17 Temmuz 2018 Salı

Selâ - ORHAN GÖKDEMİR

İnananlar tersinin olduğunu sansa da dinlerin önemli bir bölümü geleneklerden ibaret. Önemli bir bölümü ise alımlama, batılıların deyişiyle senkretizm üzerine kurulu. Dinler, yeni bir inanç olma iddiasıyla ortaya çıktıklarında ister istemez mevcut inançların bir bölümünü alımlamışlar, kabul etmişler, kendi dillerine çevirmişler. Mesela Hıristiyanlığın içinde bir dolu pagan kalıntı var. Bazı ibadethaneleri, Bakhos’a adanmış Küçük Ayasofya örnektir, doğrudan pagan tanrılarından esinlenmiş. Hatta İsa karakterinin bütünüyle Anadolu kökenli Balyanus’tan esinlenerek oluşturulduğu bile iddia ediliyor. 


İslamiyet’te de öyle. Yahudi etkisi o kadar belirgin ki İsrailiyat diye bir inceleme alanı var mesela. Bir teze göre İslamiyet başlangıçta bir Yahudi tarikatı gibi görülüyordu. Oluşma aşamasında ise etrafta bolca Bizans uzantısı monofizit Hıristiyan vardı. Etkilenmediklerini düşünemeyiz. Türkçeye kazandırılmasında dahlim bulunan Hugh Goddard’ın “Hıristiyan Müslüman İlişkileri Tarihi” kitabı bu etkileşimler üzerinedir. 

Bir başka açı; yeni inanç ile Sabiilik arasında güçlü bağlar vardır. Merak edene İlahiyatçı Şinasi Gündüz’ün bu konudaki araştırmalarını önerebilirim. “Şeytan Ayetleri” tartışmasının kökeninde de İslam öncesi pagan kültüründen yapılan bu tür bir alımlama yatıyor. Bizde de mükemmel örnekleri var. Urfa Balıklıgöl böyle bir senkretizmin ürünü. Urfa kökenli “Atargatis” inancı olduğu gibi İslam’a adapte edilmiş. Üzerine biraz İbrahim sosu dökülmüş. Sonra Roma sütunlarından İbrahim’i ateşe fırlatmışlar. Sütunların yapımı ile İbrahim’in yaşadığı söylenen çağ arasında 1500 yıllık küçük bir fark var ama ne gam! Atargatis’in balıklı gölü İslam’a sızmış çok eski bir gelenektir. 

“Selâ” ve “kandil” de dini bir gereklilik olmaktan çok birer gelenektir. Kandil, III. Selim’in yol açtığı bir gelenek. Peygamberin hayatının önemli tarihlerinde minarelere kandil asılmasını emretmiş ve sonra kandil Osmanlıda gelenek olmuş. Yani hep birlikte idrak edilecek bir “İslam âlemi” ibadeti söz konusu değildir. 

“Selâ”ya gelince, Mehmet Zeki Pakalın’ın “Osmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğü”ne göre bir Mevlevi deyişidir selâ. Arapça “bildirmek” demek olan bu deyim Mevlevilerde “davet” için kullanılırmış ve çağırana göre manası değişirmiş. Yerine göre “yemek hazır sofraya gelin” veya yerine göre “camiye namaza buyurun” olabilirmiş bu mana.

Sonra Mevlevihane’nin dışına taşmış. Bazı şehir ve kasabalarda namaz vaktinden az evvel “kayyumlardan biri” cami civarında “Vakt-i salaya mü’minin!” diye bağırırmış. Tek bir amacı var; abdest alın, hazırlanın demek bu. Ardından büyük camilerde (selatin) ezandan biraz önce bir müezzin tarafından okunur olmuş. Sonra unutulmuş. Malum 15 Temmuz’da darbeye direnişin simgesi haline dönüştürüldü. Zam yapıldı, Perşembe akşamları ve Cuma namazından önce bütün camilerden okunuyor artık. Gelenek olmaktan çıkıp bir dini kural olmaya doğru devlet zoruyla ilerliyor yani. Selâ okunmasına engel oldu diye yargılanıp ceza alanlar var ülkemizde. Ama işte tarihi yukarıda, ne dinin bir gereği, ne de inancın. İçeriden bir tabirle yeni nesil “bi’dat”lardan birinden söz ediyoruz.

                                                                ***

Bi’dattır fakat yürürlüktedir. Pazar günü birkaç kez “selâ”ya maruz kaldık haliyle. İlki sabahın erken saatlerinde. Uzun zamandır hastalıkla boğuşan komşumuzun ölümünü “bildiriyordu” bu. Göçen komşumuzdan geriye biri beş ve diğeri 10 yaşında iki kız çocuğu kaldı. Baba, küçüğe annenin ölümünü anlatmaya çalışıyordu sokakta. Nasıl anlatılabilir ki? Tanrıdan ise böyle ölümler, isyan için makul ve yeter sebeptir. Nasıl bir tanrı ve ne sebeple bir çocuğu öksüz bırakabilir? Hadi bıraktı diyelim, nasıl hiçbir şey olmamış gibi tanrılık iddiasında bulunmayı sürdürebilir?

Tanrıdan değilse eğer, yaşamın doğasındandır. Yaşam varsa ölüm var, ölüm varsa, demek, yaşam sürüyor. Üstelik ne ölümün sırası var ne de yaşamın. Doğa aldırmaz böyle ayrıntılara. Dünyaya bir şekilde yolu düşmüş yıldız tozlarıyız hepimiz. Evrenin muazzam devinimi ile oradan oraya sürükleniyoruz. Doğuyoruz ve ölüyoruz. Sonsuz bir oluş ve yok oluşun sıradan tezahürleridir bunlar. Yaşam ne kadar muazzam bir ürünüyse doğanın, ölüm de öyledir. Yaşam ne kadar sıradan bir ürünüyse doğanın, ölüm de öyledir. Böyle anlatabiliriz çocuklara ancak, öfkesiz.

İkinci selâ gece yarısı okundu. Bu da iki yıl önce devlet içinde çeteleşmiş bir tarikatın hurucunun ikinci sene-i devriyesini bildiriyordu. Başarılı olamadı saldırı, püskürtüldüler. Bu arada iki yüzden fazla insan sokaklarda darbeciler tarafından yok yere öldürüldü. Bir kısım silahsız askerler de darbeye direnenlerce hunharca boğazlanarak can verdi. Gerçekten korkunç görüntüler bunlar. Sebebi ta 12 Eylül’den bu yana, özellikle devletin güvenlik aygıtları içinde bu tarikatın kadrolaşmasına izin verilmesi. Böylece sol sızmalara karşı tahkim edilmişti devlet. AKP gelince tarikatın etrafındaki sınır bütünüyle kaldırıldı. Haliyle bu çete-tarikat kendini devletin sahibi sanıyordu kovalanana kadar.

Peki, bir geleneğe dönüşeceği anlaşılan gece yarısı selâ’sının bize gerçekte bildirdiği ne? Laikliğin ölümü… 15 Temmuz laikliğin ölümü nedeniyle ortaya çıktı. Huruç başarısız oldu ama laikliğin cenazesi hala ortalıkta öyle duruyor. 15 Temmuz’da selâ ile laikliğin ölümünü bir kez teyit ediyoruz ki kalkıp doğrulmasın yattığı yerden. Büyük korkudur. Selâ ise, o korkuyu bastırsın diye karanlıkta çalınan ıslıktır. 

                                                                 ***
Yeni rejimin selâ’ya yaptığı zam, dinin dozunu giderek arttırmak gereğinden doğuyor. Azı kriz demektir. Din adına geldiler, her yere inançlarını soktular. Ahlakla bağını tamamen kopardılar. Kirlenmiş, dünyevileşmiş bir inançla karşı karşıyayız artık. Haliyle selâ’nın da dini anlamı azaldı, bir siyasi çağrıya dönüştü. O kadar öyle ki selâ ile darbe arasında bağ kuruyor toplum artık. Camiler iktidar partisinin arka bahçesi, bütün siyasi cemlerini o çatı altında yapıyor. Din ile çalıyorlar, din ile yağmalıyorlar, din ile zulüm yapıyorlar, din ile insan boğazlıyorlar. Sonra bu ağır çürümenin kokusu selâ ile bastırılmaya çalışılıyor.
Haliyle “ne oluyor, nereden çıktı bu selâ” demek ağır suç. “Dine hakaret”, dediklerine göre. Hâlbuki işte tarihi, din ile ilgisi yok selâ’nın. Gelenektir ve hatta bi’dat olduğuna göre bir bakıma dine aykırıdır. Böylece gelenek dine sokulmuş, din değişikliğe uğratılmıştır.
                                                                 ***

Dinci dinciye, tarikat tarikata darbeye kalkıştı. Aktörleri tarikatlar ve dili dinî olmakla birlikte çatışmanın açık dünyevi sebepleri var. Arkasına baktığınızda göreceksiniz, bildiğiniz çıkar çatışmasıdır bu, iktidar mücadelesidir. Aynı mescitte yan yana ibadet edenlerin bir gece sonra birbirlerine tecavüze yeltenmesinin arkasındaki gerçek motivasyondur çıkar. Zaten muzafferlerin ilk işi mağlupların mallarına el koymak oldu. Tarikat savaşının içinden şirketler, holdingler, uçsuz bucaksız servetler, sayısız mülkler, saraylar, köşkler fışkırdı. Telaffuz edilen servetler dudak uçuklatıcı cinsten. Zaten aralarındaki kavga da para kasaları yüzünden patlak vermişti malumunuz. 

Tonundan anlıyoruz, artık selâ’lar bildiriyor egemenler arasındaki kavgada kimin galebe çaldığını. Tuhaf bir kimlik değişimi bu; din var din değil, iman var iman değil, müezzin var müezzin değil. Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde Ortaçağ’ın bütün hayaletleri hortlayıp üzerimize çökmüş gibi adeta. 

Ama demek ki yeni bir aydınlanmanın da eşiğindeyiz. Bu karanlığı dağıtacak tek şey aydınlık. Bilgiyle donanacağız ve akılla ilerleyeceğiz. 

Öyleyse ışık şimdi, biraz daha ışık…

Orhan Gökdemir / SOL

Flormar değil direniş güzelleştirir - SEMA KARADAL

“Hisselerinin yüzde 51’ini Fransız Yves Rocher’e devreden Flormar, beş yılda bin mağazaya ulaşacak” diye demeçler vermiş bir Flormar yöneticisi, 2012 yılında. Kozmetik sektörünün devi olacaklarını, krizlerden etkilenmeyeceklerini iddia etmiş ve her ülke için hedef büyüme oranlarını sıralamış. Hedeflerine ulaştılar mı bilmiyoruz, yıllardır epey yol aldıkları kesin, bol makyajlı mağazalarıyla göz boyadıkları da. Makyajın altında neler döndüğünü ise Flormar işçilerinden öğreniyoruz…


Yeni işe girenler de var aralarında, 15 yılını Flormar'a verenler de. Ama hepsi aynı şeyi anlatıyor; asgari ücretle, gece gündüz demeden, ek mesailerle geçen yıllar. Bayramsız, tatilsiz, zamsız... Ekmek derdine sineye çekilmiş aşağılanmalar cabası. Onlarca kilo ağırlıkları taşımaya zorlanan, pudra tozları içinde havalandırmasız bir ortamda çalıştırılan kadınlar. Hastalansalar raporları kabul edilmiyor, aynı koşullarda çalışmaya devam ediyorlar.“Nasıl dayandık şaşırıyoruz o şartlara” diyorlar bugün.

Uzun yıllardır devam eden bu sömürüye geçtiğimiz Ocak ayında dur demeye karar veriyorlar. Haklarına sahip çıkabilmek için adım atıyor ve Petrol-İş Sendika’sına üye olmaya başlıyorlar. Çok kısa süre içinde sendika, işyerinde gerekli örgütlülüğe ulaşıyor. O güne dek sessiz bir boyun eğişe alışmış olan Flormar ise tehlikeyi seziyor ve büyük bir temizliğe başlıyor. İlk iş, örgütlenmenin öncülüğünü yapan 10 işçiyi kapı önüne koyuyor. İşçiler fabrika önünde bir direniş başlatıyor. Arkadaşlarının uğradıkları haksızlık karşısında sessiz kalamıyor diğerleri, sabah işe giderken ya da çay molasında direnen arkadaşlarını alkışlıyorlar. Sırf bu nedenle onlar da atılıyorlar işten. 125 işçiyi ekmeğinden ediyor Flormar, hiç düşünmeden. Bu saldırganlığın en önemli sebebini biliyoruz. Korkuyorlar, itiraz eden sesini yükselten işçilerden, bu sayının giderek artıyor olmasından. Baştan ezecekler ki sivrilenleri, diğerleri de uyanmasın. Ama işte bazen evdeki hesap çarşıya uymuyor, sermayedarlar için bile.

“Sadece hakkımız olanı istedik” diyor bugün kapı önündeki işçiler. “Tek yaptığımız bir sendikaya üye olmak." Sendikaya üye olmak, çıkarlarını korumak, bunun için mücadele etmek her işçinin yasal hakkı. Bunun farkındalığına ulaşmış olan işçiler, geri adım atmıyorlar. İşyeri ise kendini haklı çıkarma yolunda süreci bulandırmaya devam ediyor.  Sendikanın yasal olmayan yollara başvurduğuna dair iddialar attılar ortaya. Sendika ise belgelerle açıklıyor işyerinde yasal bir mücadele yürüttüklerini.
Flormara, artık kolay kapatamayacağı bir leke bulaşmış durumda.  Yıllardır kölelik düzeninde çalıştırdıkları ve sayelerinde kâr üstüne kâr elde ettikleri işçilerin sesi her geçen gün daha çok çıkıyor.

Direnişteki işçilerin çoğunluğu daha önce böyle bir mücadelenin içinde yer almamışlar. Belki de pek çok kişinin direnirken görmeye alışkın olmadığı başörtülü kadınlar, “ben daha önce AKP’ye oy veriyordum” diyen işçiler. Bugün o kadar haklılar ki, yaptıkları şeyin doğruluğundan o kadar eminler ki kendiliğinden çiziliyor sınırlar. Ya emekten yanasındır ya sömürüden, ya işçiden yanasındır ya patrondan. Bu basitlikte saçılıveriyor gerçekler ortalığa.

Direnirken dönüşüyorlar. “Eskiden olsa böyle fabrika önünde bekleşen işçiler çok garibimize giderdi” diyorlar. “Bu işler böyle çözülmez, mahkemeye versin, dava açsın diye düşünürdük. Ama şimdi anlıyoruz. Bu direniş okul oldu bize.” Öyle görünüyor. Kendilerinden çalınanların hesabını sormayı öğreniyorlar, öğreniyoruz…
İşveren içerdeki işçileri, daha zor bir ünitede çalıştırmakla ya da işten çıkarmakla tehdit ederek bazen de rüşvet teklif ederek tutmaya çalışıyor.Tel örgüler örülmüş, dışarısını görünmez hale getirecek önlemler alınmış.  Yine de yetmiyor duvarlar, içeri ile dışarı arasındaki bağı koparmaya. İşten çıkarılmayı göze alarak alkışlıyorlar dışardakileri, içerdekiler.

Direniş iki aydır sürüyor. Daha ne kadar sürecek şimdilik bilemiyoruz. İşçiler haklarını almadan vazgeçmemekte kararlılar. Dalga dalga yayılan bir umudun simgesi oldular, en karanlık sayılan günlerde. Bu bile başlı başına değerli kılıyor mücadelelerini. Flormar’ın hiç bir ürünü ile ulaşamayacağı bir güzellik yansıyor yüzlerinden. Zincirlerinden kurtulmuş, örgütlü mücadelenin gücü ile direnen insanlığın güzelliği.

Eninde sonunda kaybedecek Flormar ve kazanacak insanlık!

Sema Karadal / SOL

‘Ses ve öfke’ - ÇİĞDEM TOKER

Son yayımlananın numarası, yazıyı yazarken 12. Siz bu satırları okurken devleti yeniden kurgulayan, kurgularken her unsuru Cumhurbaşkanı’na bağlayan kararname sayısının artmış olması muhtemeldir. 

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın yemin ettiği 9 Temmuz’dan bu yana arka arkaya yayımlanan kararnameler, devleti, yönetsel yapıyı radikal biçimde değiştirerek aklınıza gelen bütün kurumları ve kurumlara dair söz söyleme, tasarrufta bulunma hak ve yetkisini Cumhurbaşkanı’na bağlıyor. Sıradan bir insanın hissedeceği düzenli gelir kaygısı yaşamayan 600 milletvekili, bu kararnameleri Resmi Gazete’den bizlerle birlikte okuyor. 

Kararnamelerin hacim ve içeriğine bakılırsa, hazırlığın zamansal olarak eskiye dayandığı anlaşılıyor. Kararnamelerin yayımlanma hızı, uygulayıcı kurumlar ve vatandaş bakımından algılanma öğrenme ihtiyacının dikkate alınmadığını gösteriyor. Zaten kurulmak istenen düzenin karakterinden böylesi bir özeni beklemek de safdillilik olurdu.
***

Kurum ve kuralları hallaç pamuğu gibi atan, yönetsel yapının tarihsel çizgisinde değişmez kodları olduğu düşünülen bazı prensipleri ezip geçen bu kararnameler çıktıkça, dar bir kamuoyu kısa bir süreliğine dalgalanıyor. 
Tek tük tepkilerle anılıyor, yazılıyor. 

Sonrası? 

Sonrası sükût... 

Milli Kütüphane, opera, tiyatro, Atatürk Orman Çiftliği gibi temel kurumlara neler olduğuna, olacağına dair sorular, ya olağanüstü hızlanmış zamanın çarkları arasında buharlaşıyor. 
Ya da -benzerine az rastlanan- bir kayıtsızlık duvarına toslayıp düşüyor. 

Bu sarsıcı değişimleri acil gündemine alması gerektiğini düşündüğünüz kişi ve kurumlardan, beklenen ses, beklendiği yükseklikte çıkmıyor. Sözgelimi, Atatürk Orman Çiftliği’nin (AOÇ) sermaye artırımında bundan böyle Cumhurbaşkanı’nın söz sahibi olmasına dair düzenlemeyi tek dert edenin TMMOB Ankara Mimarlar Odası olduğunu görüyorsunuz. 

Diğer yandan bu temel kaygılar geniş hissedilse dahi susturulmuş medya karşısında, güçlü bir sese dönüşemiyor. Gerçeğin peşinde olmayı, halkın haber alma hakkını hâlâ önemseyen, giderek daralan bir gazetecilik alanı dışında karşılık da bulamıyor.

***
Bilinse iyi olur: 
Denge/denetim mekanizmasının taammüden sakatlandığı bir sistemde ve Cumhurbaşkanı’nın her konuda yetkili olduğu bir rejimde; “vekil” ve sorumlu konumdaki isimlerin, durum tespiti yapan cümleler kurmasının artık hiçbir karşılığı bulunmuyor. Bu basit gerçeğin farkına varmadan, sızlanma modunda sorular yöneltmenin, saptama yapmanın etkidoğuracağı sanılıyorsa, bunun büyük yanılgı olduğunu söylemek zorunlu. 
Henüz ıslak imzalı tutanaklardaki oy dağılımının hesabını verememiş, müşahitlerin tekme tokat dövüldüğü sandıkların takibini yapamamış, oyunu kullanmak uğruna bir şehirden diğerine saatlerce direksiyon sallayan yurtdışı seçmenin hissiyatını anlamaya kapalı bir ana muhalefetin, değişen rejimi inşa eden kararnameler karşısında her demokrat yurttaşın verebileceği tepkiyi vermesinin, dönüştürücü hiçbir hükmü yoktur. 

Böyle bir tepkinin etkisi olduğu düşünülüyorsa eğer, söylenecek söz, “Evet bir etki oluyor ama kızgınlık etkisi”dir. Dahası TBMM içinde medeni ilişkiler kontenjanından izah edilen, gülüşme ve yakınlaşmalar, bu süreçteki duyarlılığı artırıyor. 

Laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti tanımından, “de facto” denetimsiz ve nepotizme daha da açık bir sisteme evrilen sistem karşısında işlevsizleşmiş TBMM, o TBMM için oy kullanmış seyredene acı ile öfke arasında bir gelgit yaşatmaktadır. 

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin sona erişine tanık olmaktan derin bir keder duyan, canı yanan kitlelerin beklentisi, durum tespiti yapan, seçmen gibi sitemli sorular soran, iktidar temsilcileriyle “Sorun yok” izlenimi bırakan fotoğraflar olamaz. 

Şikâyet edilen ve giderek ağırlaşan bir siyasi iklimden çıkışın nasıl olacağı, gelir eşitsizliğinin çözüleceği, gerçek bir hukuk devletine nasıl varılacağı sorusunun cevabına duyulan ihtiyaç her saat artmakta.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Yabancılara Göre Damat! - ÖZGEN ACAR

Osmanlı imparatorları, ülkeyi “uyulması gerekli kuralları taşıyan buyruklar”  niteliğindeki “fermanlar” yayımlayarak yönetirlerdi. 

Günümüzde ise “yasaların” önüne geçen “Cumhurbaşkanlığı kararnameleri” ile devleti yönetme uygulamasına başlandı.
Türk Dil Kurumu’nun tanımlamasına göre “Osmanlı Devleti’nde bir göreve atanan, aylık bağlanan, şan, nişan ya da ayrıcalık verilen kişiler için çıkarılan buyruğa”   ise    “berat”  denilirdi. 

Bu tanımlama günümüzde “vezir-i azam” gibi görülen damat Berat Bey’e dört dörtlük uymadı mı? 

Hazine ve Maliye Bakanı yapılan damat Berat Albayrak, ne ilgisi varsa ayrıca Yüksek Askeri Şûra Üyesi de yapıldı! Herhalde Osmanlı’da, “devletten ödenek alan, sürekli görev yapan atlı ve yayalardan oluşan kapıkullarını” da yönetecek! 

Bu arada Reis’in “fermanı” ile Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB)  “bağımsızlığı” kaldırıldı, Ziraat Bankası, Halk Bankası, Vakıfbank ve Kalkınma Bankası, Merkezi Finans ve İhale Birimi ile birlikte şu kurumlar da Berat Albayrak’a bağlandı:
Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu, Sermaye Piyasa Kurulu, Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürlüğü, Gelir İdaresi Başkanlığı, Piyango İdaresi, Özelleştirme İdaresi, PTT, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)
***

İngiliz gazetesi Financial Times: Erdoğan Türkiye’de Maliye’nin başına damadını getirdi. Berat Albayrak’ın yeni rolü, yatırımcıları kaçırınca, TL eridi.” Gazete, “Erdoğan ekonomiyi aile sorunu yaptı” başlığı altında özetle şöyle yazdı:
“Albayrak’ın 3 yıl önce siyasete girdiği andan itibaren sadece enerjikonularında söz sahibi olmayacağı belliydi. Erdoğan ile birlikte askerioperasyonlarla ilgili toplantılara ve yurtdışı gezilerine katılıyordu.
Ancak buna rağmen kimse Erdoğan’ın, koruması altındaki Albayrak’ı, ekonomik gidişat hakkındaki endişelerin zirve yaptığı bir dönemde ekonomiden sorumlu tek kişi yapacak kadar cüretkâr olduğunudüşünmüyordu.
Yıllardır finansçı olan usta yetkililerin güvencesini alan yabancı yatırımcılar,Erdoğan ailesinden gelen ve büyük oranda bilinmezlik taşıyan bu ismin ellerinde ekonominin nereye gideceğine dair kaygı duyuyor!”
Makalede adı verilmeyen bazı iş insanlarının görüşlerine de yeri verildi.
“Bir işadamı ‘Onunla iş yapmak çok zor… Kendisini çok önemli görüyor. Kendisini tahtın varisi olan prens olarak sunuyor.’ diyor. Çoğu kişi 64 yaşındaki Erdoğan’ın, Albayrak’ı vârisi olarak yetiştirdiğini düşünüyor. Albayrak, hükümette bazı bakanlarla yaşadığı atışmalarla da biliniyor.”
Gazetenin başyazısı ise “Erdoğan’ın tek adam yönetimi projesi tamamlandı!” cümlesi ile başlıyor ve şöyle sürüyor:
“Erdoğan, ülkenin büyüyen ekonomik sorunlarını çözebilecek uzmanlarıgörevlendirerek, bu gücünü akıllıca kullanabilirdi. Ama bunun yerine ilkkararnameleriyle gösterdi ki gücünü kendisinin ve yakın arkadaşlarının yerinisağlamlaştırmak, kendine has ve çoğu zaman yanlış olan ekonomik yaklaşımını uygulamak için kullanacak!
Albayrak’ın Hazine ve Maliye Bakanı olarak atanması piyasaların tam dakorktuğu şey. Türk Lirası’ndaki dalgalanma ile hisse senetlerindeki düşüşErdoğan için bir uyarıdır!”İngiliz BBC ise şu değerlendirmeyi yaptı: “Erdoğan, hanedanlık endişeleriarasında damadını Maliye Bakanı yaptı. Albayrak’ın atanması, iktidarın üst kademelerindeki aileyi kayırmacılık kaygılarıyla beraber piyasaları çınlattı!”
Hollanda Rabobank’ın yorumu ise şöyle: “Türkiye’nin tam anlamıyla, birkaç ay önce kıl payı kurtulduğu bir döviz krizine girmesi riski, yeniden ortaya çıktı. Damadı Albayrak’a bu kadar hayati bir dönemde, bu kadar önemli bir görevi vermesiyle Erdoğan, yönetiminin alışılmadık siyasalar izleyebileceği mesajını vererek, piyasaların endişelerini yeniden alevlendirdi!”
Amerikan New York Times gazetesi de “Albayrak’ın Maliye Bakanı olarak atanması finans marketlerini tedirgin etti. Tek bir siyasinin elinde çok fazla güç toplanmasına yönelik endişeleri artırdı!” diye yazdı.
Kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s, “TCMB’nin bağımsızlığından kaygı duyduğunu” belirterek şu açıklamada bulundu:
“TCMB yönetiminde yapılan değişiklikler ekonomiyi güçlendirmek yerine zayıflatabilecek. Türk Lirası, bu yıl dolar karşısında yüzde 22 eridi. Uzmanlar bu durumdan Erdoğan’ın para siyasaları üzerindeki nüfuzunu ve ısrarla yaptığı faiz oranlarının düşürülmesi çağrılarını sorumlu tutuyor.
Ayrıca damadı Albayrak’ı Hazine ve Maliye Bakanı olarak atadı. Bu durum Erdoğan’ın para siyasaları üzerinde daha fazla nüfuz sahibi olacağı yönünde kaygıları artırdı!”
Bu hafta kendi görüşlerimizi değil de yabancı uzmanların değerlendirmelerini yansıttık.

Özgen Acar / CUMHURİYET

Rakamların dili… - HAYRİ KOZANOĞLU

Mevsim etkilerinden arındırılmış işgücü göstergelerine göre, işsizlik mart döneminde bir önceki ayki yüzde 9.9 seviyesinden yüzde 10.3’e sıçramış. 2017’nin ekim ayından bu yana en yüksek orana ulaşmış.


Sıcak yaz günlerinde uzun ekonomi yorumları daha da bunaltıcı olabilir. Bu nedenle dört temel gündem maddesini kısa kısa yorumlamayı deneyebiliriz.

İşsizlik istatistikleri dikkatli okunmalı
TUİK’e göre nisan ayı işsizlik oranı yüzde 9.6 düzeyinde gerçekleşti. Bu 2017’nin aynı dönemine göre yüzde 0.9 azalmaya işaret ediyor. Bu istatistiklerden hareketle yandaş basında “işsizliğin beli kırıldı!” benzeri yorumlara denk gelebilirsiniz.

Ne var ki, kazın ayağı öyle değil. Öncelikle sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için “manşet rakamlara değil de”, “mevsim etkilerinden arındırılmış” işgücü göstergelerine bakmak gerekir. Çünkü yüzde 9.6 oranının geçerli olduğu “Mart-Mayıs” aralığında mevsimsel olarak işgücü talebi artar. Bu kritere göre, işsizlik bir önceki ayki yüzde 9.9’dan yüzde 10.3’e sıçramış. 2017 Ekim’inden bu yana en yüksek orana ulaşmış.

Şimdiden, sonbaharla birlikte hem mevsim dönümü, hem de ekonomideki yavaşlama nedeniyle işsizliğin sıçrayacağını, çok geçmeden çift hanelere tırmanacağını öngörebiliriz.

Cülus bahşisi
Fitch derecelendirme şirketi, cuma günü Türkiye’nin kredi notunu “durağandan”, “negatif”e çekti. Pazartesi piyasalar açıldığında göreceli bir istikrar gözlendi. Hatırlanırsa geçtiğimiz yıl, 27 Ocak 2017’de de Fitch’in Türkiye’nin kredi notunu düşürmesinden sonra, 3.91 TL’ye kadar yükselen ABD dolarının artış trendi durmuş, bir süre döviz kuru istikrarlı seyretmişti. Bunun nedeni, “perşembenin gelişinin çarşambadan bellidir” atasözünün doğrulanması, piyasaların bu akibeti önceden fiyatlamasıydı.

24 Temmuz Merkez Bankası faiz kararı öncesi, bir hareketlenme gözlemleyebiliriz.“Kan kokusu” alan piyasalar, faiz artışı yoluyla RTE’den bir “cülus bahşisi”kopartmadan bu işin peşini bırakmazlar bizden söylemesi…

Döviz krizi zamana yayılıyor
Türkiye ekonomisinin en ciddi kırılganlık noktasının reel sektör şirketlerinin döviz borçları olduğu biliniyor. Döviz kurundaki ciddi sıçramalara karşın, henüz ciddi iflas haberleri gelmedi. Merkez Bankası’nın, Finansal İstikrar Raporu’na göre, bu şirketlerin döviz borçları 337 milyar dolara ulaşıyor. Döviz kuru yükselişe geçince borçlu şirketler ani döviz alımlarına geçip, ivmeyi daha da hızlandırabiliyorlar. Şu anda ellerinde 115 milyar dolar döviz tutuyorlar ve net açık pozisyonları 222 milyar dolar. Borçlarının ortalama vadesi 4.5 yıl olduğu ve kısa vadede döviz likiditeleri borç taksitlerini aştığı için krizi zamana yayabiliyorlar.

Bu veriler, dış talepte çok ciddi bir canlanma görülmediği ve/veya bir IMF anlaşması yoluyla kayda değer bir taze döviz girişi gerçekleşmediği takdirde geminin karaya oturması ihtimali çok yüksek olduğuna işaret ediyor.

SPK neden çark etti?
Geçtiğimiz haftanın en çok tartışılan konularından biri de, Sermaye Piyasası Kurulu’nun (SPK) borsada işlem gören şirketlerle ilgili içsel bilgiye sahip kişilerin alım yapmasını engelleyen düzenlemenin 31 Ağustos’a kadar askıya alınmasıydı.

Bu kişiler bilanço dönemleri dışında zaten şirket hisselerini alıp satabiliyorlar. Muhtemelen borsanın tam dibe vurduğu dönem ile kısıtlılık periyodu tam çakışınca, psikolojik ortamı düzeltmek için bir “can simidi” olarak düşünüldü bu hamle. Şirketin kendi hissesini alarak fiyatı yükseltmesine kökten eleştiriler de var. Çünkü “finansallaşma” kapsamında, özellikle de düşük faizle borçlanarak yapılan hisse alımları spekülasyona yol açıyor, üretim ve istihdamı artırmadan gerçekleşen bu tip manipülasyonlar özellikle yönetici ikramiyelerinin (bonus) tavan yapmasına yol açıyor.

Bana kalırsa, SPK’nın kararını 2 günde kaldırmasının gerekçesi tamamen farklıydı. A şirketinin mensupları kendi hisselerini alır da, B veya C şirketi yöneticileri aynı yola gitmezlerse işlerin göründüğünden de kötü olduğu, amiyane tabirle bu şirketlerin “sıfırı tükettikleri” sonucu çıkabilir, panik ortamı katmerlendirebilirdi…

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Trump-Putin zirvesi ve vekalet savaşı - İBRAHİM VARLI

Vekâlet savaşları doğaları gereği sahadaki gelişmelerden ziyade vekillerin kendi aralarındaki pazarlığın sonrasında neticelenir. Tüm tarihsel örnekler bunu göstermiştir. Bu vekâlet savaşlarının bizi de yakından ilgilendiren Suriye örneğinde de benzer bir durum söz konusu. Bir vekâlet savaşı olarak başlayan Suriye savaşının çözümü de haliyle içsel dinamiklerden ziyade, vekillerin kendi aralarındaki pazarlıklara bağlı.


Çoktandır bir vekâlet savaşı olmaktan çıkıp küresel ve bölgesel aktörlerin dâhil olduğu bir nüfuz savaşına dönüşen Suriye, Donald Trump ile Vladimir Putin’in tarihi Helsinki buluşmasının da ana gündemlerindendi. Suriye özelinde kıyasıya bir bilek güreşine tutuşan ABD ve Rusya, bir taraftan sahadaki konumlarını güçlendirirken, öte yandan da son Dera örneğinde olduğu üzere kısmi anlaşmalara imza atabiliyorlar. Bütün bu lokal anlaşmalar, küresel aktörlerin nihai bir uzlaşıya varamamasının neticesinde vuku buluyor.
Suriye’nin dizaynına dair belirsizlikler devam ediyor. ABD ve Rusya’nın bu konudaki anlaşmazlığı kendisini sahada da gösteriyor. Radikal İslamcı tehlikenin bertaraf edilmesi sonrasında siyasi dizaynın nasıl olacağına yönelik Amerika ve Rusya’nın yanı sıra İsrail’den İran ve Türkiye’ye kadar birçok bölgesel aktör de rol kapmak istiyor.

İsrail ile Rusya ve dolayısıyla ABD, haziran ayında İran’ın Suriye’nin güney sınırından uzaklaştırılması konusunda bir anlaşmaya varmışlardı. Dera’nın Suriye devletinin kontrolüne girmesi de bu anlaşma sonrasında gerçekleşti. Rusya, Dera’nın cihatçılardan temizlenerek Suriye Devletinin kontrolüne girmesi karşılığında Güney Suriye’de İran varlığının sınırlandırılmasını kabul etmiş, İran güçlerini buradan uzak tutma konusunda güvence vermişti. Birkaç gün sonrasında Moskova’ya giden İsrail lideri Netanyahu’nun, İsrail’in Esad’ı artık hedef almayacağına dair sözleri bu anlaşma çerçevesinde yapılan bir açıklamaydı.
                                                          • • •

Dera’daki anlaşma çerçevesinde İsrail ‘gerek duyduğunda’ Suriye topraklarından kendisine yönelik tehditleri bertaraf edebilme fırsatını da ele geçirmişti. Tam da bu imtiyaz nedeniyle İsrail savaş uçakları önceki akşam bu kez de ülkenin kuzeyindeki Halep’te Neyrab askeri hava üssünü vurdu. Neyrab hava üssünde İran güçlerinin konuşlu olduğu iddia ediliyor. Tabii iddia İsrail’in. Son üç ay içinde Humus, Kuneytra, Dera ve Şam dâhil birçok kentte saldırılar düzenleyen İsrail için İran, Suriye’yi vurmanın bahanesi.

İsrail’den kalkan jetlerin Halep’i bombaladığı saatlerde uluslararası ajanslar YPG’nin Menbiç’ten tamamen çekildiğini servis etmeye başladı. Dışişleri Bakanlığı anında haberleri yalanladı, sürecin halen devam ettiğini, sadece devriye güzergâhı üzerindeki kontrol noktalarından çekilmenin sürdüğünü açıkladı.

ABD ile Türkiye arasında varılan uzlaşı gereği, ABD TSK’nin Menbiç çeperinde ortak devriye yapmasına izin vermişti. Ortak devriye hazırlık çalışmaları hâlâ devam ediyor. Dolayısıyla bu aşamada YPG’nin Menbiç’ten tamamen çekildiğine dair haberler de gerçeği yansıtmıyor.

                                                          • • •

İsrail’e benzer şekilde Türkiye, ABD ve Rusya arasında da savaşın gidişatına bağlı olarak yapılan lokal anlaşmalar söz konusu. İsrail’in kırmızı çizgisi İran ise, Türkiye’nin kırmızı çizgisi ise Kürtler. Türkiye, Suriyeli Kürtlerin herhangi bir statüye kavuşmaması için ABD ve Rusya ile pazarlık içerisinde. ABD’nin uzun bir süredir Suriye’deki Kürtlerle hem askeri hem de siyasi ilişkileri herkesin malumu. Rusya da Kürtleri ABD’ye kaptırma niyetinde değil. Astana’daki partnerini kızdırma pahasına Moskova Kürtlerin siyasi bir statü kazanmasına sıcak yaklaşıyor. Kürtler ise Şam devleti ile müzakerelere başlamış durumda.

Kürtlerle Amerikalılar arasındaki müttefiklik ilişkisi hem Şam’ı hem Moskova’yı rahatsız ediyor. Her iki başkent de Kürtlerin Washington’un yörüngesinden çıkmasını istiyor. Rusya, Kürt sorununda Suriye’nin bütünlüğünü koruyacak bir perspektif ve çözüm önerisine sahip.

Savaş içinde savaşın yaşandığı Suriye’de savaş sanılanın aksine Dera’da başlamadı, haliyle Dera’da da bitmeyecek. Radikal İslamcı yapılar üzerinden gerçekleştirilmek istenen proje çöktü. Suriye devleti Rusya, İran ve Hizbullah gibi sadık müttefiklerinin desteğiyle radikal İslamcı tehlikeyi tamamen bertaraf etmek üzere.

Tüm bunlar olurken Suriyeli Kürtlerle Şam yönetimi arasında yapılan görüşmelerde önemli mesafeler kaydedildiği belirtiliyor. Suriye Demokratik Meclisi’nin (SDM) Kamışlı’daki üçüncü konferansına sunulan siyasi programda ‘federasyon’ talebinin bulunmadığı ve hazırlık belgelerinde sadece ‘yerinde yönetim’e atıfta bulunulduğu belirtildi. Bu talep Şam ile varılan bir uzlaşının yansıması gibi görünüyor.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Ah şu iktidarlar - TURAN ESER

Ben iktidarı ve iktidar yarışlarını hiç sevmedim. Nedendir bilmem ama gerçekten hiç bir türünü sevemedim. Isınamadım. Kavramın kendisi bile, insanları “alt ve üst”“yöneten ve yönetilenler” diye böldüğü için sevimli gelmiyor.

Dünyanın elitistleri iktidar avantajı ile mutlu, zengin, güvencede ve karnı tok yaşarken, dünyanın çoğunluk nüfusu, açlık, yoksulluk, mutsuzluk, endişe ve temel insan haklarından mahrum yaşadıkları içinde, iktidarları sevmem.
Aynı dava uğruna yola çıkanlar bile, toplumsal davalarını ve mağduriyet hikayelerini unutarak, kendi öz örgütlenmelerinde, iktidar hırsı ile nasıl bir kıyasına “kişi seçme”yarışına ve kongre siyasetlerine teslim olduklarını gördükçe, iktidarlardan nefret eder hale geldim.


İktidar, özlediğimiz adaleti, eşitliği, özgürlükleri, tok ve mutlu olma hakkımızı ve hayatımızdan çaldığı içinde karşıyım. İktidarlar daha çok tek adamların, din, para, yargı ve askeri gücü elinde toplamasıyla şekilleniyor. Davadaşlık ve fikirdaşlığın yerini yandaşlık ve menfaatçilik alıyor.

İktidar hastalığı, her alanda bulaşıcı bir hastalık halinde hayatımıza girmiş durumda. Evde, mahallede, siyasette, dinde, ekonomide, sanatta, edebiyatta, sendikada ve sivil toplum örgütlenmelerinde “tek adam” modelleri alınıyor.
Oysa kongreler, düşüncelerin tartışıldığı, söz, yetki ve karar alma süreçlerinde halkın aşağından yukarı doğrudan katılımı ilke edinmelidir. Demokrasiyi, siyaseti ve yönetmeyi toplumsallaştırarak, yerelleştirerek yaşama, hayata ve kurumlara yansıtmalıdır.

Maalesef bu olamıyor. Kişilere ve ekiplere dayalı iktidar yarışlar önemseniyor. Halkı ve hakları değil, iktidarın korunma hakkı önemseniyor.
Böyle olunca da, iktidar, güçlü olmak isteyenlerin, hükmetme yetkilerini elinde toplama hırsına dönüşüyor. İnsanı bozuyor. Dostlukları, yoldaşlıkları, arkadaşlıkları, aileyi ve aşkı bitiren hırsın ve zehirli ihtirasın adı oluyor.
Dava adına çıkılan toplumsal hikayede, tek adam üretiyor. İktidarı toplumlaştırmamak, söz, yetki ve kararı halka yaymamak ve paylaşmamak için, yoldaşına, davadaşına güvenemez hale geliyorlar.
Yol arkadaşları ona biat etmediği zaman “hain” ya da “ihanetçi” ilan eder. Biat eden gönüllü köleleri severler.

Yol arkadaşlarına karşı güvensizlik ve kıskançlık sonucu yalnızlaştıkça, bu kez “düşmanımın düşmanı dostumdur” diyerek, eski “rakiplerini” ile ittifak kurarlar.

İktidar egoisttir. Bencildir. Kendisi gibi düşünmeyenlere tahammülsüzlüktür. Kaybetmemek için korku içinde korunan ve korkutan yine iktidardır.
İktidara sahip olmak ya da iktidarını korumak için her şeyi “mübah” sayar. İktidarın aklı önce kendisinin devamı ve güvenliği üzerine çalışır. Halk arasındaki deyim ile “nabza göre şerbet veren” aldatma repertuvarına ve kataloğuna sahiptir. “Köprüyü geçene kadar” dost ve düşman her kesimle yürüme ve oynama yeteneğine sahiptir.

Bir süratın arkasına gizleyebildiği, binbir maske takabilme yüzsüzlüğüne sahiptir. “Milletimiz ve memleketimiz için” diyerek başladığı cümlelerinde samimiyetin zerresi bulunmaz. Dili ve davranışı sahtedir. Dili, sevgisi ve ağlamaları yalandır. Çünkü iktidarını korumak için din, zor, para ve yasak yetmiyor. İktidar müptelaları kendilerini rol yapmak zorunda hissediyorlar.
İktidar tedavisi zor bir hastalıktır. Egemenlik kurmak ister. İtaat ile kendine boyun eğilmesini arzular. Bir iktidarı başka bir iktidar gücü ile devirmek isteyenler de bu hastalığın pençesindedir.

Her iktidar kendisine uygun bir ideoloji, bir din ya da bir kutsal hikaye söylemi bulur. İçinde eşitliği yok eden “eşitlik” söylem taşısa da iktidar yalanı, hukuksuzluğu, aldatmayı, zoru kullanırlar.

Şimdi de CHP’de kurultay süreci için düğmeye basıldı. Ben bu sürecinde, CHP’de bir değişim ve demokratikleşme talebi içerdiğine inanmıyorum. Çünkü İnce ince bir parti içi iktidar hırsı devreye girmiştir.

Bu sürecin siyasal hikayesi, toplumsal bir davaya yönelme hedefi yok. Olsaydı okurduk ya da bilirdik. CHP’de girişilen kurultay sürecinin, laiklik, emek, barış ve özgürlükler mücadelesini önemseme, parti içinde demokratikleşme, tek adam rejimine karşı “söz, yetki ve karar hakkının halka” talebi yükseltecek bir hedefe sahip olduğunu gösteren bir veri de yok. CHP merkezindeki ekibin de kendi iktidarını korumaktan başka yaptığı bir şey yok.

İktidar hırsı uğrunan daha çok yalan, aldatma, iftira ve yandaşlık üzerine kurulu, kişiler arası (Kılıçdaroğlu-İnce) “yarışı” izleyeceğiz.

Hangi aday iktidar yarışını kazanırsa kazansın, CHP’de sadece koltuk değişimi olur. Manifestosuz, pragmatist, hikayesiz, davasız CHP kalmaya devam edecektir. Eğer CHP’de mevcut yönetim ve değişim isteyenler samimi ise, öncelikle partide demokratikleşme için Tüzük ve Türkiye’nin demokratikleşmesine, laikleşmesine, insan hakları hukuk ihtiyacına, toplumsal barışmasına ve ekonomik sorunlarına çare olacak program kurultaylarını yaparlar.

Aksi taktirde İnce “Gel önümüzden yürü, geç bu partinin başına derlerse buradayım”diyerek iktidarını “Allahın izniyle” kurar.

Sözün özü şudur; Halksız, haklarsız, hikayesiz, davasız ve demokrasisiz “iktidarlar” sevimsizdir.

Turan Eser / BİRGÜN

16 Temmuz 2018 Pazartesi

Ecevit’ten Erdoğan’a: Cehennemden iktidar çıkarmak - OSMAN ÇUTSAY

Hiçbiri tutmadı. Hiçbiri tutmayacak. Ama buna rağmen o hesaplar yapılıyor, anlaşılan daha da yapılacak.
 Ne mi?
Örnekleyelim ve hatta bunu Bülent Ecevit ile Recep Tayyip Erdoğan arasındaki benzerlikleri, birilerini fena üzse de, öne çıkararak yapalım. İki yanlış hesabı... İki antikomünist savaşçıyı... Biz aydınlanmacılar, elbette “Taka” ve “Pülümür’ün Yaşsız Kadını” şiirlerini yazabilmiş, ömrünün kısa bir döneminde solun rüzgârını yüzünde hissedebilmiş Ecevit’i biraz ayrı tutarız -böyle zaaflarımız var işte-, ama bu iki iktidar delisinin, sermayenin egoları tavan yapmış iki hırs küpü iktidar militanı olduğunu da bir kenara yazarız.

Bülent Ecevit, 1977 seçimlerinden sonra ve 1978-79’daki hükümet deneyimine rağmen bir türlü iktidar olmayı başaramayınca, daha doğrusu bunu istemeyince, çünkü devrimcileşmeye başlayan kitlelerden ödü kopuyordu ve antikomünist histerinin tekrar tam boy pençesine düşmüştü, başka hesaplar içine girdi. Dünyayı, en az o dönemin Dev-Yol, TİP-TSİP-TKP, DİSK,  TÖB-DER ve benzerlerinden oluşan sosyalist iktidar kaçkını egemen solu kadar seviyesizce, algılamakta güçlük çekiyordu. Hesabı, galiba şuydu: “Asker gelir, 12 Mart gibi bir faşist iktidar dönemi yaşarız ve ben, üç-beş ay hapis de yatsam, birkaç yıl içinde bir demokrasi kahramanı olarak Türkiye’nin başına geçerim.” 
Oysa, Aydemir Güler’in kısa bir süre önce bir televizyon programında yine hatırlattığı gibi, 24 Ocak Kararları ile Türkiye artık bambaşka bir yola girmişti. Bunu Ecevit de, sol da görememişti.

Bu tür hesapları artık kimseye doğrulatamayız. Ama tarihe bazı sorular ve biriktirilmiş deneyim eşliğinde baktığımızda, böyle saptamalarda bulunma hakkımız var. “Faşizm gelir, ben de faşizmi kitle desteğiyle yıkarak bir demokrasi kahramanı kimliğiyle iktidara on yıllarca otururum” hesabı, tüm gölgeleriyle ortadan kalkmış değildir.  

Tamam, olmadı.  Hiç böyle olmadı, ama İlhami Soysal’ın Ankara’da Genel-İş’e ait ünlü EMAŞ matbaasındaki odasında, yazı yolunun başında bulunan bir SBF öğrencisine 1980 yılı baharında söylediği de tarihe kalsın: “Ecevit’teki iktidar hırsı kimsede yoktur” diyordu bu usta. 
Neyse... 
Ecevit, Soysal’ın çok doğru saptadığı o hırsla yeniden başbakanlık yapmayı başardı. İlhami Ağabey 1992’de bir kazada öldü ve Ecevit iyice gericileşen bir ceset halinde Türkiye’nin felaketini hazırlayan, hatta mezarını açanlar arasına ismini 20’nci yüzyıldan 21’inci yüzyıla geçerken yazdırmayı becerdi. Aferin. Giderken de en büyük başarısının bu ülkeye komünizmin gelmesini önlemek olduğu aforizmasını yumurtlayarak... İyi. 
Bir miras, bu. 

Erdoğan’daki iktidar hırsının, artık bir “delirium” formatı kazandığını görüyoruz. Bu da normal: Ülkeyi öyle bir hale getirdi ki, buradan geriye atılacak tek bir geri adım bile bu politikacıyı ve yakın kadrolarını en hafifinden ağır ceza mahkemelerinin önüne taşıyacaktır. Hem sadece içeride değil, dışarıda da. Öyle düşünüyorlar.

Ancak artık dönüş yok. 

Bizim gibilere hayat hakkı tanımayacak ve iktidarını sürdürecek. Bir tür yumuşatılmış Hitler-Mussolini-Franco-Pinochet rejimi olarak.

Ağır bir saptama değil, gerçekten öyle: Elbette henüz toplama kampları kurulmuş değil, sokaklarda belli insan grupları linç edilmiyor, ama oraya doğru gidiyoruz. Şu 80 bin cami ve yüz binlerce muhtarlık çevresinde silahlandırılan kitleler, bir iç savaş tarafı değilse, başka hiçbir şey de değil. İslamcı faşizmdeyiz. 

Ecevit’in iktidar hırsı, yıllardır gazetesine “yetmez ama evetçi” gericilerce el konulmuş İlhan Selçuk’a giderayak “Tehlikenin farkında mısınız?” diye sordurmuştu. Erdoğan, Ecevit’in bir sonucuydu.

12 Eylül, Ecevit’in hesaplarını tutturmadı. Faşizm geldi ve Ecevit’in birkaç yıl içinde demokrasi kahramanı olarak tekrar iktidara gelmesini engelledi. Sonra artık bir cesede dönüşmüş Ecevit’e de birkaç yıl başbakancılık oynattı ve ülke bitti. 16 yıldır aralıksız tecavüz edilen ve tüm cumhuriyet değerleri kazınan bir eski coğrafya kaldı geriye. Orhan Gökdemir ve çeşitli çevrelerden aydınların vurgusuyla, 1876’nın da gerisindeyiz artık...

Gelmek istediğimiz yer şu: Erdoğan ve artık bırakamadığı/bırakamayacağı bu iktidar, bu ülkenin, bir enkaza dönüşmesini engelleyebilir mi?

“Rüzgâr eken fırtına biçer” der Batılılar. Bizde durum daha da vahim, sık sık yineliyoruz: Türkiye’de sadece fırtına ekiliyor. Hep birlikte, kendisine solcu diyen geniş bir çevre dahil, fırtına ektiler. Buradan ne biçileceğini bilemiyoruz. Ama ortada iktidar için bir parti kalmadığından eminiz; bir jakoben istisna hariç: Genç TKP. 

Erdoğan ve yol arkadaşları korkunç bir bataklık oluşturdular, bu bataklığı kurutmak bu düzen içinde mümkün değil. Bataklık insanı ve bataklık solcusu olarak yaşamayı seçenler olabilir, onları da zaten düzen militanları olarak milletvekili veya destekçisi yapıp parlamento içine/çevresine serpiştirdiler; sermaye sol cemaatlerin önüne bir kemik atarak birbirlerine girmesini sağlıyor hâlâ. CHP ve HDP’nin birer cemaatler koalisyonu olduğunu, bin parçalı bir koalisyon olan AKP’den daha iyi kim bilebilir? 

Bir tek parti var, cemaat değil, tek bir parti, jakoben bir duyarlılıkla, bu felaketi kabullenmediğini haykırıyor. 

Erdoğan’ın bilincine varamadığı ama kokusunu aldığı tehdit de burada: Parlamentoya doluşmuş o zavallı sadaka mahkûmları değil, bu rezaletin dışında ve denetlenemez bir örgütlenme bilinci, hepsinin sonunu hazırlayabilir. Tüccar imamların bunun bilincinde olduğunu söyleyemeyiz. Sadakalarla, önlerine atılan kemiklerle vakit geçiren “bazı muhaliflerin” de... 

Ama bir şey kesin: Yine bir Ecevit hesabı içinde debeleniyor kendisine sol diyen, kendisini solcu sanan kesimler. “Parlamenter demokrasi ortadan kaldırılmıştır madem, biz de parlamenter demokrasiye dönüş propagandasını program yaparız ve kendimizce bir restorasyon gerçekleştiririz. Erdoğan’dan da iktidarı alırız.” Bu hesaplarla ömür defterlerini kapatır giderler...
  
Restorasyon olmazmış falan filan. Şu tüccar imamlar, bazen kendisini solcu sanan kesimlerden daha akıllı çıkıyor; bu, kesin. Ama hepsinin aklı bu ülkeye tek milimlik bir iyileşme getirmez. Parlamenter demokrasi propagandası bizim işimiz olamaz. Fakat artık solculuk adına topluma bunun şırınga edileceği ortada. Büyük sermaye bu programa neden sırt çevirsin?  
Onlar geçen hafta boyunca Avrupa siyasal mahfellerindeki suskunluğu ve mali piyasalardaki çığlıkları kayda geçirdiler...
Çok alametler belirdi gerçekten. Geçen haftaki o Türkiye’yi kusan yemin töreninden sonra Avrupa siyaset sahnesi ve medyası ilginç bir işbölümü yaşadı. Uluslararası piyasalar ve mali uzmanlar, “Türkiye iflasın eşiğinde” diye bağırdılar, siyaset sınıflarından ise çıt çıkmadı. Gerhard Schröder’in Almanya’yı temsil ettiği yemin töreninden, hazretin bir fotoğrafına bile rastlayamadık. Mesut Özil ile İlkay Gündoğan’ın silinmesinden bir ders çıkarılabilir: Almanya ve Avrupa halkları Erdoğan’dan nefret ediyor. Tıpkı Suudilerden ve İran’dan nefret ettikleri gibi. Fakat siyasi bağlantıları ve ekonomik sömürü ilişkileri sürüyor.

İşbölümü bunun için var. 

Demek ki, bu felaketin içinden, bu bataklıktan Türkiye halkını ışığa çıkaracak tek şey, derli toplu ve halkın her değerine dokunabilen, sade bir dille derinleştirilecek sosyalizm programıdır. Biz bunu yapmaya çalıştık, daha da yaparız. 

Parlamenter demokrasi hayranlarına önceden haber verelim: Deneyeceksiniz, ama pek şansınız yok, çünkü sistem öyle bir çöktü ki, böyle ham hayalleri de taşıyamaz durumda. İyi de, siz böyle demokrasi hayalleri satmak ve sosyalist örgütleri kırıp dökerek sağa sola yardakçı kadrosundan yazılmak dışında ne işe yararsınız ki? 

Solcularının “Büyük mülkleri, tekelleri, bankaları, fabrikaları ve toprakları kamulaştıracağız, halk adına el koyacağız, işsiz kimse kalmayacak ve halk için şu, şu, şu ürünleri, hizmetleri parasız yapacağız, laiklikle de dini siyasetten ve kamu yönetiminden süreceğiz” diyebildiniz mi?  
Kaynakları açıkladınız mı? 
Nasıl bir planlama örgütü kuracağınızı? 
Topluma nasıl bir örgütlenme önerdiğinizi?

Sistem çöktü, enkazda ağlamak “garibanların, mağdurların” işidir, biz kurtarabildiklerimizle kendi “sopalarımızı” hazırlayalım. Bu adamlar, camileri, muhtarlıkları ve denetimsiz silahlarıyla çoktan iç savaşı sahnelemeye başladılar bile. 

Ağlamaya vakit mi kaldı? 

Solun önüne atılmaya çalışılan parlamenter demokrasi havucunun Ecevitler, Demireller, Özal ve Erdoğanlarla bu coğrafyayı düzlediğini, cumhuriyeti bitirdiğini anlatmaya devam edeceğiz. Sosyalizm dışında bu topraklarda bir ot bile bitmeyeceğini ekleyerek... 

Siz önünüze atılmış muhalefet kemikleriyle ömrünüzü tamamlayın. Genç devrimci kuşakların bu bataklığa bir göz atacak zamanı bile olmayacak... 


Boşuna söylemedik bazıları gibi ve hiç unutmadık: Sosyalizmden aşağısı kurtarmaz!

Osman Çutsay / SOL

Alternatifsizlik ve muhalefetin yanlışları* - TANER TİMUR

Tablo bize demokrat ve devrimci sola düşen iki boyutlu görevi de gösteriyor. Bunlardan birincisi, bu özgül “tek adam” sistemini çağa meydan okuyan bir inatla tam bir diktaya çevirmeye çalışan  Erdoğancı güçlere direnen cepheyi genişletmeye çalışmak; ikincisi de, daha uzun vadeli bir vizyonla, ülkede, demagojik bir popülizmle değil de bilimsel analizlerle bu ülkede tüm yoksul ve mağdurların temsilcisi haline gelmeye çalışmak.


“Alternatifsizlik”in temellerini galiba küresel düzende aramalıyız. 2008’de kapitalizm genel bir krizle karşılaşınca iktisatçılar 1929 krizini anımsamış ve ondan söz etmeye başlamıştı. Oysa 2008’de kapitalizm çok daha “küreselleşmiş” olduğu için tehlike de daha büyüktü. Aslında emperyalizmin son aşamasını temsil eden bu süreci, yeni düzenin mimarlarından Margaret Thatcher “artık alternatif yok” diye özetlemişti. Artık “sağ” ve “sol” yok, tek bir politika var diyordu. Böylece bir zamanlar alay konusu olan “ne sağcıyım ne solcu!” formülü de egemenlerin sloganı haline geldi.

Oysa bu “alternatifsiz” düzen kısa sürede açgözlü finansçıların hegemonya kurduğu bir “kumarhane ekonomisi”ne dönüştü. 2008 krizi ABD’den kaynaklanan bu yağma sistemini tüm boyutlarıyla sergiledi. Kuralsızlaşmış bir piyasada Madoff, Enron, Worldcom, Parmalat gibi şirketler legal sınırları da zorlayarak düpedüz hırsızlık yapmışlardı.

İmdada merkez bankaları yetişti ve fırtına birkaç kurbanla yatıştırıldı. Emperyal merkezlerde “parasal gevşeme” adı altında piyasalar paraya boğuluyor, faizler sıfıra yaklaşıyordu. Finansın egemen olduğu bir dünyada, her zaman yüksek faizlerle çalışan ülkeler de bundan büyük bir pay aldılar. İşte Türkiye’nin krizi, teğet geçmese de, çok hafif atlatmasının nedeni de bu oldu. 2010 ile 2017 arasında Türkiye’ye 110 milyar dolar civarında doğrudan yabancı yatırımı yapıldı. Özelleştirmeler, sıcak para, turizm gelirleri ile miktar çok daha büyüdü. Erdoğan’ın her meydan mitinginde bıkıp usanmadan tekrarladığı “büyük kalkınma”nın temelinde bu gerçek yatıyordu.

Gerçekten de Türkiye’de son dönemde kapitalizm önemli bir büyüme sergiledi. Ne var ki bu büyüme dar sınıf çıkarlarıyla beslendi. Bu sınıfsal politikanın sosyal dayanağını MÜSİAD, TOBB, esnaf dernekleri gibi kuruluşlar; hukuki dayanağını İhale Kanunu, Yap İşlet Devret Kanunu ve Özelleştirme Kanunu gibi yasalar; kültürel kodlarını da İmam Hatip okulları, Vakıflar ve tarikatlar oluşturdu. Ne var ki bu politika sonunda Türkiye’yi 450 milyar doları aşan dış borcuyla krizin eşiğine getirdi. Uluslararası Finans Enstitüsü’nün son rakamlarına göre Türkiye, GSMH’nın % 47’sine varan (özel-kamusal) dış borcuyla Arjantin’den (% 50 üstü) hemen sonra geliyor. IMF verilerine göre bu oran çok daha yüksek: % 53,4. Oysa Arjantin IMF’nin önünde şimdiden diz çöktü. Borç oranı ile “kırılganlar” arasında yer alan- Meksika ve Güney Afrika’da oran % 25’in; Brezilya ve Malezya’da da % 20’nin altında.

Erdoğan’ı taklit ederek muhalefet yürütülmez
Bu sınıf politikası Türkiye’de inşaat ve enerji sektörünün başı çektiği rantçı ve gözü kara bir burjuvazi yarattı. İktidar, baskı ve cezalandırma yöntemleri ile laik burjuvaziyi de sindirmiş ve bir “havuz medya” yaratarak medyada da hegemonya kurmuştu. Böylece, bu çılgın projeler çağında bütün oklar da laik muhalefete çevrildi. Anayasa’sında laiklik temel ilke olan bir ülkede “laiklik” adeta aşağılayıcı bir sıfat haline gelmişti. Kendini Müslüman değil de Deist (Allah’a inanan) ilan edenler bile hakarete uğruyorlardı. Muhalefet de çoktandır sadece İslamcıların değil, liberallerin de hedefi haline gelmişti. İddiaya göre bu ülkede doğru dürüst bir muhalefet yoktu; demokrasi bu yüzden aksıyordu! O kadar ki CHP bile bu baskının altında ezildi ve parti başkanı Kılıçdaroğlu, MHP ile anlaşarak İslamcı Ekmeleddin Bey’i cumhurbaşkanı adayı gösterdi. O başarılı olmayınca, bu kez de Abdullah Gül’ü aday göstermeye çalışarak, Başkanlık seçimini adeta AKP’nin bir iç seçimi haline getirmeye çalıştı. Parti içi muhalefet buna karşı çıktı ve o da farklı bir strateji önerdi. Mademki Erdoğan seçimleri hep kazanıyordu, o halde onun yöntemlerini taklit etmek gerekiyordu. Bu “strateji”nin başını da Muharrem İnce çekti ve aday olarak uyguladı. Seçim kampanyasına Erdoğan’la “dertleşerek” başladı; kasket giydi; zeybek oynadı ve bol bol vaatlerde bulundu. Dış politikada da geri kalamazdı: Erdoğan’ın gidemediği Gazze’ye gideceğini, Erdoğan’ın kapatamadığı İncirlik üssünü kapatacağını vaatlerine ekledi. Ne var ki bunlar da başarı için yetmedi ve İnce, bu umutsuzluk ortamında bir heyecan yaratmış olsa da, yarışı Erdoğan’ın on milyon oy gerisinde tamamladı. Erdoğan’ı taklit etmek de işe yaramamıştı. Bu demektir ki ana muhalefet partisinin daha gerçekçi ve daha vizyoner bir üçüncü yol bulması gerekiyor.

Direniş cephesini genişletmeliyiz
Türkiye’de parlamenter sistem önce fiilen değişti; 24 Haziran seçimleriyle de buna anayasal bir kılıf uyduruldu. Şimdi Türkiye’ye özgü bir “başkanlık rejimi”ne girmiş bulunuyoruz. Kuşkusuz bu rejim demokratik olmaktan çok uzak; fakat tam bir dikta rejiminden de söz edemeyiz. Dikta rejimleri şefin adı etrafında yaratılan psikolojik bir teröre dayanır; insanlar en yakınlarıyla konuşurken bile temkinli davranırlar. Bugün bizde böyle bir durum yok; 16 yıllık Erdoğan yönetiminden sonra olması da mümkün görünmüyor. Bunun için iktidarın, partileri, yayın organları ve STÖ’leri ile tüm muhalefeti tasfiye etmesi gerekir ki bu büyük bir karmaşaya, hatta bir iç savaşa yol açabilir. Türkiye’de yarı anarşik bir durum var; hem yaygın ve selektif bir zulümle karşı karşıyayız, hiç kimse güvende değil; hem de güçlü bir demokratik muhalefet mevcut. Ne var ki ortada iktidara aday bir sol parti de yok! Bu yönetimiyle CHP’yi “sol” bir parti olarak niteleyemeyiz. 1960’larda Türkiye’de sol yükselirken çok partili rejimimiz “Filipin demokrasisi” diye eleştiriliyordu. Bu, sol kanadı olmayan bir demokrasi anlamına geliyordu. Tarihin cilvesi, bugün varılan noktada da Erdoğan’ın adı, Batı kamuoyunda Filipin Başkanı otokrat Duterte ile birlikte anılıyor. Bu tablo bize demokrat ve devrimci sola düşen iki boyutlu görevi de gösteriyor. Bunlardan birincisi, bu özgül “tek adam” sistemini çağa meydan okuyan bir inatla tam bir diktaya çevirmeye çalışan Erdoğancı güçlere direnen cepheyi genişletmeye çalışmak; ikincisi de, daha uzun vadeli bir vizyonla, ülkede, demagojik bir popülizmle değil de bilimsel analizlerle bu ülkede tüm yoksul ve mağdurların temsilcisi haline gelmeye çalışmak. 

Tarihte kalıcı zaferler hep bu ikinci yolla kazanılmıştır.

Taner Timur / BİRGÜN

*Muhalefet hareketinin krizi ve muhalefet nasıl alternatif oluşturabilir sorularını, Taner Timur ‘ yönelttik. Redaksiyon’ın 1 Ağustos’ta çıkacak olan sayısında yayınlanacak sayısında Türkiye, Orta Doğu ve ekenomik kriz analizleriyle birlikte yer alacak söyleşiden özetlenmiştir.