28 Kasım 2018 Çarşamba

İşsizlik Fonuna 2019 yılında daha uzak olacağız - KADİR SEV

İşsizlik fonu, kendi istek ve iradesi dışında işsiz kalan sigortalılara destek vermek amacıyla 1999 yılında kurulmuştu.

Nedense işsizlere pek nasip olmadı.

İşsizlerden esirgenen paralarla milyarlarca lira biriktiriliyor. Merkezi Bütçenin nakit gereksinmesi gideriliyor; bütçeden karşılanması gereken harcamalar fon bütçesinden ödeniyor.

Patronların gölgesi de hiç eksilmedi.

İşsizlik Fonu Yasası ve Fon Yönetmeliğinde 2008 yılından bu yana çok sayıda değişiklik yapıldı. Her değişiklikle, Fon ile işsizliğin bağı biraz daha zayıflatıldı.
2008 yılında, Amaç başlıklı 46’ncı maddesi değiştirildi; “…sigortalılara işsiz kalmaları halinde, bu Kanunda öngörülen ödeme ve hizmetlerin yerine getirilmesini sağlamaktır” cümlesindeki; “işsiz kalmaları halinde…” sözcükleri çıkarılarak, işsiz kalmak ile Fon bütçesi ilişkisi koparıldı.

2011 yılında 48’nci maddesine, her anlama çekilebilecek; “istihdamı artırıcı ve koruyucu tedbirler almak ve uygulamak…” cümlesi eklendi. Bu kurala dayanarak bütçe ödenekleriyle karşılanması gereken danışmanlık, mesleki eğitim, toplum yararına çalışma gibi hizmetlerin gerektirdiği harcamalar, Fon bütçesinden ödenmeye başlandı.

48’nci maddesi 2015 yılında yeniden değiştirildi ve bu kez bir kısım İŞKUR personelinin maaşlarının da Fon bütçesinden ödenmesi sağlandı.
Patronların ve AKP’nin Fon bütçesi üzerindeki baskıları kesintisiz sürüyor. Kasım ayı içinde iki değişiklik daha yapıldı. 

27 Kasım günü (dün) yayımlanan 382 sayılı CB Kararnamesiyle, Merkezi Bütçeden karşılanması gereken giderlerin Fon bütçesine olan yükü, prim gelirlerinin %20’si oranında artırıldı. 

9 Kasım günü yayımlanan Kısa Çalışma Ödeneğine ilişkin yönetmelik değişikliğiyle ise kriz dönemlerinde patronların üzerindeki “ücret maliyeti” azaltıldı.
Bu iki değişikliği kısaca gözden geçirelim.

Merkezi bütçeyi rahatlatmak için Fon bütçesinden daha çok para ödenecek
İşsizlik Yasasının 48’nci maddesinin 7 fıkrasında 2011 ve 2015 yıllarında yapılan değişikliklerle, işgücünün istihdam edilebilirliğinin artırılması; çalışanların niteliklerinin yükseltilmesi; işsizlik riskinin azaltılması; istihdamı artırıcı ve koruyucu önlemler alınması; danışmanlık hizmeti verilmesi; işgücü piyasası araştırmaları yapılması gibi hizmetler ile İŞKUR personelinin bir bölümünün maaşlarının Fon bütçesinden karşılanması öngörülmüştü.

Maddeye göre, bu hizmetler için yapılacak ödemeler, bir önceki yıl prim gelirlerinin %30’unu aşamayacak ancak, Bakanlar Kurulu Kararıyla %50’ye çıkarılabilecekti.
27.11.2018 günlü yayımlanan CB kararnamesiyle 2019 ve 2020 yılları için %50’ye çıkarıldı.

Fon bültenlerinden, Ocak-Ekim/2018 arasında 11,4 milyar lira prim tahsil edildiği; Eylül ve Ekim aylarındaki tahsilat tutarının yaklaşık 1,2 milyar lira olduğu görülüyor. Bu hesaba göre 2018 yılında yaklaşık 13,8 milyar lira tahsil edilmiş olacak.

Oran %30’da bırakılsaydı 2019 yılında 4,1 milyar lira ödenecekti. %50’ye yükseltilmesiyle 2,7 milyar lira fazlasıyla 6,9 milyar lira ödenmesine olanak tanındı.

Kısa çalışma ödeneği ve patronlar:
Kısa Çalışma Yönetmeliğinde, 9 Kasım/2018 günü yapılan değişiklikle, patronların ücret yüklerinin bir bölümünün kriz dönemlerinde Fon bütçesinden ödenmesine olanak tanındı.

Değiştirilen Yönetmelik, İşsizlik Sigortası Yasasına 2009 yılında eklenen geçici 2’nci maddesine dayanılarak çıkarılmıştı. Maddede; “Genel ekonomik, sektörel veya bölgesel kriz ile zorlayıcı sebeplerle işyerindeki haftalık çalışma sürelerinin geçici olarak önemli ölçüde azaltılması veya işyerinde faaliyetin tamamen veya kısmen geçici olarak durdurulması hallerinde…” eksik çalıştıkları süreyi aşmamak üzere Fon bütçesinden en çok üç ay kısa çalışma ücreti ödenebilir… deniliyordu.
9 Kasım günü yayımlanan değişiklikle, önceki metinde yer alan, deprem; sel; yangın; su baskını; salgın hastalık; seferberlik ve benzeri nedenler arasına “dışsal etkilerden kaynaklanan dönemsel durumlar” sözcükleri eklendi. Böylelikle kriz sözcüğü kullanılmadı ama tarif edilmiş oldu.

Bu arada kısa çalışma ödeneği ödenmesine ilişkin kuralları yorumlayacak yetkililerin elini rahatlatmak amacıyla küçük bir değişiklik daha yapıldı.
Yönetmeliğin 7/4 fıkrasında; “Kısa çalışma ödeneği, ekonomik gelişmelerin işyerinin faaliyetleri üzerine etkileri doğrultusunda uygunluk tespitinde belirtilen süreyi aşmamak kaydıyla, fiilen gerçekleşen kısa çalışma süresi üzerinden verilir” deniliyordu. Bu cümleden; “ekonomik gelişmelerin işyerinin faaliyetleri üzerine etkileri doğrultusunda” sözcükleri çıkarıldı ve böylelikle kriz ile ilişkisi bulanıklaştırıldı.

Kısacası işsizlik fonu işsizlerden giderek uzaklaştırılıyor.

Kadir Sev / SOL

Alman siyasetinde üç fotoğraflı tablo / ANALİZ - Tevfik Taş

Alman sokaklarının siyasi gündeminde üç başlığın altını çizmekte yarar var.


BİRİNCİ FOTOĞRAF
6/8 Aralık tarihleri arasında Hamburg'da gerçekleştirilecek Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) partisi kongresinde Merkel'in yerine kimin geçeceği belirlenecek. Hotel Atlantic Kempinski'de toplanacak olan CDU'lu 1001 delege, Merkel'in yerine geçecek adayı seçmek için oylarını kullanacak. 

Merkel sonrası için harekete geçen adaylara ilişkin soL sayfalarında kısmi ön bilgilendirme yapmıştık. Bu bilgilendirmeye kaldığımız yerden devam edelim.
Merkel'in koltuğuna talip üç adaydan en zayıfı ile başlayalım. Bu isim, Sağlık Bakanı Jens Spahn'dır. ABD Berlin Büyükelçisi Richard Grenell'in yakın dostluğuna kazanmış Spahn, muhafazakâr CDU'nun teamülleri ile pek uyuşmasa da, geçen yıl erkek arkadaşı ile nikah kıymış 28 yaşında bir eşcinsel. Parti içerisinde ''daha sağda'' diye tanımlanan yelpazede yer alan Spahn, sığınmacı siyaseti konusunda Merkel'e karşı eleştirel tutumu ile tanınıyor.

Merkel'in sığınmacı siyasetini ''züccaciye dükkanına girmiş fil'' olarak tanımlayan Spahn, Avrupa Birliği sınırlarının sıkı denetimine vurgu yapıyor. Genel Başkanlık adaylığında en düşük oy oranına sahip olduğu belirtilen Spahn'ın seçilecek yeni genel başkana karşı sıkı muhalefet edeceği de belirtiliyor.

Merkel'in koltuğuna aday ikinci isim, Alman aktif siyasetinde 17 yıldır adı sanı okunmayan Friedrich Merz'dir. Merz, Alman-Amerikan dostluk derneği olduğu ifade edilen ''Atlantik Brücke'' derneğinin başkanlığını yürütüyor. Bu son derece etkili dernek dışında, Frankfurter Allgemeine Zeitung'dan Lorenz Heimicker'in deyimi ile Merz, ''mali endüstrinin en etkili lobicisi'' olarak tanınıyor. (FAZ, 12 Kasım 2018)

Friedrich Merz'in Alman faşist hareketinin kitleselleşen yeni partisi Almanya İçin Seçenek'e (AfD) karşı etkili olabilecek bir figür olduğu dillendiriliyor. Yerleşik dengeler içinde kalınması ve ABD ile ile ilişkilerin mevcut parametreler içinde tutulması konusunda Merz'in önemli bir işlevi olabileceği kaydediliyor.

Doğrudan anaakım medya içinde ifade edilen bir görüşe göre, Merz, ''AfD için tehlikeli olabilir.'' (Helene Bubrowski, FAZ, 31 Ekim 2018)

''Paranın adamı'' olarak nitelenen Merz, milyoner olduğunu pervasızca açıklarken, bunun bir meziyet olduğunu iddia edip, Donald Trump gibi, ''kendim için değil, ülkem için siyaset yapıyorum'' teranesine sığınıyor.

Friedrich Merz'in ''tehlikeli olabileceği'' iddia edilen AfD'nin şefi Alexander Gauland, geçtiğimiz günlerde Merz için ilginç değerlendirmelerde bulundu. 
Alexander Gauland Jens Spahn'ı ciddiye almaz görünürken, Friedrich Merz için ''akıllı adam, akıllı siyasetçi'' nitelemesinde bulunuyor. Faşist partinin şefi Gauland, Merz ile aynı partide (CDU) yıllarca siyaset yapmış olmanın verdiği rahatlıkla, Merz için ''CDU'yu zor zamanlarda yarı yolda bıraktı'' diyerek de hayıflandığını ifade etmekten geri kalmıyor. Bununla birlikte Gauland Merz'i, ''uzun erimli ya da bir defalık AfD ile çalışılması mümkün'' olan bir aday olarak gördüğünü açıkladı.

Merkel'in olası halefi Merz ise AfD için hiç de olumlu konuşmamaktadır. Merz WDR 5 radyosuna verdiği mülakatta, AfD için, ''koalisyonun asla mümkün olamayacağı''nı açıkladı. Merz AfD'yi, ''sağ köktenci, hatta düpedüz nasyonal sosyalist'' olarak tanımladı.

Oysa bilinen bir taktik: Merz, AfD'yi dışta bırakarak, onun sığınmacılar siyaseti dahil olmak üzere pek çok kartını CDU eli ile yürürlüğe koymak istediğini belirtmek gerekiyor. Yeri gelmişken belirtmekte yarar var, Merz'in bir diğer lakabı da ''güncellenen pragmatizm''dir. Merkel döneminde CDU'nun eşcinsel evliliği, atom enerjisinden uzaklaşma, sığınmacılar siyaseti vb başlıklarında ''realiteden kopulduğu'' iddia edilerek, Merz'in ''güncellenen pragmatizm''i ile yeniden realiteye dönüleceği beklentisi pompalanıyor.

Bu veriyi besleyen bir saptama da yine sermayenin amiral gemisi Frankfurter Allgemeine Zeitung'dan geldi. FAZ siyaset editörü Berthold Kohler, CDU programındaki sığınmacılığın BM hükümleri ile uyumlu maddelerini ''son tabu'' olarak niteleyerek, Merz'in Merkel'in yerine geçmesi durumunda bu ''son tabu''yu değiştireceğini savlıyor. AfD şefi Alexander Gauland için ''bonsai Hitler'' tanımını tercih eden Kohler, Merz'in AfD'de saptadığı altı maddelik yumuşak karına çalışacağını kaydetti. Bir benzetme ile, Agah Oktay Güner'in 12 Eylül mahkemelerinde ettiği, ''fikrimiz iktidarda, kendimiz içeride'' durumu...

Küçük rötuşlarla da olsa Merkel çizgisinin sürdürücülüğünü savunan ve ABD ile ilişkilerin mevcut parametreleri içine kalması için gayret gösterecek olan Merz dışında, Merkel'in yerine geçmesi en muhtemel adayın Annegret Kramp-Karrenbauer olduğunu bir kez daha belirtmekte yarar var. 

2017 Saarland eyalet seçimlerinde sosyal demokrat rakibi Martin Schulz'u yenerek eyalet başbakanı seçilen Annegret Kramp-Karrenbauer 56 yaşında, Katolik ve parti içerisinde ''Küçük Merkel'' olarak tanınıyor.

Parti içerisinde popülaritesi çok yüksek olan Annegret Kramp-Karrenbauer'in Merkel'in yerine seçilmesine neredeyse kesin gözüyle bakılıyor. Küçük Merkel lakaplı Kramp-Karrenbauer'ın adı sayılan iki rakibine göre en geleneksel siyasetçi olduğunu belirtmek gerekiyor. Sosyal demokrat rakiplerine karşı pek mahir olduğunu kanıtlayan Kramp-Karrenbauer'ın AfD konusunda aynı beceriye sahip olamayacağı neredeyse genel kanı olarak paylaşılıyor.

Kramp-Karrenbauer'ın Hamburg kongresinden Merkel'in yerine parti genel başkanlığına seçilmesi ne kadar muhtemel ise, olası erken seçimlerde CDU'daki oy kaybını durdurma konusunda ketum kalacağına da bir o kadar kesin gözüyle bakılıyor.

Alman büyük sermayesinin emperyalist talepleri CDU ile olmaz ise, ya CDU bu taleplere uygun olarak parti içi bir operasyonun nesnesi haline getirilecek ya da AfD'nin büyümesi için CDU kaldıraç işlevi görecek şekilde yeniden konumlandırılacak gibi görünüyor.

İKİNCİ FOTOĞRAF
Kasım ayı ortasında Almanya'da ''Seküler İslam Girişimi'' adında bir toplam kendisini deklare etti. Çarşamba günü gerçekleştirilecek Alman İslam Konferansı (AİK) dördüncü dönem toplantıları arifesinde kuruluşu açıklanan bu inisiyatif, tanınmış figürlerden oluşuyor. Yeşiller partisinden Cem Özdemir, avukat Seyran Ateş, sosyolog Necla Kelek, siyaset bilimci Hamed Abdel-Samad, psikolog Ahmad Mansor gibi isimlerin vitrininde yer aldığı bu inisiyatif, ''çağdaş İslam anlayışı'' ile hareket ettiklerini açıkladılar. Kuruluş bildirgelerinde İslam'ın yorumlanmasını tekelinde tutan, ''demokrasiden uzak'', siyasallaşmış İslam'dan uzak durmak kadar, toplumda yükselen İslam karşıtlığına da karşı olunduğu belirtiliyor.

''Müslüman Luther'' diye de tanınan Seyran Ateş, Almanya'nın yanıp tutuştuğu ''Almanya tipi İslam anlayışı'' için harekete geçmekte gecikmemişti. Bir yıllık bir rötar ile koroya diğer ''popüler isimler'' de katıldı. 

''Madem İslam kendi içsel dinamikleri ile kendisini kapitalizme uyarlayamıyor, iş başa düştü'' mealinde açıklanacak bu tutuma Erdoğan'ın DİTİB'in iplerini elinde siyasi bir araç olarak tutmaya başlaması ile daha bir hız kazanmış oldu. 

AKP-Cemaat koalisyonunun sair nedenlerle 2015'de bozulup, darbe girişimlerine konu olması ile Almanya'da da işler eskisi gibi yürümemeye başladı. Milli Görüş üzerinden ''Müslüman cemaat''i denetleyen Alman devleti, DİTİB'in Erdoğan tarafından ''FETÖ''cülere karşı işlevlendirlmesi ile ülkede yaşayan Müslüman kökenli göçmenler konusunda yeni tasarruflara gitme kararı aldı.

''Alman İslamı'' terimi Alman İslam Konferansı (AİK) 2006 yılında dönemin İçişleri Bakanı Wolfgang Schäuble tarafından ilk kez hayata geçirildiğinden beri yürürlükte olmasına karşın, hiç bu kadar etkili bir kullanıma tabi tutulmamıştı. 
Sosyal demokrat SPD'nin Alman siyasetinin kabuk değiştirmesine paralel erimeye yüz tutması, denge siyaseti güden yapılarda ciddi erozyonlara yol açtı. Kitlesel faşizmin önünün açıldığı koşullarda, militan liberalizmin yükselen partisi olarak Yeşiller'in ''dinin dinle terbiye edilmesi'' kartına da oynamak istemesi olağan karşılanmalıdır.

Deve kuşu gibi uygunsuz bir ifade olan (ne deve gibi yük taşır, ne de kuş gibi kanatlanıp uçabilir) ''seküler İslam'', militan liberalizmin elinde Alman devletinin çıkarları doğrultusunda kullanılan bir yapaylık olarak dolaşıma sürülüyor. 

ÜÇÜNCÜ FOTOĞRAF
Chemnitz kentindeki Neo-Nazi kalkışmasını masumlaştırıp, gözden kaçırma çabasında yakayı ele veren Alman iç istihbarat servisi Anayasayı Koruma Teşkilatı (BfV) başkanı Hans-Georg Maassen'ın görevden azledilmesi akabinde kurum içerisinde son derece önemli bir gelişme yaşandı.

Koalisyon hükümetinin Hristiyan Sosyal Birlik (CSU) partili küçük ortağındaki İçişleri Bakanlığı ve bunun başındaki Horst Seehofer'in tüm cansiperane gayretlerine karşı görevinde kalamayan Maassen'ın yerine aynı kurumdan yardımcısı Thomas Haldenwang getirilmişti. Bu önemsiz yer değiştirmenin ötesinde, ilk kez kurum bünyesinde göçmen kökenli, müslüman aidiyetinden olan bir Türkiye kökenli başkan yardımcılığına getirildi.

Sinan Selen adında 46 yaşındaki İstanbul doğumlu hukukçu, yıllardan beri Federal Kriminal Dairesi'nde çalışıyordu. Ayrıca Alman turizm acenta devi TUİ'de de güvenlik uzmanı olarak çalışan Sinan Selen, kurum tarihinde bu düzeyde konuma getirilen ilk göçmen olarak kayıtlara geçti.

Alman istihbaratının haftalık yayın organı gibi çalışan Focus dergisinde ilk kez açıklanan bu karar, Junge Welt gazetesinde Kristian Stemmler tarafından ''bağlantı subayı'' olarak nitelendirildi. Türkiye MİT'i ile yakın çalışma deneyimi olduğu ifade edilen Sinan Selen'in bu derece kritik bir göreve getirilmesini Alman sağı şiddetle kınarken, Alman liberalleri göç politikalarının başarısı diye sevindirik oldu. 

Üçüncü fotoğrafa iliştirilebilecek son kare ise, ana akım medyanın ıska geçtiği bir haber. Berlin merkezli TAZ gazetesinde yer alan habere göre, Alman ordusu içerisinde örgütlü bir ağı yöneten ve ''Hannibal'ın Gölge Ordusu'' adı verilen bir gruba ilişkin. Alman ordusu içerisinde yer alan özel bir teşkilatın siyasi cinayetler için hazırlık yaptığına dair haber var. Daha önce  üsteğmen Franco A. olayında gündeme gelen ordu içi Nazi örgütlenmesine ilişkin yeni bulgular ortaya çıkıyor. 

''Kaos günü'' diye adlandırılan iç savaşa hazırlandığı ifade edilen Nazi özel kuvvetleri konusunda Christina Schmidt, ''Güvenlik aygıtı içerisinde yapılandırılmış bir ağ. Amaçları ise, devleti savunmak ya da devleti yeniden biçimlendirmek'' değerlendirmesinde bulunuyor. Bu faşist yapılanmanın başındaki ismin, özel kuvvetlerde görevli Andre S. olduğu belirtiliyor (https://www.deutschlandfunkkultur.de/medienkritik-wo-bleibt-die-resonanz...)

                                                          * * *
Neon ışıklı çam süslemeleri ile noele hazırlanan Almanya, İkinci Dünya Savaşın'ndan beri belki de ilk kez, bu denli dengelerin altüst olduğu yeni bir yıla hazırlanıyor. 

Almanya'da hazır olmayan tek şey ise, işçi sınıfının sosyalist devrim perspektifi ile mevziler oluşturması. 

Tevfik Taş / SOL

Almanya'da İslam Konferansı öncesinde tartışılan istifa kararı - SOL

Bugün Almanya'da Alman İslam Konferansı (AİK) dördüncü dönem toplantıları başlıyor.

Bugün Almanya'da Alman İslam Konferansı (AİK) dördüncü dönem toplantıları başlıyor. Toplantı öncesinde Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) Aşağı Saksonya ve Bremen Eyalet Teşkilat yönetiminin istifası tartışma yarattı. Yönetim istifa gerekçesinde, kendilerine ve çalışmalarına yönelik gelen müdahaleler karşısında istifa kararı alındığını duyurdu. DİTİB’in Köln’deki genel merkezinden bu istifalarla ilgili bir açıklama yapılmadı.

Almanya’da 900’den fazla caminin bağlı olduğu, Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı çatı kuruluşu DİTİB uzun süredir eleştiri oklarının hedefinde. DİTİB'e bağlı camilerde görev yapan bazı imamların, Gülen Cemaati'ne yakın olduğundan şüphe edilen kişiler hakkında Ankara'ya rapor gönderdiği yönündeki iddialar Almanya'da tepkiyle karşılanmış, hatta DİTİB'in Alman iç istihbarat kuruluşu Anayasayı Koruma Teşkilatı tarafından izlenmesi çağrıları gündeme gelmişti.

Birçok Alman siyasetçi DİTİB’i Türk hükümetiyle yakın ilişkiler içinde olduğu gerekçesiyle eleştiriyor. DİTİB’in Eylül sonunda Köln’de inşa edilen Merkez Camii’nin açılış töreni Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından yapılmış, açılış törenine Alman siyasetçiler katılmamıştı. DİTİB Aşağı Saksonya ve Bremen Teşkilatı’nın istifası DİTİB’i, faaliyetlerini ve Türk hükümetiyle ilişkilerini yeniden gündeme getirdi.

CEMAATLERİN ÖRGÜTLENMESİ VE FİNANSMANI
Başbakan Angela Merkel’in, 2006 yılında önerisi ve dönemin İçişleri Bakanı Wolfgang Schäuble’nin himayesinde ilk kez toplanan Alman İslam Konferansı öncesinde açıklama yapan şimdiki İçişleri Bakanı Horst Seehofer, bugünkü zirvenin ana konusunun "Müslüman cemaatlerinin örgütlenmesi ve finansmanı" olacağını bildirdi.

Amerika'nın Sesi'nden Cem Dalaman'ın haberine göre müslümanları temsil eden örgütlerin Alman anayasasının belirlediği din hukukuna göre organize olmalarını hedeflediklerini belirten bakan, dış ülkelerin Almanya'daki Müslümanlar üzerinde nüfuzuna son vermeyi hedeflediklerini de açıkladı.

Din adamlarının eğitimi için desteğin arttırılacağını ifade eden Seehofer, “Müslüman Almanlar’ın Alman ve Müslüman kimliklerini güçlendirmelerine ve vatanları Almanya ile özdeşleşmelerine yardımcı olunacak” şeklinde görüş belirtti.
Seehofer’in bugünkü toplantının açılışında yapacağı konuşmada, konuya yönelik fikirlerini daha geniş bir şekilde dile getireceği öğrenildi. Seehofer, göreve geldikten kısa bir süre sonra, "İslam Almanya'ya aittir" tanımlamasını yanlış bulduğunu ve İslam'ın değil Müslümanlar’ın Almanya'ya ait olduğunu söyleyerek tepkileri üzerine çekmişti.

“İslam Almanya’ya aittir” tanımlaması ilk olarak 2010 yılında eski Cumhurbaşkanı Christian Wulff tarafından dile getirilmiş, ardından gelen diğer Cumhurbaşkanları Joachim Gauch ve Frank-Walter Steinmeier’le Başbakan Angela Merkel de bu tutumu sürdürmüşlerdi.

Federal İçişleri Bakanı Seehofer, Alman İslam Konferansı’nı da yeniden yapılandırdı. Şimdiye kadar yaklaşık 2 bin 400 caminin bağlı bulunduğu Müslüman çatı örgütlerinin davet edildiği konferansa, bugün ilk kez örgütlü olmayan Müslümanları temsilen bireyler de davet edildi. Davetliler arasında geçen hafta kurulan ve muhafazakar dini dernekleri eleştiren "Seküler İslam Girişimi” adlı oluşumdan sosyolog Necla Kelek, avukat Seyran Ateş, siyaset bilimci Hamed Abdel-Samad ve psikolog Ahmad Mansour gibi isimlerde var.

Tevfik Taş 26 Kasım'da soL'a yaptığı değerlendirmede bu inisiyatifin, ''çağdaş İslam anlayışı'' ile hareket ettiklerini açıkladıklarını, kuruluş bildirgelerinde İslam'ın yorumlanmasını tekelinde tutan, ''demokrasiden uzak'', siyasallaşmış İslam'dan uzak durmak kadar, toplumda yükselen İslam karşıtlığına da karşı olunduğu ifade ettiklerini belirtmişti. Taş'a göre Alman devleti, DİTİB'in Erdoğan tarafından ''FETÖ''cülere karşı işlevlendirlmesi ile ülkede yaşayan Müslüman kökenli göçmenler konusunda yeni tasarruflara gitme kararı aldı.

DİTİB UYUM SAĞLAMIYOR
DİTİB'deki istifalar da Taş'ın değerlendirmesini doğruluyor. İstifa eden DİTİB Aşağı Saksonya ve Bremen Teşkilatı Başkanı Yılmaz Kılıç bu kararında Köln'de bulunan, siyasi ve örgütsel olarak Ankara'ya bağlı DİTİB Merkezi ile yaşadığı sıkıntıları gösteriyor. Kılıç'a göre onlar kendi bölgelerinde Alman Devleti ile uyum sağlamayı başarmışken, DİTİB merkezi bunu yapamıyor. Kılıç'ın DW Türkçe'ye yaptığı açıklamalar şöyle: 
Aşağı Saksonya büyük bir eyalet, burada Alman hükümetiyle muhteşem bir çalışmamız var.azı eyaletlerde biliyorsunuz DİTİB’le Alman hükümetleri görüşmüyor. Aşağı Saksonya’da durum böyle değildi. Tam tersine biz eyalet başbakanıyla iki, üç ayda bir biraraya geliyorduk, değerlendirme yapıyorduk. Bütün komisyonlarda varız, sözümüz geçiyor. Türkiye ile Almanya siyasetinde yaşanan sorunlar elbette Aşağı Saksonya’yı da etkiledi ama biz görüşmelerimize devam ettik. İslam din dersleri olsun,  hapishanelerdeki manevi hizmet işleri olsun. Bunlar çok iyi bir şekilde devam ediyor. Eskiden DİTİB’de eyalet birlikleri yoktu. Her şey ataşenin üzerinden yürüyordu. Üç dört yıldır durum değişti, artık aktif eyalet birliklerimiz var artık. Almanlarla çatır çatır müzakere ediyorlar. Ataşelerimiz maalesef bunu içlerine sindiremediler. Bu sadece Aşağı Saksonya yani Hannover'deki ataşelikle de sınırlı değil. Başka eyaletlerde de ataşelerle ilgili sorunlar var. Biz ataşeye günlük rapor veremeyiz. Ataşe eyalet birliği genel kuruluna karışmamalı. Oraya gelip dini otorite olarak gelip oturabilir. Ancak güncel işlere karıştığında sorun çıkıyor. Derneklerin içişlerine karışmamaları lazım.

Sorun nereden kaynaklanıyor? 
DİTİB merkez sizlerden gelen yenilenme, reform taleplerini neden kabul etmiyor? Türk hükümetinin bunda etkisi var mı?

Ankara’yı bilemiyorum. Ankara beni aşıyor. Benim merkezim Köln. Köln’deki DİTİB merkez ne yazık ki değişikliğe sıcak bakmıyor. Elindekini tutmanın gayesindeler herhalde. Sadece Aşağı Saksonya’dan değil başka eyaletlerden de DİTİB merkeze teklifler, değişiklik önerileri gitti. Almanlar yıllardır bizden değişiklik bekliyor. Üstelik beklentiler o kadar da yüksek değil. Organizasyon açısından değişiklikler isteniyor. Bunlar dini cemaat olmanın gerektirdiği istekler. Ama merkez bunlara olumlu bakmadı. Sorun şu: Artık Türkiye’den buraya belirli bir süre için gelen insanlarla, Almanya’daki Türkler arasında fark var. Ancak burada sosyalleşmiş olan Türkler burada yaşayanları anlayabilir. Bize gelen hocalar arasında muhteşem insanlar var elbette. Teolojik bakımdan çok iyiler.  Ama Almanya’yı bilmiyorlar, tanımıyorlar. Almanya’yı bilmediğiniz zaman Almanya’da görev yapamazsınız. Yaparsanız sıkıntılar olur. Bu Köln merkezdeki yönetim kuruluna giren arkadaşlar için de geçerli. Camilerimize Türkiye'den gelen hocalarımız için de geçerli. Bunun için buradaki insanlar değişiklik istiyor. 'Gelen insanlarımızdan faydalanamıyoruz, anlaşamıyoruz' diyorlar. Benim burada yetişmiş çocuğum camideki hocayı anlamıyor, dil yönünden anlamıyor, sosyalleşme yönünden anlamıyor. Bunu biz yıllardan beri dile getiriyoruz. 'Bunun için önlem alınması gerekiyor' dedik ama maalesef büyüklerimiz bu konuda harekete geçmediler, daha da geçmezlerse sıkıntılar daha da büyüyecektir.

SOL

Tek tek...- KAAN SEZYUM

Bu ülkeyi var ya Kemo batırdı Kemo... 
Bi Kemo bi de Cehape seçmeni... 
Bakın çok net. 
Eğitim nerede artık, orada iktidara oy yok. 
Bu nasıl olur ya? 
Arkadaşlar eğitilmeyin lütfen. 
Bakın Soma’da neler oldu, insanlar toprak altında kaldı. 
Kim suçlu çıktı? 
Tabii ki kimse suçlu değildi. Orada canlarını toprak altında verenler, hayatlarını yitirdiğiyle kaldı. 
Mavi Marmara gibi... 
Kim dedi oraya gidin diye? 
Kim?

Ben anneyim ya... 
Seda Sayan mantığına geldik. 
Kimse kimsede mantık aramıyor. 
Canlarını verenler neredeyse suçlu. 
Tecavüze uğrayan kadınlar ZAAATEN. 
Yani çok afedersiniz bu ülkede biraz şey bilinse ahlaksızlık olmaz. 
Biraz iman ya. 
Biraz iman olsa bu ülkede kimse darbeye kalkışmaz. 
Biraz ya. 
Biraz olsa yurtlarda tacizler olmaz. 
Bizzzzzzzzzz yaradılanı yaradandan ötürü seviyoruz. Yani öyle düşünüyoruz. Şimdi ateyizler neden seviyor? 
Sevmiyorlar... 
Ama nedense alnı secdeye değene de ne istiyorsa verebiliyoruz. Kafam rahat beni kandırabilirler. Nasıl olsa sonra çıkıp özürümü dilerim. 
Beni halkım değerlendirsin. 
AİHM filan kim? 
Sen kimsin ya?

Eyyy Nobel, ey Avrupa... 
Ya kadınla erkek bir olabilir mi? 
Birinde meme var. İkisinin de memelerini keselim tartalım. Kimin memesi daha çok? 
Ya kadınla erkek koşsun, 100 metre koşsun da demiyorum. 10 metre koşsun. Aynı mı? 
Bir kadın bir erkekle aynı miktarda mı terliyor?

Kadının görevi ne? 
Çocuk yapmak, gocuk dikmek... 
Bunu yapmayan kadın yarım kadındır. 
Bana oradan meclis arası %16 kadın ver kardeş.

Bakın çok net, bu hafta söylenen bu sözün arkasındayım: Adını vermek istemediğim bir parti var. Oyunu artırmak için teslim aldığı kesimlerin gözlerini açmasını engellemek için siyaset yapmaktadır. 
Çankaya, Beşiktaş, Kadıköy, Şişli gibi yerlerdeki seçim sonuçlarına bakın... Hiçbirinin ülke gerçekleriyle ilgisi olmadığını görürsünüz... 
Türkiye yansa da şaha kalksa da bunların umurlarında değildir. 
Buralardaki seçmen profili Türkiye pastasının kaymağını yiyen kesimden oluşuyor. 
Bu ilçelerde yaşayan sağduyulu vatandaşlarımız bilir ki bu ilçeler bugünkü seviyesine, belediyelerin değil büyükşehir belediyesinin ve hükümetin yatırımları sayesinde gelmiştir... 
Tabii ki her kelimesi doğru. Bir siyasi parti düşün ki, ülkede üreten, düşünen kesimi hapsetmiş. Düşünce hapsedilemez. Bu parti akademisyenleri de teslim almış durumdadır. 
Hele başka bir parti var ki... Sözde siyasi parti bunlar... 
Sözde... 
Bazı semtlerimizdeki demokrasi çok kuvvetli. Hiç gerek yok. Boşa mineral çekmesinler. Semtlerimiz salsın kendini artık. Rahat olun, geçiş çok güzel olacak.
Tek zihin, tek akıl, tek mantık, tek çözüm, tek hayat, tek tekillik.

Bu ülkeyi var ya, Kemo batırdı. Kemo dolaylı da olsa batırdı. Yanlış muhalefet batırdı. İdare edenlere hep kulp bulundu. Başkanlık sistemi gelince her şey düzelecekti. Hep bunlar gak guk bilmeden konuştuğu için sistem çalışamıyor. Her şeyi tek kişinin idaresine verdik. Sayıştaydan sayı saymayı bilenleri bile salladık, hala düzelmiyorsa bu ülke, bilin ki arkasında Kemo ve sözde döviz kuru ve kim olduğu belirli ama hiçbir zaman ismi zikredilmeyen isimler vardır.

Yazık... 
Yazık hem de çok yazık hepinize. 
Ülke yansa umurunuzda değil. 
Ormanlar filan kimsenin umurunda değil. 
Hiçbir şey kimsenin umurunda değil. 
Lütfen biraz daha akıllanmayın.

KAAN SEZYUM / BİRGÜN

‘Ticari basın, sağa çek!’ - Mine Söğüt

Şu anda hayatını kaybetmekte olan bu ülkenin en ölümcül darbelerden birini “ahlaksız”  basınından aldığını hâlâ tartışmadığımız... 
Gazetecilik nedir, ne değildir, bunu hâlâ umursamadığımız için... 
Şu anda basın ahlakını, “Para karşılığı röportaj yapılır mı yapılmaz mı” tartışması üzerinden masaya yatırmak komik; 
Değil iş insanlarıyla, iktidarlarla bile devamlı “alışveriş” içinde bulunan bir basın geleneğini görmezden gelmek trajiktir. 

Gazetecilik tıpkı tıp gibi kendi özel ahlakı ve hatta resmen edilmese de bir yemini olması gereken çok mühim bir meslektir. 
Çünkü hayati bir önem taşır. 
Toplumun algısını biçimlendirir; dolayısıyla da kaderini belirler. 
Sosyal ve politik kimliği oturmamış... 
Dünya konjonktüründeki yerini sabitlememiş...
 
Gerçekten bağımsız olmak yerine, bağlı olacağı odaklar arasında mekik dokumuş toy bir Cumhuriyetin; 
Dışarıdan olgunlaşırken içeriden çürüdüğünü gizleyen bir dil üzerine kurulu gazeteciliğin şimdiye kadar gösterdiği marifet, marifet değil yıkıcılıktır. 

İki büyük dünya savaşının ardından yeniden pay edilen koca dünyada... 
Komünizm korkusunun ortalığı kasıp kavurduğu zamanlarda bizi korkutmakla yükümlü olan; 
O korkuların üzerine yıkılan duvarların altında kaldığımız 80’li yıllardan sonra da... 
Bizi Özal Türkiye’sine “uyandıran” basınla, bugün Erdoğan Türkiye’sinde “uyutan”  basın, tıpkı bu iki lider gibi birbirine göbekten bağlıdır. 

Neden ve sonuç ilişkilerinin izini adil bir şekilde sürer, o çağlardan bu çağlara parlatılan gazeteciliğin ve gazetecilerin kişisel serüvenleri üzerinden bu ülkenin yakın tarihini çözümlerseniz, bugün başınıza gelenlerin müsebbibini kolayca tespit edersiniz. 


80’li yılların ortalarından itibaren; 
“Yükselen değerler” diye kapitalizmin görkemli kıyıcılığını halka pazarlayan ve iş insanları arasında istop oynar gibi elden ele atılıp tutulan gazetelerin ve televizyonların ikliminde... 
Patronlarının kimlerle ne şartlarda dans ettiğini bile bile... 
O sistemin gönüllü kölesi olan... 
Ve yüksek maaşlara ve konforlu hayatlara konan... 
Eski solcu, yeni “ben mi düzelteceğim her şeyici” gazetecilerin önerilen yeni ahlaka kanışındaki ahlaksızlığın üzerine inşa edilen bir dünyada... 
Bugün ticari gazetecilik üzerinden bir etik sorgulamak çok yersiz ve faydasızdır. 
Politik bir bağı veya hedefi varsa bunu en baştan açıkça ortaya koyan... 
Evrensel bir ahlaka karşı pragmatik bir ahlak önermeye kalkmayan... 
Okurunun ödediği dışında bir parayla satın alınamayan... 
Kendi çizgisinde gerçekten habercilik yapan bağımsız bir gazetenin hayatta kalamayacağı gerçeğini, hem gazetecilere hem de halka dayatan bir ortamda... 
Bugüne kadar patronların ihaleleri için ilişki dengeleri kollamayacak gazetecilerin gazetecilik yapamamasını olağan karşıladığınız; 
Gazetecilerin farklı iktidarlar zamanında farklı liderlerle al gülüm ver gülüm ilişkilerini çekirdek çitleyerek seyrettiğiniz; 
Hızla sendikasızlaştırılan bir basının ne anlama geldiğini hiç düşünmediğiniz; 
Ağzı laf yapan ama kaşı gözü de ayrı oynayan gazetecilerin hamasi dillerine hemen prim verdiğiniz... 

Ve en fenası da bu gazetelerin yaptıkları haberleri, bu gazetecilerin kestikleri ahkâmları bir şey sandığınız için karışan kafanızı... 

Artık bundan sonra medya etiği için boşuna yormayın. 

Ama dilerseniz iştahla okuduğunuz o makalelerden, röportajlardan, heyecanla izlediğiniz haberlerden, tartışmalardan, yorumlardan kendinizi bundan sonra kollayabilirsiniz. 

İnanın, insanın kendi aklı gibisi yok.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Sarı Yelekliler - Deniz Yıldırım

Fransa’da kasım ayına Sarı Yelekliler damga vurdu. Hareketin adı, araçlarda bulundurulması kanunen zorunlu sarı yelekten geliyor. Protestocular, bu sarı yelekleri giyiyor.

Hareket geçen hafta özellikle merkezin dışında kalan yarı-kırsal bölgelerde güçlendi. 300 bine yakın Fransız, Cumhurbaşkanı Macron’un “ekolojik duyarlılık”la gündeme getirdiği araç yakıt zammına itiraz etti, yolları kapattı. Zam, özellikle dizel yakıta vergi artışı getirilmesinden kaynaklanıyor. 

Fransa araç yakıtından vergi alımında Avrupa üçüncüsü. International Viewpoint’ten  Leon Cremioux’nun aktarımına göre Fransa’da geçen yıl dizel yakıt yüzde 23 zamlanmış ve yakıt tüketiminin yüzde 80’i dizel kaynaklı. Yeni vergiyle birlikte bu artış katlanacak. 

Konu otomobil olunca, bir tür “orta” ya da “üst orta sınıf” itirazı gibi görünebilir. Fakat değil. Çalışma şartlarının giderek esnekleşmesi kent merkezlerindeki pahalılıkla birleşmiş; bu da geçim sıkıntısı yaşayan Fransızları kente yakın ya da kent dışı yerleşimlere ve mecburi araç kullanımına yöneltiyor. Yine Cremioux’nun aktarımına göre Fransa’da her gün 17 milyon kişi, sınırları içinde yaşadığı belediyenin dışında bir yere çalışmaya gidiyor. Bunların üçte ikisi de kendi aracını kullanıyor. Dolayısıyla yakıt zamları hayat pahalılığından etkilenen çalışan sınıfları doğrudan ilgilendiriyor. Konunun bir yanı zam, diğer yanıysa yetersiz kamusal ulaşım olanakları.
 
Macron’un zenginlere avantajlar sağlayıp vergi zamlarıyla faturayı çalışan halka kesmesine, vergi adaletsizliğine karşı da bir protesto biçimi bu aynı zamanda. 
The Guardian gazetesinde çıkan söyleşilerden anladığımız; işsizlikten, zamlardan, vergi adaletsizliklerinden, eğitimdeki eşitsizliklerden, siyasetin halktan kopukluğundan rahatsız, birbirini tanımayan binlerce insan sarı yelekle protestolara katılmış. 

Bir katılımcı, sarı yeleğinin arkasına “Ben Halkım” yazmış. Her şeyin özeti. Bu durum, tekil bir sorun üstünden başlayan kimi toplumsal hareketlerin bir süre sonra diğer tüm toplumsal/siyasal sorunların da ifade edilmesine, görünür hale getirilmesine kanallar açan özellik kazanabileceği kuralını doğruluyor. Fransız halkının yüzde 75’inin Sarı Yelekliler’e sempati duyması tam da bu nedenle. 

Bu hep olmaz, şartlar tetikler. Özellikle de geleneksel parti ve örgütlenmeler halkı temsil edemez hale geldiğinde toplumsal hareketler siyasal boşluğa, temsil boşluğuna yerleşebilir. 

Fransa’da şartlar uygun. Her şeyden önce, protestocuların birçoğu ilk kez böyle bir harekete katılmış. Yani geleneksel siyaset biçim ve tarzlarından kopuş eğilimi hâkim. İkincisi, seçimlerde boş oy verdiğini ya da sandığa gitmediğini söyleyenler hiç de az değil. Mevcut partilere ve Macron iktidarına halkın derdiyle gerçekten dertlenmedikleri için tepkililer. “Zenginleri temsil ediyorlar, halkı değil” tepkisi bundan. 


Macron geçen yıl seçildiğinde ikinci turda sağ popülist Le Pen ile yarışmıştı. Bu sıkışma karşısında sandığa gitmeyenlerin oranı yüzde 25’i aşmıştı ve bu, 60’lardan bu yana en yüksek sandığa gitmeme oranıydı. Bunu sandığa gidenlerin yüzde 8.8’inin boş oy vermesi tamamlamıştı. Yani 16 milyon seçmenin sandığa gitmemesinden ya da sandığa gidip protesto oyu vermesinden söz ediyoruz. Ciddi bir temsil krizinin işareti. Sarı Yelekliler, bu krizin derinleşme potansiyelini gösteriyorlar. 


Diğer yandan toplumsal muhalefetin güçlü örgütlenmeleri sendikalar, Sarı Yelekliler’e mesafeli. Bu durum, işçi sınıfının geleneksel örgütlenmelerinin geçim, zamlar, vergi adaleti gibi meseleler üstünden halkın çalışan çoğunluğuyla birleşmesini, en geniş sosyal temsile yönelmesini önlüyor. Aslında Sarı Yelekliler’in protestosu bu nedenle sadece geleneksel siyasal partilere değil, toplumsal muhalefetin yerleşik örgütlenme ve eylem biçimlerine de bir itiraz. Liderin halka doğrudan seslenmeyi tercih ettiği, aracı kurumları yok saydığı popülist siyaset tarzının güçlendiği ortamda, aşağıdan yükselen halk hareketleri de aracı/temsili örgütlenmelerden uzaklaşıp “doğrudan”niteliği kazanmaya başlıyor. Sarı Yelekliler gibi. 

Macron Fransa elitlerinin temsil krizine “gençlik aşısı”, çare arayışıydı. Çabuk yıprandı. Yerine ne doğar? 
Sarı Yelekliler türü, halkın geneline seslenebilen hareketler, Macron’a geri adım attırabilirse halkçı bir siyaset örgütlenmesine evrilir mi, yoksa birçok kendiliğinden harekette olduğu gibi, hedefsizlik/yönsüzlük sonucunda şiddet hareketleri eliyle zayıflatılır mı? 
Ya da öfkesi/enerjisi, “sahte halkçı” sağ popülist siyasetler tarafından emilir mi? 

“Eskinin öldüğü, yeninin doğmadığı” dünyayı izleyip bunu birlikte göreceğiz.

Deniz Yıldırım / CUMHURİYET

Emperyalizmin çatlak yumurtaları: "Akiller" firarda! - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Tesadüf mü?
Değil... Emperyalist tezgah değişmeyeceği için aynı yemeği pişirip pişirip önümüze koyacaklar.
                                        **
Akil adamlar buzdolabından firar etmiş, Oslo'da buluşmuş.
Oysa Erdoğan 2015'in Ağustos ayında İmralı Süreci-Çözüm Süreci'ni dondurduklarını açıklamıştı.


Akillerin buzlarının çözülmesi neden bugünlere denk geldi?
Yaşadığımız ve derinleşecek olan ekonomik kriz ve bu krizden "çıkış yolları"  ile bir ilgisi var mı?
                                        **
Ünlülerin isimlerini saymıyorum, onları biliyorsunuz; birlikte poz verdikleri ve çözüm sürecinin artılarını eksilerini masaya yatırdıkları yer Oslo!
Yani bir dönem AKP Hükümetinin onayı ile PKK ile pazarlıkların yapıldığı, Türk istihbarat örgütünün en üst düzey isimleri ile terör örgütü temsilcilerinin "istişare" yaptıkları kentte bir araya geldiler!

Emperyalist bir tuzak olduğunu ilk günden beri söylediğimiz "açılım-çözüm" sürecinin tüm memleketi paralize ettiği, hipnotize ettiği yılları hatırlayın;
-Dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün "güzel şeyler olacak" dediği,
-Erdoğan'ın "demokratik açılım projesi ile milli birliği sağlayacağız" diyerek sanatçı, artist, futbolcu ünlülerden destek istediği,
-Diyarbakır Belediyesi'nin tabelasının yanına Kürtçe tabela asıldığı, yani "çift dilli" bölücü tuzağın ayyuka çıktığı,
-Yalçın Akdoğan'ın; "süreci en iyi Öcalan okuyor ",
-Bülent Arınç'ın; "Öcalan'a sayın demeyi ve posterini taşımayı suç olmaktan çıkardık",
-Besleme kalemlerin; "Öcalan sürecin önünü açıyor",
-Beşir Atalay'ın; "Öcalan'ın mesajları bizim de düşüncemiz" dedikleri günler...


"Durun, teröristlerle pazarlık olmaz, masaya oturulmaz" görüşünü savunanların ise neredeyse hain ilan edildiği zamanlar!..

                                       **
O günlerde, yani çatışmasızlık ortamında yeni anayasa ile ilgili referandumun da aradan çıkartıldığını unutmayalım!

                                        **
Dün gazetemizin manşetindeydi... Oslo'da Yeni Arayış Toplantısı!
Akiller çözüm sürecinin artılarını ve eksilerini konuşmuşlar.
Ben söyleyeyim; Türkiye terör örgütü ile pazarlık yaparak yeniden masaya oturabileceğinin önünü açtı! Elbette masada terörün kaynağı emperyalist devletler de var.
"Buzdolabı" sözü boşuna söylenmiş değil...
Çözüm süreci gençlerin dağa çıkmalarını teşvik etti! İtiraz edenlere "işin sonuna geldik, örgüte katılmak zorundasınız" denilerek baskı yapıldı.
PKK şehirlere yığınak yaptı, çok sayıda güvenlik görevlimiz kentlerin temizliği sırasında, bu yığınak ve hazırlık nedeniyle şehit düştü. Kentlerin yeniden imarı için harcanan parayı geçiyorum... Açılım süreci, sonunda;  gözü yaşlı, yüreği yangın yeri eşler, anneler, babalar, öksüz çocuklar bıraktı!
Teröristle pazarlık yapmanın sonunda olacaklar belliydi. Elinde silah olanlarla barış konuşulamaz!

                                         **
Ben büyük resme dikkatinizi çekmek istiyorum;
Bu köşeyi takip edenler bilir, Uluslararası Kriz Grubu'nun raporlarına yer vermiştim. Bu grup emperyalizmin sözcüsü gibidir, olacakları ve niyetleri önceden haber verir.

En son yayınladıkları iki raporun özeti şuydu: Türkiye açılım sürecini yeniden başlatmalı, Kürtlere özerklik verilmeli, seçim barajı düşürülmeli, kimlikten arındırılmış bir yeni anayasa yapılmalı (Türk kimliğinin olmadığı bir anayasa), askeri operasyonlar durdurulmalı...
Buna karşılık PKK'ya ise "Suriye'deki kazanımlarının peşine düş, YPG ile birleş, Türkiye'den çekilip önceliği Suriye'deki oluşuma kaydır" mesajı verildi.
ABD'nin Irak'ı böldükten sonra Suriye için de tam yapmak istediği bu!

Türkiye'nin bölünmesi zamana yayılacak ve iç cephe ona göre dizayn edilecek!


"Emperyalizmin yumurtaları erken mi çatladı?", bunu yakın zamanda göreceğiz.


Tuncay MOLLAVEİSOĞLU / YENİÇAĞ

27 Kasım 2018 Salı

Kara Cuma'nın kara büyüsü - ÖZGÜR ŞEN

Bir Kara Cuma daha geride kaldı. ABD'de yaşanan büyük iktisadi kriz sırasında yılbaşına kadar sürecek alışveriş sezonunu hareketlendirmek için düşünülen uygulamalardan biri olarak gündeme gelen Kara Cuma ismini de tüketimi artırmak amacıyla alınan önlemlerin kendisinin bir kriz haline geldiği 1960'lı yıllarda aldı.
Uygulama yalnızca ABD ile de sınırlı kalmadı. Piyasa ekonomisinin hüküm sürdüğü tüm ülkelere bazen aynı, bazen farklı isimle yayıldı. Tarih de sabit kalmak zorunda değildi. Kara Cuma, aslında kapitalizmin bir alışveriş modelinin ismiydi. Her ülke kendisine uygun zamanlama ve uygulama biçimini tercih edebilirdi.
Önce indirimi müjdeleyen yoğun bir reklam kampanyası ile tüketici o güne veya haftaya hazırlanıyordu. Buradaki temel motivasyon ihtiyaç değil ürünün fiyatıydı. Bir malın satın alınması için görece, bir diğer deyişle her zamanki fiyatından daha ucuz olması yeterliydi. Her türlü yöntemle kitlesel bir baskıya maruz kalan insanlar, aynı kitlesellikle alışveriş çılgınlığına teslim oluyordu. Kitleselliğin bizzat kendisi bir çarpan etkisi yaratıyordu.

Sonuç ise patronlar açısından gerçekten yüz güldürücüydü. Çok fazla geçmişe gitmeye gerek yok, bugünkü rakamlara bakıldığında Türkiye'de dahi bir günde ortalama cirolarının 50 katına ulaşan şirketler var.
Patronlar gayet mutlu ama peki ya emekçiler... Bu alışveriş modeli ilgili sektörlerde çalışan insanlar için muazzam bir yük demek. Cirolar 50 kat artarken emekçiler de normal günlerdeki gibi çalışmıyorlar elbette. Zaten normal zamanlarda bile oldukça zor şartlarda çalışan emekçiler için katlanılmaz bir yük bu.

Bu tür kampanyalar yapan mağaza veya alışveriş merkezindeki işçiler, son yıllarda sektörde ağırlıkları gittikçe artan sanal alışveriş sitelerinin çalışanları, bu sitelerin altyapılarını hazırlayan ve sitelere sürekli teknik destek veren uzmanlar, ciroların bu denli arttığı günlerde nöbet tutturulan finans emekçileri ve elbette taşıdıkları yük hacimle birlikte 50 kat artan lojistik işçileri... Hepsi dünyanın dört bir yanında akla gelen her yolla pompalanan alışveriş çılgınlığının cefasını çekiyor. Hem de patronları sefasını sürerken.

Tek bir kazananın olduğu garip bir tablo bu. Ama gariplik kazananın patronların olmasından ibaret değil. Tüketenlerin arasında da emekçiler var çünkü. Üreten onlar, çalışan onlar, Kara Cuma gibi kampanyalarda çoğu zaman gereksiz yere de olsa tüketen de onlar... Gariplik ise her şeyi yapan bu sınıfın mensuplarının birbirlerinin faaliyetlerine bu kadar ilgisiz kalmalarından ürüyor. Bir malı alan emekçi ne malı üreten ne de ona ulaştıran işçinin koşullarıyla ilgileniyor.
Ancak bu açıklanamaz bir gariplik değil. Kara Cuma'nın gizemli ve çözülemez kara büyüsünü anlamaya çalışmıyoruz. Tam tersine, bu düzene özgü, düzenin ayakta kalmasını sağlayan ve açıklanabilir bir mekanizma söz konusu.
Bu düzenin efendileri alınan ve satılan her şeyin değerinin toplumsal emekten bağımsız olduğunu düşünmemizi istiyorlar. Her şeyin fiyatlardan oluştuğu, paranın hakim olduğu bir dünya bu. Sanki nesnelerin kendiliğinden hareket ettiği, ilişkiye geçtiği bir dünya... Sanki malı veya hizmeti üreten insanların arasında hiçbir toplumsal ilişkinin varolmadığı bir dünya... Böyle olunca da insanların parayla yaptıkları alışverişi kendi toplumsal faaliyetleri sandığı bir dünya. Aslında insanların nesneleri yönetmesi gerekirken, nesnelerin insanları yönettiği bir dünya.

Kara Cuma ve benzerleri yalnızca bu düzenin ihtiyaç duyduğu tüketim alışkanlıklarını beslemiyorlar. Fiyatın ve paranın tek hakim olduğu, emekçilerin hem birbirine hem de üretim koşullarına yabancılaştığı bir dünyayı yeniden üretiyorlar.

Bu dünyada yalnızca fiyat ve para var. O malın veya hizmetin nasıl ve hangi koşullarda üretildiği yok. Kimlerin ürettiği yok. Kimlerin malları bize nasıl ulaştırdığı da yok.

Yalnızca fiyat ve paradan oluşan bir dünyayı anlamaya çalışmak ise aslında bu piyasanın aptal ve gereksiz mekanizmalarını anlamaktan ibaret ve emekçiler için boşa bir çaba. Fiyata ve paraya boğulmuş bu dünyada sıkışan insanların birbirlerini anlamaları, birbirlerinden haberdar olmaları neredeyse imkansız.
Yine aynı dünyaya sıkışan insanların garipliği hissetmeleri halinde dahi önerecekleri çözümler yine bu mekanizmaya, mesela tüketime dair olmak zorunda. Oysa asıl sorun orada değil. Asıl sorun malın ve hizmetin üretiminin gerçekleştiği toplumsal koşullarla ilgili.

Yaşadığımız hayat değişecekse eğer, paranın ve fiyatların hakimiyetinden kurtulacaksak şayet, nesneler bizi değil biz nesneleri yöneteceksek, değişmesi gereken de o toplumsal ilişkiler. Fabrikaların, toprakların, alışveriş merkezlerinin, büyük dükkanların ve sitelerin sahipliği değişecek. Dolayısıyla üretim sürecini patronlar değil emekçiler düzenleyebilecek. 

Başka yol yok.

Özgür Şen / SOL