Türkiye’nin krize sürüklenmesi, Batı basınında, internet sitelerinde gündemde kaldı; değerlendirmeler yapıldı. Bir bölümünü ben de izledim.
Emperyalist sistemin merkezinde Türkiye’nin kriz ortamına bakışlardan üç örneği, okurlarımla paylaşmak istedim: İngiliz ve Amerikan emperyalizminin perspektiflerini yansıtan iki katkı ve “finans kapitalin ayak takımı”ndan bir örnek…
”Nasıl değerlendiriyorlar?
Ne öneriyorlar?
Farklılıklar var mı?
Chatham House’tan Bir Bakış
Nisan 2018’de Uluslararası İlişkiler Kraliyet Enstitüsü’nün (diğer adıyla Chatham House’ın) başkanlığına getirilen Jim O’Neill ile başlayalım. Bu zat, Goldman Sachs’ın yönetiminden aktif siyasete geçmiş; Cameron ve May hükümetlerinde görev almıştır.
Chatham House ise, emperyalist sistemin “ortak akıl” oluşturma süreçleri içinde yer alır; büyük etkisi, prestiji vardır; 2017’nin düşünce kuruluşu unvanına sahiptir. Her yıl, uluslararası ilişkilere önemli katkı yapan bir kişi Chatham House Ödülü’ne layık görülür. 2010 Ödülü de Abdullah Gül’e verilmişti.
Jim O’Neill, 14 Ağustos tarihli Project Syndicate’te “Yükselen Piyasalarda Saatli Bomba: Türkiye” başlıklı bir makale yayımladı. Yazarın ve kurumunun kimlikleri dikkate alınırsa, İngiliz emperyalizminin gözlükleri ile Türkiye krizine bir bakılmaktadır.
O’Neill, yazıya, ilginç bir tespitle başlıyor: “Batılı siyasetçilerin çoğu, Türkiye’nin başına gelenlerden hoşnuttur; onlara göre krizin yarattığı fırsat israf edilmemelidir.”
Nedir bu fırsat? O’Neill’e göre, “popülist iktisat politikalarının sürdürülemeyeceğini algılayamayan, ABD ile ihtilafı tırmandıran, dik başlı bir lideri (Erdoğan’ı) hizaya getirme” fırsatıdır.
Chatham House Başkanı açıklıyor ki, Türkiye Batılı yatırımcılara aşırı bağımlı hale gelmiştir; âcil dış finansman gereksinimi içindedir. Batı-dışı seçenekler (Rusya, Katar ve Çin) bu derde deva olabilecek olanaklar, özellikler taşımamaktadır.
Bu kısıtlar, O’Neill’e göre, “Türkiye’nin ekonomik kurtuluşunun geleneksel müttefiklere, ABD ve AB’ye (özellikle Fransa ve Almanya’ya) bağlı olduğunu göstermektedir. Erdoğan, sonunda, son yıllardaki çatışmacı politikalarını terk etmek zorunda kalacak; Türkiye daha geleneksel bir para politikasına ve maliye politikalarında yeni bir çerçeveye dönecektir.”
Bu öngörüler gerçekleşirse ne olur?
Bu soruyu, O’Neill Goldman-Sachs deneyimlerinden esinlenen “sıcak paracı refleks” ile yanıtlıyor: “Zamanında TL’ye para bağlama fırsatını kaçıran yatırımcılar hayıflanacaklardır.”
Doların 7 TL’ye ulaştığı günlerde bizzat O’Neill’in bu fırsatı kullandığını, mesela Borsa İstanbul’da alım yaptığını varsayabiliriz.
“Geleneksel para ve kemer sıkmacı maliye politikalarına dönüş” ekonomiyi bunalıma sürükleyecek; “krizin yükünü Türkiye halkı üstlenecektir”; ama, önemli olan, piyasa baskılarının ve siyasî gerçeklerin Erdoğan’ı hizaya getirmesidir.
Farklı Bir Bakış: Council of Foreign Relations
Council of Foreign Relations (CFR), yüz yıla yaklaşan geçmişi ile ABD’de dış politika doktrinlerinin oluşmasında önemli, bazen belirleyici olmuştur. CFR Başkanı Richard Haass, “Batı Türkiye Gerçeği ile Yüzleşmelidir” başlıklı makalesinde de (Project Syndicate, 15 Ağustos) Türkiye krizinin Batı’ya bir fırsat sunduğu görüşündedir. Chatham House’tan farklı olarak, Erdoğan’a karşı Batı çatışmacı bir çizgi izlenmeli ve Türkiye böylece hizaya getirilmelidir.
Haass’a göre Türkiye ile Batı’nın geçmiş ilişkileri iki ilke üzerine dayanmaktaydı; Erdoğan, son yıllarda ikisini de geçerli olmaktan çıkarmıştır.
Birincisi, Batı’nın liberal demokrasi ilkesidir. Türkiye, bugün, ne liberaldir; ne de bir demokrasidir.
İkinci ilke ise dış siyasette Batı ile uyum ilkesidir. Son yıllarda Türkiye, “Suriye’de cihatçı grupları desteklemiş; ABD destekli Suriye Kürtleri ile çatışmış; İran’a yaklaşmış; Rusya’dan S-400 füzeler almayı kararlaştırmıştır.”
Haass vurguluyor ki soğuk savaş yıllarındaki ABD-Türkiye gerilimleri, iki ülkeyi birleştiren Sovyet-karşıtlığı sayesinde kolaylıkla geçiştirilmişti. Bugün ise Erdoğan, “yeni dostlar ve ittifaklar” aramakta olduğunu açıkça belirtmiştir. NATO kurallarına göre “boşanmak” imkânsızdır; ama, Batı “yeni ittifaklar arayan bu Türkiye” ile ilişkilerini yeniden düzenlemelidir.
Haass’a göre, “ABD ve Batı Türkiye’ye karşı iki boyutlu bir yaklaşım içinde olmalıdır.”
İlk olarak çatışmacı yaklaşım: “İncirlik üssüne gereksinim azaltılmalı, Türkiye’de nükleer silahların varlığı yeniden değerlendirilmeli, F-35’lerin verilmesi önlenmeli; ABD’nin Kürtlere desteği sürdürülmeli; Gülen Türkiye’ye verilmemelidir.”
“İkinci olarak, ABD ve Avrupa, Erdoğan döneminin son bulmasını beklemelidir. O zaman, Türkiye’nin yeni liderlerine bir büyük pazarlık içinde yaklaşılmalıdır. Buna göre Türkiye’ye Batı desteği, önce liberal demokrasinin; dış politikada ise terörle savaş ve Rusya’nın nüfuzunu daraltma öncelikleri karşılığında sağlanacaktır.”
Kıdemli diplomat ve CFR Başkanı Haass, ABD Dışişleri Bakanlığı (State Department) ana akımından kopuk olamaz. O zaman, “Erdoğan sindirilmeli veya alternatifi beklenmeli…” ABD resmî senaryolarından biri olmaktadır.
“Suriye’de cihatçı grupların desteklenmesi” bir suç ise, Türkiye, ABD tarafından açıkça ve aktif olarak “bu suça teşvik edilmiştir” ve CFR Başkanı bu olguyu göz ardı etmektedir. “Erdoğan döneminin son bulmasını bekleyen Batı” ifadesi de, bir ABD müdahalesi çağrısı olarak yorumlanacaktır; Türkiye’de bir ABD müdahalesi çağrısı olarak yorumlanacaktır; belki de ima edilmektedir.
“Liberal demokrasi ilkesi”nin ABD’nin uluslararası ilişkilerinde belirleyici olduğu iddiası ise, elbette ciddiye alınamaz.
Finans Kapitalin “Ayak Takımı”
Amerikalı bir iktisatçı (Barry Eichengreen), Trump’ın FED’e, Erdoğan’ın da TCMB’ye saldırılarına kızmış ve “Yatırımcılar Erdoğan’ı ve Trump’ı Hizaya Getirecekler” başlıklı bir yazı yayımlamış (Financial Times, 19 Ağustos).
Yazı önemli değil; ekonominin yönetiminde teknokratların (merkez bankalarının) siyasetçilere üstünlüğünü savunuyor; tipik (ve özünde anti-demokratik) neoliberal saplantıyı yansıtıyor.
Ancak, başlıkta yer alan “sapkın siyasetçilerin, yatırımcılar (veya piyasalar) tarafından hizaya getirilmesi”, Türkiye krizine İngiliz emperyalizminin iktisatçı gözlükleri ile bakan O’Neill’in beklentisi ile aynıdır.
CFR Başkanı Haass ise, ABD diplomasisinin neo-con renkler taşıyan güce dayalı, çatışmacı akımının ağır basacağı beklentisini temsil ediyor.
Türkiye, O’Neill öngörüsü doğrultusunda adım atmaya yönelmiş olabilir. Bir belirti var: Albayrak’ın Eylül başında Londra’da “15 trilyon dolarlık varlık yöneten finans kuruluşlarının yetkilileri ile yaptığı birebir görüşmeler”…
Bunlar, Cumhurbaşkanı’nın “faiz lobisi” diye lanetlediği finans kapitalin temsilcileridir. Görüşmeler sonrasında açıklama yapılmadı. Ancak, “Albayrak’ın bütün yatırımcıları dikkatle dinlediği; gerekenleri hızla kavradığı” haberleştirildi; “kayın pederini faiz kararında de ikna ettiği” yorumu da çıktı (Financial Times, 14 Eylül).
Tabii, “faizlerde ikna”, Haass’ın vurguladığı dış politika alanını kapsamaz; o alanda “piyasalar” fazla etkili değildir.
Yatırımcıların ne istediğine gelince, Londra toplantısına katılan finansal kuruluşların yöneticileri susuyor. Ama bunların günlük alış-satışlarını sürdüren, işlemlerden komisyon alan, sürekli patron değiştiren bir “ayak takımı” da var.
Bunlardan biri, (Blue Bay şirketinin “yükselen piyasalar stratejisti” Timothy Ash) kendine göre bir “Türkiye uzmanı”; Türkiye’den epey komisyon kazandığı anlaşılıyor. Bu zat, Türkiye’nin “doğru politika seçeneği”ni şöyle ifade ediyor: “Döviz kuru ayarlaması değer yaratıcı bir düzeye gelmeli; nominal ve reel getiriler de taşıyıcıları daha fazla korumalı…” (Financial Times, 7 Eylül)
Bu ifadenin karışıklığı, spekülatif finans kapitalin özel terminolojisinden kaynaklanıyor. “Taşıyıcı” ifadesi, bu dilde (“taşıma suyla spekülasyon” anlamına gelen) “carry trade” aktörleriyle ilgilidir. Örneğin Japonya’da çok düşük “yen” faizleri ile borçlanan; bu parayı iyice ucuzladığı anda TL’ye çevirip TC Hazine bonolarına para yatıran hanımefendiler…
Timothy Ash istiyor ki, dolar veya yen yeterince pahalılaşsın; TCMB de faizleri iyice yukarı çeksin; “taşıma su yatırımcıları”nın getirileri de böylece güvenceye alınsın. Örnek: 12 Eylül 2018’de dolar kuru 6,39 TL. O gün dolar (veya “yen”) liraya çevrilsin. Ertesi gün TCMB politika faizi %24’e çıkarıldı. Bu faiz oranı (hatta fazlası) 13 Eylül’den hemen sonra TL’li tahvil, mevduat getirilerine taşınacak; Timothy Ash’in beklentisi gerçekleşecek; Japon yatırımcı (şimdilik) ihya olacaktır.
Tabii arkası da gelmeli: Enflasyonun aşağı çekilmesi için, kayınpeder, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik harcamalarında kemer sıkmayı onaylayacak; ama yetmez; mega yatırımları iptal eden malî disiplini de sineye çekmeli…
Ortak sonuç, finansal krizi frenleme uğruna Türkiye’nin, ağır bir ekonomik bunalıma savrulmasıdır. Bunalımın ağır yükünü de toplumumuzun emeğiyle geçinen milyonları üstlenecektir.
Korkut Boratav / SOL