşamasına yardımcı oldu. 
O dönemde Atina’da binden fazla tiyatro eseri üretilmiş. Ancak, bunlardan geriye  EskülüsSofoklesÖripides tarafından yazılmış toplam 32 tragedya, Aristofanes  tarafından yazılmış 12 komedi kalmış. Bugüne kadar gelebilmiş olmalarına bakarak, bu tragedyaların, komedilerin, türün en iyi örnekleri olduğu söylenebilir.


Tragedya (ve komedi) izleyiciyi, bir kişinin anlatımına, yorumuna, bakış açısına bağlı kılmıyordu. Tiyatro “durumu” anlatmıyor, birden fazla karakterin eylemleri, onların özgün perspektifleri üzerinden gösteriyordu. Tragedya çok sesliydi, egemen “siyaset rejimi” içinde seslerini duyurmalarına izin verilmeyen kadınların, yabancıların (Persler, Mısırlılar, vb.), kölelerin, çocukların, tragedyaların içinde konuşma olanağı bulduğu görülüyordu. Çok sesli bir yapıt olarak tragedya, izleyiciye kendi aklını kullanarak kendi yorumunu geliştirme özgürlüğünü tanıyordu. Tragedya, izleyiciye cevaplardan daha çok, yöneticilere, adalete ilişkin sorular sunduğu için, demokratik kişiliğin oluşması açısından özellikle önemliydi. 

Tragedyalarda, liderlerin her zaman ben haklıyım (Hubris) iddiası, (Sofokles: Antigone; Öripides: Bakanal), yabancıların varlığı ve hakları (Eskülüs: Müracaatçılar - İlticaya başvuran Mısırlı kadınlar), kadınların toplumdaki durumu (Öripides: Medea; Sofokles: Tereus; Öripides: Melanip) sorgulanıyordu. Örneğin Medea erkeklerin, kadınların bedenleri üzerindeki kontrolünü pekiştiren başlık sisteminden, evlerindeki tecrit edilmiş evli kadınların yalnızlığından, tek bir doğumun bile, bir savaşta üç kez ön safta yer almaktan çok daha tehlikeli olmasından yakınıyordu. Tereus’de Procne, “Ergenliğe erişince, bizi ailemizin evinden çıkarıp satarlar. Bundan sonra gerdek gecesi bizi kocamızın boyunduruğu altına alır, üstüne üstlük bizden her şeyin iyi olduğunu söylememiz beklenir” diyordu. 
 
Ve tiranlar 
Rönesans hareketi İngiltere’ye ulaşınca, ShakespeareMarloweJonson ile birlikte trajedinin yeniden canlandığını söyleyebiliriz. Bu kez trajedi, Kraliçe   Elizabeth  döneminde, baskıcı bir yönetim altına gelişmeye çalışıyordu. Babası, VIII. Henri  döneminde çıkarılan bir yasa, kralları tiranlıkla suçlayanlara, ölüm cezasına getirmişti. Elizabeth, “Kral halkının kabulüyle ve yasalara bağlı kalarak yönetiyorsa tiran değildir” anlayışına uymaya çalışıyordu. Yine de Kraliçe’yi, düzeni, doğrudan eleştirmek çok riskliydi. Jonson, tutuklandı, Thomas Kyd, işkence altında sorgulandı, Christopher Marlowe, devletin bir ajanı tarafından bıçaklanarak öldürüldü. 

ShakespeareIII. RichardMachbethKral LearHamletCoriolanusTempest gibi trajedilerinde, hep tiranları tanıtmasına, bunları iktidara getiren koşulları sorgulamasına, küstahlıklarını, acımasızlıklarını, hatta deliliklerini sergilemesine karşın, konularına hep başka yerlerde, uzak geçmişte kurgulayarak yaklaştığı, Elizabeth de, tiran konumuna düşmemeye dikkat ettiği için yazmaya devam edebildi. 

Stephen GreenblattTirants: Shakespeare on Power (2018) başlıklı çalışmasında, kimi yorumcuların aksine, bu tiranların mazur görülecek, bir yanları olmadığını, hepsinin, güç arsızı, sadistler, düpedüz caniler olduğunu söylüyor. 

Tarih boyunca, eleştiriden, çokseslilikten korkanlar ‘tiyatro’dan da korktular. 

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

‘Adnan Hoca’ya da ne istediyse verdiler! - TAYFUN ATAY

Efendim neymiş, Acun Ilıcalı da Adnan Hoca’nın eski bir müridi imiş! Bak sen şu işe!.. 
Yahu bunda ne var?!.. Herkes kimlerin eski müridi veya muhibbi, meftunu, mültefiti değil ki bu ülkede de siz şimdi Acun’u teşhir ediyorsunuz, vur abalıya misali… 

Bugün bu ülkede bir numaralı terörist oluşum addedilen yapının başındaki şahıstan daha düne kadar “Sayın Gülen“gönlümüzü, sevgimizi kazanmış hocaefendi” diye söz edip yaptıklarından dolayı kendisine müteşekkir olunmasından dem vuranlar hâlâ haşmet ve hışımla bakanlık koltuklarında oturmuyor mu?!.. 

Eh, bir zamanlar Acun da “Adnan hocaefendici” olmuş, ne çıkar bundan?.. 
Olmuştur ve şimdi o da “Beni bile aldattılar” der, olur biter!.. 
Nasıl birileri “1725 Aralık” sonrasında ortaya çıkıp böyle dediyse… 
Bu sözden öte, “Ne istediniz de vermedik” dediyse… Acun’un da vardır canım bir mazereti!.. 
Tabii şu son söz, Adnan Oktar için de ziyadesiyle geçerlidir. 
Ona da ne istediyse verdiler. 
Çünkü ihtiyaçları vardı. 
 
‘Sosyete’yi hidayete erdiriyordu!
“Adnan Hoca” lâkaplı, Harun Yahya müstearlı Adnan Oktar, 1980’lerden itibaren bu ülke topraklarında kımıl kımıl beliren türlü çeşit İslami oluşum arasında nev’i şahsına münhasır bir pratikle ayrıksılaştı. O, hedefine laik-modern kesimlerin en sansasyonel ve spektaküler, yani göze çarpan dilimlerini koymuştu: Monden sosyete; moda pazarı; magazin-şov dünyası… O, buralardan “İslam dairesi”ne kazanımlar sağlama işine, işlevine soyundu. 


Bunu yaparken Türkiye’de İslami cemaatlerin genelde “geleneksel”, kırsal/pastoral kültürel örüntüsüne hayli uzak bir pozisyon alıp tam da “İstanbul sosyetesi”ne hitap edecek mahiyette bir maneviyatçılığı “Batılı-modern” bir üslupla “piyasaya sundu”
Özellikle de ABD-merkezli Hıristiyan fundamentalist evanjelistlerle irtibatlı ilginç bir söylem ve eylem stratejisi eşliğinde… 
 
Darwin’in âhı 
Harun Yahya takma adıyla kaleme aldığı mebzul miktarda kitapta (ayrıca kaset, video, VCD, DVD ile) Oktar, aslında İslam söz konusu olduğunda hiç de büyük bir mesele olmayan “Evrim” tartışmasını o evanjelistlerin yaklaşık 150 yıldır ABD’de sürdürdükleri “Evrimcilik-Yaratılışçılık” kavgasının terminolojisi üzerinden bu topraklara taşımıştır. (Elbette, arkeolojik buluntularla Kur’an anlatılarını ilişkilendirmek gibi bazı minör “yerlileştirme”lere giderek.) 

Bu doğrultuda, biyoloji biliminin “olmazsa olmaz”ı olan evrimsel yaklaşımın karşısına “bilimsi”lik taslayan yaratılışçılık iddiaları (“Akıllı-Dizayn kuramı”“Ani-Belirme kuramı”) ile çıkarak kendine alan açtı. Öyle ki evrim düşmanlığını kurumsallaştırdığı  “Bilim Araştırma Vakfı” adlı oluşumun, ABD’deki “Yaratılışı Araştırma Enstitüsü”nün Türkiye temsilciliği olduğu izlenimi bile dillendirilmiştir.

İşte yıllarca bu ülkede Darwin’e, evrim düşüncesine, evrimsel biyolojiye reddiye dolu yayınlar ciddiye alınıp dindar-muhafazakâr kamuoyunda parlatılmış, okullarda okutulmuş, kütüphanelerde raflara doldurulmuş bu “taşeron yaratılışçılık müessesi”, şimdi kara para aklamadan cinsel içerikli şantaj kasetlerine açılan yelpazede bir dizi suç iddiası ile karşımızda... 
 
Refah ve AKP’ye çalıştı 
Tabii asıl çarpıcı (ama aynı zamanda anlaşılır olan), Oktar’ın yükselişinin 1990’ların ilk yarısına denk gelmesi... Hem Türkiye’de bilim ve üniversite camiasının karşısına evrim-karşıtı yaratılışçı iddialarla çıkıp kamuoyu oluşturarak seküler bilim ve düşünce anlayışını yıprattı; hem de İslam kisveli söylemindeki “modern/ist tını” ile Refah Partisi öncülüğünde yükselen siyasal İslam’a “seküler sosyete”deki alerjiyi gidermeye dönük işler yaptı o... 

Bariz bir örnek, 1993’te Refah Partisi’nin başlattığı ve o dönem Parti’nin İstanbul İl Başkanı Tayyip Erdoğan’ın başını çektiği “vitrin transferleri” atağı çerçevesinde “Adnan Hocacı” eski manken Gülay Pınarbaşı’nın RP’ye katılmasıdır (akt. Ruşen Çakır, “Recep Tayyip Erdoğan-Bir Dönüşüm Öyküsü”, Metis, 2001, s. 229). 

Demek ki şimdiki iktidarın “cemâziyelevvel”inden başlayarak “Adnan Hoca”, katkısını esirgememiş. O yüzden de 1990’lar sonu ve 2000’ler başındaki suiistimal, istismar, yolsuzluk soruşturmaları, kovuşturmalarından “yırtan” oluşumun en şaşaalı dönemi, AKP’nin devri iktidarında karşımıza çıkar. 
 
Artık ‘zevâid’den ibaret 
Peki, şimdi olan ne? 
Çok basit: Kullanım süresi doldu. 
Artık “yeni Türkiye”de o da, diğer bütün tarikat-cemaat çevreleri de “zevâid”den ibaret. Yani bir fazlalıklar… 
Artık, “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek millet” ve dahi tek adam ve tek tarikat var: “Tayyibîlik”
“Tayyibîliğin” kabule mazhar olduğu, hükmünü icra ettiği yerde ne “Adnanîlik” kalacaktır, ne de başka bir şey. 
İslami oluşumların hizaya çekilme vaktidir. 

Hizaya giremeyecek mahiyette, fantastik, marjinal, sıra dışı, eski deyişle ama modern çehre ile “ibâhiyyûn”dan olanlar için ise hizaya çekilmekten öte hazan mevsimidir; Oktar çevresi gibi… 

Artık modern, monden, sosyetik muhitlerden devşirilecek kimseye de ihtiyaç yok!.. 

Olan budur.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

15 Temmuz 2018 Pazar

Damadın dilemması* - FATİH YAŞLI

Türkiye gibi kapitalizme entegre ve süreklileşmiş bir şekilde dış açık veren ülkeler için bu açığı kapatmanın ve ekonomiyi yönetebilmenin tek yolu ülkeye sürekli döviz girişinden geçer. Eğer bu giriş reel sektöre, üretime, doğrudan yatırıma yönelmiyorsa, buralara yeterince yatırım yapılmıyorsa, ülke uluslararası mali sermayeye, yani sıcak paraya muhtaç demektir. Mali sermaye borsaya, devlet tahviline, hazine bonosuna yatırım yapar, kazancını spekülasyon üzerinden elde eder, bu nedenle sıcak paradan “spekülatif sermaye akımları” diye de söz edilir.

Bütün sermaye biçimleri için olduğu gibi mali sermaye için de en önemli şey kârlılıktır, yani reel kazanç elde etmeye devam edebilmektir. Tam da bu nedenle sıcak paraya bağımlı ülkeler, faizleri enflasyonun belli bir seviye üzerinde tutmalıdırlar ki, mali sermayenin kazandığı para enflasyondan arındırıldığı zaman ilk yatırdığı paradan reel olarak daha fazla olabilsin ve böylece ülkeye gelmeye devam etsin. Demek ki gayet basit bir mantık yürütmeyle söyleyecek olursak -her ne kadar “en yetkili ağız” enflasyonla faizin yerini değiştirerek yeni bir formül icat etmiş olsa da- enflasyon ne kadar düşük olursa faiz de o kadar düşük olacaktır.

Türkiye gibi hem dövize hem de ithalata bağımlı ülkeler ise enflasyonu öyle kolay kolay düşüremezler, çünkü ihracat yapmak için bile ihraç ettikleri ürünün girdilerini yurtdışından almak zorundadırlar ve bu girdilerin fiyatları düzenli olarak artmaktadır. Dolayısıyla ihracata dayalı bir ekonomik modele sahip olsanız da, ihracat yapmak için girdi ithaline bağımlılığınız devam ettiği sürece enflasyonu kolay kolay düşürmeniz mümkün olmayacaktır.

Türkiye’de son on altı yıldır üretim ekonomisi adına doğru dürüst tek bir adım atılmadığı için, Türkiye’nin planlamaya dayalı bir sanayileşme ve kalkınma modeli olmadığı için, Türkiye ihraç ettiği ürünlerin girdilerini yurtdışından almaya devam ettiği için, enflasyon bir yere kadar düşürülebilmiş, o noktadan sonra ise düzenli olarak artmaya devam etmiştir ki, bu da faizlerin artması demektir. Çünkü enflasyondaki artışla faiz artışı arasında doğrudan bir bağlantı vardır, ilki artınca, kaçınılmaz olarak ikinci de artacaktır.

İkide bir faizleri düşürmekten söz etse de ve hatta zaman zaman Merkez Bankası’nı ihanetle suçlasa da, “en yetkili ağız”ın bankanın yaptığı faiz artışlarına müdahale edememesi tam da bu nedenledir. Enflasyon artışı durdurulamadığı için, sıcak para bağımlısı ekonomiye döviz girişinin devam etmesinin tek yolu faizleri artırmaktan geçmektedir; çünkü faizler artmazsa ülkeye sıcak para gelmeyecek, bu da dış açıktaki artışın sürdürülebilir olmaktan çıkması anlamına gelecektir. Böyle bir durumda ise döviz kurlarında artış olacak, bu da beraberinde enflasyonun artışını getirecektir. Tüm bunların neticesinde ise artırılmak istenmeyen faiz kaçınılmaz olarak yine artırılacaktır.

İşte yeni rejimin hazine ve maliyeyi birleştirerek ihdas ettiği Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın başına geçirilerek ekonomi yönetiminin –en azından kâğıt üzerinde- teslim edildiği damadın dilemması, yani ikilemi tam olarak burada başlamaktadır. Damat istediği kadar uluslararası mali sermayeye göz kırpmak için “Önceliğimiz enflasyonla mücadele” desin, uluslararası mali sermaye son sözü kayınpederin söyleyeceğini ve onun “Önce faizler düşmeli” dediğini bilmektedir.

Bir tarafta, “Önce enflasyonla mücadele” diyen ve faiz artışı, faizin artması için de özerk merkez bankası isteyen, aksi takdirde ülkeye girmeyecek olan uluslararası mali sermaye, öte tarafta ise faizlerin bu şekilde artması halinde çökecek inşaata dayalı “saray kapitalizmi” vardır.

Faiz artmazsa, sadece bu sene yaklaşık 250 milyar dolarlık borç çevirmek zorunda olan bir ekonomi kaçınılmaz olarak batacaktır ama faizler artmaya devam ederse de inşaata dayalı ekonomik büyüme modeli çökecek, kamu harcamaları ve yatırımları azalacak, işsizlik daha da yükselecek ve yoksulluk bu boyuttayken sosyal yardımlar için gereken kaynağın giderek bulunamaz olduğu bir tablo ortaya çıkacaktır.

Yani ister uluslararası mali sermayenin istediği şekilde faizler artırılsın ve buna bir de kemer sıkma programı eklensin, ister enflasyonun büyük ölçülerde artışının göze alınacağı mevcut modelle devam edilsin, netice kaçınılmaz bir şekilde geniş halk yığınlarının, işçilerin, memurların, köylülerin daha da yoksullaşması olacaktır. Bu ise rejimin alt sınıflarla kurduğu ilişkilerde çok ciddi tahribatların, birtakım kırılmaların ve kopuşların yaşanması ihtimalini artırmaktadır.

İktidarın yarattığı yapay çelişkilerin yerini esas çelişkinin yani emek-sermaye çelişkisinin alma ihtimali ne kadar yükselirse, emekçilerin, işçilerin, alt sınıfların politikleşme ve siyaset sahnesine çıkma ihtimali de o kadar güçlenecektir.

Sol hazırlıklarını bu ihtimale göre yapmalıdır. Solun güçlenmesinin yolu emekçilerin politikleşmesinden, emekçilerin siyaset sahnesine damga vurabilmesinin yolu ise güçlü ve örgütlü bir sol siyasetten geçmektedir.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

dilemma* (ikilem)

Yeni rejim - ORHAN GÖKDEMİR

Asgari ücret komisyonundan devlet tiyatrolarına, devlet adına ne varsa saraya bağladılar. Kendilerine sorarsanız yeni rejim kuruyorlar. Nedir esası bu rejimin? Yasama, yürütme, yargı hepsi kaldırılacak. Ordudan MİT’e bütün güvenlik aygıtları tek adama bağlanacak. Devlette sadece ağa ve adamları olacak. Yeni rejim kurduğunu iddia edenler  “ağa ve adamları” ile 80 milyonluk bir ülkeyi yönetebileceğini sanıyor.

Nasıl kuruluyor peki bu rejim? Olağanüstü Hal’le, olağanüstü yargıyla, olağanüstü hukukla. Bırakın iktidarı eleştirmeyi, öğrencilerin mezuniyet törenlerinde mizah içerikli pankart taşıması tutuklanma sebebi. Hatta o pankartı basan matbaacıyı bile derdest ettiler. Başka bir örnek; Alişan Taburoğlu'na parasız ve bilimsel eğitim istediği için 21 yıl hapis cezası verdiler. Taburoğlu Burhaniye Cezaevi’nde çile dolduruyor. Soma davasının sonucunu bir yana bırakalım, daha dün Çorlu’da 24’ümüzü daha aramızdan uğurladık sessizce. Koşup makinistleri yakaladılar suçlu diye. Ölen öldü, yağma düzeni, kar hırsı dimdik ayakta. Sanki hiçbir şey olmamış gibi sürüyor hayat.

Barış bildirisine imza atan akademisyenleri "Kanlarında duş alacağız" diyerek tehdit eden Sedat Peker, 'suçun unsurları oluşmadığı' gerekçesi ile beraat etti o sırada. Kastamonu’da tecavüzden hüküm giyen bir sapık ise, cezasında indirim uygulanmayınca kararı protesto etti. Tecavüzcü vatandaş “Takım elbiseyi de giydik ama yine ceza aldık” dedi ve ceketini çıkarıp yere fırlattı. 
Yeni rejimdir.
                                                                  ***

Yeni rejim kuruyorlar evet, mecburlar buna. Ama bu arada düzenlerine meşruiyet sağlayan ne varsa yerle bir ettiler. Meclis ölü bir kabuktan ibaret, “parlamenter demokrasi” sizlere ömür. Burjuva hukuku denilen şeyin halini görüyorsunuz, katiller dışarıda pankart taşıyanlar içeride. Basın, çoktan beri iktidar bülteni. Kapitalistler doğrudan iktidarda; hastane sahibi sağlık bakanı, özel okul sahibi milli eğitim bakanı, tur şirketi sahibi kültür ve turizm bakanı oldu, devleti bizzat yönetiyorlar. Başlarındaki tek adam OHAL’i işçiler grev yapmasın diye ilan ettiklerini açıkça söylüyor zaten. Yani? Yeni rejim dedikleri eski rejimin zıvanadan çıkmış hali. Eskisi neydi ki yenisi ne olsun? Bildiğiniz patron düzeni işte.

Ama eskisini deşifre etmek zordu, meclis gibi, demokrasi gibi, basın gibi, hukuk gibi bir sürü örtüsü vardı. Yenisi bütün bu örtüleri kaldırıp attı. İşte patronlar düzeni anadan üryan karşınızda. Dikkatlice bakın, iyi ve yüce hiçbir yanının olmadığını fark edeceksiniz.
Yıkıldı rejimin eskisi, devlet düzlendi. Elde var ağa ve adamları. The Guardian gazetesi önceki gün Türkiye’ye karşı kaçak Fethullahçı bir patron tarafından açılan birkaç milyar dolarlık “mülkiyeti ihlal davası” haberini verirken davalı için “Recep Tayyip Erdoğan’s regime” tabirini kullanıyordu. “Esat rejimi diye yola çıktılar, Erdoğan rejimine dönüşerek yolu tamamladılar. 
Yeni rejimdir.
                                                                 ***

Sadeleştirelim. Düzen, yasama ve yargı yükünü kaldırıp atarak yürütmesini sadeleştirdi. Bir tür saf yürütme düzenine dönüştü. Ama CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na inanılacak olursa yeni dönemde Meclis’i aktif şekilde çalıştıracaklar. CHP grubu “ciddi ve bilgiye dayalı bir muhalefet” gösterecek. Partinin Grup Başkanvekili Özgür Özel bunun bir örneğini hemen verdi zaten. Erdoğan'ın TBMM Genel Kurulunda yapacağı yemin törenine katılacaklar, ancak salonda ayağa kalkmayacaklardı. Kendi sözleri; "Yetkileri elinden alınıp saraya devredilen, OHAL ile yasama yetkisi Cumhurbaşkanlığı başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafından kullanılan, zor durumda bir Meclis” var artık. Baştan ayağa muhalefet olsan cürmün kadar yer yakabilirsin demek bu.
Partinin en pragmatik vekili, kıymeti kendinden menkul vekili İlhan Kesici, gerçekçi bir yaklaşımla durumu tatlıya bağladı. Şöyle dedi; “Cumhuriyetimizin 3. Dönemi 09.07.2018 tarihi itibariyle Sayın Devlet Başkanı-Cumhurbaşkanımızın TBMM’de yemin etmesiyle başlamış bulunmaktadır. Allah vatanımız, devletimiz, milletimiz ve halkımız için hayırlı uğurlu etsin. Devletimiz ve Cumhuriyetimiz ilelebet payidar olsun.”

Parlamenter demokrasi kalktıysa eğer, yeni rejimde parlamentere ihtiyaç kalmaz. Varsa eğer, o artık parlamenter değildir. Mesela bakanlar artık Meclisin değil ağanın adamlarıdır. Bu durumda Meclis dediğimiz şey, ihtiyaç duyulmayan bir örtüden ibarettir. Kaldırılıp atılmıştır veya düşmüştür. Örtü düşünce kel de meydana çıkmıştır. Mecliste olanların yapabilecekleri tek şey kalmıştır, otururlar ve kalkarlar. 
Yeni rejimdir.

                                                                ***

Seçim stratejisini “Her CHP’li aile bir oyu HDP’ye vermezse HDP Meclise giremez, bu durumda AKP mutlak çoğunluğu sağlar ve hepinizi ham yapar” hesabı üzerine kuran HDP seçilmiş bir vekilinin tutuklu bulunduğu davada tahliye edilmemesi üzerine açıklama yaptı. “Milletvekilimiz Leyla Güven’in bugünkü duruşmasında mahkeme adeta kendisini inkâr ederek hukuksuz bir şekilde tutukluluğun devamına karar verdi. Artık hukukun üstünlüğü değil, bağımlı yargının olduğu üstünlerin hukuku geçerlidir. Buna son vermek için mücadelemizi sürdüreceğiz” dedi.

Hâlbuki pek çok eski vekilleri, belediye başkanları içeride. Misal, Diyarbakır Belediye Başkanı Gültan Kışanak’ı götürüp bir hücreye tıktılar. Kayyım atadılar yerine. Düzenin kayyımı ile HDP’nin meclis üyeleri barış içinde bir arada yaşayıp gidiyor. Seçilen yeni vekiller ise geçen gün yeni Meclis Başkanı Binali Yıldırım ile gülücükler atarak poz verdi. Evet, üstünlerin hukuku geçerli ama bu Leyla Güven’in salıverilmemesi ile ortaya çıkmış bir şey değil. Böyle olmasının sebeplerinden biri 2010 12 Eylülünde yapılan referandumu Öcalan’ın emriyle boykot etmeleri. Bize inanmayan Selahattin Demirtaş’ın yargılandığı davanın son duruşmasında söylediklerine baksın.
HDP barajı aştı ama AKP buna rağmen ham yaptı hepimizi. 
Yeni rejimdir.

                                                                ***

Eski düzenin son icadı İYİ Parti ise bütün bunlar olurken şöyle bir açıklama yaptı sosyal medya hesabı üzerinden. “Hindistan Yüksek Mahkemesinin Tac Mahal'de Cuma Namazı kılmayı yasaklayan çağ dışı kararını kınıyoruz. Farklı inançlara sahip insanların bir arada huzurla yaşayabileceğini anlamaları için Türk tarihini incelemelerini öneriyoruz.” Hayır, bununla ilgili bir yorumum yok. Bu düzen, bu iktidar, bu muhalefet gerçeklikten bütünüyle kopmuştur. 

Yıktılar eskisine dair ne varsa. Saf bir yürütme düzeni kuruyorlar yerine. Elde kaldı ağa ve adamları. Öyle bir hal ki her şey gerçeküstüdür.

Bu gerçeküstü tabloda gerçek olan tek şey ise arsız bir sınıf diktatoryasıdır. 
Yeni rejimdir.

Orhan Gökdemir / SOL

Sona doğru yaklaşırken - ERHAN NALÇACI

Türkiye’yi sarmalayan ve birbiriyle ilişkili uluslararası iki süreç bir dönemin sonuna işaret ediyor. AKP’nin bir ülkede elde edilebilecek en büyük gücü elde ettiği kesit aynı zamanda karşıtını, mutlak bir güçsüzleşmenin dinamiklerini içeriyor.

Tanımlanan dönemi nereden başlatalım? 

İsterseniz 1980 24 Ocak kararlarından, ister 2001 Derviş yasalarından, ister 2002’de başlayan AKP iktidarından…

Dönemin tanımı; Ekim Devrimi sonrası sosyalizmli bir dünyanın dengeleri içinde gelişen bir Cumhuriyet’in özelliklerini tasfiye etmek ve emperyalist sistemle bütünleşmek olarak yapılabilir.

Bu dönem amaçlandığı gibi, tam boy bir piyasa egemenliği, emek güçlerinin çözülmesi ve dinci bir mutlakıyetle sonuçlandı.
Emperyalist sistemle bütünleşildi mi? Evet, bütünleşildi. Türkiye’ye yabancı sermaye aktı, Türkiye’den de yurtdışına.
Ancak başından beri devletin kontrol edemediği sürecin bir sorunu vardı: cari açık
Bir aile düşünün, gelirleriyle harcaması örtüşmesin, bunu borçla ve sürekli dolaşan bir parayla kapatsın. Aslında çoktan iflas ettiği halde, para ve borçlar döndüğü sürece bu aile sahte bir refah dönemi yaşayacaktır.

AKP döneminde toplumun en azından bir kesimi için tam da böyle oldu; bu sahte ve geçici refah belki dinin istismar edilmesinden daha etkili bir düzen tutkalı haline geldi.
Şimdi ise yolun sonuna gelinmiş gözüküyor, özellikle özel şirketlerin bir devletin bile boyunu aşan dış borcu ve dünyadaki iktisadi parametrelerin değişmesi, borcun döndürülemez bir noktaya taşınmasına neden oldu.

Hatta öyle ki Türkiye’de olası bir iktisadi çöküşün emperyalist sistemin tümünde mali sistemden başlayan bir çöküşü tetikleyebileceği söyleniyor. Türkiye’nin 450 milyar dolar civarındaki dış borcu sırasıyla en fazla İngiltere, ABD, Almanya ve Hollanda bankalarından alınmış.  Normal koşullarda bu ülkelerin mali sistemleri Türkiye borcunu ödeyemez hale gelirse çökmezler, aksine iktisadi ve siyasi olarak kazançlı çıkmak için büyük bir fatura çıkartırlar. Ancak faizlerin yükselmesi, sıcak paranın azalması, petrol fiyatlarında artma eğilimi ve ticaret savaşının olası kötü etkileri ile birleştirilirse Türkiye’nin iktisadi çöküşünün bir dünya krizini tetikleme olasılığı var.
Diğer uluslararası dinamik ise geçtiğimiz günlerde Brüksel’de yapılan NATO zirvesinde gözüktü.

Türkiye; Özal, Çiller, Derviş ve Erdoğan zincirinde emperyalist sistemle bütünleşmeye çalışırken işler yolundaydı, çünkü iç çelişkilerine rağmen hiyerarşi içinde tek bir emperyalist dünya vardı. Ancak emperyalist sistem 2000’li yıllarda ikiye yarıldı ve iki kamplı emperyalist rekabet son 10 yıl içinde her şeyi belirler hale geldi.

Türkiye’de sermaye sınıfı 2011’den sonra bu yarılmadan yararlanmaya çalıştı. Bir tarafta mali, iktisadi, askeri ilişkiler, ittifaklar, diğer yanda bağımlı olunan doğalgaz ve petrol, Türkiye’den yapılan sermaye ihracatında zengin olanaklar. Türkiye sonuçta bir Portekiz değil, her iki tarafla da fiziki olarak komşu.
Ve bu denge politikasında da sona gelindi.

NATO zirvesi, dışardan bakıldığında, liderlerin eşleriyle katılması, bütün liderlerin birbirine sarılması, birbirlerinin sırtlarını sıvazlamaları ile bir lise döneminin 40. yıl yemeğini andırabilir.


Ama öyle değil, dünyanın gördüğü belki en büyük halk düşmanı toplantı gerçekleştirildi. Resmen birkaç sene sonra düğmesine basılacak bir savaşın hazırlık toplantısını yaptılar.
Kararlara bir kez bakın:
Rusya sınırına son yıllarda yapılan büyük askeri yığınağa dört “30’lar”ı eklediler. Yani 2020’ye kadar, 30 gün içine savaşa hazır olacak, 30 savaş uçağı birliği, 30 zırhlı tugay ve 30 savaş gemisinden oluşan “Yüksek Teyakkuz Girişimi”.
ABD gücü azalmış ama böylece kullanılabilirliği yükseltilmiş taktik nükleer silahları Avrupa’ya yerleştirecek.

Her NATO üyesi devlet askeri harcamalarını GSYİH’sının %2’sine çekecek ki bu askeri harcamaların neredeyse %100 artması anlamına geliyor.

Şimdi Türkiye’ye S-400 gelse ne olacak!? Bu borç yüküyle ve burnu sürtüldüğünde emperyalist paylaşım savaşına NATO envanterinde katılmak zorunda. En ön cephede…
 Rusya ve Çin’in bu kadar büyük bir ekonomiyi krizden çekip çıkarması çok zor gözüküyor.

Zaten Türkiye NATO’nun “Mızrak başı” olarak tanımlanan “Çok Yüksek Hazırlık Seviyeli Müşterek Görev Gücü’nün (VJTF)” komutanlığını 2021 yılında üstleniyor. Tam kıyamete beş kala.

Aslında bakarsanız, çöken Türkiye değil, emperyalist sistemin kendisi.
Ve her şey kendi karşıtıyla birlikte hareket eder.

Süreci iyi kavrayıp yaşam tarzını ona göre değiştirmek bugün bütün yurtseverlerin, aydınların, emekçilerin, gençlerin görevi olarak yükseliyor.

Erhan Nalçacı / SOL

Perhizler ve turşular - ÇİĞDEM TOKER

Türk Lirası’ndaki değer kaybı durdurulabilir mi? Bizi yöneten kadrolara kulak verirseniz, çabaları bu yönde.
Mali disiplini sağlayacaklar, enflasyon tek haneye inecek, falan filan.
(Hafife aldığımız düşünülmesin. Düşük enflasyonun bizi yönetenlerin değil bizlerin bütçesini ilgilendireceğinin farkındayız.)
Hatta Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan NATO zirvesi dönüşünde şöyle bile dedi:
“Kur baskısı denen olayı frenleyebilecek olan en iyi araçlardan biri, uluslararasıplatformda milli paralarla ticaretyapmaktır. Bunu Rusya ile konuştuk, kısmen başladık. İran ile kısmen başladık. Çin ile de konuşuyoruz. Alışverişi milli paralarla yaptığımız oranda kur baskısı da azalacaktır.”
Burada duralım:
Madem kur baskısını azaltmak için milli parayla ticaret yapma gibi bir seçenek masada.
Daha zahmetsiz bir yöntem var: Kamu ihalelerini dolar üzerinden yapmamak.
Yine anımsatalım: Sağlık Bakanlığı’nın toplu alım nitelikli 5 kalem tıbbi görüntüleme cihaz ihalesinde tekliflerin dolar üzerinden verilme koşulu var. 

Bakanlık, yerli üreticilerin itiraz ve tepkilerine karşın pek de milli görünmeyen bu tercihinden vazgeçmedi.

İkinci kez ertelendi
Bu arada milyarlarca dolarlık bir alıma sonuçlanacak ihalenin tekrar ertelendiğini öğrendik.
İhalenin yapılacağı duyurulan ilk tarih 4 Temmuz 2018’di.
Sonra bu tarih 24 Temmuz’a ertelendi.
Öğrendik ki, Kamu Hastaneleri Genel Müdürlüğü, taraflara 10 Temmuz’da bir “zeyilname” (değişiklik yapma belgesi) bildirmiş.
Toplamda 54 bin 593 adet tıbbi görüntüleme cihaz alımının yapılacağı ihalenin, yeni tarihi 13 Ağustos 2018 olmuş. İhalede verilecek tekliflerin para birimiyle ilgili bir değişiklik yok. 
Yani TL’ye dönülmemiş. İçinde perhiz ve turşu sözcükleri geçen atasözü gayri ihtiyari beliriyor zihinde.

TL’nin dolar karşısındaki değer kaybını gerçekten önemseyen bir yönetim, 10 milyar dolarlardan bahsedilen bir kamu ihalesini dolar üzerinden yapmakta bu kadar ısrarcı olur muydu?

Bütçe disiplin notu sıfır! 
Bakanlar Kurulu giderayarak kallavi bir 703 sayılı KHK çıkardı.
Neredeyse tamamı kanun konusu düzenlemeleri, son kararnameyle yapıverdi. (Bu da Meclis’i Meclis eliyle tasfiye eden kanun teklifiyle mümkün oldu.)
600 milletvekili bu kararnameyi Resmi Gazete’den bizlerle birlikte öğrendi.
Kamu İhale Kanunu’nun varlığını gülünç hale getiren değişiklikler bu kararnamedeydi.
Cumhurbaşkanlığı Makamı ve İdari İşler Başkanlığı, harcırah, kamu ihale, kamu konut, devlet ihale ve kamu ihale sözleşmeleri kanunlarına tabi olmadan her türlü mal ve hizmet alabilecek.
(Okluk’taki Yazlık Saray inşaatı devam etmesine ve bu projenin REC Uluslararası AŞ tarafından başlandığını bilmemize karşın, bu konuda açılmışbir ihale duymamıştık...)
Aynı KHK ile Hazine ve Maliye Bakanlığı da benzer bir ayrıcalıktan yararlanacak.
Yani bazı mal ve hizmet alımın pazarlık usulü veya sözleşmeyle yaptırabilecek.
Hazine ve Maliye Bakanlığı diyoruz... Kamu parasına sahip çıkacak bakanlık, “Ben İhale Kanunu’na tabi olmayayım, istediğimden mal hizmet alayım” diyor.
Bir de “mali disiplin” demezler mi gözümüzün içine baka baka.

Ç. A. neden aramızda dolaşıyor?
Vahşice öldürüldüğü anlaşılan Şule Çet’e dair ilk haber bir plazanın 20. katından “düştüğü”ydü.
Şüpheli Çağatay A., iki kez gözaltına alınıp adli kontrol şartıyla bırakıldı.
Hürriyet muhabiri Fevzi Kızılkoyun’un haberine göre Çağatay A., “Kendisine engel olmaya çalıştım, atlarken tutmaya çalıştım ama başaramadım.Atlamasın diye tuttuğum sırada parmaklarımda sıyrıklar oluştu. Abi-kardeşilişkimiz vardı. ‘Yaşamak istemiyorum’ diyerek atladı” diye ifade verdi.
Kızılkoyun cuma günü de soruşturma dosyasına giren otopsi raporunu yazdı: “Çet’in 9 parmağının tırnak altında bir erkeğe ait dokular (deri kalıntısı) ve DNA bulguları tespit edildi. Çet’in kanında ‘Uyumayı tetikleyen uyarıcı madde’ ile vücudunda boğuşma izlerine de rastlandı. Erkeğe ait doku örnekleri ve DNA bulgularının ise Çağatay A’ya ait olduğu belirlendi.
Çet’in düştüğü ofisteki 25 ayrı noktada da parmak izi çalışması yapıldı. Yapılankriminal incelemenin ardından soruşturma dosyasına gönderilen Olay Yeri İnceleme Raporu’nda Çet’in 3 farklı yerde (bir gazoz kapağında, çalışma ofisi masasında ve sehpada) parmak izi belirlendi. Çet’in düştüğü 1.20 santimlik pencerenin camında, pervazında ve çerçevesinde ise genç kadına ait parmak izi tespit edilemedi.”
Ç. A. serbest. Sakin kalmanın güçlüğü içinden yükselen soru:
Ç. A. neden aramızda dolaşıyor?
NEDEN?
Bu yazı yazıldıktan sonra Çağatay A. tutuklandı.

Vurguna, vurguncuya serbesti
“İnsider trading”, içerden öğrenenlerin ticareti demek.
Borsada piyasa seyrini etkileyecek bir bilgiyi herkesten önce öğrenme konumunda olanların işlemi yani. Bu, sermaye piyasası olan dünyanın her ülkesinde yaptırıma bağlanmış bir suçtur.
Misal, büyük bir şirkette yöneticisiniz, patronsunuz. Bilançoda kâr açıklanacağını biliyorsunuz.
Kâr açıklayınca hisse prim yapacak. Siz bilanço açıklanmadan önce, bu bilginin sahibi olarak hisse alırsanız, eşitliği bozarsınız.
Suç olması bu yüzden.
Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) herkesin ağzını açık bırakan bir karar aldı.
31 Ağustos’a kadar bu tür işlemler artık “insider trading” sayılmayacak.
Yani koca düzenleyici, kural koyucu kurul düne kadar “vurgun” denilen işlemlere kapılarını açtı.
Bir de “yapısal reform” demezler mi gözümüzün içine baka baka?

Adnan Oktar’ın özgüven kaynağı 
Gazetecilikte kıdemliyseniz, Türkiye’de yaşıyorsanız, zaman zaman bıkkınlıkla karışık bir “deja vu” duygusu hissetmemeniz imkânsız.
6 Ocak 2000 tarihli Hürriyet gazetesi kupürü önümde.
Altında imzam olan haberin başlığı “Kara paraincelemesi”.
Haberin “kim” unsuru Adnan Oktar. O sıra tutuklu. Operasyon yapılmış.
Maliye müfettişleri Oktar ve grubunun ilişki içinde olduğu
10 şirket ile ilgili inceleme yapmış. Bu ilişkilerin bir de kara para mevzuatı açısından incelenmesi için dosyayı MASAK’a göndermiş. 10 şirket adıyla ortaklarıyla orada yazıyor.
Şimdi aradan geçmiş 18 yıl. Adnan Oktar’ın lüks evine baskın yapılmış. Gözaltına alınmış. El konulan şirket sayısı 86’ya yükselmiş.
Boğaz’ın göbeğinde, tarihi SİT alanı üzerinde bir villada yaşayacaksın. TV kanalın olacak. Tek tip estetik operasyona maruz bırakılmış kadınlarla gülünç/ acıklı şovlar yapacaksın.
Cümle âlem bunları bilecek. Hatta amiyane tabirle yıllarca “bu muhabbetleringoygoyunu” yapacak.
Bir sabah bütün bunlar, bu onlarca suç yeni fark edilmiş gibi operasyon yapılacak.
En hafif tabirle tuhaf değil mi?
Siz de sormadınız mı: Adnan Oktar İstanbul’un göbeğinde suçlama konusu edilen bunca fiili açık açık icra ederken kimden cesaret aldı? Bugüne kadar neden beklendi?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

‘Adsız Gemi’ - Mine G. Kırıkkanat

Doktor, hiç kimsenin konuşmadığı kısa bir süre boyunca duraladı. Sonra, biraz önceki alaycı tutumunu değiştirdi ve ağır ağır, gizemli bir şey anlattı:
“Bir zamanlar sıradan bir adam yaşamın, varlığın gerçek nedenlerini öğrenmek istemişti. Tanrı’ya yalvardı ve ondan kendisine yol göstermesini istedi. Tanrı, onu büyük bir mağaraya gönderdi. Adam, labirent ağı içindeki Mağara’da yolunu yitirdi. Uzun uzun yürüdü ve bir köşeyi dönünce, yerlere serilmiş, duvarlardaki oyuklara konulmuş küçüklü büyüklü testiler, küpler, kaplar gördü. Bir ses, ona bunların Gerçek Değerler olduğunu söyledi. Dürüstlük, Sadakat, Açık Ellilik, Sahtekârlık, Cimrilik, Sevgi, Kin… Bütün değerler… Ona Tanrı’nın verdiği görev, burada bu değerlerden birini ya da birkaçını seçmek ve onları, kendi yaşamının temel inancı yapmaktı. Mağara’dan ancak doğru seçimi yaparsa çıkabilecekti. 

Adam, ilk önce Doğruluk gerçeğini seçti. Doğruluk’la bütün sorunlarını çözebileceğine, yaşamında Doğruluk’un kendisine yol göstereceğineinanıyordu. Doğruluk testisini koluna taktı ve kendi dünyasına kavuşmak için geriye döndü. Ancak Mağara’nın labirentinde uzun uzun yürüdükten sonra, yolunu yitirdiğini düşündü. Kapıyı bulamamıştı. Korkulara kapıldı, ama bu yürüyüşün sonunda, kendiliğindenmiş gibi, yine Gerçek Değerler’in bulunduğu yere gelmiş oldu. Bu kez Doğruluk’un yanında Yüreklilik gerektiğine inandı ve Yüreklilik testisini de yanına aldı. İki testiyle birlikte tekrar Mağara’nın çıkışını bulmaya girişti. Ama Doğruluk ve Yüreklilik değerleri de yolunu bulmasına yeterli olmadı. O zaman öteki değerlere döndü ve bu kez, Bilim’i aldı.
Bilim, Doğruluk ve Yüreklilik’in bu kez ona yolu göstereceğine emindi. Ama yine yolunu bulamadı. Bilim onu belli bir noktaya kadar getiriyor, fakat daha öteye gidebilmesine yardımcı olamıyordu.

Adam yeniden Değerler’e dönerken, yolda uzun uzun düşündü. Hep olumlu Değerler’i seçiyordu. Bir yerde bir eksiklik, bir boşluk vardı. Değer kaplarına gelince, bu kez çirkin bir testi buldu. Üstündeki yazıyı okudu: İkiyüzlülük testisi… İlk önce bunu seçmek istemedi. Sonra zamanın geçtiğini düşündü ve daha fazla vakit yitirmemek için elindeki dürüstlük testisini bıraktı, İkiyüzlülük ve Sahtekârlık testilerini alıp, yola çıktı. Bu kez de çok büyük zorluklarla karşılaştı. Kucağında dört testi ile yürümek güç, hatta olanaksızdı. Yolda içlerinden biri, hatta birini korumak isterken hepsi kırılabilirdi. Bunlarıdüşüne düşüne geriye, testiler ve küpler alanına döndü. Bu kez büyük ve kullanışlı bir küp buldu. Yüreklilik, Bilim, İkiyüzlülük ve Sahtekârlık testilerininhepsini içine koydu. Küpü de başının üstüne kaldırdı ve yolunu rahatlıkla bularak Mağara’dan çıktı.”
Hoca, sakin ve kısık bir sesle:-Ne demek bu? Küfür mü? dedi.
Doktor gizemli bir gülücükle sustu. Bilge, onun söylemediklerini söyledi:
-Ve böylece Riya ile, İkiyüzlülük’le Mutlak, Kutsal ve Gerçek Değere kavuşmuş oldu…
İşadamı, anlatıyı kavrayamamıştı. Safça sordu:
-O büyük küp hangi değermiş ki?
Ressam, kahkahayla güldü:-İnanç küpü!…*
*CAHİT KAYRAAdsız Gemi / Tarihçi Kitabevi, 2017

***

Düşünce ve yazın tarihimizin yüzyıllık çınarı, artık 101 yaşındaki Cahit Kayra’nın yukarda küçük bir bölümünü alıntıladığım Adsız Gemi başlıklı romanı; bence yazarın hepsi birer zekâ başyapıtı olan kitapları arasında, “ustalık eseri”. Ufku olmayan bir denizde, adı olmayan bir gemiyle kaybolan insanlığın; yitirilmiş aşklar ve pişmanlıklar rotasındaki bitmeyen yolculuğu…

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

CHP önce "vefa" ayarı yapmalı...- Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Size basit gibi görünecek ama önemli;
Seçimlerle ilgili ilk röportajını gidip Ayşe Arman'a verdi...
Ayşe Arman'a...
Meslektaşımıza bir sözüm yok ancak Muharrem İnce büyük bir davanın önündeki isim olarak ilk röportajını, bu davaya destek veren medya grupları ya da gazetecilerle yapmalıydı...
Dava adamlığı bunu gerektirir...
Ayrıntılar önemlidir... zihniyeti gösterir...
Mesela, rakibi Recep Tayyip Erdoğan'a kimse bu hatayı yaptıramazdı...
Bu vefasızlığı, bu yok saymayı...
Erdoğan ile Muharrem İnce dahil CHP yönetimi arasındaki farkı özetleyeyim;
* Erdoğan kendi siyasi davasının bir önderi olarak hiçbir zaman dava arkadaşlarını ikinci plana itecek, yok sayacak bir girişimin içinde olmadı...
CHP'yi yönetenler ise, merkez medya biraz yüzlerine gülünce ilk önce kendi mahallelerindeki gazeteci ve medya gruplarına sırtını dönüyor...
* Erdoğan, akil adamlar toplantılarında ya da özel basın buluşmalarında ilk günden beri yanında olan gazetecileri en yakın çemberin içinde tutuyor...
CHP'yi yönetenler ise basına özel verdikleri davetlere, utanmasalar muhalif medya temsilcilerini çağırmayacaklar...
* Erdoğan kendisine destek verdikleri için, hiç kompleks yapmadan gazeteci diyemeyeceğimiz isimleri el üstünde tutuyor...
CHP yöneticileri gazeteciliğin yüz akı isimlere burun kıvırıyor...
* Erdoğan, davasına destek olan gazetecilerin ve medya gruplarının hep yanında oluyor, onları takip ediyor, gözetiyor...
CHP yönetimi "yoğun gündemi" nedeniyle ahde vefadan, centilmenlikten, duyarlılıktan uzak bir yaklaşım sergiliyor...
* Erdoğan, merkez medyadan ne kadar yalaka eklenirse eklensin, ilk günden beri kendisine ve davasına destek olanları, bu yalama gazetecilerden ayırıyor...
CHP yönetimi ise AKP'den CHP'ye savrulan liberal dönmelerde olduğu gibi, "bakın bunlar da bizi seviyor" kompleksinin içinde bu isimleri baş tacı ediveriyor...
Bakın, bu listeyi çok uzatmam mümkün...
Erdoğan'ın partisine sirayet eden "ahde vefası" ile CHP yönetiminin "vefasızlığı" çok temel bir ayrışmayı toplumda gözler önüne seriyor...
İdeolojik bir tabana yaslanmayan geniş seçmen kesimleri oy kullanırken duygusal bağlar kuruyor...
İki parti arasındaki "vefa" uçurumu seçmeni yapacağı tercihte etkiliyor;
Saray'ın ahde vefasına karşılık CHP yönetiminin derin vefasızlığı...
Örneğin İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi'nde yıllardır tek başına bir parti gibi mücadele eden meclis üyesi Hüseyin Sağ listelerde yer almadı...
Listelere girenlere bakıldığında makul bir açıklaması olmayan vefasızlık örneği...
Gazetecilerin ayağına taş düşse yanlarında olan Barış Yarkadaş yok...
2 yıllık milletvekilliğine rağmen CHP'nin en güven veren, en büyük yolsuzluk dosyalarını ortaya çıkaran, "mezarlara sandık", "sahte seçmen listeleri" gibi gündem yaratan skandalları ortaya çıkaran, ekranlarda en adamakıllı konuşan Haluk Pekşen de yok o listelerde...
Eren Erdem, tutuklanma olasılığına rağmen (tutuklandı) yine listede yer bulamayanlardan...
Zonguldak Milletvekili Şerafettin Turpçu... CHP'den vekilliği maddi olarak büyük kayıplarına neden oldu... O da listede yok...
Plan bütçe komisyonunun en çalışkan üyesi, üstelik genel merkez ile hiçbir çatışması olmayan Musa Çam da liste dışı...
Neden "CHP yönetimi" diyorum... Çünkü örgütü ve seçmeni bu zihniyetten ayırıyorum... Bağımsız gazetecilerin ve medya kuruluşlarının ayakta kalması, işlerine devam edebilmesi için kılını kıpırdatmayan bir yönetimi, örgütün de seçmenin de eleştirdiğini biliyorum...
Bağımsız, gerçek gazeteciler adına; birileri gelsin başımızı okşasın anlamında yazmıyorum...
Bir zihniyet sorununa dikkat çekiyorum...
Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da bizler; iktidarın baskısına muhalefetin vefasızlığına karşın kendini sürekli var eden gazeteciler olarak okurumuza ve izleyicimize ulaşmanın yollarını bulacağız...
Gücümüzü her zaman okurlarımızdan alarak...

                                                                         ***
Didem Aslan'a alkış ve Muharrem İnce...
Habertürk'ün başarılı ekran yüzü Didem Aslan çok eski dostum...
Aynı dönemde muhabirlik yaptık, haberciliği de ekran önünde olduğu gibi dikkat çekiciydi...
Didem, Muharrem İnce ile çok beklenen bir program gerçekleştirdi...
Her soruyu sordu... Muharrem İnce'ye kendini anlatabilmesi için geniş bir zaman ve imkan tanıdı...
Ancak İnce, benim açımdan bu "sınavdan" geçemedi...
Hem AKP'nin devlet gücü ve ekran yasakları ile seçimi aldığını söyledi hem de demokrasi var dedi!
Biri varsa diğeri yoktur... "Demokrasilerde yenilmek de vardır" diyerek AKP'yi aklayamazsınız...
Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da sabahın dördünde sandıklara doldurulan oylar ya da sosyal medyaya yansıyan Erdoğan ve MHP'ye aynı anda, aynı ellerin verdiği oyların görüntülerine ne diyeceksiniz?
Adana, Mersin ve Osmaniye MHP'nin kaleleriydi... Buralarda yüzde 20-30 oranında oy kaybeden MHP'ye, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da nereden geldiği belli olmayan yüzde 200'lük oy artışlarını nasıl izah edeceksiniz?
İnce'nin bir başka cümlesi de çok dikkatimi çekti;
Didem; "Seçimlerde sizinle Erdoğan arasında 10 milyon fark olduğunu söylediniz ancak seçimlerin ikinci tura kalmasını 1 milyon oy engelledi..." diye sorunca;
"Ne yani, yüzde 49.5 ile Erdoğan ikinci tura kalsaydı, seçimleri kazanacak mıydık?" dedi!
Peki ne oldu çivi ve nal hesabına?
                                                                         ***
CHP'nin sorunu bir lider gitsin diğeri gelsin sorunu değil... Kadro, tüzük ve 21. yüzyıla ilişkin kurumsallaşamama sorunu...
CHP ilkeler ve kitleler partisi olmayı terk etti. Bir dönem CHP, MHP'ye oy verin diyordu!
Şimdi o MHP, AKP'nin yanında... HDP'ye oy verin demenin sonunu da Oslo pazarlığı ve çözüm sürecinde gördük...
CHP kendi dışındaki siyasi aktörlerden medet ummaktan vazgeçmelidir.
CHP'nin kurucu değerlerine ve o değerleri ödünsüz savunan kadrolara ihtiyacı var....

Tuncay MOLLAVEİSOĞLU  / YENİÇAĞ

14 Temmuz 2018 Cumartesi

Rus-İsrail anlaşması Beşar Esad’ın zaferi - MUSTAFA K. ERDEMOL

Bunca yıldır onca emperyal çullanmaya rağmen bastırılamayan Suriye kurtuluş savaşında, Suriye’ye her fırsatta saldıran İsrail’in Rusya tarafından ‘durdurulması’dır olay.

İsrail’in merkez sol eğilimli gazetesi Haaretz’in önceki gün ortaya attığı, İsrail ile Rusya’nın Suriye konusunda anlaştıkları haberi aslında yeni ortaya çıkmış bir “sır” değil. Haziran ayında iki ülke arasında İran’ın Suriye’den çıkarılmasına yönelik bir anlaşma yapıldığı biliniyor. Haaretz’in iddiasında yeni olan, bu anlaşma çerçevesinde İsrail’in Esad’ı artık hedef almayacağını açıklamış oluşu.

Yandaş/İslamcı medyada “Esed’in İsrail dostu” olduğu propagandası yapılacak haliyle. İsrail, işgal altında tuttuğu Suriye’ye ait olan Golan Tepeleri’nde ve Şam’da Suriye mevzilerini sık sık vurduğunda sesini çıkarmayan söz konusu çevreler, şimdi sıkılmadan “Esed-İsrail dostluğu”ndan, “Esed’in İsrail tarafından korunduğu”ndan dem vuracaklar. İslamcı ikiyüzlülüğü bunu hep yapar.

Oysa İsrail’in Esad’ı korumaya aldığı falan yok. Bunca yıldır onca emperyal çullanmaya rağmen bastırılamayan Suriye kurtuluş savaşında, Suriye’ye her fırsatta saldıran İsrail’in Rusya tarafından “durdurulması”dır olay. İsrail, İran’ı, Hizbullah’ı bahane ederek Suriye’yi vuramayacak artık. Bu Moskova’nın da Şam’ın da İsrail’i diplomatik yollardan etkisizleştirmeleridir.

Anlaşmayı açıklamaya çalışayım; resmi olarak Moskova tarafından henüz doğrulanmayan anlaşma gereği Rusya, Suriye’nin güneyinde İran varlığının sınırlandırılmasını kabul etti. İran, güçlerini buradan uzak tutacak, İsrail ise “gerek duyduğunda” Suriye topraklarından kendisine yönelik tehditleri bertaraf edebilecek. İsrail Savunma Bakanı Avigdor Lieberman “İsrail, Rusya’yı kuzey sınırımızdaki güvenlik ihtiyacımıza ilişkin yaklaşımından ötürü takdir ediyor” diyerek anlaşmanın gerçekleştiğini de duyurmuştu.

İlginç olan bir bilgi de, haberlerine temkinli yaklaşılması gereken, Suriye yönetimine muhalif Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’nin, İranlı askerlerle Lübnan Hizbullahı’nın İsrail işgali altındaki Golan Tepeleri’nin yakınından (Güney Suriye) çekilmeye hazır olduğunu belirttikleri yönündeki iddiası. Doğru mu değil mi mutalaka anlayacağız. Bu tür gelişmeler uzun süre gizli kalmaz çünkü.

ABD de dahil olmak istiyor.
Rusya ile İsrail’in Suriye’nin güneyi konusunda anlaşmaları ABD’yi söz konusu bölgede harekete geçmeye zorlayacak, bu kesin. Söz konusu anlaşma, ABD Başkanı Donald Trump ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in geçen yıl G20 Zirvesi’nde Suriye’de ateşkes konusundaki anlaşmalarından esinlenilmiş bir anlaşma, belirtmiş olayım.

ABD için Suriye’nin güneyi önemli. Merkezi Ürdün’ün başkenti Amman’da bulunan ABD liderliğindeki Askeri Operasyon Komuta Karargâhı, 2014-2016 yılları arasında burada Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) askerlerine eğitim verip, silahlandırıyordu. Washington Moskova ile ateşkes konusunda anlaştıklarında ABD buradaki tedarik hatlarını kapattı. Bu zamandan sonradır ki, güney cephesi Trump yönetimi için kuzey cephesindeki yüksek düzey ABD diplomatik ve askeri varlığına kıyasla düşük öncelikli bir bölge durumuna geldi. Ama işte bu İsrail - Rusya anlaşması ABD’yi aynı bölgede “sahne almaya” sevk etti. ABD İran güçleri ile Suriye destekli milis güçlerini güneyden çıkarmak için el Tanf Üssü’nü kullanıyordu. Humus’un güneyine düşen el Tanf Üssü’nde ABD, Suriyeli cihatçı grupları eğitiyordu.

ABD’nin Rusya’ya sunduğu bir de teklif vardı. Ürdün sınırından tüm Suriyeli ve yabancı milisleri uzak tutmak, muhalif savaşçıları ve ailelerini Idlib’e transfer etmek, Nasib sınır kapısını (Dera şehri yakınlarında) Ürdün’le paylaşmak. Bu anlaşmayı denetlemek için de bir ABD-Rus ortaklığı öneriyordu elbette.
Bunun Putin’in elini güçlendiren tarafı şu; ABD’yi Suriye’nin güneyi için müzakere masasına gelmeye zorluyor. Trump, büyük olasılıkla güney Suriye’deki Rus-İsrail anlaşmasına dahil olmak isteyecektir.

Ürdün’ün bölgedeki konumu sürekli zayıflıyor. Bu nedenle İsrail’le çıkar ilişkilerini yeniden biçimlendirme derdinde. İsrail de Ürdün de İran ve desteklediği güçlerin İsrail işgali altındaki Golan Tepeleri’nden uzak durması konusunda hemfikir. Ürdün, yeni bir mülteci dalgasının kendisini vurmamaması için bir çatışmanın önüne geçmesini istiyor Rusya’dan ve ABD’den. Bu ABD ve Rusya’nın bu konuda baskısı altında kalan ÖSO’yu da sınır geçişini ya Suriye yönetimine teslim etmek ya da savaşı sürdürmek konusunda bir tercihe zorluyor.

İsrail, hem Ürdün’ün istemediği çatışmaların yaşanmaması için hem de asıl hedefinin İran olduğunu bir kez daha vurgulamak için “sorunum Esad’la değil” açıklamasını yaptı. Derdi İran’ın Suriye’den çıkması. Tabii ki İran’ın bu konuda ne düşündüğünü soran yok. Ama İran, Suriye’den çekilmeyeceğini açıkladı bile. İsrail-Rusya anlaşmasından memnun kalmadığını da söylemeye gerek yok.

Rusya-İsrail anlaşması Esad’ın dolaylı zaferidir. 

Kesin olan bu.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN