27 Eylül 2018 Perşembe

Cumhurbaşkanı'ndan yandaşlarına şok. - Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU

Cumhurbaşkanı, Reuters'a verdiği mülakatta "Brunson olayının bizim ekonomimizle yakından uzaktan alakası yoktur. 2008 yılında biz ekonomik sıkıntı yine yaşadık. Ben 'teğet geçecektir' demiştim. Biz sonra ekonomik sıkıntıyı aştık. Türkiye ciddi manada ekonomik rahatlama sürecine girdi. Şu an ülkemizdeki ekonomik sıkıntı öyle zannedildiği gibi abartılacak bir sıkıntı süreci değildir. Türkiye kendi imkânlarıyla aşacaktır" dedi.

E hani;

"Türkiye'deki operasyonel gücü kırılan üst akıl bu kez ekonomi cephesinden saldırıya" geçmişti?

"Türkiye'yi teslim almak için dolar silahının tetiğine basılmış"tı...

"Amaç; CIA ajanlarının, Gezi finansörlerinin, terör örgütü yöneticilerinin, FETÖ'cülerle iş tutan tetikçilerin serbest bırakılmasını sağlamak"tı...

"Papaz Brunson üzerinden başlatılan ekonomik saldırının amacı, Gezi'de, 15 Temmuz'da başarılamayanı başarmak, Türkiye'ye boyun eğdirmek..."ti...

Hani;
"Türkiye'ye dış politikada diz çöktürme operasyonunun kamuflajı olarak kullanılan tutuklu papaz Brunson davası ile birlikte TL'de son 1.5 ayda yaşanan düşüşün ardında ABD'nin 'kur saldırısının' olduğu tescillenmiş"ti?

Hani;
"7 Şubat 2012'deki kepazelikten, Mayıs 2013 Faşist Gezi kalkışmasına.. 2013/17-25 Aralık yargısal darbe girişiminden 2014 Ocak MİT TIR'ları ihanetine.. 2015 Çukur teröründen, İstanbul, Ankara, Kayseri, İzmir, Suruç ve bilumum terör saldırılarına.. Ve en son 2016/15 Temmuz'daki Anadolu'yu işgal girişimine kadar çeşitli saldırılarla başaramayanlar bu defa Papaz Brunson'ı devreye sokmuş"tu?

Hani;
"Emperyalist ABD'nin Türkiye'ye ajan rahip Brunson üzerinden başlattığı ekonomik saldırı doların ateşini çıkarmış"tı?

Hani;
 "Türkiye'ye 15 Temmuz'da boyun eğdiremeyenlerin kirli ekonomik saldırılarının son halkası Brunson davası"ydı?

"Tüm tehdit ve şantajlara rağmen boyun eğmeyen Türkiye'ye karşı ABD son olarak Brunson davası üzerinden saldırıya geçmiş"ti!

                                                                          ***

Biz, "Ekonomik krizle Brunson'un ne alakası var" deseydik, "emperyalizmin tetikçisi" ilan edilecektik; Cumhurbaşkanı dedi.
Çok merak ediyorum, aylardır yukarıdaki satırlardan geçinenler ne yazacaklar şimdi!
Hayır, yüzlerini kızarttılar bir şekilde en kıvrağından bir manevra yaptılar diyelim; ya o kadar yağıp, esip, gürledikten sonra Brunson tahliye edildiğinde?
"Bağımsız yargının kararı, saygı duyuyoruz" mu diyecekler?

                                                                            ***
Amaan benimki de soru işte;
Kişi patlıcan dalkavuğu kıvamında olunca, ABD uçağına binerken arkasından su bile döker valla!

                                                                            ***

Trump'ın derin planı(!)
Lütfen, çok rica ediyorum, "kadrolu uçak kalemşorlarının" coşkuyla geçtiği "Erdoğan ile Trump sohbet etti" haberlerine inanmayın.

İşin aslı hiç öyle "sohbet etti"yle geçiştirilecek kadar basit değil...

O "tesadüf etme", o "denk gelme", o "ayakta karşılaşma", o "tokalaşma", Melania'nın yüzünde aylar sonra oluşan o kocaman gülümseme filan hepsi derin, titiz, organize bir operasyonun neticesi!
Hepsi, Amerikan derin devletince planlanmış!

Trump, sırf bu planı uygulamaya sokabilmek uğruna BM'nin bütün üye ülkelerinin tepkisini hiçe sayıp kendi ülkesindeki zirveye geç kalmış; kendini feda etmiş yazık!
Ben demiyorum, bir dönem ülkenin Anayasası emanet edilen koca profesör, Burhan Kuzu Hocam söylüyor:

"Trump, BM toplantısında Başkan Erdoğan ile görüşebilmek için hep fırsat kollamış. İşte bu nedenle konuşma sırasını bilerek kaçırmış ki Erdoğan'a denk gelmiş olsun. Gerçekten de öyle oldu. Ne yaptı, etti, sonunda görüştü; muradına erdi."

Gülmek serbest.

Ya Cumhurbaşkanı'nın yanında Kuzu hoca kıvamında iki kişi daha varsa diye düşünüp ağlamak da!


Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU  / YENİÇAĞ

26 Eylül 2018 Çarşamba

Yeni Ekonomi Programı bir itiraf belgesidir - SELİN SAYEK BÖKE

Geçen hafta, krizle boğuşan ekonomimizin gelecek 3 yılına ilişkin yol haritası ortaya koyması gereken Yeni Ekonomi Programı açıklandı. Program adına tezat içeriğinde, “yeni” hiçbir şey içermiyor. 

Bu program özetle şunu söylüyor: Değişmeden, eskiyi devam ettirerek, krize yol açan ne varsa hepsini, yani düzeni koruyarak yola devam!

Programın içeriğinde yığılmış detaylarsa, bu krizin faturasının en geniş halk kesimlerine, toplumun üretici güçlerine, yani yüzde 99’a yıkılacağını açıkça ortaya koyuyor. Yeni Ekonomi Programı’nda ‘‘yeni’’ yok, eskimiş ve kriz çıkartan düzenin tam olarak devamı var.

Kriz bugün en somut olarak döviz-faiz-enflasyon üçgeninde belirginleşiyor. Krizin hem yıllar içinde kurulan rantçı, talancı ekonomik düzenin hem de kurumların, demokrasinin ve hukukun yıkılmasından kaynaklı güven kaybının bir sonucu olduğu Saray rejimi dışında artık herkes tarafından biliniyor, görülüyor. Bu yılın devamında dövizin 6 civarında kalacağı öngörüsü ve önümüzdeki 3 yıl da bu düzeyde seyredeceğinin beyanı ne rantçı düzeni ne de bu güven kaybını mesele ettiklerinin göstergesi.

Yani Saray, tam da ideolojik duruşuna, rejimin varoluşsal özelliklerine uygun şekilde, kendisi olmaya, yine aile şirketini ve şirketin ortaklarını korumaya, yani yıkıma devam edecek.

Düzen değişmeyecek… Yeni Ekonomi Programı, zaten bildiğimiz ve çokça ifade ettiğimiz bu gerçeğin itiraf belgesi. Düzenin rantçı sermayeye en önemli kaynak transferi araçlarından olan Kamu Özel İşbirlikleri bırakın iptal edilmeyi, devam ettirilecek, hatta yaygınlaştırılacak. İnşaat sektöründe rant paylaşımı yetmemiş olacak ki, şimdi buna teknoloji ve AR-GE kılıfı da eklenecek.

3’üncü havalimanının inşaatında artık en yandaş göze dahi çarpan hayat gerçekleri, yeni facialara yol açacak şekilde bu kez de maden arama ve sondaj çalışmalarında yaygınlaştırılacak. Kamu kaynakları kamu-özel işbirlikleriyle rantçı, talancı yandaşlara aktarılmaya devam edilecek. Bütçe disiplinsizliği sürecek, kamu kaynakları iktidar eliyle iktidar yandaşlarına aktarılacak. Bir paralel hazine olan Varlık Fonu uygulaması sonlandırılmayacak.

Geçmiş dönemde silinmiş yandaşların milyarlarca TL’lik vergi borçları geri alınmayacak, vergi cennetleri listesi yayımlanmayacak, rantçı sermayenin kazancının muafiyetleri aynen devam edecek, ama sosyal güvenlikten 10.1 milyar TL tasarruf edilecek! Peki nasıl, hangi harcamalar kesilecek? Kemer nereden sıkılacak? İlaç katkısı mı kaldırılacak? Sağlık ödemeleri mi yapılmayacak? Yoksa emekli aylıkları mı ödenmeyecek?

Çalışanları her geçen gün daha çok güvencesizliğe, güvensiz çalışma koşullarına mahkûm eden esnek çalışma modelleri yaygınlaştırılacak. Kıdem tazminatı ‘reformu’ gerçekleştirilecek. 16 milyar TL’lik vergi artışları gerçekleşecek, dolaylı vergilerle bütçenin yükü ücretli çalışanların omzuna yığılmaya devam edecek. Krizi doğuran düzen değişmeyecek.

O zaman, kritik soru şu: İktidar bunu göz göre göre neden yapıyor? Gerçekte ihtiyaç duyulanları göremiyor, yönetemiyor diye mi? Hayır, kriz iktidar yönetemediği için çıkmadı. Bilakis kriz, iktidarın siyasal tercihleriyle şekillenen, bilerek isteyerek kurdukları ekonomik düzenin yapısından ve yine bilerek isteyerek değiştirdikleri rejimin bir sonucu ve AKP, iktidarını bu yapıya borçlu. 

O yüzden yapamaz değiller, yapmazlar! Değiştirmezler. Rejimi toplumun direncine rağmen değiştirdiler, bilerek ve isteyerek. Değişmeyeceğini şimdi bir kez de YEP’le ilan ediyorlar. Kamu-özel işbirliklerini devam ettirecek hatta yaygınlaştıracaklar. Kıdem tazminatına dokunmaya kalkacaklar. Tüm temel ihtiyaç ürünlerinin ithal girdi yoğunluğu çok yüksekken bu ürünlerde vergi düzenlemesine gidecekler. Kamuda esnek çalışma modellerini yaygınlaştıracaklar. Bu yıkıcı krizi doğuran koşulları devam ettirecekler, işte krizin yıkıcı ortamında bile YEP’le ilan ettikleri bu!

Plan belli; krizi yaratan düzen aynen devam ettirilirken, rantçı sermaye çeşitli yöntemlerle krizin etkilerinden korunurken, faturayı, çöken düzeninin kurucu ortakları değil, mağduru olan milyonlara ödetmek niyetindeler.

O zaman biz de onların dilinden söyleyelim: “Bakın burası çok önemli..!” Bu krizin yükünü, yoksul halk kesimleri, ücretliler, emekliler, halk ödemeyecek!

SELİN SAYEK BÖKE / BİRGÜN

Portreler II - Feliks Edmundoviç Cerjinski - SERDAL BAHÇE

Felix Edmundovic Dzherzhinsky ya da bizim dilimize çevirirsek Edmund’un oğlu Felix Cerjinski; dostlarının ve düşmanlarının “demir yumruk Felix”i...

Yukarıdaki fotoğraflar Okhrana’nın (Çarlık gizli polisi) onu tutukladıktan sonra çektiği fotoğraflardır. Her bir satır farklı bir tarihteki tutuklamadan veya mahpusluktan kalmadır. İlk sıra 1909 yılın aittir; mağrurdur. İkinci sıra ise 1914 yılına yani I. Dünya Savaşı’nın başladığı yıla aittir; bakışlar sertleşmiş ve bir nebze hüzün çökmüştür. Son sıra fotoğraflar ise 1916 yılına aittir; hınzır bir gülümsemeyle birlikte sanki “bir yıla kadar göreceksiniz…” demektedir bakışları.

Okhrana’nın elinde Cerjnski’nin ait daha fazla fotoğrafı olsa gerektir. 1917 Şubat Devrimi’ne kadar Okhrana ve çarlık polisi ile oynadığı oyun muazzam bir senaryoya dönüştürülebilir. Defalarca tutuklanır ve Sibirya’ya ya da güvenlikli bir hapishaneye yollanır ve pek çoğunda kaçar. 1917 Şubat devrimi patlak verdiğinde Moskova yakınlarında, Oryol hapishanesinde mahpusluktadır. Soluğu Moskova’da alır. Ayağının tozuyla yeni kurulan Moskova İşçi-Köylü Sovyeti kongresinde bir konuşma yapar. Konuşma sırasında hapishane üniforması hala üstündedir. Ancak çok hastadır, babasını götüren ince hastalık mahpusluğu sırasında ona da tebelleş olmuştur. Moskova’da Bolşevik Parti merkez komitesi üyesi olarak Sovyet organizasyonu içinde sorumlu görevler üstlenir. Sonra Lenin’i karşılamak üzere 2017 Mart’ında Leningrad’a gider.
Lenin sürgünde yaşadığı İsviçre’den Rusya’ya geldi ve bizim takvimimizle 16 Nisan’da Finlandiya İstasyonu’nda trenden indi (yıllar boyunca bir Alman treninin arka vagonlarından birinde seyahat etmesi karşı-devrimciler tarafından bir Alman ajanı olmasının kanıtı olarak sunuldu). Tren garının önünde toplan partililere ve işçilere bir konuşma yaptı. Onu bekleyen önde gelen Bolşevikleri bile şok edecek şekilde, burjuva Geçici Hükümet’i suçladı, onun savaşı sürdürme gayretinin işçilere ve köylülere karşı ihanet olduğunu vurguladı. Rusya’nın yenilmesi gerektiğini ve yenilginin toplumsal devrime yol açacağını belirtti. Devrimin burjuva aşamasının bittiğini ve proleter aşamasının başladığını ilan etti. Diğer tüm Bolşevikler dehşet içinde dinlediler onu. Bolşeviklerin büyük bir çoğunluğu devrimin burjuva karakterinin sürdüğünü ve dolayısıyla Geçici Hükümet’in desteklenmesi gerektiğini düşünürken Lenin’in konuşması bir yıldırım gibi tepelerine düştü. Daha sonra yazılan anılardan şokun boyutlarını anlıyoruz. Cerjinski mi; herhalde o da şok olmuştu. Ancak fırtına daha dinmemişti; asıl büyük olanı olan ertesi gün genişletilmiş Merkez Komite toplantısında koptu. Lenin’in daha sonra “Nisan tezleri” olarak adlandırılacak tezleri komitenin ana gündemiydi. Toplantıdaki Bolşeviklerden biri Lenin hakkında “çıldırmış olmalı” diyecekti. Ancak söz konusu neredeyse yürüyen bir devrimci irade olan Lenin’di ve uzun tartışmaların ve pek çok oylamanın ardından tezlerini çoğunluğa kabul ettirdi. Uzun tartışmaların ardından yelkenleri suya indirenlerden biriydi Cerjinski.

Cerjinski 1902’den beri, yani Menşeviklerle Bolşevikler arasındaki ilk ayrışmadan bu yana Bolşevikti. Bu süre zarfında Lenin’in kuramsal ve siyasal otoritesini kabul etmişti. Ancak itirazı olmayan bir öğrenci ya da takipçi de değildi. Yeri geldiğinde Lenin ile ayrı saflarda bulunabilecek kadar da cesur ve başına buyruktu. Bu türden iki önemli tarihsel moment tespit edebiliyoruz. Birincisi Brest-Litovsk anlaşmasının onaylandığı Merkez Komitesi toplantısıydı. Almanlar ateşkes isteyen Bolşeviklerden önce Polonya’nın Rus hakimiyetindeki parçası ile Ukrayna’yı istemişlerdi. Daha sonra Beyaz Rusya’yı da talep ettiler. Bolşevik Merkez Komitesi Toplantısı anlaşma şartlarını görüşmek için toplandığında Lenin başta oldukça yalnızdı. Diğer üyeler bu kadar büyük bir toprak paçasının verilmesini bir tür ihanet olarak görmekteydi. Sadece Lenin toprak karşılığında henüz oldukça güçsüz ve yalnız devrime nefes alma şansının yaratılmasının şart olduğunu düşünüyordu. Lenin yürüyen, ele geçiren ve dönüştüren devrimci iradeydi. Merkez Komitesi toplantısının sonunda anlaşma 7 lehte, bir çekimser ve 5 aleyhte oyla kabul edildi. Aleyhte oy verenlerden biriydi Cerjinski. Böylece Bolşevik hükümet nerdeyse Almanya’nın üç katı büyüklüğünde bit toprak parçası karılığında devrime nefes aldırmış oldu. İkinci moment ise ünlü self-determinasyon, yani ulusların kendi kaderini tayin hakkı ile ilgili tartışmada çıktı. Lenin ısrarla özellikle Eski Çarlık toprakları içinde yaşayan tüm uluslara kendi kaderini tayin hakkının tanınmasını istiyordu. İlkesel ya da kuramsal bir nedenden dolayı da istemiyordu bunu. Batıdan beklenen proleter devrimin gelmeyeceği anlaşılmıştı. Lenin Sovyet iktidarının oldukça yalnız ve saldırıya açık olduğuna inanmaktaydı. Bu nedenle en azından Sovyet rejiminin sınırlarında emperyalizmin ağına düşmemiş ve burjuva da olsa, Sovyet dostu iktidarlar istiyordu. Eğer Çarlığın cenderesi altında inleyen uluslara kendi devletlerini kurma hakkını verirse bu türden dost rejimlerin kurulabileceğine inanıyordu. Kısacası ulusların kendi kaderini tayin hakkı kuramsal ya da ideolojik bir ilkeden değil günün gereklerinden çıktı (ne yazık ki SBKP’nin de katkısıyla bu dönemsel ödün bir tür kanun seviyesine yükseltildi). Kendisi de Polonya-Litvanya kökenli olan Cerjinski, tıpkı başka bir Polonyalı, Rosa Luxemburg, gibi, bu türden bir politikanın enternasyonalizme ihanet olacağını düşünmekteydi. Tarihin ironisi buydu herhalde, Rus Lenin Polonyalılara ve diğerlerine kendi devletlerini kurma hakkı vermek isterken, Polonyalı Cerjinski Ruslardan ayrı bir kurtuluşu istemiyordu.

Ekim Devrimi Bolşevikleri iktidara getirdi. Böylece yıllarca bir devletin kovuşturmasından, takibinden ve sürgünlerinden kurtulmaya çalışan komünistler kucaklarında bir devlet buldular. Evet devlet zaman içinde yok olacak ve sınıflı topluma birlikte tarihin derinliklerine karışacaktı ancak daha o günlere çok vardı. Şimdi sosyalizme giden bir toplumun isteklerine göre şekillendirilmesi gereken bir devlet mekanizmasına ihtiyaçları vardı; ve açıkçası çok ama çok hazırlıksızdılar. İlk Svonarkom (Halk komiserleri kurulu) Sol Soyalist Devimcilerin katılımıyla oluşturuldu. Hiç bir halk komiseri tepesine atandığı kurumla ne yapacağını bilmiyordu. Örneğin Dış İşleri Halk komiserliğine atanan Troçki anılarında görevi aldıktan sonra bakanlık binasına ilk gidişini anlatır. Bir ekiple birlikte çarlık dönemi dış işleri bakanlığına giderler. Tüm dünya emekçilerine ve halklarına yönelik birkaç bildiri yayınlarlar. Daha sonra yapacak bir şey bulamazlar ve çıkar giderler. Troçki “yapacak bir şey yoktu, dükkanı kapattık” der. O kadar. Cerjinski devrimin planlanması ve yürütülmesi ile görevlendirilen Askeri Devrimci Komite üyesidir. Devrimden sonra ise sabotaj, vurgunculuk ve karşı devrimci aktivitelerle mücadele etmesi için kurulan VÇeka ya da Çeka’nın başına getirilir. Bu da tarihin başka bir ironisidir; yıllarca polis ve istihbarat örgütlerinden kaçan Cerjinski devrimci rejimin istihbarat örgütünün tepesine oturtulur. Av, avcıya dönüşür. Belki de bir avcının nasıl düşündüğünü ve hareket ettiğini artık iyice söktüğü için olsa gerek iyi bir avcı, iyi bir istihbaratçı olur. Sovyet Rejimi iç savaş sürecine girerken Cerjinski etkin bir mekanizma yaratır. Çeka özellikle iç savaş sürecinde beyazların ve diğer muhalif grupların en korkulu rüyasına dönüşür. Cerjinski bir dönem iç işleri bakanlığı da yapar. 1926 yılında parti içi mücadele yükselirken Troçki-Kamanev-Zinoviev blokuna karşı yaptığı iki saatlik bir konuşmanın ardından kalp krizi geçirir. Yıllarca süren hapislik, sürgünlük ve hapishanelerdeki işkence naif bedenini güçten düşürmüştür. Kalp krizi Çarlık polisinin yapamadığını yapar.

Serdal Bahçe / SOL

İntihar politiği ve iktidar psikolojisi - MİNE SÖĞÜT

İktidarın, kendisini öldüren bir insanın trajik hikâyesinde aynalanan tehditkâr varlığı başımızın üzerinde yırtıcı bir kuş gibi dolaşan tehlikenin boyutlarının kayda geçmesi açısından büyük önem taşıyor.
 
Bir babanın trajik ölümünün ekonomik çaresizlikten değil, psikolojik sorunlar yüzünden olduğunu alelacele açıklayacak kadar cahil ve cüretkâr reflekslere çalışan bir zihniyetin hukuku kullanma biçimi çok tehlikeli ve tehditkâr bir terbiye aracı. 
1453 rüyalarından 2023 hülyalarına... 
Tuhaf darbelerden, tuhaf seçimlere... 
Çıkartılan KHK’lerden yazılan yeni anayasalara... 
İnşa edilen saraylardan canhıraş değiştirilen adlara... 
Atanan damatlardan, atanma bile yapılmadan resmi toplantılarda masalara oturtulan oğullara kadar zıvanadan çıkan... 
Ve neticede en kritik mercilere kendi kendisini bile atamaya varan bir noktaya ulaşan iktidar psikolojisinin boyutları üzerinden yapılacak tüm analizler tek bir sonucu veriyor.
 
Tehlikedeyiz.


Üstelik iktidar karşıtı da olsak, yandaşı da olsak bu ülkede yaşayan hepimiz, artık tehlikenin hedefinde eşitiz. 
Kocasını intihara götüren süreci anlatan kadın... 
Babasını kaybeden çocuk... 
Çocuğun okulundaki yöneticiler... 
Anlatılanları haber yapan gazeteci... 
O haber yapılırken odada olan diğerleri... 
O haberi okuyup soru soran insanlar... 
Herkes ama herkes iktidar tarafından anında zan altına alınıyorsa ve yoksulluğa, çaresizliğe dair bir haber gazetecilik ahlakının ve becerisinin ötesinde hukuksal bir açıdan terörist eylem olarak kodlanıp mercek altına yatılıyorsa bunun tek nedeni iktidarın güçlü suçluluk psikolojisidir.
Ölümle mühürlenmiş bir meseleyi mezardan çıkarıp değiştirebilecek gücü olduğuna inanan bu kudretle başa çıkmak da kolay değildir. 
Susmanın ve katlanmanın dayatıldığı ve soru sormanın tehlikeli sayıldığı bu siyasi iklimde... 
Velev ki haber yanlış yapıldı; 
Velev ki gazeteci duyduğunu tam anlamadı; 
Velev ki baba işsiz değildi, o pantolon zaten alınmıştı, o çocuk okuldan geri gönderilmemişti, o kadın kocasının ekonomik sorunlar yüzünden değil valiliğin apar topar açıkladığı gibi psikolojik sorunlar yüzünden kendini öldürmüş olduğunu düşünmekteydi... 
Yine de bu meselede odaklanılması gereken şey, intihar eden babanın hazin psikolojisinden önce iktidarın tehlikeli psikolojisidir. 
Bu psikolojisi neticesinde artık biliyoruz ki; 
Çocuğuna okul pantolonu alamadığı için intihar eden babanın haberini yapan gazetecinin gözaltına alınmasıyla ilgili haber yapan gazeteciyle ilgili köşe yazan gazetecinin gözaltına alınmasıyla ilgili eylem yapan göstericilerin gözaltına alınmasını Meclis’te gündeme getiren milletvekilinin gözaltına alınmasını otobüste mevzu yapan vatandaşın gözaltına alınmasını kahvede eleştiren muhtarın gözaltına alınmasını karısına anlatan öğretmenin gözaltına alınmasını kınayan iki öğrencinin gözaltına alınmasını televizyonda yorumlayan spikerin gözaltına alınmasını hukuka aykırı bulan hâkimin gözaltına alınmasını gündeme getiren sendika başkanının gözaltına alınmasını rapor olarak sunan sivil toplum gözlemcisinin gözaltına alınması hakkında konuşan, bunu sorgulayan, bunu yazan, bunu düşünen, buna öfkelenen, buna üzülen, bundan endişe duyan, buna “yeter” diyen herkes hedefte.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Engin Ardıç'ların ve Saraylıların keyfi kaçmasın. - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Oğluna pantolon alamadığı için evinin banyosunda kendini asan İsmail Devrim'in haberini yapan gazeteciyi göz altına alıp bıraktılar...
Gazeteci Ergün Demir ile birlikte mahalle muhtarını da götürmüşler...
Fotoğrafı inceledim, 5 jandarma eşlik ediyordu.
Ergün adliyeye girişinde, haberi yapan gazeteci gibi değil de sanki cinayet işlemiş bir zanlıydı!

                                                                          *

Besleme medya zaten çoktan kararını vermişti; "adamın psikolojik sorunları varmış..mış... mış..."
Psikolojisi yerinde olsa intiharı düşünmezdi elbette! Mesele; girdiği bunalımın ekonomik sıkıntılardan kaynaklanıyor olmasıydı zaten!

Yandaş basında çok sayıda "yıkama" yazıları, haberleri yayınlandı... En acısı, ejder meyveli sofraların müdavimi Engin Ardıç'a ait olandı...

İntihar eden baba ile ilgili; "adamın biri liseye giden oğluna okul pantolonu alamadığı için kendini asmış" ifadesini kullanan Ardıç, "hayattan kaçmış, ben ölürsem bu çocuk ne yer ne içer diye düşünmemiş", "demek ki  pantolon bahane, muhalefet şahane" şeklinde cümleler kurarak "yazarlık görevini" yerine getirmiş!

Ardında iki genç evladını ve gözü yaşlı eşini bırakmış, girdiği bunalım nedeniyle kendi kıyametini yaşamış bir insan için edilecek en çirkin sözler bunlar...

Saray'ın koltuğu altında çıkan bir gazetede yazıp, ballı maaşlar indirerek sen kendini "garantiye" almışsın nasıl olsa...

Hayat sana güzel Engin Ardıç...

3. havalimanında çalışan işçiler; "tahtakurusu dolu yataklarda yatmak istemiyoruz" diye isyan ediyorlar, patronları bile onlara hak veriyor ama bu arkadaş çıkıp; "ne var canım benim de yatakhanemde tahtakurusu vardı" diye bir cümle kurabiliyor!

Üniversiteli gençler günde bir öğün yemek yiyebiliyor, açlık ve sefalet ülkenin yarısını esir almış, aileler bunalımda, sofralarda ucuz olsun diye insanlar zehirli gıdalar tüketiyor...

Biz böyle bir ülkenin Saray sofrasındaki şatafatı eleştirdiğimizde yine bu arkadaş köşesinden; "ne var canım, davette Türk yemekleri mi yeseydiler" diyebiliyor...

Engin Ardıç... seni iletişim fakültelerinde ders olarak okutacağımız zamanlar da gelecek...
Gazetecilik mesleğinde her şey olabilirsiniz ama Engin Ardıç olmayın diyeceğim genç meslektaşlara...
                                                                          *

Gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir alışkanlığı vardır...
Memlekette ise gerçeklerle sorunu olan gazeteciler türedi! Belki dünyada bir ilktir!
Hem bu mesleği yapacaksınız hem de gerçekleri karartmak için türlü numaralara başvuracaksınız...
"Hortumlamak" tabirini Türkçemize kazandıran meslek büyüğümüz, duayen gazeteci Necati Doğru "bu model" için "hazineden emzikli gazeteciler" derdi...

Onlar her dönem var oldular... Süleyman Demirel'in de sofrasında, uçağında vardılar, Özal'ın da...
Olamadıkları tek yer halkın vicdanıydı...
                                                                            *

İktidarın eleştiri konusu her olayında, emzikli gazeteciler ortaya çıkıp ellerinde iftira deterjanı ile gerçekleri çitilemeye başlıyorlar...

Medyanın neredeyse tamamı ellerinde... Bundandır; yoksul bir ev hanımına mikrofon tutulduğunda; "açız, dolap bomboş, oğlan işsiz" diyor... Ve sonra da şunu ekliyor; "bunlar hep dış güçlerin oyunu!..."

İktidarın emrindeki medya tekeli; beyazı siyah, kuzgunu kartal gösterme gücüne sahip...
Cumhuriyet'in haberine göre şimdi yeni bir yasa taslağı hazırlanıyor; RTÜK ve BTK uzmanlarının hazırladığı taslağa göre internetten yayın lisansı için MİT ve Emniyetten izin koşulu getiriliyor. Tüm Radyo-TV yayınları denetim, erişim engeli, lisans iptali gibi bir sansür çarkının içine alınıyor.

Yani;


Pantolon alamadığı için intihar eden babanın haberi yapılmasın...
Daha dört ay önce Bodrum'da evin tavanına kendini asan Şerafettin Y'nin isyanını, üç çocuğundan başka duyan olmasın!
Beş ay önce Aydın'da 43 yaşındaki Doğan Adak'ı yaşamdan koparan bunalımı,
Çerkezköy'de 32 yaşındaki Armağan Kuru'nun,
Kayseri'deki inşaat işçisi 18 yaşındaki Ramazan T'nin ölümle sonuçlanan çaresizliğini,
Denizli'de 43 yaşında intihar eden Süleyman Kart'ın cebinden çıkan borç ihtarnamesini kimse görmesin!

Engin Ardıç'ların, Saraylıların keyfi kaçmasın...

Son kalan medyayı da ele geçirin, gerçeğin peşindeki son gazetecileri de işsiz bırakın yeter...


Tuncay MOLLAVEİSOĞLU  / YENİÇAĞ

25 Eylül 2018 Salı

Kıyamet alametleri - ORHAN GÖKDEMİR

Çok alametler belirdi son günlerde. Mesela Şanlıurfa'da belediye başkanları ve milletvekillerine yaklaşıp iş isteyen bir genç, olumsuz yanıt alınca üzerine benzin döküp ateşe verdi. Malumunuz, uzun süredir maddi sıkıntı çeken İsmail Devrim ise, oğluna okul pantolonu alamadı ve pantolonu olmadığı için oğlu okuldan gönderilince intihar etti. 

İsmail Devrim aynı sebeple ölümü seçenlerin 234’üncüsü. Kayıtların yalancısıyız, İsmail’den önce bir yılda 233 kişi daha geçinemediği için ölümü seçti. 


Krizin yakıcılığı yeni hissedilmiş olabilir ama yoksullar için yeni bir gelişme yok olup bitende. Onlar hep krizde, onlar hep işsiz, onlar hep yoksul.

Krizin daha yeni yeni konuşulduğu Ocak ayında TBMM Dikmen girişinin 50 metre uzağında olan Meclis Devlet Hastanesi'nin önünde üzerine benzin dökerek kendini ateşe veren ve polislerin müdahalesi ile ölümden dönen S.A. çoktan unutuldu. 39 yaşındaydı S.A. İnşaat işçisiydi fakat işsizdi. Benzini başından aşağı döktükten sonra çakmağı ateşledi. Haberlerde S.A. olarak kodlanan isim Sıdkı Aydın. Utanılacak bir şey var sanıyorlar Sıdkı’nın eyleminde. Utanılacak tek şey var, Sıdkı’yı bu eyleme iten bir düzenin hala ayakta olması, yıkılmamış olması.

Hikâyesini hatırlatayım bir parça. 2013’te iş kazası geçirmiş. Kaza deyip geçtiğimiz olay üçüncü kattan yere çakılmak. Mucize eseri kurtulmuş. İşvereni şu meşhur inşaat şirketi SİNPAŞ. Sahip çıkmamış işçisine. O da mecburen dava açmış. Beş yıl sürmüş dava, sonuç yok. Paran yoksa adaleti nereden bulacaksın, çocukluk işte. Son çare tutmuş meclisin yolunu, dökmüş üzerine gazı, çakmış çakmağı. İnsanın işsiz olsa bile kendini yakması öyle kolay mı? "Kendimi yakmak gibi bir niyetim yoktu” diyor sorduklarında, “İstiyordum ki sadece bir milletvekili gelsin, inşaat işçisinin sorununu dinlesin."

                                                                  ***

Kendini yakanlar, intihar edenler, umutsuzluğa kapılanlar çoğalıyor. Fakat unutulmaması gereken şu; Haksızlık, hukuksuzluk, zulüm her zaman aynı yola sürüklemez insanı. Mesela geçtiğimiz günlerde Bursa İnegöl’de başka bir olay ortaya çıktı. İlçedeki bir mobilya fabrikası K.D. adlı 17 yaşındaki çocuk tarafından ateşe verildi. Polisler yakaladı çocuğu, sorguladı. Fabrikada işçiydi, işten atılmış, parasını da alamamıştı.

İnsanlar böyle çaresizken, yaptığı zulmün yanına kalacağını sanmak varsıl ahmaklığıdır. Bir de bakmışsın seni korumak için dizayn edilmiş hukuk, seni korumak için örgütlenmiş devlet çaresiz kalmış. Tutuşursun kıçından, söndürecek itfaiye bulamazsın. Yardımına koşup gelecek kim varsa emekçidir nihayetinde, zulmettiklerinle aynı sınıftandır. 

                                                                 ***

Anlattığımızın esası ne? Kapitalizm öldürür. İşçiysen hele, bizzat varlığı varlığına yöneltilmiş ölümcül bir tehditten ibarettir bu düzen. Kapitalizm, işçi kanı emerek beslenen bir eski zaman zebanisidir. 

Bırakalım intihar eden, kendini yakan biçareleri bir tarafa, AKP’nin hüküm sürdüğü son 16 yılda 21 bin 800 işçi hayatını kaybetti. Bu veri yazılı hale getirilip yayınlanana kadar 200 kişi daha eklendi üzerine. Dile kolay 22 bin işçi. Türkiye işçi ölümlerinde Avrupa birincisi. Çünkü kapitalizmin en vahşisi, en kuralsızı, en utanmazı bizde. Sendika yok, kayıt yok, güvence yok, denetim yok. İş buldun diyelim, binlerce işsiz kapıda bekliyor. Üstelik sana verilen ücretin yarısına çalışmaya hazır yüzbinlerce Suriye göçmeni de sırada. Bu şartlarda iş bulunacak, başarılabilirse ücret alınacak, yetirilebilirse kira verilecek, karın doyurulacak, çocuğa pantolon alınacak, büyüklere ilaç götürülecek…
Mümkün mü? Günde 12 saati geçen uzun çalışma süreleri, ağır ve yoğun çalışma, stres, düşük ücret kapitalizmin ilkel dönemine geri döndüğümüzün habercisi. Üzerine bolca dökülmüş din sosu bu gerçeği unutturamaz. Hiçbir inancın bu acıyı dindirmesi mümkün değildir. İşçi intiharları artıyor haliyle. Kapitalizm böyledir, ölümüne kaza süsü verememişse, intihar derler. 

16 yılda 22 bin işçiyi ölüme gönderdiler din soslu AKP iktidarında. Cami avlusunda “din kardeşiyiz” nutku atanlar, TÜSİAD’ın önünde yaka ilikleyip, “işçiler direnmesin diye Olağanüstü Hal ilan ettik” dediler. Peki ya din kardeşliği? Onun hesabı öte dünyada. Bu dünyada her şey daha fazla kâr için!

22 bin işçi… Dört yıl süren milli mücadelede bütün cephelerdeki kaybımız 9 bin 167 kişi. Demek ki bu ülkenin bağımsızlık savaşındakinden daha ağır bir saldırı altındadır işçi sınıfı. Kayıpları büyüktür. Ölmeyip hayatta kalanların hali ise ölümden hallicedir, perişanlıktır.
                                                                 ***

Örgütlenmezsen intihar edersin. Bu saldırı altında örgütsüz olmak zaten intiharın ta kendisidir.

Evet, kendini yakanlar, intihar edenler, umutsuzluğa kapılanlar çoğalıyor. Fakat unutulmaması gereken şu; Haksızlık, hukuksuzluk, zulüm her zaman aynı yola sürüklemez insanı. Bazısı kendini tutuşturur, bazısı düzenin çarkına çomak sokmaya kalkar. 

Cana geleceğine mala gelsin, denir, atalar sözüdür. Yani, bir işçinin kendini yakmasından evladır fabrikasını yakması. Ama daha iyisi vakit geçirmeden örgütlenmesidir. Bunu yaptığında kendini yakmasına gerek olmadığını, asıl yapılması gerekenin zulmün kalesini yıkmak olduğunu anlayacaktır.
                                                                  *** 

"Yanıyorum ateşimi körükle, boğuluyorum beni derin denizlere at" diyor göçürtülmüş bir Ege türküsü. Görüyoruz yangını, itfaiyecisi biz değiliz. Dediğimiz şu; Kriz yoksullar için kıyamet alametiyse, direniş de varsıllar için kıyamet alametidir. 
Çok alametler belirdi son günlerde. 

Sonu hayırlı olsun!

Orhan Gökdemir / SOL

Dört büyük kriz yalanı - ÖZGÜR ŞEN

Türkiye'de yalan AKP ile birlikte bir eşik atladı. Türkiye sağı ezelden beri hep yalancıydı. Ama bu konuda AKP'nin eline kimsenin su dökemeyeceği defalarca ispatlandı.

Ancak AKP eşiği geçerken yalnız değildi. AKP'nin kendi yalanları serpilip geliştikçe, muhalefetin AKP ile ilgili ortaya attığı yalanlar da tartışılmaz doğrular olarak kabul edildi.
Kriz ise tüm bu sürecin üzerine tuz biber ekti. Kriz zamanları gerçeklerin kendiliğinden ortaya çıktıkları zamanlar değil. Bu düzende gerçek her zaman bir mücadelenin konusu. Krizle birlikte sorunlar büyüyüp derinleşirken, bunların üzerini örtecek yalanların da büyümesi doğal. Krizin gerçeklerin daha şiddetli bir şekilde ortaya çıkması için bir zemin yaratması sorunun ve yalanın aynı anda büyümesiyle ilişkili.

Şimdi, gerçekler için mücadele etmenin tam zamanı ve işte size AKP hakkında ortada dolanan ve kriz zamanı büyüyen dört büyük yalan.

Bir; krizi otoriterleşme çıkardı, çıkarmasa bile tetikledi ve şiddetlendirdi.
AKP'nin otoriter uygulamalarının ve faşizan eğilimlerinin tartışılır bir yanı yok. Bunlar birer gerçek. Ancak krizi AKP'nin bu eğilimleri çıkarmadı.
Bu düzende kriz hiçbir zaman yalnızca tek bir alanda gözlenmez. Örneğin iktisadi bir krizin mutlaka siyasi sonuçları da olur. Bütünsel bir değerlendirmeyle yaklaşılması gereken krizin siyasi sonuçları krizin nedeni olarak görülemez. AKP, Türkiye'de düzenin hem iktisadi hem de siyasi alanda bir bütün olarak kilitlenmesi nedeniyle daha otoriter eğilimler içine girdi. Bu eğilimler elbette ekonomik gelişmeleri de etkiledi. Ama ekonomik alandaki çakılmanın asıl nedeni asla bu eğilimler değildi.
Krizin gerçek sebeblerini tespit etmek ise aslında hiç zor değil. Bu düzenin durmaksızın problem üreten işleyişini baştan aşağıya masaya yatırmak, bu düzeni kökten değiştirecek bir yaklaşımla sorunları incelemek yeterli.

İki; AKP Batı dünyasından uzaklaştıkça kriz derinleşiyor.
Türkiye ekonomisinin Batı ekonomilerine olan bağımlılığının da sorgulanır bir tarafı olamaz. Buna dair alternatifler üretme çabası da yalnızca AKP'ye mal edilemez. Türkiye'de patronlar yeni yatırım ve kazanç alanları bulmak için AKP'ye bu konuda hem akıl hem de cesaret verdi. Tüm bu arayışın uluslararası sermayenin koyduğu kuralların içinde gerçekleştiği ise hep unutuldu.
Emperyalizm sözcüğü uzun zamandır Türkiye'deki tartışmalarda unutturulmak istenen bir kavram. ABD, Almanya, Rusya ve Çin bolca konuşuluyor ama bir dünya sistemi olarak emperyalizm ve onun işleyişi ısrarla gözardı ediliyor. Türkiye farklı aktörlerin arasındaki gerilimlere oynasa ve kendine yeni alanlar açmaya çalışsa da, emperyalist hiyerarşinin tepesinde bir ülke değil. Bağımlı ve kırılgan bir yapısı var. Türkiye'de krizin dışarıdan bu denli kolay yönlendirilebilir olmasının nedeni de Batıyla siyasi mesafesi değil, bu sistem içinde durduğu yer. Batıya bugünkünden de daha fazla yaklaşmasının, örneğin ABD'nin tüm isteklerine boyun eğmesinin bu kırılganlığı azaltacağını düşünmekse tam bir saçmalık.
Türkiye ekonomisiyle oyuncak gibi oynanmasının önüne geçmenin tek yolu bu sistem içinde kimilerinin hayal ettiği gibi Çin ve Rusya'yla başka tür bağımlılık ilişkileri kurmak değil, bu bağımlılık ilişkilerini yaratan dünya sisteminden bütünsel bir kopuşu önümüze bir hedef olarak koymak.

Üç; kriz AKP'nin hırsızlık, beceriksizlik ve iş bilmezliğinin sonucu.
AKP kadrolarının pek çok konuda gerçek bir cehalet ve beceriksizlik abidesi olduğu ortada. Hırsızlıkta da kimsenin onlarla yarışamayacağını defalarca ispatladılar. Ancak necehalet ve iş bilmezlik ne de hırsızlık onlara has özellikler.
Bu düzenin temel amacı halkın refahı ve mutluluğu değil, dar bir azınlığın çıkarlarını korumak olduğu sürece, biz bu türden beceriksizliklere ve yozlaşmaya mahkumuz. Cehaletin ve iş bilmezliğin kaynağında patronların kazancını koruma arzusu var. AKP döneminde yapılan tüm büyük projelerde sorun çıkmasının asıl nedeni daha fazla kâr etme arzusu. Hırsızlıksa bu düzenin işleyişinin doğal sonucu ve Türkiye'ye mahsus değil. Kuralsa basit. Kapitalizm geliştikçe, hırsızlık da gelişiyor ve daha karmaşık ve bazen oldukça zor fark edilir hale geliyor.

Dört; AKP ve kriz patronları da vuruyor.
AKP ile patronların arası hiçbir zaman kötü olmadı. Bazı sermaye gruplarının zaman zaman doğal olarak AKP'nin bazı icraatlarından rahatsız olması, AKP'nin sınıfsal niteliğini değiştirmez. AKP uzun iktidarı boyunca en çok ve sadece onlara kazandırdı. Elbette AKP bu dönemde kimi sermaye gruplarını karşısına aldı, bazılarını tasfiye etti, dahası yepyeni patronlar da yarattı. Ama sınıfsal bir gerçek hiç değişmedi. Halk yoksullaşırken, küçük bir azınlık aşırı zenginleşmeye devam etti.

Bu sürecin doğal uzantısı olarak AKP şimdi krize karşı patronları korumanın yollarını arıyor, bu konuda sürekli patronlarla görüş alışverişinde bulunuyor. Ekonomide hiçbir şey yoktan var edilemeyeceği için de, bu kurtarma ve koruma işlemlerinin maliyetini de geniş emekçi kesimlere ödetmeye hazırlanıyor.

Aslında bu düzenin ve AKP'nin temel prensibi hiç değişmiyor. Kriz de AKP de patronlara değil emekçilere vuruyor.

AKP'ye karşı üretilen bu yalanların ortak noktasında ise yalanların en büyüğü duruyor. Bu düzenin ıslah edilebileceği ya da bu düzende bir çözüm üretilebileceği, mesela AKP gittiğinde Türkiye'nin tüm sorunlarının giderilebileceği iddiasına yaslanan bu yalan, kendisine ortak olan herkesi de, başta bunları söyleyen muhalefet olmak üzere, bir yalana dönüştürüyor.

Özgür Şen / SOL

Tahrif ve tahrip - ÖZDEMİR İNCE

19 Eylül 2018 tarihli Birgün gazetesi, “Çok ciddi bir uluslararası kuşatma altındayız”  başlıklı bir haber yayımladı. “Çok ciddi bir uluslararası kuşatma altındayız” diyen kişi AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan (ki aynı zamanda Cumhurbaşkanıdır). 

“AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, eğitim-öğretim yılının başlaması vesilesiyle dün (18.08.18) Kabataş Erkek Lisesi’nin açılışına katıldı.  Konuşmasında ‘Çok ciddi bir uluslararası kuşatma altındayız’ diyen Erdoğan, öğrencilerden beklentilerini ifade etti.” 

Erdoğan her zaman olduğu gibi, hayalî düşmanlardan söz ederken, gene gerçek Cumhuriyet dönemini tahrif (değiştirme) ve tahrip (yıkıp bozma) programını sürdürüyor. Çok ciddi bir uluslararası kuşatma altındaymışız(!). 
Bu çok olağan değil mi? 
Bütün ülkeler aynı durumda değil mi? 
Çalma başkalarının kapısını çalarlar kapını. 
Herkesin eli armut toplamıyor. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gençlere yaptığı konuşmanın tarihin gerçekleriyle hiçbir ilişkisi yok. Böyle konuşursa, eleştirimizden kurtulamaz. 



                                                                        *                                                                        

ERDOĞAN: Eğitim öğretimi bütünleştirmek suretiyle geleceğe yürüyeceğiz. Teoriyle pratiği birleştirmeliyiz. Tek tipçi, yasakçı, öğrencinin tekamülü yerine formatlanmasını esas alan eski eğitim öğretim mantalitesini bir daha geri gelmemek üzere rafa kaldırdık. 
BEN: Benim de içinde yetiştiğim eğitim-öğretim sistemi kesinlikle “Tek tipçi, yasakçı,  öğrencinin tekamülü yerine formatlanmasını esas alan” bir program değildi. 1923-1950 yılları arasında İngiltere, Fransa gibi uygar ülkelerde uygulanan program kadar uygar ve evrenseldi. Mezunları da dünya standartlarında idi. Öğrenciler, dinsel dogmalar karşısında özgür bireylerdi. Bu dediklerimin gerçekliğini Fransa’da ek eğitim-öğretim görürken ve Topçu Yedeksubay Okulu’nda deneyip anladım. 
Eğitim-öğretimin düzeyi 1950 yılında Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle bozulmaya başladı. Cumhuriyet 1924 yılında Necip Fazıl’ı Fransa’ya felsefe öğrenimi görsün diye gönderdi ama Cumhurbaşkanı’nın önderi Paris kumarhanelerinden diploma aldı. “Tek tipçi” iddiasının da gerçeklikle hiçbir ilişkisi yoktur. Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Alparslan Türkeş, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Necmettin Topçu, Cemil Meriç, Sezai Karakoç gibi Aziz Sancar, Cahit Arf, Mustafa İnan, Halil İnalcık, Gazi Yaşargil, Erdal İnönü, Engin Arık, Bülent Ecevit, Mümtaz Soysal ve İlhan Selçuk  da Cumhuriyet okullarında okumuştur. 
Bu “Eski eğitim öğretim mantalitesini bir daha geri gelmemek üzere rafa kaldırdık” diyor ki işte bu doğrudur! Ortaçağın dini tedrisatını geri getirerek, tarihe geçtiler. İmam- Hatip mezunu imamlar laik mesleklerde pratik yapıyor. 

                                                                        *

ERDOĞAN:Eğitim meselesinde kolaycılığa kapılmadık, köklü reformlar gerçekleştirdik. 
BEN: Cumhuriyetin Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu yasa dışı yollarla ilga ederek çok büyük (!) reform yaptılar ve PISA sıralamasında nal topladılar. 

                                                                         *

ERDOĞAN: Vasıflı öğretmen olmadan vasıflı gençlik yetiştiremezsin. 
BEN: Doğru söze ne denir! Köy Enstitüleri’ni, Öğretmen Okulları’nı ve Eğitim Enstitüleri’ni kapatarak, elbette, vasıflı öğretmen yetiştiren okulların köküne kibrit suyu (kezzap) dökersin. Ben vasıflı ve seçkin Cumhuriyet öğretmeni yetiştiren Gazi Eğitim Enstitüsü’de okudum. Şimdi yerinde yeller esiyor. 

                                                                           *

ERDOĞAN: Evlatlarımızın çoğu bedenen sınıftalar ancak zihnen başka yerdeler. Zira çok ciddi bir uluslararası kuşatma altındayız. Buna dikkat etmemiz gerekiyor. Bu durumu değiştirecek öğrencilerimizin, sınıfa, derse, okuldaki aktivitelere ilgisini en üst düzeye çıkaracak yenilikleri süratle uygulamaya koymalıyız. 
BEN: Cumhurbaşkanı ne demek istiyor, anlamak mümkün değil. Bu durumın sorumlusu bizzat kendisi ve 16 yıllık uygulamaları. 21. yüzyılda, İmam-Hatip kafasıyla, sıfır çemberinin dışına çıkamazsınız!
                                                                    *

Özdemir İnce / CUMHURİYET

YEP ile bütçe hakkı yerle bir - AZİZ KONUKMAN

Cumhurbaşkanı tarafından hazırlanan Yeni Ekonomi Programı (YEP) Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bütçe hakkına aykırı. Milletvekillerinin bütçe hakkını korumaya yönelik bir girişim başlatmaları gerekiyor.


Yeni Ekonomi Programı (YEP), 20 Eylül tarihli Resmi Gazete’nin mükerrer sayısında 108 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı olarak yayımlandı. Öncesinde de Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak tarafından basın toplantısıyla kamuoyuna açıklandı. Şunu belirmek gerekiyor:
Algı oluşturmak amacıyla hangi ad verilirse verilsin, bu belgenin resmi adı uzun açılımıyla Orta Vadeli Program (2019-2021), kısa açılımıyla OVP’dir (2019-2021). Nitekim söz konusu kararda da adlandırma bu şekilde yapılıyor. Ayrıca programın kapağında YEP ile OVP adları birlikte yer alıyor. Ancak eskisinden farklı yeni bir OVP hazırlanmış izlenimi yaratmak amacıyla YEP nitelendirilmesi öne çıkarılarak kapağın ortasına, OVP ise dibine yerleştirilmiş.

Yazımızda Yeni OVP demeyi tercih ediyoruz. ”Yeni” nitelendirilmesi programın içeriğinden ziyade en son yayımlanan program olmasına vurgu yapmak içindir. Yeni OVP’nin; içeriği, hedefleri (bu konuya daha önceki bir yazımızda değinmiştik. Yeni plancılık anlayışında enflasyon dışındaki makro ekonomik göstergelerde hedef belirleme yerine öngörüde bulunuluyor) ve öngördüğü politikalar açısından yeni olup olmadığının değerlendirilmesini bir sonraki yazıya bırakalım.

Bu yazıda ise Yeni OVP’nin 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nun 5’inci maddesinde sıralanan, kamu maliyesinin temel ilkeleri arasında yer alan (d) bendinde açıklanan “Kamu malî yönetimi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bütçe hakkına uygun şekilde yürütülür’’ ilkesini ne ölçüde gözettiğini tartışacağız.

Meclis’in bütçe hakkına aykırı
Önce şunu belirtelim: 30.07.2018 tarihli yazımızda da işaret ettiğimiz gibi, 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 15’inci maddesiyle bütçeyle ilgili bir düzenleme yapılmıştı. Bu düzenlemeyle bütçe sisteminde iki köklü değişiklik gerçekleştirilmişti. İlki Meclis’in içerisinden çıkarttığı hükümete ait olan bütçe hazırlama ve sunma yetkisinin hükümetin tasfiyesi nedeniyle Cumhurbaşkanına verilmesiydi. İkincisi ise Meclis’in bütçe oylaması sürecinde işlevsiz hale getirilmesiydi. 15’inci maddeyle getirilen bu köklü değişikliklerin anayasal uyum çerçevesinde getirilen diğer düzenlemelerle birlikte 5018’e taşınması, “Anayasada Yapılan Değişikliklere Uyum Sağlanması Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’’ başlığını taşıyan 703 sayılı KHK’nin (KHK 9 Temmuz 2018 tarihli Resmi Gazete ’de yayımlanmıştır) 213’üncü maddesiyle gerçekleştirilmiştir.

Bütçenin kendisinin ve temellendirildiği belgelerin (OVP, Orta Vadeli Mali Plan-OVMP, Bütçe Çağrısı ve eki Bütçe Hazırlama Rehberi ile Yatırım Genelgesi ve eki Yatırım Programı hazırlama Rehberi’nden oluşan diğer belgeler) Cumhurbaşkanı tarafından hazırlanacak olması oldukça manidar bir durum yaratmıştır. Çünkü bu köklü değişikliği içeren düzenleme, sözünü ettiğimiz kanunun 5’inci maddesinde yer alan d bendindeki temel ilkeyle çelişmektedir. Daha da somutlarsak, Yeni OVP’nin bu değişikliklerin işlendiği 5018’in 16’ncı maddesinin gereği Cumhurbaşkanı tarafından hazırlanmış olması, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bütçe hakkına aykırılık teşkil etmektedir. Bu kaçınılmaz bir sonuçtur.

Tek maddelik bir Anayasa değişikliği yapılmadığı sürece bu ayıp Meclis tarafından sineye çekilmiş olacaktır. Bütçe hakkının Yeni OVP ile yerle bir edilmesi 5018’e zorunlu olarak uyulmanın yarattığı bir sorun ve sonuçtur.

Takvime uyulmadı
İşin ilginç tarafı, bütçe hakkının yerle bir edilmesi sorunu, 5018’e uyulmadığında da söz konusu olabilmektedir. Geliniz, bunların neler olduğunu yakından görelim. İlki, Yeni OVP’nin yayımlanma tarihinin OVP, malî plan (OVMP) ve bütçe hazırlama rehberini düzenleyen 16’ncı maddesinin 2’nci fıkrasında ifade edilen ‘’Merkezî yönetim bütçesinin hazırlanma süreci, Cumhurbaşkanı tarafından en geç eylül ayının ilk haftası sonuna kadar kalkınma planları, stratejik planlar ve genel ekonomik koşulların gerekleri doğrultusunda makro politikaları, ilkeleri, hedef ve gösterge niteliğindeki temel ekonomik büyüklükleri de kapsayacak şekilde onaylanan orta vadeli programın Resmî Gazete’de yayımlanması ile başlar’’ şeklindeki düzenlemenin öngördüğü altı çizili tarihle örtüşmemesidir. 9 Eylül’de yayımlanması gereken Yeni OVP 11 gün gecikmeyle ancak 20 Eylül’de yayımlanabilmiştir. Yani takvim öngörüldüğü gibi işletilememiştir. Takvime uymama geleneği geçmiş yıllarda olduğu gibi devam etmektedir.

Oysa 3 Ağustos 2018 tarihli 100 günlük Eylem Planı’nda ‘’Ağustos sonu itibariyle OVP hazırlanacaktır’’ denilerek oldukça iddialı bir hedef verilmişti. Ayrıca OVMP ve diğer bütçe belgelerinin, aynı maddenin 3 ve 4’üncü fıkralarında ifade edilen ‘’Orta vadeli program ile uyumlu olmak üzere, gelecek üç yıla ilişkin toplam gelir ve gider tahminleri ile birlikte hedef açık ve borçlanma durumu ile kamu idarelerinin ödenek teklif tavan 4.üncülarını içeren ve Cumhurbaşkanı tarafından onaylanan orta vadeli malî plan, en geç eylül ayının on beşine kadar Resmî Gazete’de yayımlanır. Bu doğrultuda, kamu idarelerinin bütçe tekliflerini ve yatırım programını hazırlama sürecini yönlendirmek üzere; Bütçe Çağrısı ve eki Bütçe Hazırlama Rehberi ile Yatırım Genelgesi ve eki Yatırım Programı hazırlama Rehberi Cumhurbaşkanlığı tarafından hazırlanarak en geç eylül ayının on beşine kadar Resmî Gazete’de yayımlanır’’ şeklindeki düzenlemenin öngördüğü altı çizili tarihlerde henüz yayımlanmamış olması oldukça manidardır. OVP örneğinde olduğu gibi takvim öngörüldüğü şekilde işletilememiştir.

Tartışma süresi daraltılıyor
Geçen yıl OVP 27 Eylül, OVMP ve diğer belgeler ise 5 Ekim tarihinde yayımlanmıştı. Benzer bir gecikmenin bu yıl da yaşanacağı gözükmektedir. Görülüyor ki, belgeleri hazırlayacak kuruluşlar için süreler uzatılırken belgelerin kamuoyunun bilgisine sunulma ve tartışılma süresi daraltılıyor. Oysa tartışılma süresinin daha da uzatılması gerekir. Meclis, bütçe hakkının kullanılmasının güçlendirilmesini gerçekten istiyor ve bu konuda samimi ise 5018’in ilk halindeki bütçe hakkını gözeten takvime (ilk 5018’de eylül ayı yerine mayıs referans alınıyor) dönmeye yönelik bir düzenlemenin geciktirilmeksizin yeniden getirilmesini sağlamalıdır. Meclis, ayrıca süreci izlemeye ve denetlemeye alarak takvimin uygulanmasında ısrarcı olmalıdır. Geçmiş deneyim gösteriyor ki, uygun bir takvimin yasayla belirlenmesi tek başına yeterli değil.

Kalkınma planı ile bağı yok
İkincisi, Yeni OVP’nin aynı maddenin yine 2’nci fıkrasında öngörülen şekilde (OVP’lerin kalkınma planları, stratejik planlar ve genel ekonomik koşulların gerekleri doğrultusunda hazırlanması gerekiyor) hazırlanmamış olmasıdır. Oysa ortada ne 11’inci Kalkınma Planı ne de bütçe kapsamındaki kamu idarelerince hazırlanmış stratejik planlar var. Ayrıca genel ekonomik koşulların krizi işaret ettiği kabul edilmiyor.

Bunlardan özellikle 11’inci Kalkınma Planı çok önemli. Çünkü kalkınma planlarının 30.10.1984 tarihli ve 3067 sayılı Kanun gereğince, TBMM Genel Kurulu tarafından onaylanması gerekiyor. OVP’lerin kalkınma planlarıyla bağlantı kurma zorunluluğu beraberinde Meclis’in dolaylı olarak OVP hazırlık sürecine müdahil olmasını sağlıyor. Böylece OVP’nin Cumhurbaşkanı tarafından hazırlanacak olmasıyla bütçe hakkı açısından devre dışı bırakılan Meclis bir şekilde bu sürece yeniden dâhil edilmiş oluyor. Ancak Yeni OVP’nin 11’inci Kalkınma Planı’nın Meclis Kararı olarak henüz yayımlanmamış olması nedeniyle kalkınma planı bağı kurulamamış ve dolayısıyla bu fırsat kaçırılmıştır.

Hazine Bakanlığı ortak edildi
Üçüncüsü, Cumhurbaşkanlığına bağlı olarak kurulan Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın görev ve yetkileri arasında yer alan, OVP başta olmak üzere bütçeye temel olabilecek belgelerin hazırlanmasına Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın 5018’e aykırı bir şekilde ortak edilmiş olmasıdır. 24 Temmuz 2018 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın teşkilat yapısına dair 13 nolu Kararname’nin 2’nci maddesinin a bendiyle ilgili Başkanlık Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen temel hedef, ilke ve amaçlar çerçevesinde kalkınma planı, Cumhurbaşkanlığı Programı, OVP, OVMP, Cumhurbaşkanlığı yıllık programı ile sektörel plan ve programları, ilgili kamu idareleri ile Cumhurbaşkanlığı bünyesinde bulunan Politika Kurullarının görüşlerini de almak suretiyle Hazine ve Maliye Bakanlığı ile müştereken hazırlamak ve makro dengelerini oluşturmak durumunda bırakılmaktadır.

Oysa 5018’in geçici 22’nci maddesi (bu geçici madde 703 sayılı KHK’nin 213’üncü maddesinin 1’inci fıkrasının ggg bendiyle 5018’e işleniyor) bu sorumluluğu Cumhurbaşkanı tarafından oluşturulacak idareye bırakmaktadır. Bu idarenin daha sonra yayımlanan 1 nolu Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 37’inci maddesinin h bendiyle Strateji ve Bütçe Başkanlığı olacağı hükme bağlanmaktadır. Geçici 22’nci madde sadece geçici bir süre için (Cumhurbaşkanı tarafından oluşturulacak idarenin teşkilatlanması tamamlanıncaya kadar) bu görev ve yetkilerin, Cumhurbaşkanı kararı ile Hazine ve Maliye Bakanı veya Hazine ve Maliye Bakanlığı’nca kullanılabilmesine olanak tanımaktadır. Nitekim daha sonra çıkartılan 30 Temmuz 2018 tarih ve 5 sayılı Cumhurbaşkanı kararı ile bu olanaklı hale gelmiştir. O nedenle OVP ve Hazine ve Maliye Bakanı veya Hazine ve Maliye Bakanlığı birlikte anılır olmuştur. Ancak bu geçici durum, Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın sözü edilen görev ve yetkilerine Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın ortak edilmesiyle kalıcı hale getiriliyor.

Damat, bakanlar üstü konuma getiriliyor
Bu aslında yeni rejimin öngördüğü sisteme de aykırılık oluşturuyor. Çünkü bir bakanlık ayrıcalıklı bir şekilde politika hazırlanması ve oluşturulmasına eski rejimdeki gibi ortak edilmiş oluyor. Oysa 703 sayılı KHK’nin getirdiği değişikliklerin işlendiği 5018’in 10’uncu maddesine göre bakanlar, Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen politikaların uygulanması ile bakanlıkların ve bakanlıklara bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların stratejik planları ile bütçelerinin kalkınma planlarına, yıllık programlara uygun olarak hazırlanması ve uygulanmasından, bu çerçevede diğer bakanlıklarla koordinasyon ve işbirliğini sağlamaktan sorumludur. Görülüyor ki, Hazine ve Maliye Bakanı olan damat, yeni sistemin getirdiği yasal mevzuata aykırı bir şekilde bakanlar üstü bir konuma (Damadın Varlık Fonu Yönetimi A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanvekilliğine atanması örneğinde olduğu gibi) getiriliyor.

Aile holdingi
Burada düşündürücü olan bu değişikliğin hukuki açıdan kafa göz yararak yapılmış olmasıdır. Çünkü Bakanlığın ortak edilmesi sözü edilen 1 nolu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin Bakanlığın teşkilatını düzenleyen 217’nci maddesinde (bu madde buna olanak vermiyordu ve bu maddeyle Bakanlığa sadece maliye ve ekonomi politikalarının hazırlanmasına yardımcı olma ve bu politikaları uygulama sorumluluğu veriliyordu) Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın teşkilat yapısına dair 13 nolu Kararname’nin 27’nci maddesiyle istenilen yönde değişiklik yapılmasıyla gerçekleştiriliyor. Yani Cumhurbaşkanlığı’na bağlı bir kuruluşun teşkilat yapısına dair bir kararnameyle bir bakanlığın görev ve yetkilerinin kapsamı genişletilerek (mevcutlara bir bent ekleniyor ve sonuncu bent eklenen bende uyumlu şekilde yeniden tanımlanıyor) değişiklik yapılıyor.

Damadın bu şekilde böylesi bir konuma getirilmesi, bu ülkeyi üzerindeki varlıklarıyla birlikte A.Ş olarak görmekte olan yeni rejimin (rejim ayrıntılı bir şekilde 2 Temmuz tarihli yazımızda ele alınmıştı) aile bünyesinde oluşturulan bir holdinge evrilmekte olduğunu gösteriyor.

Milletvekillerini Yeni OVP’yi sayısal analizin yanı sıra bu açıdan da bir değerlendirmeye almasını öneriyor ve bütçe hakkını korumaya yönelik bir girişim başlatmalarını umuyoruz.

Aziz Konukman / BİRGÜN