21 Eylül 2018 Cuma

Dışarıdan Türkiye’ye Bakışlar - KORKUT BORATAV

Türkiye’nin krize sürüklenmesi, Batı basınında, internet sitelerinde gündemde kaldı; değerlendirmeler yapıldı. Bir bölümünü ben de izledim.

Emperyalist sistemin merkezinde Türkiye’nin kriz ortamına bakışlardan üç örneği, okurlarımla paylaşmak istedim: İngiliz ve Amerikan emperyalizminin perspektiflerini yansıtan iki katkı ve “finans kapitalin ayak takımı”ndan bir örnek…

”Nasıl değerlendiriyorlar? 
Ne öneriyorlar? 
Farklılıklar var mı? 

Chatham House’tan Bir Bakış
Nisan 2018’de Uluslararası İlişkiler Kraliyet Enstitüsü’nün (diğer adıyla  Chatham House’ın) başkanlığına getirilen Jim O’Neill ile başlayalım. Bu zat, Goldman Sachs’ın yönetiminden aktif siyasete geçmiş; Cameron ve May hükümetlerinde görev almıştır. 

Chatham House ise, emperyalist sistemin “ortak akıl” oluşturma süreçleri içinde yer alır; büyük etkisi, prestiji vardır; 2017’nin düşünce kuruluşu unvanına sahiptir. Her yıl, uluslararası ilişkilere önemli katkı yapan bir kişi Chatham House Ödülü’ne layık görülür. 2010 Ödülü de Abdullah Gül’e verilmişti. 

Jim O’Neill, 14 Ağustos tarihli Project Syndicate’te “Yükselen Piyasalarda Saatli Bomba: Türkiye” başlıklı bir makale yayımladı. Yazarın ve kurumunun kimlikleri dikkate alınırsa, İngiliz emperyalizminin gözlükleri ile  Türkiye krizine bir bakılmaktadır.

O’Neill, yazıya, ilginç bir tespitle başlıyor: “Batılı siyasetçilerin çoğu, Türkiye’nin başına gelenlerden hoşnuttur; onlara göre krizin yarattığı  fırsat israf edilmemelidir.” 
Nedir bu fırsat? O’Neill’e göre, “popülist iktisat politikalarının sürdürülemeyeceğini algılayamayan, ABD ile ihtilafı tırmandıran, dik başlı bir lideri (Erdoğan’ı) hizaya getirme” fırsatıdır. 

Chatham House Başkanı  açıklıyor ki, Türkiye Batılı yatırımcılara aşırı bağımlı hale gelmiştir; âcil dış finansman gereksinimi içindedir. Batı-dışı seçenekler (Rusya, Katar ve Çin) bu derde deva olabilecek olanaklar, özellikler taşımamaktadır. 

Bu kısıtlar, O’Neill’e göre, “Türkiye’nin ekonomik kurtuluşunun geleneksel müttefiklere, ABD ve AB’ye (özellikle Fransa ve Almanya’ya) bağlı olduğunu göstermektedir. Erdoğan, sonunda,  son yıllardaki çatışmacı politikalarını terk etmek zorunda kalacak; Türkiye daha geleneksel bir para politikasına ve maliye politikalarında yeni bir çerçeveye dönecektir.”

Bu öngörüler gerçekleşirse ne olur? 

Bu soruyu, O’Neill Goldman-Sachs deneyimlerinden esinlenen “sıcak paracı refleks” ile yanıtlıyor: “Zamanında TL’ye para bağlama fırsatını kaçıran yatırımcılar hayıflanacaklardır.”  

Doların 7 TL’ye ulaştığı günlerde bizzat O’Neill’in bu fırsatı kullandığını, mesela Borsa İstanbul’da alım yaptığını varsayabiliriz. 

“Geleneksel para ve kemer sıkmacı maliye politikalarına dönüş” ekonomiyi bunalıma sürükleyecek; “krizin yükünü Türkiye halkı üstlenecektir”; ama, önemli olan, piyasa baskılarının ve siyasî  gerçeklerin Erdoğan’ı hizaya getirmesidir. 

Farklı Bir Bakış: Council of Foreign Relations  
Council of Foreign Relations  (CFR), yüz yıla yaklaşan geçmişi ile ABD’de  dış politika doktrinlerinin oluşmasında önemli, bazen belirleyici olmuştur. CFR Başkanı Richard Haass, “Batı Türkiye Gerçeği ile Yüzleşmelidir” başlıklı makalesinde de (Project Syndicate, 15 Ağustos) Türkiye krizinin Batı’ya bir fırsat sunduğu görüşündedir. Chatham House’tan farklı olarak, Erdoğan’a karşı Batı çatışmacı bir çizgi izlenmeli ve Türkiye böylece hizaya getirilmelidir.  
  
Haass’a göre Türkiye ile Batı’nın geçmiş ilişkileri iki ilke üzerine dayanmaktaydı; Erdoğan, son yıllarda ikisini de geçerli olmaktan çıkarmıştır.

Birincisi, Batı’nın liberal demokrasi ilkesidir. Türkiye, bugün, ne liberaldir; ne de bir demokrasidir.   

İkinci ilke ise dış siyasette Batı ile uyum ilkesidir. Son yıllarda Türkiye, “Suriye’de cihatçı grupları desteklemiş; ABD destekli Suriye Kürtleri ile çatışmış; İran’a  yaklaşmış; Rusya’dan S-400 füzeler almayı kararlaştırmıştır.” 

Haass vurguluyor ki soğuk savaş yıllarındaki ABD-Türkiye gerilimleri, iki ülkeyi birleştiren Sovyet-karşıtlığı sayesinde kolaylıkla geçiştirilmişti. Bugün ise Erdoğan, “yeni dostlar ve ittifaklar” aramakta olduğunu açıkça belirtmiştir.  NATO kurallarına göre “boşanmak” imkânsızdır; ama, Batı “yeni ittifaklar arayan bu Türkiye” ile ilişkilerini yeniden düzenlemelidir. 

Haass’a göre, “ABD ve Batı Türkiye’ye karşı iki boyutlu bir yaklaşım içinde olmalıdır.
İlk olarak çatışmacı yaklaşım: “İncirlik üssüne gereksinim  azaltılmalı, Türkiye’de nükleer silahların varlığı yeniden değerlendirilmeli, F-35’lerin verilmesi önlenmeli; ABD’nin Kürtlere desteği sürdürülmeli; Gülen Türkiye’ye verilmemelidir.”
“İkinci olarak, ABD ve Avrupa, Erdoğan  döneminin son bulmasını beklemelidir.  O zaman, Türkiye’nin yeni liderlerine bir büyük pazarlık içinde yaklaşılmalıdır. Buna göre Türkiye’ye Batı desteği, önce liberal demokrasinin; dış politikada ise terörle savaş ve Rusya’nın nüfuzunu daraltma öncelikleri karşılığında sağlanacaktır.” 

Kıdemli diplomat ve CFR Başkanı Haass, ABD Dışişleri Bakanlığı (State Department) ana akımından kopuk olamaz. O zaman, “Erdoğan sindirilmeli veya alternatifi beklenmeli…” ABD resmî senaryolarından biri olmaktadır. 

“Suriye’de cihatçı grupların desteklenmesi” bir suç ise, Türkiye, ABD tarafından açıkça ve aktif olarak “bu suça teşvik edilmiştir” ve CFR Başkanı bu olguyu göz ardı etmektedir. “Erdoğan döneminin son bulmasını bekleyen Batı” ifadesi de, bir ABD müdahalesi çağrısı olarak yorumlanacaktır; Türkiye’de bir ABD müdahalesi çağrısı olarak yorumlanacaktır; belki de ima edilmektedir. 

“Liberal demokrasi ilkesi”nin ABD’nin uluslararası ilişkilerinde belirleyici olduğu iddiası ise, elbette ciddiye alınamaz. 

Finans Kapitalin “Ayak Takımı”
Amerikalı bir iktisatçı (Barry Eichengreen),  Trump’ın FED’e, Erdoğan’ın da TCMB’ye saldırılarına kızmış ve “Yatırımcılar Erdoğan’ı ve Trump’ı Hizaya Getirecekler” başlıklı bir yazı yayımlamış (Financial Times, 19 Ağustos).

Yazı önemli değil; ekonominin yönetiminde teknokratların (merkez bankalarının) siyasetçilere üstünlüğünü savunuyor; tipik (ve özünde anti-demokratik) neoliberal saplantıyı yansıtıyor.

Ancak, başlıkta yer alan “sapkın siyasetçilerin,  yatırımcılar (veya piyasalar)  tarafından hizaya getirilmesi”, Türkiye krizine İngiliz emperyalizminin iktisatçı gözlükleri ile bakan O’Neill’in  beklentisi ile aynıdır. 

CFR Başkanı Haass ise, ABD diplomasisinin neo-con renkler taşıyan güce dayalı, çatışmacı akımının ağır basacağı beklentisini temsil ediyor.

Türkiye, O’Neill öngörüsü doğrultusunda adım atmaya yönelmiş olabilir. Bir belirti var: Albayrak’ın Eylül başında  Londra’da “15 trilyon dolarlık varlık yöneten finans kuruluşlarının yetkilileri ile yaptığı birebir görüşmeler”… 

Bunlar, Cumhurbaşkanı’nın “faiz lobisi” diye lanetlediği finans kapitalin temsilcileridir.  Görüşmeler sonrasında açıklama yapılmadı. Ancak, “Albayrak’ın bütün yatırımcıları dikkatle dinlediği; gerekenleri hızla kavradığı” haberleştirildi; “kayın pederini faiz kararında de ikna ettiği” yorumu da çıktı (Financial Times, 14 Eylül).

    Tabii, “faizlerde ikna”, Haass’ın vurguladığı dış politika alanını kapsamaz; o alanda “piyasalar” fazla etkili değildir.

    Yatırımcıların ne istediğine gelince, Londra toplantısına katılan  finansal kuruluşların yöneticileri susuyor. Ama bunların günlük alış-satışlarını sürdüren, işlemlerden komisyon alan, sürekli patron değiştiren bir “ayak takımı” da var. 

Bunlardan biri, (Blue Bay  şirketinin “yükselen piyasalar stratejisti” Timothy Ash) kendine göre bir “Türkiye uzmanı”; Türkiye’den epey komisyon kazandığı anlaşılıyor. Bu zat, Türkiye’nin  “doğru politika seçeneği”ni şöyle ifade ediyor: “Döviz kuru ayarlaması değer yaratıcı bir düzeye gelmeli; nominal ve reel getiriler de taşıyıcıları daha fazla korumalı…”  (Financial Times, 7 Eylül)

    Bu ifadenin karışıklığı, spekülatif finans kapitalin özel terminolojisinden kaynaklanıyor. “Taşıyıcı” ifadesi, bu dilde (“taşıma suyla spekülasyon” anlamına gelen) “carry trade” aktörleriyle ilgilidir. Örneğin Japonya’da çok düşük “yen” faizleri ile borçlanan; bu parayı iyice ucuzladığı anda TL’ye çevirip TC Hazine bonolarına para yatıran hanımefendiler…
    Timothy Ash istiyor ki,  dolar veya yen yeterince pahalılaşsın; TCMB de faizleri iyice yukarı çeksin; “taşıma su yatırımcıları”nın getirileri de böylece güvenceye alınsın. Örnek: 12 Eylül 2018’de dolar kuru 6,39 TL.  O gün dolar  (veya “yen”) liraya çevrilsin. Ertesi gün TCMB politika faizi %24’e çıkarıldı. Bu faiz oranı (hatta fazlası) 13 Eylül’den hemen  sonra TL’li tahvil, mevduat getirilerine taşınacak; Timothy Ash’in beklentisi gerçekleşecek; Japon yatırımcı (şimdilik) ihya olacaktır. 

    Tabii arkası da gelmeli: Enflasyonun aşağı çekilmesi için, kayınpeder, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik harcamalarında kemer sıkmayı onaylayacak; ama yetmez; mega yatırımları iptal eden malî disiplini de sineye çekmeli…  

    Ortak sonuç, finansal krizi frenleme uğruna Türkiye’nin, ağır bir ekonomik bunalıma savrulmasıdır. Bunalımın ağır yükünü de toplumumuzun emeğiyle geçinen milyonları üstlenecektir. 

Korkut Boratav / SOL

Vatan savunması ve liberal alçaklık - KEMAL OKUYAN

“Bizi aldattılar, bize kazık attılar…”
Dünyanın tepesine çökmüş, sayısız işgale, darbeye, siyasi komploya imza atmış ve en önemlisi vatandaşı olan emekçiler dahil milyarlarca insanı dolaylı ya da doğrudan sömürmüş bir emperyalist ülkenin başkanı bunları söylüyor. Evet, ABD Başkanı Trump yeri geldiğinde Çin’e, yeri geldiğinde Almanya’ya, yeri geldiğinde Rusya’ya böyle diyor:

Bizi kullandınız!

Vatanını savunuyor.

Onun vatanında sadece otomobil fabrikatörleri, petrol ve silah baronları, finans patronları, yeni yetme yazılım devleri var. Gerisi çöp. Göçmenler, yoksul siyahlar, beyaz emekçiler Trump için bir ayrıntı bile değil. Sabah akşam çalışacaklar, kendisi türünden yaratıklara oy verecekler, “vatan” çıkarları için ölecekler… 

Ses çıkarana “vatan tehlikede” diyor Trump. “Vatan tehlikede” akan suyu durduran bir laf. Otomobil fabrikatörleri, petrol ve silah baronları, finans patronları, yeni yetme yazılım devleri arasında Trump’ı sevmeyenler de var. Trump’a yükleniyorlar ve çoğu kez istediklerini yaptırıyorlar. İşte onlar sıkıştırdığında da Trump “üstüme gelmeyin, vatan elden gider” diyor.

Korkutucu bir laf “vatan”. “Vatan”ın bir bölümünü yutmuş yağmalamış, para basan kuleler dikmiş, her naneyi yemiş birisine bile “ulan senin küpünün dolması ne zamandan beri vatan meselesi oldu” diyemiyorlar. Diyemiyorlar çünkü hep birlikte çökmüşler vatanlarının üstüne ve başkalarının vatanlarının üstüne. Çökmeyen milyonların ise sesi çıkmıyor, çıkamıyor. “Vatan”ın borusu zenginlerde.
En zengin, en barbar emperyalist ülkede durum bu.

Daha aşağılara gidince bir şey değişmiyor.
Vatanı havuduyla götürenler her yerde “susun, oturun, vatana göz diktiler” demekte. Sömür, vatan savunması olsun. Çal, vatan için. Öldür, vatan sağolsun. Yağmala, önce vatan!
İşsizsin, sesini asla yükseltmeyeceksin, vatan söz konusu.
Yoksulsun, hakkını hiç aramayacaksın, vatan mevzubahisse.
Hakkını ararsan, “generalime söylerim sana bir vatan savunması yapar, şaşarsın”!
Sömürünün hüküm sürdüğü her yerde, her ülkede aynı numara. 

Aslında bu eski numara. Zamanında hemen her yurtseveri, devrimciyi, komünisti “kökü dışarıda” diye suçlamaya kalkarlardı ama pek işe yaramazdı. 

Bilinirdi ve kısa sürede ortaya çıkardı ki vatanını, yurdunu savunanlar, her tür haksızlığa, eşitsizliğe karşı duran yurtseverler, devrimciler, komünistlerdir. Diğerleri için vatan yağmalanacak yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, sömürülecek işçiler, sırtını dayayacak polis ve askerdir.

Ama şimdi ABD’de, Almanya’da, İngiltere’de, Rusya’da, İran’da, Türkiye’de ve işte her yerde, sömürü ve zulme karşı ayağa kalkana bu kadar kolay “uluslararası komplonun ajanı” yaftası vurabiliyorlarsa, oturup düşünmek gerek.

Liberal alçaklığın dünya halklarına yaptığı asıl kötülük işte budur. Kendi zalimine karşı başka zalimlerle saf tutmayı meşrulaştırdılar. Bizde nasıl oldu? Lekelediler; vakıflarla lekelediler, AB güzellemeleriyle lekelediler, Amerikan emperyalizmini şirin göstererek lekelediler, “yurtseverlik de neymiş” diyerek lekelediler.

Solun kafası dikti, alnı açıktı. Bugün “vatan-millet” diyenlerin karşı devrimci enternasyonalinin, dolarlı-marklı ve CIA akıllı davalarının ipliği pazara çıkmıştı. Kozmopolit ve piyasa dalkavuğu bir solculuk türü marifetiyle şimdi önüne gelene “vatan haini” deyip sömürü çarkını döndürüyorsa bu kahpe düzenin sahipleri, yurtseverlere, devrimcilere, komünistlere düşen bir yandan “hadi oradan” demek, bir yandan da demokrasi ve özgürlük aşkı bahanesiyle solun saflarına sokulan truva atlarından kurtulmaktır.

O truva atları ki “batı bizi Erdoğan karşısında yalnız bıraktı” der, bizse “o batı buralardan uzak dursun”!

Kemal Okuyan / SOL

Sistem var mı ki tartışılsın? - İBRAHİM Ö. KABOĞLU

16 Nisan 2017, Anayasa’ya uygunluğu ve meşruluğu tartışmalı halkoylaması.

24 Haziran 2018 çifte seçimi için de anayasallık ve meşruluk sorunu açık.

31 Mart 2019 yerel seçimleri ilk ikisinden ayıran husus, anayasal ve meşru olması.

Kısaca hatırlayalım:

16 Nisan 2017, OHAL ortam ve koşulları Anayasa değişikliğine elverişli olmadığı halde, tarihimizin en köklü Anayasa değişikliği yapıldı.

24 Haziran 2018 çifte seçimleri, çifte Anayasa’ya aykırılık sürecinde kotarıldı. Uyum yasaları yerine KHK kullanıldığı için, siyasal ve anayasal düzenin tasfiyesi, bu yolu açan Anayasa kurallarına bile uyulmadan gerçekleştirildi.

Bu nedenle, halkoylaması ve çifte seçim üzerinde meşruluk ve anayasallık sorunu devam edecek.

Buna karşılık, 31 Mart 2019 seçimleri, -eğer 24 Haziran’da olduğu gibi beklenmedik bir müdahale olmaz ise-, anayasal çerçevede sandığın kurulacağı ilk seçimi olacak son yılların: anayasal, demokratik ve meşru.

Ne var ki, bu kez siyasal rekabet ile ilgisi bulunmayan söylemler yoluyla yerel seçimlere gölge düşürme telaşı pek belirgin.

“Çifte faillerin suçlu arayışı ve hukukun gücü” başlıklı geçen yazımda ele aldığım üzere, siyasal rakipleri “kriminalize edici” söylemler, pek erken başladı.

Bu söylemlerin baş mimarları, 16 Nisan ve 24 Haziran süreçlerini kotaran parti liderleri.

Şimdi her ikisi, başta CHP, HDP ve İYİ Parti’yi, seçmenler gözünde töhmet altına almaya çalışırken, “suçluluğu mahkeme kararı ile kesinleşinceye kadar kimse suçlu sayılamaz” kuralını açıkça ihlal ediyor. Oysa bu kural, “her zaman, her yerde ve herkes için” geçerli. Anayasa’mıza göre, savaş halinde bile (md.15/son).

Olgu şu: Anayasa ihlalini alışkanlık haline getirenler, rakiplerine “yargısız infaz” muamelesini mubah görüyor.

Üç başlılık
Ama gelin görün ki, “Hükümet-sonrası” dönem, çift başlılık yerine, triumvira görüntüsü veriyor:

♦ Cumhurbaşkanı: iktisadı, maliyeyi, uluslararası ilişkileri, eğitimi, hukuku, hatta bilimi bilen kişi. Her şeyi bildiğinden pek emin görünen kişi, sürekli Anayasa’ya aykırı düzenlemelere imza atıyor.

♦ “Başbakan Berat” da denebilir, medyada kendisine “damat” olarak hitap edilen kişiye. Kararlılık mesajı veren, geleceğe dair pembe tablolar çizmeye çalışan, ülkenin içine sürüklendiği derin bunalımı örtbas etme çabasında kusur etmeyen kişi.

♦ Saray sözcüsü ise; anayasal statüsü olmadığı halde, söylem ve eylemleriyle Anayasa-üstü olduğu görüntüsünü veren kişi. Külliye sözcüsü mü, Parti sözcüsü mü, ayırt etmek kolay değil.

Kısaca, “çift başlı yönetim” resmen tarihe karış (tırıl)mış olsa da; Hükümet-sonrası yönetim, “üç başlı yönetim” (triumvira) görünümü veriyor, ama “fiili” tabii ki.

+Fiili çift başlılık
Dahası var: çift başlı yönetim sona erdi derken, Bahçeli’ye de haksızlık etmemek gerekir. “Fiili” olsa da, yönetim üzerinde belirleyici bir etkiye sahip. Eğer milliyetçi değil de, ilahi kanadı temsil ediyor olsaydı İran yönetimine benzetilebilirdi: dini lider Hameney ve seçimle belirlenen Ruhani.

♦ 16 Nisan 2017 Anayasa değişikliği için düğmeye basan O.

- 24 Haziran çifte seçimi için inisyatif sahibi aynı kişi.

♦ Şimdi ise, bir yandan “af” diyerek suçluları hapisten çıkarmaya çalışırken; öte yandan, yasal zeminde seçim yarışması içinde olan siyasal partileri suçlandırma söylemini hiç eksik etmiyor.

İlk ikisinde “başarı” elde eden kişi, üçüncü hamleyi de “sistemin bekası” sloganı ile yapmaya çalışıyor.

Hangi sistem?
“İstanbul, Ankara ve İzmir’in şer ittifakının eline geçmesi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni tartışmaya açabilir” diyen Bahçeli’ye soralım: hangi sistemi?

Sistem, “eşgüdüm içerisinde bulunan kurumlar bütünü” şeklinde tanımlandığı halde, 6771 sayılı Kanunun hedefi, kurumlar eşgüdümünü değil, bütün kurumları bir kişinin güdümüne koymak. Anayasal düzlemde hukuki öngörülebilirlik ve güvenlik ilkelerinin ikinci plana atılması da, güdümlü yapıyı pekiştiriyor.

Ne var ki, sistem olmaktan uzak bir düzenlemeyi yansıtan 6771 sayılı Kanun, uygulamada fiili durumlar ile sakatlandığı gibi, gidiş, tümüyle askıya alınma yönünde.

İçtüzük : Tbmm’ye Son Darbe Mi?
AK Parti tarafından hazırlanan İçtüzük önerisinden sadece bir madde: “Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına sunulan kanun teklifleri, derhal Cumhurbaşkanlığına gönderilir. Cumhurbaşkanlığı 10 gün içinde mütalaasını Başkanlığa bildirir”(m.40).

Yasa yapım süreci konusunda CB’nin anayasal konumu belli:

♦ Bütçe Kanunu Teklifi,

♦ TBMM tarafından oylanan kanunları geri gönderme,

♦ Anayasa’ya aykırı gördüğü kanunlara karşı AYM’ye başvurmak.

6771 sayılı K. ile yasa tasarısı kaldırıldı. Bütçe kanunu teklifi dışında, kanun teklifi adı altında yasama girişimi (inisyatifi) TBMM’ye verildi.

İçtüzük taslağı, bu bakımdan, Anayasa’ya açıkça ve herhangi bir tartışma yapılamayacak şekilde aykırı.

Sonuç olarak;

♦ 6771 hükümleri ışığında kurulan anayasal düzen, sistem olarak adlandırılamaz.

♦ Bu metnin uygulanma şekli, 6771’in bile çerçevesi dışında kaldığı için, olsa olsa “fiili yönetim” olarak adlandırılabilir.

♦ İçtüzük taslağı ise, “TBMM’ye darbe” ve kendilerinin eseri olan 6771 sayılı Kanunu askıya alma iradesini yansıtıyor.

 İBRAHİM Ö. KABOĞLU / BİRGÜN

İkinci el demokrasi ülkesi - NAZIM ALPAN

İkinci el yerine eskiden “elden düşme” denilirdi. Kullanılmış ama atmayıp, satılmış olan her şeyin böylesi bir değer ölçüsü vardı. Şimdi de var. Artık “elden düşme” denilmiyor, “İkinci El Ürün” gibi fiyakalı bir kod adı bulundu.

Özellikle otomotiv sektöründe bu ikinci el pazarları çok meşhur oldu. Satmak ya da almak için değil, sadece otomobilinin pazar değeri hakkında bilgi sahibi olmak için bu alanlara gidip bütün bir tatil gününü harcayan erkeklerden oluşan büyük kitle oluştu.

İkinci el satışları yüksek satış grafikleri oluşturunca otomobil üreten firmalar da bu alana yatırım yapıp, eski araçları satın alarak onarımdan geçirip yeniden hizmete sundular.

Yeni bir döneme girilmişti, ikinci el de baş tacı olmuştu.

Tam olarak 1980 sonrası bu işin çıkış noktasıydı. Yani 12 Eylül dönemi! O yıllarda sadece oto-pazarları ikinci sınıf değildi. Ülkenin yönetimi de benzerlikler gösteriyordu:

Ağır yasakların hüküm sürdüğü “elden düşme demokrasi” rejimi vardı. Parlamento vardı, siyasi partiler de…

Seçimler de yapılıyordu.

Eee, daha ne istiyorsunuz?

Demokrasi!

Ama yoktu!

Ülkenin iki ana siyasi damarını oluşturan CHP ve AP kapalıydı. Onların yerine kurulmuş partiler de seçimlere sokulmamıştı.

Üniformalarını çıkarmış generallerin borusu ötüyordu.

                                                          •••

O günler geçti, geldik bugünlere…

Benzer bir “ikinci el kadersizliği” yine ülkenin üzerinde dolaşıyor.

Çanakkale’nin Çan ilçesindeki Çan-2 Termik Santralında meydana gelen patlamada 6 işçi yaralandı. Çan-2 Termik Santralı Avusturya’da kurulup 15 yıl çalıştırıldıktan sonra “atalım mı, satalım mı?” ikilemi içindeyken Türkiye’ye monte edilivermiş!

Bu hurda santralın durdurulması için açılan dava temyiz aşamasında bulunuyor. Yani dava sonuçlanmadı. Ama hurda santral Çan’a dikildi, kara kömür dumanlarıyla çevreyi cehenneme çevirdi. Afrika vahşi yaşam belgesellerinde sıklıkla görebilirsiniz, sırtlanlar, vahşi köpekler gibi küçük bedenli yırtıcılar kendilerinin dört beş katı büyüklükteki öküz başlı antilopları boynuzlarından korunmak için arka ayaklarından saldırarak devirirler. Antilop yerde yatarken öküz başını sağa sola çevirip arkasına da bakar. Çeneleri çok güçlü vahşi köpekler, avları yaşarken butlarının yarısını bitirmiş olurlar.
Yargı aşamaları tamamlanmamış doğayı talan eden projelerin uygulama aşamasına geçilmesi Afrika vahşi yaşam belgesellerindeki doğal döngüye benzemeye başladı.

Yargının durdurduğu, (doğayı tahrip eden-edecekken) veya iptal ettiği pek çok proje var. Acele neden?

Ülke yeniden geride bıraktığı o ikinci el demokrasi günlerine döndü de ondan!

                                                            •••

İkinci el standartlarının bu denli çok konuşulur olmasının bir başka sebebi de Katar Emiri Şeyh Tamim’in 550 Sterlin değerindeki uçağını Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a “hediye” etmesi oldu.

Tartışmanın eksenin de satışa çıkarılmış uçağın bir anda hediye edilmiş olmasının arkasında neler olduğu yolundaki sorular var. Tabii bir de hediye değil satış olduğunu ileri sürenler bulunuyor. Buna kanıt olarak da bu dev uçağı kullanacak pilot için 8 ay önce THY’nın ilan vermiş olduğunu ileri sürüyorlar.

Oysa tartışılması gereken başka bir şey daha var: Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı’na küçük bir Ortadoğu ülkesinin (Emirlik-Kabile Devleti) eskimiş ve bu yüzden elden çıkartılan uçağının layık görülmüş olmasıdır!

Cumhurbaşkanı başka ülke liderinin kullandığı bir makam otomobiline biniyor mu? Ancak onun kullandığı eski makam otomobilleri başkalarına hediye edilebilir. Mesela Erdoğan Başbakanlığı sırasında eski Mercedes’ini Savcı Zekeriya Öz’e hediye etmişti. Ama nankör çıktı, o başka!

Bütün bu “ikinci el-ikinci sınıf” standartlar içinde pozitif gibi görünen tek şey var:

Yargının bağımsızlığı konusunda Erdoğan’ın verdiği güvence!..

Türkiye Cumhuriyeti devletinin envanterine giren dev uçağı eleştirenler için “Hepsini mahkemelerde süründüreceğim” dedi.

Eğer yargı bağımsız olmasaydı o zaman başka türlü konuşabilirdi:

-Hepsini hapislerde çürüteceğim derdi.

Ama öyle demedi, mahkemeye vereceğim yasalsüreç işleyecek, eğer eleştirmek suç ise onlar da cezalarını alıp kaderlerine razı olurlar, değilse zaten mesele yok.

Bütün bu eski alet edevatın Türkiye’ye gönderiliyor olması o kadar önemli değil. Günü gelir, atarsınız gider! Ama 1. Meşrutiyet’ten bu yana devam eden çağdaşlaşma sürecinin içine girdiği dönem önemli. Uzaktan bakanlar da içinde yaşayanlar da aynı tespiti yapabiliyorlar:

İkinci el demokrasi ülkesi!
                                                           ***

Havaalanı işçileri ve dincilerin merhameti
Üçüncü havaalanı inşaatının insanlık dışı koşullarda sürüyor olmasına tepki gösteren işçiler en sonunda patladılar.
İşçi sınıfı içinde çalışanlar bilirler, örgütlenmesi en zor sektör inşaat alanıdır. Hem işe girişler eş, dost akraba yakınlıklarıyla olur, hem de süresiz bir iş akdi mümkün değildir. Ne kadar büyük bir şantiye olursa olsun, iş biter işçiler de gider. Bir sonraki iş için önceki çalışma süresi önemli referanstır.

Sendikal örgütlenme falan içinde olanlar, asla yeni bir şantiyede iş bulamazlar. Onlar artık “mimli” olmuşlardır!
Üçüncü havaalanı şantiyesindeki insanlık dışı koşullar o boyutlara ulaştı ki, en örgütsüz olan işçiler bile “Artık Yeter” dediler.

Taleplerini biliyorsunuz: Tahtakuruları kanımızı emiyor. Ücretlerimiz düzenli ödenmiyor. İş cinayetleri için önlem alınsın.
Bu kadar insani taleplere karşı ne yapıldı?

Asker-polis ordusu ile işçiler kuşatıldı, gözaltı değil esir alındı, ters kelepçeyle bağlandı. Tıpkı İsrailli askerlerin Filistinli direnişçilere yaptıkları gibi diyeceğim ama değil. Çünkü İsrail askeri inşaat işçisi Filistinlilere dokunmuyor!

Bizim sahte insan hakları savunucusu “Filistincilerimiz” kendi işçilerimize karşı aynen şöyle yazabildiler:

-Bu itler bitlenmişse, üzerlerine biber gazı sıkıp içindeki şeytanı çıkartacaksın! (Akit’ten bir kadın yazar)
Bu işçilerden 24’ü tutuklandı.

Tutuklananlardan biri de Ardahanlı Selami Karabuğa. Babası Vehbi Karabuğa Çarşamba sabahı Artı TV- Gün Başlıyor programına bağlandı:

-Ben AK Parti kurucusuyum, yöneticisiyim, her seçimde AK Parti’ye oy verdim ve oy istedim. Havaalanında iki çocuğum ekmek parası için çalışıyor. Bu yapılanlar reva mı?

Soruyu, vicdanlarını Filistin’e turistik seyahate yollamış sahtekarlar cevaplasın!

Nazım Alpman / BİRGÜN

20 Eylül 2018 Perşembe

Portreler I - Mikhail A. Suslov: Sürekli ikinci adam / SERDAL BAHÇE

Stalin ve Brejnev dönemine muhalifliğiyle bilinen Roy Medvedev ve biyolog kardeşi Zhores Mevdedev’in “The Unknown Stalin” (Bilinmeyen Stalin) kitabı 2005 yılında İngilizce basıldı. Anti-Stalinistlikleriyle mağrur kardeşlerin kitapta ne anlattıkları malum, orası pek de önemli değil. Asıl önemli olan bölüm Zhores’in kaleme aldığı “Stalin’s Secret Hair” (Stalin’in Gizli Halefi) başlıklı bölüm. Onların anlatısına göre Stalin bağımlı bir kadro aracılığıyla hem parti hem de devlet aygıtını kendisine bağımlı hale gelmiştir. 

Medvedevler Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği’ni nerdeyse bir Asyalı sultanlığa dönüştürmektedirler. Neyse burası önemli değil. 1930’ların sonlarında Stalin’in ciddi sağlık sorunları baş gösterir. Savaşın hemen ertesinde, Mart 1945’de ilk ciddi kalp krizini geçir. Her sultanlıkta olduğu gibi SBKP içinde de olası halef sorunu birden ortaya çıkıverir. 1940’ların sonu ve 1950’lerin başında Stalin’in sağlık durumu giderek kötülemiştir; Politbüro giderek daha az toplanır hale gelmiştir (böylece batılı Sovyetolojinin tüm iddialarının aksine bu yıllarda Stalin’in ipleri elinden kaçırdığını anlamaktayız). 

1952’de siyasi görevlerini ve parti işlerini sağlık sorunlarından dolayı iyice aksatan Stalin birden bire 19. Parti Kongresi’ni toplamaya karar verir. 18. Kongre’nin üzerinden 13 yıl geçmiştir ve bu karar lider kadrosunu çok şaşırtır. Stalin halefini işaret edecek ve yeni bir lider kadrosu oluşturacaktır (en azından Zhores bunu iddia etmektedir). 19. Kongre’de Stalin Merkez Komite Prezidyumu için (Politbüro’nun yerini alan organ) 25 kişilik liste açıklar. Listede Molotov, Malenkov, Hruşov, Kaganoviç, Mikoyan, Bulganin, Voroşilov ve Beria gibi eski tüfeklerin yanında 15 yeni isim bulunmaktadır. Yeni isimlerden biri Mikhail Suslov’dur. Eski tüfekler liste karşısında dumura uğradılar. Stalin daha önce yaptıklarının aksine yeni listeyi hiç birine danışmadan hazırlamış gibi görünmektedir. 

Molotov ve Mikoyan savaş zamanlarından beri gözden düşmüş durumdadırlar. Son zamanlarda sık sık görüştüğü, uzun akşam yemekleri için daçasına davet ettiği Malenkov, Beria, Bulganin ya da Hruşov da listeden tamamen bihaberdirler. Ancak biri ona yardım etmiş olmalıdır. Zhores Medvedev nerdeyse Agatha Chrisitie’nin Hercules Poirot’sı gibi almaşıkları tek tek eledikten sonra yardım eden kişi Stalin’den sonra 30 yıl boyunca SBKP’nin ideoloğu pozisyonunda kalacak olan kişi, eski tüfeklerin, Beria’nın, Hruşov’un ve pek çok başka kişinin tasfiyesini de hazırlayacak kişi olmalıdır diye bitiriveriyor. Yani Mikhail Suslov’u işaret ediyor. 

Peki kimdir Mikhail Suslov?

Zhores Medvedev ile kardeşi Roy tüm kitap boyunca histerik ve paranoyak Sovyet liderlik portresi çiziyorlar. Stalin ve sonrası SBKP liderliğinin bir tür cinnetin nedeni ve sonucu olduğunu vurguluyorlar. Özellikle SSCB topraklarında mayalanan anti-sosyalist ve anti-Sovyet yazının ortak teması da bu oluyor (bu arada Solijenitsin’i hatırlayan var mı?). Bu pespaye yazına nazaran emperyalizmin istihbarat örgütlerinin ve onlarla eşgüdümlü çalışan Batılı Sovyetologların bakış açısı daha gerçekçidir. 

Soğuk Savaş başladığında CIA her üst düzey SBKP yetkilisi için özel bir dosya tutmaya başladı Şimdi bunlara internet üzerinden erişilebiliyor. Çok ilginçtir, bu geleneğe Mikhail Suslov ile başlıyor (bir örnek için bkz. https://www.cia.gov/library/readingroom/docs/DOC_0000500564.pdf). Adı geçen CIA raporu Suslov’un Sovyet liderliği içinde ideolojinin muhafızı diye tanımlamaktadır. Suslov Sovyet liderleri içinde Batıya karşı en çok güvensizlik gösteren ve en çok antipati duyandır. Bu nedenle rapor yazıldığında süren detantın ruhuna en aykırı kimsedir; CIA böyle diyor. Sovyetler Birliğinin Doğu Avrupalı halk demokrasileri üzerindeki kontrolünü sürdüren ve tasarlayan kişidir, ayrıca SBKP’nin hem Tito hem de Mao çizgisine karşı mücadelesini örgütleyen kimsedir. 

Hakikaten kimdir Mikhail A. Sulov? 

Öncelikle biz Türkiyeli sosyalistler de dahil dünya sosyalistlerinin SSCB tarihine yönelik eksik ve kıt bilgisinin acı verici ve çarpıcı olduğunu vurgulayalım. Sovyetoloji iki temel kaynaktan beslendi; birincisi emperyalist istihbarat örgütleri ve ona bağlı akademyadır. İkincisi ise emigre veya dönek SSCB veya Doğu Avrupa vatandaşlarının oluşturdukları yazındır. 

Birincisi ile ikincisinin oluşturdukları hat anti-sosyalizmin zehirleyici dinamiklerine maruz kalarak ortaya oldukça çapsız ve anti-bilimsel bir yazın çıkarmıştır. İşin acı tarafı, Sovyet Sosyalizminin ihanet ile çökertilmesinden beri Moskova ve Rusya’daki arşivlerin çok büyük bir bölümü araştırmacıların emrine amadedir. Ancak Sovyetlere olumlu bakan veya bakmayan sosyalistlerin bu değerli hazineye yönelik zerre kadar ilgisi yoktur. Bunun nedeni ne olabilir? Çöküşün yarattığı siyasi ve moral travma olmasın? Sol bir Sovyetoloji yaratmak önümüzdeki en önemli görevlerden biridir. 

Mikhail Suslov hakkında çok az şey biliyoruz. Öncelikle 19.’dan başlayarak 26.’ya kadar tüm Politbüro’ların üyesidir. Pek çok kişi gelmiş ve geçmiş o ise baki kalmıştır. Bu 1953 ile öldüğü tarih 1982’ye kadar SBKP ve SSCB yönetimindeki en güçlü insanlardan bir olduğunu göstermektedir. Merkez Komite Sekreterliğini (SBKP organizasyonu içindeki en önemli organlardan biri) ise 1947 ile 1982 arasında aralıksız sürdürmüştür. 1965 ile 1982 arasında Brejnev’in ardından SBKP ikinci sekreteridir. Merkez Komite içinde özellikle diğer Komünist partilerle ilişkiden ve propagandadan sorumlu olmuştur (Batı Sovyetolojisi onu “partinin ideoloğu” olarak adlandırmıştır. Komik bir tanımlamadır). Tüm bunlara rağmen ortalarda hemen hemen hiç görünmemiştir. Batılı Sovyetologların eserlerinde çoğunlukla birkaç yerde ismi geçer. 

Tüm bu dönem içinde parti içindeki konumu ve etkisi hakkında ancak dolaylı çıkarsamalarda bulunabiliriz. Öncelikle onun etkin olduğu dönemde bir dizi tasfiye yaşanmıştır; o tüm bunları atlatabilmiştir. Bazı Sovyetologlar bu başarıyı hiçbir zaman birinci adam olmayı istememesine bağlarlar. Batı Sovyetolojisinin vargılarına göre 1930’ların ortasından 1940’ların sonuna kadar parti içinde ikinci sekreterlerin, yani Zhdanov ve Malenkov’un arasında geçen ciddi bir çatışma vardır. İlki daha solda ikincisi ise daha sağdadır. Bu mücadele 1948’de birincisinin zamansız ölümü (kimilerine göre öldürülmesi) ile ikincisi lehine sonuçlanmıştır. Zhdanov’un ölümünün ardından Stalin sağlık sorunları ile uğraşırken Malenkov ve ekibi Zdhanov’un kalesi Leningrad parti örgütünü dağıtmıştır. Ancak Zhdanov’un halefi ve onun ekibinden gelen Suslov’a dokunmamıştır. Stalin onu Politbüro’ya almıştır. Stalin, Malenkov da dahil tüm eski tüfekleri etkisizleştirirken Suslov yanındadır. Bu mücadele oldukça cahil olduğu tüm kaynaklarda ifade edilen Nikita Hruşov’un yolunu açmıştır. Hruşov Beria’yı tasfiye ederken Suslov bu kez de onun yanındadır. Meşhur 20. Kongre’de Hruşov Stalin kültüne saldırırken o da katkıda bulunmuştur ancak katkısı daha soğukkanlıdır. Hruşov eski tüfekleri (Malenkov, Mikoyan, Molotov, Kaganoviç ve diğerlerini) partiden tasfiye ederken ona destek olmuştur. 1964’de bu defa Brejnev Hruşov’u tasfiye ederken Suslov Brejnev’e arka çıkmıştır. SSCB tarihinin II. Dünya Savaşı sonrası tüm dönüm noktalarında önemli bir yere sahiptir. Ayrıca sosyalist dünyadaki tüm kopuşlar ve alt üst oluşlarda inisiyatif kullanmıştır. 1956’da Macaristan’daki karşı-devrim denemesine cevaben ortaya çıkan askeri müdahale sürecinde Macaristan’a giden parti komisyonu içindedir. 1968’de Çekoslovakya krizinde Prag’dadır. 1960’lar boyunca Çin Komünist Partisi ile yaşanan ideolojik kavgada Moskova’nın resmi cevaplarının onun elinden çıktığı açıktır. Ancak tüm bu enformasyona rağmen hala sormak zorundayız: Kim bu Mikhail Suslov? 

Ocak 1982’deki ölümünün ardından yapılan resmi törende Brejnev, kendisinden önceki tüm Sovyet liderlerinin davranış normlarına aykırı bir şekilde hüngür hüngür ağlamıştır. Batılı bir Sovyetolog ağlaması normal diye belirttikten sonra eklemiştir “çünkü gerçek kral gitti”. Ölümü ne yazık ki sosyalizmi içerden ve tepeden ihanetle çökerten ekibin önünü açmış gibi görünmektedir. Brejnev onun hemen ardından göçüp gitti. Sonra iktidar iki yıllık Konstantin Çerneneko liderliğini saymaz isek Andropov-Gorbaçov çizgisinin eline geçti. Andropov yine bir batılı kaynağa göre geç gelmiş bir Bukharinist idi, kısacası bir kapitalist retorasyoncu idi. Gorbaçov onun çırağı gibi görünmektedir. 

Sovyet Sosyalizmi en çok yeterince cesur olamadığı için ve cesur insan yetiştiremediği için çöktü. Suslov yeterince cesur olmayan Sovyet insanını temsil etmektedir. Sistemin yer yer geriye doğru gitmesini, ricat etmesini engellediği için saygı duymalıyız ancak ileri atılım için enerji toplamasına izin vermediği için de kızmalıyız. İleri gitmeyen sosyalizm geri çekilmek durumunda kalıyor. Bolşevik Devrimi ve onun yarattığı sistem hala büyük insanlık kavgasında önemli bir uğraktır, Mikhail Suslov ise hala gizemli bir figürdür. 

Sahi kimdir Mikhail Suslov?

Serdal Bahçe / SOL

Medreseler açıldı haberiniz var mı? - KADİR SEV

Dikkatinizi çekti mi bilmem; Diyanet İşleri Başkanı (DİB) son günlerde çok sık “medrese” güzellemesi yapıyor.

Medreselerin bu denli gündeme getirilmesi pek hayra alamet değil.

DİB Başkanı 13 Eylül günü Türkiye Güzel Ezan Okuma Yarışması için Bitlis’e gitti. Polis evinde Kanaat önderleri ve STK temsilcileriyle buluştu ve medreselere şu sözlerle övgüler yağdırdı: “En zor zamanlarda Medreseler ilminin inkıtaya uğramaması için her türlü zorluğa ve sıkıntılara göğüs gerdiler. Özellikle bu bölgelerde Müslümanların çocuklarını, gençlerini aldılar, okuttular. Camiler o vesileyle imamsız, kürsüler vaizsiz, minberler hatipsiz kalmadı.”

Aynı gün, Bitlis Üniversitesi Rektörüne gitti, “bir şehre gelince ilk ziyaret edilmesi gereken yerin üniversite olması icap …(ettiğini)” söyledikten sonra şöyle bir cümle kurdu: “…medrese akademiden, akademi medreseden istifade etsin. Yani bu şekilde daha güzel ilmi faaliyetlere adım atılmış olsun”. Bu arada Rektörün görevini anımsatmayı ihmal etmedi: “Buna üniversite olarak sizler öncülük yapacaksınız.”

Diyanet Başkanının, neden önce üniversiteyi ziyaret etmesi icap ettiğini sonra sorarız. Önce şu medrese işini açıklığa kavuştursak iyi olacak. Bu memlekette medrese yok ki kiminle dayanışacaklar?

Üniversitenin konferans salonuna topladığı bürokratlara ve diyanet işleri memurlarına şu sözlerle seslendi: “Her cami aynı zamanda bir medresedir, bir mekteptir.”

Demek ki varmış!
Toplantıda din görevlilerine, “Sadece camilerde değil, okullarda olacaksınız, çocuklarımızı ziyaret edeceksiniz, öğretmenlerimizi ziyaret edeceksiniz, onlarla hasbihal edeceksiniz…” sözleriyle bir görev de verdi.

Konuşmasından, din adamlarının peygamberin varisi olduğunu öğrendik: “Madem ki Peygamberin varisleriyiz, o zaman Peygamberimiz gibi davranmak zorundayız…Peygamberimizin görevini bizler üsleneceğiz…”

Benzer sözleri 6 Eylül günü Kütahya’da İslami İlimler Fakültesinin açılışında da söyledi: “Dinin mekasıdı ile yükseköğretimin müfredatı arasında güçlü bir ilişki kurulması zorunludur…ilimleri dini/dini olmayan şekilde keskin çizgilerle tasnif …(edemeyiz) hayata bütüncül yaklaşmalıdır.”

Daha çok örnek verilebilir ama burada keselim.

Bu devletin anayasasında “laiktir” yazıyor. Diyanetin yasasında, görevlerini laiklik ilkesine uygun yürütmek zorunda olduğu belirtiliyor. Dahası, kendi hazırladıkları stratejik planlarında, laiklik ilkesine uygun davrandıklarını söylüyorlar.
Laiklik ilkesinden ne anlıyorlar acaba?

MEDRESELER YASAYLA MI YOKSA GENELGEYLE Mİ KAPATILDI?
Bu soruyu çok önemsiyorlar: 3 Mart 1924 günlü, 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) Yasası, Anayasanın 174’ncü maddesiyle “inkılap kanunları” kapsamında korunuyor. Medreseleri yeniden açabilmek için; Yasada medreselerin kapatılmasına ilişkin bir kural olmadığını; Yasayla değil, 8 gün sonra çıkarılan Bakanlığın bir genelgesiyle kapatıldığını kanıtlamaya uğraşıyorlar.

Oysa “kapatılmıştır” yazmasına hiç gerek yok. Yasaya baktığınızda, bütün okulların Maarif Vekâlet’ine devredildiğini; din okullarını açmak/yönetmek görev ve yetkisinin Bakanlığa tanındığını; Bakanlığın örgüt yapısında ise medreselerin olmadığını görüyorsunuz.

Başka kanıt arayan olursa önce niyetleri sorgulanmalı.

Yakın gelecekte medreseler konusunun sıcak gündem maddelerinden biri olacağı anlaşılıyor. O nedenle düzenlemelerine kısaca göz atalım.
Yasa, yürütme ve yürürlük dahil 5 maddeden oluşuyor. Kritik düzenlemeleri şunlar;
  • “Türkiye dahilindeki bütün müessesatı ilmiye ve tedrisiye Maarif Vekaletine merbuttur. (Bağlanmıştır)”
  • “Şer’iye ve Evkaf Vekaleti veya hususi vakıflar tarafından idare olunan bilcümle medrese ve mektepler Maarif Vekaletine devir ve raptedilmiştir.”
  • “Maarif Vekaleti, yüksek diniyat mütehassısları yetiştirilmek üzere Darülfünunda bir ilahiyat fakültesi tesis ve imamet ve hitabet gibi hidematı diniyenin (din hizmetlerinin) ifası vazifesiyle mükellef memurların yetişmesi için de ayrı mektepler küşat edecektir.”
                                                                  ***

Cumhuriyetin kurucusu kadrolar, tarikatlar ile güçlerini tanrıdan aldıkları iddiası taşıyan şeyh, bey, mir gibi yerel otoritelerin egemenliğini kırmadıkça başarılı olamayacaklarının bilincindeydiler.

Aydınlanma mücadelesinde epeyce yol almışlardı…

Yazık oldu. Bugün 90 yıl öncesinin çok gerisindeyiz.

Kadir Sev /SOL

Açlığın sesi mehterin sesini bastırdığında - FATİH YAŞLI

İktidar partisinin siyasal olandan neyi anladığı ve nasıl bir “yönetme teknolojisi”ni kullandığı artık biliniyor. Dost-düşman ikiliğine dayanan, “Ya bizdensin ya onlardan” söylemiyle yürütülen, “biz”den olmayanın anında “bölücü, terörist, vatan haini, darbeci” ilan edildiği, tehdit algısını süreklileştiren, “yedi düvele ve yerli işbirlikçilerine karşı mücadele” iddiası üzerine kurulmuş, kitlelerin bunlar üzerinden teyakkuz halinde tutulduğu ve mobilize edildiği bir teknoloji var karşımızda.


Bu teknolojiye milliyetçiliğin ve dinin pervasızca istismarı eşlik ediyor, fonda sürekli mehter marşının çaldığı, ekranda sürekli Diriliş Ertuğrul’un göründüğü bir siyasal iklimde, “Osmanlı’yı yeniden kurmak”, “yeniden cihan devleti olmak”, “saltanatı ve hilafeti yeniden ilan etmek” kolektif bir sağ fantezi olarak icra ediliyor. Böylece “küçük adamın güç istenci” ve arzuları muazzam bir manipülasyona tabi tutuluyor. Evine ekmek götüremeyen, ay sonunu getiremeyen, tepeden tırnağa borca batmış milyonlar özellikle “liderle özdeşleşme” üzerinden, fantezinin bir parçası oluyor, arzularını çarpıtılmış bir gerçeklik üzerinden tatmin ediyor.

Kuşkusuz bu mehterli fantezi ve arzu üretimi, bu manipülasyon evreni, boşlukta ortaya çıkmıyor. Kitlelerin özellikle borçlanma aracılığıyla tüketim olanaklarının artırılması, örneğin TOKİ aracılığıyla ev sahibi olabilmeleri, binek ya da ticari bir araç alabilmeleri, daha alttakilerin ise yardımlaşma ağları üzerinden başta gıda ve kömür olmak üzere temel ihtiyaçlarının hiç olmazsa belli bir kısmının karşılanması, fantezinin yaşanmasını, arzunun manipülasyonunu güçlendiriyor. Çünkü yönetenler de A Haber izleyerek karın doymayacağını, açlığın gurultusunun mehterin sesini duyulmaz kılacağını biliyor.

Şimdilerde, krizin derinleşmesiyle beraber siyasetteki yönetim teknolojisinin birebir ekonomiye de uyarlandığını, aynı yöntemin devreye sokulduğunu görebiliyoruz. Buna göre ekonomik kriz Türkiye’nin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanmıyor, ortada dış kaynaklı bir ekonomik suikast girişimi, hatta bir ekonomik darbe girişimi var. Kuşkusuz buna bir de “içerideki işbirlikçileri” eklemek gerekiyor ki, o da Merkez Bankası oluyor. Buram buram mizansen kokan bir şekilde “Reis” çıkıp Merkez Bankası’yla kavga ediyor, “Bugüne kadar tutturduğunuz tek bir tahmin var mı” diyor, faiz artırımına karşı olduğunu açıklıyor ve birkaç saat sonra Merkez Bankası faizleri artırıyor. Alın size işbirlikçilik, alın size ihanet!

Tabloya bir de “durumu fırsat bilip yok yere zam yapan” firmalar eklenince tablo tamamlanıyor. Olan bitende iktidarın hiçbir sorumluluğu yok, ekonomik kriz Türkiye’nin büyümesini, güçlenmesini çekemeyen dış güçlerin, onların içerideki işbirlikçilerinin ve bir de fırsatçıların eseri. Demek ki nasıl 17-25’e, nasıl Gezi’ye, nasıl 15 Temmuz’a birlikte direndiysek, ekonomik kriz çıkarmaya çalışanlara karşı da öyle direnmemiz, aynı gemide olduğumuzu unutmamamız, havalimanı işçilerininki gibi provokatif işlere girişmememiz, “Yeter artık” demememiz, her ne olursa olsun Reisimizin ve devletimizin etrafında kenetlenmemiz gerekiyor!

İşte burada bizi ilgilendiren ve esas olarak üzerine düşünmemiz gereken mesele, siyasetteki yönetme teknolojisinin ekonomik krizde de işe yarayıp yaramayacağı ve bunun işe yaramaması için ne yapmamız gerektiği. Yani daha açık bir şekilde ifade edecek olursak, açlığın sesi mehterin sesini duyulmaz ya da tahammül edilmez kılabilir mi, kılması için ve kılması halinde biz ne yapabiliriz?

Kitleler işsizliği, hayat pahalılığını, tüketim olanaklarının giderek daraldığını, sosyal yardımların azalışını gördüklerinde, yani giderek daha da yoksullaştıklarını fark ettiklerinde, mehtere, hamasete sarılmaya devam mı edecekler, yoksa homurdanmaya mı başlayacaklar? Tarihsel deneyim ikisinin de mümkün olduğunu ama krizlerin homurdanma potansiyelini artırdığını gösteriyor. On altı yılın sonunda belki de ilk kez, iktidar partisi ile yoksul kitleler arasındaki bağlantının hasar görmesi, kopması, kısa devre yapması ihtimali bu kadar güçlü. Eğer hamaset boşlukta oluşmuyorsa, bir maddi zemini varsa, mehterin karın doyurmadığının anlaşılmasının maddi, pratik, gözle görülür sonuçları olacak, havalimanı işçileri örneğinde görüldüğü üzere alt sınıfların sesini yükseltme ihtimali artacak.

Öte yandan, insanların maddi durumlarının onların politik bilinçlerini doğrudan belirlemediğini, sol siyasetin tam da bu nedenle var olduğunu bildiğimize göre, “mehterin karın doyurmadığının” kitlelere anlatılması, üstelik bununla da yetinmeyip “Ne yapmalı” sorusunun da yanıtlanması bizler için bir zorunluluk teşkil ediyor. Kriz derinleştikçe açlığın sesi daha fazla duyulacak; iktidar o sesi duyulmaz kılmak için çalışırken, bize ise o sesi yükseltmek, duyulur hale getirmek ve siyasallaştırmak düşecek. Çünkü biliyoruz ki mehterin ve hamasetin sesini ancak açlığın sesinin politize edilmesi bastırabilir.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Duyuyor musunuz? - SELİN SAYEK BÖKE

Tahtakuruları. Eksik ödenen, hatta ödenmeyen haklar. Ölümler. Görünmeyenler.

Aylardır, yıllardır hayatın her köşesinde, verilerin içinde gizli gerçekler bunlar. Türkiye, iş cinayetlerinde AB birincisi, çalışırken can kaybı AB ortalamasının 5-6 katı. Üstelik her şey gibi iş cinayetleri de kayıtdışı! Yani bu rakamlar dahi gerçeği tümüyle ortaya koymuyor. Ha kimi için zaten bu rakamlar yuvarlanabilir sayılardan ibaret, insan canından değil. İşin vahşetini, düzenin hoyratlığını bundan daha somut ortaya koymak mümkün olmasa gerek.


“Ezilenlerin ve itiraz edenlerin hayaleti yeniden meydanlarda dolaşıyor...” Bundan aylar önce, o tarihi manifestodan ilhamla, bu müthiş tespiti bir kez de Gelecek için Biz olarak hatırlatmıştık. Amacımız, siyaset tarafından yok sayılanların potansiyel siyasi gücünü ve önemini hatırlatmaktı.

Şimdi o “hayalet”, Türkiye’nin dört bir yanında sarı baretlilerin, mavi önlüklülerin şimdilik sessiz ve mütevazı itirazında vücut buluyor.

Saray rejiminin ranta dayanan politik ekonomisi gümbür gümbür çöküyor. İhtiyacımızın bugünden farklı bir siyaseti örgütlemek olduğu her geçen gün daha da belirginleşiyor. İtirazın dolar garantili avanta ihalelerle kaynak aktardıkları yandaş şirketlerin şantiyelerinden yükseliyor olması, çöküşün de, bu yeni siyaset ihtiyacının da tescili adeta. 

Bu ihtiyaç duyulan siyaseti örgütleyecek politik özneyi hala hakkıyla ortaya çıkarabilmiş değiliz... Bırakın Sanayi 4.0 devriminin doğuracağı yeni üretim şeklinin ortaya çıkartacağı yeni emekçi tanımını yapmayı, bugünün ücretli çalışanlarını dahi bu siyasette ortaklaştıracak bir okumayı egemen kılabilmiş değiliz henüz. Ama sınıf çağırmaya devam ediyor. Flormar’dan, Cargill’den, 3. Havalimanında duyduğumuz haykırış işte bu çağrının başlangıcı.

Çelişkiler derinleşiyor
Bunca baskıya, bunca karşı propagandaya, bunca örgütsüzlüğe rağmen emekçilerden yükselmekte olan bu ses sürpriz değil. Rejimin, krize yol açan politik ekonomisinde, sınıfsal tercihi her zaman çok açıktı. Yüzde 99’u yok sayan yüzde 1’i zenginleştiren bu ekonomik düzende yok sayılan sınıflarla, kimlikler üzerinden kurulan koalisyonlar ekonomi çöktükçe kırılganlaşıyor. Ekonomi sıkışırken, ekonomik olarak yok sayılanlar belirginleşiyor, çelişkiler derinleşiyor.

Daha da belirginleşecek, daha da derinleşecek…
Ekonomik kriz derinleştikçe saray rejimi kendini var eden politik ekonomiyle uyumlu davranmayı da sürdürüyor. Krizin faturasını, krizi çıkartan düzenin rantçı ortaklarına değil yüzde 99’a yüklemekte kararlı. Bu böyle olmayı sürdürdükçe de sınıfın çağrısı güçlenecek.

Bugün mesele, toplumsal muhalefetin örgütlü güçlerinde sorumluluk üstlenen bizlerin, eşitlikçi, özgürlükçü yeni bir siyaseti oluşturmamıza, daha da önemlisi bu işi de bu siyaseti çağıran politik özneyle buluşturmamıza dayandı, bir kez daha. Şimdi hiç vakit kaybetmeden ekonomik krizin bedelini, krizi çıkaranların ve krizi yaratan bu düzenden beslenenlerin ödemesi için toplumsal muhalefeti, bu düzende kaybeden, sömürülen yüzde 99 ekseninde örgütlemenin yollarını bulmalıyız. Aynı zamanda da yaklaşmakta olan yerel seçimleri, bu toplumsal dinamiğin artık siyasete taşınmaya başladığını gösterecek bir dönüm noktasına çevirmeliyiz. 

Şu açık ki, yerel siyaset ve kent yönetimi anlayışıyla, Saray rejiminin politik ekonomisi çok derin bir yapısal ilişki içinde. Belediyeler üzerinden kentteki yaşam alanlarının talan edilmesiyle yaratılan imar rantları, rejimin devasa “havuzunun” önemli bir parçası. Tam da bunun ışığında, bugün yerel seçimler, rejimin Belediyelerden başlayan bu mihenk taşına karşı, insan odaklı sosyal demokrat belediyeciliği; kente bakınca rant gören beton ekonomisine karşı da kapsayıcı ve demokratik bir kent yaşamını kurmanın bir fırsatı... Yani yeni bir siyasetin ilk pratiğini…

Elbette böyle bir dönüşüme talip olabilmek, bizim için de süslü sözlerin, anahtar kelimelerin ve program açıklamalarının ötesinde bir anlayış değişikliğini gerektiriyor.

Rantçı belediyeciliğe karşı gerçek ve inandırıcı bir alternatif önerebilmenin yolunu, samimi ve açık bir şekilde ortaya koymamız gerek. Bu yol, aday belirleme yönteminden, adayın profiline; hangi toplumsal kesimlerin çıkarlarının önceleneceğinden, uygulanacak yönetim modeline kadar, tümünü çevreleyecek genel siyaset anlayışı ve iddiasında bir dönüşümü gerçekleştirebilmemizden geçiyor.

Yani yerel seçimlere giderken önümüzde bir kez daha aynı temel sorular var.

Kimin sesine kulak vereceğiz?
Yine “Türkiye’nin yüzde 70’i sağcıdır” şeklindeki ezbere sarılarak, “muhafazakar” adaylar, ılımlı söylemlerle mütedeyyin seçmene sağın diliyle seslenme derdine mi düşeceğiz? Yoksa evrensel değerler, sınıfsal bakış açısı ve kendi dilimizle bu düzenin dışladığı milyonların önüne, ihtiyacını bizzat kendilerinin haykırıyor olduğu yeni bir siyaseti, yeni bir kent hayalini mi koyacağız?

Aday belirlerken, gerçekten katılımcı, toplumsal muhalefetin talep ve beklentilerine kulağını açan, geniş tabanlı demokratik bir süreç mi işleteceğiz? Yoksa dar kadroculukla, parti içi siyasi hesaplarla, mevcut ilişkiler bütününü muhafaza etmeyi mi tercih edeceğiz?

Profilde, iddiada ve ideolojide veya işin felsefesinde gerçekten ayrışmaya cesaret edip, yeni bir politik ekonominin, eşitliğe ve özgürlüğe dayanan bir siyasetin nüvesini mi ortaya koyacağız, yoksa proje ve hizmet siyaseti adı altında siyasetsizlikte mi boğulacağız?

Hangi sese kulak vereceğiz?

3.Havalimanı’ndan, Flormar’dan, Cargill’den, Adalet Yürüyüşü’nden, Gezi’den yükselene mi, yoksa düzenin kalemlerinden, danışmanlarından, yorumcularından, anketçilerinden fısıldanan ezberlere mi?

SELİN SAYEK BÖKE / BİRGÜN