18 Kasım 2018 Pazar

Yurtdışındakileri çağırırken, yurtiçindekileri içeri tıkmak - ORHAN BURSALI

Bir yandan Cumhurbaşkanı’nın dünyada ilk 500’e giren üniversitemiz yok diye, iyi niyetli bir serzenişeleştiri olarak algılamak istediğim yakınmaları.. Diğer yandan Sanayi ve Teknoloji Bakanı Varank’ın yüksek nitelikli bilim insanlarımıza yurda geri dönün, işte para işte olanak çağrıları...

Ve sabah kalkıyorsunuz, gözaltına alınan hukuk dekanları, matematik bölüm başkanları, yine gazeteciler, kültür ve gönül insanları...

Saygın bir hukukçu olan Prof. Turgut Tarhanlı’yı, matematikçi Prof. Betül Tanbay’ı, diğer 18 kişiyi daha sabah 6’da evlerini basıp gözaltına almak veya aldırmak, utanç verici değil mi?..

5 yıl sonra ‘Gezi Örgütü’?!Osman Kavalı’yı bir yılı aşkın bir süredir, iddianamesiz, mahkemesiz içeride tutuyorsunuz. Bırakın hukuku, adaleti vb.. sizlerin vicdanı için hiç mi bir “sıkıntı yok”?
“Gezi’nin düzenleyicisi” gibi, altında hiçbir şey olmayan bir suçlamaya, şimdi 20 kişiyi daha ortak ederek, bir örgüt havası kazandırma ilkel düşüncelerinizi biliyoruz; bunu Cumhuriyet gazetesine, yönetici ve çalışanlarına karşı da denemiştiniz. Büyükada casusları diye de bir sürü insanı tutuklamıştınız.. Daha neler...

Milletin geniş kesimlerinin katılımıyla ülke çapında yaygınlaşan “Gezi Direnişi”ni, iki üç kişiye mal etmek de başka bir garabet, bu millete ayıp! Şüphesiz ki aranızda “acaba biz ne yaptık ki bu kadar geniş bir protesto - isyan ile karşılaştık” diye soranlarınız ve yanıt bulanlarınız olmuştur. Bunu iktidarınız bal gibi biliyor.

Gezi isyanından korkunuz, özellikle ekonomik ve sosyal krizin içine düştüğümüz şu sıralarda özellikle mi ortaya çıktı ve böyle bir “örgüt yaratmak” yoluna gittiniz?
Türkiye’de, eski ortağınız FETÖ’cülerin açtığı hukuksuz adaletsiz yoldan Türkiye’nin, iktidarın ve yöneticilerinin dahi gidebileceği hiçbir yol yok, sadece bataklık...

Ya ‘bu ne rezalet’ diyen çıkarsa?
Üniversiteler üzerinde baskınız keyfi ve yaygın. Oradan da bir ses çıkmıyor.. Mesela Turgut Tarhanlı’nın gözaltına alınmasına Bilgi Üniversitesi’nden bir ses duymadım. Keza Betül Tanbay’ın üniversitesi Boğaziçi’nden de... 

Yurtdışındaki bilim insanlarına çağrı yapıyorsunuz, uluslararası olanaklar yaratmaya çalışıyorsunuz. Destekliyorum, iyi yapıyorsunuz, ülkenin iyi bilime, yüksek standartlarda bilim insanına, bilim-teknoloji üretimine ihtiyacı şiddetle var. Ülkenin yüksek düzeyde sosyal bilimcilere, hukukçulara, sanat insanlarına, yüksek düzeyde felsefecilere, düşünürlere de ihtiyacı şiddetle var. 

Siz yurtdışındaki bilimcilere çağrıya çıkıyorsunuz, ama bir yandan da bağımlı hukuk sisteminiz buradaki bilimcileri, aydınları, fikri olanları gözaltına alıyor, yurtdışı yasağı koyuyor. 

Şunu mu demek istiyorsunuz yurtdışındaki bilim insanlarımıza çağrı yaparken: 
Bakın, gelip burada işinizi yapacaksınız, öyle demokrasi, hukuk, adalet var mı yok  mu uğraşmayacaksınız, bunlar sizleri hiç ilgilendirmez.. yoksa...

Bilim bütündür 
Bilim bir bütündür, felsefesi ile, sanatı ile, sosyal bilimleriyle.. Bu bütünün olduğu yerde bilim yeşerir. Çünkü bunların hepsi birbirini besler, birbiriyle etkileşerek üretir. Bu bütün içinde, sizlerin yönetimlerine, hukuksuzluklarına, adaletsizliklerine, keyfiliklerinize karşı çıkan olursa ne yapacaksınız, onları da içeri mi atacaksınız! 

Hiç unutmayın, geleceklerin hepsinde bu yüksek siyasal-sosyal, hukuk bilinci olacaktır. 
Onları nasıl bir üniversite ortamına çağırıyorsunuz? Size bağlı rektörler, dekanlar, bir liyakat sistemi-ortamı yaratabildiler mi? 

Çağırdığınız üst düzey bilimci, sadece yeteri kadar maddi koşul istemez, aynı zamanda bilimsel liyakate dayalı üst düzey bilim-yönetim ortamı da ister. 

Bunları düşündünüz mü? 
 
Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Utanç tokadı... Asıl küme düşen kim? - Arif Kızılyalın

Fatih Terim’in gidip Lucescu’nun iş başı yaptığı günleri anımsayın; hani şu ilk yenilgide ‘ama takım yenileniyor’ diye avutmamış mıydık kendimizi?
Sonraki kayıpta hakeme kesecektik faturayı.
Ardından ‘şanssızdık’ edebiyatı yaptık.
Arada bir galibiyet alınca da buğday ambarının önünde dolaşan aç tavuk rolü biçilmiş kaftandı bizler için!
Andersen’in masallarını çevirip çevirip okuduk. Taa ki vasat İsveç gelip Anadolu’nun göbeğinde yenip gidene kadar... Bakın; dün geceki mağlubiyet, sıradan bir sonuç değil Türkiye için.
Bir utanç tokadıdır bu!
Bir zamanlar Dünya üçüncülüğünde dolaşan Türkiye, artık C Ligi’ne; yani 50 küsur Avrupalının arasındaki en kötü lige indi bu yenilgiyle.
Dün geceki futbol için söylenecek fazla söz yok; acemiler mangası deyin geçin. Önündeki topu uzaklaştıramayan stoperler, top süremeyen bekler, pas kaybı yaparken şuurunu da kaybeden bir orta saha, formsuz forvetler!
Geçelim bunları!

Burada asıl eleştirilmesi gereken makam TFF’dir. Yıldırım Demirören’dir, Ali Dürüst’tür, Nihat Özdemir’dir, işine geldiği zaman denetim yetkisini kullanan ama nedense Yıldırım Demirören’e ses çıkartamayan Spor Bakanlığı’dır,
‘Kral çıplak’ diyemeyen spor basınıdır!

Sözün özü herkes suçludur bu rezalette. Sakın ola ki 2020’nin planlamasını yapan Lucescu’ya kesmeyesiniz faturayı sadece!

Arif Kızılyalın / CUMHURİYET

Mısıroğlu meselesi: Galip kim, mağlup kim?- TAYFUN ATAY / T24


Geçtiğimiz cumartesi 10 Kasım’da kaleme aldığım yazıda, “Bir süredir Atatürk düşmanlığı tescilli ve yıllar boyu bu iktidar kadrolarının zihinlerini beslemiş (Kadir Mısıroğlu gibi) yazı erbabı bile hanidir kızakta” dedim ya…
Diyanet İşleri Başkanı beni tam anlamıyla kontrpiyede bırakacak şekilde aynı gün Mısıroğlu’na geçmiş olsun ziyareti ile manşetlerde boy gösterdi. Biz de boyumuzun ölçüsünü aldık!..
                           ***
Kadir Mısıroğlu bu iktidar kadrolarının gönlünde tarihsel olarak taht kurmuş bir şahsiyet olsa da son birkaç yıldır yaptığı çıkışlarla onların “konjonktürel” kaygıları doğrultusunda (özellikle de şu meşhur “Shakespeare, eşittir, Şeyh-piiir” çıkışından sonra) düşük profile “buyur edilmiş” bir figürdü.
“Konjonktürel” olan nedir diye soracak olursanız, basit: Bu coğrafyada istediğiniz kadar geçmiş siyasal tasarruflarını eleştirin, reddedin, lanetleyin; yüceltilmesine, kültleştirilmesine karşı çıkın; ne yaparsanız yapın, bir “kültürel temsil” olarak Atatürk’ü kitlesel düzeyde gözden düşürme imkânınız yok.
Aksine, toplumun laik yaşam biçimini sürdürmekte (her türlü dinbaz-politik atraksiyona rağmen) kararlı ve ısrarlı kesimi için “Atatürk”, tutunum noktası mahiyetinde köklü bir simge.
Böyle olunca Atatürk’ü sıradanlaştırma, basite indirgeme, değersizleştirme yolunda her hamle aksi istikamette bir mobilizasyona yol açıyor. Hem de kitlesel mahiyette azımsanmayacak çapta…
***
Ayrıca, hem Atatürk’ü Türk milliyetçiliği dendiğinde hiç ama hiç marjinalleştirme imkanı bulunmayan, bilakis onu bir “nirengi noktası” yapma durumunda olan, böyle yapmazsa tarihsel olarak kendini inkardan gelecek bir muhafazakâr parti (MHP) ile ittifakla ancak ayakta durabiliyor ve “Reislik” ifa edebiliyorsunuz!..
Bir de tabii, FETÖ ile hısımlığın hasımlığa dönmesi sonrasında “düşmanımın düşmanı dostum” hesabı, yani yine konjonktürel bir ihtiyaçla kapısı çalınmış “laik-ulusalcı” mahfillerle de hayli ince çizgide sürmekte olan diyalog ve yakınlaşmayı gözetmek, kısaca “Ergenekon Kapısı”nı kırmamak zorundasınız!..
Dolayısıyla gün, Kadir Mısıroğlu günü değildir… 
Diye düşünürken…
Diyanet Reisi adeta bir “elektrik kaçağı”na yol açarcasına gitti, sağlık sorunu yaşayan Mısıroğlu’nu 10 Kasım arifesinde resmi cübbesiyle ziyaret etti.
***
Ben bunu, bu iktidarın, yine konjonktürel olarak nasıl “iki arada-bir derede” kaldığını işaret eden bir veri olarak almaktan yanayım.
Bir taraftan ne Atatürk’ü değer ve derece kaybına uğratma, ne de anti-Kemalizm yapma “lüksünüz” var.
Ama diğer taraftan da içerisinden geldiğiniz ve sizi politik-ideolojik olarak biçimlemiş, yapılandırmış bir tarihsel mecra var. O mecrada da hem sizi iktidara taşıyan ve göz ardı edemeyeceğiniz  “çekirdek-kitle” desteği, hem de o kitlenin üzerinde yıllar/kuşaklar boyu düşünsel-duygusal bir maya, bir yapı-taşı olmuş “beyin-takımı” var. 
Ve Mısıroğlu da bunlardan biri.
O yüzden 10 Kasım’da önce Anıt Kabir’e giderek özel defteri güzel güzel doldurup imzalayıp, “Ata”ya da “Ruhun şâd olsun” diye seslendikten sonra; gece Saray’daki Atatürk’ü Anma Töreni’nde yine “Ata”nın en bariz tasarruflarından “Türkçe-ezan”ı yerden yere vurduğunuz gibi…
Diyanet Reisi'niz de çıkıp 10 Kasım arifesinde Atatürk düşmanlığıyla maruf Mısıroğlu’na gayet manidar bir ziyarette bulunuyor işte.
***
Ali Erbaş, Kadir Mısıroğlu’nu nereden tanır?
Tayyip Erdoğan nereden tanıyorsa oradan tanır.
Kitaplarından, çıkardığı dergilerden, geçmiş dönemlerde Kemalist statüko ile kavgasından… Hapis yatmışlığı, yurt dışına kaçmışlığından falan…
Kadir Mısıroğlu’nun kitaplarını günümüz dünyasında İslam ve Müslümanlık üzerine sürdürdüğüm akademik çalışmalar doğrultusunda benim de okumuşluğum var; Osmanlı, hilafet, Kurtuluş Savaşı üzerine yazdıklarını…
Doktora tezimi hazırlarken Londra’da “Türk-Yar” adlı bir dernekte gerçekleştirilen bir konuşmayı dinlemeye gittiğimde de kendisiyle yüz yüze karşılaşma durumum oldu (1990). Kafasında fesi, elinde bastonuyla oradaydı. Dindar-muhafazakâr bir genç konuşmacı, gayet spontane (kasıtlı olmayan) şekilde yeni-Türkçe bir sözcük kullandığında o, derhal söze girdi ve “Harf İnkılabı” üzerinden, konuşmacıyı da doğduğuna pişman edecek şekilde Cumhuriyet’e, Atatürk’e, Kemalizm’e verip veriştiren bir söylev çekti.
Orada hiç unutmadığım bir sözü de Turgut Özal’la ilgiliydi. 12 Eylül sonrası askeri yönetimin ve Kenan Evren’in hâlâ hükmünü icra eder olduğu dönemde Anavatan Partisi lideri ve başbakan olan, namazında-niyazında, Cuma’ları kaçırmayan Özal’ın cumhurbaşkanlığına geçişinde önünü açanın eşi Semra Özal olduğunu şu mealde sözlerle iddia etmişti:
“Allah, o gâvur Evren’in gözünde Özal’ın dindarlığını örtmek için eşini perde yaptı!..”
***
Tayyip Erdoğan’lar, Ali Erbaş’lar ve Türkiye’de İslami siyasi hareket bünyesinde boy gösteren niceleri, Mısıroğlu’nun kitaplarıyla büyüdüler: “Lozan: Zafer mi Hezimet mi?”; “Kurtuluş Savaşı’nda Sarıklı Mücahitler”, “Osmanoğulları’nın Dramı”; “Geçmişi ve Geleceği ile Hilafet”…
O, bir bakıma bu kadrolar için şiirde Necip Fazıl ne ise nesirde odur.
İkili oynamak, iki arada-bir derede kalmış olmak ya da doğrudan ikiyüzlülük; adına ne denirse densin, sıkıntı da bundandır.
İslamcılığın çoktan bittiğini, Osmanlıcılığın ise bir fanteziden, bir “dizi-keyfi”nden ibaret olduğunu gayet iyi bildikleri şu küresel ekonomi-politik ortamda “simülasyon” niyetine, yani yalancıktan hem İslamcılık, hem Osmanlıcılık oynarken bir yandan da işte Türkiye’nin laik toplumsal-kültürel gerçekliği ile bir “orta-nokta”da buluşmak için çırpınıyorlar (10 Kasım anmaları, Atatürk’e saygı temaşaları ve saire.)
Bu arada bünyesinden çıktıkları mecradaki fincancı katırlarını ürkütmemek için de “jest”lerde bulunuyorlar; Diyanet Reisi’nin Mısıroğlu ziyareti gibi…
***
Peki, Mısıroğlu nefrette hiç mi hiç kusur etmediği Mustafa Kemal için, kendisini yakın hissettiği bu iktidar iradesinin, göstermelik olsun olmasın,  böylesi saygıda kusur etmezliğini nasıl izah ediyordur dersiniz?
30 yıl önce Özal için dediğine benzer şekilde şimdi tüm bu 10 Kasım ve Anıt Kabir seremonilerinin de toplumun gözüne bir “örtü” olduğunu mu düşüyordur acaba?..
Eğer öyleyse soru şudur: Toplum bunu “yer mi”?!.
Sanmıyor ve diyorum ki Mısıroğlu istediği kadar, “Reisicumhur beni ziyaret etmişti, şimdi Şeyhülislam ziyaret ediyor; bu tarihi bir andır” dese de adeta galibiyet coşkusuyla;
Gelen tepkilerin çapına, hacmine, yelpazesine; yani bardağın dolu kısmına bakıldığında görülen şu ki mağlup sayılır bu yolda galip… 
Tayfun Atay / T24

Savaştayız ve artık hiç şaşırmıyoruz - TARIK ŞENGÜL

Toplumsal yaşam üç biçimde düzenlenir. Devlet, hiyerarşik emir-komuta zinciriyle, piyasa, fiyat mekanizmasıyla, toplum/topluluklar dayanışma ilişkileriyle yaşamı koordine ederler.

Siyasetin önemli bir boyutu bu üç düzenleme mekanizması ve aralarındaki ilişki ve dengenin nasıl kurulacağını tanımlamak üzerinedir. Bugün bu tanımlama radikal bir biçimde yeniden yapılıyor.

Bu dönüşüm radikal çünkü siyaseti bir metafor olarak dost ve düşman arasında mücadele olarak gören anlayışın yerini siyaseti, gerçek anlamda savaş olarak gören bir anlayış almış bulunuyor. Siyaset askeri mantığa teslim olunca başta devlet olmak üzere bütün düzenleyici kurumlar ve ilişkiler de savaş mantığına göre yeniden şekilleniyor.


Devletin örgütlenmesinde, Cumhurbaşkanı etrafında yoğunlaşan bir güç birikmesi ve eşsiz bir merkezileşmenin yaşandığını hepimiz biliyoruz. Bu mekanizma kendini merkeze koyduktan sonra, piyasa ve topluluklarla özgün bir ilişki kurmayı hedefliyor; dışa açılırken, piyasa ve toplumun kendine dost gördüğü güçlerini yanına alıp, dışında kalanları düşman kampına yerleştiriyor.
Hiyerarşinin toplumla kurduğu ilişkinin cemaatler modeline yaslandığı ve bu yaslanmanın başımıza ne işler açtığını tartışmaya gerek var mı? Ancak bu mantıktan vazgeçildiğini söylemek mümkün değil; o cemaatin yerine başka cemaatler dolduruyor. Devlet toplumla cemaat mantığıyla ilişkilenince, Diyanet İşleri’nin bütçesinin rekorlar kırmasın da şaşırmamak gerekiyor.

Ancak asıl üzerinde durmak istediğim bu modelin piyasayla kurduğu ilişki biçimi! Bir avuç dost şirket garantiler de alarak, uzun vadeli olarak havalimanı, otoyollar, köprüler, nükleer santraller, şehir hastaneleri ve daha nice projenin müellifi oldular. Öte yandan bu şirketlere verilen garantili ihaleleri basitçe sermayeye kaynak aktarım modeli olarak görmek yanlış olur. Mesele şu ki, bu şirketler hiyerarşik savaş makinasına eklemlenerek hızlı biçimde devletin bizatihi kendisi haline geliyorlar.

Bu nedenle bakanlık koltuğunda oturanların dikkate değer bir bölümünün geçtiğimiz dönemde sektörlerindeki önemli şirketlerin CEO’su ya da sahibi olduğunu hatırlamakta yarar var.

Sağlık Bakanlığı koltuğunda bir büyük sağlık şirketinin sahibi otururken, açılacak şehir hastanesine yol vermek için kapatılan bunca yılın Numune Hastanesi’nin önünde açıklama yapmak isteyen Tabipler Birliği’ne izin verilmemesi şaşırtıcı değil. Benzer biçimde hastanelerde güvenliğini sağlamaya yönelik yasal düzenleme yapılırken KHK’larla kamudan uzaklaştırdığı ve düşman kampına koyduğu hekimleri de unutmadı. Devlet aklıyla şirket aklını sentezleyip, “tamam kamptan çıkıp çalışmana izin veririm, ama bunun için ödeme yapmanız gerekir” dedi. Bu skandal düzenlemenin aldığı tepkiler geri adım attırmış olabilir ancak beyan edilen niyet gelecek açısından akılda tutulması gerekiyor. Bu resme bir de havalimanı inşaatında insanlık dışı çalışma koşulları nedeniyle yaşamını yitiren savaşın rütbesiz askerleri işçileri ekleyelim!

Şimdi geçmişten kalmış bir kazanım olarak önümüzde yerel seçimler var. Siyasetin savaşa, devletin tekelci-otoriter bir şirkete dönüştüğü bir ortamda yerel seçimler kuşkusuz önemli, ama unutmayalım “kabul edilmez belediye başkanları seçilirse, kayyum mekanizması devreye girmekte gecikmeyecek”!
Görünen o ki demokratik mekanizmalarla savaşın aynı ortamda ne kadar yaşayabilecekleri artık acilen yanıtlanması gereken bir soru! O yüzden seçime giderken atanmış belediye başkanı modelinin tartışılıyor olması şaşırtıcı değil.
Şaşırmıyoruz çünkü savaş galiba ilk önce şaşırmamayı öğretiyor!

TARIK ŞENGÜL / BİRGÜN

17 Kasım 2018 Cumartesi

Kadir’in fesi, devrimin sesi - ORHAN GÖKDEMİR

Herkes öyle sanıyor ama Fesli Kadir sıradan bir meczup değildir. Bize meczupluk olarak görünen şey cumhuriyete karşı duyulan gerici kininin ete kemiğe bürünmesidir. 200 yıllık aydınlanma mücadelemizin karanlık yüzünde cehaletin hareke geçmesi, yobazlığın meşruiyet kazanmasıdır. Kadir gecesinde laikliğe fes giydirilmesidir.

Laik cumhuriyete fes giydirirsen neye dönüşür? Kendi geçmişinden nefret eden Fesli Kadir’e. Kendi devriminden ürkmüş cumhuriyetin ideal tipidir Fesli. Cumhuriyetin devriminden nefret edersen, önce Vahdettin’e sonra Abdülhamit’e varırsın. Hızını alamayıp devlet memuru Diyanet Başkanını Şeyhülislam sanırsın. Lozan’da hezimet arar, işgalcide kurtuluş bulursun.

Bakmayın Osmanlı hayranlığına, Abdülhamit’i alaşağı eden 1908 Hürriyet Devriminin fideliğinde yeşeren modern bir harekettir İslamcılık. Fakat Feslileri okuya okuya kendisini Abdülhamit’in harem odasında doğduğuna inandırmıştır. Karşı devrimciliğinin işareti olsun diye kafasına taktığı fes bile Aydınlanma mücadelemizin bakiyesidir. Bilmez, daha kötüsü bilmediğini de bilmez.
Fesli Kadir soyut Türk İslamcısıdır, Türk İslamcısı somut Fesli Kadirdir.
Nedir o fesin içindeki? Cumhuriyetten ve Mustafa Kemal’den derin bir nefret, Osmanlıya ve Abdülhamit’e derinlik bir hayranlık. Said-i Nursi’ye veya Necip Fazıl’a sempati, Milli Türk Talebe Birliği ile dirsek teması. Elbette iflah olmaz bir anti-komünizm.

Hem Said-i Nursi’nin, hem de Fesli Kadir’in yolu psikiyatri servislerine düşmüştür, evet. Ama bu tek başına meczupluğun işareti değildir. Yobazlık seviyesinde dindarlık aradaki mesafeyi siler gerçi ama delilik Fesli Kadir’in nefreti düşünüldüğünde masum bir haldir.

Çok yakınmalarına ve sürekli mağdur olmuş pozu takınmalarına rağmen tarihlerinin gösterdiği her daim devlet tarafından kollandıklarıdır. Büyük ihanetleri ufak tefek cezalarla geçiştirilmiş, işsiz ve aşsız bırakılmamışlardır. Necip Fazıl kumar borçlarını bile devlete ödetmeyi başarabilmiş bir tiptir. 12 Eylül’den sonra devlet tarafından aktif bir biçimde korunmuşlardır. Haliyle onlar devlete değil, devletin laik Kemalist geçmişine düşmandır. Fesli Kadir devletin kucağında büyüyen İslamcılıktır.
                                        ***

Kişisel tarihine bakalım. Resmi biyografisine bakılırsa tarihçi, yazar, şair, hukukçu, gazeteci… Osmanlılar İlim ve İrfan Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı, yayınevi sahibi. Trabzonlu. Orada, 1940’lı yıllarda, sağın ve İslamcılığın topyekûn faşizme meylettiği yıllarda Necip Fazıl Kısakürek‘in yayınladığı gerici “Büyük Doğu” dergisi ile tanışmış. Cumhuriyet düşmanlığı o dergiyle ete kemiğe bürünmüş.
Liseyi gerici eylemlerine rağmen bitirmeyi ve kapağı hukuk fakültesine atmayı başarmış. Bugünkü gibi “bizden değilsin seni almayacağız” dememişler yani. Trabzon Liselerinden Yetişenler Cemiyeti‘nin yurdunda ikamet etmiş, belli ki gerici cemiyetlerin dal budak saldığı zamanlar. Gerici az, olanlar da kıymetli, bir yıl sonra o cemiyetin başkanı olmuş. Her İslamcı gibi bir yanı tüccar; daha öğrenciyken 7 adet öğrenci yurdu açıp, işletmiş. Biliyoruz, yurt işinin gericilere bırakılmasının sebebi devletin soldan duyduğu ürküntü. Farkında değil, komünizm korkusu Fesli Kadir’in de veli nimeti.

Sonrası bildik gerici aktivitesi. 1970 yılında İstanbul Milli Türk Talebe Birliği‘nde Harf İnkılabını ağır bir şekilde eleştirince sıkıyönetim mahkemesi tarafından hapis cezasına çarptırılmış. Cezanın infazı Eskişehir Sivil Cezaevi’nde başlayıp Bakırköy Akıl Hastanesi, ardından Cerrahpaşa Hastanesi Psikiyatri Kliniği‘nde nihayete ermiş. Ya deliyim demiştir, ya deli olduğu sanılmıştır, başka ne olabilir ki?
Fakat İslamcının delisi makbuldür. 1977’de Necmettin Erbakan’ın Milli Selamet Partisinden Trabzon milletvekili adayı. 1978’de aynı partinin Genel İdare Kurulu üyesi. 12 Eylül’de yurtdışına kaçmış ama dikkat; Suudi Arabistan’a değil,  önce Almanya’ya, sonra İngiltere’ye.

Kendisini “tarihçi” olarak tanımlamayı seviyor ama yazdığı ne varsa yalan. Yalanın tarihçisi. Yazdıklarına göre Şeyh Said "milletin imanını kurtaran kahraman", Mehmet Akif pezevenk, Mustafa Kemal fitneci ateist, Aleviler en büyük düşman.
Gericide mantık aranmaz. İkinci Dünya savaşını anlatıyordu, “Alman harbi devam ederken, Komünist Rusya'da Stalin 'Kumlara Ayetel Kürsi okuyun. Alman ordusunun üzerine serpelim' diye emretti” dedi. Ne çıkar bundan? Komünistlerin ordusuna maneviyat takviyesi! İngiltere görmüşlüğü var, o tecrübeyle Shakespeare'in aslında Müslüman ve isminin "Şeyh Pir" olduğunu iddia etti. Cin de çağırıyordu, hatta bir defasında “Atatürk’ün ruhunu çağırmış”, gelince sorguya bile çekmişti.

Akla arkanı döndün mü fesin içinde böyle tuhaflıklar boy verir.

                                       ***
Said-i Nursi’nin, Necip Fazıl’ın, Fesli Kadir’in tek başlarına hiçbir önemi yok. Önemleri bugünün yönetici kuşağının tamamının onların eteklerinden gelmesinde. Bugünkü iktidar bloğunun tarihi, coğrafyası, kültürü, bilgisi, inancı bu üç tuhaf adamdan miras. Her birinin tarihinde Necip Fazıl’dan, Fesli Kadir’den, Nuri Pakdil’den bir iz var. Milli Türk Talebe Birliği, Milli Selamet Partisi vazgeçilmez durakları. Kanlı Pazar ortak bilinçaltları. En seçkinlerinin yolu Komünizmle Mücadele Derneği ile de kesişmiş. Fesli Kadir’in bir İslamcı olarak ya da İslamcının bir Fesli Kadir olarak kısa hikâyesidir. 

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, İlahiyatçı İhsan Şenocak, Habertürk TV Genel Müdürü Veyis Ateş… Bugün her fırsatta kapısını çalıp eteğine yüz sürenlerin bu duraklardan birinde mutlaka onunla yolları kesişmiştir. Kadir olmazsa Nuri… Hulusi Akar ve Hakan Fidan da İslamcı yazar Nuri Pakdil'i ziyaret etmişti vaktiyle. Nuri Pakdil kim? Fesli Kadir’in Kahramanmaraşlısı. Bir zamanlar Fethullah Gülen modaydı, aynı baptandır. 
Devlet şapkayı atmış, fesi giymiştir. Laik cumhuriyetin kendisi gitmiş fesi yadigâr kalmıştır. Hürmet edilen fes işte o festir.

                                        ***
Türk İslamcı tuhaf bir yaratıktır. Kendi yapana kadar her türlü sapkınlığa, kendi içene kadar her türlü içkiye karşıdır. İbadet etmez ama edilmesini ister. Ramazanda oruç tutmayana saldırır ama kendisi gizli gizli yer. Gündüz nizamcı gece alemcidir. “Alem”e değil bunun açıkta yapılmasına karşıdır. Her biri yaşayan Necip Fazıl’dır. Sağcıdır, üçkâğıtçıdır, devlet yanaşmasıdır. Hem devletten nemalanır hem de o devletin kurucusuna karşı derin bir nefret besler. Çok dindar görünür ama gereklerini yerine getirmez. Asıl önemlisi ahlaka aldırış etmez.
Said-i Nursi’ye, Necip Fazıl’a, Fesli Kadir’e, İsmail Kahraman’a, Nuri Pakdil’e, Hüseyin Üzmez’e, Hasan Karakaya’ya, Bülent Arınç’a, Fethullah Gülen’e dönüp yeniden bakın. Aralarında hiçbir fark olmadığını dehşetle fark edeceksiniz.
Laik cumhuriyete fes giydirirsen neye dönüşür? Kendi halkından, kendi tarihinden, kendi kültüründen nefret eden Fesli Kadir’e. Kendi devriminden ürkmüş cumhuriyetin ideal tipidir Fesli. Hayatı ümmet olmaktan çıkıp halk olmaya bir reddiyedir; Buna karşı devrim diyoruz. O nedenle devrimi halk olma iradesi olarak tanımlıyoruz.

Cumhuriyet yıkıldı, devlet Fesli Kadir kapısında saygı duruşunda. Yeniden yolun başındayız demek ki; o fesi çıkarıp atacağız ve yeniden devrime yaslanacağız.

Orhan Gökdemir / SOL

Çin’de neler oluyor? - ERHAN NALÇACI

Trump’ın Birinci Dünya Savaşının bitmesinin yıldönümü nedeniyle katıldığı Avrupa’daki toplantıda yaşadığı yalnızlaşmayı izledik. İlk kez Avrupa ordusunun ABD’ye karşı da bir güvence olması gerektiği açıktan dillendirildi.
Ancak ABD’nin emperyalist dünya liderliğinde gerilemesinin en ironik örneği İsrail’den geldi.


Çin’li bir şirket İsrail’in en önemli limanı olan Hayfa’nın yenilenme çalışmalarını tamamladıktan sonra 25 yıllığına işletmesini alacağı bir anlaşma yaptı. Ayrıca başka bir Çin şirketi Aşdod limanının inşasını üstlendi. Bu limanlar ticari olmakla birlikte İsrail’in askeri limanlarına çok yakın bulunuyorlar.

ABD için Akdeniz’deki stratejik önemdeki ve en kadim müttefikinin limanlarında bir anda güvenlik sorunu doğdu ve geçen hafta ABD’li yetkililer acı acı yakındılar.
Çin ve İsrail’in son yıllarda karşılıklı yatırımlarının arttığı biliniyor. Çin ise Yeni İpek Yolu Projesi nedeniyle yolun güzergâhındaki bütün ülkelere yatırım yapıyor, devletler ise kendilerini bu yeni ticaret yolunun cazibesinden koruyamıyorlar. Örneğin, Kızıldeniz ile Akdeniz’i birbirine bağlayacak ve Aşdod limanından başlayacak hızlı tren hattı projesi Süveyş kanalının önemini azaltıyor ve stratejik bir ticaret yolu haline geliyor.

Biz bu yazıda en iyisi ABD’nin emperyalist dünyada yalnızlaşmasını bir kenara bırakıp kısaca Çin’e göz atalım.
Eğer dünyanın içinden geçtiğimiz dönemini eşitsiz gelişimi ile birlikte emperyalist bir üretim tarzı olarak tanımlarsak, Çin’in on yıllar boyunca kararlı bir şekilde sürdürdüğü yüksek büyüme oranı, kriz içindeki bu düzenin en önemli istikrar unsuru, bir yerde garantörüydü.

Ama şimdi bakıyoruz, bu büyüme oranı sürdürülemez hale geliyor. Aşağıda Çin’deki son 6 yılın büyüme oranlarını gösteren grafik durumu anlaşılır kılıyor. Unutmayalım, Çin hâlâ 6,5 gibi görece büyük bir büyüme oranına sahip ve hâlâ emperyalist düzenin başlıca direği, ama düşme eğilimi kapitalizmin yapısal krizinden Çin’in de kurtulamayacağını gösteriyor. Üstelik büyüme oranındaki düşüş başlıca sanayi üretimiyle ilgili.

Ve emperyalizm mali sermayenin egemenliği ile varlığını sürdürdüğünü biliyoruz: Çin de bu kuraldan kaçamıyor. Kamu borcu çok önemli değil ama özel sektör borcunun GSMH’nın %160’ına ulaştığı söyleniyor.

Bütün bunlar emperyalist sistemin genel olarak –onlar resesyon diyorlar-birkaç sene içinde bir çöküşe gebe olduğunun kanıtları olarak alınabilir.
Ekonomi politiğin soğuk yüzünü bırakıp Çin’de kapitalizmin insanlara ne yaptığına bakalım. Şu haber dikkatli okurun gözünden kaçmamıştır eminim: Çin’deki AVM’lerde uzun alışverişlerden eşleri sıkılan kadınlara eşlik etmek üzere kiralanan erkekler… Saatlik parasını veriyorsunuz, size alışveriş boyunca eşlik ediyorlar. Aşağıda fotoğrafı var.


Köleci Yunan devletinde saatlik olarak kiralanabilen köleler olduğu biliniyor. Pazardan, iki saat için örneğin, kiralanıyor ve sonra iş gördürüldükten sonra iade ediliyor. Çin’deki uygulamanın cinsiyetçi yanına takılmayalım, Japonya’da yalnızlık çeken erkeklere başını koyması için kadın dizi kiralanmasından farkı yok.
Kapitalizm ne hale sokuyor insanları, koskoca destansı “Uzun Yürüyüş”ü yapan halkı, uzun alışverişlerin kısa süreli köleleri haline getirmiş.
Yine kapitalizmin olmazsa olmazı, kendi yarattığı işçi sınıfının direnişinin yükselmesi.

Çin’in içinden haber almak kolay değil her zaman. Ancak batılı tekellere ait medyada son haftalarda bazı direniş ve baskı haberleri çıktı. Dünyanın en yalancı medyasına güvenecek değiliz, ama Çin’deki işçi sınıfına ve Çin halkının daha iyi bir gelecek için mücadele etme geleneğine güvenerek bu haberleri kullanıyoruz.
Çin’de geçtiğimiz yaz, özellikle en büyük üniversitelerinde, işçilerin köle gibi çalıştırılmasını protesto eden bir öğrenci hareketi çıktığı söyleniyor. Marksist kökenli bu öğrenciler, bazı somut durumları, örneğin Apple’a parça yapan bir şirketteki işçilere destek vermek veya maden işçilerinin meslek hastalığına yakalanmasını protesto etmek için bir araya geliyorlar.

Bir süredir ise bu öğrencilerin bir kısmının gözaltına alındığı veya kaybolduğu haberleri alınıyor.

Şaşıracak bir şey yok. Daha güvenilir kaynaklardan bu bilgileri doğrulatabilirsek, buradan paylaşacağız.

Her zaman söylüyoruz, dünya çok şeye gebe, diye!

ERHAN NALÇACI / SOL

Matematik yerine zikirmatik - ERK ACARER

Bir yılı aşkın süredir cezaevinde olan ve henüz iddianamesi hazırlanmayan Mehmet Osman Kavala’nın yönetim kurulu başkanı olduğu Anadolu Kültür A.Ş.’ye yönelik olarak 4 ilde operasyon yapıldı.

İstanbul, Adana, Antalya ve Muğla’da, söz konusu kurum yöneticisi, danışmanı ve ilgisi olan akademisyenlerin de aralarında bulunduğu 13 kişi gözaltına alındı. 7 kişi hakkında daha gözaltı kararı var.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı koordinesinde Emniyet Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü tarafından yürütülen soruşturmada gözaltına alınanlar vakıf/şirket bünyesinde Gezi direnişini finanse ve organize etmekle suçlanıyor.

Hiyerarşi içinde hareket ettikleri söylenen “şüpheliler” hakkında “Gezi Parkı olaylarını derinleştirip yaygınlaştırmak”, “sivil itaatsizlik eylemlerini organize etmek”, “yeni medya oluşturma faaliyetleri içine girmek” gibi iddialar var.
Suçlamalar arasında “Osman Kavala önderliğindeki kişilerin, Avrupa’da birçok kurum ve şahısla görüşme yaparak, Gezi Parkı’nda gündeme gelen biber gazının Türkiye’ye ithalinin yasaklanmasına ilişkin çalışmalar yaptıkları” da yer alıyor.

Türkiye’nin AKP iktidarındaki tuhaf deneyimleri, farklı komplo teorilerini yaygınlaştırıyor. “Gizli bir el”, “AKP’nin yerel seçimlere giderken toplumu kutuplaştıracağı fikri” ya da “gözaltıların Avrupa Birliği’nin vetosuna karşı bir koz” olabileceğine yönelik varsayımlar var.

“Teoriler” sonuçları gölgede bırakmasın. Gözaltına alınan isimler arasında Prof.Dr. Betül Tanbay ve Profesör. Dr. Turgut Tarhanlı gibi Boğaziçi ve Bigi üniversitelerinin çok değerli hocaları, belgesel çekmek için Muğla’da bulunan gazeteci Çiğdem Mater bulunuyor.

Dün yaşanan yeni “rehin almaların” bir hafta öncesinde olanları anımsayalım. Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın 10 Kasım öncesi laiklik ve Cumhuriyet düşmanı Kadir Mısıroğlu’na “hasta ziyareti” yapması ne tesadüftü ne “izinsizdi”.Daha önce saray masasında oturan Mısıroğlu, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın gözdelerinden biri. O halde Diyanet İşleri Başkanı Erbaş’ın istifasını istemek, amiyane tabirle “göze sokulanı kabul edememek” değil mi?

Bilim yerine hurafe, akademi yerine medrese, deney-gözlem yerine toplu cuma namazı, profesör yerine, ilim adamı, hukukçu yerine kadı, matematik yerine “zikirmatik” ikame etmek istiyorlar. Matematik Profesörü Betül Tanbay’ın yerini, Mısıroğlu ile değiştiriyorlar.

“Ya Resülalah” sistem inşatıdır bu. Bir kez daha Gezi üzerinden bir mesaj veriyorlar üstelik. İnşaatı, “Bizden olanlar” ve “olmayanlar” harcı ile sıvamaya çalışıyorlar!

Sokaktaki kaldırım taşından, akademik metne kadar bir Ortadoğu çölü yaratma arzusu bu.

İlla komplo teorileri de tartışılacaksa… Neden kısmı yerine “olasılıklar” bölümüne bakılabilir. Türkiye kuruluşundan bu yana ve daha çok 17 yıllık AKP iktidarında “bütün mümkünlerin” kıyısında oldu.

Bir süredir çatışma riski söylentileri yaygınlaştı. Devlette çeşitli kliklerin olduğuna yönelik vurgular var. Yine siyasi iktidarın en çok “bildiği” ve “değer verdiği” konulara vurgu yapalım. Kamyon bu hızı kaldırmaz. Betonundan sıvasına eksik malzeme kullanılan inşaat çöker.

Hepimiz altında kalırız. Yapmayın efendiler; Türkiye’yi normalleştirin, demokrasiye geri dönün. Toplumu bölmekten, bilim altında “terör” aramaktan vazgeçin.

Ortadoğu’ya özenmek yerine Anadolu zenginliğini referans alın.

Erk Acarer / BİRGÜN

Herkesin Mahzuni’si kendine güzel - Miyase İlknur

Topluma mal olmuş isimlerin ölüm yıldönümlerinde yazı yazmak acı ve hüzün verir insana. Hele de yakından tanıdığınız, dost olduğunuz biriyse. Yüreğinizde sevdiğiniz bir insanın ölümüyle boşalan yer çorak kalmıştır. Yeni dostlar girse de hayatınıza, o çorak yer yine de abad olmaz. O nedenle sevdiklerimizi doğum günlerinde anmak daha anlamlı sanki. 
Bugün 17 Kasım ve Mahzuni Şerif’in doğum günü.

Son albümlerinden birinde seslendirdiği “Bir yandan” adlı eserinde şöyle der usta ozan: 
“Hak yolunda serseriyim 
Ne ölüyüm ne diriyim 
Mahzuni derler biriyim 
Duy bir yandan şaş bir yandan” 

Mahzuni Şerif’i yitireli 16 yıl oldu. Nüfus kayıtlarına göre ölü, ama eserleri ve bu eserlerin toplum üzerindeki etkisiyle ilk günkü gibi dipdiri. Her sanatçının toplumsal koşullara göre hit olduğu bir dönem vardır. Son yıllarda pek moda olan nostalji albümlerini dinleyince farkına daha çok varıyor insan. “Aaa bi zamanlar böyle bir sanatçı vardı, ne çok sevilirdi” diye eski günleri yâd ederiz. Yeni nesiller o sanatçıları ancak bu nostalji albümleri ya da televizyondaki nostalji programları sayesinde öğrenir, tanır. Mahzuni dışında, adını kitlelere ilk duyurduğu günden başlayarak hatta ölümünden sonra bile adı ve eserleri yaşayan kaç sanatçı sayabiliriz ki?.. Kendi dalında hiçbir ozana, hiçbir sanatçıya nasip olmayacak bir sevgi halesi yarattı toplumda. Kaç kuşak onun eserleriyle büyüdü, kaç kuşak onun adıyla yaşadı ve yaşıyor? Kaç sanatçı onun eserleriyle şöhret basamaklarını beşer onar tırmandı? 

Toplumun hangi kesiminden seveni yoktur ki Mahzuni’nin. Köylü de sevdi onu kentli de... Mekteplisi de meftun oldu ona ve eserlerine, mektep yüzü görmemişi de... 
Herkesin bir Mahzuni’si vardı kendine göre. Öğrencinin Mahzuni’si, köylünün Mahzuni’si, gurbetçinin Mahzuni’si, mahpus damındakinin Mahzuni’si, sevda çekenin Mahzuni’si, Alevinin Mahzuni’si, Sünninin Mahzuni’si, devlet kapısında horlananın Mahzuni’si, doktorun yüz çevirdiği hastanın Mahzuni’si, siyasetçinin dört yılda bir hatırladığı seçmenin Mahzuni’si aynı kişiydi. Boyu ufak tefek, yüreği kocaman o Mahzuni, sahneye çıktığı zaman gök gürlerdi adeta. 

O gök gürültüsünü andıran alkış tufanı arasında hançerelerini yırtarcasına bağırırdı gençler, “Yiğitler yiğitler bizim yiğitler” diye. Yanı başından bir başkası haykırır “İnce ince bir kar yağar”, arkadan başka bir ses duyulur hemen “Dumanlı dumanlı oy bizim eller”, yanındaki itiraz eder, “Erim erim eriyesin’i söylesin gardaş”, öndeki onu susturur “Mevlam gül diyerek’i önce okusun hele” diye. Herkesin gönlünü yapmaya kalksa Mahzuni’nin konserleri 7 gün 7 gece sürerdi.
 
Mahzuni’nin çıktığı yıllar Türkiye’nin dönüşüm yıllarıydı. Köyden kente göçün yoğunlaştığı, kentlerin çeperlerinde yoksul mahallerinin kurulduğu, öğrenci hareketlerinin siyasal gündemi belirlediği, ağalık ve patronluk düzenine başkaldırının başladığı, işsizler ordusunun Almanya’nın yolunu tuttuğu, üç haneli enflasyonun cenderesinde sıkışan alttakilerin çarpık düzeni sorguladığı, dinin toplumu uyuşturmaya yeni yeni başladığı yıllarda çıkageldi Mahzuni. Hem de ne geliş, gümbür gümbür... 
Türkiye’yi bir uçtan bir uca dolaştı sazıyla. Konser verdiği her ilde mitinge gider gibi aktı kent yoksulları konser salonlarına. Yurtdışında spor salonlarına sığmadı gurbetçiler. Büyük kentlerde işçiler, öğrencilerin omuzlarında çıktı sahneye. Kâh “Öldürecek zam fakiri” dedi, kâh “Ey Arapça okuyanlar, Allah Türkçe bilmiyor mu” diye sordu. “Katil Amerika” diye gürledi bazen. “Ah ne olur bizim köyde herkesi okur göreydim” diye iç geçirdi kimi zaman da. “Nem kaldı” diyerek dost hançerinin bağrına saplanışına içerlendi. Sesi içli, sözü güçlüydü Mahzuni’nin. Sivri dilliydi de. Rahatsız etti, hatta korkuttu egemenleri, güç odaklarını. 

Davalar, soruşturmalar, yasaklar, sansürler ve mahpusluklarla sınandı. Geçti bütün sınavlardan yüzünün akıyla. O egemenlerin sofralarını şenlendirdiği, devletin çifte maaşlarla, kadrolarla ödüllendirdiği bir ozan olmayı değil, halkın sesi, avazı olmayı yeğledi. Devletin değil ama halkın ödüllendirdiği bir ozan olarak yaşadı ve göçtü bu handan. Halkın ödülü devletin ödülünden daha görkemli ve kalıcıydı. Adını ölümsüz kıldı sevenleri. Yüz binler uğurladı son yolculuğunda. 

Gelecek nesiller yine onu dinleyecek eminim. Ama onlar adına üzüntüm böyle bir ustayı tanıyamadan sadece eserleriyle bilecek olmaları. Ne mutlu bize ki, Mahzuni’nin yaşadığı döneme denk geldik, sofrasında bulunduk, konserlerini izledik. 

Onu Hacıbektaş’ta sonsuzluğa uğurlarken Anadolu’nun kim bilir hangi elinden gelmiş iki yaşlı amca, kendi aralarında konuşuyorlardı. Daha yaşlı olanı “Ölüm sana yakışmadı be Mahzuni. Biz sensiz şimdi neylerik?” derken diğeri gözyaşlarını silerken şöyle cevap verdi arkadaşına: “Ya hiç doğmamış olsaydı nederdik.” 

İyi ki doğdun, iyi ki bizim Mahzuni’miz oldun. Sen çok yaşa Mahzuni Baba!

Miyase İlknur / CUMHURİYET

16 Kasım 2018 Cuma

İDO... - Özlem Yüzak

- Yıl 2010. İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi, İstanbul Deniz Otobüsleri AŞ (İDO) hisselerinin blok satışı yöntemi ile özelleştirilmesini oyçokluğu ile kabul etti. Meclisin CHP’li üyelerinin, ulaşımın bir kamu hizmeti olduğu ve böyle ticarileştirilmemesi gerektiğine yönelik itirazları, kale bile alınmadı.
 
-Aynı yıl. Yani 2010’da Ulusal Kalite Büyüklük ödülüne layık görülmüştü İDO ve aynı zamanda Avrupa’nın en büyük filosuna sahip şirketler arasında yer almaya başlamıştı. 

-Bir yıl sonra, Nisan 2011. Şirketin yüzde 100 oranındaki hissesinin özelleştirilmesi ihalesinin açık artırma bölümünde en yüksek teklifi 861 milyon dolar ile Tepe-Akfen-Souter-Sera Ortak Girişim Grubu verdi. Grup böylece feribot hizmetleri ve bağlantı noktalarını içeren bir portföyü satın almış oldu. 

-7 yıl sonra... Yıl 2018. İDO zarar ettiği gerekçesiyle iç hat seferlerini durdurma kararı aldı. 3 tarafı denizlerle çevrili İstanbul’da deniz ulaşımına önemli bir darbe vurulmuş oldu. 

Burada ihaleyi kazanarak şirketi satın olan Tepe-Akfen-Souter-Sera Ortak Girişim Grubu’nu suçlamanın hiç anlamı yok. Örneğin enerji, maden, otoyol başta olmak üzere onlarca özelleştirme ihalesini alan, sürekli kendine çıkar sağlarken kimi kurumların içlerini de boşaltan Cengiz Grubu ile aynı kefeye koymayın. İDO satıldı ve tıpkı diğer özelleştirmelerde olduğu gibi devletin kasasına para girmesi için yapıldı. Amaç İstanbulluların deniz ulaşımını zenginleştirmek, sayısını artırmak ve çeşitlendirmek değildi. “Kalite, ucuzluk ve rekabet” üçlüsü gibi bir derdi yoktu satanların... 


Kasaya giren 861 milyon dolar karşılığında da aralarında yüzde 30 paya sahip İskoç ortağın da bulunduğu şirkete çeşitli sözler verildi. Örneğin Osmangazi Köprüsü’nün geçiş ücretinin 42 dolar olacağı ve bunun altına düşülmeyeceği garantisi. Örneğin İDO hattında taşımacılık yapma lisansının ihale yapılmadan başka şirketlere de verilemeyeceği... 

Tabii bu arada İDO yönetiminin “tek tabanca olmanın verdiği sonsuz rahatlıkla” yıllar boyu istediği şekilde fiyat politikasını belirlediğini de söyleyelim. Ki, bir noktada halktan gelen tepkiler sonrasında, karşısına rekabet yapan şirketler dikildi. 
Önce BUDO, Mudanya-İstanbul seferleri koyarak bu hatta rekabete başladı. Ardından Eskihisar-Topçular arasında başka bir şirket daha devreye girdi. Bunlar doğru rekabet açısından aslında önemli ve yapılması gerekenler; ama başta yapılan sözleşmelerde bu maddelerin de yer alması gerekiyordu, sonradan oldubittiye getirilmesi değil.
 
Osmangazi Köprüsü’nde geçiş fiyatının düşürülmesi İDO’ya ikinci darbe oldu. Şirketin ortaklarından Souter Investments, indirimin sözleşmeye aykırı olduğu gerekçesiyle konuyu Washington’da uluslararası tahkime taşıdı. 
Haksız mıydı? 
Hayır. 


İndirim yapıldı çünkü Osmangazi Köprüsü için de, onu yapan firmaya bir güvence verilmişti ve fahiş ücret yüzünden pek kimse kullanmıyordu, ama parayı ödememiz lazımdı. Günlük 40 bin araç geçişi garantisinin Hazine’ye yıllık maliyeti 1.3 milyar lira... 2009’da Yap-İşlet-Devret modeliyle ihaleye çıkan Gebze -Orhangazi -İzmir Otoyolu
projesini,Nurol, Özaltın, Makyol, Astaldi, Yüksel ve Göçay’dan Otoyol A.Ş. kazanmıştı. Köprü 1.1 milyar dolara mal olmuştu. 

Sonuç: 
Doğru amaçla ve kamu çıkarını gözetecek şekilde yapılmayan özelleştirmelerin bedelini halk öder. 

Her tercih bir vazgeçiştir... Deniz mi, karayolu mu tercihinde olduğu gibi... Her zaman olduğu gibi deniz, karayolu rantına feda edilir.. 

Karayolu rantı AKP iktidarının var oluş biçimidir. Tıpkı Ulaştırma Bakanı tarafından dün açıklanan “Kanal İstanbul kapsamında 10 köprü yapılacak” sözleri gibi.. Yeni sözler, yeni garantiler verilir.
 
Bugüne kadar yapılan özelleştirmelerin, bırakalım yeni gelir kaynakları yaratmayı, devlete daha ağır bir yük olarak geri döndüğü görüldü. Bütçeye girmeyen gelir ve vergi kaybının yanı sıra halka da daha fazla vergi yükü, daha fazla zam ve giderek azalan kamu hizmeti olarak yansıdı. 

Bir soru ile bağlayalım: Gün gelir THY de özelleştirme programına alınırsa, İDO örneğinde olduğu gibi aynı şeylerin yaşanmayacağını nasıl garanti edeceksiniz?

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

Mustafa Kemal ve Sultan Süleyman - Korkut Boratav

Atatürk’ün 80’nci ölüm yıldönümü ile eş-zamanlı olarak Atatürk’e saldırılar da hızla arttı.

Yedi yıl önce kaleme aldığım bir yazıyı yeniden yayımlıyorum. Güncelliğini yitirmediğini; tespitlerimin bugünkü  ortamda fazlasıyla geçerli olduğunu düşünüyorum.
                                       ***
Muhteşem Yüzyıl dizisi üzerindeki tartışmalar, giderek Kanunî-Mustafa Kemal ikilisine kayıyor. Bu durumda Mustafa Kemal’in, Osmanlı’nın “muhteşem yüzyılı” ve Kanunî üzerindeki görüşlerini hatırlatmak ilgi çekici olabilir. 

Şubat 1923’te İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasını (o tarihteki kimliğiyle) Başkumandan Gazi Mustafa Kemal yapıyor ve bir Osmanlı eleştirisi yapıyor. Gündüz Ökçün’ün yayımladığı (Türkiye İktisat Kongresi, Ankara, SBF, 1971) Kongre belgelerinden (birkaç ifadeyi bugünkü Türkçeye dönüştürerek) aktarıyorum: 
    “Osmanlı tarihinde bütün gayretler, milletin… gerçek ihtiyaçlarını değil,… kudretli ve azametli padişahlar[ın]… dış siyasetlerine [ait]… ihtiraslarını karşılamak [için] harcanmıştır. Mesela Fatih İstanbul’u zaptettikten,… yani Selçukî Saltanatı ile Şarkî Roma İmparatorluğu’na tevarüs ettikten sonra, Garbî Roma İmoparatorluğu’na da konmak istedi… Bütün milleti bu hedefe doğru sevk etti. Mesela Yavuz Selim, …Asya İmparatorluğunu birleştirerek bütün bir  İslam ittihadı meydana getirmek istedi. Kanuni Süleyman bütün Akdeniz’i bir Osmanlı havzası haline getirmek, Hindistan üzerinde nüfuz tesisi gibi şahane bir siyaset takip etmek istedi ve  tabii bunun için de unsur-u asliyi, milleti kullandı.”     

“Millet kendi …yurdunda hayatını sürdürmek için uğraşmaktan engellenerek diyar diyar dolaştırılıyorken;… fatihler… kılıçla  fütuhat yaparken, zaptolunan ülkelerin ahalisi kazandıkları imtiyazlarla sabanlarına yapışıyorlar ve toprak üzerinde çalışıyorlardı. Fakat efendiler, kılıçla fütuhat yapanlar, sabanla fütuhat yapanlara… terk-i mevki etmeğe mahkûmdu. Bu hakikat tarihin her devrinde aynen vâkidir. Mesela Fransızlar Kanada’da kılıç sallarken oraya İngiliz çiftçisi girdi;… sonunda saban kılıca galip  gelerek İngilizler Kanada’ya sahip oldular… Osmanlı fatihleri, hakanları, müstevlileri unsur-u asli ile beraber sabanın önünde  mağlup olup ricate başladıktan sonra, felâketlerin büyüğü başladı.” 

Mustafa Kemal’in “unsur-u aslî” (aslî unsur) terimiyle Osmanlı toplumunun ana öğesini oluşturan Anadolu halkını kastettiği açıktır. 

                                       *** 
Konuşmanın yapıldığı tarih ilgi çekicidir. İzmir’in kurtuluşundan beş ay sonra, Lozan Görüşmeleri’ne ara verildiği günlerdeyiz ve Cumhuriyet’in ilanının sekiz ay öncesindeyiz. 

Konuşmanın yapıldığı ortam da ilgi çekicidir. İzmir Kongresi “meslekî temsil” ilkesine göre toplanmıştır. Tüccar, çiftçi, sanayici (esnaf-zanaatkâr), amele temsilcilerinden oluşan 1000’i aşkın insan Kongre’ye gelmiştir. Bu atmosferi, Mustafa Kemal’den sonra Kongre’ye hitap eden zamanın  İktisat Vekili’nin ifadeleri yansıtıyor: 
    “Güzel Türkiye’nin ameleleri, sanatkârları, çiftçileri ve tacirleri hoş geldiniz. Hür ve müstakil güzel yurdun yorulmaz, cesur emekçileri; hayatını dişleriyle tırnaklarıyla kazanan ve şimdi hürriyet ve istiklal yolunda şehit düşen yavrularının nerelerde gömülüp kaldığını bilmeyen, bir kırık mezar taşı başında Fatiha okuyabilmek imkânını bile bulamayan çilekeş Türk hanımları hoş geldiniz. Amele hanımlar hoş geldiniz.” 

İstanbul işçi temsilcilerinin çoğunlukla İstanbul Tüccar Birliği’nce belirlendiğini biliyoruz; ama, bu uygulama genelleştirilemez. Örneğin Kongre arifesinde yer alan bir gazete haberine göre İzmir’de muhtelif kurumlarda çalışan kadın amele tarafından kongreye Hayriye, Elif, Emine, Şefika, Münire ve Nigar Hanımlar aday olarak seçilmiştir.Anlaşılan, İktisat Vekili’nin “hoş geldiniz” diye karşıladığı “amele hanımlar” ifadesi göstermelik değildir. 

                                        *** 
Bu kritik tarihte ve bu ortamda Mustafa Kemal, Kongre’ye hitap ederken stratejik hedefini de ima etmiş oluyor. Bu, Sevr’i önlemekten ibaret bir gündemin çok ötesine gitmektedir; “eski düzen”in temelden reddinin öncelik taşıdığı bir program düşünülmektedir. 

Ne var ki, Mustafa Kemal, “eski rejim” ile hesaplaşmada kolaya kaçmıyor. Eleştirisini, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş ve çürüme yıllarına odaklanarak başlatmıyor. Tam aksine, Osmanlı düzeninin zirvesini temsil eden üç büyük sultanla hesaplaşmaya öncelik veriyor. “Felâketlerin büyüğü” olarak nitelendirdiği siyasi, ekonomik ve toplumsal çöküntülerin kökenlerinin Osmanlı İmparatorluğu’nun oluşumuyla başlayan ve Kanuni’nin “muhteşem yüzyılı” içinde olgunlaşan yapıda, sistemde arıyor. 

Burada, Mustafa Kemal’in tarihi çözümlemesinin doğruluğu-yanlışlığı önemli değildir. Önemli olan, konuşmasının eski rejime, bir Ortaçağ rejimi  olan Osmanlı toplumunun temellerine karşı bir başkaldırı içermesidir. Bu devrimci bir tavırdır ve Avrupa’da Ortaçağ karanlığına son veren demokratik devrimler ile aydınlanma düşüncesi geleneğine Türkiye’yi de ekleme özlemini, işaretlerini içermektedir. 

                                                           *** 
İşte Siyasi İslâm’ın nefret ettiği Mustafa Kemal budur. Türkiye solcularının önemli bir bölümü ise, tam aksine, buradaki Mustafa Kemal’i aynı nedenlerle  sevmişler; takdir etmişlerdir. Milli Mücadele’yi Kongreler (“Şuralar”) örgütleyerek, Meclis’i oluşturarak yönettiği; emperyalizmin Osmanlı devleti üzerindeki vesayetinin  son bulmasında; Ortaçağ kurumlarının, hukuk düzeninin   tasfiyesinde öncülük yaptığı için; büyük buhranı bir fırsat olarak  kullanıp bağımsız bir sanayileşmenin sağlıklı tohumlarının atılmasını mümkün kıldığı için; kısacası devrimci özellikleri nedeniyle onu benimsemişlerdir. 

Aynı solcular, yeni Cumhuriyet’in, ekonomik güç odaklarınca ve tutucu çevrelerce teslim alındığı, kısacası devrimcilikten uzaklaştığı durumları da sonuna kadar eleştirmişlerdir. 

Korkut Boratav / SOL