6 Kasım 2018 Salı

Sarayın pusulası hangisi? - ŞÜKRAN SONER

Öncelikle Özdemir İnce’nin ülkemizin ünlü liboşlarının kafa, kavram kargaşaları üzerinden yola çıktığı pazar günkü yazısını atlamışsanız okumanızı öneririm... “Halk-kilise ittifakına dayalı Amerikan sekülerizmi, halkla devletin kiliseye karşı çıktıkları Avrupa aydınlanmacılığı, dini kamusal alanda sınırlayan; birey ve toplumu, anayasa ve yasaları dinin tekçi ve baskıcı şeriatına karşı korumayı amaçlayan Türk laikliği” herkes için yürünülen yolun pusulasının yalın anlaşılabilmesi için hap gibi bir reçete... 

Söylem cambazı siyasetçilerin, çağın medya güdüleme gücünü arkalarına almış, sandık gücüyle otoriterleşmeyi seçmiş liderlerinin, ülkelerinde yürürlükteki rejimlerin anayasal hukuk düzenleri ister başkanlık, ister parlamentarizm olsun, otoriter güç kullanma cambazlığında, insan hakları, demokrasi, hukuk devleti düzenlerini tepetaklak ettikleri bir sürecin içindeyiz. 

Emperyal güç odaklarının akıl almaz bir çarpıklıkla, giderek daha az, kimlikleri ortaklıkları bile arapsaçı, bilinemeyen çokuluslu tekeller elinde toplanması, silahlı güç, medyatik güdüleme gücünün araçlarının ele geçirilmiş olmalarının karmaşasında... İnsanın, tüm canlıların yaşamlarının sürdürülebilmesi, dünyanın yaşanabilir korunabilmesinde, hak-hukuk, adalet, demokrasinin yaşatılabiliyor olmasında... Tek ayak üzerinden söylenen yalanlarla, yürünmek istenen diktatoryal yolun pusulası arasındaki söylem tuzaklarını görmek yaşamsal önem kazanıyor...

***

Saray’ın pusulası hangisi? Ustalıklı söylemlerde, laf cambazlığında, en çok 16 yıllık İktidarları eliyle gelinmiş dev sorunlar, ekonomik- sosyal-siyasal çıkmazlar, çelişkiler ağında, kimi dersler çıkarılmış olarak, ülke gerçekleri, çıkarları yolunda ortak değerlere doğru atılmakta olunan anlamlı adımlar var mı? Anadolu aydınlanmacılığı, laik Cumhuriyet, Atatürk devrimciliğine düşmanlıktan olsun vazgeçilip tarihimizle barışmak gibi bir yol arayışı söz konusu mu? Anayasal düzen, hak-hukuk-demokrasi, insan haklarını ayaklar altında tutan, dünyada bir benzeri olmayan Tek adam, Saray otoriterliğinin sınır tanımaz icraatları ile, ülkemizdeki yaşamın giderek daha büyük çoğunluk için karabasana dönüşmesinde inadına yürünecek mi?

Saray’ın yüzde doksan beş üstü güdümünde, anaakım, yandaş medyasındaki, olumsuz gelişmelerin giderek daha ağır sansürlendiği haberlerin içinden bile satır araları doğru okunabildiğinde ürkütücü gidişata ilişkin öylesine çarpıcı acı gerçekler ortaya çıkabiliyor ki... Bizim gibi gerçeklere ulaşabilmek için, ulaşabildikleri her türden bilgiye ulaşma çabası içinde olanlar bir yana, en çok da yandaş seçmen çoğunluk üzerindeki medya haberlerine dönük karabasana dönüşmüş duygulara, tepkilere bir göz atmak yeterli.
Halkımızın çoğunluğu anketlere yanıt verirlerken depresyona girmemek ya da daha da karamsar olmamak adına haberleri dinlemediklerini, televizyonları kapatıp tirajları ile de sabit yakınlık duydukları gazeteleri dahi almayıp okumadıklarını söylemiyorlar mı? Trajik olanı en çok da promosyon havalarında bedava dağıtılan yandaş medyanın gazete tomarları, dağıtılan yerlerde paketleri açılmadan, geri dönüşüme postalanmıyorlar mı?
Çoluk çocuk, torun torba sahiplerinin aklı başında olanları, kendilerinin dinlemek gereğini duydukları televizyon haberleri, açık oturumlarından, özenle, öncelikle çocukları uzak tutma çabalarından söz etmiyorlar mı? Büyükleri, kendilerini umutsuzluğa, çaresizliğe sürükleyen haberler, gerçekler, şiddet karşısında, çocukları korumanın tek yolunun onları söz konusu yayınlardan uzak tutmak olduğu bilim insanlarının da birleştikleri tek gerçeklik değil mi?

Çocukların çocuk oyunlarına da sıçramış şiddet karşısında, doğuştan olmayan otizm benzeri hastalıklara yakalanmaları riskleri, birbirleriyle oynayamaz, gülemez, masum çocukluklarını yaşayamaz hallere düşmeleri sorunları, çocuk parkları önünde buluşan ailelerin ortak karabasanı değil mi? 

En acısı çoğunluğun, hele de bir avuç vurgun düzeninden pay alabilenler dışında, herkes için geçerli yaşam koşullarının karabasanları, işsizlik, geliri ile geçinemez, işini sürdüremez, yaşam paniğinde, çocuklarını yetiştirebilme çaresizliğinde, öfke, bireysel şiddet patlamasında çocuklarını koruma adına bile çocuklarına da zarar verici rol model konumuna düşmek var ya... 

Saray’ın pusulasını içinde bulunduğunuz koşullara da bakarak nasıl okuyabiliyorsunuz? Çocuklarımız için yaratılmış eğitim koşullarını kabul edebiliyor, henüz işsizler ordusunun içine düşmemişseniz dahi, sizin için kaçınılmaz kılınmış çalışma, ücret, yaşam koşullarında yaşayabiliyor musunuz?

Şükran Soner / CUMHURİYET


3 bin 129 askeri öğrenci 2 koğuşa nasıl sığar?..- Ahmet TAKAN

Yok... Yok... Bu, üniversiteye girişte sorulmuş hatalı bir soru değil...
Havuz problemi benzeri de değil...
"Mehmetçiğimize  acaba kötü yaşam imkânları mı sağlanıyor" başlıklı bir yazının konusu hiç değil...
Peki, ne?..

"Söz konusu AKP'ye seçim kazandırmaksa gerisi teferruattır"ın belgeli hikayesi!..
Başkentin meşhur İncek'ine yolunuz düşerse, Ahlatlıbel mevkisinden geçerken görkemli binalar arasında Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi'ni gözlerinizle kolaylıkla seçebilirsiniz. İşte orada, kahraman Türk Silahlı Kuvvetlerimize subay ve astsubaylarımız yetiştirilir.
Seçim mevzuatımıza göre, askeri öğrenciler seçimlerde oy kullanmazlar. Öyle mi?..

Meğerse öyle değilmiş!..
24 Haziran seçimleri öncesinde, Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi'nde eğitim gören 3 bin 129 askeri öğrencinin ikametgah kaydı şip şak Çankaya ilçesine alınmış, Ahlatlıbel'de oy kullanacaklarına dair seçmen kütüklerine kayıt olunmuş. Hem de "bu kadar da olur mu" denilebileceği hiç düşünülmeden... Herkesin aklı ile alay edercesine, 3 bin 129 askerin kaldığı yer de misafirhanenin 2 koğuşu olarak gösterilmiş;
"Ahlatlıbel Mah. İncek Şehit Savcı Mehmet Selim Kiraz Bul. Jand. Sah. Güvenlik Akademisi Sitesi A Blok 14/24 A Çankaya-Ankara."
"Ahlatlıbel Mah. İncek Şehit Savcı Mehmet Selim Kiraz Bul. Jand. Sah. Güvenlik Akademisi Sitesi B Blok 14/24 B Çankaya-Ankara."
İşte bu da belgesi;


Nasıl oluyorsa!.. Anlayacağınız, 3 bin 129 askerî öğrencinin yarısı bir koğuşta diğer yarısı ikinci koğuşta ikamet ediyor ve yatıp kalkıyor!. Ahlatlıbel mahallesinin seçmen sayısı da bir günde 2 bin 180'den 5 bin 309'a çıkıyor.
Skandallar bununla da bitmiyor... İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun onayı ile yapılan bu işlem seçim günü de devam ediyor. Askerî öğrenciler, araçlarla oy kullanacakları Ahlatlıbel mahallesindeki okula getiriliyor ve askerî düzenle oy kullandırılıp geri götürülüyor. Sonuç ne oluyor?.. Oy kullanılan sandıklarda, çoğunlukla AKP ve MHP'ye oy çıkıyor!..
24 Haziran seçimi öncesi yaşanan skandallar zinciri ile ilgili Ahlatlıbel mahallesi muhtarı Nizam Yılmaz ile görüştüm. Nizam Yılmaz, duyduklarımı teyit ettikten sonra o günlerde olup bitenlerden ilgilileri yazı ile uyardığını da söyledi.


Nizam Yılmaz, şunları anlattı;
"Bizim mahallede seçmen listeleri askıya çıkarıldığında 2 bin 180 seçmen vardı bizde. Listeleri askıya astık. Bilahare partilerin ilçelerinden -İYİ Parti'den, CHP'den filan- 'sandık görevlisi bulamıyoruz falan' diye şikayetler gelmeye başladı. Niye dedik biz de... Hepsi hepsi 5-6 tane sandık vardı. 'Hayır efendim 14'e çıktı' dediler. 'Olmaz, o kadar insan bir iki günde yazılamaz yani adres değişikliğinden bu kadar artış olamaz' dedik. Seçim kurulunu aradım ben. İlçe seçim, 'doğrudur. 1 haftadır bununla uğraşıyoruz' dediler. 'Sizin oraya Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi öğrencileri seçmen statüsünde sokuldu' dediler. Nasıl oldu? İşte kursiyer olarak tanımlandığı için oy kullanabilecekler. 3 bin 129 kişi 2 günde seçmen listelerine eklendi. Ayın 9'u ve 10'unda Mayıs'ta. Bu kadar insanın 2 günde nüfus müdürlüğüne gidip yazılma şansı yok tabii. Bu tabii benim ön görümü söylüyorum. Flash belleğe yüklediler ve oradan da girildi. Şöyle, bu 3 bin 129 kişi 24-A ve 24-B'de kalıyor. Yani misafirhanenin 2 odasında 3 bin 129 kişi kalıyormuş gibi garip bir durum var. Tabii adamlar koğuşta kalıyor, koğuşu yazmak mümkün olmadığı için bunlar 2 tane misafirhanedeki lojmanı 3 bin 129  kişi kalıyormuş gibi tanzim etmişler. Biz sandıklarda görevliydik hepimiz. Bunların oy kullandığı sandıklarda yüzde 90 civarında AKP ve MHP'ye oy çıktı. Sevkle geldiler. "
--24-A ile 24-B lojman mı?
"Misafirhane."
--Yapılanlar yasaya uygun mu?
"Mayıs 12'sinde kesinleşiyordu listeler süre içinde doğru, mesela askıya çıktıktan sonra askıdan indirilme süresi 12'iydi yanlış hatırlamıyorsam, 12'sine kadar normal adres değiştirenler bunu kanıtlamak koşuluyla... Seçim Kurulu'nun bize gönderdiği bir yazı var. Orada diyor ki, bu süre içerisinde kaydolabilmek için adınıza kayıtlı bir tapu, elektrik faturası, su faturası, gaz faturası gibi orada oturduğunuzu teyit eden bir belgeyle gelirseniz ancak adres değişikliği ve seçmen bilgi güncellemesi yapılabilir dendi bize. Resmî yazıyla bildiriyor bize bunu Seçim Kurulu. E, bunlar neyle belgelediler?.. Yani komutanın şeyiyle gönderdiği bir listeyle veya flash bellekle filan kaydoldu. Nüfusun bunu nasıl yaptığını ben bilmiyorum ama tek tek bu insanların oraya gitme şansı yok. Orada oturduklarını kanıtlama şansları da zaten yok. Böyle bir garip durum olmuştu.

Garip bir uygulama oldu. Bugüne kadar jandarma okulları eskiden ismi bu değildi Jandarma Eğitim Komutanlığıydı. O zaman da orada öğrenciler vardı geçmişte ama onlar hiçbir zaman oy kullanmazlardı. Ben 2007'den beri muhtarım bu seneye kadar hiç olmadı. Ben ilgili birimlere bildirdim, muhtar olarak görevimi yaptım ama siyasiler sonuç alamadıysa benim yapabileceğim bir şey yok ki. Benim de gücüm yok."

Seçim hileleri, Türk siyasetinin değişmez, değişemez ve asla değiştirilemez maddelerinin başında gelir!..

Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi'nde eğitim gören askeri öğrenciler yaklaşık -hafızam beni yanıltmıyorsa- 10 gün önce mezun oldular. Yani o dönemde askerî öğrencilerdi. Kursiyer sayılıp oy kullanabilmeleri için subay veya astsubay olmaları lazımdı. Yani bu gençlerin o günlerde rütbeleri yoktu.

Şöyle böyle... Eleştirecek şey çok!.. Askerin nasıl siyasallaştırıldığının hazin bir belgesi bu. Kimseye kızmak niyetinde değiliz. Askerî atamalar, AKP ilçe binalarından geçiyor çünkü...

Bekçisiz köyde işler böyle yürüyor!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

5 Kasım 2018 Pazartesi

Mehmet Ali Aybar’ın Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’e dair bazı görüşleri- SERPİL GÜVENÇ

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının Osmanlı İmparatorluğunun başkenti İstanbul’a alınması tartışmaları bağlamında bir kaç gazetede Mustafa Kemal, Cumhuriyet ve Kurtuluş Savaşı gibi konularda sosyalist solun tutumu ele alındı.  Bu çerçevede, söz konusu makalelerin bazılarında, 1961’de sendikacılar tarafından kurulan Türkiye İşçi Partisi ve genel başkanı Mehmet Ali Aybar’ın konuşmalarından bölümler yer aldı. O nedenle, Aybar’ın Mustafa Kemal’e, Cumhuriyet’e ve onun bazı ilkelerine dair görüşlerine biz de kısaca göz atmak istedik.

1920’lerden bu yana Türkiye Solu’nda yer alan sosyalist-komünist partilerin Kurtuluş Savaşı’na olumlu baktığı, burjuvazinin devrimci dönemine ait bir programla ortaya çıkan Kemalizmin modernleşme projesini destekledikleri bilinen bir gerçektir. Bununla birlikte şunu da ekleyelim. Gerek Türkiye İşçi Partisi genel başkanının ve gerekse dönemin diğer sosyalist hareketlerinin ve 68 gençlik hareketinin nihai hedefi, kapitalist sömürü sisteminin ortadan kaldırılması ve onun yerine emeğin iktidarının kurulacağı sosyalist bir düzenin inşa edlmesidir. Bir başka deyişle, bu yapıların Kemalist Cumhuriyete bakışları her ne kadar hayırhah olsa da Kemalist Cumhuriyet sosyalistlerin ve komünistlerin son hedefi değildir. Doğaldır ki, Kemalist Cumhuriyetin getirdiği değerler yapıcı bir eleştiriye de tabi tutulmuştur.

Gelelim sayın Aybar’ın görüşlerine.
Aybar çocukluk yıllarından itibaren  Kurtuluş Savaşı’na büyük bir bağlılık içindedir çünkü İstanbul’un işgaline tanıklık etmiştir.  Nihat Sargın, anılarında, TİP’in bir Genel Yönetim Kurulu toplantısında bu olayları anlatırken sesinin titrediğini ve gözlerinin dolduğunu anlatır. Ne var ki, bu saygı ve sevginin eleştirel bir tutumla birlikte gittiğini görürüz . Özellikle bağımsızlıkçı ve tarafsız politikalarını çok takdir ettiği Mustafa Kemal’in ölümünün 26. Yılında yayınladığı bildiride “… Atatürk’e bağlılığımızı gene türlü biçimlerde yerine getireceğiz. Bu bağlılık gösterilerinin hemen hepsi, duygusal söylevlerden ibaret kalacaktır… Onun öğretisine en çok muhtaç olduğumuz şu günlerde Atatürk’ü yüreğimizle olduğu kadar hattâ daha çok kafamızla sevmeliyiz “ diyen Aybar Kurtuluş Savaşı Türkiyesi’nin eleştirilmesi ve “yapısındaki … ters gelişmeye imkân vermiş olan boşlukların” ortaya konması gerektiğine inanmaktadır. Aybar’a göre ”Atatürk gibi akılcı, gerçekçi ve ilerici büyük insana” saygı ve sevgiyi göstermenin yolu, Kurtuluş Savaşı yılları ve sonrasını eleştirerek karşılaştırmak ve “böylece halkımızın iktidara gelmesine hizmet edecek maddi ve fikri (düşünsel) araçları meydana getirmektir”.
Aybar,  M. Kemal’in 1 Aralık 1921 tarihli konuşmasına sık sık vurgu yapar. Bu konuşmada geçen “… Sırtüstü yatmak ve hayatını çalışmadan geçirmek isteyen insanların bizim toplumumuz içerisinde yeri yoktur, hakkı yoktur! … Halkçılık, toplum düzenini emeğine, hukukuna dayandırmak isteyen bir sosyal doktrindir. …Biz bu hakkımızı korumak, bağımsızlığımızı güven altında bulundurabilmek için, toptan milletçe bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören bir doktrini izleyen insanlarız” sözlerinden çok etkilenmiştir. 1964’de yaptığı bir konuşmada Kurtuluş Savaşı’nda savaşan halkın,  padişahın buyruklarına ve şeyhülislamın fetvalarına karşı koyarak, sadece işgalci düşmanla değil ama  “dünyada kurulu zulüm ve istibdat düzeniyle yani kapitalizm ve emperyalizmle de” savaştığını söyler. Yine, bu sözlerin hemen ardından, ülkenin bağımsızlığını temellendirecek köklü dönüşümlerin yapılmadığını ya da yapılamadığını, ülkenin toplumsal yapısının savaş öncesindeki gibi kaldığını, toprak ağalarının, aracı tüccarların ülke ekonomisinde egemenlik ve etkilerinin sürdüğünü, zaferden sonra toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde ise Türkiye’nin özel teşebbüs yoluyla kalkınacağı ilkesinin kabul edildiğini ekler. Kongrede sınıfların varlığını kabul eden Atatürk onların çıkarlarının çelişkili olmadığını iddia etmiştir. Böylece Türkiye Cumhuriyeti “kapitalizme doğru adım adım yol almış” ve İttihat Terakki’nin rüyası olan burjuva sınıfı yasal yolla hegemonyasını kurmaya başlamıştır.  Aybar’a göre bu kabul edilemez bir durumdur çünkü o günlerde kapitalizmin varlığına bağlı olarak emekçiler ve burjuvazi arasında gerçek bir sınıf mücadelesi süregelmektedir. Buna rağmen, Aybar’a göre Kemalizm “sol bir ideoloji”dir ve Mustafa Kemal ve arkadaşlarının tuttuğu yol “solda olan, sola giden” bir yoldur çünkü “kapitalizmin dize getirdiği bir ulusun kapitalizme sarılarak ayağa kalkması” olanaksızdır.
TİP’in ikinci genel başkanı Behice Boran ise bu konuda önemli bir teorik  bir saptamada bulunur. Halk hareketi olarak yürütülen bir devrim ya da bir milli kurtuluş hareketi sona erdiğinde  bunlara öncülük eden burjuvazi – ki bizim ülkemizde küçük burjuva aydın tabaka öncü olmuştur- mücadele dönemindeki ideolojik duruşundan geri adım atar ve “burjuvazinin sınıf ideolojisinin sınırları içine çekilir”.  Boran’a göre, Türkiye’de ve bağımsızlık mücadelesi vermiş olan bir çok geri kalmış ülkede olan budur. Savaş sonrası iktidara gelen yönetici kadro, İmparatorluktan devraldığı toplumsal yapıyı batı modeli kapitalist bir yapıyla değiştirme politikasını izlemiştir.

Bu arada Cumhuriyetin ilk dönemlerinde çıkan yasalara dair Sovyet kaynaklarındaki bir yorumu da aktarmadan geçmeyelim.  Bu kaynaklara göre, 1920 yılında çıkarılan Misak-ı Milli, Hıyanet-i Vataniye, Seferberlik, Tüm Milis Güçlerinin ilgası, Jandarma ve polis Güçlerinin Örgütlenmesine dair yasa ve benzerleri ve 1921 Anayasası ile getirilen iktidarın birliği, emekçi sınıfların çıkarlarının savunulması ve bu sınıfların devlet yönetimini paylaşmalarını amaçlamamakta, tam tersine yeni kurulan kapitalist sistemin temellerini ve zayıf Türk burjuvazisinin hegemonik pozisyonunu güçlendirmeyi hedeflemektedir.
Cumhuriyet ve halkçılık ilkesi konusunda ise Aybar’ın yazdığı 1965 TİP programında şu tümceler vardır:
“Halkçılığın devlet ve hükümet şekli Cumhuriyettir. Cumhuriyetçilik, fert ve zümre hakimiyetine, saltanat fikrine karşı durur. TİP, Kurtuluş Savaşı Türkiyesi’nin bu iki temel ilkesine candan bağlıdır”.

TİP halkçılıktan neyi anlamaktadır?
Yine programdan uzun da olsa gerekli bir alıntı yapalım;
“ … İnsanın ve insan emeğinin en yüce değer olarak tanınması bizi halkçılık ilkesine götürür. Bütün zenginliklerin, maddi ve manevi bütün değerlerin  biricik yaratıcısı olan halkımız, politik iktidarın da kaynağı ve gerçek sahibidir… Halkçılık, emekçi halkı toplumun itici, yönetici ve düzenleyici kuvveti olarak tanımak ve toplum düzeninin buna göre kurulması imkânlarını hazırlamaktır. Halkçılık, emekçi halkı bir numaralı vatandaş durumuna yükseltmektir. Halkçılık, demokrasiyi gerçekleştirmek, toprak ağalığının, yabancıya aracılık eden ticaret ağalığının ve müttefiklerinin ekonomik kalkınmayı, demokrasiyi, sosyal adalet ve güvenliği köstekleyen gerici ve tutucu etkilerini önlemektir. Halkçılık, sömürgeciliğin her türlüsüne, sömürücülüğün her çeşidine karşı koymaktır”.

Bütün bu alıntılar ve görüşler bize TİP programında ve genel başkanların ifadelerinde devlet ve hükümet biçimi olarak Cumhuriyetin desteklendiğini, halkçılıktan burjuvazinin değil emekçi halkın refahı ve siyasal iktidarının, sömürüsüz bir toplum düzeninin gerçekleşmesinin anlaşıldığını açıkça ortaya koymaktadır. Diğer bir deyişle, Kemalizmin bağımsızlıkçı, aydınlanmacı ve ilerici geleneğine sahip çıkılmakta ama Kemalist burjuvazinin İktisat Kongresi sonrasında benimsediği siyasal ve ekonomik hedefler paylaşılmamakta ve eleştirilmekte; sosyalist bir toplum hedefi vurgulanmaktadır.

AKP faşizmiyle taşınan karanlık ve kötülüğün yaşamımızın  her zerresine işlediği  düşünülecek olursa,  günümüzde de Kemalist burjuvazinin aydınlık, ilerici yüzünü ve üst yapıda gerçekleştirdiği seküler reformları,  özellikle ilk dönemindeki bağımsızlıkçı tutumunu, Cumhuriyeti desteklemek elzemdir. Ne var ki, Türkiye emekçi halkını kurtaracak, Türkiye’yi içinde bulunduğu karanlıktan çıkaracak olan emekçilerin kuracağı sosyalist bir cumhuriyetidir.  

Özlenen ve uğrunda insanlığın savaşmayı sürdürdüğü düzen, tüm işleyişin paranın saltanatına değil ama insanın gereksinmelerine dönük olduğu, kulluk, kölelik ve baskının olmadığı, zengin yoksul, güçlü güçsüz, ezen ezilen çelişkisinin sonsuza dek yokolduğu, insanların eşit, kardeşçe ve birarada yaşadığı bir düzendir.

Serpil Güvenç / SOL

Alfabe bahane, cehalet şahane! - Mine G. Kırıkkanat

1 Kasım 2018’e denk gelen “hayırlı cuma”; laik Cumhuriyete hayırsızların “bir gecede cahil kaldık” yalanıyla karaladıkları en uğurlu günümüz Harf Devrimi’nin 90. yıldönümüydü. 

Tüm çok eski diller gibi özgün alfabesi Göktürk ya da Orhun diye bilinen (runeiform) alfabeye sadık kalamayan Türkçeyi Latin harflerle okuyup yazmak, bugün Türkiye’ye evrensel açılım ve görünürlük, halkına da bilimde öncü Batı dillerini daha kolay öğrenmek artısını kazandırdı. 

Düşünün ki Büyük Britanya İmparatorluğu’nun eski sömürgeleri bugün İngilizce konuşurken, Osmanlı devleti 500 yıl egemen olduğu diyarlarda bile Arap alfabesiyle yazılan Osmanlıcayı yayamamış; 1517’den öteye Hilafet Başkenti ilan ettiği İstanbul’un adını “İslambol” diye değiştirmek istemiş, ama İslam âlemine bile kabul ettirememiştir! 
Bu başarısızlık, 1681 doğumlu Şair Nedim’in: “Bu şehr-i Stanbul ki bi-mislü bahadır / Bir sengine yekpâre acem mülkü fedadır” mısralarıyla taçlanır... 

Demem o ki Osmanlı’nın 1453’ten 1923’e, yani 470 yıl boyunca beceremediğini, dil devrimini 1928’de başlatan Atatürk’ün önderliğindeki Cumhuriyet rejimi iki yılda başarmış ve 1930’dan öteye tüm dünyanın Türk kentlerini Türkçe adlarıyla anmalarını sağlamıştır.
***

Bu başarıda büyük ölçüde Harf Devrimi’nin, dilimizin Latin alfabesiyle yazılmasının payı vardır. 

Türkiye Cumhuriyeti, kentlerimizin Türkçe adlarını tebliğ ve kullanımını resmen talep ettiği 28 Mart 1930’dan sonra Ankara’ya Angora, İstanbul’a Constantinople, İzmir’e Smyrna’ydı Smyrne’ydi, Bursa’ya yok Pruse’ydi yok Brousse’du vb. diye gönderilen mektupları adreslerine ulaştırmadı. Türk kent ve yer adlarının Türkçe yazılmadığı resmi yazışmaları işleme koymadı! 

Oysa günümüzdeki aymazların özendiği Osmanlı sultanları, adı boyundan uzun ululukta, TV dizisi hakanı Abdülhamit Han dahil; saltanatları boyunca güya titrettikleri “cihan-ı âlem”e mülkünün hiçbir köşesinin adını Türkçe söyletememişti! 
1930’a kadar Trakya ve Anadolu’nun tüm kentleri, hatta bölgeleri antik ya da klasik eski isimleriyle anılıyor, Osmanlı bu toprakların 600 yıllık sahibi değilmiş gibi Türkçeleşmiş adları hiçe sayılıyordu.
***

Türkçeleşmiş diyorum, çünkü tarihi pek de takmayan Türkler hiç olmazsa bu anlamda etimolojiye sadık kalmış, antik yerleşim merkezlerinin adlarını geniş genelde değiştirmemiş, eskilerini içinde taşıyan doğal devinimleriyle yetinmiştir. 

Örneğin “Natolia”nın bir süre “Anatolia” diye anıldıktan sonra analar dolup taşıyormuş gibi bir güzellemeyle “Anadolu”laşması da böyleydi; Konstantinopolis’in Stin Poli (iç kent) kısaltmasından yola çıkarak önce İstinpol, sonra İstanbul’laşması da... 
Osmanlı’nın dilini yerleştirme ve yayma başarısızlığında elbette ki Arap harfleriyle yazılıyor olmasının yanı sıra, Osmanlıcanın üç dört dilin karışımından ibaret ağdalı kimliksizliğinin de payı vardır. Zaten devleti ve mülkünü çağdışı bırakarak sonunu hazırlayan süreç de bu kimliksizlikten beslenmiş; Osmanlıcanın çağdaş kültüre ulaşmakta yetersiz kalıp tıptan mühendisliğe başta Fransızca ve Almanca, yabancı dillere ihtiyaç duyulmasıyla başlamıştır.
***

Cumhuriyetin en kutlu başarısı Harf Devrimi’ne “bir gecede cahil kaldık” diye lanet okuyan cühelaya en veciz yanıtı, bir sosyal medya kullanıcısı verdi: “Haydi deden alfabe değişti diye bir gecede cahil kaldı. Ya sen? 90 yıldır değişmeyen bir alfabe var, sen niye cahilsin?” 

Harf Devrimi’ne dil uzatanlar ne dün Arap alfabesiyle Osmanlıca okurlardı, ne de bugün Latin alfabesiyle yazılmış Türkçe tarih, bilim ya da ebediyat okurlar... 
Ağızdan dolma tüfek gibi kulaktan dolma avam dilleriyle Türkiye’ye Osmanlıcılık dayatan bu cahiller Arapça selamlaşır; Nedim’in Acem mülkünü bir taşına feda ettiği İstanbul’u hâlâ İslambol’laştırmaya çalışırlar. 

Ama boşuna. 

Kimliksizleşmekte gerçekten başarıya ulaştılar, sanırım sonları da Osmanlı’yı aratmayacaktır.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Helen olmuş gidiyorsun... - SELCAN TAŞÇI HAMŞİOĞLU

Uganda Büyükelçiliği'mizdeki "Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonu"nda, "ev sahipleri"nin konuklarını "Helen ve Zeus" kılığında karşılamasının gerekçesi, bu yılın "Troya Yılı" olmasıymış!

Troya, Kaz Dağları eteklerindeki, Türkiye'de yaşayanların daha çok "Truva" olarak bildiği "antik kent"in ismi.

Tamam bu yıl "Troya Yılı"; onu anladık da Helen kim?
 "Cumhuriyet"le özdeşleştirilebilecek hangi "tarihi misyon"un simgesi?
Troya'nın "Kara Fatma"sı mı? "Şerife Bacı"sı mı? "Halime Çavuş"u mu? "Nezahat Onbaşı"sı mı? "Nene Hatun"u mu? "Gördesli Makbule"si mi?
Zeus'un, karısı Hera'nın korkusundan kuğu kılığına girerek koynuna sızdığı güzel Leda'dan -Leda da kocasıyla yatıyordu o esnada-  olma, çok af edersiniz -"hafif meşrep"- kızı Helen!

"Bihter Ziyagil" gibi düşünün;
Zengin, soylu, güzel, çok güzel, bayağı bayağı güzel, çağındaki "bütün kadınların en güzeli" ve fakat kocası Menelaus'un boynuzlarından göğe merdiven çıkmış olmasının da biricik sebebi!

Siz bunu "aşk" diye kutsayabilirsiniz de tabii ama Hektor'un da, Truva'nın da başını yiyen, Helen'in kocasını aldattığı Paris'in peşine takılıp Truva'ya gelmesi!
Ki velev ki dünyayı değiştiren bir "aşk";
O zaman "14 Şubat"ta ansaydınız be mübarekler!

Sayın Büyükelçi;
Helen olmuş gidiyorsunuz da nereye?
Zeus, Odysseus, Akhilleus filan -demedi demeyin- tekinsiz tipler bunlar!
Yanlış anlamayın, biz size mitoloji heveskârı olmayın, Troya'yı anmayın demiyoruz;
Yine anın!
Ama çok matah bir figürmüş gibi "Helen"in ruhunu resepsiyonun baş konuğu yapacağınıza, Başkomutan Atatürk'ü selamlayın ve konuşmanızın bir yerinde "Hektor'un öcünü aldık" diye haykırın;
Alem, Cumhuriyet'e uzanan yoldaki "Troya etkisi(!)"yle sallansın!


SELCAN TAŞÇI HAMŞİOĞLU / YENİÇAĞ

4 Kasım 2018 Pazar

Milliyet de kapanır ama tek sebebi yandaşlık değil - ÜMİT ALAN

Geçen hafta Vatan gazetesi kapandı. Bu kapanış üzerine “Bütün gazeteleri birbirinin aynısı haline getirirsen hangisini kapattığının bir önemi kalmaz” şeklinde bir tweet attım.” Bu tweetin ilk anlamı, tüm ana akım gazetelerin yandaş haline gelmesi ve gazetecilik yapmamasıydı ama bir anlamı daha var. Bu haftaki Köşe Vuruşu’nun konusu, işte bu ikinci anlam.

GAZETEDEN PROFİL ÇIKARMAK
80’lerde çocukluğumun geçtiği apartmanın insan profilini bugün bile gözü kapalı çıkarırım. Çünkü okunan gazeteleri iyi hatırlıyorum. Bizim eve Hürriyet girerdi. Üst komşumuzun evine Milliyet. Evinde çok fazla kitap olan bir başka komşu Cumhuriyet okurdu. Parayı vurup apartmanda araba modelini ilk lüks kategorisine çıkaran komşu ise Sabah. Siyasi ve sosyolojik profillerle gazeteler bire bir örtüşürdü. Ben babamdan spor sayfasını ve karton maketlerini sevdiğim Milliyet gazetesini almasını istediğimde, babam kısaca “alamayız renksiz” demişti. Promosyonlu günler beni sevindirmek için Milliyet de alırdı ama onun asıl gazetesi Hürriyet’ti. Bu ayrımlar netti.

Bugün gazeteler kabaca ikiye ayrılıyor. Yandaşlar ve yandaş olmayanlar. Peki bütün yandaşlar ve yandaş olmayanlar birbirinin aynı mı? BirGün okuyanla Sözcü okuyan kişi aynı kişi olabilir mi? Hatta yandaş olmayıp bazı yandaş gazetelere tahammül edenler bile mevcut. Örneğin; 30 yıl Hürriyet okuyan babam, 2000’lerin başındaki emekliliğiyle birlikte Posta gazetesine geçti. Posta’nın Demirören Grubu’na geçmesiyle birlikte bir haftalık bir Sözcü macerası oldu ama sonra yine Posta’ya döndü. Neden diye sorduğumda “her şey siyaset değil” cevabını verdi. Bu cevabın önemli bir kısmını Posta’nın bulmaca ekine bağlasam da tek etken o değil. Birazı da Haydar Dümen galiba esprisi yapsam babam çok kızar, o sebeple yapmıyorum.

PÜRÜZLÜ MÜKEMMELLİK
Posta gazetesi tasarım dili olarak aslında tüm kuralların dışında. Tasarım faciası bile denilebilir. Çoğu kez manşetin ne olduğu bile belli değil. Ancak yine de seviliyor. Babam Posta’nın bu darmadağınık haliyle mutlu ki, “her şey siyaset değil” deyip geçiyor. Peki bu bize ne anlatıyor diye düşünürken tesadüf eseri Mehmet R. Doğan ve Yiğit Ahmet Kurt’un Pürüzlü Mükemmellik (MediaCat Kitapları 2016) kitabını okuyordum. Orada friksiyonomi kavramıyla karşılaştım. Fizikte friksiyon “hareketi zorlaştıran, engelleyen, erteleyen kuvvet” demek. Friksiyonun başka anlamları da var. Ancak “Pürüzlü Mükemmellik” yazarları, friksiyonun yarattığı pozitif deneyimlere odaklanıyor. Kitapta friksiyonomiyle sağlanan başarılar üzerine çok güzel örnekler var. Bir tanesi Starbucks’ın “kahve deneyimi” üzerine yarattığı friksiyon. Şöyle ki, 2010 yılında Starbucks yönetimi kafelerine yeni bir kural gönderir ve baristaların yavaşlamasını ister. Bunun için de sürece her iki kahveden sonra sürahi yıkama ve yeniden kahve öğütme gibi yavaşlatıcılar eklenir. Amaç fastfood algısından kurtulmak ve kahve deneyimini uzatmaktır. Bu kural hâlâ ne derece uygulanıyor emin değilim ama bu kuralı koymaya yol açan kaygı önemli.

Birkaç haftadır gazetemiz BirGün, yazarlarına bir maili tekrarlıyor. Yazıların 3.500 vuruşu aşmamasıyla ilgili bir hatırlatma bu. İlk bakışta yazıların kısaltılması isteği akla ve çağa uygun. Peki ya BirGün’ü BirGün yapacak olan Starbucks’ın “kahve deneyimi” iddiası gibi “okuma deneyimi”yse? Evet, dijital çağ kısa yazmayı gerektiriyor, çünkü insanlar okumak yerine izliyor ya da dinliyor ama burada tek ezberin “kısa yazmak” olması tartışılır. Belki de kurtarıcı olan uzun ama farklı yazı ve haberlerle dolu olan bir gazete olmaktır.
Milliyet gazetesine dönersek; bugün Milliyet gazetesinin Vatan’dan farkı ne? Sadece yandaşlık açısından demiyorum içerik açısından da. Sabah’ın Akşam’dan, Star’ın Yeni Şafak’tan ne farkı var? Mizanpajları bile aynı neredeyse. Birini kapatsan, öteki yerini rahatlıkla doldurur. 

80’lerde birbirine yakın siyasi görüşe sahip olmasına rağmen babamın Hürriyet’i, komşu amcanın Milliyet’i almasının bir sebebi vardı. Türkiye’nin siyasi ortamı ana etken olmakla birlikte dijital hayatın tık üzerine kurulu mantığı da gazeteleri aynılaştırdı. Atılan başlığın cümle yapısından gazete ayırmak yandaş için de muhalif için de mümkün değil. İşi yeniden para ödenmeye değer hale getirmek için farklılaşmayı ve bilinçli koyulmuş pürüzleri daha çok tartışmamız gerek.

Ümit Alan / BİRGÜN

Başkan Bolsonaro ve Brezilya dersleri - TANER TİMUR

Brezilya’da seçim geride kaldı; Bolsonaro Başkan oldu; şimdi demokratlar korku içinde. Ülkede tüm aydınlar seferber oldu; BM İnsan Hakları Komisyonu “durumu izliyor”; Avrupa’da gazeteler “Bolsonaro sadece Brezilya demokrasisini değil, tüm dünyayı tehdit ediyor” diye manşet atıyor.

1960’larda yaygın bir temenni idi: “Asla bir Latin Amerika ülkesi olmayacağız!” Gazetelerde sık sık bu beyanı okur, aramızda bunu tartışırdık. Ve genellikle de kafamızı sallar, “Olmayacağız!” derdik.

Aslında Latin Amerika ülkeleri dili, dini ve toplumsal yaşamıyla Avrupa’nın az gelişmiş bir uzantısıydı. Yine de birçoğunun gelişmişlik ölçütleri bizden yüksekti. Ne var ki Latin Amerika bir darbeler diyarıydı ve bizleri ürküten de buydu. 1960’ta bir darbe yaşamış, fakat bir yıl sonra tüm demokratik talepleri yeni Anayasa’ya koyarak o defteri kapatmıştık. Artık kimse darbe istemiyordu. Darbeden bir yıl sonra kurulan sosyalist Türkiye İşçi Partisi’nin bile sloganı “1961 Anayasası’nın eksiksiz ve tastamam uygulanması” idi.

Evet, artık kimse “darbe” istemiyordu; darbeci kumarın yerini devrim özlemi almıştı. Kore’de, Cezayir’de, Vietnam’da yaşanan kirli savaşlardan sonra dünyada esen rüzgârlar da bu yöndeydi. Türkiye’de de laik cumhuriyeti sosyal bir devlete dönüştürmek isteyen devrimci bir nesil ortaya çıkmış ve o da umut ve coşkuyla bu rüzgâra kapılmıştı.

Darbeleriyle ünlü Latin Amerika bu kez Castro ve Che ile örnek oluşturuyordu.

Kısaca devrimi sevmiştik; fakat devrim gelmedi. Buna karşılık Latin Amerika’ya uğramış, fakat orada da küçük bir adada kuşatılmıştı. Devrimi yaymak isteyen Che Guevera, yoldaşlarıyla birlikte Bolivya ormanlarında vahşice katledildi. Bu vesileyle Latin Amerikalı bir yazar bölgedeki felaketleri kara mizahla anlatıyor ve “Heyhat!”, diyordu, “Tanrı bize çok uzak; Amerika ise çok yakın!”.

•••

O yılların gözde anayasacısı M. Duverger az gelişmiş ülkelerde çok partili hayata geçiş denemelerinde üç ülkeyi örnek gösteriyordu: Türkiye, Meksika ve Hindistan. Bu geçişi Türkiye’de Cumhuriyet Halk Partisi; Meksika’da Kurumsal Devrim Partisi; Hindistan’da da Kongre Partisi sağlamıştı ve Duverger bunları “başat” partiler olarak niteliyordu. Onları ülkelerine başarılı bir geçiş dönemi yaşatmış partiler sayıyordu.

Bugün geriye bakınca bu “geçiş”in gerçekten de başarılı olduğunu söyleyebilir miyiz? Sanırım söyleyemeyiz. Hindistan’da Hindu olmayan herkese kem gözle bakan Narendra Modi? Trump’ın “duvar tutku”suyla başı belada Meksika? Darbelerin birbirini izlediği Türkiye? Varılan nokta bu ve bugünlerde de yine Latin Amerika’yı konuşuyoruz. Daha çok da seçimle, seçim düşmanı bir politikacıyı başkan yapan Brezilya’yı..

•••

Latin Amerika uzmanı değilim, ama bu ülkeler kariyerimde tarih ve toplum bilimlere yönelmemde büyük bir rol oynadı. Yazarlığa 1960’larda Yön dergisinde bu konuda bazı tanıtma yazıları ile başlamıştım. Sonra da uzun yıllar bu coğrafyada neler olup bittiğini izlemeye çalıştım. Brezilya’da 21 yıl süren acımasız cunta rejimi; Arjantin’de darbecilerin öldürdüğü ana-babaların “evlatlık” yapılan yetimleri; Şili’de Allende, arkasından da Pinochet ve “Chicago Boys”; Venezuella’da Chavez, Maduro.. Neler geldi, neler geçti! Geçen Pazar da Brezilya, Latin Amerika tarihinde yepyeni bir sayfa açıyordu. Adeta ülke, bambaşka giysiler içinde, darbeci geleneğine döner gibiydi.

•••

Bir ülkede tanklar ne zaman sokağa çıkar? Askeri darbelerde değil mi? Oysa Brezilya’da ilk kez bir seçimden sonra tanklar sokaklara dökülüyor ve subaylar coşkuyla halkı selamlıyordu! Hareket sembolikti, fakat Rio’nun en zengin belediyelerinden Niteroi’de gerçekleşmesi hayli anlamlıydı. Anlaşılan, ülke aslında “Eski Brezilya”ya dönerken tüm ordu da “Yeni Brezilya” sevincini paylaşıyordu.

28 Ekim’de yapılan seçimleri Sosyal-Liberal Parti’nin adayı Jair Bolsonaro, oyların % 55,2’sini alarak kazandı. O eski bir askerdi. Askerlikten ayrıldıktan sonra siyasete atılmış ve 1990’da Hristiyan Demokrat Parti adayı olarak Meclis’e girmeyi başarmıştı. Daha sonra da altı kez yeniden seçilerek 27 yıl boyunca partisinin en uç fikirlerini savundu. Orada tutunamayınca Sosyal Hristiyan Parti’ye geçti ve 2016’da onun adayı olmaya çalıştı. O da olmayınca şansını bu kez de Sosyal-Liberal Parti’de denedi ve başarılı oldu.

•••

28 Ekim’de Başkan seçilen Bolsonaro askeri darbe döneminin özlemi içinde yaşayan ırkçı ve seksist, işkence yanlısı, hatta ultraliberal programının gösterdiği gibi fakir düşmanı bir siyasetçi. Tüm ileri fikirlere şiddetle karşı ve darbeci döneme tek itirazı da o yıllarda yeteri kadar adam öldürülmemiş olması. 1999’da Meclis’te yaptığı bir konuşmada 1964-1985 askeri cuntası az öldürdü, “30 bin kişi daha öldürmeliydi” diyor ve bunlar arasında o sırada cumhurbaşkanı olan Fernando H. Cardoso’yu da sayıyordu. Halen Sosyal Demokrat Parti’nin başkanı olan Cardoso ise, bugünlerde Washington Post sütunlarında Brezilya’da “düşünülemeyecek” bir şeyin gerçekleştiğini dünyaya ilan ediyor.

Neden? Nasıl oldu?

Çünkü iktisadi hayat üç yıldır resesyon içindeyken, şehirlerde eskiden de olan şiddet inanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Sadece 2017 yılında 64 bin (günde 175) cinayet işlenmişti. Temsili demokrasi de insanların güvenliğini sağlayamıyordu ve herkes öfke içindeydi. İşte Bolsonaro da, Cardoso’nun ifadesiye, bu “öfke tsunamisi üzerinde sörf yaparak” seçimi kazanmıştı. (W. Post, 29 Ekim 2018). Üstelik bu “öfke” dalgasını yaratanlar da 2016 Ağustos’unda Başkan Dilma Rousseff’i görevden uzaklaştırdıktan sonra, Temmuz 2017’de de Lula da Silva’yı hapse attıran ve bir daha da aday olamamasını sağlayan güçlerdi. Yani egemen güçler, başta tarım ihracatçıları olmak üzere tüm iş dünyası, daha çok da Sao Paulo’da mevzilenmiş sanayi ve finans babaları. İşaret oradan geliyor; alan temizliğini de sağcı parti militanları, komutanlar, Globo medya gurubu ve “bağımsız” yargıçlar yapıyordu. Evangelik “Evrensel Kilise” ve kurucusunun sahip olduğu güçlü Record TV’nin yaptığı dini propaganda da cabası.. Brezilyalı iktisatçı Felipe de Alencastro’ya göre Bolsonaro’nun zaferinde belirleyici oyları Evangelistler sağlamışlardı. Darbeler döneminde elinden geldiği kadar ezilenleri korumaya çalışan Katolik Kilisesi’nin zayıflaması, Brezilya’da Evangelistlere yaramıştı. (Le Monde, 31 Ekim 2018).

Bir ülkede tanklar ne zaman sokağa çıkar? Askeri darbelerde değil mi? Oysa Brezilya’da ilk kez bir seçimden sonra tanklar sokaklara dökülüyor ve subaylar coşkuyla halkı selamlıyordu! Hareket sembolikti, fakat Rio’nun en zengin belediyelerinden Niteroi’de gerçekleşmesi hayli anlamlıydı. Anlaşılan, ülke aslında “Eski Brezilya”ya dönerken tüm ordu da “Yeni Brezilya” sevincini paylaşıyordu.

•••

Oysa zarlar seçimden önce atılmıştı ve bu kirli savaşta en etkili kategori yargıçlar oldu. Bunlardan Lula’yı mahkûm eden Sergio Moro, kullandığı illegal yöntemler yüzünden devamlı tartışma konusu olmuş, hatta bazı dosyalar Federal Mahkeme tarafından elinden alınmıştı. Lula’ya yüklenen suç ise bir inşaat şirketinden rüşvet olarak deniz kıyısında bir daire almasıydı. Lula, bu dairede hiç oturmamıştı; fakat bir mahkûmun tanıklığı ile dokuz buçuk yıla mahkûm edildi. Eyalet mahkemesi bu cezayı 12 yıla çıkardı ve arkasından da Yüksek Mahkeme hükmü onayladı. Karar beşe karşı altı oyla alınmış, Yargıç Moro adeta bu davada tek başına hüküm vermişti.

•••

Latin Amerika uzmanı J.J. Kourliandsky’nin İl Globo gazetesinden aktardığı bilgiye göre, Brezilya’da hakimlerin % 71’ı ayda 33 bin Reais (yaklaşık 9 bin dolar) civarında maaş alıyor; bunlardan 7000 kadarı da yıl sonunda aynı miktarda prime hak kazanıyor. Kendilerini varsıl sınıfların parçası haline getiren maaşlarla bu heyetin solcu bir iktidara sempati duyması da herhalde beklenemez. Nitekim Kourliandsky yargıç Moro’yu, La Fontaine’in “şişman, yağlı ve her davada uzman” kedisine benzetiyor. Buna karşılık Moro da, bugünlerde, görevini yapmış bir insanın rahatlığı içinde, daha yüksek bir görev bekliyor. Zaten işaret de geldi. Globo TV’ye konuşan Başkan Bolsonaro, «Sergio Moro bir semboldür», diyordu; «o, kendisini yolsuzlukla mücadele için feda etti (…) Hükümetimde mutlaka önemli bir yer işgal edecek ». (Le Monde, 31 Ekim 2018). Başkan’a göre bu yer de muhtemelen Adalet Bakanlığı olacak!

•••

Bolsonaro, Lula da Silva ve partisine düşmanlıkla iktidar oldu. Peki, Lula, Rousseff ve İşçi Partisi’nin suçu neydi? Neden iktidardan kovuldular? Sanırım bu gelişmeyi Türkiye ile karşılaştırmalı şekilde ele almak daha ilgi çekici olacaktır.

Brezilya’da Lula ile Türkiye’de Erdoğan aynı tarihte seçimi kazandılar. Lula, 27 Ekim 2002’de Başkan seçiliyor, bir hafta sonra 2 Kasım’da da AKP Türkiye’de iktidar oluyordu. Birincisi oyların % 61’ini, ikincisi ise % 34’ünü almıştı. Aslında sınıfsal dayanakları çok farklıydı; fakat ikisi de ezilenlere, mağdurlara seslenerek iktidar oldular. AKP’nin sağlık hizmetleri ve sosyal yardım alanında attığı bazı adımlar da sol-liberal çevrelerde büyük bir benzerlik gibi sunuluyordu.

Üstelik ABD’nin İran’a uyguladığı ambargo iki ülkeyi dış politikada da yakınlaştırmış, 2010’da BM Güvenlik Konseyi’nde Türkiye, bu ambargoya Brezilya ile birlikte “hayır” demişti. 2013’te ise iki ülkede iktidara karşı direniş hareketleri oldu. Brezilya’da 2014 futbol dünya kupası organizasyonu için yapılan harcamalar sağlık ve eğitim bütçelerinde kısıntıya neden olmuş, ayrıca yolsuzluk iddialarına neden olmuştu. Bu ise egemen sınıfların “taktik değiştirmesi”ne yol açtı. Yolsuzluklar medyada manşete çıkarılırken asıl hedef alınan İşçi Partisi’nin sosyal politikasıydı. (A. Topal; BirGün, 1 Kasım 2013). Türkiye’de ise otoriter gidişe karşı «Gezi direnişi» yaşandı. Oysa Brezilya’da Dilma Roussef, sokağa dökülenlerin «millete, daha çok da hükümete bir mesaj verdiklerini» söylerken, Türkiye’de Gezi Direnişi biber gazı ve coplarla bastırılıyordu. Bu iki tavrı kıyaslayan W. Post gazetesi, yayın kurulu imzasıyla, “Erdoğan’ın katı çizgisinin ülkenin ‘ılımlı İslam demokrasisi’ imajını kararttığını” yazıyordu. (22 Haziran 2013). Tabii eğer böyle bir imaj varsa?

•••

Lula, işçi kökenliydi ve sendikacılıktan geliyordu. Onu izleyen Başkan Rousseff de devrimciydi, bu yüzden 1970’lerde hapse girmiş, ağır işkencelere uğramıştı. Brezilya İşçi Partisi iktidar yıllarında asgari ücreti ve aile yardımlarını ciddi bir şekilde artırdı ve ülkede gelir eşitsizliği azaldı. Eğer vergi sisteminde gerekli reform yapılamadıysa, bunun nedeni de, Thomas Piketty’nin tespitiyle, ülkenin federal yapısı ve seçim sistemiydi. (Le Monde, 13 Ekim 2018). Buna karşılık, Parti, demokratik bir eğitim politikası izledi ve üniversiteye girişlerde yoksullar, siyahlar ve melezler için pozitif ayrımcılık uygulandı. Lula «ezilenler» diyince yoksulları ve işçileri anlıyor, Erdoğan ise önce müminlere ve dincilere yapılan haksızlıkları dile getiriyor, sık sık 80 yıl önce «camilerin nasıl ahır haline getirildiğini» anlatıyordu. Zaten bu yaklaşımla, OHAL döneminde, patronlara, «grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifade ile anında müdahale ediyoruz; diyoruz ki, hayır! burada greve müsaade etmiyoruz; çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız” diye güvence vermekte sakınca görmemişti. (Hürriyet, 12 Temmuz 2017). Kısaca Brezilya İşçi partisi ile AKP’nin sınıfsal dayanakları tamemen zıttı ve bu yüzden de Lula ve Rousseff iktidardan kovulurken, Erdoğan iktidarını güçlendirmeyi başardı.

•••

Brezilya’da seçim geride kaldı; Bolsonaro Başkan oldu; şimdi demokratlar korku içinde. Ülkede tüm aydınlar seferber oldu; B.M. İnsan Hakları Komisyonu “durumu izliyor”; Avrupa’da gazeteler “Bolsonaro sadece Brezilya demokrasisini değil, tüm dünyayı tehdit ediyor” diye manşet atıyor. Oysa Bolsonaro da yalnız değil; onun da savunucuları var. Örneğin Donald Trump, onu ilk kutlayan başkan olmanın sevinci içinde ve Wall Street Journal da şunları yazıyor : «Saydam, rekabetçi ve dürüst bir muhalefetle işe başlayan Bolsonaro seçimi çalmadı; seçmenleri ikna ederek kazandı (…) Siyasi ve iktisadi çöküntüyü bir reformcu olarak düzeltebilir » (29 Ekim 2018).

Ya Türkiye ? Öyle görünüyor ki Beştepe de, 2023 perspektifinde, gelişmelere her zamanki “kazan-kazan” politikasının çıplak realizmi içinde bakacak ve 2022’de bağımsızlığının yüzüncü yıldönümünü kutlayacak olan Brezilya’ya dönük hesaplarını bu “ilke”ye dayandıracak.

Taner Timur / BİRGÜN


3 Kasım 2018 Cumartesi

AKP yıllarında sosyal harcamalar - KORKUT BORATAV


Nurhan Yentürk’ün, Türkiye’nin Kamu Harcamaları, 2006-2017 başlıklı kitabından (Bilgi Üniversitesi Yayını, Eylül 2018) söz etmek istiyorum. Volkan Yılmaz ve Yakup Kadri Karabacak da kitabın bazı bölümlerini  Yentürk ile birlikte kaleme almışlar. 

Kitabın başlığı, “niçin 2006’dan başlatılıyor” sorusunu akla getiriyor. 

Yanıt, Önsöz’de veriliyor: “Çok yıllı bütçelemeye geçiş, 2003’te Kamu Malî Yönetim ve Kontrol Kanunu ile… başlatıldı, [harcamaları] izlemek için gerekli olan veriler 2006 yılından itibaren yayımlan[dı].”  Nurhan Yentürk 2010’da Bilgi Üniversitesi bünyesinde kurulan Kamu Harcamalarını İzleme Platformu’nu yönetmektedir. 2006 sonrasının merkezî yönetim bütçesindeki harcamaların idarî ve işlevsel dökümü bu platform tarafından izlenmektedir. Sözünü ettiğim kitap, bu dökümün sonuçlarını sunuyor; çözümlüyor.

Kitap, üç ana bölüme ayrılmış: Sosyal Harcamalar, Askerî ve İç Güvenlik Harcamaları, Yerel Yönetim Harcamaları… Ben, esas olarak “sosyal harcamalar” başlığı altında toplanan bulgulara göz attım. Tümüne sadece değinmem bile mümkün değil. Bazı ek verilere de baş vurarak tablolarda içerilen birkaç tespiti aktarmakla yetineceğim. Ayrıntılı, sayfaları dolduran tabloları “deşifre ederken” hatalara sürüklenmiş olabilirim. Nurhan’ın hoş göreceğini umuyorum.

Ana harcama kalemlerinin seyri
Nurhan Yentürk, sosyal harcamalarda AB’nin Sosyal Koruma İstatistikleri (ESSPROS) sistematiğini kullanıyor. Buna göre, devletin sosyal harcamaları üç ana kategoriye ayrılıyor: Sosyal yardım, sosyal güvenlik ve sağlık… 
Sosyal yardımlar, muhtaçlara, yoksullara dönük kamu giderleridir. Sosyal güvenlik, devletin kişilere dönük sağlık harcamalarına ve emeklilik ödentilerine katkılarını içeriyor. Son kalem ise, devletin sigorta sistemine (“kişilere”) katkıları dışında kalan kolektif sağlık harcamalarını (örneğin yatırımlarını) içermektedir. 
Devletin ilk iki kaleme katkıları sosyal koruma harcamaları olarak da adlandırılıyor. Bu toplamı Yentürk sabit fiyatlarla hesaplamış. 2006-2017 döneminde yıllık ortalama (“üssel”) artış oranı yüzde 5,9 olarak belirleniyor. Aynı dönemde millî gelirin (yeni GSYH serisine göre) ortalama büyüme temposu yüzde 5’tir. Sabit fiyatlarla hesaplandığında sosyal koruma harcamalarının millî gelirdeki payı artmıştır.

Cari fiyatlarla yapılan hesaplama da benzer bir sonu içeriyor: Bu iki sosyal harcamanın GSYH içindeki payı, 2006’da %10,7; 2006-2009 ortalaması olarak %11’dir; ılımlı bir artış izleyerek dönem sonunda yüzde 12,4’e ulaşmaktadır (Tablo 2.1, ss.36-41).

Yentürk, 2006-2017 yıllarında kamusal harcamaların sosyal yardımlar, sağlık ve emeklilik katkıları arasında dağılımını izlemiş. Sosyal yardımların (%5,0 → %7,3) ve emeklilik katkılarının payları (%57,7 → %62,1) artmıştır. Bu on bir yıl içinde sağlık harcamalarına devlet katkılarının payı ise düşmektedir: %37,3 → %30,6… (Tablo 2.2, s.43). 

Kitap, sosyal güvenlik sisteminin son yıllardaki açıklarını da inceliyor. Bu açıkların Genel Sağlık Sigortası (GSS) ve emeklilik ödentileri arasındaki dağılımı yayımlanmıyor. Yentürk sadece 2013 için ulaşabildiği bir Sayıstay raporundaki bilgiyi aktarıyor: O yılda GSS primleri, sağlık giderlerini yüzde 27 oranında (12,8 milyar TL tutarında) aşmıştır (ss.82-83). Bu durum diğer yıllar için de geçerliyse, GSS’nin prim fazlası, emeklilik açıklarına aktarılmaktadır. 

Bu bulgulara, sosyal harcamaların yukarıda değinilen son öğesini, devletin “kolektif” sağlık harcamalarınıekleyelim: Bu tanıma giren sağlık giderlerinin cari fiyatlarla GSYH’ya oranı da 2006’dan 2017’ye ılımlı bir tempoda artmıştır: %0,9 → %1,2 (Tablo 5.6, s.101). Tümüne göz atalım: Üç ana başlık altındaki tüm sosyal harcamaların milli gelirdeki payının on bir yıl içinde iki puan (%11,6  →  %13,6) arttığı gözlenecektir. 

Sosyal yardımlardan yararlananlar 
Sosyal yardımlar 2012’den bu yana büyük ölçüde Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı (ASPB) tarafından yapılmaktadır. Yardımların aynî öğelerini de kapsayan bir bölümü, ASPB gözetimi altında faaliyet gösteren, sayıları 1000 civarında olan Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları tarafından dağıtılmaktadır. TKİ ve TTK’ya “görev zararı” olarak kaydedilen “fakirlere kömür yardımı” da bu çerçeveye katılmalıdır.

Vakıflar, her faaliyet döneminde, vali veya kaymakamların başkanlığı altında il ve ilçelerdeki kamu görevlileri ve “sivil toplum kuruluşları ve hayırsever kişiler” arasından seçilen (veya belirlenen) mütevelli heyetler tarafından yönetilir. Bu yapı, yararlanacak kişi ve hanelerin seçiminde siyasi iktidarı, AKP’li belediyeleri ve örgütleri öne çıkaracaktır. Sonuç, sosyal yardımların dağıtımında seçici, ayrımcı ve adaletsiz özelliklerin öne çıkması olacaktır. 

Yerel yönetimler ve İçişleri Bakanlığı’na bağlanan Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) da sosyal yardımları gerçekleştiren kurumlar arasındadır. AFAD’ın Suriyelilere dönük yardım ve aktarımlarda önem taşıdığı anlaşılmaktadır. 
Sosyal yardımlar, “yaşlı-muhtaç vatandaşları, evde bakım gerektiren engellileri, eşi vefat etmiş muhtaç kadınları, muhtaç asker ailelerini ve çocuklarını, 18 yaşından küçük öksüz ve yetim çocukları” hedeflemektedir (ss.33-60). 

Yentürk, 2016’da bu yardımlardan yaralanan kişilerin sayısını 2.197.194 kişi olarak belirlemiş. Genel Sağlık Sigortası (GSS) primi ödeme gücü olmayan 2.365.054 kişinin primleri de ASPB tarafında ödenmektedir (Tablo 3.2, s.62). Türkiye’de sosyal yardımlardan yararlananlara bu iki sayıyı toplayarak ulaşmak yanıltıcı olabilir; zira, ilk grupta yer alanların bir bölümü, aynı zamanda “prim desteği alan kişiler” de olacaktır. Tahminen 3-4 milyon civarında yurttaşımıza ulaşan sosyal yardımların dağıtımında “seçici, ayrımcı” yöntemler, AKP için önceliklidir; önemlidir. 

Sosyal harcamaların finansmanı
Nurhan Yentürk, 2006-2017 döneminde sabit fiyatlarla vergilerin, hem millî geliri, hem de sosyal harcamaları geriden izlediğini belirliyor. Türkiye’de kaynak kullanımının, millî geliri aştığını gösteren tespitlerden biri de budur. Bu “beceri”, sadece kamu açıkları ile değil, daha da önemlisi, artan cari işlem açıkları sayesinde mümkün olmuştur. 

Yentürk, bu olgudan kaynaklanan dış borç finansman artışları sonunda “sosyal harcamalara ayrılacak kaynağın daralacağı” öngörüsünde bulunuyor.  
Bu olgulara, Türkiye’de vergi tahsilatının bordrolarda derlenen ücret ve maaşlar ile tüketim harcamalarına dayanan özelliği de eklenmelidir. AKP yıllarında beyannameye dayanan gelir ve kurumlar vergisinin payı (bir anlamda burjuvazinin göreli katkısı) daha da aşınmış; vergi sisteminin “regresif” (eşitsizlikleri artırıcı) özelliği pekişmiştir. 

Yentürk bu tespite katılıyor; ancak, değinmekle yetiniyor (ss.22-23).

Sosyal hizmetlerin özelleşmesi, piyasalaşması
Türkiye’nin Kamu Harcamaları, yıllar önce IMF ve Dünya Bankası’nın başlattığı “sosyal hizmetlerin özel sektör tarafından sunumu yeğlenmelidir” çağrısının Türkiye’de uygulanmasına da ışık tutuyor. 

Nasıl? Düzeyleri, millî gelirdeki payları artan sosyal hizmetler, artan oranlarda özelleştirilerek sunulmaktadır. 

Yentürk’ü aktarıyorum: “Türkiye refah sistemi giderek daha çok… emeklilik, sosyal  yardım [türü] transferler sistemine dönüşmekte; [öte yandan] sağlık, eğitim gibi hizmetlerin kamu tarafından üretimi daralmaktadır”(s.25). 
Yentürk’ün nicel bulgularının büyük bölümü, bu tespitin ilk boyutu ile ilgilidir. Sözü edilen transferlerin, akımların 2006-2017 yıllarındaki seyrine ışık tutmaktadır. Bir bölümünü yukarıda özetledim.

“Sosyal hizmetlerin özel sektör tarafından sunumu”, gelir dağılımını, hizmetin niteliğini, maliyetini olumsuz doğrultularda etkilemektedir. Yentürk, yukarıdaki vurgulama dışında bu konuya sadece şehir hastaneleribağlamında giriyor (ss.104-113). Bu boyutu eksik bırakmayacağını; ileride “sunumu özelleştirilen sosyal hizmetler ve sosyal güvenlik” dönüşümünü de araştıracağını umuyorum.

Türkiye’nin Kamu Harcamaları, sosyal politika alanında bilgilerimizi, kavrayışımızı zenginleştirmenin ötesine de gidiyor. Kitabın bir bölümü, askerî ve (faşizme geçiş ortamında dört nala artan) iç güvenlik harcamalarını kapsıyor. Bir diğer bölüm de, yerel yönetim harcamalarını İstanbul’a odaklanarak inceliyor. 

Volkan Yılmaz ve Yakup Kadri Karabacak’ın katkılarıyla da zenginleşen bu önemli kitap için değerli meslektaşım Nurhan Yentürk’ü tebrik ederim.  

Korkut Boratav / SOL

Siyaseti halkçılaştırmak - İLHAN CİHANER

Sade küçüklerin değil, büyüklerimizin de
Düştüğü bir tarihsel yanılgı
Çünkü sünnet değil, farzdır Cumhuriyet.

Can Yücel

Ortada sahiden bir cumhuriyet var mı sorusu meşruluğunu korurken, yine de herkes kendi meşrebine göre cumhuriyeti kutladı.

AKP’nin demokrasi, özgürlük, hukuk devleti, adalet ve eşitlik gibi kaygısı olmadığından, “icraat” dedikleri, gerçekte ise rant ve talan olduğu hayli zamandır bilinen bir “siyaset biçiminin” uzantısı olarak, cumhuriyeti, yeni havalimanında “coşkuyla” kutladılar. Ranttan nemalananlar her daim olduğu gibi bu coşkuya dahil oldular ama, krizin belini büktüğü halk, aynı coşkuya sahip miydi, pek emin değilim…

Fiyatların artmaya devam ettiği, alım gücünün hayli zayıfladığı ve kent içi ulaşımın dahi hesabının yapılmak zorunda olduğu bir dönemde, iktidar sembolü olarak açılan yeni havalimanının; işçiyi, memuru, emekliyi, işsizi sevindirecek pek bir yanı yok. İnşaatı sırasında dahi havaalanı işçisine reva görülen “kölelik” muamelesi, AKP iktidarının “halktan” ne beklediğini göstermeye yetiyor. Halk, iktidar kendi gemisini yürütsün diye “köle” gibi çalışacak, Saray karşısında “kul” olacak ve asla hakkını aramayacak! İtaat edecek! Hakkını arayan emekçiler yaptıkları “eseri” parmaklıklar ardından izleyecekler! Nitekim akşamında üniversitelerimizin güzide rektörlerinden birisi, Can Yücel şiirine nazire yaparcasına baklayı ağzından kaçırdı: Erdoğan’a itaat etmek farzdır! Yaşasın cumhuriyet!

Gün geçtikçe rejimin, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen bu “ucube” yapıya niçin dönüştürüldüğünü daha iyi anlıyoruz. Temel amaçlarından birisi siyaseti ve karar alma süreçlerini halktan kaçırmak, Saray’ın duvarları arasına hapsetmekti ve bugün tam olarak bunu yapıyorlar.

Saray damadının, “Bakan” olarak açıkladığı vergi indirim paketi, iktidarın krizde de tercihini kimlerden yana kullandığını gösteriyor. Patronlar anında, duydukları “mutluluğu” dile getirdiler. Zaten AKP iktidarı onları ne zaman mutsuz etti ki?

Peki ya halk?

Vergi indirimlerinin maliyetinin halka nasıl yansıyacağını en geç yerel seçimler sonunda görürüz. Doğalgaza, elektriğe, ulaşıma ve temel gıda ürünlerine yapılan zamları geri almak, halkın üzerindeki vergi yükünü hafifletmek nedense iktidarın aklına gelmiyor ama onca devlet krizi arasında Cumhurbaşkanı’nın maaşına yüzde 26 oranında zam yapmayı unutmuyor! Maaşlar reel olarak “kuşa” dönmüş, işsizlik giderek yaygınlaşıyor, ne gam!

Neo-MC Koalisyonu, siyaseti halktan kaçırmış olmanın rahatlığı ile adeta dalga geçiyorlar. İşte nerede ise Kaşıkçı cinayetini bile Kılıçdaroğlu´na yıkacaklar! Ne mantık dertleri var, ne de tutarlılık! Parlamenter sistemde, Meclis’in iyi-kötü bir gücü ve etkinliği vardı. Halk, temsili siyasetin olağan kanalları üzerinden milletvekillerine ve Meclis’e etki etme imkanına sahipti. AKP’li yıllarda giderek azalmış olsa da hükümet, Meclis’e hesap vermek zorundaydı. Ekonomik krizle boğuşan halkın bugünün siyasetini kullanarak sorunlarına çözüm bulması neredeyse imkânsız. 

Peki, biz elimizden yitip giden cumhuriyetin ardından ağıt mı yakacağız, yoksa halkçı bir siyasetin yollarını mı arayacağız? Ankara’da, İstanbul’da binlerce insan, umut ve umutsuzluk, güven ve güvensizlik gibi karmaşık duygularla, geçmiş ve gelecek arasında sıkışarak cumhuriyet için yürüdüler. Onların bu karmaşık duygularını bütünlüklü bir siyasi perspektifle umuda ve cesarete dönüştürmek halkçı bir siyaseti birlikte inşa etmek zorundayız. Neo-MC Koalisyonu’nun bizlerden kaçırdığı siyaseti, yerelde de yeni biçimleriyle düşünmek zorundayız. Bir an önce 24 Haziran travmasını geride bırakıp, sermayenin mutluluğunu düşünen iktidar bloğuna karşı tepkileri ve dayanışmayı birlikte örgütlemeliyiz. 
Zaman silkinme, umut ve cesaret zamanı!

 İLHAN CİHANER / BİRGÜN