4 Eylül 2018 Salı

Almanya ABD’nin boşluğunu doldurabilir mi? - İBRAHİM VARLI

Geçen günlerde yaşamını yitiren Marksist düşünür Samir Amin’in “kolektif emperyalizm” olarak nitelendirdiği ABD-AB-Japonya’dan müteşekkil Batı İttifakı’ndaki çatlak derinleşiyor. Hayri Kozanoğlu hoca BirGün Pazar’da transatlantik hattında baş gösteren yarılmanın nedenlerine ve olası etkilerine dikkat çekmişti. Trump’ın ticaret savaşlarının fitilini ateşlemesiyle nükseden ayrışmanın şimdilik bir kopuşa yol açması beklenmese de, aktörlerin yeni pozisyonlar eşliğinde giriştikleri farklı arayışlar gözlerden kaçmıyor.


‘Kolektif emperyalizm’in küresel kapitalizmin oyun kurallarını belirlerken koordinasyon içerisinde hareket etmesi bu aktörlerin kendi aralarında sorunlar yaşamayacağı, çıkar çatışmasına girmeyecekleri anlamına gelmiyor. Pazarların paylaşılması, kaynakların ele geçirilmesi, işgal ve saldırılar gibi pek çok konuda bugüne kadar ortaya çıkan sorunları cephe üyeleri kendi aralarında “konsensüs” yoluyla çözmeye çalışıyorlardı. Ama artık mevcut dengeler “konsensüs”un oluşmasını zorlaştırıyor.

Gümrük duvarlarının örülerek ticaret savaşının başlatılmasından NATO’ya katkı sunulmasına, Rusya ve Çin’in hedef alınmasından İran’ın kuşatılması ve Filistin sorununa kadar pek çok sorunda ABD ile Almanya, Fransa, Japonya ve hatta İran Nükleer Anlaşması’nda olduğu üzere İngiltere arasında anlaşmazlık söz konusu.

Trump’ın son dönemlerde Avrupa Birliği’ne karşı artarak devam eden çıkışları, AB’yi, kendi ülkesine karşı adaletsiz bir ticari ilişki kurmakla, NATO’ya yeterince katkıda bulunmamakla suçlaması gerilimin sadece dışa vuran kısmı.

Liberal düzenin yeni bekçisi Almanya (mı?)
Cephenin en önemli aktörü Trump ABD’sinin “Önce Amerika” politikasını hayata geçirmesi, tek başına yeni bir düzen tesisine girişmesi transatlantik ittifak içerisindeki “denge”nin bozulmasına yol açmaya başladı. Hattın diğer ülkelerinin Trump’ın kural tanımaz saldırgan tutumundan büyük kaygıya kapıldıkları dikkatlerden kaçmıyor.

Tam da bu noktada yeni arayışlar söz konusu. ABD’nin kendi başına buyruk hareket etmesinin yol açtığı kim tarafından nasıl doldurulacak? En hevesli aday olarak Almanya ön plana çıkıyor. Gerek Alman sermayesinin temsilcileri gerekse de Merkel yönetimi bu konuda pek bir heveskâr görünmelerinin yanı sıra, bu yönde mesajlar da vermiyor değiller. Örneğin Alman tarihçi Christoph von Marschall, “ABD artık liberal düzenin garantörü değilse bu rolü Almanya’nın üstlenmesi gerektiğini” açıkça yazdı.

‘Yaşlı Kıta’ ‘Yeni Kıta’ya başkaldırıyor
Kıta Avrupası’nın ABD’ye olan bağımlığın sona erdirilmesi için kollar çoktan sıvandı. Alman şansölyesi Merkel bir süre önce bizzat bu bağımlılık ilişkisinin kendilerine zarar verdiğini, Avrupa’nın kendi başının çaresine bakmasının vaktinin çoktan geldiğini söylemişti. Merkel’in bir yıl önceki “Kendi kaderimizi kendi ellerimize almalıyız” sözleri ABD’nin küresel liderliğine Avrupa’dan gelen ilk itiraz olmuştu.

Trump’ın işbaşına gelmesinden bu yana geçen bir buçuk yıllık süre zarfında ayrışma daha da büyüdü. İlginçtir ki Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas ve Fransa Cumhurbaşkanı Macron geçen hafta aynı gün ve saatlerde benzer cümlelerle ABD’ye olan bağımlılığın azaltılması gerektiğini söyledi.
Maas, “Avrupa artık Rusya ve Çin ile birlikte ABD’nin hasmı olarak tanımlanıyor ve eşzamanlı olarak NATO ittifakı sorgulanıyorsa o zaman bu salt retorikten ibaret bir konu değildir. Bu nedenle ABD ile yeni ve dengeli bir ortaklığa ihtiyacımız var” dedi.

Macron da Paris’te yaptığı konuşmada, “Güvenlik için sırtımızı artık ABD’ye dayayamayız. Rusya’nın da dahil olduğu Avrupalı ortaklarımızla güvenliğimizin geniş kapsamlı bir değerlendirmesini başlatmamızı istiyorum. Yeni girişimlerde bulunmalı ve yeni ittifaklar oluşturmalıyız” sözleriyle açık mesaj verdi.

Kopuş yaşanmaz, çatlak büyür
Berlin ve Paris hattı yaşanan boşluğu kapatmaya çalışsa da, kısa vadede Washington’dan bir kopuş beklenemez. Mevcut bağımlılık ilişkisi Kıta Avrupası’nı ABD’den kopmasını zorlaştırıyor. Ancak ABD, İran, Rusya, Çin, NATO’nun işlevi, gümrük duvarları gibi konularda “sadık müttefikleri”ni ikna etmekte daha da zorlanacak gibi. İçeride azledilme korkusu yaşayan Trump’ın tek taraflı adımları “kolektif emperyalizm” saflarında artık istediği gibi bir kenetlenme sağlayamıyor.

Almanya bu boşluğu tek başına dolduramayacağının pekâlâ farkında. Gücü, nüfuzu, kapasitesi ABD’ye kafa tutmasına, Çin ile rekabet etmesine yeterli değil. Bunun için geniş bir ittifaka ihtiyacı var. Fransa’yı ve Avrupa’nın geri kalanını yanına çekerek güçlü bir aktör olarak, “Yaşlı Kıta”yı yeniden eski kudretine dönüştürmenin hesaplarını yapan Alman burjuvazisinin Rusya ve Çin ile girişeceği ilişki süreçte belirleyici olacak. Maas’ın “Yeni bir stratejik gerçeklik oluşmakta ve bizler de bununla başa çıkmak zorundayız” sözleri yeni döneme dair önemli ipuçları veriyor.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Enflasyon şaşırtmadı - HAYRİ KOZANOĞLU

TÜFE ağustosta yüzde 2,30 arttı ama durum daha da vahim. Çünkü açıklanan veriler 1 ayın ortalamasını veriyor. Halbuki son 1 ayda dolar yüzde 32 arttı.Bu da gelecek aya devredilecek bir enflasyon biriktirdi.


Dün açıklanan verilere göre ağustos ayında Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) bir önceki aya göre yüzde 2,30 arttı. “Bu beklentilere uygun bir rakam” değerlendirmesi sözü bile işlerin kontrolden çıktığının kanıtı. Yüzde 5 hedefiyle yola çıkıyorsunuz, daha yılın ilk 8 ayında yüzde 12,29 fiyat artışı gerçekleşiyor. Merkez Bankası daha 1 ay evvel 2018 yılsonu tüketici enflasyonunu yüzde 13,4 olarak tahmin ederken, kısa sürede bu öngörünün bir serap olduğu anlaşılıyor. Son on iki ayın enflasyonu ise yüzde 17,90’a kadar yükseliyor.

Dar gelirli yurttaşlarımızın tüketim sepetinde en fazla ağırlığı bulunan gıda enflasyonu yüzde 19,75’i bulmuş, yüzde 20’ye dayanmış durumda. Aslında durum daha da vahim. Çünkü açıklanan veriler 1 ayın ortalamasını veriyor. Halbuki 31 Temmuz-31 Ağustos aralığında dolar kuru 4,88 TL’den 6,60 TL’ye sıçrayarak 1 ayda yüzde 32 arttı. Bu da gelecek aya devredilecek bir enflasyon biriktirdi. Eylül ayı da zaten yüzde 15 elektrik ve doğalgaz zammıyla karşılandı.

Üretici fiyatları yüzde 30’u aştı
Tüketici fiyatlarının önümüzdeki aylarda nasıl bir maliyet baskısıyla karşılaşacağının en açık belirtilerini yurt içi üretici fiyat endeksinden (Yİ-ÜFE) izlemek mümkün. Yİ-ÜFE bir ayda tam yüzde 6,60 sıçrayarak, son on iki ayda yüzde 32,13 artmış oldu. Bu son yılların rekor düzeyini temsil ediyor. Üretici fiyatlarıyla tüketici fiyatları arasındaki makas da yüzde 12,13 gibi bir noktaya kadar açıldı. Bu dinamik önümüzdeki aylarda yavaş yavaş tüketici fiyatlarına yansıyacak. Kısa sürede kamu çalışanları ve emekliler için öngörülen 2018 yılı ikinci yarı ücret artışı yüzde 3,50 emilmiş olacak.

İbre soğanlı menemene döndü
Ağustos ayında fiyatı en fazla artan ürünlerin başında yüzde 25,56 ile salça, yüzde 21,44’le yumurta, yüzde 13,56 ile salatalık geliyor. Elektrik ücreti de eylül zammından önce de ağustosta yüzde 9 artmıştı.

Bu arada tek sevindirici haber ağustosta fiyatı yüzde 30,57 gerileyen soğandan geldi. Yurttaşlarımızın siyasi tartışmalara girmekten ürktüğü/bıktığı bir konjonktürde, ağustos ayının temel tartışma gündemine menemen reçetesi oturmuştu.

Şimdiden söyleyelim,
Salça ve yumurtada bu denli fiyat artışları görüldüğü bir dönemde menemen pişirmenin de hayli tuzluya patlayacağı ortada. “Soğanlı mı olsun, yoksa soğansız mı” tartışmasında ise düşen soğan fiyatlarıyla ibrenin ilk seçeneğe döndüğünü rahatlıkla söylemek mümkün…

Stagflasyon kapıda
Son rakamlar Türkiye’nin yakında bir arada enflasyon ve durgunluğu, yani “stagflasyonu” deneyimleyeceğini gösteriyor. İthalata bağımlı bir ekonomide tutulamayan döviz fiyatları haliyle maliyetleri şişirmeye devam edecek. Alım gücü düşen yurttaşlar çaresizlikle taleplerini kusacaklar. Böylece şirketler düşen kâr marjlarına karşılık, yine de yeterli ciro yapamayacaklar. İlk çare olarak, tipik patron reçetesiyle ücretleri düşürme, eleman çıkarma silahına sarılınca talebi daha da boğacaklar. Ekonomi de aşağı doğru spiral ivme kazanacak. Bir tahminimiz de geçmişten anımsadığımız bazı pratiklerin canlanması: Tutulamayan döviz, tatmin etmeyen faiz ortamında yurttaşlar ellerindeki nakitle fiyatının göreceli az arttığını düşündükleri ürünleri istifleme eğilimine girerek kendilerini enflasyona karşı korumaya çalışacaklar. Marketler fiyat belirsizliğinde boşalan rafları dolduramayacaklar. Sonunda ürün arzında ciddi darboğazlar ortaya çıkacak.

Dolayısıyla bizleri, üzülerek söylemeliyiz ki, sonbaharla birlikte ekonomimizi daha da karanlık bir tablo bekliyor.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN


Hangi Western? - SEVİN OKYAY

TRT, A.B.D. ile yaşanan krizi neden göstererek 1975 yılından beri yayımlanan Western Kuşağı’nı kaldırdıktan sonra, iki arada bir derede kaldık. Bir defa, Amerikan baskısına karşı zaten hepsi eski olan kovboy filmlerini kaldırmanın onlara ne türlü bir maddi zararı olabilir diye merak ediyoruz. Bir de, bu memlekette Western’lerin kırbaç şakırtıları ile silah seslerini seven ve her Pazar bu kuşağı izleyen, hane halkına da zorla izleten babalara lanet etmiş bunca erkek çocuk olduğunu şaşkınlıkla öğrendik.


Bazı “emredersiniz”ci sitelerde çıkan, “Şimdi de Hollywood’un tamamen boykot edilmesini bekliyoruz” gibisinden haberlere de gülsek mi, ağlasak mı bilemedik. Hollywood artık bir dağda kalmış (o da, kaldıysa) bir tabela gibi görünüyor bana. Yani pardon, bu durumda Star Wars dizisi filmleri ile Marvel uyarlamalarını mı yasaklıyoruz? Western’ler unutuldu anlamında söylemiyorum. Hayır, hatta şu anda devam etmekte olan Venedik Film Festivali’nde Hollywood’la hiçbir ilgisi olmayan Coen kardeşler ile Fransız Jacques Audiard’un birer Western’i yarışıyor.

Bizim küçüklüğümüzde Kovboy Filmi denen Western’lerin Kızılderili denen ve genellikle beyazların hâlâ izini bile bırakmama girişimini sürdürdükleri yerli halkı vahşi olarak gösterdikleri doğrudur. İşgalci beyazlar da topraklarını korumak isteyen bu halkın vahşetinin kurbanı masumlardı. Ama hepsinin uyduruk filmler oldukları, bir uydurmacadan ibaret. Örneğin “High (Noon/Kahraman Şerif”, “Unforgiven/Affedilmeyen”, “Dances with Wolves/Kurtlarla Dans”, “Butch Cassidy and the Sundance Kid”, “True Grit/İz Peşinde”, Johnny Guitar, “The Good, the Bad, and the Ugly/İyi, Kötü ve Çirkin” ve “The Magnificent Seven/Yedi Silahşörler” gibi filmlerin de Western başlığı altında yer aldığını hatırlatalım. Sonuncusunun tekrar-filmi 2016’da çevrilmiş, Türkçe’ye de adı “Muhteşem Yedili” olarak kazandırılmıştı ki, doğrusu da budur.

Yukarıda adlarını yazdığım bu akla ilk gelen filmlerin bazıları ise fena halde yenidir ve Hollywood’la zerre kadar ilintileri yoktur. “The Searchers/Çöl Aslanı” gibi bazı Western’ler ise klasik kalıba uysalar da iyi filmlerdir. Tuhaftır ki, ben TRT western’lerinden bir tanesini bir türlü unutamam. İyi bir Western olduğu için değil, TRT özgün diliyle oynattığı için. Başrolünde Doris Day’in (yanlış yazmadım) oynadığı 1953 yapımı “Calamity Jane”, tek bir kelimesini bile anlamadığım ve bu yüzden de uzunca bir süre İngilizce bilmediğimi sandığım için.

Gene yukarıdaki listenin son iki filmi ise, farklı bir eğilime dikkati çeker. “İyi, Kötü ve Çirkin” yani İtalyanca adıyla “Il buono, il brutto, il cattivo;”, bir Sergio Leone filmidir. Hatta, üstadın “Dolar Üçlemesi”nin üçüncü filmi. İlk iki film Avrupa’da büyük gişe yapınca, Leone ve ekibi iki Universal Artists yöneticisiyle anlaştı.

Oysa klasik Western‘leri sevmeyenlere göre o kırbaç şakırtısı meraklısı babalara karizma dersi verecek olan Clint Eastwood henüz o kadar meşhur da değildi. Bu arada John Wayne’in onu ciddiye almadığını da ekleyelim.
İkinci eğilim ise, Japon filmlerinden ilham alıp unutulmaz westernler yapmak. “Muhteşem Yedili” gibi. Özgün filmin yönetmeni Akira Kurosawa’nın filmleri başı çekse de, Hollywood başka yönetmenlerin samurai filmlerini de bağrına basmıştır. Hem “The Magnificent Seven” (Seven Samurai) hem de “A Fistful of Dollars/Bir Avuç Dolar” gene Kurosawa’nın şaheserlerinden uyarlanmıştır, örneğin.

75. Venedik Film Festivali’nde sunulan iki filme gelince, Coenler’in imzasını taşıyanın adının “The Ballad of Buster Scruggs”, Jacques Adriard’ınkinin ise “The Sisters Brothers” olduğunu belirtmekle yetinelim. Umarız kazasız belasız gösterime girerler.

SEVİN OKYAY / BİRGÜN

Zordur sosyalisti yargılamak / Selçuk Kozağaçlı-CUMHURİYET

Fransız Akademisi’ne kabul edilen Amin Maalouf’un “koltuk numarası” üzerine kaleme aldığı kitap, bende araştırmacı hisler uyandırdı. Sabit sayıda akademi üyesi bulunduğundan ancak ölümle boşalan yerler için seçim yapılıyor ve böylece her koltuk kendisine özel bir soyağacına sahip. Bugün Maalouf’un oturduğu “29 numaralı” koltuğun hikâyesi işte buna dayanıyor.

Akademi bütün kaynaklarını yazarın hizmetine sunmuş bu çalışma yapılırken. Yattığım yerden çok heveslendim. Hapishane idaresinden en küçük bir “elektrik alsam” hemen “52 Numaralı Hücrenin Hikâyesi” çalışmasına başlayacağım. Gerçi mesleki açıdan tanık olduğum “elektrik veren” son kamu kurumunu hatırlayınca hepimize olan güvenim artıyor. İşkenceden, hücreden, tecritten yılmamışız ki hâlâ gülüyoruz. İnsan içten yanmalı bir moral ve direnç reaktörü gibi, dıştan yapılan eziyetle yıldırılamaz. Ne güzel.

Ayrıca dava dosyamı bilgisayarda incelemek için, bütün başvurularıma rağmen, haftada iki saatten fazla izin vermeyen hapishane idaresinin, daha göz atılamamış otuz bin sayfa dava evrakı ortada dururken bu gibi araştırmacı taleplerimi hepten lüzumsuz sayma ihtimali çok yüksek. Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi kitabının arasında, çaktırmadan Ken Parker okumak gibi bir iş. 

İşte ben böyle hülyalı bir ruh halindeyken sevgili Ergin Cinmen getirip önüme iki bin sayfalık “Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti Yargılamaları” tutanaklarını barındıran üç cildi bırakınca kendime geldim. Tutanaklar yüz yaşında. Dolayısıyla kişisel tarih sevdasıyla meraklandığım; “52 Numaralı Hücre siyasal tarihimizde şanına yakışır bir yer elde edebilecek mi?”, “En azından; benden hemen önce yatan ve hücreyi pek temiz bıraktığı için benim açımdan takdiri indirimi hak etmiş hâkim beyin davası ne oldu?” gibi bencil soruları bir kenara bırakıp nesnel bir tarihsel anekdot mukayesesi yapmaya karar verdim. Umarım siz de ilginç bulursunuz.

Çobanın cemaati
Karşılaştırmanın ilk tarafı gayet güncel bir şöhretin hukuksal durumuyla ilgili: Pastör Andrew Brunson. Bildiğiniz üzere ABD Başkanı’nın bizim Adalet ve İçişleri Bakanlarımızı “organize insan hakları ihlâli yapan şebekelerin liderleri” olarak etiketlemesine yol açan tutuklu bir din adamı kendisi. Milletçek dilimiz döndüğü kadar; “Yahu bu adam üç hâkimli uzman bir mahkemede terör suçundan yargılanıyor, durumu hem itirazla hem de temyizle incelemeye açık, Anayasa Mahkemesi’ne, olmadı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru hakkı var. Bu kişiler hükümette bakan, yargıya nasıl karışsınlar, zaten esas karışsalar suç olur…” gibisinden terbiye sınırlarında durumu anlatmaya çalışıyorsak da adamlar:
“Tıraşı kesin! Pastör’ü derhâl yollayın, sizde bu işlerin nasıl yürüdüğünü bilmeyen mi var? Uzatmayın, kötü olur!” dediler.

Malum “pastör” bir yandan da “çoban” demek. Bu çobanın İzmir’de bir apartman kilisesine sığacak cemaatinden ne olur diye hafife alındığı anlaşılan sürüsündeki esas büyükbaşların Kuzey Amerika çayırlarında yayıldığını da böylece öğrenmiş olduk. Elbette bilmemek değil, öğrenmemek ayıp.
Beni tanıyanlar bilir, sözü edilen her iki Bakanlıkla da aram yirmi beş yıldır limonidir. Onların bana ara sıra edepsizliği olsa da benim haklarında hiç “ihlâl şebekesi, suç örgütü” gibi iddialı ve ilham verici tespitlerde bulunmuşluğum yoktur. Kaldı ki bir tüzel kişiyle bu kadar senli-benli olunmamalı diye inanmak istiyor insan. Maliye Bakanımızın da bu vesileyle hatırlattığı gibi; çiftler arasında bu kadar açık sözlü ve içten konuşmalar için adeta bir “karı-koca” hukuku gerekir gibi duruyor. Aile içi şiddetle mücadeleye yıllarını vermiş meslektaşlarım hemen üzüntüyle tanıyacaklardır ki; “Kocam değil mi? Döver de sever de! Size ne oluyor?” diyen kırık dişlerin ve kaburgaların sahipleri tarafından elinizin kolunuzun bağlandığı bir “Aile Hukuku” türüdür bu. Kısaca mağdur size “Karışma” der. Neyse ki bizim iki mağdur da malvarlıklarını evde tuttuklarından zırnık kaptırmayıp “Acımadı ki” dediler ve böylece atlatmış olduk ekonomik yaptırımı.
Şimdi gelelim karşılaştırmanın diğer tarafına. Bir çoban da burada var. Hem de bunun sürüsü gemiyle Arjantin’den getirilmiş Angus gibi ecnebi değil, gayet yerli ve milli: Sanık eski Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi Hazretleri!

YÜZ YIL UZAKTAN
Önce avukatından, tam yüz yıl uzaktan bize seslenen bir meslektaşımızın esas hakkında savunmasından nefis bir parça geliyor: “...iki cümleden ibaret olan bir söze müsaade buyurun Paşa Hazretleri!...” diye başlıyor, ama sizi yanıltmasın, meslektaşımızın tam dört saat otuz dakikadır süren savunmasının sonlarındayız. Tabii buradan bu gözünü sevdiğimin taktiğinin o yıllarda da tuttuğunu anlıyoruz: “Hemen toparlıyorum Sayın Başkan!”. Diğer yandan “Paşa Hazretleri” hitabı da sizi yanıltmasın. Bugün, çocuğu yaşındaki cahil hâkimleri hoş tutmak için çaresiz avukatçıkların abandığı abartılı hitaplardan değil; herif gerçekten paşa: Mahkeme Reisi Ferik Mustafa Nâzım Paşa. Divan-ı Harbi Örfi’deyiz. Yıl 1918. 

Meslektaşımız devam ediyor:
“Avrupalılar daima; ‘Türkler ihkak-ı hak kabilinden mahrumdur. Kapitülasyonlar onların başında topuz gibi durmalıdır; çünkü onlar zamana, zemine, icab-ı hâl ve maslahata göre hüküm verir...’ diyorlar. Maatteessüf bunda ısrar ediyorlar. Bilhassa Avrupa erbâb-ı hukukunu da düşünürüz. Onlar eğer hükümleriniz esbab-ı mucibeye istinad etmemiş ise, âlem-i hukuk nokta-i nazarından yegân yegân tedkik eyleyecekler ve eğer menfi bir neticeye vasıl olacak olurlarsa aleyhimizde verecekleri hüküm pek tahripkâr olacaktır...” diyor, Dava vekili Ali Haydar Bey.

Eskiler anlamıştır, gençlere de şöyle “yaratıcı” bir özet yapayım: “Avrupalılar ‘Zaten Türkler bu mahkeme işlerinden anlamaz, hak hukuk bilmezler; bunlar duruma göre, işlerine geldiği gibi karar verdiğinden gerekçe yazmaktan da acizdirler. Bunları ekonomik yaptırımla tehdit etmeden düzgün bir karar beklemeyin’ diyorlar. Şimdi sizin vereceğiniz kararı da hukuki açıdan tek tek inceleyip size yedirirler, en iyisi bunların eline düşeceğinize benim müvekkilleri bırakın…” demiş meslektaşımız.
O gün var mıydı bilinmez ama bugün ne “âlem-i hukuk nokta-i nazarından” dava inceleyip, hukuksuzlukları “yegân yegân” sayacak “erbab-ı hukuk” kaldı Avrupa’da, ne de artık bu memlekette “esbab-ı mucibeye istinad etmeyen” hükümden utanacak hâkim var. “Zaman, zemin, icab-ı hâl ve maslahata uygun karar” elbette yüzyıldır bâki. Hatta yargımızın tek alâmet-i farikası.

Tam yüz yıl. Nasıl? Karşılaştırmaya değermiş değil mi? Siyasi yargılama işte budur. İster Pastör kıstırın tenhada, isterse bir köşeye Şeyh-ül İslâm sıkıştırın; ister ittihatçı olun ister itilafçı, siyasi yargılama kapasiteniz ve hükmünüz siyasal ömrünüze denktir. Ha bir de kalibrenize. Kulağınızdan emperyalizme kaptırdıktan sonra kafayı; 1908-2016 arası, hanginizin hanginizi yargıladığınızın ve devre mülk gibi sırayla hapse tıktığınızın kıymeti yok.

MAL SAHİBİYİM
Bize gelince; ne ittihatçı ve de itilafçıyız. 52 numaraya da devre mülk gözüyle bakmadığımı bilin. Mal sahibiyim; ileride yıktırıp dutluk yapacağım, sonra da “eskiden hep hapishanelikti buralar” derim.
10 Eylül’de duruşma var. Ne talep edeceğiz? Gelin, elim değmişken size onu da Ali Haydar Bey rahmetlinin “netice-i talebi” üzerinden anlatayım. Şu dilin güzelliğine bakın:
“Binaenaleyh elinizi tâ vicdanınıza, gözlerinizi Kuran-ı Kerim’im emretmiş olduğu tamam-ı icrayı adalet ahkâm-ı şerifesine ve diğer tarafta kanun-ı cezaya ve kavait-i cezaiyyeye koyarak hüküm vermenizi istirham ederim.” Bu savunma ve talep; müvekkillerden birisini, Esbak Posta Nazırı Haşim’i oy çokluğuyla beraat ettirirken, Şeyhülislam-ı Esbakı da ipten alıp, uygulanmayacak bir on beş sene kürekle kurtarmış.
Yalandan bir dava olduğunu düşünmenizi istemem. Tutanak ciltlerinden ikincisini oluşturan bu dava “Ermeni tehciri ve kırımı” suçlamasını da barındırıyor. Faillerden asılanlar da var kaçanlar da. Bazı hesaplar ise Ermeniler tarafından dava dışı suikastlar ile görülmüş.

Diğer ciltler “Bizi bu harbe niye soktunuz?” konulu Meclis-i Mebusan soruşturması ile biraz daha geç, 1926 tarihli, Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde görülen “Sû-i Kasd ve Taklib-i Hükûmet” davası tutanakları. Neyse, ittihatçılarda dava çok…

Şimdi geldik bunların 10 Eylül’de mahkemeden ne talep edeceğimiz ile ilgisine.

RESİMSİZ KİTAP
Malum ceza yargılaması uzun yıllardır “din dışı” yürütülüyor. Bu yüzden biz Ali Haydar Bey gibi hâkimin sağ elinin altına doğru; “tamam-ı icrayı adalet ahkâm-ı şerifesini” uygulasın diye Kuran-ı Kerim süremiyoruz. Aynı nedenle pastörün ve şeyhülislamın tanrılarından da doğrudan talepte bulunulamıyor. Gerçi bulunanlara da cevap verilmediğini her gün bir ağırlaştırılmış müebbet hapis yiyerek dönen ve teselliyi Kitab’da buldukları için bize de hafız dinleme zevki tattıran komşulardan biliyorum. Haydar Bey merhum, bütün yumurtaları aynı sepete koymayarak hâkimlerin sol elinin altına doğru da sivil kitaplar sürüyor: “kanun-ı ceza ile kavaid-i cezaiye”. Maalesef külliyat sayılır bu kadar kitap. Okumak zor. Tebliğ edilen iddianame ve ara kararların dilinden, cümle yapılarından ve bilhassa “idrâk derinliğinden” muhataplarımızın en son ancak resimli ve iri yazılı kitapları okumuş olabileceği anlaşılıyor. Eleştirmek için söylemiyorum. Zaten, tavşan deliğine atlamadan hemen önce Alice’in de dediği gibi; “İçinde resim ve konuşma olmayan bir kitap ne işe yarar ki?”

Tam on iki aydır tutuklu tuttuğu on beş avukatı sorgularını yapmak üzere huzuruna çağırmaktan korkan; onun yerine her birisi hapishane genel müdürü tarafından memleketin neresine sürülmüş ise oraya televizyonla bağlanarak kovuşturma yapmaya kalkan hâkime ne denir? Eğer hâlâ hâkim deniyorsa tabii. Neresinden talepte bulunayım bunun?

TERTEMİZ VİCDAN
Rahmetli dava vekilinin talep listesinin başına döndük. Ben de sizin “tâ vicdanınıza...” mı seslensem? Oscar Wilde’ın dediği gibi büyük ihtimalle tertemizdirler, hiç kullanılmadığından. Sizi siftah yapmaya ikna etmek de zor. En iyisi bütün arkadaşlarımız hâkim önüne çıkarılıncaya kadar sizinle muhatap olmamak galiba.

Ama şimdiden şunu bilin; sizin hükmünüz bize geçmez. Yüzyıl önce de geçmezdi. Biz ittihatçı veya itilafçı değiliz. Biz iştirakçiyiz. Zordur sosyalist yargılamak. 

Çobanlarınızın peşinden siz gidin. Biz kaval sesine ve çoban ayartmasına aşılıyız.

Tutsak edebilirsiniz, asla teslim olmayız; buradan mücadele ederiz. Öldürebilirsiniz, yenilmiş sayılmayız; mücadelemiz yaşar. Sizin ömrünüz ise kavalcının götüreceği ilk ırmağa kadar. 

İster hâkim gibi davranın mahkemeye getirin, vicahen yüzünüze söyleyelim, isterse arkasına saklanıp gıyaben SEGBİS ekranından izleyin ama “kalibrenizin” hepsi bu ise bilmelisiniz ki mutlaka biz kazanacağız.

Selçuk Kozağaçlı
Silivri Hapishanesi

Fahrettin Paşa da hep "somonlu suşi" yermiş zaten cephede! - Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU

Diğer resepsiyon davetlileri, tartışma yaratma ihtimalini göze alamadıklarından olmalı değinmemişlerdi -değinen vardıysa da benim gözümden kaçtı- Hürriyet'in Genel Yayın Yönetmeni yazınca öğrendik.

Cumhurbaşkanı'nın ev sahipliğinde yapılan 30 Ağustos resepsiyonunda;
Ana vatanı Meksika, Orta ve Güney Amerika olan, ağırlıklı olarak Endonezya, Güney Cava, Tayvan, Vietnam, Tayland, Filipinler, Sri Lanka, Malezya, Hawai, İsrail, Güney Çin ve Kuzey Avustralya'da yetiştirilen, Türkiye'de ise yeni yeni sadece Mersin'de ve çok sınırlı sayıda yetiştirilen, adedi de 20 TL'yi bulan "Ejder meyvesi"nden, yine ana vatanı Meksika ve Guatemala olan Ciha tohumu eşliğinde, "smoothie" (Ulusal Meksika Detoks Günü kutlanan çünkü)...

Ağırlıklı olarak Çin, Hindistan, Vietnam, Filipinler, İsrail, Teksas, Florida ve Kaliforniya'da yetiştirilen, Türkiye'de ise sadece Mersin'de ve çok sınırlı miktarda yetiştirilen "Liçi meyvesi" eşliğinde "Efuli"...

(Derler ki, Atatürk de bu egzotik karışımdan bir "shot" aldıktan sonra vermiş "Ordular ilk hedefimiz Akdeniz" emrini!!!)

Yerli ve millî olmadığı adından belli- "Starex meyvesi eşliğinde Aloevera" (Parisli dermatologlar onur konuğuysa demek)...

Ve...

- Orman Meyveli Special, Bahçe Naneli Limonata, Taze Sıkılmış Portakal, Taze Sıkılmış Greyfurt, Taze Sıkılmış Havuç, Taze Sıkılmış Elma ile...
- Pataşur içerisinde Çerkez Tavuğu,
- Atlantik ve Pasifik Okyanusları'nda bulunan Somonlu, Japon mutfağının vazgeçilmezlerinden "Suşi"... (Hemen burun kıvırmayın, Fahrettin Paşa, somonlu suşisini yemeden zinhar adım atmazmış cepheye...)
- Tartalet içerisinde Antakya usulü Humus,
- Susamlı Levrek Simidi,
Ve... (Allah'tan insafa gelmişler de);
-  Aydın usulü kuzu çöp şiş, ikram edilmiş.

                                                                         ***

Bu menünün konsepti, -ağam bizimle eğleniyi zahir- "milletin evinden ikram"mış!

                                                                         ***
Emine Hanım "kendi evinde" komşularına gün daveti verirken yahut kendi aralarında torun tombalak toplandıklarında istediği menüyü hazırlayabilir.
Yahut...
Tayyip Bey "kendi evinde" eşe dosta "ziyafet" çekerken, cebinin el verdiği ne varsa; beyaz trüf mantarından, Beluga havyarına, Chocopolige'den Kopi Luwak kahvesine "sofrasını" dileği  "lüks gıda"yla donatabilir...
Löp löp et, pıt pıt yağ olsun, yarasın, gözümüz yok.
Ama "milletin evi"nde...
Üstelik de ev sahipliğini "Başkomutan" sıfatıyla yaptığı, "30 Ağustos" gibi özel kimliğe sahip bir günde...
186 bin Türk askerinin, 195 bin Yunan askerine karşı...
Yunanın 3 bin 152 hafif makinelisine karşı 2 bin 25 hafif makineli tüfekle...
Yunanın 1002 ağır makinelisine karşı, 839 ağır makineli tüfekle...
Yunanın 344 topuna karşı 323 top...
50 uçağına karşı 10 uçak...
3 bin 828 motorlu aracına karşı 208 motorlu araçla...
Ve bu kadarını da ancak ve ancak "ülkenin bütün kaynaklarının emrine verilmesi, halkın varını yoğunu ortaya koyması sonucu sağlayabilmiş" şekilde...
Yani;
Yokluk, yoksulluk, imkânsızlık, darlık şartlarında...
Bir tas sıcak çorbayı ziyafet sayanların kazandığı zaferin yıldönümünü, bir tas sıcak çorbayı hakir gören bir yaklaşımla -niyet bu değilse bile yarattığı algı böyle- anmak nedir bilemiyorum ama ne olmadığı belli;
O zafere saygı alameti değildir...
Minnet göstergesi değildir...
Gurur ifadesi değildir...
                                                                        ***
Onu da geçtim...
Şu kriz günlerinde millet evine patates, soğan, yumurta götürmekte zorlanır haldeyken, "milletin evinden ikram" başlığı altında milletin sofrasına ayda bir bile koyamadığı, geleneğinde olmadığından zaten koymayı da aklına bile getirmediği bir menünün servisi, bu ülkenin açlık sınırındaki milyonlarına tek kelimeyle hakarettir;
Ayıp.
Gazetecilere "sürpriz" diye ikram eden ilgilinin övünmesi değil utanması gerekir!

Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU / YENİÇAĞ

3 Eylül 2018 Pazartesi

Elektrik ve doğalgaza her ay zam - ÖZGÜR GÜRBÜZ

Elektrik fiyatlarına 1 Ağustos’ta yapılan zammın üzerinden bir ay geçtikten sonra bir zam daha geldi. Konutlarda elektrik fiyatları bu ay da yüzde 9 oranında artırılırken, son zamdan sanayici de yüzde 14’lük artışla payını aldı. Doğalgaz zammı da bir önceki ay olduğu gibi yüzde 9 oldu. Elektrik Mühendisleri Odası, “Türk tipi başkanlık sistemiyle” üç ayda bir yapılan gözden geçirme yerine her ay zam düzenine geçildiğine dikkat çekiyor. Anlaşılan padişah sevgisi gıda ve ulaşımdan sonra bir başka önemli ihtiyacı, enerjiyi de erişilmesi zor bir kaynak yapacak.

İşin şakaya gelir yanı yok. Son bir yılda evimizdeki elektrik faturası yüzde 33, sanayi, ticarethane ve tarımsal sulamada ise yüzde 44 zamlandı. Bizler faturaları nasıl ödeyeceğiz diye düşünürken, üretici de enerji maliyetini nasıl karşılayacağını düşünüyor. Doğalgaza bir ay içinde yapılan iki zammı da hesaba kattığımızda, gıdadan giyim ve hizmete her alanda yeni zamların geleceği ortada. Mutfaktaki ateş daha da körüklenecek, herhalde en kötüsü de bu.

Bu zamların arkasındaki nedenlerden biri Türk Lirası’ndaki feci değer kaybı. Türkiye doğalgazı yurt dışından alıyor ve dolarla ödeme yapıyor. Doların artışı işi zorlaştırdı. Zaten yıllardır doğalgazda destekle (sübvansiyon) ayakta duruyorduk, hükümet elektrik üreten santrallara verilen doğalgazda desteğin büyük bir kısmını geri çekti ya da ekonomik kriz yüzünden artık bu yükü taşıyamaz hale geldi. Sanayiciye verilen doğalgazda ise destek şimdilik sürüyor.

İşin seçimleri ilgilendiren bir kısmı da var. Makine Mühendisleri Odası’nın “Elektrik ve Doğal Gaz Fiyatlarına Yapılan Son Zamların Analizi” raporu, Anayasa halk oylamasıyla başlayan ve 24 Haziran seçimiyle biten süre boyunca halkın tepkisini çekmemek için doğalgaz zamlarının nasıl ertelendiğini tek tek açıklıyor. Seçimler bitti, saraylarda oturma garantiye alındı, zamlar da serbest bırakıldı.

Elektrik tarafında yönetim krizinden de bahsetmek mümkün. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) yıllardır ithal doğalgazdan kaçmak için her dereye HES, her ovaya termik santral kurmaya çalışıyor. Bu çabanın bir ölçüde başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Doğalgazın Türkiye elektrik üretimindeki payı 2017’de yüzde 37’e geriledi. Ancak, bir ara yüzde 50’ye yaklaşmış bu oranın azalması AKP’nin iddia ettiği gibi enerjide dışa bağımlılığı azaltmadı. Tasarruf ve enerji verimliliğine büyümeyi etkiler korkusuyla öcü muamelesi yapıldı. Doğalgaz gitti ithal kömür geldi. Enerjide dışa bağımlılık konusunda ithal petrole hiç dokunulmadı. Tersine köprü, havalimanı ve yollarla petrol tüketimi teşvik edildi. Böylece dışa bağımlılık yüzde 75’leri bile görerek rekor kırdı. İthalat yükseldi, dolardaki artış da üzerine tuz biber oldu. Yenilenebilir enerjiden kömüre, petrolden doğalgaza sonuçta tüm alım garantileri, ticaret dolar üzerinden yapılıyor. Tercihler, kilovatsaati 3-4 dolar sente elektrik üreten rüzgar, güneş yerine, 6 sentten elektrik satan kömür olunca fatura daha da kabarıyor. İptal edilmezse nükleer santrala verilen alım garantisinin 12,35 dolar sent olduğunu hatırlatalım. Elektrik zammını asıl o zaman göreceğiz.

Son durum şu. 2018’in ilk sekiz ayında ithal kömür santralları elektrik üretiminin yüzde 20’sini karşıladı, doğalgazla beraber elektriğin yarısı ithal kaynaklardan üretildi. 18 yıl önce Türkiye’de ithal kömürle çalışan bir santral olmadığını hatırlatalım.

Özelleştirme kısmını da atlamayalım. Bugün fon ve vergiler hariç 100 TL’yi bulan bir faturanın 30 TL’si iletim, dağıtım, kayıp ve kaçak bedellerine gidiyor. Dağıtım bölgelerini alan şirketlerin kayıp ve kaçak oranlarını düşürmek için yatırım yapacakları söylenmişti. Türkiye’de kayıp-kaçak oranı Dünya Bankası’nın son verilerine göre yüzde 15. Dünya ortalaması ise yüzde 8. Yedi yıldır bir ilerleme olmadı çünkü bu firmalar ihaleleri almak için dolar üzerinden borçlandılar.

45 milyar doları aşan borçları olduğu söyleniyor. Bırakın yatırım yapmayı, bedellerini bize ödeterek yardım alıyorlar.

Bir başka yazıda devam etmek üzere soralım. 

Bu özelleştirmeler yapılmasa ve devlet dağıtım şirketlerini elinde tutsaydı, tarihinin en kötü ekonomik krizlerinden birini yaşayan Türkiye’de, kâr derdi olmayacağı için vatandaşa şu son zammı yapmadan elektrik satamaz mıydı?

Özgür Gürbüz / BİRGÜN

Türkiye’de AKP, Almanya’da AfD? - OSMAN ÇUTSAY

Avrupa’da geçen yüzyılın ilk yarısında, faşist partiler, diğer sağ partileri kullanarak ve sosyal demokrasinin işçi sınıfı hareketini paramparça eden yardımlarından yararlanarak, kendi program ve örgütlülüklerini başat hareket haline getirmişti. Hitler ve Mussolini, en tipik örnekler; malûm.

Şimdi “çağcıl” bir faşist hareket olduğu söylenebilecek AfD (“Almanya için Alternatif”), programını, ki yerli yoksulları kullanan neoliberal bir acımasızlıktır, uygulanır hale getiriyor. Faşizm, biçim ve yer yer içerik değiştiriyor. Klasik ırkçılığın, tavizsiz etnik abartıların değil, başka bağlılıkların, örneğin refah ekonomisini kıskançlıkla savunmanın, bir din olarak beyinlere kazınan tanımsız bir “beyazlar demokrasisinin” (Batı demokrasisi), emperyalist-kapitalist demokrasiye ve ekonomiye kayıtsız şartsız iman edenlerin partisiyle karşı karşıyayız. 

AKP, Türkiye’de çeşitli kombinasyonlar üzerinden, gizli veya açık ittifaklarla, özellikle de Asker Partisi’ni kullanıp zaman içinde etkisizleştirerek (Çetin Doğan ile Hulusi Akar arasındaki mesafe çok kısaydı çünkü) iktidar oldu; cumhuriyeti kazıdı. 

Tamam, Asker Partisi’nin muadilini, aynen Batı Avrupa’da bulamıyoruz. Buna rağmen soralım: AfD neden Almanya’da iktidar olmasın? Muhtar bile olamaz denilen “reyiz” nerelere geldi, AfD’nin başındakilerin bu başarıyı andıran bir çıkışın eşiğinde olmadığını kim iddia edebilir? Almanya resmen kaynıyor. Bu kaynamada AfD’nin iktidar olması için mutlaka Berlin’deki başbakanlık koltuğunu işgal etmesi gerekmiyor. 

Türkiye’deki AKP iktidarı, büyük bir ekonomik dönüşüm, bir zihniyet devrimi anlamına falan gelmiyordu. Mülk sahipleri, İslamcı ticaret ve “depo” burjuvazisinin artan ağırlığı nedeniyle bir hesaplaşma içindeydi ve sistem, İslamcı zenginlerin iktidar oyununa cevaz veriyordu. Türkiye ölçeğinde ve “oligarşi” çerçevesinde bir iktidar alışverişi yaşandı; bu arada aydınlanmacı ve cumhuriyetçi tüm yükler, Türkiye kapitalizminin yeni elitlerini çok fazla da yormadan, Asker Partisi’nin çeşitli askeri darbelerle açtığı yolda tasfiye edilebildi. Türk ve Kürt zenginlerinin bu konuda ve AKP’nin ekonomik yaklaşımına bir itiraz geliştirdiğine tanık olmadık. Normaldir: Sömürü düzeninde bir değişiklik önermiyordu AKP ve su başlarını yeni tutacak zenginlerin iktidar enstrümanıydı. Eski rejimin zenginlerini hoş tutmayı ve arkalarına almayı başardılar. Laik ve dinci sermayenin gayet iyi anlaştığını, Koç ve Sabancı gruplarının inşaat zenginleriyle al takke ve külah ilişkilerine bakarak rahatça söyleyebiliyoruz. 
Sonuçta, AKP Türkiye’de iktidar oldu. 

Yerel ölçüler içinde benzer çizgilere sahip AfD, neden Türkiye’nin sahibi Almanya’da iktidar olmasın? Bu, birinci soru. 

Eğer programını gerçekleştirebiliyorsa, daha otoriter bir siyasi düzende ve Amerikan liderliğinin de gerilediği koşullarda, bu AfD neden siyasi iktidara bizzat yerleşsin ki? 
Bu da ikinci soru. 

Bu soruları yanıtlamamız gerekmiyor. Ama bu tabloyu çözümlemek zorundayız. 
Yeni sağcılığın, eski parlamenter demokrasi veya temsili demokrasi kurumlarını modifiye ettiğine tanık oluyoruz. Bu müdahale, emperyalist dünya sisteminde bir türlü önüne geçilemeyen ve kronikleşen krize bir “metropol çaresi” kabul edilebilir. 

Türkiye’de dönüşümün, yani siyasi iktidara bizzat el koyarak ve kitle desteğiyle gerçekleştirebilen “İslamofaşist” otoriterliğin emperyalist merkezlerdeki karşılığı (Macaristan ve Orban damgalı) “illiberal demokrasi” olabilir. Bunun için de sistemin yeni otoriter partisinin, özellikle en zenginlerde (Macaristan, Polonya, Bulgaristan gibi görece yoksullardan farklı olarak) eski egemenlerin temsili demokrasi oyununu biraz rötuşa zorlayarak krize çare önereceği anlaşılıyor. 

AKP’nin, metropollerdeki iktidar oyunlarına ışık tuttuğunu ileri sürebiliriz: AfD, bir tür Alman AKP’si gibidir. Doğrudur, ciddi faşizan çizgilere sahiptir, ama eski faşizmlerle de birebir örtüşmemektedir. Yahudi düşmanlığından çok, bir İsrail dostluğundan söz edebiliriz örneğin. Ama, ekonomik gerekçelerle, Arap dünyasını da hoş tutmaları gerektiğini bilen bir yönetim kadrosu var. Avrupa’nın alışılmış temsili demokrasilerini dışarıdan güç uygulayarak, elbette de toplumdaki faşizan duyarlılığı, refah şovenizmini ve yoksul yığınları kullanarak yeniden örgütlemeye çalışıyor. AfD, bunu Avrupa’nın hegemonu ve en zengininde, Almanya’da yapıyor. Kriz koşullarında...

Yılan benzetmesi gerçekten ışık tutucudur: Emperyalist-kapitalist sistem çok sancılı bir gömlek (deri) değiştirme sürecinden geçiyor. Kriz, böyle. Ağır sürprizlere gebe. 
“Almanya’daki AfD, elbette AKP’nin aynısı değil, ama onun izdüşümü izlenimi veriyor” dedik. Acımasız programını, gökten indirmiş değildir; hazır bulmuştur. Bu programda Gerhard Schröder SPD’sinin payı büyüktür. AKP de Türkiye’de Kemal Derviş-Ecevit programını hazır bulmadı mı? 

Yeni aşamada, AfD, acımasız programını yerleşik diğer partilere, onları değiştirerek, değişime zorlayarak, uygulanır hale getirebilir. Azgelişmişlerden, belli bir denetim senaryosu içinde gelişkin işgücü ithal edecek (“beyin göçü”), buna bazı sektörlerdeki acil talep olan ucuz kol gücü de eşlik edecek, ancak teknolojinin gizleri her zaman ihracat manyağı bu metropollerde kalacaktır. Bu işgücü ithalatı, metropollerdeki reel ücretler düzeyini de sürekli baskı altında tutabilecektir. Sonuçta, bu acımasız ekonomik alışverişin insani maliyetlerini metropoller asla üstlenmeyecektir. Kavga da odur aslında. 

Nasıl mı? 
Şöyle: Dünya sisteminin ve üretimin teknolojik anahtarının en zenginlerde kalması gerekiyor. Bu, bağımlı ülkelerde, çok yoğun bir yoksullaşma demektir. İktidar katında ise oligarşik alışverişler artıyor. Ama en gelişkin beyinlerin de metropollere cezbedilmesi sağlanıyor. 

AfD, en zengin metropolün ihracatını tehlikeye atmayacak yerlilik ve millilikte bir atılım gerçekleştirmeye çalışıyor. Öncülleri, fazlasıyla sistemde vardı ve hazırdı. 
Tıpkı AKP gibi. 

Gelmek istediğimiz nokta da bu zaten: Eğer AKP Türkiye’de yerleşmişse, AfD de, doğrudan iktidar olmasa bile, “sistemik” programını diğerlerine dayatarak bir dönüşüm sağlayabilir. Yoksullarda ve zenginlerde saatlerin hep farklı çalıştığını eklemeye gerek yok. 

Türkiye ile Federal Almanya’nın, 1945 sonrasının en acımasız iki antikomünist cephe ülkesinin, iki demokrasinin, böyle bir gerilim hattında koparılmaz ilişkileri var. Biri olmadan diğerini layıkıyla tarif edemiyorsunuz. Türkiye’deki cumhuriyetçi kırıntıları (prelüd sayılabilecek 12 Mart 1971’de az, ama 12 Eylül 1980 ve onun meşru çocuğu 3 Kasım 2002’de çok fazla) yerle bir eden iktidar, Almanya’ya AfD kimliğiyle yansıyabiliyor. 

AfD, bir tür zengin AKP’ciliği mi oluyor? 
Birbirlerine düşman göründüklerine bakılmasın. İslam ve İslamcılığı başdüşman ilan eden AfD zihniyeti, AKP zihniyetinin yakın akrabasıdır ve birlikte işlerini yürütmenin bir yolunu bulmaya çalışacaklardır. Eh, “Akrabanın akrabaya akrep etmez ettiğini” deyişi herhalde boşuna üretilmiş değildir. Sermaye içi ilişkiler, bırakın karşıtlıkları, tutkulu sevgileri bile, her zaman çok acımasızdır. 
Kanlıdır. 

Zengin ve yoksul ekonomilerin gericilikleri, birbirinden farklı olmaya mecburdur. Birbirlerine düşman da görünebilirler ve kitleler nezdinde öyle kabul edilirler. Fakat sermayenin emeğe saldırısı, aydınlanmanın kazınma harekâtı, derinlerdeki bir ortaklığın ürünüdür. 

AKP ile AfD akrabalığının neden ve sonuçları üzerinde düşünmeye mecburuz. Büyük bir krizden geçiyoruz ve bu krizin özgün renklerini işçi sınıfı hareketi için ayrıştırma görevimiz de var. Çöken Türkiye, Almanya’yı nereye çeker? Bakmamız lazım. Sormamız lazım. Anlamamız lazım. 

Osman Çutsay / SOL

Betona tapanların mabedi yapıldı - TAYFUN ATAY

Tatili bitirip döndük, rutin tempomuzu tutarak gazetelere göz gezdirir olduk ki dakika bir-gol bir,Yassıada’nın yeni görüntüsü karşısında dehşete kapıldık!..

Dünkü Hürriyet’te Vahap Munyar marifeti ile verilen haberdeki fotoğraf, sadece ve sadece geçmişten hınç almak ile ne pahasına olursa olsun bugününü kurtarmak arasında sıkışıp kalmış bir dinbaz iktidarın dünyasında “demokrasi” ve “özgürlük” denince ne anlaşıldığının kristal berraklığıyla karşımızda duran bir resmi aslında…

“Özgürlük ve Demokrasi Adası” adını vereceklerini söyledikleri Yassıada’yı betona boğmuşlar!..

Elbette ne yaptıklarının da, bunun karşısında nasıl insanî tepkiler alacaklarının da farkındalar ve bu yüzden tüm bu olup bitenin başındaki karakterlerden Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu’yla TOBB’a bağlı Gümrük ve Turizm İşletmeleri (GTİ) Yönetim Kurulu
Başkanı Arif Parmaksız demişler ki:
“Şu anda inşaat nedeniyle beton yoğun bir görüntü var. Proje tamamlandığında en az 100 adet yetişmiş ağaç dikeceğiz.”

Maşallah size!..
***
Çevre katliamı yapan insanlığın, bozduğu doğal dengeyi “kendi hesabınca” yeniden kurma yolunda ne güzel bir ruhunu kurtarma, vicdanını rahatlatma yöntemidir bu, sormayın gitsin!..

125 odalı otel, 30 civarında betonarme bungalov, 600 kişilik konferans salonu, 1200 kişilik cami, ayrıca müzeler, kafeteryalar, restoranlar…

Ve buna karşılık 100 ağaç öyle mi?!

Siz ancak kendinizi kandırır ve bunun hesabını ne doğaya, ne de o inandığınız (tabii ne kadar içtenlikle inanıyorsunuz, o da tartışılır!) Allah’a verebilirsiniz!..

Ettikleri bir diğer lakırdı da şu: “Aslında adada ağaçtan çok maki vardı. [Böyle olmadığını, adanın eskiden yemyeşil olduğunu söyleyenler de var.] Dikilecek ağaç ve fidanlarla beton yoğun görüntü önemli ölçüde giderilecek.”

İşte bu da “çevrekırım”a (ecocide) hem bahane, hem de ön-ayak olan cahil cesaretinin bir başka nişanesi…

Acaba neden doğa ya da eğer istiyorsanız, önünde secde ettiğiniz Allah, Marmara’nın ortasındaki Yassıada’da ağaç bitirmek yerine maki bitirmiş ve bu bitki örtüsü ile uyarlı bir ekosistem var etmiştir de…
Siz şimdi güneş ışınlarını emecek toprak bırakmamacasına orayı cehenneme döndürecek bir betonlaşmanın yanına adeta çevrecilere “sus payı” nev’inden 100 ağaç dikmekten bahsediyorsunuz?..
Nedeni ortada: TOBB-GTİ tarafından yürütülen 500 milyonluk bir “proje” bu ve “İnşaat Ya Resulullah” şiarıyla hareket eden dinbaz iktidarın hükmünü sürdürebilmesi yolunda bu betonlaşmaya çok ama çok ihtiyaç var. “Yassıada” denince isimleri büyük acı ve hüzünle akla gelen Demokrat Parti maktul ve mazlumları da bu işin “paravan”ı ne yazık ki…
***
Biz böyle düşünüyoruz! AKP’nin bugün yaygın kitlesel desteğinin de, eksilmeyen “rıza üretimi”nin de arkasında inşaat kapitalizmi var. “Reis”in ağzından hiç düşmeyen, “Durmak yok yola devam” sözünün gerçek karşılığı da durmak yok yol yapmaya devam, yani kısacası “inşaata devam”dır.

Ve nasıl tarif ediyordu eski Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce AKP’nin bu “ekonomi-politik” betona-taparlığını birkaç yıl önce, hatırlayalım:
“Beton makinesinin sesi bu ülkede hiç eksik olmasın! Bu beton makinesi böyle pat pat vurdukça Türkiye kalkınıyor. Bu beton pompaları hiç durmasın! Rabbim bu ülkeyi hep böyle kalkındırsın (…) ve o beton pompaları insanlara güzel güzel evler, yollar, otobanlar, havaalanları yapsın. Rabbim, bunu hep nasip etsin!..”

Başka söze hacet var mı?

Yassıada’yı Türk siyasi tarihinde kara bir leke, bir utanç mekânı olmaktan çıkarma bahanesiyle kolları sıvadılar, onu betona-taparlıklarının mabedi yapma yolunda ilerliyorlar.

Hepsi bu.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Eren Erdem yalnızdır! - ERK ACARER

“Ziyaret edilemiyor” ifadeleri gerçeği yansıtmıyor. Tecritteki Erdem; sadece cumaları kısıtlı süre verilen bilgisayarla savunmasını yazıyor. 

25. ve 26. dönem milletvekili ve halen CHP’nin Parti Meclisi (PM) üyesi Eren Erdem, sadece cuma günleri kısıtlı süreliğine verilen bilgisayarla, 19 Eylül’de, İstanbul Çağlayan Adliyesi’nde görülecek davası için savunmasını hazırlıyor. Erdem; 3 ihbar sonucunda başlatılan ve alel acele kabul edilen iddianamede, “FETÖ/PDY”ye yardım gerekçesi ile 22 yıla kadar hapis cezasıyla yargılanıyor.

Hala PM üyesi
Erdemi; 3 gün önce ziyaret eden CHP eski vekili Tur Yıldız Biçer, hem bu görüşmenin çarpıcı detaylarını paylaştı hem de nereden çıktığı belli olmayan “Eren Erdem ziyaret edilemiyor, çünkü izin verilmiyor” algısına yönelik açıklamalarda bulundu. Biçer, “Hukukçu değilim, artık siyasetçi kimliğim de yok, ancak Erdem’i ziyaret etmek istediğime ilişkin dilekçem Adalet Bakanlığı tarafından 2 hafta içinde kabul edildi” dedi.

Biçer; şu ifadeleri kullandı: “Aynı dönemde milletvekilliği yaptık. Erdem; hala partimizin PM üyesi. ‘CHP’nin en yetkili organının bir temsilcisisinin hukuksuz biçimde cezaevinde tutulmasının, daha çok dillendirilmesi ve görünür olması gerekiyor’ diye düşünüyorum. Ancak ne yazık ki durum bu şekilde değil. Eren Erdem’in de düşünceleri bu yönde oldu.”

Bu algı nereden?
Biçer, “Eren Erdem ziyaret edilemiyor” açıklamalarının da gerçeği yansıtmadığına vurgu yaptı: “Ziyaretimden bir gün önce, Parti Meclisi toplanmıştı. Duruşması yaklaşmışken, isminin ön plana çıkarılacağı bir bildiri yayımlanabilir, bir açıklama yapılabilirdi. Önümüzdeki günlerde destek açıklamalarının yapılacağına inanmak istiyorum. Nedense, Eren Erdem ile görüşmenin çok istenmesine rağmen mümkün olmadığına yönelik bir algı oluştu. Hatta mevcut vekillere bile izin verilmediği söyleniyordu. Bu bilginin, tam olarak nereden kaynaklandığını ve yayıldığını bilemiyorum. Ancak bu doğru değil! Benim de bilgim, mevcut milletvekillerinin görüşmelerine bile izin verilmediği yönündeydi. Ancak hem Enis Berberoğlu ile ilgili hem de Eren Erdem ile ilgili görüşme başvurum kabul edildi. Ben ziyaret edebiliyorsam, şüphesiz siyasiler ve hukukçular daha rahat hareket edebilirler.”

"Konuşmaya özlem duyuyorum”
Berberoğlu siyasi bir tavır olarak bir döneme kadar ziyaretçi kabul etmiyor. Fakat eski CHP vekili Eren Erdem ile yine iddiaların tersi ‘kısıtlamasız’, 1 saatlik görüşmede şu noktalar ön plana çıktı: “Moral ve motivasyonu sağlam. Ülke içinden ve ülke dışından avukatı aracılığı ile çok sayıda mesaj alığını ve bunların kendisini ayakta tuttuğunu söyledi. ‘Çabalarıma ve hukukuzluğa inananları arkamda hissediyorum’ dedi. 5 metrekarelik bir hücrede kalıyor. Sıkıntılarını da dile getirdi: “Havalandırmayı 7 adımda bitiriyordum. Gardiyanlar, kapıdaki küçük pencereden yemeğimi veriyor. Gardiyanlardan başka kimseyi görmem mümkün değil. Havalandırmanın yüksek duvarların üzerinden yalnızca gökyüzünü görebiliyordum. Ziyaretçi gelmediği günler yorucu. Bazen 4-5 gün hücreden çıkamıyorum. Hücreden çıkmaya ve biriyle konuşmaya özlem duyuyorum… Bunun adı tecrittir.”

2 saat bilgisayar
Tur Yıldız Biçer; “İşte bu nedenle, vekillerin, vekil olmayanların, avukat ve partiye gönül verenlerin ziyaret için başvuru yapmasına yönelik ağrı yapmak istiyorum” diyerek 19 Eylül’de gerçekleşecek duruşmaya da dikkat çekti: “Sadece cuma günleri 2 saat bilgisayar veriliyormuş, savunmasına yoğunlaşmış durumda. Tecritteki Erdem’i yalnız bırakmamak önemli.”

Hukuki değil siyasi
Dosya okunmadan, içeriğine tam olarak hakim olunmadan aceleyle bir tutukluluk kararı verildiği; alınan kararla dosya içeriği arasındaki, çelişkilerden çok rahatça anlaşılabilir.

Öncesi ve sonrasıyla bu; siyasi bir süreç. Beklentimiz çok basit; Davanın siyasi platformdan hukuki platforma çekilmesini istiyoruz. Erdem; ‘Kaçmak gibi bir niyetim hiç olmadı, çünkü suçsuzum’ diyor. Hayatı boyunca ‘FETÖ’ ile mücadele etti. Şimdi bundan yargılanıyor. Delil de belge de yok. 

Türkiyede kurumsallaşan gizli tanık üstünden şekillenen boş bir dava.”

Erk Acarer / BİRGÜN

Adını koyalım bu bir sorumsuzluk rejimi - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

Bizzat Erdoğan tarafından Kuvayı Milliye’ye benzetilen ÖSO militanlarının TL’ye burun kıvırdığı bir dönemdeyiz. Varın gerisini siz düşünün... Ekonomik krizin etkileri bir bir kendini göstermeye başladı. Okulların açılmasına az bir vakit kala elektrikten akaryakıta kırtasiye malzemesinden beyaz eşyaya zam gelmeyen tek bir ürün yok. Krizden yara almadan çıkmak isteyen ‘yerli ve milli burjuvazi’ kârdan zarar etmemek için fiyatları şişirmekten paketli ürünlerde gramaj düşürmeye kadar her türlü hileyi deniyor.

İktidarın gölgesinde semiren, AKP’li siyasetçilerle boy boy fotoğraf veren patronlar ‘kur farkını fiyatlara yansıtmak zorundayız’ derken iktidarın kendi üstlerine gelmeyeceğini gayet iyi biliyorlar. Stokçuluk ve fiyat şişirmelere karşı yaptırım uygulayacağını söyleyen hükümetin hiçbir inandırıcılığı yok. Telekom fiyaskosu ortadayken, Halkbank’da 3.72’lik kurdan birileri yarım saatte zenginleşmişken, bürokrasi hala sefahat peşindeyken bu sorumsuzluk rejiminde kimi kim durduracak.

Böyle giderse enflasyon ve işsizliğin birlikte arttığı stagflasyon gerçeği 2019’u beklemeyecek. Hammaddesi dolara, avroya bağımlı sektörler halihazırda işçi çıkarıyor, birçoğu da borçlarını çeviremeyecek durumda. 24 Haziran öncesinde KOBİ’lere destek sözü veren hükümet şimdi onların kepenk kapamasını izliyor. Bu kriz 2001’de olduğu gibi öncelikli olarak beyaz yakalıları değil kol gücüyle kazanan emekçileri öğütüyor. İşçi sendikası başkanlığını milletvekilliği için bir basamak olarak görenlerin basiretsizliği yüzünden emekçiler üretimden gelen gücünü de kullanamıyor. Kadro sözü verilip yüzüstü bırakılan binlerce taşeronun hakkını savunan da yok, kur uçmuşken ithal tohuma mahkum edilen çiftçiyi düşünen de...

İktidar bloku ekonomik krizden bir bütün olarak çıkabilecek mi sorusu ise orta yerde duruyor. MHP 2001 krizinden sonra gemiyi ilk terk eden taraftı. Derviş ile zerre kadar anlaşamasalar da erken seçimi birlikte gündeme taşımışlardı. Bahçeli krizin faturasını ödemekten yana değildi ama 2002 seçimlerinde o faturadan kaçamadı. Bugün ise aynı Bahçeli ekonomik altüst oluşa rağmen AKP-MHP ortaklığının yürütülmesinden yana. Çünkü krizin sonuçlarını milliyetçi kitle hareketine dönüştürebileceğini umuyor. Ayrıca yeni rejimin tesis edilme sürecini Saray’ın etrafındaki kliklere teslim etmek istemiyor. Bahçeli’nin AB ile ilişkilerin zahiren yumuşamasını ve pazarlığın kızışmasını kendine tehdit olarak gördüğü de bir sır değil. Bu noktada başını Soylu’nun çektiği ekiple kesişiyorlar.

Yerel seçimler için MHP’nin Erdoğan’a şimdiden açık çek vermesinin iki somut nedeni var. Birincisi yerel seçimlere kadar iktidar blokundaki olası gerilimleri MHP lehine sonuca bağlamak ve böylece devlet içindeki konumunu tahkim etmek. İkincisi ise doğrudan devlet gücüyle Kürt bölgelerinde HDP-DBP çizgisinin belediye kazanmasını engellemek. Bir başka ifadeyle kayyım rejimini süreklileştirmek.

İktidar blokunda kirli hesaplar dönerken Meclis’teki muhalefet süreci yine yanlış okuyor. Muhalefetin tam da AKP’nin istediği yere çekilmesi yani ekonomik krizi bırakıp yerel seçimi konuşmaya başlaması kendi hanesine eksi puan olarak yazılıyor. Saray’daki resepsiyona giden Akşener, seçimleri boykot tartışması yapanlara gitsinler AKP’ye oy versinler diyen Kılıçdaroğlu, hala “millet ittifakının” kaldığını düşünen CHP’liler, Suriye’deki gelişmelere kitlenmiş Kürt siyasi hareketi... hepsi el ele memleketin felakete gidişini izliyorlar.

İçinde debelendiğimiz sorumsuzluk rejimi sadece iktidarın eseri değil. Çorlu’da sebepleri tamamen siyasi olan tren faciasına ‘Aman bu konuda siyaset yapmayalım’ diyen muhalefet oradaki tavrının suç ortaklığı olduğunu fark etmediği için benzer vakalar tekrarlanıyor, insanlar yoksullaşıyor, insanlar ölüyor ama iktidardan hesap sorulmuyor. Man Adası belgeleri kadar önemli değil mi o kaybedilen canlar? İşte buyrun tren faciasında ihmaller zinciri şarbon salgınında da karşımıza çıktı. Masraflı görülen yol bekçilerinin kaldırılmasındaki hata bu sefer veteriner kontrolünden geçmeyen etlerle soframıza kadar geldi. Memleketin et kurumunun ithal ettiği etlerde şarbon çıkmış şimdi de ‘aman bunu politika malzemesi’ yapmayalım mı diyecek muhalefet.

Yitirilen hayatların, kararan yaşamların, mutfağa kadar sokulan endişenin hesabını sormayan muhalefet ekonomik krizin hesabını hiç soramaz.

GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN / BİRGÜN

Not: Berkay Ustabaş 5 Ocak’tan bu yana tutuklu. Berkin Elvan’ın cenazesine katılmak ve milyonların attığı sloganı tekrarlamakla itham ediliyor. Ustabaş’ın duruşması 5 Eylül’de Çağlayan Adliyesi’nde, dostları tüm devrimcileri Ustabaş’a desteğe çağırıyor.

Hoşgörünün hikâyesi - BURAK ABATAY

‘İki İyi Çocuk’ filminin yönetmeni Mehmet Demir Yılmaz: Günümüzde geçen bir hikâye anlattım ama çocukluğumun saflığı ve temizliğiyle anlatmaya çalıştım.

Başrollerini Sarp Levendoğlu, Sevcan Yaşar ve Kazım Karakadıoğlu’nun oynadığı, Antakya’da gerçek bir hikâyeden esinlenerek çekilen ‘İki İyi Çocuk’ filmi geçen hafta vizyona girdi. Mehmet Demir Yılmaz’ın yönetmen koltuğunda oturduğu filmin müziklerini ise Yeni Türkü’nün solisti Derya Köroğlu yaptı. Filmin yönetmeni Yılmaz ile İki İyi Çocuk’u konuştuk.

»Hangi insanların öyküsü anlatılıyor filmde?
Çocukluğumda, toplumdan izole edilmemiş, bizimle aynı okullara giden, aynı sokaklarda birlikte oynadığımız zihinsel engelli kardeşlerimiz vardı. Önceleri tuhaf gelirdi ama zamanla alışırdık. Bizden hiçbir farkları yok gibi gelmeye başlardı. Yaşadığımız mahalle onlara sahip çıkardı ve onlara zarar gelmesini engellerdi. Bizler de çocuk halimizle onlar için yabancılara karşı elimizden geleni yapardık. ‘İki İyi Çocuk’ filmi, bir şehrin maskotu olmuş, kendisini polis zanneden bir zihinsel engelli genç ile ona kol kanat geren ve ona ağabeylik yapan gerçek bir başkomiserin dostluk hikâyesi. Aynı zamanda koca bir şehrin hoşgörüsünün hikâyesi. Tüm iyilerle birlikte, bu film, dışarıya karşı sert, katı görünen, fakat içindeki iyiliği sonradan fark edebilenlerin öyküsünü anlatıyor.

»Çekimler neden Hatay’da?
Hikâye uzun zamandır aklımdaydı. Sadece yazmaya fırsat bulamamıştım. Bu ilk sinema filmim. Reklam ve belgesel alanında yoğun çalışıyorum. O yüzden geç de olsa yazmaya karar verdim ve senarist arkadaşım Sertaç Yaşar ile projeyi kaleme aldık. Antakya’da doğdum ve liseyi orada okudum. Antakya hoşgörü kenti. Çocukluğum da öyleydi. Her geçen gün biraz da Ortadoğu sancısı sebebiyle o değerler kayboluyor. Filmde günümüzde geçen bir hikâye anlattım ama çocukluğumun saflığı ve temizliğiyle anlatmaya çalıştım. Görünümünden ve durumundan esinlendiğim ‘Komiser Murat’ lakaplı zihinsel engelli genç, Antakya’da yaşıyordu. Lise yıllarımda, onu okul önlerinde trafik polisliği yaparken görmüştüm. Bu filmi başka bir yerde çekmem mümkün değildi. Etik değerler ölçüsünde, sadece görünümden esinlendiğimiz için, isimleri de farklı yaptık. Tabii ki çocuğun ailesinden icazet alarak. Karakterlerin hepsi, mekânın onlara kazandırdığı özelliklerle dopdolu olmalıydı. Hatay bunun için biçilmiş kaftandı.

»Oyuncular nasıl seçildi?
Sarp Levendoğlu ile ressam Harun Antakyalı vasıtasıyla tanıştık. Filmdeki Serdar karakteri için Sarp’ı istiyorduk. Hem fiziksel duruşuyla, hem de yerine göre sert, yerine göre duygusal sahneleri çıkarabilecek nitelikte bir oyuncu olması sebebiyle. Senaryoyu okudu ve Serdar rolünü oynamak istediğini söyledi. Gerçekten güzel bir iş çıkardı. Zihinsel engelli genci oynayan Kazım Karakadıoğlu ise bambaşka bir hikâye. Birçok ünlü oyuncudan deneme çekimi aldık. Ama ben bir türlü, birçok sebepten dolayı seçim yapamıyordum. Çünkü Ercan karakteri o kadar önemliydi ki, o karakter inandırıcı olmazsa diğer oyuncular ağızlarıyla kuş bile tutsalar bütün filmi olduğu gibi çöpe atmam gerekebilirdi. Şansım bana yardım etti ve yine bir arkadaşım vasıtasıyla Kazım ile tanıştık. Kazım’ın haberi yoktu süreçten. Otururken yüzüne baktım. Sana bir senaryo göndereceğim, sabah bana odition çalış dedim. Kazım oyunculuk bölümünü yeni bitirmiş hiç bir profesyonel film setinde bulunmamış biriydi. Kendinden çok emin bir şekilde “Tamam” dedi ve ertesi gün muhteşem bir odition verdi. Ercan’ımız ünlü değildi belki ama rolün hakkını verecek bir cast bulmuştum. Sevcan Yaşar, Devrim Özder Akın, Şeyda Terzioğlu, Ankara Sanat Tiyatrosu’nun değerli oyuncuları Mehmet Ulusoy, Hakan Güven, Bülent Yıldıran, Antakyalı yerel oyuncu Mesut Kurt, beni kırmayıp konuk olarak gelen ama hepsi ayrı ayrı filme imzasını atan sevgili Günay Karacaoğlu, Murat Serezli, Hamdi Alkan… Hepsi çok renk kattı. Oyuncu kadromdan gerçekten çok mutluyum.

»Çekimlerdeki ilginç anılar...
Bisiklet tamirhanesinde geçen çok sevdiğim bir sahne var. Sahneye girerken, en fazla 2-3 yaşında tatlı bir kız çocuğunu sete yaklaşırken gördüm. Çocuğu işaret ederek yardımcı yönetmenimin kulağına fısıldadım. Çocuk oyuna girerse kesmemesini, oyuncuları da bu konuda uyarmasını istedim. Kayıt dedik ve sahne başladı. Çocuk hissettiğim gibi kalabalığın arasından sıyrılıp sete girdi. Kendi boyuna uygun pembe bir çocuk bisikleti buldu ve yaşlı bisiklet tamircisini oynayan oyuncuma, “Dede bunu sürebilir miyim?” dedi. Oyuncum bozmadı. “Tabi” dedi ve sahne sürdü. Çocuk tıngır mıngır bisikletle ilerleyerek kareden uzaklaştı. İnanılmaz doğal ve güzel oldu. O yaşta bir çocuğa oyunculuk yaptıramazsınız ama şansınıza güvenirseniz bazen bambaşka şeyler olabilir.

»Müzikleri sanatçı Derya Köroğlu yaptı. Nasıl gelişti?
Yeni Türkü keyifle dinlediğim bir grup. Şarkılarını ezbere bilirim. Senaryo çıktıktan sonra “Derya Köroğlu yapsa” müzikleri dedim. Çok istedim. Ortak tanıdık bulup kendisine ulaştım. Vakti olmadığını ve film müziğiyle ilgilenmediğini söyledi. En azından senaryoyu okuması konusunda ısrar ettim. “Peki” dedi ve senaryoyu yolladım. Ertesi gün, “Bu işin içerisinde olmak istiyorum” dedi. Senaryoyu beğenmişti. Gerçekten çok onore olduğum zamanlardan biridir. Filmi defalarca izledi ve filmin ruhunu okudu. Harika müzikler ve filme özel şarkı yaptı. Uzun zaman sonra, film müziği yapmak Derya Abi’ye de iyi geldi.

»Film bitince yazarken hayal ettiğiniz gibi oldu mu?
Kolay değildi. Hava Antakya’da sıcaktı. Ekip de zaman zaman zorlandı. Şunu anladım. Tecrübeli ve ne yapmak istediğinizi iyi anlayan oyuncuyla çalışmak çok değerli. Yönetmeni çok rahatlatan bir unsur bu. Oyuncu öyle bir şey sunuyor ki size; işte bu diyorsun. Hayal etmediğin ama istediğin şeyi sunabiliyor sana. Yazarken hayal ettiğim filme, kafamdaki imajlara çok yaklaştım. Hatay’ın hemen her ilçesinde çekim yaptık. Herkes yardımcı oldu. Bütün Hatay halkına çok teşekkür ederim.

»Bundan sonra planınız nedir? Yeni bir proje var mı?
Sinema sektörünün herhangi bir departmanında çalışan herkesin kafasında, her zaman bir proje vardır. O heyecan sizi ayakta tutar. Benim de ikinci film için düşündüğüm, beni heyecanlandıran bir projem var elbette. İyi bir aksiyon gerilim hayal ediyorum. Yazmak ve hayata geçirmek istiyorum. Sabırsızlanıyorum.

BURAK ABATAY / BİRGÜN