İnananlar tersinin olduğunu sansa da dinlerin önemli bir bölümü geleneklerden ibaret. Önemli bir bölümü ise alımlama, batılıların deyişiyle senkretizm üzerine kurulu. Dinler, yeni bir inanç olma iddiasıyla ortaya çıktıklarında ister istemez mevcut inançların bir bölümünü alımlamışlar, kabul etmişler, kendi dillerine çevirmişler. Mesela Hıristiyanlığın içinde bir dolu pagan kalıntı var. Bazı ibadethaneleri, Bakhos’a adanmış Küçük Ayasofya örnektir, doğrudan pagan tanrılarından esinlenmiş. Hatta İsa karakterinin bütünüyle Anadolu kökenli Balyanus’tan esinlenerek oluşturulduğu bile iddia ediliyor.
İslamiyet’te de öyle. Yahudi etkisi o kadar belirgin ki İsrailiyat diye bir inceleme alanı var mesela. Bir teze göre İslamiyet başlangıçta bir Yahudi tarikatı gibi görülüyordu. Oluşma aşamasında ise etrafta bolca Bizans uzantısı monofizit Hıristiyan vardı. Etkilenmediklerini düşünemeyiz. Türkçeye kazandırılmasında dahlim bulunan Hugh Goddard’ın “Hıristiyan Müslüman İlişkileri Tarihi” kitabı bu etkileşimler üzerinedir.
Bir başka açı; yeni inanç ile Sabiilik arasında güçlü bağlar vardır. Merak edene İlahiyatçı Şinasi Gündüz’ün bu konudaki araştırmalarını önerebilirim. “Şeytan Ayetleri” tartışmasının kökeninde de İslam öncesi pagan kültüründen yapılan bu tür bir alımlama yatıyor. Bizde de mükemmel örnekleri var. Urfa Balıklıgöl böyle bir senkretizmin ürünü. Urfa kökenli “Atargatis” inancı olduğu gibi İslam’a adapte edilmiş. Üzerine biraz İbrahim sosu dökülmüş. Sonra Roma sütunlarından İbrahim’i ateşe fırlatmışlar. Sütunların yapımı ile İbrahim’in yaşadığı söylenen çağ arasında 1500 yıllık küçük bir fark var ama ne gam! Atargatis’in balıklı gölü İslam’a sızmış çok eski bir gelenektir.
“Selâ” ve “kandil” de dini bir gereklilik olmaktan çok birer gelenektir. Kandil, III. Selim’in yol açtığı bir gelenek. Peygamberin hayatının önemli tarihlerinde minarelere kandil asılmasını emretmiş ve sonra kandil Osmanlıda gelenek olmuş. Yani hep birlikte idrak edilecek bir “İslam âlemi” ibadeti söz konusu değildir.
“Selâ”ya gelince, Mehmet Zeki Pakalın’ın “Osmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğü”ne göre bir Mevlevi deyişidir selâ. Arapça “bildirmek” demek olan bu deyim Mevlevilerde “davet” için kullanılırmış ve çağırana göre manası değişirmiş. Yerine göre “yemek hazır sofraya gelin” veya yerine göre “camiye namaza buyurun” olabilirmiş bu mana.
Sonra Mevlevihane’nin dışına taşmış. Bazı şehir ve kasabalarda namaz vaktinden az evvel “kayyumlardan biri” cami civarında “Vakt-i salaya mü’minin!” diye bağırırmış. Tek bir amacı var; abdest alın, hazırlanın demek bu. Ardından büyük camilerde (selatin) ezandan biraz önce bir müezzin tarafından okunur olmuş. Sonra unutulmuş. Malum 15 Temmuz’da darbeye direnişin simgesi haline dönüştürüldü. Zam yapıldı, Perşembe akşamları ve Cuma namazından önce bütün camilerden okunuyor artık. Gelenek olmaktan çıkıp bir dini kural olmaya doğru devlet zoruyla ilerliyor yani. Selâ okunmasına engel oldu diye yargılanıp ceza alanlar var ülkemizde. Ama işte tarihi yukarıda, ne dinin bir gereği, ne de inancın. İçeriden bir tabirle yeni nesil “bi’dat”lardan birinden söz ediyoruz.
***
Bi’dattır fakat yürürlüktedir. Pazar günü birkaç kez “selâ”ya maruz kaldık haliyle. İlki sabahın erken saatlerinde. Uzun zamandır hastalıkla boğuşan komşumuzun ölümünü “bildiriyordu” bu. Göçen komşumuzdan geriye biri beş ve diğeri 10 yaşında iki kız çocuğu kaldı. Baba, küçüğe annenin ölümünü anlatmaya çalışıyordu sokakta. Nasıl anlatılabilir ki? Tanrıdan ise böyle ölümler, isyan için makul ve yeter sebeptir. Nasıl bir tanrı ve ne sebeple bir çocuğu öksüz bırakabilir? Hadi bıraktı diyelim, nasıl hiçbir şey olmamış gibi tanrılık iddiasında bulunmayı sürdürebilir?
Tanrıdan değilse eğer, yaşamın doğasındandır. Yaşam varsa ölüm var, ölüm varsa, demek, yaşam sürüyor. Üstelik ne ölümün sırası var ne de yaşamın. Doğa aldırmaz böyle ayrıntılara. Dünyaya bir şekilde yolu düşmüş yıldız tozlarıyız hepimiz. Evrenin muazzam devinimi ile oradan oraya sürükleniyoruz. Doğuyoruz ve ölüyoruz. Sonsuz bir oluş ve yok oluşun sıradan tezahürleridir bunlar. Yaşam ne kadar muazzam bir ürünüyse doğanın, ölüm de öyledir. Yaşam ne kadar sıradan bir ürünüyse doğanın, ölüm de öyledir. Böyle anlatabiliriz çocuklara ancak, öfkesiz.
İkinci selâ gece yarısı okundu. Bu da iki yıl önce devlet içinde çeteleşmiş bir tarikatın hurucunun ikinci sene-i devriyesini bildiriyordu. Başarılı olamadı saldırı, püskürtüldüler. Bu arada iki yüzden fazla insan sokaklarda darbeciler tarafından yok yere öldürüldü. Bir kısım silahsız askerler de darbeye direnenlerce hunharca boğazlanarak can verdi. Gerçekten korkunç görüntüler bunlar. Sebebi ta 12 Eylül’den bu yana, özellikle devletin güvenlik aygıtları içinde bu tarikatın kadrolaşmasına izin verilmesi. Böylece sol sızmalara karşı tahkim edilmişti devlet. AKP gelince tarikatın etrafındaki sınır bütünüyle kaldırıldı. Haliyle bu çete-tarikat kendini devletin sahibi sanıyordu kovalanana kadar.
Peki, bir geleneğe dönüşeceği anlaşılan gece yarısı selâ’sının bize gerçekte bildirdiği ne? Laikliğin ölümü… 15 Temmuz laikliğin ölümü nedeniyle ortaya çıktı. Huruç başarısız oldu ama laikliğin cenazesi hala ortalıkta öyle duruyor. 15 Temmuz’da selâ ile laikliğin ölümünü bir kez teyit ediyoruz ki kalkıp doğrulmasın yattığı yerden. Büyük korkudur. Selâ ise, o korkuyu bastırsın diye karanlıkta çalınan ıslıktır.
***
Yeni rejimin selâ’ya yaptığı zam, dinin dozunu giderek arttırmak gereğinden doğuyor. Azı kriz demektir. Din adına geldiler, her yere inançlarını soktular. Ahlakla bağını tamamen kopardılar. Kirlenmiş, dünyevileşmiş bir inançla karşı karşıyayız artık. Haliyle selâ’nın da dini anlamı azaldı, bir siyasi çağrıya dönüştü. O kadar öyle ki selâ ile darbe arasında bağ kuruyor toplum artık. Camiler iktidar partisinin arka bahçesi, bütün siyasi cemlerini o çatı altında yapıyor. Din ile çalıyorlar, din ile yağmalıyorlar, din ile zulüm yapıyorlar, din ile insan boğazlıyorlar. Sonra bu ağır çürümenin kokusu selâ ile bastırılmaya çalışılıyor.
Haliyle “ne oluyor, nereden çıktı bu selâ” demek ağır suç. “Dine hakaret”, dediklerine göre. Hâlbuki işte tarihi, din ile ilgisi yok selâ’nın. Gelenektir ve hatta bi’dat olduğuna göre bir bakıma dine aykırıdır. Böylece gelenek dine sokulmuş, din değişikliğe uğratılmıştır.
***
Dinci dinciye, tarikat tarikata darbeye kalkıştı. Aktörleri tarikatlar ve dili dinî olmakla birlikte çatışmanın açık dünyevi sebepleri var. Arkasına baktığınızda göreceksiniz, bildiğiniz çıkar çatışmasıdır bu, iktidar mücadelesidir. Aynı mescitte yan yana ibadet edenlerin bir gece sonra birbirlerine tecavüze yeltenmesinin arkasındaki gerçek motivasyondur çıkar. Zaten muzafferlerin ilk işi mağlupların mallarına el koymak oldu. Tarikat savaşının içinden şirketler, holdingler, uçsuz bucaksız servetler, sayısız mülkler, saraylar, köşkler fışkırdı. Telaffuz edilen servetler dudak uçuklatıcı cinsten. Zaten aralarındaki kavga da para kasaları yüzünden patlak vermişti malumunuz.
Tonundan anlıyoruz, artık selâ’lar bildiriyor egemenler arasındaki kavgada kimin galebe çaldığını. Tuhaf bir kimlik değişimi bu; din var din değil, iman var iman değil, müezzin var müezzin değil. Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde Ortaçağ’ın bütün hayaletleri hortlayıp üzerimize çökmüş gibi adeta.
Ama demek ki yeni bir aydınlanmanın da eşiğindeyiz. Bu karanlığı dağıtacak tek şey aydınlık. Bilgiyle donanacağız ve akılla ilerleyeceğiz.
Öyleyse ışık şimdi, biraz daha ışık…
Orhan Gökdemir / SOL