6 Aralık 2018 Perşembe

Ahmak! - Enver Aysever

12 Eylül 1980 toplumu ahmaklaştırma projesiydi. Toplumbilime göre bu tür sert müdahalelerin sonuçları yirmi yılda ortaya çıkıyor. 80’de darbe oldu, 82’de Özal iktidar oldu, AKP 2002’de ortaya çıktı ve tek adam düzenine geçildi.

Devrim yaratmak istediği yeni insan için güçlü adımlar atmasına karşın, komünizm korkusuyla hemen geri adım attı. Bir ülkenin çöküşü ancak üniversitelerine bakılarak anlaşılabilir. Aydınlanma kavgası veren efsane hocalar Behice Boran, Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav istifa etti. Haklarında 1945’te, DTCF Dekanı Prof. Dr. Enver Ziya Karal’ın Milli Eğitim Bakanlığı’na yazdığı raporla başlayan süreç 1948’de tasfiyelerle noktalandı. Gerekçe hocaların devrimci, sosyalist olmalarıydı. 
1960’a giderken öğrenciler ve hocalar birlikte yürüyordu. DP hükümeti azgın, saldırgandı. Darbe sonrası yine ağır fatura çıktı. Yeni anayasa özgürlüklerin önünü açsa da akademisyenler bedel ödediler. Artık işçilerin partisi vardı, sendikalar görevini yapıyordu, öğrenciler antiemperyalist çizgide üreten, düşünen, sosyalist Türkiye’yi kazanacaklarını gösteriyorlardı. Elbette buna sessiz kalamazdı küresel kapitalizmin iç ve dış ortakları. 12 Mart geldi. 

Dersinde Marksizmden bahsettiği için çıkışta tutuklanan, öğrencilerinin alkışlarıyla cezaevine uğurlanan AÜSBF Dekanı Mümtaz Soysal’dı. 24 Ocak 1971’de Dekan Prof. Dr. Mümtaz Soysal’ın evi bombalandı. Soysal ve pek çok hoca, 12 Mart 1971 Muhtırası’nda apar topar cezaevine gönderildi. Soysal o günleri, “2.5 ay dekanlık yaptım, 1.5 yıl hapis yattım” diye anacaktı. Sosyalistti, hedefteydi. 

Server Tanilli “Emperyalizme ve faşizme karşıyım. Tam bağımsız ve gerçekten  demokratik bir Türkiye’den yanayım. Kapitalizme karşıyım. İnsanların insanlıklarını bütün boyutlarıyla duyarak ve tadarak yaşayacakları, sömürüsüz, nihayet yabancılaşması olmayan bir düzenden yanayım” diyen hocaydı. Yazdıklarından yargılanıyordu, mahkemede savunusu buydu. Beraat etti ama karardan çok kısa bir süre sonra, 7 Nisan 1978 günü ders çıkışı, Göztepe’deki evine dönerken silahlı saldırıya uğradı. Saldırı sonucunda felç oldu. Yetmedi, darbeden sonra 1402’liklerden olarak üniversiteden uzaklaştırıldı. 

Artık bu aydınlanma, örgütlü toplum meselesi toptan halledilmeliydi. ABD’ci TSK hemen görevi üstlendi ve darbe gerçekleşti. Karar verilmişti; milliyetçi, muhafazakâr, piyasacı halk yaratılacaktı. Hedef elbette üniversitelerdi. 1980’de bir cümle yazıyla ülkenin en değerli bilimcileri görevlerinden uzaklaştırıldılar: “Sıkıyönetim Komutanlığı’nın isteği üzerine görevinize son verilmiştir.” Açıklama yok, gerekçe yok, mahkeme yok, adalet yok... 

12 Eylül darbesinden bir yıl sonra çıkarılan 2547 sayılı kanunla YÖK’ün kurulmasının ardından, 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’nun 2301 ve 2776 sayılı kanunlarla değiştirilmesiyle sol görüşlü 71 üniversite öğretim üyesi YÖK tarafından görevinden uzaklaştırıldı. Korkut Boratav, Bahri Savcı, Cem Eroğul, Alpaslan Işıklı, Rona Aybay, Mete Tunçay, Kurthan Fişek, Baskın Oran, Nurkut İnan, Sencer Divitçioğlu, İdris Küçükömer, Aydın Aybay, Bülent Tanör, Hüseyin Hatemi, Niyazi Öktem, Gençay Gürsoy, Üstün Korugan, Yalçın Küçük, Tahir Hatipoğlu, Güney Gönenç, Haldun Özen, Yakup Kepenek... 

AKP geldi bunun üstüne kuruldu. KHK ile işe yarayan kim varsa temizlendi büyük oranda. 
Muhafazakârların dekanlarından biri “Kızlar âdet olur, âdet hastalıktır, tedavi edilmelidir” diyor mesela. 
Bilimci bu kimse! 
Laiklerin kahramanı özel bir üniversitenin kürsü başkanı da “İdeoloji, tarih, politika konuşmayın” diyor. 
Yani robot olalım! 
İkisi de düzenin bilimcisi! 

80’de başlayan ahmaklaştırma harekâtı tamamlandı böylece!

Enver Aysever / CUMHURİYET

Türkçe Kuran’ın 1000 yıllık öyküsü - Sergen ÇİRKİN / Arkeolog

Bilinen en eski Türkçe Kuran’ı Kerim çevirisi yaklaşık bin yaşındadır ve İngiltere’deki John Rylands kütüphanesinde korunmaktadır. Kitap üç dilli olup Türkçe’nin yanı sıra Arapça ve Farsça metinleri de içeriyor.

“Biz, her peygamberi, ancak bulunduğu kavminin diliyle gönderdik ki, onlara apaçık anlatsın.” (İbrahim Suresi 4. Ayet)
 
İslamiyet’i sonradan kabul eden toplumlar, ilgili ayete dayanarak, Kuran’ı anlamak ve dinin gereklerini yerine getirebilmek için çeviri işlerine giriştiler. Hatta en eski çevirileri Peygamber dönemine kadar götürebiliriz. 

İran kökenli ilk Müslümanlardan Selman-ı Farisi, Fatiha suresini Farsçaya çevirmiş, ardından Peygamber’in görüşüne başvurulmuş, o da Farsça Fatiha için olur vermişti. Kuran-ı Kerim’in bütün bir kitap olarak ilk çevirisi ise Orta Asyalı din bilginlerince, yine Farsça yapıldı. 10. yüzyıldaki Farsça bu çeviriyi takiben de ilk Türkçe çeviri kaleme alındı.
 
Orta Çağ’da kitleler halinde İslam’a geçen Türklerin yaptıkları ilk iş, yeni benimsedikleri dinin kutsal kitabını kendi dillerine çevirmek olmuştu. Bilinen en eski Türkçe Kuran çevirisi yaklaşık bin yaşındadır ve İngiltere’deki John Rylands kütüphanesinde korunmaktadır.

 Kitap üç dilli olup Türkçe’nin yanı sıra Arapça ve Farsça metinleri de içeriyor. Türkçe ayetlerin dili, Göktürklerin kullandığı eski Türkçeye çok yakın olan Karahanlı Türkçesidir. Prof. Dr. Aysu Ata, söz konusu Karahanlıca Kuran’ı Latin harflerine aktararak yeniden yayımlamıştır. Karahanlıca en eski Türkçe Kuran’ı Türk Dil Kurumu yayınları arasında bulabilirsiniz.

Orta Asya Türkçesi ile 
Devletşah’ın 1333 yılında İran Şiraz’da kopyaladığı Kuran, Türkçenin Oğuz-Kıpçak lehçelerinde yazılmıştır, yazma bugün İstanbul Türk İslam Eserleri Müzesi’nde korunmaktadır. 1363 yılında Orta Asya Harezm Türkçesiyle yapılmış bir başka Türkçe Kuran ise, İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi koleksiyonundadır.
 
Özbek Çağatay Türkçesiyle yazılmış 1540’lı yıllara ait Türkçe Kuran yazmaları, hem Topkapı Sarayı’nda hem de Konya Mevlana Müzesi’nde bulunmaktadır. Rus ve Özbek müzelerinde, Orta Çağ’a tarihlenen Doğu Türkçesi ile yazılmış başka çeviriler de vardır.

Türkçe Kuran geleneği 
Osmanlı devletinin ilk medreselerini kuran Orhan Gazi, Türkçe Kuran işleriyle de ilgilenmiş ve bazı surelerin açıklamalarını hazırlatmıştı. Anadolu Beylikleri döneminde yapılan Türkçe Kuran çalışmaları, genellikle namazlarda okunan surelerin çevirileriydi. 
Buradan şu anlam çıkmaktadır: Gerek Osmanlılar gerekse Anadolu’nun diğer beylikleri, inandıkları dini “anlayarak” yaşıyorlardı. Kuran’ın ve İslam’ın ne dediğini biliyorlardı. 
Sure çevirileri bir yana bırakılırsa, Kuran bir kitap olarak Osmanlı Türkçesine ilk kez Yıldırım Bayezid döneminde çevrilmişti. Bursa Yazma Eserler Kütüphanesi’nde bulunan 1401 tarihli el yazması, Osmanlı Türkçesi ile yapılmış bilinen en eski Kuran çevirisidir. Türkler, Fatih ve Kanuni dönemleri de dahil olmak üzere, Türkçe çevirilerden tarihi boyunca geri durmadılar. 

Erken Osmanlı döneminde Türkçe besmele “Başladum adıyla Tanrı ta’alanun ki rızk vericidür ve rahmet edicidür” biçiminde söyleniyordu. Yıldırım Bayezid döneminde Fatiha suresinin çevirisi ise şöyle yapılmıştı: “Şükr cemi âlemleri yaratan Tanrı’ya ki rızk vericidür rahmet edicidür. Din gününün padişahı sanga taparuz ve dahi sanga sığınıruz. Göster bize hidayet tevfikiyle doğru yolı...” 

Besmele ve Fatiha suresinin çevirisinden anlaşıldığı gibi Osmanlı döneminde “Tanrı” sözcüğü ile Müslüman Türklerin hiçbir sıkıntısı yoktu. Tanrı sözcüğü, bilindiği gibi Hun ve Göktürk dönemlerinden kalma çok eski Türkçe bir addır. Türkler İslam’a geçtiklerinde bu adı terk etmemiş; gerek Orta Asyalı Ahmet Yesevi, gerekse Anadolulu Yunus Emre, “Tanrı” sözcüğünü içtenlikle kullanmışlardı.

Latince Kuran ve matbaa 
Endülüs gerçeği, Avrupa’nın özellikle de İspanya çevresinin İslam ve Kuran üzerine yoğunlaşmasına neden olmuştu. İngiliz rahip ve diplomat Robert Ketton, 1140’lı yıllarda Kuran’ı ilk kez Latinceye çevirdi. 

Matbaanın icadından kısa bir süre sonra, ilk matbu Kuran 1537’de Avrupa’da çıktı. İtalyan matbaacı Paganini, Kuran’ı ilk kez Venedik matbaasında Arapça bastı, ardından Latince baskılar da geldi. (Görsel 2)
 
İslam dünyasındaki ilk matbu Kuran ise Osmanlı coğrafyasında verildi. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da kurduğu Bulak Matbaası, 1841 yılında bir Türkçe Kuran basarak halkın istifadesine sundu. 1908’de Meşrutiyet’in ilanıyla hız kazanan Türkçe Kuran çalışmaları, erken Cumhuriyet döneminde en parlak günlerini yaşadı.

Türkçe Kuran ve Atatürk 
Ülkenin çökmekte olduğunu gören Türk aydını, 1912 yılında Türk Ocakları adıyla bir dernek kurmuştu. Türk Ocakları, erken Cumhuriyet döneminde Atatürk’ün himayesine girmiş ve Cumhuriyetin getirdiği yenilikleri Anadolu’da halka duyuran bir merkez olmuştu. Ocak başkanı Hamdullah Suphi’nin, Ankara Erkek Muallim Mektebi’nde 1923 yılında verdiği “Milliyet Düsturları” adlı konferans, genç Cumhuriyetin ve Ocakların Türkçe İslam konusuna bakışını özetler: “Efendiler! Milliyetlerin doğmasında son derece yardımı dokunmuş bir hareket vardır ki, buna dini ıslahat namını verirler. Bazı Alman müellifleri çok haklı olarak ‘Dinî ıslahat hareketleri milliyet devrinin başlangıcıdır’ diye iddia ederler. Avrupa milletlerinin uyanmasına büyük nisbette yardım eden bu din hareketi, Protestan milletlerin Roma ile alâkalarını kesmeye sebep oldu; mabede anadilleri girdi. Çünkü Cenab-ı Hakkın Latinceyi, Almancadan, İngilizceden daha iyi anladığına veya daha fazla sevdiğine dair bir iddianın gülünç olduğunu anladılar...” 
Yine bir Türk Ocaklı olan Ziya Gökalp, ünlü eseri Türkçülüğün Esasları’nda şunları söyler: “Dinî Türkçülük, din kitaplarının ve hutbelerle vaazların Türkçe olması demektir. Bir millet, dini kitaplarını okuyup anlayamazsa, tabiidir ki dininin hakiki mahiyetini öğrenemez. Hatiblerin, vaizlerin ne söylediklerini anlayamadığı surette de ibadetlerden hiçbir zevk alamaz. 
İmam-ı Azam hazretleri, hatta ‘namazdaki surelerin bile millî lisanda okunmasının câiz olduğunu’ beyan buyurmuşlardır. Çünkü ibadetten alınacak vecd, ancak okunan duaların tamamıyla anlaşılmasına bağlıdır...”

Hak dini Kuran dili 
Cumhuriyet’in ilanını takiben ilk Kuran mealini, 1924’te Cemil Said Bey yapmıştı. Latin harfli ilk Türkçe Kuran ise 1934’te Ömer Rıza Doğrul’un yayımladığı “Tanrı Buyruğu” adlı eseri oldu. Ne var ki bu çalışmaların tamamı özel kişilere aitti. 
Meclis, devlet eliyle Türkçe bir meal yapılması kararını aldı. İşte bu karar sonucunda, Elmalılı Hamdi’nin 9 ciltlik ünlü “Hak Dini Kuran Dili” adlı eseri ortaya çıktı.
Cumhuriyet, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller” istiyordu. Bu yüzden bilimi, sanatı, felsefeyi ve inancı... İnsanı oluşturan her ne varsa, hepsini Türkçeleştirdi. Ana dilinde okuyan ve anlayan; aracılara, ruhbanlara gerek duymayan uygar bir toplumun temelini attı. Ancak “fikri köle, vicdanı köle, irfanı köle nesiller” yaratmak isteyenler dün olduğu gibi bugün de; Türkçeyi yaşamın her alanından dışlamak derdindeler...  

Sergen ÇİRKİN / Arkeolog / CUMHURİYET

Türkiye tarihinin en çok zengin yaratan iktidarı AKP - ÖZGÜR ŞEN

2018 yılı rakamlarına göre Türkiye'de 36 tane dolar milyarderi var. 36 rakamını tek başına yazınca pek bir anlam ifade etmiyor olabilir. Ama Türkiye'nin dolar milyarderi sayısı açısından İngiltere, Fransa, İsveç, İtalya gibi ülkelerle aynı ligde olduğunu söylemek rakamı biraz daha çarpıcı hale getirebilir. Hatta Türkiye'nin bu açıdan dünyanın en büyük ekonomilerinden Japonya'nın bile önünde olduğunu söylemek durumu biraz daha ilginçleştirebilir.

Bir tane rakamdan çok sayıda sonuç çıkartmaktan kaçınmak gerekir elbette. Ancak Türkiye'nin toplam ekonomik büyüklüğü veya nüfusu düşünüldüğünde zengin sayısı açısından dünyanın önde gelen ülkelerinden birisi olduğu açık. Gelecek yıl liradaki değer kaybı nedeniyle bu rakam azalacak olsa da genel eğilim değişmeyecek. 

Türkiye'nin zenginleri kendileri lehine oluşan bu tablo nedeniyle AKP'ye çok şey borçlu...

AKP iktidarı Türkiye'nin zenginleri açısından gerçekten özel bir dönem çünkü AKP iktidara geldiğinde ülkede altı dolar milyarderi vardı. 16 yıllık uzun iktidarları boyunca AKP ülkemizde bolca zengin yarattı.

Türkiye ekonomisi aynı dönemde yaklaşık olarak dört kat büyüdü. Büyümenin yavaşladığı 2008 yılından itibaren zaten bozuk olan gelir dağılımı hızla daha da kötüye gitti. Zenginlerin ekonominin yavaşlamasına rağmen hiç hız kesmeden zenginleşmeye devam etmelerinin sonucu belliydi. Yoksul daha da yoksullaştı, çalışan kesimler ekonomik büyümeden daha az faydalandı. Böylesi bir zenginleşmenin krizle son bulması kaçınılmazdı.

Türkiye yoksul insanların veya emekçilerin yaptıklarından dolayı değil zenginlerin egemenliği yüzünden bir krize girdi.

Peki, bu zenginleşme tablosundan sadece AKP'nin etrafındakiler mi yararlandı? Türkiye'nin en zenginleri listesi bu açıdan da her şeyi açıklamıyor ama bir fikir veriyor.
Listede doğrudan AKP'nin zengin ettiği pek çok isim var. Ancak listenin tamamı onlardan oluşmuyor. Liste, Türkiye'nin geleneksel ailelerinin de AKP döneminde servetlerini AKP'liler kadar arttırarak konumlarını koruduğunu gösteriyor. Evet listede BİM'in ve LC Waikiki'nin patronları yer alıyor. Yine örneğin bugün varlık fonunun yönetiminde de yer alan Tosyalı ailesi listede üç kişiyle temsil ediliyor. 
Ama Koç, Eczacıbaşı, Özyeğin ve Tara da aynı listedeler ve hâlâ çok zenginler.
AKP döneminde servetini kaybedenler veya eski gücünden uzaklaşanlara elbette rastlandı. Ama bunlar her siyasi iktidarın zamanında oluyordu.

AKP esas farkını aslında zengin yaratırken ortaya koydu. Türkiye tarihinin en çok zengin yaratan iktidarı AKP'nin eskiye kıyasla daha fazla yandaş patron yaratması gayet doğaldı.

Bu zenginlik şimdi AKP'yi hem güçlü kılıyor, hem de onu zorlayacak koşulları yaratıyor.

Zenginlik AKP'yi güçlü kılıyor, çünkü AKP içeride ve dışarıda attığı her adımda daha güçlü bir patron sınıfıyla birlikte hareket edebiliyor.

Bu durum aynı zamanda AKP'yi zorluyor çünkü AKP bu kadar zengin yaratırken, çok becerikli bir şekilde geniş toplumsal kesimleri bu sürece ikna edebilmişti. Şimdi iktidarını sürdürmek için bu göreve devam etmek zorunda. Bir yandan zenginleri besleyecek ve onların daha da zenginleşmesi için yollar bulacak, diğer yandan ise zenginleşmeden dolayı doğal olarak yoksullaşacak milyonları buna razı edecek. Türkiye'nin içinde bulunduğu koşullarda kolay bir görev değil bu. Gerektiğinde otoriterleşen, gerektiğinde dinselleşmenin veya milliyetçiliğin gazına basan AKP'nin her zaman yaptıkları dahi bu görevin üstesinden gelmek için yeterli olmayabilir.

Zenginlerin iktidarını ve pozisyonunu korumak için şu anda tek aday gibi görünen AKP'nin önünde engebesiz, sorunsuz bir yol yok.

Ancak AKP'nin esas şansı, zenginlerden güç alan, zenginler adına iktidar görevini yürüten bir partinin karşısında sırtını emekçilere dayayan, işçilerin iktidarını savunan, sınıfı adına siyaset yapan solun siyaset sahnesinde şimdilik etkisiz olması.

AKP zenginleri kadar güçlü olabilir. Ama bu ülkenin her şeyi olan emekçileri kadar güç kazanacak bir solun karşısında aslında hiç şansı yok. Yeter ki sol Türkiye'de geniş emekçi kesimlerin sesi haline gelebilsin.

Özgür Şen / SOL

Yatacak yeri olmayanlar - Alper Birdal

Yirminci yüzyılın en önemli arkeologlarından Gordon Childe, toplumların yaklaşık elli bin yıla yayılan ölü gömme uygulamalarını inceleyerek şu sonuca varmıştı: Toplumlar daha yerleşik, kültürel ve maddi açıdan daha istikrarlı hale geldikleri ölçüde cenaze geleneklerinin ve ölü gömme ritüellerinin daha sade ve abartısız olması eğilimi baskınken, toplumsal ve kültürel istikrarsızlık dönemlerinde bu gelenek ve ritüeller daha abartılı ve ayrıntılı olma eğilimi gösterir.

Aşağıda bir cenaze töreninin fotoğrafını görüyorsunuz.

Ortada Amerikan bayrağına sarılı tabutun içinde, 30 Kasım’da 94 yaşındayken ölen ABD’nin 41. Başkanı George H.W. Bush var. ABD Başkanları ve Kongre üyeleri öldüklerinde, İngiliz hanedanından alınan bir gelenekle ABD Kongre binasında onlar adına bir devlet töreni düzenleniyor.    George H.W. Bush’un cenazesi de neredeyse bir hafta boyunca bu tür törenler için dolaştırıldı durdu. Dün de Washington DC’deki cenaze töreni nedeniyle bir gün ulusal yas ilan edildi. 

Gordon Childe’ın çıkarımına dayanarak günümüzün toplumsal yapısı hakkında ne söylenebilir?
Bunu başka bir fotoğrafla birlikte değerlendirmek lazım. Buyurun.
Bu kare bir korku filminden değil, gerçek. 1991’de çekildi ve geçen 27 yılda yüzlerce kez yayımladı. Gördüğünüz kömürleşmiş ceset Iraklı bir askere ait. 
Sizce bu fotoğraflardan hangisi daha rahatsız edici? 

Bana kalırsa bu soruya yanıt vermeden, daha önce duymadıysanız, kısaca ikinci fotoğrafın hikayesini dinleyin.

Iraklı askerin fotoğrafını çeken Ken Jarecke, “Bu fotoğrafı çekmemiş olsam annem gibi insanlar savaşın televizyonda gördükleri gibi bir şey olduğunu düşünürdü” diyor. Fotoğrafı ilk olarak Associated Press’e (AP) servis etmiş. “Film banyo edilip New York’taki AP ofisine ulaştığında oradaki herkes, başkalarına göstermek üzere fotoğrafın bir kopyasını aldı, ama fotoğraf ajans tarafından yayımlanmadı. Fotoğrafın editörler için bile çok hassas, çok vahşi olduğunu düşündüler.”

Fotoğrafın başına gelenleri böyle anlatıyor Jarecke. Çekildiği yer Kuveyt’i Irak’ın Basra kentine bağlayan 80 numaralı otoban. Tarih Şubat 1991. Sonrasında önce İngiliz basınında yayımlanıyor ve yayımlanması çok tartışma yaratıyor. Ancak sonraki on yıllar içinde yaşanan vahşetin bu çarpıcı kanıtı, tüm tartışmalara rağmen yüzlerce yayın organında kendine yer buluyor.

Bu Irak askeri, 26 Şubat gecesi yüzlerce sivilin de içinde olduğu bir konvoyla birlikte Kuveyt’ten ayrılıp ülkesine dönmek üzere yola çıkmıştı. O gece Irak askerleri, Sovyetler Birliği’nin önerisiyle Birleşmiş Milletler’de kabul edilen 660 sayılı karar uyarınca sınırlarına dönmek üzere iki konvoy halinde harekete geçti. Konvoylardan daha büyük olanı 80 numaralı otobandan, diğeriyse sahil hattındaki 8 numaralı otobandan dönüş yoluna çıktı. Beraberlerinde, sivillerin bulunduğu araçlar, Filistinli aileleri taşıyan otobüsler de vardı. 

Gece yarısı Körfez’den havalanan onlarca ABD uçağı 80 numaralı otobanda ilerleyen konvoyun önündeki ve arkasındaki araçları yok ederek, yaklaşık 2500 aracı ortada sıkıştırdı. Ardından tam on saat boyunca kesintisiz bir şekilde yaklaşık 5 kilometre uzunluğundaki konvoyu misket bombaları da dahil ellerindeki her şeyi kullanarak bombaladılar. Buna sonradan “hindi avı” adını verdiler ve Irak’ta daha sonra da pek çok kez “hindi avına” çıktılar.

Katliama katılan A-10 Warthog uçaklarından birini kullanan bir pilot, “Böyle bir şey görmedim. Bu görüp görebileceğiniz en büyük Dört Temmuz şenliğiydi, muhteşemdi” diye anlatıyor yaptıklarını. 

O dönemde ABD ordu istihbaratında görevli olan bir binbaşıysa, “Vietnam’da bile böyle bir şey görmedim. Bu tam bir rezillikti.” diyor. 

Yine o dönemde ABD ordusunun başındaki isim,General Norman Schwarzkopf, dört yıl sonra işledikleri savaş suçunu şöyle savunuyor: “Kuveyt’in kuzeyindeki otobanı bombalamamızın ilk nedeni, o yolda çok miktarda askeri ekipman bulunmasıydı ve ben de komutanlarıma, Irak’a ait yok edebileceğimiz tüm teçhizatların yok edilmesi emri vermiştim. İkinci olarak oradakiler sadece Irak sınırına doğru gitmekte olan bir grup masum insan değildi. Onlar Kuveyt’te tecavüzlere karışmış, kenti yağmalamış olan ve şimdi de yakalanmadan ülkeden kaçmaya çalışan bir grup tecavüzcü, katil ve hayduttu.”

Çoğunluğu sivillere ait olan 2500 civarında araç on saat boyunca bombalandı. Katledilenlerin sayısı halen tam olarak bilinmiyor, ama binler düzeyinde olduğunu düşünmemek için bir neden yok. Bu insanlar kim olduklarından, ne yaptıklarından bağımsız, bir uluslararası anlaşmaya dayanarak ülkelerine dönüyorlardı. Ve George H.W. Bush’un emriyle, onun komutanları ve sadist askerlerinin eliyle kömüre çevrildiler.

Fotoğraftaki Iraklı askerin nereye ve nasıl gömüldüğünü ya da kim olduğunu bilen, bununla ilgilenen yok. Baba Bush’un cenazesiyse bir haftadır omuzlarda dolaştırılıyor, adına törenler yapılıyor, ulusal yas ilan ediliyor. 

“Arkasından rahmet okuyacak değiliz, ölüp gitmiş işte” diyebilirsiniz. Ama Gordon Childe’ın on yıllar önce saptadığı gibi, tarihsel açıdan ölenin arkasından ne söylendiğinden çok ne yapıldığı önemli. 

Hangi fotoğraf daha rahatsız edici diye sormuştuk. Cevabını bir de buradan düşünün.

Alper Birdal / SOL

Korku inşa ederek seçim kazanmak ve Sarı Yelekliler! - Arslan BULUT

Soner Yalçın, Tayyip Erdoğan'ın son seçimleri kazanmasını sağlayan taktiği tespit etti:
"Trump'ın, seçmende oluşan Meksikalı göçmenler korkusuna karşılık 'sınıra duvar öreceğim' vaadi vererek iktidar olmasını nasıl değerlendireceğiz?

Avrupa'daki faşist partilerin mülteci korkusu üzerinden oy patlaması yaptığını görmezden mi geleceğiz?

Neden Erdoğan, İYİ Parti yokmuş gibi davranıyor?

Neden Erdoğan, CHP ile HDP ittifakından söz ediyor?

Çünkü Erdoğan sürekli seçmenin korkularına hitap ediyor!
Üstelik korkuyla, gerçeği saptırıyor!
Ve seçmeni kendi yarattığı CHP önyargısıyla yanına çekiyor.
Evet, Erdoğan 'korku satışı' yapıyor. Bunda da hayli başarılı...
Önümüzdeki yerel seçimde de Erdoğan'ın 'korku silahını' kullanacağından kuşku yok. Geziyi, Soros'u filan gündeme taşıması bunun göstergesi..."

                                                            ***
Tespit doğrudur.
Tabii seçimlerin sonucunu sadece Erdoğan'ın sürekli propagandayla seçmenin bilinçaltında inşa ettiği korkular belirlemiyor.

Seçimlerin sonucunu, diğer partilerin Erdoğan'ın "korku inşa etme" tuzağına düşmeleri, karşı tedbir almamaları kadar, kendilerini tek başına iktidar için düzenlememeleri belirliyor.
Halk, 2002 seçimlerinde, eski partilerin Türkiye'yi yönetememesi üzerine yeni ve iddialı bir kadroya ve projeye sahip olan AKP'ye destek vermişti.
AKP, her seçimde lideri dışında kendini yeniliyor veya bu yönde bir gayret gösteriyor ama rakiplerinde kayda değer bir yenilik, bir umut yok!

Oysa muhalefet de en azından son seçimlerde AKP'nin iktidarda kalmasının, Türkiye'yi Suriye'ye çevireceği korkusu üzerinden yürüyebilirdi. Bunu yapmadılar, çünkü iktidar ve muhalefet rolleri dağıtılmıştı, herkes kendi rolüne razı durumdaydı.
                                                            ***

Bugün değişen ne vardır? Halk arasında ekonomik krizin önü alınamaz boyutlara gelmesinden hatta memur ve emekli maaşlarının bile ödenemeyeceği günlerin gelebileceğinden söz ediliyor. Daha vahim korkular da var ama burada bahsetmek istemiyorum.

Böyle bir ortamda muhalefete düşen nedir? Türkiye'yi iç ve dış politikada dar bir tünele sıkıştıran AKP iktidarının sebep olduğu bu korkunç tabloyu bütün yönleriyle ve sürekli anlatmak ve halka umut veren genç bir kadro ve proje ile ortaya çıkmak...
Başka bir meşru yol yok...
Özellikle ana muhalefet, bunun yerine "AKP'nin işlediği hataları ben daha iyi işlerim" diye dışarıdan medet umuyor, kendisini yenileyemiyor
Diğerleri de ne ciddi bir proje geliştiriyor ne de yeni bir söylem!
Bunun sebebi bellidir ama bir defa daha hatırlatayım.

Ne diyordu rahmetli Oktay Sinanoğlu?
"Devletin kendisi ve silâhlı kuvvetleri NATO üzerinden Amerikan etkisi altındayken bağımsız siyasi partilerin olması mümkün değildir." diyordu...
"Biz bağımsızız" diyenler veya öyle zannedenler olabilir ama yazık ki gerçek budur.

40 yıldır bu ülkede gazetecilik yapıyorum ve bütün yazılarımda, bütün eserlerimde bunun binlerce delili vardır.
                                                            ***
O halde ne yapmak gerekir?
Öncelikle teşhisi doğru koymak gerekir ki çözüm üretmek için bir çıkış noktası olsun!
Fransız halkı, ülkelerinin nasıl bir cendere içine alındığını gördü ve sarı yelekler giyerek tepki gösterdi. Şimdilik Macron adlı kuklayı dize getirdiler ama bir de 42 maddelik "siyasal program" hazırladılar.

"Sarı Yelekliler"in programını, birartıbir.org sitesi için Alican Tayla çevirdi. Bu sütuna sığmayacağı için oradan okumanız gerekiyor.

Fransa'nın hem dar gelirlisini hem sanayisini hem ordusunu dikkate alan gerçekçi bir program! Alın Türkiye'de uygulayın!

Türkiye'de hiçbir siyasi parti böyle net bir programı ortaya koyamadı. Çünkü hemen hepsi aynı oyunun oyuncuları...
Son seçim gecesi, bunun en büyük delilidir!


Arslan BULUT / YENİÇAĞ

5 Aralık 2018 Çarşamba

Gezi’yi Soros mu yaptı-(I-II-III) - FATİH YAŞLI

Renkli devrimler
10 Nisan 1947’de İsviçre’nin Mont Pelerin kasabasında bir araya gelen 36 kişi “Mont Pelerin Cemiyeti” diye anılacak bir topluluk kurdular. Liberal akademisyen ve entelektüellerinden oluşan bu 36 kişinin arasında sonradan büyük üne kavuşacak olan Friedrich Hayek, Ludvig Von Mises, Milton Friedman ve Karl Popper gibi isimler de vardı.


Hepsi ateşli birer anti-komünist olan bu isimleri bir araya getiren şey bir “endişe”ydi: SSCB 2. Dünya Savaşı’ndan büyük bir saygınlıkla çıkmış, Avrupa’nın yarısı komünistlerin kontrolüne geçmişti. Bunun yanı sıra bütün Avrupa’da sosyal devlet uygulamaları yürürlüğe girmişti. Bu ise serbest piyasa fikrinin ve liberalizmin çok büyük bir yara alması demekti ve bununla mücadele edilmesi gerekiyordu.

1970’li yıllarda kapitalizmin yaşadığı büyük kriz, neo-liberalizm dediğimiz ve sosyal devleti tasfiye edip hayatın her alanını piyasalaştırmayı hedefleyen bir anlayışı tüm kapitalist dünyada egemen düşünce haline getirdi. Neo-liberalizmin “kurucu babaları” ise Mont Pelerin Cemiyeti’nin üyeleri Hayek, Mises ve Friedman’dı. Yani kuruluşunun üzerinden geçen 35 senenin sonunda cemiyetin fikirleri iktidar olmayı başarmıştı.

Cemiyet’in başka bir üyesi olan Karl Popper hayatını Marksizmi çürütmeye adamıştı. Bir bilim felsefecisi olan Popper bir yandan Marksizmin bilim olmadığını ispatlamaya çalışırken, öte yandan da “Açık Toplum ve Düşmanları” adlı kitabıyla Marx’ın Hegel ve Platon’la birlikte totaliter rejimlerin fikir babası olduğunu iddia ediyordu.

Onun öğrencilerinden ve hayranlarından biri olan George Soros adlı bir Macar finans spekülatörü, Popper’in kitabının isminden esinlenerek 1984’de “Açık Toplum Vakfı”nı ilk kez Macaristan’da kuracak, sonrasında da dünyanın birçok ülkesine bu vakıf ağını yerleştirecekti.

Soros’un adının ve vakfının esas popüler hale gelmesi ise 2000’lerin başındaki “renkli devrimler” adı verilen toplumsal hadiselerle birlikte olacaktı. Gürcistan, Ukrayna, Sırbistan gibi ülkelerdeki “otoriter rejimler”e karşı başlayan isyanları ABD, AB ve bunlara bağlı sayısız örgütle birlikte Soros’un vakfı da destekledi ve fonladı. Eylemcilerin eğitilmesinde, yayınlarının ve eylemlerinin finanse edilmesinde, uluslararası bağlantıların kurulmasında Açık Toplum Vakfı büyük bir rol oynadı.

Soros’un ve Açık Toplum’un etkinliği “zamanın ruhu”na çok uygundu. 90’ları ve 2000’lerin ilk on yılını kapsayan Sovyet-sonrası küresel çağda, kapitalizmle demokrasi arasında bir özdeşlik kuruluyor, kapitalizmin tüm dünyaya refah, barış ve özgürlük getireceği iddia ediliyordu. Soros ise küreselleşmenin ideolojisinin tüm dünyaya yayılmasında özellikle sivil toplum alanındaki faaliyetleriyle ve renkli devrimler aracılığıyla önemli bir rol oynuyordu.

Ancak 2008 yılında kapitalizmin yaşadığı kriz, neo-liberal politikalara yönelik büyük bir öfke yarattı ve “sağ popülizm” denilen akım giderek güçlendi. Neo-liberalizmin yoksullaştırdığı halk kitlelerinin aslında kapitalizme yönelmesi gereken öfkesi, solun son derece zayıf olduğu bir konjoktürde göçmenlere, mültecilere, yabancılara yöneldi ve sağ popülizm bunu ustalıkla manipüle etti. Hem bu düşmanlığı kaşıyan hem de “müesses nizam”la kavga eder görüntüsü veren Trump, Orban, Modi gibi liderler bu süreçte işbaşına geldi. Soros ise sağ popülizmin günah keçilerinden biri haline getirildi.

Sağ popülizmin ne olduğu ve günah keçisi olarak neden Soros’un seçildiği bir sonraki yazının konusu olacak. Üçlemenin son yazısında ise Gezi’ye ve Türkiye’ye geleceğiz.


                                                           ***

Sağ popülizmin yükselişi

Başlıktaki sorunun yanıtını aradığımız bir önceki yazıda önce “renkli devrimler”den ve bunlarla Soros arasındaki bağlantıdan söz etmiş, ardından da sağ popülizmin yükselişiyle Soros’un hedef tahtasına yerleştirilmeye başlandığını söylemiştik. Buradan devam edelim.

Sovyetler’in yıkılışı sonrası kapitalizmin zaferinin “tarihin sonu” tezleriyle ilan edilmesinin ardından, ortada bir zafer olmadığı ve tarihin de sonunun gelmediği kısa süre içerisinde fark edildi. Kapitalizm dünya ölçeğinde eşitsizlik ve yoksulluk üretmeye devam ederken, neo-liberal politikalar ABD ve Avrupa’da da eşitsizlikleri derinleştirdi, yoksulluğu arttırdı.

Sol siyasetin zayıf olduğu ve kendini alternatif olarak sunamadığı bir konjonktürde, neo-liberal politikalara yönelik öfkeyi ustalıkla manipüle edebilen sağ popülizm giderek kitleselleşti ve kimi ülkelerde iktidar olmayı başardı. 
Genellikle “tek adam”ların liderliğinde yükselen sağ popülizm, sözde “düzen karşıtı” bir söylemi dillendiriyor ve kitleleri de bu söylemle etkiliyor. Bu tek adamlar, düzeni temsil ettiği varsayılan güçlerle kavga ediyor ve buradan halkın sempatisini topluyorlar.

Örneğin ABD’nin en zengin kişilerinden biri olan Trump, başta CNN olmak üzere büyük medya gruplarıyla ağız dalaşına, polemiklere giriyor, onları halkın çıkarlarına aykırı habercilikle suçluyor. Bu da Trump’ın ABD kapitalizmiyle kavga ettiği, düzen karşıtı olduğu gibi bir yanılgıyı besliyor.

Aynı Trump ABD halkının yoksullaşmasının nedeni olarak ABD’li şirketlerin üretimlerini yurtdışına kaydırmasını, ülkeye gelen göçmenleri ve serbest ticareti gösteriyor. Milliyetçi bir söylemle, ABD’li şirketler üretimlerini ABD’de yapar ve ülkeye göçmen girişi engellenirse ABD halkının refahının artacağını iddia ediyor. Trump bir deli ya da bir çılgın değil, ABD sermaye sınıfının özellikle Çin ve Almanya ile rekabette zorlanan ve bu nedenle de “serbest ticaret”e karşı olan kesiminin çıkarlarını temsil ediyor, küresel ekonomiye karşı ulusal ekonomi modelini savunuyor. 

Sağ popülizmin Avrupa’da da yükselişte olduğunu biliyoruz. İngilizler, AB’den çıkışın ülkeye göçmen akışını durdurabileceğini düşünerek Brexit’e oy verdi. Her ikisi de sağ popülizmin ötesine geçen neo-faşist hareketlerin, yani Almanya’daki “Almanya için Alternatif”in ve Fransa’daki Ulusal Cephe’nin yükselişinin gerisinde de bu var.

Batı toplumları, dünyadaki eşitsizlik ve yoksulluğun kaynağının bizzat kendi devletleri olduğunu, göçmenliğin ve mülteciliğin gerisinde kapitalizmin bulunduğunu ve bizzat kendi yoksullaşmalarının da kapitalizmden kaynaklandığını görmedikçe, öfkelerini yabancı düşmanlığıyla, ırkçılıkla gösteriyorlar. Tek adamların, düzenle kavga ediyormuş numarası yapan demagogların peşine takılıyorlar.

Sağ popülizmin Soros’un ülkesi Macaristan’da da iktidar olması ise hayli ironik. Victor Orban Macar milliyetçiliğine yaslanan bir otoriter rejimi, elbette ki Macar sermayesini de memnun edecek ve kitlelerin afyonu olacak bir şekilde kullanıyor ve günah keçisi olarak da Soros’un temsil ettiği küreselleşmeci, liberal zihniyeti hedef alıyor.

Tam da bu nedenle Soros’un kendi ülkesindeki faaliyetleri de tehdit altında. Öyle ki Açık Toplum Vakfı’nın Macaristan’daki faaliyetlerini durduracağı, Budapeşte’deki Orta Avrupa Üniversitesi’nin de Viyana’ya taşınacağı söyleniyor. Liberaller yaratılışına bizzat katkı yaptıkları bir canavar tarafından tehdit ediliyorlar özetle.

Peki tüm bunların Türkiye ile ilgisi ne? O da üçlemenin son yazısının konusu olsun.
                                                          ***

Asıl ‘Sorosçu’ kim?

Başlıktaki soruya yanıt aradığımız üçlemenin ilk yazısında “renkli devrimler”i ve Soros’un yükselişini, ikinci yazıda ise sağ popülizmin yükselişiyle birlikte Soros’un günah keçisi haline getirilişini anlatmıştık. Üçlemenin son yazısında tüm bunların Türkiye ile bağlantısını kurarak sorumuzu yanıtlayacağız.

3 Kasım 2002’de AKP’nin iktidara gelişi, o süreçte Sırbistan, Ukrayna ve Gürcistan’da yaşanan “renkli devrimler”den ayrı bir şekilde değerlendirilemez, AKP’nin iktidara gelişi açıkça bir “renkli devrim”dir.

Emperyalizmin küresel sistem açısından kullanışsız hale gelen yönetimlerin yerine daha kullanışlı aktörler bulma arayışı ile Türkiye’de düzenin istikrar arayışının çakışmasının sonucu AKP iktidar olmuştur.

Diğer ülkelerden farkı ise iktidara geliş biçimidir. Türkiye’nin “renkli devrim”i bir halk ayaklanmasıyla değil, sandık aracılığıyla gerçekleşmiştir. Ancak süreç boyunca yaşananlar, Ecevit hükümetinin başına gelenler, ABD’yle yapılan görüşme ve pazarlıklar, Kemal Derviş vakası vs. ortada bir müdahale ve yönlendirme olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Türkiye’ye özgü bu “renkli devrim”le birlikte AKP, Kemal Derviş’in ekonomik programını devam ettirmiş, IMF politikalarına bağlı kalmış, özelleştirmeleri tamamlamış, taşeron ve güvencesiz çalışmayı kural haline getirmiş, yani neo-liberal reçeteyi uygulamış, bunları yaparken de yarattığı “sadaka mekanizmaları” ile bir sosyal patlamayı önlemiştir. Kapitalist sistem açısından bundan daha iyisinin bulunmayacağı açıktır.

Öte yandan dış politikada da ABD, AB, İsrail ekseninde kalınmış, Afganistan ve Irak işgallerine destek verilmiş, NATO’da etkin bir rol üstlenilmeye çalışılmış, “Arap Baharı”nda ve Suriye’ye yönelik saldırıda emperyalizmin koçbaşı olunmuştur.

Tüm bunlar yapılırken ise “demokratikleşme” adı altında ve Batı’nın büyük desteğiyle devlet dönüştürülmüş, Ergenekon ve Balyoz operasyonları aracılığıyla büyük bir tasfiyeye girişilmiş, hükümet olmaktan devlet olmaya geçilmiş ve adım adım yeni bir rejim inşa edilmiştir.

Bu süreç boyunca hem Soros hem de onun Türkiye’deki uzantıları ve liberaller iktidarın arkasında durmuş, onu “demokratikleşme” ve “sivilleşme” adı altında desteklemişlerdir. Ancak özellikle 2013’ten itibaren iktidar partisi rejim inşasını hızlandırmaya başlamış, Soros uzantıları ve liberaller ise önce Gezi’nin gerçekleşmesi, sonra da “çözüm süreci”nin bitişiyle birlikte iktidara verdikleri desteği çekmişlerdir, zaten iktidarın da bu desteğe ihtiyacı kalmamıştır.
AKP iktidarı dünyadaki sağ popülist rejimlerin yükselişine paralel bir şekilde, yani küresel konjonktürü kullanarak kafasındaki rejimi daha kolay hayata geçirebilmiş, devletteki dönüşümü tamamladıktan sonra ise “demokratikleşme” masalından vazgeçmiştir.

Dolayısıyla, Türkiye’nin “renkli devrim”i Gezi değil, AKP’nin iktidara gelişidir. AKP önce “renkli devrim” konjonktürünü fırsat bilip devletleşmek için gereken adımları “demokratikleşme” makyajıyla atmış, sonrasında ise dinsel karakterli bir sağ popülist parti olarak kendi rejimini kurmuştur.

Gezi bu iktidara ve inşa etmek istediği rejime karşı bir isyandır ve renkli devrimlerden farklı olarak emperyalizmin ve Soros’un belirleyici olamadığı, dış güçlerden medet ummayan, bağımsızlıkçı, yurtsever bir eylemdir. Dolayısıyla kendisi “renkli devrim”le iktidara gelen ve Soros tarafından uzun yıllar desteklenenlerin “Gezi’nin arkasında Soros var” demeleri de anti emperyalizmleri ve Soros düşmanlıkları da koca bir yalandan ibarettir.

FATİH YAŞLI / BİRGÜN


Ahmet Bahaddin’in kemiklerini kim sızlatıyor! - YENER ORUÇ

Kadir Mısıroğlu gibi Türkçülüğe ve onun devrimlerine düşmanlık duyanların 6. Filo’yu kıble tuttuğuyla tarih sabit. Ama yine de Mısıroğlu’nun Yunan aşkıyla “keşke” demesi prim yapıyor olsa gerek.

Cumhuriyetimizin ilk İstanbul Belediye Başkanı Op. Dr. Emin Erkul’un 1954 itibarıyla tefrika edilmiş “Milli Mücadele Anıları”nda Büyük Taarruz öncesi bir anısı çok çarpıcıdır. 
Dr. Erkul, elde çürük, çarık beş altı keşif uçağının olduğunu “yumurta akı ile çiğ patatesin sıkılmasından elde edilen bir mayi”nin “tayyarelerin kanatlarına verni(k) bulunmadığ için” sürülerek” uçurulduğunu söylemektedir. Yeğeni Ahmet Bahaddin, bu uçakların kıdemli pilotu. 
Erkul, çoğunlukla tek başına bazen bir makinistle uçtuğunu görevinin de keşifle birlikte birliklere cephane yükleyen süvarilerimizin hareketini gizleyecek şaşırmalar olduğunu belirterek şöyle devam etmektedir:

Yunan kumandan 
“Nihayet taarruz gününden bir veya iki gün evvel üç Yunan tayyaresiyle karşılaşan bir fedakâr çocuk. Hemen onlara saldırmaktan çekinmemiş ve ikisini düşürmüş, üçüncü düşman tayyaresi de bizimkini düşürmüş, bu suretle Yüzbaşı Bahaddin ve arkadaşı şehit olmuştur. Afyondaki Yunan kumandanı Trikopis tek başına üç düşman tayyaresine hücum etmekte tereddüt etmeyen Türk tayyareciler için muhteşem bir cenaze töreni yaptırmıştır.” 

Düşmanın asiliymiş Trikopis. Keşke tüm düşmanlarımız böyle olsa... Milli Mücadele kahramanlarımızın önünde düşman komutanı bile saygı duyarken, o kahramanların Başkomutanı Atatürk’e hatta müminliğiyle bilinen M. Akif Ersoy’a bile hakaret eden Fesli Kadir Mısıroğlu “Keşke Yunan galip gelseydi” sözündeki düşmanlıklı tavrı, sadece devrimlere itirazla dini farklı ele alışıyla mı yoksa bir başka nedene mi dayanmaktadır! Zira gözü ne emperyalizmin asıl yüzü diğer devletleri görüyor ne de sıkı bir siyasal dinci olarak “keşke kefere galip gelseydi” demiyor da “Yunan galip gelseydi” diyor. 
Sanki Yunanlılar Elhamdürillah Müslüman!!! 

Yunan Efzun askerlerinin kırmızı ve uzun püsküllü başlığı’nın kendi başındaki fes sanarak mı böyle “keşke” diyebiliyor. Hakaret ettiği Akif’se İstiklal Marşı’nda dini hassasiyetimizi “Değmesin ma’bedimin göğsüne na-mahrem eli” diyerek mümince gösterirken emperyalizmi de ‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar” olarak tanımlamaktadır. M. Akif’in dizelerinde zuhur eden emperyalizmi karşıtlığı ile din ve millet hassasiyeti dönemin Türkçülüğünün özüydü. Mısıroğlu gibi Türkçülüğe ve onun devrimlerine düşmanlık duyanların 6. Filo’yu kıble tuttuğuyla tarih sabit. Ama yine de Mısıroğlu’nun Yunan aşkıyla “keşke” demesi prim yapıyor olsa gerek.

Ali Erbaş’ın ziyareti 
Baksanıza DİB’in başındaki Ali Erbaş, makam aracıyla, cüppesiyle, basınıyla 10 Kasım’da servis edilecek “insani ziyarette” bulunuyor. “Keşke”siyle bağmsızlık savaşını kaybetmeyi tercih eden, Atatürk’e, Akif’e hakaret eden birini. Protokolde yeri olan biri Atatürk’e kayıtsız dahi olsa bu “keşke”nin bağnı nasıl kuramaz! Milli Mücadele de işgale kayıtsız hatta alkış tutan çıkarcı Türkler de vardı. Ancak organize olan İzmir rıhtımında başlarında dini önderleriyle Yunan ordusuna alkış tutan, Müslüman ahaliye eziyet edenlerse kendini Yunan addeden Rumlardı. M. Kemal Paşa, Rum çetelerin eziyetiyle başlayan çatışmalara son vermek üzere Samsun’a gönderilmişti. Pontus’u canlandırma gayretleri başlamadan bitecek, Yunanlılık aşkı da işgalin olmadığı yerlerde hiç başlamayacaktı. Hepsinin hevesleri kursaklarında kaldı...
 
Adalar Denizi (Ege) gün gün Yunanlılarca işgal ediliyorken biri çıkıp, “Keşke Yunan galip gelseydi” diyorsa geniş bir kitleye bu işgali hazmettirmek, duyarsız kılmak gayretinden söz edemezsek de böylesi bir durumda “keşke Yunan galip gelseydi” dili iyice kirli kalır. Bu kire dost olunmaz. Meğer ki Arnavut asıllı M. Akif’in her etnisitemizi bütünleştirdiği kahraman ırkına yüzünün gülmesi, çehresini çatmaması, celallenmemesi, için yakardığ nazlı hilal uğruna dökülecek kurban kanını damarlarda taşınmıyorsa başka! Dostluk ancak kendini Akif’in saydığı mensubiyet içinde görmemekle olur. 

Yunan Generali Trikopis, Hakk’a tapan milletin” İstiklal Kahramanlarına yüksek saygı duyarken onların zaferine “keşke” diyenler dillerini kılıç sanarken belirtelim ki M. Kemal Paşa, esiri Trikopis’in teslim ettiği kılıcını teslim almayarak onurlandırmıştır. Zira bu kılıç, düşmanın olsa da daha asil ve içimizdeki kirli kılıçlar kadar zarar verici değildir. Şimdi soralım, Ahmet Bahaddin’in kemiklerini kim sızlatıyor?
  
YENER ORUÇ / CUMHURİYET

Mantık, her eve lazım - Mine Söğüt

Birinizin sosyalist, birinizin kapitalist, birinizin anarşist, birinizin Atatürkçü, birinizin Troçkist, birinizin Marksist, birinizin nihilist, birinizin inançlı, birinizin ateist, birinizin eşcinsel, birinizin aseksüel, birinizin... 


Birinizin “herhangi bir şey” olmanız için yaşadığınız topraklarda öncelikli olarak laik ve demokrat bir hukuk sisteminin en sağlam şekilde inşa edilmesi gerekir. 
Ki siz sonra o sistemde kendi fikir ve tercihlerinizle var olabilmek için yapılmasını istediğiniz değişiklikler adına söz söyleyebilecek, eylem yapabilecek, meseleyi tartışabilecek bir alan açabilin kendinize. 


O yüzden gerçekten demokrat, özgürlükçü, devrimci vs. olan biri laikliğe ve evrensel hukuka savaş ilan edemez. 
Dini referanslarla iktidara talip olan politikaların önünü “demokrasi” adına açamaz. 
Hukuku göz göre göre ezip geçen iktidarların kasıtlı davalarını, kasıtlı yargılamalarını, kasıtlı kararlarını “hukuk” sayamaz. 
Açarsa, sayarsa... 
Bugün bu ülkede olanlar olur. 
Oysa, bugün bu ülkede olanlar hiçbir zaman ve hiçbir yerde olmasın, olamasın diye insanlığın elinde kapı gibi bir mantık vardır. 
Mantık her şeyi insana tane tane anlatır. 
Mantık gereği, rasyonel düşünce dogmatik düşünceyi kapsar ama dogmatik düşünce rasyonel düşünceyi kapsamaz. 


Bu ne demektir? 
Rasyonel düşüncenin iktidarında kapsanan dogmatik düşünce, kendisini her koşulda ifade edebilir. 
Ama dogmatik düşüncenin iktidarında, rasyonel düşünce kendisini asla ifade edemez. 
Siz demokrasi adına, mantıken, dogmatik düşüncenin iktidar talebini rasyonelleştirebilirsiniz ve böylece yine mantıken, rasyonel düşüncenin katledilme ruhsatını dogmatik iktidara ellerinizle verebilirsiniz.
(Ki bunu zaten yaptınız.) 


Sonra dogmatik düşüncenin iktidarında neden demokrasi yok, adalet yok, özgürlük yok diye çırpınabilirsiniz. 
(Ki bunu da halihazırda yapmaktasınız.) 


Şimdi dönüp bir bakın temelde hangi noktada fena halde yanılmaktasınız? 
Dogmatizm sorgulamadan düşünmeden kabul etmeyi emreder; rasyonalizm sorgulayarak düşünmeyi şart koşar. 
İster koyu bir inançlı olun, ister Kemalist, ister liberal, ister sosyalist... her ne olursanız olun... 
Ne olduğunuz değil, olduğunuz halinizle meselelere nereden baktığınız önemlidir. Açınız rasyonel mi, dogmatik mi? 
Rasyonellik size devamlı seçenekler sunar, her şeyi her koşulda yeniden değerlendirmek ve iradenizi, aklınızı, bilginizi kullanarak doğru bir etik tarif etmenizi şart koşar. 
Dogmatikseniz bunların hiçbiriyle uğraşmanız gerekmez. 
Meseleye bodoslama dalarsınız, olurlarınız olmazlarınız şartlara bağlı değildir, ak hep aktır, kara hep kara, temel prensipler, hak hukuk falan safsata... 
Eser gürlersiniz o dogmatik aklınız ve saldırganlığınızla. 
İster evde, ister işte, ister sokakta, ister Meclis’te... 
Rasyonellerin işi zordur, dogmatiklerin kolay. 
Faşizmin her türü o yüzden dogmatik kafaları hemen etrafına toplar. 


Yani neymiş? 


Aklınızı kullanıp, aynı siyasi görüşten olmadığınız halde birilerinin tutukluluklarına itiraz edebilirsiniz. Onların özelinde, adaletten uzak bir yargı sistemini eleştirebilirsiniz. Bu sizi vatan haini yapmaz. 
Bazı meslektaşlarınızın temsil ettiği basın ahlakına itiraz edebilirsiniz. Bu da sizi Atatürk düşmanı, cumhuriyet haini yapmaz. 
Sadece ama sadece rasyonel yapar.
Ha bu arada... 
Rasyonalizmin öz Türkçesi usçuluktur.
Dogmatizmin öz Türkçesi inakçılık. 
Ama siz dogmatizme isterseniz kabaca bağnazlık deyip de geçebilirsiniz. 


Ve o geçtiğiniz yerde inanın hem siz iyileşirsiniz, hem de dünyayı iyileştirirsiniz.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Türkiye'ye üç ortaklı konfederal devlet yapısı - Cahit Armağan Dilek

Türkiye PKK terör örgütüyle müzakere sürecini çok ağır bedeller ödeyerek geride bıraktı diyeceğim ama son haftalarda yeniden çözüm-müzakere süreci arayışlarının arttığına tanık oluyoruz.

Yurt içinde ve dışında değişik ülkelerde çok sayıda konferans, toplantı, çalıştaylar yapıldığı biliniyor ama sadece basına yansıyan, daha doğrusu sızdırılan haberler bile can sıkıcı. Bırakın yandaş sözde akil insanları, lise çağındaki çocukların bile bu tür etkinliklere dahil edilerek bir algı operasyonunun yapıldığı çok aşikâr.
Akıllı devletler ve hükümetler geçmişten ders alır. Ama uzunca süredir Türkiye'yi yönetenler, ders almak ders çıkarmak adeta fıtratımızda yok dercesine bir tavır sergiliyorlar.

Müzakere sürecinde PKK, şehirleri yolları bombalarla tuzakladığı halde halen provokasyonlar olmasaydı da süreç bitmeseydi diyenlerin aklından şüphe etmek gerekiyor. Bitmeseydi ne olacaktı? Silah patlayıcı depolaması artarak devam edecek, kurtarılmış özerk bölgeler oluşturulacak, istedikleri olmazsa iç savaş başlatılacaktı. Bu muydu iyi giden müzakere süreci?

Bölücü terörist örgüt PKK'nın bağımsız bir devlet hedefiyle yola çıktığını, ilerleyen süreçte özerk bölge-federal yapı formülü üzerinden buna ulaşmak istediğini herkes biliyordu.

Bu durum 28 Şubat 2015'te Dolmabahçe Mutabakatı olarak bilinen AKP-HDP ortak açıklamasında adeta resmî bir görüntüye bürünmüştü. 10 maddelik metinde ortak vatandan bahsediliyordu. Vatan ortak olduğuna göre ortakları da olması gerekmiyor mu? Ortakların kendilerini simgeleyecek bir bayrağı, bunların da kendi devletçikleri da olmayacak mı? Hani tek millet, tek vatan, tek bayrak, tek devlet?

Devletin izniyle 2015 Nevruz'unda Diyarbakır'da düzenlenen miting meydanında okunan teröristbaşının mesajı Dolmabahçe'deki 10 maddenin ne olduğunu anlamak istemeyenlere acı acı anlatıyordu.

Teröristbaşının o mesajını tekrar hatırlatıyorum çünkü müzakere sürecinin nereye vardırılmak istendiğinin özetiydi o konuşma. Ve şimdilerde neden müzakere-çözüm sürecinin yeniden hortlatıldığı ve Almanya gibi ülkelerden federal yapıya ilişkin bilgi alındığı da o Nevruz konuşmasının içeriğinde gizli.
Teröristbaşı Dolmabahçe mutabakatıyla ilgili olarak "hepimizce resmen ilan edilen on maddelik deklarasyon" ifadesiyle söz konusu açıklamanın ve 10 maddenin resmen devlet ve hükümet tarafından kabul edilmiş olduğunu böylece artık kazanılmış bu pozisyondan geri dönüş olamayacağını vurguluyordu.

22 Şubat 2015'teki Şah Fırat operasyonunun da tam o dönemde yapılması manidardı. Çünkü teröristbaşı mesajında operasyonda PYD ile yapılan iş birliğini kastederek bunu Eşme ruhu olarak adlandırmış ve geleceğin de bu ruh üstüne inşa edilmesi gerektiğini söylemişti.

Teröristbaşının o mesajından hemen sonra şimdi başkanlığını yaptığım 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü'nün internet sayfasında yayımlanan yazımın başlığı şuydu: SÖZDE TARİHÎ NEVRUZ MESAJINDAN ŞAH FIRAT'TAKİ İŞ BİRLİĞİ VE TÜRK-KÜRT KONFEDERASYONU ÇIKTI. Gerçekten de teröristbaşı bir konfederasyona gidiş yol haritası çiziyordu.

Yine aynı mesajında "ortaya" bir çağrı yaparak; "ulus devletleri kendi içinde demokratik siyasetle demokratik ortaklaşmanın yeni bir türünü gerçekleştirmeye ve yine ulus devletleri kendi aralarında Orta Doğu'nun demokratik ortak evini inşa etmeye çağırıyorum" demişti. Yani teröristbaşı hayalini kurduğu konfederal yapıyı sadece Türklerle Kürtlerle sınırlı tutmuyor, başkalarının da katılabileceğini söylüyordu.

Tam da bu aşamada aynı müzakere süreci gibi yanlışlarla dolu Suriye politikası nedeniyle Türkiye'ye gelen 4 milyondan fazla Suriyeli sığınmacılara dikkat çekmek istiyorum. Daha önceki yazılarımda Türkiye için göç tehdidinin terör tehdidinin önüne geçtiğini, kısa sürede milyonlarca Suriyelinin Türkiye'ye gelmesinin aslında bir Truva Atı operasyonu olduğunu belirterek tehdide dikkat çektim.

Türkiye'de kalıp vatandaş olma ümidi verilen ağırlığı Arap Suriyeliler, şu anda Türkiye'nin yüzde 5'ini, 20 yıl içinde ise yüzde 10'unu oluşturacaktır. Bunun diğer anlamı, teröristbaşının senaryosunu ve müzakere sürecini destekleyenlerin anlayışına göre, Türkiye Cumhuriyeti'ne yeni ortak demektir.

Yani, sözde Kürt sorununun sözde çözümü altında müzakere süreci yeniden hortlatılıp gündeme alındığında bunun sonucu "üç ortaklı konfederal Türkiye"den başka bir şey olmayacaktır.

Hem müzakere sürecini yeniden ateşleyenler hem de Suriyelilere kendi vatanlarına dönüş değil Türkiye'de kalma ümidi verenler, Türkiye'yi parçalanmaya sürüklediklerini mutlaka görmelidir. Bunun vebali çok ağır olur.


Cahit Armağan Dilek / YENİÇAĞ