24 Temmuz 2018 Salı

Bikinili Müslümanlık, tesettürlü münafıklık - TAYFUN ATAY

Memlekette herkes Anıtkabir’e gidip oradan “canlı yayın”la Atatürk’e hakaretlerini sosyal medyada paylaşıma açan Safiye’yi konuşurken bir diğer sosyal medya paylaşımı tam da nasıl birbiriyle 180 derece zıtlık içinde “iki Türkiye”de yaşadığımızın resmi olacak şekilde karşımıza çıktı. 

Beren Saat, eşi Kenan Doğulu ile Datça’da tatilde. Öyle Maldivler’e falan gitmemişler. Oralara rağbet artık bizim dindar-muhafazakâr zenginlerden oluyor. Malûm, “Jet Fadılın da (Akgündüz) bu “Müslüman burjuvazi”ye yönelik ultra lüks haremselamlık tatil imkânı sunan bir Caprice Gold projesi vardı Maldivler’de, 250 özel (mahrem) plajlı bir “ada-otel”de... Tesise ad olarak da “Ebu Eyyüb El Ensari House” uygun bulunmuştu:  “Hz. Eyyub El Ensari nasıl ki ‘Kötüden İyiye Geçiş’ anlamına gelen ‘Hicret’ günü, Peygamber EfendimizSAV’ı Medine’deki evinde misafir ettiyse, tüm dünya Müslümanlarını Caprice Gold Maldivler’deki Ebu Eyyub El Ensari’nin Evi’nde misafir olmaya davet ediyoruz.” 

“Jet”imiz böyle dedi ve “Müslüman”lardan “Müslümanlık” adına 25 milyon 431 bin lira toplayıp bırakın otel inşaatını bir şantiye bile kurmadı! Her zamanki gibi milleti dolandırıp hapsi boyladı. 

Düzenbaz “Müslüman” Fadıl’dan küfürbaz “Müslüman” Safiye’ye kurulabilecek bir köprü var mı, var. 

Adı “dinbaz siyaset” bu köprünün…
***

Beren Saat ise bu memlekette “Hatırla Sevgili” ile başlayan dizi-oyunculuk kariyerinde “Aşk-ı Memnu”da Bihter, “Fatmagül’ün Suçu Ne?”de Fatmagül karakterleri ile unutulmazlaşıp zirveyi görmüş bir isim… Eşi Kenan Doğulu, müzik kariyerinde artık olgunluk, hatta “ustalık” dönemini yaşayan, ama her daim “genç” kalabilen bir değer… 
Türkiye adına ferahlık nişanesi bir çift onlar… 

Datça’da tatildeler ve yılın yorgunluğunu atmaya çalışıyorlar. 

Beren, Datça tatilinden bikinili bir fotoğrafını sosyal medya hesabına koyuyor. Hemen, hem de İngilizce bir homurtu düşüyor resmin altına not olarak: 
“Müslüman mısın?”
***
Bu soruyla bu memlekette Türkiye’nin “bir kısım”, ama elbette hiç de azımsanmayacak bir kısım yurttaşlarının hiç karşılaşmamışlığı var mıdır?.. 
Yoktur. 
Ramazan’da oruç tutmayıp bir şeyler yeme “gaflet”inde mi bulundunuz? Yanınıza yaklaşmıştır birileri, asık ve tehditkâr bir suratla: “Müslüman mısın?!” 
Mini etek ya da şortla otobüse mi bindiniz?.. Sataşmıştır tacizci- meşrep biri hemen: “Müslüman mısın?!” 
Konuştuğunuz çocukla ele ele yürüyüp, sahil yolunda bir bankta sarmaş dolaş oturup üstüne üstlük bir de öpüştünüz mü?.. Linçe meyyal bir ruh hali ile yaklaşıp dişlerini göstere göstere hönkürecektir birileri: “Müslüman mısın?!” 

İçi-dışı bir bu kişilik ve yaşam tercihi dışavurumları karşısında, dışı ne kadar “sofu” olsa da içinin ne idüğü belirsiz birileri çıkar ve kaba-saba, cemaatçi, bağnaz bir ahlâk bekçisi oluverirler karşınızda. Din adına, İslâm adına, Müslümanlık adına… 

Zordur bunlarla baş etmek. İşin içine inancı, kutsalı, maneviyatı kattıkları için…

***
Ama işte bir parça sakinlik, olgunluk ve en önemlisi “medenilik”le hem bu hasta ruhlu varlıkları nötralize etmek, hem de Müslümanlığı bunların elinden alıp dinin namusunu kurtarmak mümkündür. 

Beren tam da bunu yapmış ve bikinili fotoğrafının altına. 
“Müslüman mısın” yazan dinbaza şiir gibi cevap vermiş: “Müslüman olarak doğdum. Laik ve bağımsız bir kadınım. Tanıştığımıza memnun oldum.” 

Hep söylüyorum, gün gelecek toplumun neşesini yok edip, melezliğini parçalayıp geleceğini karartan ve tüm bunları din diye diye yapan irili-ufaklı, resmi-sivil, saraylı-alaylı dinbazların dine verdikleri zararı da memleketin laik yurttaşları onaracak. 
Dikkat edin Beren’in sözüne: Müslüman olarak doğdum, laik ve bağımsız bir kadın oldum diyor. Yani Müslümanlığın üzerine laikliği ve bağımsız bir kadın- birey-yurttaş olmayı eklediğini söylüyor.
***

Bu durumda siz hangi “Müslüman”ı tercih edersiniz? 

Bu ülkenin varlık bulmasındaki öncü ve belirleyici vasfı, buna bağlı önem ve değeri ortada bir tarihsel şahsiyetin kabrine gidip arkasından hakaretler yağdıran; sonrasında da baltayı taşa vurduğunu anlayıp “Bunları bir arkadaşıma inat olsun diye çekip sadece ona yollamıştım” diye kıvıran tesettürlü Safiye’yi mi?.. 

Yoksa bireysel yaşam tercihini cesaretle, özgürce, yüreklice kamuoyuyla paylaştığı için hadsizce “din adına” sorgulanan, ama bu tavra sakince, medenice, nazikçe ve hiç kıvırmadan cevap veren bikinili Beren’i mi?.. 

Anlaşılıyor ki dinin de dinsizliğin de, Müslümanlığın da münafıklığın da işareti ne başörtüsü, ne bikini… 

Din eğer “güzel ahlâk”sa ne bikiniye ne de tesettüre, ama sadece ve sadece kalbe bakacaksınız!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Adnan’ın sırtlanları! - Mine G. Kırıkkanat

Değerli meslektaşım ve arkadaşım İpek Özbey’in eski İçişleri Bakanı SadettinTantan’la yaptığı röportajında (Hürriyet, 17 Temmuz) vurgulandığı gibi Adnan Hoca örgütü; Türkiye’yi güvenlik güçlerinden yargı erkine kadar yirmi yıldır parmağında oynatan, çünkü şantaj yaptığı eski mürit ya da fuhuş, rüşvet gibi kirli ilişkiler aracılığıyla devletin içine sızan bir mafyadır. 

1999 yılında Adnancılara ne yazık ki sonuç alınamayan ilk operasyonu başlatan Sadettin Tantan’ın tanımıyla “Mal varlığını şantaj mekanizmasıyla büyüten ve yabancı istihbarat örgütleriyle çetrefil ilişkiler kuran” bu suç örgütüne yönelik uzun iddia listesini, uluslararası hukuk jargonunda birkaç temel iddiaya indirgemek mümkün: Fuhuş ticaretine dayalı örgütlü şantaj. Yasadışı kan ticaretiyle yabancı ilaç sanayiyi ve yabancı istihbarat örgütlerine casusluk. Halkın dini inanç ve ahlak değerlerini yozlaştırmak amacıyla yayımcılık. 

Adnancılar mafyası, Türkiye’deki yetki odaklarında FETÖ kadar etkili ve zaten aynı “akıllı tasarımcı”nın hizmetlisi olarak Ergenekon davalarında görüldüğü gibi FETÖ yargısıyla el ele çalışmasına karşın, uzun yıllar ciddiye alınmadı.

***
Gıllıgışı olmayan insanlar, “aşkım inşallah, aşkım maşallah” diye dolanan cıbıldak hatunlarla çevrili Adnan Oktar’ı “zararsız deli” sandılar. Çoğu, ABD’nin Texas’taki Foundation for Thought and Ethics ve Seattle’daki Discovery Institute/Center for Science and Culture kuruluşlarının desteğiyle 2006’da basılan ve dünya çapında dağıtılan “Yaratılış Atlası”nın çakma yazarı Harun Yahya ile Adnan Oktar’ın aynı kişi olduğunu bile bilmez! 

Oysa Yahudilerle Protestanları aynı çatı altında birleştiren Evangelist Kilise’nin çok ciddi yan kuruluşları olup, bugün hem ABD, hem de İsrail politikalarına yön veren “akıllı tasarımcılar”; Yaratılış Atlası yazarı(!) Harun Yahya’nın sonraki yıllarda Adnan Oktar’lığa rücu edip A9 kanalında silikonda devrim sayılacak estetik evrimler geçiren kedi cinsleriyle yaptığı programları nasıl karşıladılar, ne düşündüler, biz de bunu bilemiyoruz…
***
Ama Türkiye’nin hiç de iyiliğini istemeyen dış güçlerin 1990’lı yıllardan beri gerek devlet, gerekse toplum katında uygulamaya koyduğu “yıkıcı yozlaştırma”   projesi; “paralel”  çalışan iki yapılanma, Fethullah Gülen - Fethullah ve Adnan Hocacı örgütlerle yürütülüyordu, bu kesin.
Her iki örgüt de her zaman çok tehlikeliydi ve dokunan yanıyordu. Sadettin Tantan’ın “Türkiye’de teknolojiyi en iyi kullanan örgüt Adnan Hoca’nın örgütüdür. Teknik takiple siyaseti ve basını teslim alanlar bunlardır” saptamasında hiçbir abartma yoktur.
1999’daki operasyon, gerek Tantan, gerekse zamanın İstanbul Emniyet Müdürü Adil Serdar Saçan’ın itibarsızlaştırılması, yıldırılmasıyla sonuçlanmıştır. Her ikisi hakkında yüzlerce dava açılmış ve en ağır bedeli, 300 davayla hayatı karartılan, mesleği elinden alınan, sonunda da Adnan Hocacıların kumpasıyla Ergenekon mağduru olan Adil Serdar Saçan ödemiştir. 

Adnan Oktar’ın kedileri ve kedicikleri, bir sırtlan sürüsüdür. Bazen şantaj yapılan bir milletvekili ya da bürokrat, bazen öğretim görevlisi, yayımcı, yargıç, avukat ordusu olarak karşınıza çıkarlar.
***
Bir suç fabrikasından ibaret bu örgütü, umarım nihayet çökertmeye yönelik son operasyonun ardından sosyal medyada ne kadar çok Adnan hocacı olduğuna bakarak, tarihin tekrarlamasından korkuyorum! Siz sevgili okurlarım, Harun Yahya takma adıyla hiçbir zaman olmadığı, olamayacağı düşün ve yazın adamlığına soyunan Adnan Oktar mafyasıyla 2006’dan öteye “istemeden” girdiğim hukuk mücadelesini medyaya yansıyan birkaç dava dışında bilmezsiniz… 

Adnan Hocacılar, yalnız İstanbul Anadolu Adliyesi’nde açtıkları beş binin üstünde davayla binlerce insanın hayatını kararttı ve yargıdan tam anlamıyla temizlenmeyen FETÖ’cü yargıç ya da savcılar onlara çalıştı, hâlâ da çalışıyor. Beni de böyle yıldırmaya uğraşıyorlardı ki, operasyona uğradılar. 

Bu girizgâhla, Adnancı mafyayla kişisel mücadelemi anlatacağım bir diziye başlıyorum.
Örgüte çalışan bazı devlet görevlileri, isimlerini bu dizide bulabilir!

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

IMF ile el altından görüşülüyor mu?.. - Ahmet TAKAN

En önemli hücum silahıydı... Argümanıydı!..
 Yıllardır kaç kez duyduk... Ballandıra ballandıra... Çeşitli versiyonlarda;
"IMF bizden borç istedi 5 milyar dolar. Arkadaşlara dedim ki, 'verin.' Sonra IMF baktı ki biz onlara borç verebilecek durumdayız, ciddiyiz, bu parayı almaktan vazgeçti."
"IMF'ye artık borcumuz yok. Onlar bizden istedi. 5 milyar dolar verecektik, 'Türklerden para aldılar diye rezil oluruz' düşüncesi ile vazgeçtiler."

Hazine ve Maliye Bakanı damat Berat Albayrak'ın "kavga değil. Kazan kazan" başlığını verdiği (!) G-20 toplantısı için Arjantin'de bulunduğu gün saraydan bir haber kaynağım ile yarı tartışır halde tatlı tatlı sohbet ediyorduk. "Damadın hazinenin başına getirilmesi doğru mu?. Uluslararası piyasalara güven..." vs. gibi konularda.... Mahalli seçimlerin erkene çekilebileceği ihtimali üzerine konuşurken birden laf döndü dolaştı unuttuğumuz (!) IMF'ye geldi. Saray kaynağımın ağzından birden "IMF ile el altından görüşülüyor" lafları dökülmesin mi... Balıklama daldım bomba haberin üzerine... "Kem" dedi, "küm" etti... Devirdiği çamın farkına vardı ki hiç detay vermedi. "Yazma" da diyemedi...
Haberin kralını yakalamıştım bir kere... Hemen damat beyin Arjantin'de neler konuştuğuna baktım. Hep bir kalemden çıktığı belli olan haberlerin flaşı şöyleydi;
"Bakan Berat Albayrak, 'yeni ekonomik programın çerçevesi, yeni iletişim stratejisi ve Türkiye ekonomisinin geleceğine' dair önemli açıklamalarda bulundu. Albayrak zirveyi izleyen gazetecilere, 'piyasalarla kavga ederek değil, kazan kazan ilişkisine dayalı güçlü bir  iletişimle yürüyeceğiz. Piyasa dinamikleri uyumlu, reel iktisadi hayatın gerçekleri ile uyuşan bir şekilde, küresel finansal sistemle koordineli yol alacağız' dedi."


Arjantin'de küresel sistemle uyum!.. Çok manidar geldi bana... Hafızamı tazeledim.
Türkiye ile Arjantin 2001 yılında, aynı anda IMF'ye gitti. O zaman da yine büyük kamu açıkları, döndürülemeyen dış borçlar, verilen büyük cari açıklar, sermaye kaçışı ve yerli parada büyük değer kaybı vardı. Kâbus gibi günlerdi... Hoş şimdi canım yurdumun içerisine bakarsanız her şey güllük gülistanlık gösteriliyor. Ancak yurt dışındaki ekonomi çevreleri son yıllarda Arjantin ile Türkiye karşılaştırması yapıyor. Arjantin ve Türkiye'nin adlarının yeniden IMF ile birlikte anılmaya başlandığını, ekonomik göstergeleri Türkiye'den biraz daha kötü durumda olan Arjantin'in şimdiden 30 milyar dolarlık kredi temini için IMF ile temasa geçtiğini belirtip sırada Türkiye'nin olup olmadığını sorguluyorlar. Yurt dışı basınında, kısa bir süre önce IMF'nin Türkiye'yi izleme masası kurduğu yazılıp çiziliyor. Koca IMF'de Türkiye masası yoktu da yeni kuruluyor manasını çıkarmayın. Bu şu demek; masadaki adam sayısı 1 ise bunun sayısının artırıldığı... Hele bu hatırı sayılır adamlardan oluşuyorsa ne yaparlar?... Sadece rakamları mı izlerler?..

Aldığım duyumu ekonomi bürokrasisi içinde bir kaynağıma sordum. Şunları söyledi;
"Duydum IMF ile görüşüldüğünü. IMF'den istenen 50 milyar dolar. Merkez Bankası toplanacak. Faizi artıracak. Türkiye'deki faizler yükselebilir. Örneğin geçen hafta Türkiye'deki faizler yükseldiği için bankalar yüzde 18'in üzerine çıktılar. Bu da reel olarak adamın eline geçen yüzde 16.5. Geçen hafta 7 milyar dolar para dövizden TL'ye geçti. Biraz daha dikkatli olurlarsa dövizden TL'ye geçen rakam 15-20 milyarı bulur. IMF sadece para vermiyor. 'Sen şu yasayı da değiştireceksin' diyor. 'Bakanlığa şunu getireceksin, ekonomiden şu sorumlu olacak' diyor. Kemal Derviş örneği malum. Görüşme var, bu şekilde çözmeye çalışacaklar. Merkez Bankası  faiz yükselterek bu işi çözecek."
Bu söylenilenlerle yetinmedim. Siyasette çok tecrübeli, acı tatlı çook günler görmüş geçirmiş bir dostuma müracaat ettim. İktidarın yanlış ve kötü ekonomik politikalarını tek tek sıraladı. "IMF'ye gitmelerinden başka şansları kalmadığının" altını çizdi. Ancak ekledi; "Onca yıllık tecrübelerime ve de izlenimlerime dayanarak söylüyorum. Bu sefer IMF ile anlaşma açıktan yapılmaz. Gizli kapaklı olur. Pazarlıklar yapılır. Onların istedikleri yerine getirilir. Kamu harcamalarında tasarruf, kemer sıkma vs.. IMF'den bir kaç uluslararası derecelendirme kuruluşuna telefon edilir. Bir de bakarsınız Türkiye'nin notu yükselmiş. Onların dayattıkları yapılmaya başlanır para da  ufak ufak gelir..."
"Hazinenin başına damat mı getirilir" diye sorgulayan kendini bilmez densizler şapa oturtturulur...
 Damat Berat, başta dış piyasalar olmak üzere tüm piyasalara sonsuz güven aşılar!..

Ağızlar dolusu hakaretler savurduğunuz Hollanda ile "ne oldu da 1 günde yeniden dost oldunuz" diye sorgulanmadığı gibi IMF de kimsenin aklının ucuna gelmez!..

Alan razı veren razı olduktan sonra... Geride kalana ne düşer?..

Nasıl olsa... Keklenmeye alışığız!..

Kazıı kazan... Koşun şapkalıya!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

19 Temmuz 2018 Perşembe

Kuvayi Hançer! - Selcan Taşçı Hamşioğlu

Türkiye Cumhuriyeti Devleti için, 16 Nisan 2017'de dikilen "yeni rejim"in yürürlüğe girip girmeyeceğini belirlemek gibi bir tarihi önemi olan 24 Haziran 2018 seçimlerinin, ilan edilen sonuçlarını o dakika, sorgulama lüzumu dahi hissetmeden, üstelik sorgulamaya hazır bekleyenlerin de önünü keserek sineye çekişinin üzerinden  üç hafta geçti. Hâlâ "Sanıyorlar ki, böyle baskı kurdukça, milletvekillerini hapse attıkça, tazminat davaları verdikçe, ağır para cezaları verdikçe geri adım atacağım. Sizin feriştahınız gelse geri adım atmayacağım" diyor!
Yanılıyor.
Çünkü artık kimse bir şey "sanmıyor"; herkes "biliyor".
Biliyor ki, "feriştah" mı yoksa başka bir şey geldiği için mi orası hâlâ flu ama son tahlilde hep geri adım attınız, yine atarsınız!

***

Hâlâ "12 Eylül" diyor, "12 Mart" diyor, "Pinochet" diyor, "Hitler" diyor, "Mussolini" diyor...
"Majestelerinin Sadık Muhalefeti" gibisin be kardeşim; ülkeyi dediğin gibi bir "Hitler" yönetiyor ise; Goebbels'inden çok senin payın var seçilmesinde!

***

Hâlâ "Bunları her yerde anlatacağız" diyor;
Çünkü büyüklere masallar!
Hadi bir anlat bakalım, "En çok anlatman, en çok konuşman gereken gece neden sustun" diye bağırmayacak mı kalabalığın arasından bir "masum";
A-aa "kral çıplak"!

***

Hâlâ...
"Seçimlere lekeli bir demokrasiyle gittik" diyor;
"Hodri meydan" diyeceğine "aklan da gel" deseydin o zaman!
"Bu seçimler gayrimeşrudur" diyor hâlâ...
Tanımasaydın ya!
Niye koşa koşa gidip yemin ettin; TBMM'ye "gayri meşru bir seçimle" girdiğin halde!

***

Bana en çok koyanı...
Zeytinyağı gibi üste çıkıp "millet"i suçlaması.
Yavuz hırsız misali "Sen yaptın kardeşim bunları sen yaptın" diye bağırıp çağırıyor, "Sen uyanmadıysan ne yapayım" diyor...
Uyandırsaydın!
Ki...
Çarpıtmayalım lütfen, 24 Haziran gecesi herkes uyanıktı, uyumakla suçladığın herkes teyakkuzdaydı, herkes ağzının içine bakıyordu, bir işaretine...
Ya sen?
Uyuyakaldın zahir, her seçimde izlediğin aynı "film"in bilmem kaçıncı tekrarını izlerken "koltuğunda".
Dolayısıyla...
Orada bir duracaksın efendi!
Yok efendim Mustafa Kemal de sarayın idam fermanlarına rağmen yola çıkmış da, yok efendim şimdi de sarayın talimatlarına rağmen Kuvayı Milliye zamanıymış da;
Zamanı-ydı!
"O gece", Şahin Bey'leri, Demirci Mehmet Efe'leri, Sütçü İmam'ları, Şerife Bacı'ları, Halime Çavuş'ları, Kartal Bey'leri, İslam Bey'leri, Hasan Tahsin'leri, Yahya Kaptan'ları kuşatmanın ortasına kadar çekip, tam ateş hattının göbeğinde yalnız bıraktın sen; Kuvvacı Kuvvacıyı sırtından hançerler mi?

***

NOT:
Ben bu yazıyı, önceki günkü CHP Grup Toplantısından sonra yazdım ama Kemal Bey üzerine alınmasın; parti ve aday ayrımı yapmaksızın umutlarımızı 24 Haziran 2018 gecesine gömen bütün kişi ve kurumlar üzerine alınsın!

***

Özrü kabahatinden büyük
Muhalefet partilerinin oylarımıza sahip çıkmak üzere oluşturdukları Adil Seçim Platformu artık sussa ve uzun bir süre hiç konuşmasa keşke!
Bir rapor hazırlamışlar, hazırladıkları raporda -özetle- diyorlar ki; "kullanacağımız uygulamayı seçimden önce denemediğimiz ve simülasyon çalışması yapmadığımız için muhtemel aksaklıkları önceden telafi edemedik".
Aferin!
Bu beceriksizlik, bu gevşeklik, bu pişkinlikle milyonlarca insana "iyi ki biz de sizi denemedik" dedirttiniz sonunda!

***

Ne "çıkış"mış
Bir hanım hanımcık milletvekili TBMM'de "çocuk istismarı çıkışı" yapmış; haberi böyle veriyor meslektaşlarımız.
Epey okudum; kime "çıkış"mış belli değil!
'Öyle de yapmak lazım, böyle de yapmamak lazım'lar geçidi...
Kim yapacak? Yapmayan kim?
Muhatabı yok... Çünkü muhataba laf etmek "cıss"!
Dostlar işte görsün.

***

SORU-YORUM
Velev ki Muharrem İnce gerekli imzaya ulaştı, kurultayı toplamayı başardı, kurultayı kazanmayı da başardı, yapılacak ilk seçimde muazzam bir seçim kampanyası yaptı, şimdi olmadığına pişman olduğu vitamin iğnelerinden oldu filan... Seçim gecesi, sandıklar açıldıktan sonra kayıplara karışmayacağına, belki de sandıkta kazandığı seçimi bilgisayar ekranlarında kaybetmeyi "izlemeyeceğine" nasıl inanlım?


Selcan Taşçı Hamşioğlu / YENİÇAĞ

18 Temmuz 2018 Çarşamba

İsrail, evcil fanatizmi içine alıyor - MUSTAFA K. ERDEMOL

Yedi yıldır üzerinde çalışılmış bir yasa tasarısını nihayet Knesset’e (İsrail Parlamentosu) getirdi İsrail Hükümeti. Yahudi Ulusal Devlet Yasa Tasarısı  olarak bilinen tasarının kabulü halinde İsrail hukukundaki boşluklarda Yahudi şeriatına başvurulabilecek, sadece Yahudilerin girebildiği yerleşim bölgeleri oluşturulacak, Arapça resmi dil olmaktan çıkarılacak, dünyadaki tüm Yahudilere İsrail’e dönme hakkı tanınacak.

Hemen belirteyim, İsrail’in bir Bağımsızlık Bildirgesi var, İsrail’in Yahudi halkının ulus devleti olarak kurulduğu kaydedilidir bildirgede. O halde, İsrail’in bir Yahudi Ulus-Devlet Yasası’na ihtiyacı var mı diye sorulmalı. Çünkü İsrail pratikte zaten “ulus devlet”. İsrail Demokrasi Enstitüsü bir yetkili İsrail’in başka şeylerin yanı sıra sembol, dil ve dini uyulgulamaya dayalı bir Yahudi ulus-devleti olduğunun açıkça görüldüğünü bu nedenle de bu tür tasarıya gerek olmadığını belirtiyor.

“Yahudilere özel bölgeler” oluşturulması önerisi Güney Afrika’da şimdi artık geçmişte kalan beyaz azınlık yönetimlerinin “apartheid”ını hatırlatıyor. Bu uygulama bile tek başına, Ortadoğu’da etrafı demokrasiden yoksun ülkelerle çevrili tek “demokratik” ülke sıfatını da ortadan kalkdıracak İsrail’in. Bu da var olduğuna inanılan şu “demokratik dünya”yla ilişkilerini zedeleyecek elbette. Arapça dilinin statüsünü değiştirmek “ayrımcılık” olarak görülüyor ayrıca. Bunu böyle değerlendiren, tasarının parlamentoya getirileceği belli olunca koşarcasına İsrail’e giden Kuzey Amerika Yahudi Federasyonu Başkanı Jerry Silverman .

Tasarının yasallaşması durumunda İsrail Yahudi halkı ciddi anlamda bölünmüş olacak. ülke nüfusunun yüzde 20’sini Araplar oluşturuyor ki bu hiç de azımsanacak bir oran değil. Onlar da tasarının kendileri için iyi olmayacağını biliyorlar. Bu nedenle tasarının parlamentoya gelmesini binlerce Yahudi ve Arap İsrailli sokaklara dökülerek protesto etti.

İsrail’in Yahudi halkının ulus devleti olduğunu içeren yasa tasarısında bir kez bile olsun “demokrasi”, ya da “eşitlik” gibi sözcükler yer almıyor.  İbranice takvimin resmi takvim olması, tüm Yahudi Bayramlarının resmi olarak tanınması, Yahudi sembollerinin kabülü gibi bir çok uygulamayı içeren yasa tasarısı Yahudi diasporası için de sorun yaratacak. İsrail ile diaspora arasına soğukluk gireceği kesin. Çünkü İsrail’in sadece Yahudiliğe odaklanan söz konusu tasarısının, “sosyal adalet bilinci”ne sahip genç Amerikalı Yahudileri ülkelerine yabancılaştıracağından endişe ediliyor. Bunu da dile getiriyor Silverman. Silverman, “İsrail tüm Yahudiler için ulus devlet olmalı, bu hiçbir şekilde sınırlanamaz” diyor.

Tasarıda, dünyaya yayılmış bulunan Yahudilerle ilişkinin korunmasından İsrail’in sorumlu olduğunu belirten bir madde de var. Bu da bir hayli itirazla karşılaşan maddelerden biri. Diaspora Yahudilerinin çoğulculuğu özendirme çabalarına engel olabilecek bir içeriğe sahip olduğu belirtiliyor bu maddedin. İsrail insan hakları aktivistleri tasarıda devletin tüm vatandaşlara eşit haklar vereceği türünden bir madde olmadığını, bunun çok önemli bir eksiklik olduğunu vurguluyorlar.

Knesset’teki aşırı dinci Yahudi partileri daha önce bu tasarıya karşı çıkmışlardı. Ancak hükümet “dindar” sözcüğünün de olduğu bir madde ekleyince tasarıya destek vereceklerini açıkladılar.

Kabul edilip edilmeyeceği yakında belli olur. Ama tasarı Knesset’de kabul edilirse İsrail, yıllardır yakındığı “dini fanatizm”in farklı bir türevini kendi elleriyle ülke içine sokmuş olacak. Bu fanatizm İsrail vatandaşlarını  “Arap/Yahudi” olarak böleceği gibi, İsrail’in sekular Yahudileri ile dindar Yahudileri de birbirlerine düşecekler.

Sağcı Likud partisinin de lideri olan Başbakan Binyamin Netanyahu’nun tasarı konusundaki ısrarı başta yolsuzluklar olmak üzere bir çok konuda soruşturulduğu, sorguya çekildiği bir döndemde, toplumun dindar kesimlerine sırtını dayama çabası olarak da değerlendirilebilir.

Dışarıda, “İslamcı fanatizm”i bahane ederek şiddete başvurmaktan çekinmeyen İsrail, şimdi kendi elleriyle “resmiyet” kazandıracağı “evcil fanatizm”in sıkıntılarıyla da karşı karşıya kalacak gibi görünüyor.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Yas ve hafıza - FATİH YAŞLI

Çok değil, sadece on gün önce yaşandı ama artık rutinleştiği üzere unutuldu gitti, konuşulmuyor bile. Sorumlular kimdi, soruşturma yapılıyor mu, yapılıyorsa nereye vardı, geride kalan aileler ne durumda, yaralılar nasıl, tedavileri hangi aşamada bunların hiçbirini bilmiyoruz, hiçbirini sormuyoruz. Evet, on gün önce yaşanan ama sadece on gün içerisinde sanki uzun yıllar öncesinde olmuş bir hadise misali unutulan tren kazasından ve 24 kişinin ölümünden, yüzlerce kişinin de yaralanmasından söz ediyorum.

Sanıyorum yaşadığımız döneme böylesine damgasını vuran başka bir his daha yoktur. Öyle çok şeyi, öyle çok trajik şeyi, öylesine kısa aralıklarla yaşıyoruz ki, çok kısa süre içerisinde öyle büyük hadiselerle karşılaşıyoruz ki, hepsini çok kısa bir süre içerisinde unutuyoruz. En trajik hadisenin konuşulma, gündem olma süresi birkaç günden öteye gitmiyor, sonra yenisi geliyor ve bir sonrakine kadar gündemimizi o işgal ediyor.

Tepki vermeyi, düşünmeyi, sorgulamayı, öfkelenmeyi, yas tutmayı imkânsız hale getiren ve tam da bu nedenle bizi bir topluma ait yurttaşlar olmaktan çıkartan, kolektif bir aidiyet hissinden hızla uzaklaştıran bir durum bu. Süreklileşmiş trajediler çağında, trajedinin kendisi de sıradanlaşıyor, toplumun ufkunda bir anlam ifade etmez hale geliyor, bu da zihinlerimizi pelteleştiriyor, hepimizi ahmaklaştırıyor, hafızasızlaştırıyor.

Bir topluluğu topluluk olmaktan çıkarıp toplum haline getiren şeylerden biri, ölüm karşısında verdiği ortak tepki, ölüm karşısında kolektif yas tutabiliyor oluşudur. Ölüm de yaşam kadar politiktir ve kimin nasıl gömüleceği, yapılacak törenler, ölümünden sonra arkasından söylenecek olanlar, kamusal yas tutulup tutulmayacağı hepsi politikanın bir parçasıdır.


Türkiye son üç beş yılda korkunç katliamlarla karşılaştı. Suruç, 10 Ekim, Beşiktaş, Güvenpark, Atatürk Havalimanı, Reina… Tüm bu saldırılarda yüzlerce insan yaşamını yitirdi. 10 Ekim ülke tarihinin en kanlı terör saldırısıydı, ülke tarihinin en büyük işçi katliamına ise Soma’da tanıklık edildi, 301 işçi hayatını kaybetti. Pamukova ve Tekirdağ’daki tren kazasında onlarca insanımızı kaybettik. 15 Temmuz gecesi dünyada eşine az rastlanır bir şekilde bir ülkenin ordusuna ait tanklar, helikopterler kendi insanlarının üzerine ateş açtı ve 250 kişiyi öldürdü.

İktidar mekanizmaları ve ideolojik aygıtları tüm bu hadiselerde seçici bir yası ve hafızayı tercih etti. Suruç’ta ve 10 Ekim’de ölenler “millet”ten kabul edilmediği ve tam da bu nedenle ölümleri cinayetten sayılmadığı için hakiki bir yas talebinde bulunulmadı, hatta ölenler ve geride kalanlar teröristlikle suçlandı. Maden ve tren “kaza”larında ölenler görmezden gelindi, siyasi sorumluluk üstlenilmedi ve istifa mekanizması işletilmedi. Teröre kurban gidenler ise konjonktürü yönlendirmek ve milliyetçi teyakkuzu beslemek için birer araç gibi görüldükten sonra unutulup gitti. Bugün havalimanı saldırısını, Reina’yı, Beşiktaş’ı, Güvenpark’ı neredeyse kimse hatırlamıyor.

Ancak ısrarla hatırlatılan bir gün var: 15 Temmuz. 15 Temmuz yeni bir kurtuluş savaşının sembol günü olarak görüldüğünden ve hem rejim inşası hem de o rejime uygun bir millet yaratılması açısından son derece işlevsel olduğu için, dahası eski rejimin tören ve anmalarının yerine yenilerinin konulması gerektiğinden, o gece yaşamını yitiren insanlar -hakiki olmaktan ziyade araçsal bir şekilde- iktidar mekanizmalarının yas ve hafıza politikalarının bir parçası olmaya devam ediyorlar.

Hemen hatırlayalım, Tekirdağ’daki “kaza” yeni rejime resmi olarak geçiş gününün bir gün öncesinde yaşanmıştı, dolayısıyla o günü gölgelememesi için elden gelen her şey yapıldı, yas ilan edilmedi. O gün Soma davasında karar açıklanacaktı ama o da yine aynı gerekçeyle bir gün sonrasına bırakıldı. Tekirdağ nedeniyle kimse istifa etmedi, Soma davasında ise şirket sahibi beraat ettirildi, oysa katliama ortaktı. Geride kalanların aileleri çaresizce isyan ederken Ankara caddelerinde protokol araçlarının üzerine güller atılıyor, adeta bir taç giyme seremonisi yaşanıyordu.

15 Temmuz ise huşu içerisinde ve vakarla idrak edilen, ölenlerin arkasından hakiki bir yasın tutulduğu, yaşananların bir daha yaşanmaması için hakikaten ne yapılması gerektiğine odaklanılan bir şekilde değil, pek dışa vurulmasa da amaca giden yoldaki araçlardan biri, bir fırsat, Allah’ın bir lütfu olarak görülüyor, ölenler de aslında “yas”ın değil bir tür “kutlama”nın parçası konumuna yerleştiriliyorlar ve maalesef “destan”ı güçlendiren, yani modern bir mitosun kitlelerce kabulünü kolaylaştıran figüranlar olmaktan öteye gitmiyorlardı.

Bu kadar kolay unutan, bu kadar hafızasız, yas tutmayı bilmeyen, yasın böylesine seçici mekanizmalara tabi tutulduğu, ölümün böylesine araçsal hale geldiği bir yerde toplum olmaz, böyle toplum olunmaz. Hafızanın, unutturmamanın ve yasın belki de hiç olmadığı kadar politik mücadelenin bir parçası haline geldiği zamanlardan geçiyoruz. 

Toplumu yeniden kuracaksak eğer, bunlar üzerine de, bunlar için de mücadele edeceğiz ve hafızayı da yası da yeniden politikleştireceğiz demektir.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Asgari ücret müsamere komisyonu nereye? - SERKAN ÖNGEL

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hemen ertesinde yeni rejimin yapısı da şekillenmeye başladı. Yeni rejimin ruhuna uygun bir biçimde tüm yetkiler tek adamın inisiyatifine terk ediliyor. Bakanlıklar, kurullar yeniden yapılandırılıyor. Başkan süper yetkilerle donanıyor.

Kanun Hükmünde Kararnameler pas veriyor, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi topu göğsünde yumuşatıyor, şut ve gol. 
Büyük bir coşku içinde buluyoruz kendimizi.
Muhalefet ise seçim sonrasında Sadri Alışık’ın Ofsayt Osman karakteri gibi “Bu da mı gol değil hâkim bey!” şaşkınlığında, çaresizlik içinde ortalığa bakınıyor. Ortada gol diyen kimse çıkmıyor. Sonuçta koca bir rejim adil olmayan iki karşılaşmada kaybedilmiş. Karşı taraf maçı kazanmak için her şeyi yapmış. Hakemi kendi belirlemiş. Tribünlere kendi adamlarını doldurmuş. Skor tabelasına elemanlarını yerleştirmiş. Maç başlar başlamaz skor tabelasına göre goller zaten muhalefetin kalesinde. “Yahu daha maç bitmedi. Skor tabelasında sonuçlar düzelecek merak etmeyin. Bekleyin!” diyen muhalefet sözcüleri bir süre sonra suskunluğa bürünmüş. Sonra muhalefetin forvet oyuncusu “adam kazandı” deyip işin içinden çıkmış.

Artık TBMM işlevlerini büyük oranda saraya devretmiş durumda. Zaten müsabakanın temel tarafları da bu ikisi idi. Sonuç olarak Saray TBMM’yi küme düşürdü. Birilerinin parantez kapama hevesi başarıya ulaştı.

Şimdi Ulu Hakan ne ders o olacak. Örneğin asgari ücret meselesini ele alalım. Asgari ücret meselesi İş Kanunu’nun 39’uncu maddesinde şöyle tanımlanıyor: “İş sözleşmesi ile çalışan ve bu kanunun kapsamında olan veya olmayan her türlü işçinin ekonomik ve sosyal durumlarının düzenlenmesi için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığınca Asgari Ücret Tespit Komisyonu aracılığı ile ücretlerin asgari sınırları en geç iki yılda bir belirlenir.”
Maddenin devamında ise kurulda kimlerin olacağı tanımlanıyor. Kurul üyelerinin beşi en çok üyeye sahip işçi konfederasyonundan, beşi ilgili kamu kurumlarından, beşi ise işveren sendikalarından belirleniyor. Kurulda kamu temsilcileri ne derse, asgari ücret de o oluyor. 700 sayılı KHK ile İş Kanunu’nda tanımlı olan kurul üyelikleri yasadan çıkarıldı. 1 Nolu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin içine yerleştirildi.
“Ne olacak ki, zaten körler sağırlar birbirini ağırlar tarzında yürüyen bir komisyondu bu” diyebilirsiniz. 
Orası öyle.
Son iki yılda asgari ücret, fiyat artışları karşısında ağır bir gerileme yaşadı. TÜİK’in enflasyon hesaplamasına göre 2016 yılının Haziran döneminden bu yana tüketici fiyatları yüzde 28 artarken asgari ücretteki artış yüzde 23’te kaldı. Buna göre asgari ücretli iki yıl öncesine göre alım gücünü yüzde 4 yitirdi.
BİSAM (Birleşik Metal-İş Sendikası Sınıf Araştırmaları Merkezi) verilerine göre ise 4 kişilik bir ailenin sağlıklı beslenmesi için yapması gereken harcama tutarı aynı dönemde 1328 TL’den 1757 TL’ye yükselerek yüzde 32 oranında artış kaydetmiştir. Bu hesaba göre asgari ücretlinin alım gücü kaybı daha da fazladır.

Bu kayıplara rağmen asgari ücretli için bir enflasyon farkı kamuoyunda tartışılmamaktadır.

Bu süreçte komisyonun Cumhurbaşkanlığı bünyesine alınması, sonuçları çok da fazla etkilemeyecektir. Ellerinde dosyalarla kendisine gelen heyet temsilcilerine, son kararı deklere edecek olan yine Cumhurbaşkanı olacaktır.
Ancak kararnamenin 523’üncü maddesi ile komisyona Cumhurbaşkanlığınca başka görevler verilebiliyor olması, üzerinde ayrıca durulması gereken bir konudur. 

Yılda bir kere, o da belli bir konu etrafında toplanan bu kurul başka hangi amaçla toplanabilir? 
Neden böyle bir yetki Cumhurbaşkanına verilmiştir? 
Asgari ücret müsamere komisyonu yeni ne gibi sorumluluklar alacaktır?

Nihayetinde asgari ücret müsamere komisyonu, üçlü (İşçi-İşveren-Hükümet) yapısı ile işçi temsilcilerini (o da Türk-İş’i), hükümet-işveren ittifakına karşı yalnız bırakmaktadır.


Sonuç olarak asgari ücret düzeyi, işlevsiz bir komisyonun başkandan icazet alarak belirledikleri tutarla değil, işçilerin mücadelesinin ve o mücadelenin yarattığı kamuoyunun etkisi ile yükselecektir. Bu yapısı ile zaten işlevsiz olan komisyon lağvedilmelidir. Doğrusu budur. Asgari ücret insanca yaşanabilecek bir ücret olarak belirlenmeli, işçilerin gerektiğinde üretimden gelen güçlerini kullanabilecekleri temsili olmayan bir yapı kurulmalıdır.

Mesele yasalara, kararnamelere, keyfiliğe teslim olmayan bir mücadeleyi örgütlemekten geçmektedir.

Serkan Öngel / BİRGÜN

Bir zamanlar Cumhurbaşkanı ya da Başbakandılar: Hırsız ekselanslar - MUSTAFA K. ERDEMOL

Demokrasisi yoksa da adaleti olan ülkelerde hırsızlık yapan devletluyu mahkemeye çıkarıp yargılıyorlar. Moğolistan örneğin. Demokrasisizlik kötü ama adaletsizlik daha kötü.

Pakistan her anlamda büyük sorunlarla boğuşuyor. Mezhep ya da din çatışmaları, artık neredeyse hemen her gün yaşanan şiddet ülkeyi perişan etmiş durumda. Bir zamanlar “çökmekte olan 20 ülke” diye bir liste vardı (hâlâ vardır belki), o listenin üst sıralarındaydı bu yüzden.

Pakistan’ın bunca derdi arasında bir belası daha var ki o da yolsuzluk. Başbakandan en küçük memuruna kadar yolsuzluk yapmayan, rüşvet almayan yok neredeyse. Birkaç gün önce eski Başbakan Navaz Şerif örneğin, “rüşvet aldığı gerekçesiyle” 10 yıl hapse, 10.5 milyon dolar da para cezasına mahkûm edildi. Aynı gerekçeyle geçen temmuzda Başbakanlık görevinden alınmıştı. Londra’da sahibi olduğu dört apartman dairesini rüşvetle almakla suçlanıyordu. Kararı temyize götürdü, bakalım ne olacak.

Şerif yaptı mı yapmadı mı bilemeyiz ama bu tür işler yapanın yanına kâr kalmıyor pek. Bazen bir toplumsal kalkışma oluyor, kendini devrilmez sanan güç sahibi tepetaklak gidiveriyor. 2011’de Mısır’daki halk ayaklanmasını gasp edip darbe yapan askeri cunta, ilk iş olarak Hüsnü Mübarek rejiminin Başbakanı olan Ahmed Nazif’i, o büyük kalkışma sonrası hem görevden almak zorunda kaldı hem de yolsuzluk yaptığı için hapse attı. Mübarek’le iki oğlu da adalet önüne çıkarıldılar aynı gerekçeyle. Yani bir zamanlar Cumhurbaşkanlığı ya da Başbakanlık yapmak, durumu sağlama almak anlamına gelmiyor.

Moğolistan’da bilinen anlamıyla bir demokrasi var diyen bulunmaz herhalde. Bu küçük ülkede, demokrasi yoksa da adalet varmış demek ki, iki eski Başbakanı, Bayar Şanjaa ile Saikhanbileg Chimed’i 2011’de “konumlarını rüşvet amaçlı olarak kötüye kullandıkları için” kodese tıktılar.

Başbakan mısın, hesabına bir yerlerden para geliyor da kaynağı kuşkulu, ama görevdesin, iktidardasın diye belki kimi zorluklara yol açacağından o anda sana dokunulmuyor, ama adaletin sabrı var, halkın güvenini de, seçimi de kaybediyorsun bir süre sonra, o zaman “sizi şöyle alalım” deyip mahkemeye çıkarıyorlar seni. Dört yıl önce böyle oldu Portekiz’de. 2005-2011 arası Başbakanlık yapmış olan José Sócrates’i tutukladılar. “Bilinmeyen bir kaynaktan para transferleri”ni de içeren, vergi kaçakçılığı, kara para aklama şüphesi gibi suçlamalarla hem de.

“Sosyalistti”, dediğimde sağcılar çok sevinecek ama “sol”la falan ilgisi yoktu adamın. Şöyle açıklayayım; ülkede tekeller yararına uygulamaya kalktığı bir kemer sıkma politikası Meclis’te Komünist Parti ile sosyal demokrat muhalefet tarafından reddedilince istif etmek zorunda kaldı.

Üç yıl önce Moldova’da ülkenin Yolsuzlukla Mücadele Komisyonu, eski Başbakan Vlad Filat’ı, üç Moldova bankasında bir milyar doların üzerinde paranın kaybolmasıyla ilgili olarak gözaltına aldı. Meğer kirli biri olarak tanınan bir işadamından da 250 milyon dolardan fazla para almış.

Eski Bangladeş Başbakanı Halide Ziya yolsuzluk nedeniyle beş yıl hapis cezasına çarptırıldı şubatta. Yetimler için kurulu bir vakfa yurt dışından yapılan bağışları oğlu ve yardımcılarıyla birlikte zimmetine geçirdiği için. Kırgızistan Devlet Ulusal Güvenlik Komitesi 18 Haziran’da ülkenin eski Başbakanı Jantoro Satybaldiev’i yolsuzluk suçlamalarıyla tutukladı.

Malezya eski Başbakanı Necip Rezak’ı biliyoruz, şunun şurasında bir aylık bir mesele. Evinden kutularda (ayakkabı kutuları değildi) paralar çıkınca gözaltına alındı hemen. Kefaletle serbest ama.

Hırvatistan’da 2003-2009 yılları arasında Başbakanlık yapan Ivo Sanader zimmete para geçirme, konumunu kötüye kullanma gibi suçlardan tutuklandı. Dokuz yıl yattı. Başbakanlığından uzun mahpusluğu oldu yani. 2000- 2004 yılları arasında Romanya Başbakanı olan Adrian Nastase, 2012’de yolsuzluk suçlamasıyla dört buçuk yıla mahkûm edildi. 2013’te erken tahliye oldu, huylu huyundan vazgeçmez derler ya, yine bir rüşvet suçlamasıyla 2014’de tekrar içeri attılar Nastase’yi.

Svetozar Marovic 2003-2006 yılları arasında Karadağ Cumhurbaşkanlığı yaptı. Yolsuzlukta “uzmanlık” alanı, şüpheli arazi alımları, büyük inşaat anlaşmalarına katılma gibi “çalışmaları” nedeniyle 46 ay hapis cezasna mahkûm oldu. Hâlâ dinleniyor hapishanede.

Guatemala da, Peru da eski cumhurbaşkanlarını içeri tıkma konusunda diğer ülkelere fark attılar. İki ülke de eski iki cumhurbaşkanını hapse yolladı. Guatemala yolsuzluk suçlamasıyla 2000- 04 yılları arasında Cumhurbaşkanlığı yapan Alfonso Portillo’ya 2010 yılında kara para aklama suçundan beş yıl 10 ay hapis cezası verdi, sonra da ABD’ye (orada da suçları varmış) iade etti. 2015 yılında yeniden ülkesine döndü Portillo.

Otto Peres de 2012’de Guatemala Cumhurbaşkanı oldu, 300 bin dolarlık bir rüşvet aldığı suçlamasıyla 2015’de istifaya zorlandı, sonra da gözaltına alındı. 2017’de yasadışı yollardan zenginleşme, dolandırıcılık gibi suçlardan yargılanmasına karar verildi.

Peru’da bir de Alberto Fujimori vardı, 1990’dan 2000 yılına kadar Peru Cumhurbaşkanıydı. Japon asıllıdır aslında. Çok sayıda katliamdan sorumlu tutuldu ama dolandırıcılık, haksız kazanç gibi suçlamalardan 25 yıl hapse mahkûm edildi. 2009’da hapse attılar Fujimori’yi. 2015’de, yani hâlâ içerdeyken, zimmetine para geçirme suçundan bir sekiz yıl daha ceza yedi. 2017’de affettiler, çıktı şimdi, 2018 Şubat’ında sorumlu tutulduğu katliamlar nedeniyle hakkında açılan yeni bir davayla uğraşıyor.

Peru’da hapse atılan ikinci eski Cumhurbaşkanı Ollanta Humala’ydı. 2011’den 2016’ya kadar kaldı görevde. Temmuz 2017’de 18 aylık bir tutukluğu var. Brezilya inşaat devi Odebrecht’ten 3 milyon dolar değerinde yasadışı kampanya bağışı kabul etmekle suçlanıyor.

İsral’in eski Başbakanı Ehud Olmert de hapishane yüzü görmüş devletlulardan. 2006-2009 yılları arası Başbakan’dı. Şubat 2016’da rüşvet, dolandırıcılık, yolsuzluk, adaleti engelleme gibi suçlardan 27 ay hapse mahkûm edildi. Suçlamalar esaslı ama Temmuz 2017’de şartlı tahliye ile serbest bırakıldı.

Politikanın kimi zorlukları tabii ki var. Bu mahkûm edilen devlet figürlerinin, belki bir bölümüne (sanırım Halide Ziya bunlardan biri) sahte suçlamalar yapılmış olabilir. Bilemeyiz. Ama toplumda hırsızın, yalancının devletlu da olsa yargılanabileceğini göstermesi açısından iyi örnekler bunlar.

Zamanında yargılanmalılar, hapse atılmalılar belki ama iktidardayken olamıyor demek ki. Yargının da bu kadar kusuru olsun artık.

Zaman önemli, kıymetini bilelim yine de. Rüşvet mi hediye mi diye “zamanında” karar verip, kulağından tutup hapse atalım devletluları.

Bu arada saat kaç Zafer Bey.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Meşihat makamı - TAYFUN ATAY

15 Temmuz anma etkinlikleri çerçevesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan pazar günü saat 13.00’da Saray’da Millet Camisi’nde düzenlenen hatim törenine katıldı ve orada Kur’an okudu. Giderek yanından ayırmaz olduğu Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’tan hiç aşağı kalmayan bir performans sergileyen Erdoğan’a Erbaş da okuduğu dua ile eşlik etti. 
Tam bir “din-ü devlet” tablosu!.. 


Aynı tablo akşam 21.00’da bu defa Köprü üzerindeki etkinlikte gözlerimizin önündeydi. Erdoğan yine yanı başına oturttuğu Diyanet Başkanı’nın okuduğu Kur’an’ı eşi ve torunları ile birlikte dinledi, dualara âmin dedi.
 
Ancak kadrajda yer alan bir ayrıntı üzerinde durulmadı. 

Diyanet Başkanı’nın sol yanında da mühim bir şahsiyet vardı: Türkiye tarihinde din ve siyaset dendiğinde ilk akla gelen, ancak yakın dönemde hayli irtifa kaybetmiş İskenderpaşa Nakşibendi çevresinin halihazırda öne çıkmış isimlerinden Prof. Cevat Akşit

Akşit, İskenderpaşa’nın Erbakan’dan Özal’a kadar dinî-muhafazakâr siyasetin öncü isimlerine irşatta bulunmuş kült şeyhi Mehmet Zahid Kotku’nun ölümü (1980) sonrası, onun damadı Esat Coşan’ın “post”a oturmasını en baştan itibaren kabul etmeyen bir isim. Çünkü, kendisinin Kotku’dan “hilafet” aldığını iddia etmekte... Ve aynen onun gibi Coşan ile ast-üst (mürit- mürşit) ilişkisine girmeyip eşit pozisyon (ve “mesafe”) almış Erbakan’ın yanında oldu. 

Esat Coşan’ın ölümünden sonra biraz da oldubittiye getirilerek “post”a oturtulan oğul Nurettin Coşan döneminde ise İskenderpaşa çevresi tam anlamıyla bir dağılma sürecine girdi. Olgun müritlerce “çocuk” sayılan Nurettin’in yol açtığı çöküşten İskenderpaşa çevresini toparlayacak kişi, dolayısıyla “postnişin”i hak eden isim olarak da Akşit zikredildi hep.
***

Şimdi ise biz, 1970’ten itibaren İslamcılığın Erbakan’la partileşme sürecinde “manevi mimar”ı sayılabilecek Şeyh Kotku’nun İskenderpaşa çevresinin bugünkü temsilcisi  “Cevat Hoca”nın dinî-siyaset nezdinde nerede, ne konumda olduğunu görüp her şeyin nasıl da değiştiğini düşünüyoruz!.. 

Aşağıdaki fotoğrafa bakın ve kimin tabloya hâkim, kimin ikincil ya da “kıyıda” olduğuna dikkat edin: Azametle merkezde konumlanmış Tayyip Erdoğan; ona tabi şekilde “kırâ’at eden” Diyanet Reisi Ali Erbaş ve onun yanında da tabiri caizse “büzülmüş” vaziyette Nakşibendi postnişîni…


***

Bu, “Yeni Türkiye”deki değişmenin sadece laik toplum kesimleri açısından değil, tarikat çevreleri açısından da “yakıcı” etki göstereceğini düşünmeye el verir bir tablo. 
Soralım mesela, tablodaki zat Şeyh Kotku olsaydı ne Erbakan, ne Erdoğan, ne de Erbaş onu bu şekilde ağırlayabilir, konumlayabilir miydi?.. 

Esat Coşan bile kendisini hiçe sayan Erbakan’la zıtlaşmadan kaçınmamış, hatta neredeyse ayrı bir parti kurma noktasına dahi gelmişti. 

İlk defa Türkiye’de Nakşi meşâyihin önde gelen bir şahsiyeti, dindar-muhafazakâr iktidar sahibi karşısında hiyerarşik olarak bu kadar “minimal” konumda karşımıza çıkıyor.  Demek ki tarikatlar, laiklik hassasiyetinin alabildiğine güçlü olduğu o eski rejim zamanında bile sürdürdükleri ehemmiyeti asıl şimdi, “Reis’in Türkiyesi”nde yitiriyorlar. 
Bu, bir bitişin resmidir.
***

2015 yaz başında bu gazete için hazırladığım “Parti Tarikat Cemaat” yazı dizimde görüştüğüm bazı tarikat ehli isimler, bugünlerin geleceğini o zamandan söylüyordu. Mesela biri diyordu ki artık bu ülkede tarikata da cemaate de ihtiyaç kalmadı, çünkü Erdoğan’ın kendisi “cemaat” haline geldi; bir şeyh dedirtmediği kaldı kendine… 
Bir başkası, Erdoğan var olduğu sürece artık tarikat ve cemaatlerin siyasette bir etki gücü olamaz dedikten sonra şöyle tamamlıyordu sözünü: 
“O, meşihat makamı artık.” 
“Meşihat”, tasavvufta şeyhlik, mürşitlik yerine kullanılan bir tabir. Şeyhülislamlık anlamı da var Osmanlı döneminde…
***

Erdoğan liderliğindeki AKP 2002’de iktidara geldikten sonra, tarikat-cemaat çevrelerinin önünü açtı; sadece bir siyasi ittifak içine girdiği, sonra da terör örgütü dediği o malûm yapı değil, irili ufaklı hepsinin önünü açtı. 

Onlara nice imkânlar bahşetti; özellikle maddi olarak “yol alma”ları noktasında… 
Böylece “takva”nın değil, ticaretin “tarik”leri (yolları) oldu onlar… 

Zahitlikten, “Bir dost bir post” düsturundan, “Bir lokma bir hırka” tutumundan dem vuran manevi ekoller olmaktan çıkıp maddi mi maddi holdinglere dönüştüler. 
Ve esas o zaman bittiler. 

Çünkü “yalan dünya” (tasavvufî tabirle “masiva”) ile bu kadar haşir neşirseniz, manevi ağırlığınızı kaybedersiniz; dahası “kâr-zarar” hesabı üzerinden istismar, suiistimal kaçınılmaz olarak hayatınızın bir parçası olur. 

O yüzden bugün hepsinin ipleri iktidarın, daha doğrusu bir muktedirin elinde. 
Ve kendilerine bu yeni durumda biçilen yer ya da rol de işte “meşihat makamı”  görüntüsündeki o muktedire memur “ulema-i rüsûm”un yanına iliştirilmişlikten ibaret gibi… 

Geçmiş olsun!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Torba teklif dönemi - ÇİĞDEM TOKER

“Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verildiği halde, dünya anayasa hukuku literatüründe yeri ve adı olmayan “eşsiz” (!) sistemle birlikte, Bakanlar Kurulu ortadan kalktı malum.


Bakanlar Kurulu tarihe gönderilince, onun eseri olan ve adına “kanun tasarısı” denilen yasama faaliyeti de sona ermiş, konuşma ve yazım dilinden çıkmış oldu. 
Düne kadar yollardan biri olan “kanun teklifi”, artık TBMM’nin biricik yasama faaliyeti. 
(Bütün mevzuatın Cumhurbaşkanı kararnameleriyle hazırlanıp değiştirilmesinin mümkün olduğu bir yeni düzende, neden kanun teklifine ihtiyaç duyulur ki sorusu insanın zihnini meşgul ediyor tabii. Akla ilk gelen “TBMM’yi bütünüyle faaliyet dışı bırakmamış olmak” yanıtı ise sadece hüzün verici...)

***

Yeni düzendeki ilk kanun teklifi TBMM Başkanlığı’na sunuldu. Numarası 1. 
1 No’lu kanun teklifi, tam iki yıldır uygulanan ve bu gece sona erecek OHAL rejimini ikame amacıyla hazırlandı. 

Teklif metni kapağında AKP’nin dört grup başkanvekili Bülent TuranÖzlem ZenginMuhammet Emin Akbaşoğlu ve Cahit Özkan’ın imzaları bulunuyor. 
25 maddeden oluşan teklif 15 ayrı kanun ve KHK’de değişiklik yapıyor. Aslında değiştirecek yasaları saymasanız bile teklifin daha ilk kelimesi, niteliğini haber veriyor: Bazı.
 
“Bazı” kelimesi sihirlidir. AKP iktidarları dönemindeki yasama faaliyetinin kilit sözcüklerinden biridir. Dahası, can çekişen kuvvetler ayrılığının tarihe karışıp, Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu hocanın tanımıyla “monokrasi”ye geçilmiş olması, “bazı” kelimesinin niteliğini değiştiriyor değil.

***

Bir kere, ilk kelimesi “bazı” olan yasal düzenlemelerin karakteri “torba”olmaktır. Birbirine benzemez çok sayıda kanunun o sıra iktidarın işine yarayacak maddelerini tek bir metinde toplamak yani. “Torba kanun tasarısı”dönemi bitse de, OHAL rejimini ikame eden 1 numaralı kanun teklifi bize “Torba teklifler” döneminin açıldığını müjdeliyor. (!) 

İlk torbaya biraz bakalım: 
Misal, terörle iltisaklı diye görevinden ihraç edilen bir albay, yargıdan göreve iade kararı alırsa, eski rütbesine atanmayacak. Bu konumdaki askerler ancak “araştırmacı” unvanlı kadrolara uygun görülecek. Hukukun temel prensiplerinden olan kazanılmış hak kavramı, bu durumdaki kamu görevlisinin yanına uğramayacak. 

Kamu görevine iade kararı verilen “muhrec” öğretim elemanları ise eğer yöneticilerse, aynı pozisyona kavuşamayacak. Dahası, Ankara, İstanbul ve İzmir dışında, üstelik 2006’dan sonra kurulmuş üniversitelere layık görülecekler. 

Göreve iade kararı alanlar, ihraçlarıyla ilgili tazminat talebinde bulunamayacak.

***

Velhasılı, kalkacağı söylenen OHAL, ağırlaşacak hükmünü “torba teklif”lerle icra edecek.
 
“Güçlü Meclis”te CHP’li, HDP’li milletvekillerinin hazırlayacağı kanun tekliflerinin bir kanuna dönüşebilme şansı hiçbir zaman bulunmayacak. 
Bu imtiyaz sadece ve sadece AKP milletvekillerine ait olacak. 
Önceki 16 yıl boyunca hangi muhalefet milletvekilinin getirdiği bir kanun teklifi yasalaştı ki, “monokrasi” içindeki TBMM’de yasalaşsın? Belli ki kısa zaman önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söz ettiği “güçlü Meclis”in gücü de bundan başka bir şey değildi. 

Artık sayısız hayat, ümit, özlem, bekleyiş AKP’li vekil imzalarını taşıyan torba tekliflerin içine atılacak.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET