8 Aralık 2018 Cumartesi

Tesettür 'açılımı' - TAYFUR ATAY

Bu sene sınıfta “toplumsal cinsiyet ve din” konusunu tartışmaya açtığımız derste tesettürlü öğrencilerimden biri döktü içini: “Anneanneme göre benim bu örtünme şeklim haram hocam… ‘Böyle örtüneceksen açık gez daha iyi’ diyor bana!..”
Bakıyorum ona: 1990’lar-sonu /2000’ler-başı doğmuş ve şu an üniversite sıralarında oturan tesettürlü öğrencilerde genel/yaygın temayül olarak belirmiş “standart” görüntü içinde.
Nasıl tarif etmeli?.. Başında “İslami-hicap” kurallarını gözeten bir örtü; sonrasında (çarşaf ya da pardösü yerine) şık bir bluz-ceket, jean-pantolon ve gayet gösterişli, “marka” spor ayakkabılar…
Yani “kapalı” mı evet, ama renksiz, hareketsiz ve “mazbut” değil. Birkaç kuşak öncesi tesettürlü üniversite öğrencilerimin çoğunda rastlanan “ağırlık” ve sakınganlıktan uzak bir “hicap” hali bu… Başörtüsünü “tayt”la buluşturan bir “layt tesettür”…
Bilmiyorum çok mu iddialı olacak ama denilebilir ki karşımızdaki, “Z-Kuşağı Müslüman genç kız” görüntüsü; bu kuşağı karakterize eden “mobil” kültürüyle mütenasip bir tesettür tablosu…
***
Bu “tablo”dan rahatsız olup sesini yükselten sadece benim sevgili öğrencimin anneannesi değil. Dindar-muhafazakâr ve tabii “eril” kalem/kitap/fikir erbabında da benzeri rahatsızlığa bağlı serzenişlere ekranda bir programda denk geldiğimi hatırlıyorum.
“Yeni-yetme” dindar-muhafazakâr genç kızların “örtünme” konusunda mevcut konvansiyonları, alışkanlık ve beklentileri yerle bir eden bu giyim tercihlerini anlayamadıklarını belirtip “Bu nasıl/ne zaman oldu” diye yakına yakına soruyorlardı.

Tabii sorunun ve de “sorun”un bam telini, türban yasağı, “ikna odaları”, vb. siyasi
ve resmi-ideolojik uygulamalar karşısında “onca yıllık mücadeleler” sonrası kazanılmış hakların ardından şimdi bu “new-age başörtülü bacılar”ın böyle “kozmetik”, “frapan”, hatta “dekolte-tesettür” meyline nasıl kapıldıkları oluşturuyor.

“Allah’ın emri”ni hayata geçirme yolunda “dinsiz” addedilen bir “laik rejim”e karşı verilmiş bunca mücadeleden sonra gelinecek nokta burası mı olmalıydı?!
Eğer gelinen nokta burasıysa, galipler bu yolda mağlup sayılmaz mıydı?!
Günahtan sakınma (“takva”) için örtünme, şimdi bu (“nefsanî”) haliyle “örtünerek açılma”ya karşılık gelmiyor muydu?!
Ve işte o nihai soru: Bütün bunlar nasıl oluyor, olabiliyordu?..
***
Oluyor olabiliyor, çünkü bu gençler ne ablalarının “başörtüsü-hakkı” için oturma eylemlerini, ne “28 Şubat”ı, ne de “İkna Odaları”nı yaşadılar, deneyimlediler.
Onlar kendilerini bilebildikleri aşamada avuçlarının içindeki “mobil” cihazlarla, tıpkı başörtülü-olmayan hemcins akranları gibi aynı küresel kültürel-endüstriyel örüntünün anaforuna kapıldılar.
Twitter, Facebook, YouTube, Instagram… Ve elbette “Selfie”…
Yani özlüce, dijital tüketim kapitalizmi…
Z-Kuşağı Müslüman genç kızların “takva”sı esas itibarıyla bu hâkim, kapsayıcı ve etkin sosyokültürel iklimde neşvünema buluyor!..
Bizim dinbaz iktidar, zoraki şekilde imam-hatiplerle, sıbyan mektepleriyle, Kuran kurslarıyla ne kadar bastırırsa bastırsın; arzu ettiği tarzda sosyalleşme veya “kültürleme”yi mümkün kılacak “iklim”i yaratmaya uğraşırsa uğraşsın, olmuyor. “Sibernetik sosyalleşme” hükmünü dindar-muhafazakâr yeni nesil üzerinde de icra ediyor ve onların tipolojilerini belirliyor.
Böyle olunca sınıfımdaki başörtülü genç kızla başörtüsüz genç kız arasındaki fark, bir “derece farkı”ndan öteye gitmiyor; ortada “mahiyet farkı”ndan söz edebileceğimiz bir durum bulunmuyor.
***
Bu elbette sadece bize özgü değil ve İslam dünyasının her tarafından örneklenebilecek, dünyada her yerde deneyimlenen bir “New-Age Müslümanlık.”
Fakat Türkiye’de gidişatın önünü açan "ticari inisiyatif" olarak “Tekbir Giyim A. Ş.”nin hakkını teslim etmek gerekir.
“Tekbir Giyim”, bu memlekette “Tesettür emirdir” düsturundan, "Tesettür güzeldir” düsturuna geçiş köprüsü olmuştur.
Bu bakımdan onun kurucusu ve sahibi Mustafa Karaduman’ın 1990’ların başında kendisiyle yapılan bir görüşmedeki, “Mini etek dünyaya nasıl yayıldı, aynı şekilde tesettürü bütün dünyaya yayacağız” iddiasının gerçekleştiğini de belirtmek gerekir. Şu kayıtla ki tesettür dünyaya aynen “mini-etek gibi” yayıldı; yani bir moda, güzellik, cazibe “aksesuar”ı olarak…
O yüzden tesettürün “gizli güzellik” olduğunu belirten gayet “profesyonel” tesettürlü kadın kuaförlerimiz; “Tesettürlü kadın da dekolte giyinmekten hoşlanır” diyen meşhur tesettürlü modacılarımız oldu.
Böyle böyle “Tekbir Giyim”le çıkılan yolda şimdi “siber-âlem”de, “mobil-ortam”da, “online” işlerlikte bol bol irili-ufaklı tesettür giyim firmalarına kadar geldik.
Girin İnternet’e ve orada derya gibi karşınıza çıkan bu “new-age tesettür kreasyonları" üzerinde şöyle bir sörf yapın, işte o zaman bulacaksınız yukarıda zikredilen, "eski-tüfek" ataerkil dindar-muhafazakârlığın “Bu nasıl oldu” sorusunun cevabını!..
Tayfur Atay / T24

Banka CEO'ları kara yasta! - REMZİ ÖZDEMİR

Cuma günü Sözcü gazetesinde bir köşe yazısında, BDDK'nın bankalara bir yazı göndererek yapmaları gerekenleri anlattığı belirtildi.
Kıyamet koptu. BDDK, bankalara nasıl yazılı talimat verir. BDD bankalara bal gibi talimat verir. Bu işi Berat Albayrak veya AKP meselesi yapmamak lazım.
BDDK, Türkiye'deki bankaların çalışma esasını belirleyip denetleyen kurumdur.

Bankalar özellikle yabancı kontrolüne girdikten sonra adeta kendi egemenliklerini ilan ettiler.Geçmiş yıllarda "aman bankalardaki istikrar bozulmasın" gibi saçma sapan söylemlerle meydanı boş buldular. Bankalar adeta kendi krallıklarını oluşturdu.

Şimdi BDDK, görevini yapınca hemen saldırıya geçiyorlar ve kendilerine yazılan yazıyı basına sızdırıyorlar.

BDDK bu konuda kesinlikle doğru olanı yapmaktadır.Bu kurumu yıpratmaya da kimsenin hakkı yok. Bu kurum çalışanları özellikle son 4 ayda Türkiye'nin yaşadığı çalkantılı dönemde en büyük gayreti sarf edendir.Bazı yabancı bankalar, şimdi hesaplarına gelmediği için BDDK'ya karşı bir yıpratma operasyonu içindeler.
Bu konuyu doğru yerden okumak lazım.
___________
Kâr transferi
Yabancı bankalar Türkiye'yi soydu soğana çevirdi. Elbette kâr transferi konusunda tedbir almak zorundadır.

Türkiye'de bir Telekom gerçeği var. Milyarlarca dolar kâr payı adı altında başka ülkelere transfer yapılmadı mı? Bugün BDDK daha güçlü bir bankacılık sistemi için bu paranın transferden çok sermayeye ilave edilmesini istiyor.
Bunu BDDK geçmiş yıllarda da yaptı. Bu doğru bir yönetim şeklidir.
______________
Yönetici primleri
BDDK'nın son dönemde el attığı bir başka konu ise banka CEO ve yöneticilerinin her yıl bol kepçe aldığı primler.

BDDK yazısındaki "2018 yılı kârıyla ilişkilendirerek kâr payı, jestiyon, prim gibi adlarla çalışanlarına ödeyecekleri toplam tutarlar hakkında da kurumumuza ve genel kurullarında ortaklarına bilgi verilmesi gerekli görülmektedir" cümlesi eleştiriliyor.

Bu Avrupa bankacılık düzenleme ve denetleme otoriteleri tarafından yıllardır yapılmaktadır.
2008 global krizinden sonra dünyada şirket ve banka CEO'larının aldığı maaş ve primler büyük tartışmalara neden olmuştu. Üst yönetim kadrolarının aldığı primler, 'bu kadar başarılıysalar şirketler neden battı?' sorgulamalarıyla yasal savunmalarında ortalığa dökülmüştü. Amerika ve Avrupa'da CEO ve üst yönetimin maaş ve jestiyonlarında kısıtlayıcı düzenlemelere gidildi. ABD değilse bile Avrupa işi sıkı tuttu. Şimdi Türkiye'deki düzenleme ve denetleme otoritesi BDDK harekete geçince olay oluyor.

Bugün bankacılık sektörü çalışanları köle gibi görülüyorsa bu bankaların CEO'larının, genel müdür yardımcılarının ve bölge müdürlerinin bu paradan pay almak için yaptıkları kırbaçlama politikalarındandır.Yıl sonunda bu yöneticiler büyük paralar almakta ve kimse hesap sormamakta. Üstelik bankaların tamamına yakını da halka açık.
Yok öyle bir dünya. Halka açık olmasa bile sen bir yönetici olarak bu kadar parayı prim diye alıyorum diyemezsin.

Sonuç olarak BDDK düzenlemeleri bazen eksik olsa da uluslararası standartlarda yapılmaktadır.

Bu konuda reklam veren bankaları korumak yerine ülkemizin millî çıkarlarını koruyan ve denetleyen kurumu yıpratmamak çok daha önemlidir.


REMZİ ÖZDEMİR / YENİÇAĞ

İnternet meclisi ve sanal miting! - Arslan BULUT

Türkiye'de de medya, Fransız medyası gibi Fransa'daki Sarı Yelekliler'in kendi aralarında 30 bin kişinin katılımıyla hazırladıkları 42 temel talepten hiç bahsetmiyor. Bu da her iki ülkede medyanın halkın değil sermayenin sözcüsü olduğunun açık bir delili... Oysa bu talepleri herkesin duyması gerekir.
birartıbir.org'tan Alican Tayla'nın çevirdiği 42 maddelik talep listesini sütuna sığmayacağı için biraz kısaltarak veriyorum:

1. Sıfır evsiz: Acil...
2. Gelir vergisi daha kademeli olsun.
3. Asgari ücret net 1300 avro olsun. (Şu andaki net asgari ücret yaklaşık 1150 avro.)
4. Köylerde ve şehir merkezlerinde küçük esnaf korunsun. Dev alışveriş merkezi inşaatlarına son verilsin. Şehir merkezlerinde bedava otoparklar kurulsun.
5. Konutlar için büyük bir ısı yalıtımı projesi başlatılsın. 
6. Büyükler büyük, küçükler küçük vergi ödesin.
7. Herkes için aynı sosyal güvenlik sistemi uygulansın. 
8. Emeklilik sistemi dayanışmacı ve sosyal kalsın. Puanlı emeklilik hesabına son verilsin.
9. Akaryakıt zammı kaldırılsın.
10. 1200 avronun altında emeklilik maaşı olmasın.
11. Tüm seçilmişlerin maaşı ülkenin ortalama maaşıyla eşit olsun. Seyahat ve ulaşım harcamalarından sadece zorunlu olanlar karşılansın.
12. Tüm Fransızların maaşları ve sosyal yardımlar enflasyona endekslensin.
13. Fransa sanayii muhafaza edilsin; üretimin ülke dışına kaydırılmasına son verilsin.
14. Fransa sınırları içinde çalışma hakkı olan yabancılar, Fransız vatandaşlarıyla eşit olmalı ve o kişinin işvereni Fransız işverenlerle aynı vergileri ödemeli.
15. Büyük şirketlerin sözleşmeli işçi çalıştırma hakkı sınırlandırılsın. Kadrolu çalışmaya geri dönülsün.
16. Büyük şirketler için vergi indirimi kaldırılsın. Buradan elde edilecek gelir, hidrojenle çalışan araba üretimi için Fransa sanayisine aktarılsın.
17. Kemer sıkma politikalarına son verilsin. Hiçbir meşruiyeti olmayan borç faizlerinin ödemesi durdurulsun. 80 milyarlık vergi kaçakçılığının peşine düşülsün.
18. Zorunlu göç hareketlerine çözüm üretilsin.
19. Sığınmacılara iyi davranılsın.
20. Sığınma talebi reddedilenler ülkelerine gönderilsin.
21. Hakiki bir entegrasyon politikası uygulansın. Fransa'da yaşamak, Fransız olmayı gerektirir. Fransa'ya yerleşenlere Fransızca, Fransa tarihi ve vatandaşlık bilgisi dersleri verilsin.
22. Azami ücret ayda 15 bin Avro olsun.
23. İşsizler için iş alanları açılsın.
24. Engellilere verilen mali ödeme artırılsın.
25. Kiralara sınırlama getirilsin. Daha çok sayıda ve makûl ücretli kiralık konut yapılsın.
26. Fransa'ya ait mülklerin (baraj, havalimanı vb.) satışa çıkarılması yasaklansın.
27. Yargı, polis, jandarma ve orduya daha kapsamlı imkânlar sunulsun.
28. Ücretli otoyollardan toplanan paranın tamamı Fransa'da otoyol ve yolların yapımına, bakımına ve güvenliğine yatırılsın.
29. Gaz ve elektrik sistemi tekrar kamusallaştırılsın ve fiyatlar aşağı çekilsin.
30. Küçük yerleşimlerdeki demir yolu hatları, postane şubeleri ile ve ilkokul ve anaokullarının kapatılmasına son verilsin.
31. Yaşlı nüfusun hayat seviyesi yükseltilsin.
32. Anaokulundan lise sona kadar hiçbir sınıfta öğrenci sayısı 25'i geçmesin.
33. Psikiyatrik desteğin yaygınlaşması için imkânlar sunulsun.
34. Halk oylaması anayasaya girsin. Kurulacak bağımsız bir teşkilatın denetimindeki İnternet sitesine sunulan bir yasa teklifi için 700 binin üzerinde imza toplanırsa, Meclis bunu tartışıp, düzeltip, tasarı haline getirerek halk oylamasına sunmakla yükümlü olsun.
35. Cumhurbaşkanlığı görev süresi yeniden 7 yıla çıkarılsın.
36. Emeklilik yaşı 60 olsun. Fizikî zorluk içeren mesleklerde çalışanlar için 55 olarak belirlensin.
37. Çocuklar 10 yaşına girene kadar geçerli olmak üzere çocuk bakımı için parasal destek sistemi geri getirilsin.
38. Ticari malların dolaşımı demir yollarıyla sağlansın.
39. Vergilerde stopaj sistemine son verilsin.
40. Eski cumhurbaşkanlarına ömür boyu ödenek uygulamasına son verilsin.
41. Banka kartıyla ödeme yapıldığında esnafa ek vergi uygulanmasın.
42. Gemi yakıtlarına vergi getirilsin.

                                                           ***

Anlaşılıyor ki Fransa'da sorunlar Türkiye ile hemen hemen aynı... Türkiye'de bu tür önerilerle sokağa çıkarsanız, aranıza bölücü örgütleri sokarlar ve sonra da "hükümeti devirmeye teşebbüs"ten yargılarlar! Siyasi partiler ve sendikalar da bu konularda suskun. Fakat, "İnternet meclisi" kurmak, sosyal medyayı miting alanı yapmak ve baskı oluşturmak mümkün!


Arslan BULUT / YENİÇAĞ

7 Aralık 2018 Cuma

'Piyasalar' faşistleri seviyor - KORKUT BORATAV


Meksika ve Brezilya: Başkanlar ve borsalar   
Doug Henwood, 30 Ekim 2018’de “Faşistler Hisse Senetlerini İhya Ediyor” (“Fascists Are Good fo Stocks”)  başlıklı bir yazıyı kendi adını taşıyan sitede yayımladı. 
        
Yazı, basit iki grafikle kısa bir yorumdan oluşuyor. Grafikler Brezilya ve Meksika borsalarında hisse senedi endekslerinin seyrini izliyor. 

İlk grafik, 1996 ile Ekim 2018 dönemini kapsıyor. 2012’ye kadar endeksler paralel seyrediyor. 2012 sonrasında Brezilya sert bir siyasi krize sürüklenince, endeksi    Meksika’nın gerisine düşüyor; solcu başkan Rousseff azledilince, önceki eğilime yöneliyor.

İki borsanın hareketlerinde belirgin farklılaşma ise Ekim 2018’de gözleniyor. Ana neden,  iki ülkedeki başkanlık seçimleridir. Bilindiği gibi seçimleri Meksika’da solcu Lopez Obrador, Brezilya’da ise, (Avrupa’lı benzerleri gibi “neo-faşist” değil) açıkça faşist olan Jair Bolsonaro kazandı. 

Sonrasını Henwood’dan nakledeyim: “Ekim 1’den itibaren Meksika hisse senetleri   yüzde 17,9 düştü; Brezilya’da ise %19,4 oranında yükseldi. Obrador ılımlı reformlar vaat ediyor, yatırımcılar panik içinde. Bolsonaro ise solu yok edeceğini, suç ile mücadeleyi ölüm mangalarına devredeceğini, özgün (yerli) nüfusun kaynaklarını yağmalayacağını, büyük sermayeyi ise ihya edeceğini vaat ediyor; yatırımcılar coşku içinde…”

Henwood, Obrador’un yatırımcıları paniğe sürükleyen “ılımlı reformları”na sadece değiniyor. Tamamlayıcı bilgiyi ben vereyim. 

Lopez Obrador piyasaları nasıl kızdırdı? 
Lopez Obrador, Temmuz’da başkanlık seçimini tek turda kazandı; partisi parlamento çoğunluğunu da elde etti. Üç ay fincancı katırlarını ürkütmedi; ama Ekim’de “münasebetsiz” işler yapmaya başladı. 

Neler yaptı? Meksika toplumunun kimi sorunlarını doğrudan demokrasi, yani halkoylamaları yoluyla çözme tasarımını ciddiye aldığını gösterdi… 

İlk uygulamasını Başkanlık Sarayı’na yerleşmeden hayata geçirdi: Mexico City’de, “yeni havalimanı yapılsın mı?”sorusunu içeren bir halkoylaması örgütledi. Çevrecilerin ve başkentlilerin karşı çıktığı 13 milyar dolarlık  bu yatırım projesi, halkoylamasında üçte ikilik “hayır”  oyu ile reddedildi. Obrador da  yatırımı durduracağını ilan etti.

Bu kararını kamuoyuna duyururken verdiği demece de göz atalım: “Meksika devleti finansal piyasalara boyun eğebilir mi? Kimin sözü geçecek? Elbette halkın ve yurttaşların…”

Yeni başkan, görevinin ilk yılında başka halkoylamaları da yapmak niyetindedir: Yoksul eyaletler için bir dizi yatırım ve sosyal yardım programı;  yozlaşmış emniyet teşkilatının dağıtılması ve ulusal güvenlik sisteminin ordunun da katılmıyla merkezîleştirilmesi… Bir de Mart 2019’da (herhalde sadece sembolik önem taşıyacak)  bir başka halkoylaması da tasarlıyor: “Uyguladıkları neoliberal politikalarla milyonlarca Meksikalının yoksullaşmasına yol açan  beş eski başkan (Salinas, Zedillo, Fox, Calderon, Beno Nieto) bu nedenle yargılansın mı?”

Yeni Başkan, görevinin yarısı dolunca “göreve devam edeyim mi?” sorusunu içeren bir halkoylaması daha yapacakmış ve sonuç “Hayır” olursa derhal istifa  edecekmiş.

Meksika’da “kurulu düzeni” temsil ettiği anlaşılan kıdemli , saygın bir diplomat, (Mayer-Serra, Financial Times, 30 Kasım)  Obrador’un halkoylaması yöntemini “demokratik kurumları dinamitleyeceği” gerekçesiyle ve sert bir üslupla lanetledi (Financial Times, 30 Kasım). 

Obrador, “piyasalar” tarafından Ekim’de bu marifetleri nedeniyle cezalandırıldı: Henwood’un. hisse senedi fiyatlarında belirlediği çöküntüye ilaveten Meksika peso’su son beş ayın en düşük değerine indi; tahvil faizleri ise son on yılın rekorunu kırdı.

“Piyasalar” temsilî demokrasiye karşı
Bolsonaro’yu ödüllendiren, Obrador’u cezalandıran piyasalarda  hangi tür metalar alınıp satılmaktadır? 

Yukarıda açıkladım: Bunlar, hisse senedi, tahvil ve döviz piyasalarıdır. Günümüzde, Brezilya’da, Meksika’da, (keza Türkiye’de de) iç ve dış tüm sermaye çevrelerine sınırsızca açık piyasalardır. İşlem gören (çoğu kez “kâğıttan”) varlıkların fiyatlarını topluca yukarı veya aşağı çeken hareketler de sermayenin kolektifiradesini yansıtır.

Ekim 2018’de Brezilya ve Meksika borsalarındaki hareketlerin, yeni  başkanların neo-liberalizme ilişkin tavırları ile bağlantılı olduğu anlaşılıyor. Neo-liberalizm, bence, “sermayenin dünya çapında ve sınırsız tahakkümünü hedefleyen program”dır. Solcu Obrador, finansal piyasaları ve neo-liberalizmi açıkça suçlamıştır. Faşist Bolsonaro ise büyük sermayeyi ihya etmeyi üstlenmiştir. 

Brezilyalı Pepe Escobar da faşist Bolsonaro’nun başkanlığını hazmedemiyor ve onun piyasalar tarafından coşkuyla ödüllendirmesini şöyle açıklıyor: “Faşizm neo-liberalizmin son aşamasıdır. Bir faşist ‘serbest piyasa gündemi’ni pazarlarsa tüm günahları affedilir.” (Defend Democracy Press, 4 Aralık).
Doğru bir teşhis yaptığını düşünüyorum. Neo-liberalizm, otuz küsur yıl boyunca “başka seçenek yok” sloganı ile pazarlandı; merkez sağ ve sol partiler tarafından da tümüyle benimsendi. Seçeneksizlik algılaması, neo-liberalizmin halk sınıfları tarafından da sineye çekilmesine yol açtı. Bu dönemde sermayenin kapsamlı programı ile temsilî demokrasi arasında ahenkli bir uyum gerçekleşti. 

2008 krizi sonrasında kapitalizmin ve neo-liberalizmin  çirkin yüzü açığa çıktı. Halk sınıfları da kendilerini “seçeneksizliğe” tutsak kılan politik cendereye karşı çıkmaya; sermayenin tahakkümünü sandıklarda reddetmeye başladı. Temsilî demokrasinin  uyumsuz, “aykırı” sonuçları da piyasalar tarafından “cezalandırıldı”.
Brezilya’da ne oldu? “Sivil bir darbe” sol seçeneği (favori aday olan Lula’yı) hapse yolladı; adaylığını önledi… Neo-liberalizmi sahiplenen “merkez-sağ” tarihe karışmıştı; bu işlevi faşist Bolsonaro üstlendi... Seçimi kazandı; piyasalar coştu.
Meksika’da ne oldu? Yolsuzluk, şiddet ve eşitsizlik,  sağ seçenekleri tümüyle tasfiye etmişti. Temsilî demokrasi neo-liberalizme karşı çıkan bir solcuyu (Obrador’u) iktidara getirdi. Aykırı söylem ve uygulamalarına karşı  “piyasalar” gecikmeden tepki gösterdi; Ekim sonunda da ilk “ders” verildi. Şimdi bu aşamadayız. 

Lopez Obrador’un solculuğu? 
Meksika burjuvazisi ve finans kapital, Lopez Obrador’un iktidara yürüyüşü önlenemez bir ivme kazanınca önlemleri almaya başlamıştı. 

Anlaşılan kritik hamleler, Obrador’un kabinesini oluşturma aşamasında yapılmıştır. Kabine başkanlığına saygın, varlıklı bir iş adamı, Alfonso Moro getirildi. Neo-liberalism açısından en kritik görev, maliye bakanlığıdır. Bu göreve getirilen Carlos Urzua, “sağduyuyu” temsil etmektedir. 

Urzua, Obrador’un Ekim’deki “münasebetsizlikleri”ni telâfi görevini üstlendi. İç ve dış finans çevreleriyle bir danışma (“barışma?”) toplantısı düzenleyeceğini açıkladı. Malî disipline ödünsüz öncelik verileceğini,  2019’da millî gelirin yüzde 1’i oranında faiz dışı fazla hedefleneceğini ısrarla vurguladı. 

Obrador’u seçimlerde desteklemiş olan İşçi Partisi, özel emeklilik sigortasını tasfiye etmeyi ve sosyal güvenlik sistemini  güçlendirmeyi savunmaktadır. Bu öneriyi bir halkoylamasına taşımayı tasarlıyor. Bireysel emeklilik sigortaları, Pinochet Şili’sinden  bu yana Latin Amerika neo-liberalizminin “gözde eseri”dir. Maliye Bakanı Urzua’nın bu “aykırı” halkoylaması önerisine tepkisi açık oldu: “Böyle bir öneriyi destekleyemeyiz; kesinlikle karşıyız…”

Latin Amerika solunu yakından izleyen Immanuel Wallerstein,   Temmuz’daki seçim  zaferinden sonra kaleme aldığı bir yazıda  Lopez Obrador’u tebrik etmişti. Daha sonra Meksika’daki gözlemlerini 15 Kasım’da yayımladı. Ona göre Latin Amerika’da solculuğun kritik ölçütü, dış politika ile ilgilidir ve teşhisi olumlu değildir: “Obrador, görünüşe göre açıkça anti-emperyalist değil, öncelikle milliyetçi bir politika izleyecektir.”

Wallerstein’in bu ayrımı önemlidir: Latin Amerika’da anti-emperyalizm, ABD hegemonyasına karşı, Chavez’in,  Morales’in, iktidar yıllarında Lula’nın ve karı-koca Kirchner’lerin oluşturduğu alternatif (ve ABD’nin dışlandığı) dayanışma örgütlenmeleri ile hayata geçirilmişti. Bu, salt “ülke çıkarları”  söylemi ile sınırlı bir milliyetçilikten farklıdır. 

Dolayısıyla Obrador, neo-liberalizm karşıtı slogan ve söylemlerine rağmen,    Wallerstein Hoca’nın “solculuk sınavı”ndan şimdilik geçer not almamıştır. 

Korkut Boratav / SOL

Tutamadınız ahtapotun kolunu, Ergenekon kaçtı - KEMAL OKUYAN

Bu ülkede askerler on yıl ara ile darbe yaptı, kontrgerilla cinayetlerine faili meçhul adı takıldı, CIA aklıyla katliamlar gerçekleşti, ve dahi CIA aklı olmadan da katliam yapılır hale gelindi, bütün bunlar halk uyanmasın, hakkını aramasın, sömürü ve talan üzerine kurulu bu düzen değişmesin diye yaşandı.

Sonra bir gün halk uyanmasın, hakkını aramasın, sömürü ve talan üzerine kurulu bu düzen değişmesin diye on yıllar boyu faaliyet gösterip çok kudretli başkentlerin teveccühünü kazanmış olan bir geleneğin içinden yeni bir parti çıktı. Bu parti daha yola çıkarken aynı kudretli başkentlerin kapısını bir kez daha çalıp icazet aldı, İstanbul sermayesine güven verdi. Gerisi “seçim sandığı”nın işiydi, kolaydı, çantada keklikti…

Böylece 2002 yılında AKP halk uyanmasın, hakkını aramasın, sömürü ve talan üzerine kurulu düzen değişmesin diye iktidar oldu. İktidarına özgürlük ve demokrasi şarkıları eşlik etti; İslamcılık suçlaması hikayeydi, Avrupa Birliği kapılarına dayanıyorduk, birinci sınıf bir demokrasiye sahip olacaktık. Erdoğan müjdeyi patlattıkça, halk uyanmasın, hakkını aramasın, sömürü ve talan üzerine kurulu düzen değişmesin isteyen liberaller ve onlara kanan omurgasız solcular hükümeti cesur olmaya çağırıyordu. 
Bir tür dik dur eğilme!

Erdoğan’ın cesareti her geçen gün arttı. İşte o geçen günlerden birinde gazeteler Ergenekon diye bir örgütü taşıdılar manşete. Çok fenaydı bu örgüt; Türkiye’de o ana kadarki tüm cinayetler, darbeler, katliamlar, komplolar, sabotajlar, yalan-dedikodu-iftira-eşek şakası, akla gelecek her tür musibet onun imzasını taşıyordu. 
Sayısız gazeteci, akademisyen, asker, bürokrat, siyasetçi, bilim insanı bu örgütün yöneticisi olarak ilan edildi. “Bir numara”ya bir türlü karar veremedikleri için Ergenekon’un liderinin kim olduğu tam anlaşılamadı, rivayet muhtelifti.

Bu ülkede askerler on yıl ara ile darbe yapmış, kontrgerilla cinayetlerine faili meçhul adı takılmış, CIA aklıyla katliamlar gerçekleşmiş ve dahi CIA aklı olmadan da katliam yapılır hale gelinmiş, bütün bunlar halk uyanmasın, hakkını aramasın, sömürü ve talan üzerine kurulu bu düzen değişmesin diye yaşanmıştı ama bütün bunlarla deşifre edilen “sözde örgüt” arasında bir alaka bulunmuyordu. 
Aynı çuvalın içine konanlar arasında halka karşı suç işlemiş kişiler olması bir anlam ifade etmezdi, siyasi iktidar yerli ve yabancı sermayenin desteğiyle devlet içindeki dengeleri değiştirmek, kendisi önünde engel gördüğü bazı unsurlardan kurtulmak için düpedüz tezgah kurmuştu.

Tezgah çalıştıkça halk uyanmasın, hakkını aramasın, sömürü ve talan üzerine kurulu düzen değişmesin isteyen liberaller ve onlara kanan omurgasız solcular hükümete “sonuna kadar git” çağrıları yapıyordu. 
Sonuna kadar git, yetmez ama evet!
Kararlı ol, irade göster:
“Ergenekon İddianamesi ahtapotun kollarından birini yakalamıştır. Ancak, diğer kollara ve gövdeye ulaşmakta kendini sınırlamış kaygısı uyandırmaktadır. Bu kaygı giderilmelidir. Örneğin askeri yargı, savcılığın gönderdiği belge ve bilgileri dikkate alarak yargılama sürecini işlettiği ve gereğini yerine getirdiği takdirde, Türkiye’yi kuşatan ve giderek derinleşen karanlığın aydınlanmasında önemli bir adım daha atılmış olacaktır. Ergenekon davasının, her türlü uzlaşmanın ötesinde toplumsal ve siyasal ufkumuzun aydınlanması davası haline gelebilmesi için siyasi irade şimdi her zamankinden daha gereklidir. Asker-sivil bütün kurum ve kuruluşlar da davanın karartılmaması ve mutlaka derinleştirilmesi için aynı kararlılığı göstermelidir. Bu davanın hayati önemine inanan bizler, hukuki / adli sürecin kamu vicdanını her yönden rahatlatacak şekilde, yargı bağımsızlığı çerçevesinde, adil ve titiz yargılama ilkelerine sonuna kadar uyularak sürdürülmesini diliyoruz.”
İmza…

Evet imzalar kondu bu acıklı metne, tarihe not düştüler, AKP Türkiyesi için çaput bağladılar.

Halk uyanmasın, hakkını aramasın, sömürü ve talan üzerine kurulu düzen değişmesin diye iktidar olan bir partinin halk uyanmasın, hakkını aramasın, sömürü ve talan üzerine kurulu düzen değişmesin diye darbe yapan, katliamlar düzenleyen, cinayet işleyen kurum ve kişileri tasfiye edeceğine inanmayan, hükümetin tezgahını boşa çıkarmaya çalışan bizlereyse o dönem takılan sıfat MGK’cılıktı. AKP’nin kuyruğunda bağırıp çağırıyorlardı: Pis ulusalcılar!

Sonuçta Ergenekon tezgahı işe yaradı, AKP hem devletteki dengeleri değiştirdi hem liberallerin aracılığıyla solun aklını büyük ölçüde ele geçirdi. Anayasa, manayasa, bir sürü yükten kurtulduktan sonra özgürlük ve demokrasi şarkıları duyulmaz oldu. Artık gün dombra ve mehter marşı günüydü.

Ve yıllar sonra yine bir savcı buyurdu: Ergenekon diye bir örgüt yoktu. 
Eeee ahtapotun kolu? 
O neydi?
Meğer o “saray”ın direğiymiş, 
“diktatör”ün asasıymış, 
OHAL’in L’siymiş…

Kemal Okuyan / SOL

M.KIRCI NOT:
Ergenekon Bildirisi imzacıları tam liste.

Abdi Özdiken (Bilişimci) - Abdullah Keskin (Sinemacı) - Adalet Dinamit (Yönetici) - Adnan Özyalçıner (Yazar) - Adnan Tonguç (Yazar) - Ahmet Aykaç (Prof. Dr.) - Ahmet Çakmak (Prof. Dr.) - Ahmet Dindar (Avukat) - Ahmet İnsel (Prof. Dr.) - Ahmet İsvan - Ahmet Kardam - Ahmet Telli (Yazar) - Ahmet Ümit (Yazar) - Akşin Somel (Prof. Dr.) - Ali Akay (Küratör) - Ali Deniz Ceylan (Avukat) - Ali Kerem Saysel (Akademisyen) - Ali Nesin (Prof. Dr.) - Ali Uçansu (Diş Hekimi) - Arif Ali Cangı (Avukat) - Aslı Erdoğan (Yazar) - Ayda Arel  (Prof. Dr.) - Aydın Cıngı - Aydın Engin (Gazeteci) - Ayetullah Sevgir - Ayhan Aktar (Prof. Dr.) - Ayhan Bilgen (Mazlum- Der) - Ayhan Çabuk (Van Baro Bşk.) - Ayhan Kaya (Akademisyen)- Ayhan Ongun (İSİDEF Gn. Sek.) - Ayla Gürsoy (Prof. Dr.) - Aylin Aslım (Müzisyen) - Ayşe Berktay (Çevirmen)- Ayşe Buğra (Prof. Dr.) - Ayşe Erzan (Prof. Dr.) - Ayşe Gül Altınay (Akademisyen) - Ayşe Hür (Tarihçi - Yazar) - Ayşe Kadıoğlu (Akademisyen) - Ayşe Soysal (Prof. Dr.) - Ayşegül Devecioğlu (Yazar) - Ayşegül Kaya (Avukat) - Ayşen Anadol (Çevirmen) - Bahri Bayram Belen (Avukat) - Barış Pirhasan (Yönetmen) - Baskın Oran (Prof. Dr.) - Bennu Yıldırımlar (Oyuncu) - Beral Madra (Küratör) - Beril Dedeoğlu (Prof. Dr.) - Betül Tanbay (Prof. Dr.)- Bircan Yorulmaz - Burhan Şenatalar (Prof. Dr.) - Bülent Arınlı (Belgesel yönetmeni) - Bülent Atamer (Kimya mühendisi) - Bülent Aydın (Gazeteci) - Bülent Erkmen (Tasarımcı) - Büşra Ersanlı (Prof. Dr.) - C. Murat Özgünay - Celal Yıldırım (Dişhekimleri Birliği Bşk) - Celalettin Can (78’liler Vakfı) - Cem Terzi (Prof. Dr.) - Cemal Polat (Sendikacı) - Cengiz Aktar (Akademisyen) - Cenk Soyer (Mühendis) - Cevdet Uçungan (Kars Baro Bşk.) - Cuma Boynukara (Tiyatro yazarı) - Cüneyt Ozansoy (Akademisyen) - Çağatay Anadol (Yayıncı) - Çiğdem Mater (Gazeteci) - Çiğdem Yalçın Pamukçu (İHOP) - Derya Sazak (Gazeteci) - Dilara Kahyaoğlu (Eğitimci, sanatçı) - Dilek Özcengiz (Prof.Dr.) - Doğu Ergil (Prof. Dr.) - Emel Ataktürk (Avukat) - Emine Uşaklıgil (Yönetici) - Emre Gönen (Akademisyen) - Enis Rıza (Belgesel yönetmeni) - Enver Sezgin  - Ercan Karakaş (SODEV)      - Erdağ Aksel (Akademisyen) - Erdal Karayazgan - Erdal Yavuz (Akademisyen) - Ergin Cinmen (Avukat) - Ergun Gümrah (Yönetici) - Erkan Şen - Erol Katırcıoğlu (Prof. Dr.) - Erol Kızılelma (SODEV) - Ersin Kalaycıoğlu (Prof. Dr.) - Ersin Salman (İletişimci) - Ertuğrul Cenk Gürcan (Akademisyen) - Ertuğrul Kürkçü (Yazar) - Esra Güçlüer - Esra Koç - Esra Mungan (Akademisyen) - Fahri Aral (Yayıncı) - Faruk Arhan (Gazeteci) - Fehim Caculi (Yönetici) - Feray Salman  (İHOP) - Ferdan Ergut (Akademisyen) - Ferhat Kentel (Akademisyen) - Ferhunde Özbay (Prof. Dr.)- Fethiye Çetin (Avukat) - Feza Kürkçüoğlu - Fikret Adaman (Prof. Dr.)- Fikret Adanır (Prof. Dr.) - Filiz Kardam  (Akademisyen) - Filiz Kutlar (Sanatçı) - Fuat Keyman (Prof. Dr.) - Füsun Çeliköz - Füsun Üstel (Prof. Dr.) - Gencay Gürsoy (Prof. Dr.) - Gonca T. Demir (Avukat) - Gül Efem (Akademisyen)- Gülay Günlük Şenesen (Prof. Dr.) - Gülay Toksöz (Prof. Dr.) - Gülen Aktaş (Prof. Dr.) - Gülseren Onanç (Kagider) - Günay G. Özdoğan (Prof. Dr.) - Gündüz Mutluay (Yayıncı) - Gürol Irzık (Prof. Dr.) - Hacer Ansal (Prof. Dr.) - Hakan Tahmaz - Haldun Sural (Akademisyen) - Hale Bolak Boratav (Akademisyen) - Halil Berktay (Prof. Dr.) - Halil Ergün (Sanatçı) - Haluk İnanıcı (Hukukçu)- Hasan Kuruyazıcı (Mimar) - Hasan Öztoprak (Yazar) - Hasan Yazıcı (Prof. Dr.) - Haydar Ergülen (Şair, yazar) - Huri Özdoğan (Prof. Dr.) - Hülya Gülbahar (Avukat) - Hürriyet Karadeniz - Hüseyin Çakır - Hüseyin Öntaş (Avukat) - Hüsnü Öndül (İHD Gn. Bşk) - Ilgın Su - Işıl Gürsoy Uyar - Işıl Kasapoğlu (Tiyatrocu) - Iştar Gözaydın (Akademisyen) - İbrahim Betil - İbrahim Kaboğlu (Prof. Dr.) - İhsan Çaralan (Gazeteci) - İlhan Tekeli (Prof. Dr.) - Jale Parla (Prof. Dr.) - Jülide Kural (Oyuncu) - Kadri Salaz (İşadamı) - Kemal Gökhan Gürses (Karikatürist) - Koray Çalışkan (Akademisyen) - Koray Doğan Urbarlı - Kuvvet Lordoğlu (Prof. Dr.) - Lale Mansur (Oyuncu) - Lale Tayla (Gazeteci) - Levent Korkut (ai Türkiye Başkanı) - Leyla İpekçi (Yazar) - M. Ali Özel (Siirt Baro Bşk.) - M. Zait Söylemez (Muş Baro Bşk.) - Macit Koper (Sanatçı) - Mahir Günşıray (Sanatçı) - Mahmut Güven (Mardin Baro Bşk.) - Mahmut Ortakaya  (Dr.) - Manuel Çıtak (Fotoğraf sanatçısı) - Markar Eseyan (Gazeteci) - Mebuse Tekay (Avukat) - Mehmet Ali Aslan (Avukat)- Mehmet Altan (Prof. Dr.) - Mehmet Dağ - Mehmet Demir (Gazeteci) - Mehmet Görgeç (Malatya Baro Bşk.) - Mehmet Güleryüz (Ressam) - Mehmet Karaca - Mehmet Salmanoğlu - Melek Göregenli (Prof. Dr.) - Melek Ulagay (Belgesel yönetmeni) - Meral Danış Bektaş (Avukat) - Meral Okay (Sanatçı) - Meral Tamer (Gazeteci) - Meryem Kavak (Avukat) - Mesut öztürk (Van eski Belediye Bşk.) - Mesut Yeğen (Akademisyen) - Meşher Yürek (Bitlis Baro Bşk.)- Mete Çubukçu (Gazeteci) - Mete Tuncay (Prof. Dr.) - Mithat Sancar (Prof. Dr.) - Muharrem Erbey (İHD Diyarbakır Bşk.) - Murat Aksoy (Gazeteci) - Murat Belge (Prof. Dr.) - Murat Çelikkan (Gazeteci) - Murat Morova (Ressam) - Murat Paker (Akademisyen) - Murathan Mungan (Yazar) - Müfit Erkarakaş (Yönetici) - Müge İplikçi (Yazar) - Müslüm C. Akalın (Urfa Baro Bşk.) - Nabi Yağcı - Nail Satlıgan (Akademisyen) - Nazan Aksoy (Prof. Dr.) - Necip Korkmaz (Hakkari Baro Bşk.) - Necmiye Alpay (Yazar) - Nedim Hazar (Yönetmen) - Nesrin Sungur (Prof. Dr.) - Neşe Erdilek (Sosyolog) - Nihal Saban (Prof. Dr) - Nil Mutluer (Akademisyen) - Nuray Uzunören (Prof. Dr.) - Nurcihan Hamişoğlu (HYD) - Nurdan Arca (Film yönetmeni) - Nurhan Yentürk (Prof. Dr.)- Nuri Ödemiş (Bilişim uzmanı) - Nurşirevan Elçi (Av. Şırnak Baro Bşk.) - Nüket Esen (Prof. Dr.)- Nükte Devrim Bouvard (Gazeteci) - Okan Akhan (Prof. Dr.) - Orhan Alkaya (Şair) - Osman Kavala - Osman Köker (Yazar) - Oya Baydar (Yazar) - Oya Köymen (Prof. Dr.) - Ozan Erözden (Akademisyen) - Öget Öktem Tanör (Prof. Dr.) - Ömer Faruk Gergerlioğlu (Mazlum- Der Gn. Bşk.) - Ömer Laçiner (Yazar) - Ömer Madra (Açık Radyo) - Ören Altmışyedioğlu (Avukat) - Özlem Dalkıran (HYD) - Özlem İşbilir (Editör) - Pelin Batu (Sanatçı) - Pınar Selek (Sosyolog) - Ragıp İncesağır (Sanatçı) - Raşit Tükel (Prof. Dr.)  - Rauf Kösemen (Tasarımcı) - Reşat Apak (Prof. Dr.) - Reşit Canbeyli (Prof. Dr.) - Rezzan Tuncay (Prof. Dr.) - Rıdvan Akar (Gazeteci) - Rojbin Tugan (Avukat) - Sami Evren (KESK Gn. Bşk) - Sedat Özevin (Batman Baro Bşk.) - Sefa Feza Arslan (Akademisyen) - Selim Badur (Prof. Dr.) - Selim Mahmutoğlu - Sema Kılıçer (HYD) - Semih Kaplanoğlu - Semra Somersan (Akademisyen)- Sennur Sezer (Şair) - Serap Aksoy (Sanatçı) - Serdar M. Degirmencioglu (Akademisyen)- Sermet Koç (Prof. Dr.) - Serra Yılmaz (Oyuncu, çevirmen) - Sezgin Tanrıkulu (Diyarbakır Baro Başkanı)- Sibel Irzık (Prof. Dr.) - Sinan Gökçen (Gazeteci) - Sungur Savran (Yazar) - Şaban Dayanan (İHD) - Şahika Yüksel (Prof. Dr.) - Şanar Yurdatapan (Müzisyen) - Şebnem İşigüzel (Yazar)- Şebnem Korur Fincancı (Prof. Dr.) - Şehbal Şenyurt (Belgesel yönetmeni) - Şevket Pamuk (Prof. Dr.) - Şeyhmus Diken (Yazar) - Tahsin Yeşildere (Prof. Dr.) - Tan Oral (Karikatürist) - Taner Akçam (Yazar) - Tanıl Bora (Yazar) - Tarhan Erdem (Yazar, araştırmacı) - Tarık Ziya Ekinci (Dr.) - Tatyos Bebek (Diş Hekimi) - Teoman Pamukçu (Akademisyen) - Timur Akçalı (Akademisyen) - Timur Demir (Ağrı Baro Bşk.) - Toktamış Ateş (Prof. Dr.) - Tuba Çandar (Yazar) - Tuğrul Eryılmaz (Gazeteci) - Turgut Tarhanlı (Prof. Dr.) - Tülay Ateş (Avukat) - Umur Coşkun (Yönetici) - Ümit Fırat (Yazar) - Ümit Kardaş (Avukat) - Ümit Kıvanç (Yazar) - Ümit Şenesen (Prof. Dr.) - Ünal Ünsal (Emekli Büyükelçi) - Vasıf Kortun (Sanatçı) - Vecdi Sayar (Gazeteci-Yazar) - Vedat Yılmaz (Dr.) - Veysel Eşsiz (Akademisyen) - Viki Çiprut (Gazeteci) - Yakın Ertürk (Prof. Dr.)- Yalçın Ergündoğan (Gazeteci) - Yaman Aksu (Yazar) - Yılmaz Ensaroğlu (Mazlum Der) - Yiğit Bener (Yazar) - Yusuf Alataş (IHD) - Yücel Sayman (Avukat) - Yüksel Selek - Zafer Kıraç - Zakarya Mildanoğlu  (Mimar) - Zeynep Ekener (HYD) - Zeynep Gambetti (Yazar).

Eğitim, din ve ahlak: Laik ahlak - ÜNAL ÖZMEN

Ahlak, gerek ortaya çıkışı gerekse insan/toplum ilişkisini düzenleyen ilkeler bütünü olması bakımından zaten laik bir kavramdır. Öyleyse laik olana “laik” demek abes olmalı. Ama değil; Tanrı’ya karşı yükümlülüğe dönüştürülen insani ilkelere “din ahlakı” deniyorsa, kavramı dinlerin elinden kurtarmaya çalışanların “laik ahlak” demesi kaçınılmazdır. 

Laik ahlak, ahlakın dini kullanımına karşılık olarak ortaya çıktı. Ahlaki bunalımdan çıkışı eğitimde görüp “laik ahlak”ı pedagojiye kazandıran ise Emile Durkheim’dir.

Öncülleri Spinoza ve Kant gibi ahlaki kuralların akla ve mantığa uygun ölçülebilir, denetlenebilir, yargılanabilir olması gerektiğini düşünen Durkheim, eğitimin diğer konuları gibi ahlakın da din karşısında rasyonelleşmesi gerektiğini düşünüyordu. Haklı çıktı; çünkü bunu başaran toplumlar, din ahlakının etkisinden kurtulamayan toplumlar kadar derin ahlaki kriz yaşamıyor.

Laik ahlak, tarihin süzgecinden geçmiş kolektif bir çabanın ürünü olduğu için rasyoneldir. Rasyonel olduğu için din ahlakının aksine her türlü eleştiriye açıktır. Eleştiriye açıklık ise kişide öz disiplin geliştirir ve kişiyi akıl dışı karar ve eylemlerden korur.

Pedagojinin amacının insan davranışlarını yönlendirmek olduğunu belirten Fransız düşünür Durkheim, Fransa Dreyfus Davası’yla çalkalandığı sırada “şu an için pedagog açısından ahlak eğitiminden daha önemli bir konu olamaz” demiştir. Durkheim, ahlak ilkelerinin aynı zamanda hukukun ilkeleri olduğunu düşünerek laik ahlak eğitiminin önemi üzerinde duruyordu.

Bugün Türkiye’de evrensel hukuk kuralları geçerli değil. Evrensel hukukun rüşvet, hırsızlık, görevi kötüye kullanma, adam kayırma saydığı eylemler din (İslam) ahlakı tarafından kolaylıkla aklanabiliyor. Örneğin, hak eden kişi yerine dayısının oğlunun kamu kurumuna müdür olmasını sağlayan AKP milletvekili Mehmet Metiner’in “biz inançlı insanlarız değil mi; cuma namazına gittiğimizde her hafta hutbede ne okunur, ‘akrabalarını koru kolla‘ der!” savunması din ahlakı tarafından tatmin edici bulundu. Keza İslamcı yönetimin mahkemelerinde görülen davaların hukuk dışılığı artık Dreyfus Davası’yla karşılaştırılmıyor. 

Laik ahlak, sadece laiklere değil, en çok da dindarlara gereklidir. Nitekim gerekli de oldu: Saadet Partisi, genel merkez olarak kullandığı binayı bir ay içinde tahliye edecek. İcra yoluyla tahliye talebinde bulunanlar, oğlu Fatih Erbakan başta olmak üzere Necmettin Erbakan’ın varisleriydi. Partinin mevcut genel başkanı Temel Karamollaoğlu, cemaatin bağışı, devletin ”yardımı” ile edinilmiş fakat partilerinin kapatılması ihtimaline karşı en güvenilir kişi olarak Necmettin Erbakan’ın üzerinde tutulan (Kayıp Trilyon Davsını anımsayın) mülklerin kişisel servete dönüşmesini ”Erbakan hocamız hayatta olsaydı (Fatih Erbakan’ı) falakaya yatırırdı” gibi ne bu dünyada ne öbür dünyada cezası olmayan naif bir beddua ile içine sindirmek zorunda kaldı. 

Çünkü partinin yöneticileri ve dindar seçmenler, laik hukuktan gizledikleri emanetlerine İslam ahlakından halel gelmeyeceğini düşünmüşlerdi. Ne yazık ki kanıtla karar veren hukuk varisleri haklı buldu, İslam ahlakına güvenen cemaat kaybeden taraf oldu! (Umarız bu olay, himmet hesabını güvenli sanıp elden ele, evden eve taşınan paraların izini sürmeyenlere ders olur.)

İslamcılar hukuku ortadan kaldırdı, insan ilişkilerini zedeledi. Şimdi kendi aralarındaki ilişkiyi zehirliyorlar. Bu durumda onarıma insandan başlamak gerekiyor. Bu nedenle pedagojinin yardımına ihtiyacımız var. (Bu da haftanın konusu olsun.)

Ünal Özmen / BİRGÜN

Anlayamazsınız! - BARIŞ İNCE

Kendi rakamlarınızla 2 buçuk milyon insanı sokaklara taşıyanın, kendi ettikleriniz olduğunu anlayamazsınız. Aklınız aslına rücu; kalbiniz kendine zor yeter. Para dışında bir motivasyon, iktidar hırsı dışında bir itici güç bilmediğiniz için onları tanıyamazsınız. Kimdir bu dışınızdaki âlemler, bu insanlar ne ister? Bilemezsiniz.


Zihninizdeki hurafelerden kurtulup hürlüğün tadını almamışsınız. İş ilişkilerinizi, kariyerinizi, şatafatlı koltuğunuzu kollamadan âşık olmamışsınız. Sabahın ilk ışığında durulmuş denize derin bir nefes alıp, iç huzuruyla bakmamışsınız.

Siz aslında olmamışsınız!

Herkes görmek istediğini görüyor hayatta. Yolda yürürken dilenenleri görmez, çile çekeni dost bilmezsiniz. Neşeden çok gam verene yaren demezsiniz, gülerken iyiydi de ağlayanı sevmezsiniz. Şatafat peşinde gidersiniz de zarafete prim vermez, gerçeğe düş dersiniz de düşleri gerçek etmezsiniz. Sevapları anlatıp durursunuz da günahlarınızı bir kenara not etmezsiniz. Sadece kendinizden bilirsiniz. Bu nasıl bir gözlüktür? Ki her manzara ufka gider de sizin gibiler döner yine aynadan kendisini görür.

Anlayamazsınız. Bu gidişi kendine yediremeyen insanları… Göremezsiniz ki halkınız geleceğinden umudunu kesmiş. İşitmezsiniz ki, vatanı gözünde tüteni başka memleketlerde bir yaşam düşlemiş. Belki en kötüsü ki ülkesiyle kurduğu sevgi ilişkisi kesilmiş. Bilmezsiniz ki insan, üzerine bir hayal inşa ettiğini sevmiş.

“Her şey bizim, tüm güç bizde” diye ekranlarda gevşeyen sırıtışların, devrilen çamların, kimi zaman sizi bile zora sokan itirafların sahipleri en büyük düşmanınız. Çünkü hepsi büyük bir rantın bölüşümünden duyduğu hevesle konuşuyor şimdi. Aynı ifadelerinden, benzer oturuşlarından, hızla sıralamaya çalıştıkları ezberlenmiş kelimelerden belli… Hepsi bir an evvel pastadan yeni bir dilim daha kapma hevesindeymiş gibi...

Çıkarınız için her türlü yalanı attınız da Aydın Kızılcaköy’de jandarmanın önüne oturmuş al yazmalı analardan, Cerattepe’de toprağına sahip çıkmak için bastonuyla şantiye aracı kovalayan babalardan da mı utanmadınız? Eşitlik fıtratınızda yok onu anladık da en cevvalinizden hızlı koşan kadınlardan da mı feyz almadınız. İşçi ailelerinin gözyaşından, tarikat yurtlarınızda yanan çocukların ahından da mı korkmadınız? 

Dönüşü olmayan bir yoldasınız, o yüzden sözlerimizi dikkate almayacaksınız. Ama müsterih olunuz. Aşağıladığınız bu insanlar, bu toplumu bir arada tutacak, sizler için de adil olacaktır. El ele tutuştuğumuz sokaklarımıza, nefes aldığımız parklarımıza, birbirinin derdine koştuğumuz komşuluklarımıza, tutsak ettiğiniz arkadaşlarımıza, anılarımıza, umutlarımıza yaptığınız ne varsa, hesabını sorarken dahi önce adaleti öne çıkaracağımızdan emin olunuz.

O zaman anlarsınız.

Barış İnce / BİRGÜN

Üzgünüm ama maalesef böyle - ALİ SİRMEN

Cumhuriyet’te bir zamanlar İlhan Abi’nin yazdığı, o keskin gözlem gücüyle görünenin ardında zaman zaman gizlenen gerçeği kulağından tuttuğu gibi önümüze koyduğu “Olayların Ardındaki Gerçek” sütunundan, olaylara dikkatle bakıp, aceleye getirmeden iyi okumayı öğrendim.
 
17 Kasım günü Ümit Aslanbay ve Sayın Zeynep Boratav ile birlikte gittiğimiz İstanbul Kitap Fuarı’nda geçirdiğim dört saatlik sürede, olayların ardındaki gerçeği keskin bakışıyla yakalayan İlhan Abi’yi bir kez daha andım.

***
Beylikdüzü’nde devasa fuar binasına yaklaşırken hayretler içinde kaldık. Giriş kapısına giden yaya üstgeçidi, tıklım tıklım doluydu, insanlar zorlukla gıdım gıdım ilerleyebiliyorlardı. Hani bir ara kalabalıktan üstgeçit çöker mi diye korkmadık değil. 

İlk tepkim sevinmek oldu. Kitap okumadığı için üzüldüğümüz gençlik, kitap fuarına akın akın gelmişti. Demek ki umutsuzluğa kapılmanın bir gereği yoktu. Sonra “Acele etme!” dedim kendi kendime, “Dur bakalım, öyle mi?” 

Nitekim imza için içeride geçirdiğimiz, İmge Yayınevi’nin yanı sıra Cumhuriyet standını da ziyaret ettiğimiz süreden sonra olayın öyle olmadığını anladım.
 
Önceki gün de yayıncı Özge Hanım’ın, bu konudaki izlenimlerini içeren bir ileti geçti elime. Yayıncı arkadaşlarımızın, dostlarımın ve benim gözlemlerimle aynı doğrultuda olan iletiyi paylaşıyorum: 
“İzninizle on günlük fuar deneyimime dayanarak birkaç şey paylaşayım. Üniversite öğrencileri, öğretmenler kurgu ile kurgu dışı arasındaki ayırımı bilmiyor. Kitap önerisi istediğinde, ‘Kurgu mu kurgu dışı mı?’ diye sorunca ‘Akıcı olsun!’ diye cevap veriyor. Parayı suratımıza fırlatan, bizi harita zanneden, elindeki son model iphone’dan ne yayınevi ne stant bilgisi almayı beceren, adres isteyen, ayraç isteyen, poşet isteyen, beş liraya kitap isteyen, ‘hayatını değiştirecek kitap’, ‘aşk romanı’ isteyen insanlarla on gün geçirdik. 
Mesela gelip ‘Olası’ soruyor, ‘Biz basmıyoruz’ deyince kızıyor, o kadar önemli de niye bizde yok diye. Yayıncısını söylüyoruz, ‘Karşıdaki stantta yok mudur yav yoruldum’ diyor.Yine bir o kadar insan tüm kitapların aynı fiyatta olabileceğini düşünüyor. Lise öğrencisi olup, hayatında hiç kitap okumadığını kıkırdayarak söyleyenler cabası. Yayınevi çalışanlarına stanttaki 600 kitabı tek tek anlattırmaya kalkan, arka kapak dahi okuyamayan, yaş ortalaması 15-35 arası değişen katılımcıların neredeyse yüzde yetmişi, kitapçı ile yayınevi farkını bilmiyor.

***

Öncelikle müsterih olun! Yeni nesil kitap falan okumuyor. Katılım rakamları, veriler sizi yanıltmasın! Kentin site ve AVM’den oluşan kısmında yaşayan insanlar için bir sosyalleşme fırsatı fuar, katılım yoğunluğunun nedeni bu. Standa 50 ve üzeri yaş grubundan insanlar geldiğinde gözümüz parlıyordu sevinçten. Merhaba deyince kolay gelsin diyen, teşekkür eden, yazar ve kitap bilen, hatta kitap eklerinden kupür kesip getiren o insanlar olmasa dayanamazdık. Böyle saygısız, böyle boş ve ne hikmetse bir o kadar özgüvenli bu güruh hepimizi yıprattı. Ülkedeki insan kumaşının ne denli bozulduğunu böyle apaçık görmek epey ağır geldi. Benim beşinci senem, fuarda böyle bir şey görmedim. 

Konuştuğum her yayıncı da aşağı yukarı benzer şeyler söylüyor. Velhasıl özgüvenini, yaratıcılığını övdüğünüz, internet sayesinde sınır tanımadığını düşündüğünüz yeni nesil ile ileride hepinize kolaylıklar dilerim.
 
Kolay olmayacak çünkü...” 
Öykü Hanım haklı. Üzgünüm, ama maalesef gerçek bu!

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Derin devlet kimmiş? - ARSLAN BULUT

Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanlığı yapmış, emekli Orgeneral İsmail Hakkı Pekin, Türkiye'nin asıl sorununu canlı yayında açıkladı: "Türkiye'de bir derin devlet vardır ama bu Amerikan derin devletinin uzantılarıdır. Millî bir derin devlet yoktur. Derin millet vardır. Türkiye'nin millî bir derin devleti olsaydı, 1970-1980 arasındaki olayları, 12 Eylül'ü ve diğer müdahaleleri ve 15 Temmuz'u yaşamazdık"

Habertürk'teki "Türkiye'nin Nabzı" programında Didem Arslan Yılmaz'ın sorularını cevaplandıran Pekin'in değerlendirmelerinden bazıları şöyle:
"Türkiye'de silâhlı kuvvetler veya askerî öğrenciler içinden seçilen gençlere Seferberlik Tetkik Kurulu ve sonra da Özel Harp Dairesi'nde görev verilirdi. Bunların kim olduğunu sadece MİT bilirdi. MİT ise zaten CIA ile Ankara'da aynı binada altlı üstlü çalışırdı. Maaşlarını ABD verirdi.

Bu kadrolar içinden devşirilen insanları sonra ABD ve İngiliz istihbaratı Türkiye aleyhine kullandı. Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu gibi kamuoyunu uyarmaya çalışan değerlerin ortadan kaldırılmasında bu yapının rolü vardır. Türkiye 12 Eylül'e bu kadrolar tarafından sürüklenmiştir.

Fetullah Gülen, Mehmet Şevket Eygi gibi isimler 1959'da bu yapı içinde görevlendirildi. Görevleri, Yeşil Kuşak projesi çerçevesinde komünizmle mücadele faaliyetleriydi. 12 Eylül'den sonra yakalanan Fetullah Gülen'in serbest bırakılması için Genelkurmay Başkanı aradı ve serbest bırakıldı.
Bu tür insanların bir kısmı CIA tarafından devşirildi ve şimdi FETÖ dediğimiz istihbarat örgütü kuruldu."
                                                                                           ***

Biz devletin ele geçirilmiş olduğunu son 20 yıldır defalarca gündeme getirdik ama gerçekleri komplo teorisi diye gösteren gazeteciler de bu yapının elemanıydı...
Devletin omurgası ele geçirilmişse, siyasi yapı bu işin dışında tutulabilir miydi? Siyaset de ele geçirilmiş olduğu için Türkiye 1952'den beri savrulmaktadır.
Biz bu konuyu yakın tarihte şöyle yansıtmıştık:
FETÖ'nün darbe girişimi ile ilgili değerlendirmelerin hiçbiri meselenin esasına girmiyor. Bir defa 1960 darbesinden itibaren Türkiye Cumhuriyeti Devleti içinde ağını kurmuş bir örgütten, Cumhurbaşkanlarının, Başbakanların, Genelkurmay Başkanlarının ve MİT Müsteşarlarının haberdar olmaması mümkün değildir! Soru şudur: Devlet bunu neden yaptı? Bülent Ecevit, ilk başbakanlığı sırasında, "kontrgerilla"nın varlığından tesadüfen haberi olduğunu söylemişti. Özel Harp Dairesi Başkanı Sabri Yirmibeşoğlu ise kendisine teminat vermiş, devletin siyasi partiler içinde de örgütlenme yaptığını, hatta çeşitli partilerden birçok milletvekilinin bu yapının üyesi olduğunu söylemişti.

Fetullah Gülen ve Müslüm Gündüz ise daha askerlik çağında iken 1960-61'de keşfedildiler. İskenderun'da birlikte askerlik yaparken, eğitime alındılar. Fetullah Gülen, askerlikten sonra da kendisi gibi bir "görevli" olan ve tahsili yeterli olmadığı halde Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı'na getirilen Yaşar Tunagür'ün açtığı yolda ilerledi. Türk Cumhuriyetleri'nde okullar açmak için ilgili ülkelerin devlet başkanlarına tavsiye mektuplarını Turgut Özal ve Süleyman Demirel yazdı. Abdullah Gül de Dışişleri teşkilâtına cemaate yardımcı olmaları için talimat verdi. Devleti yönetenler, bu işleri, kendi akıllarıyla yapmadı. Devleti yönetenler, NATO'nun Gladio yapısı ile birlikte Türkiye'nin bütün istihbaratını avucunun içine almış olan ABD'nin taleplerini yerine getirdi! Devlet, Abdullah Öcalan'ı nasıl kontrolden kaçırıp Türkiye'nin başına belâ ettiyse Fetullah Gülen'in de aynı şekilde bir bumerang gibi dönüp devleti vurmasına yol açtı!

                                                              ***
Türkiye'nin, kuruluş ilkelerine sarılmaktan başka çaresi yoktur ama şimdiki yapılanma da FETÖ artıkları ve federasyonculardan oluşturuldu. Bu da bir Amerikan-İngiliz ortak yapımıdır. Görevleri, Türk egemenliğini yıkmak ve Orta Doğu Birleşik Devletleri'ne zemin hazırlamaktır!

Çözüm milletin beynindedir, başka yerde değil...


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

6 Aralık 2018 Perşembe

Fethullahçı zihniyet hâlâ yönetiyor - Barış Terkoğlu

Gaipten haber veremem. Ama siz bu yazıyı okurken, muhtemelen her sabah olduğu gibi, bir yerlerde FETÖ operasyonu oluyordur. Gözaltına alınanlar asker, polis ya da öğretmen olabilir. Savcı ya da hâkim ihtimali ise düşük görünüyor. 

Neden mi? 

Örgütün en çok yuvalandığı yer olan yargı, kendi içindeki “arınma”yı çoktan bitirmiş görünüyor da ondan. “Eğitmenleri kim eğitecek” derler ya, şimdi “Yargılayanları kim yargılayacak” diye soruyoruz. 

Nereden bu noktaya geldim?
 
Gazeteci Saygı Öztürk’ün 21. kitabı “Hayalet İmam”ı okudum. İnsan hafızası unutmakla arızalıymış sahiden. Kimi hatırlayamadığım kimi yeni öğrendiğim Adil Öksüz gerçekleriyle karşılaştım.
 
Darbe gecesinin sabahında Akıncı Üssü civarına arsa bakmaya geldiğine “birilerini” inandıran, 15 Temmuz’un beyinlerinden Adil Öksüz’ün hâlâ ortada olmadığını biliyorsunuz. Ama Türk Hava Kuvvetleri logolu saatinin tutanaklardan nasıl kaçırıldığını unuttunuz. 

Öksüz’ün karakolda tuvalete sakladığı cihazın haberini okudunuz. Ancak bu bahaneyle Ankara Emniyeti’ne giden araçtan indirildiğini ve kurtulduğunu bilmiyordunuz. 

FETÖ Çatı İddianamesi’ne de tanık ifadelerine de darbeden çok önce Öksüz’ün adının girdiğini ve buna rağmen yakalama kararı alınmadığını görüyorsunuz. Meğer darbeden sonra karakolda da herkes Öksüz’ün “mahrem imam” olduğunun farkındaymış. 

Öksüz gözaltına alındıktan sonra karakola giden Başbakanlık Müşaviri’nin “kahramanlığını” röportajlarda okudunuz. Aynı müşavirin Gülen’in çağrısının ardından Bank Asya’ya yaklaşık 22 bin lira para yatırdığı belki de gözünüzden kaçtı. 

Adil Öksüz için sevk listesinde yanlışlıkla “askeri personel” yazması dikkatinizi çekmiş olabilir. Ama o karakolda kısa dönem askerlik yapan öğretmen İbrahim Hançer’in “2 sivil darbeci resmi polis aracıyla Ankara merkeze götürüldü, Adil Öksüz ise bunlardan kasıtlı olarak ayrılarak gönderilmedi” ifadesinden belki haberdar değilsiniz. 

Benim kitapta asıl dikkatimi çeken ise başka...

Öksüz savcısı görevi bıraktı 
Adil Öksüz’ü 18 Temmuz sabahı ifadesini aldıktan sonra tutuklamaya sevk eden savcı Cihan Ergün’dü. Aptes almak için odasından çıkarken telefonu çaldı. Gerisini kitaptan aktaralım: 
Arayan hâkim Köksal Çelik’ti. Aralarında şu konuşma geçti: 
- Savcı bey, Adil Öksüz’ü tutuklanması istemiyle göndermişsin. Bu sivil. Bunu nasıl tutacağız? Delil yok. 
- Hâkim bey, bunlar darbeci, ona göre davranın. Talebim tutuklanması yönünde.” 

Karardan önce savcı ile hâkimin konuşması yargı teamüllerine aykırı. Ancak bu ilkeyi delen hâkim Köksal Çelik, Öksüz’ü o gün serbest bıraktı. Karara hayret eden savcı Ergün, itiraz ederek tutuklama talebinde bulundu. Bu kez hâkim Çetin Sönmez talebi reddetti. Saygı Öztürk’ün kitabından savcı Ergün’ün mücadelesinin sürdüğünü, Öksüz’ün üniversitedeki odasını dahi bastırdığını anlıyoruz. 

Gelelim daha ilginç ayrıntıya... 
Öksüz’ü serbest bırakan ilk hâkim Köksal Çelik, “memuriyet itibarını bozduğu” gerekçesiyle hâkimlikten atıldı. Adil Öksüz’ü kurtaran ikinci kararı veren ise 8 yıl 9 ay hapis cezası aldı. 

Peki ısrarla “Öksüz tutuklansın” diyen savcı Cihan Ergün? 
Hayalet İmam” kitabından aktaralım: 
“Savcı Cihan Ergün, Sincan Batı Adliyesi Savcılığı’ndan sonra Kırıkkale Cumhuriyet Savcılığı’na gönderilmişti. ‘Fethullahçılarla mücadele ettiğim için son 10 yılda 10 kez yerimi değiştirdiler’ diye isyan ediyordu. 25 Ekim 2018 tarihinde emeklilik dilekçesini verdi.” 

Dilekçesinin imzası kurumamış savcı Ergün, Saygı Öztürk’e “Dün FETÖ’cü olanların, kendilerine karşı olanları FETÖ’cülükle suçladıklarını” söylüyor, “Dünün Fethullahçılarının bugün neler yaptığına ve nerelerde olduğuna dikkat edilmeli” ifadelerini kullanıyordu.

Zihniyet hâlâ işbaşında 
Cihan Ergün; 2014 yılında HSYK’ye “Ne Fethullahçılar ne de Yargıda Birlik Platformu” diyerek aday olan, dini konulara vâkıf, 5 yıl önce “Yargıda isim isim bildiğim 4 bin 600 civarında Fethullahçı savcı, hâkim var. Yetki versinler,bunları bir gecede temizlerim” diyen bir savcı. 

O yıllarda hükümete yakın medyada FETÖ karşıtı açıklamalarıyla yer bulurken, bugün gelinen noktaya isyan edip görevi bırakması tek satır haber olmadı. 

Ayrıntıları konuşmak için savcı Cihan Ergün’ü aradım. 
Yerinin değiştirilmesinden” bahsettiğimde “sürgün edildiği”ni söyleyerek düzeltti. “Gelinen nokta”yı sorduğumda “Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devleti olma azim ve kararlılığında mıdır, değil midir? Dinli ya da dinsiz, devlete saldıran bütün terör örgütlerini bitirmek azim ve kararlılığında mıdır, değil midir?” sorusuyla yanıtladı. 

FETÖ’nün kendisini sürekli sürgün ettiğini söyleyen Ergün, şu çarpıcı ifadelerle devam etti: “Beni sürgün eden zihniyet hâlâ işin başında.” 

Ergün’ün bir de uyarısı vardı: “Ülkeyi yönetenler gaflet ve delalet içinde olmasınlar.” 
Kızgın mısınız?” dediğimde şöyle cevapladı: 
Kimseye bir tepkim yok. Özgürce konuşup bağlarımdan kurtulmak için ayrıldım. Zaten darbeden bir ay sonra emeklilik sürem dolmuştu. Çalışacak kimse yok’ dendiği için devam ettim.” 
Asıl çarpıcı sözleri ise şöyleydi: 
“Fethullahçı zihniyet hâlâ yönetiyor. Bunlar bukalemun gibi her yere girer.” 
Öksüz’ü serbest bırakan hâkimle karardan önceki konuşmasını hatırlattığımda şöyle yanıtladı: 
Bir hâkim savcıyı ya da savcı hâkimi, tutuklanmaya gönderilen adam için aramaz.  Böyle bir usul yok. ‘20 yıllık hâkimsiniz bu yanlış, hele ben hiç aranmam’ dedim.” 

Adil Öksüz konusunda acaba kendisinin eksik bıraktığı bir yer var mıydı? Ergün’den dinleyelim: 
“Savcının yetkisi belli. Ya tutuklamaya sevk ederim ya serbest bırakırım. Benim tutuklama yetkim yok. O yetki hâkimde. İstediği gibi kullanır. Gitsinler hesabı ona sorsunlar.” 

Devlet kurumlarının ihmali mi vardı? Savcı Cihan Ergün’e göre cevabı var: 
“Tabii ki! Yasanın bana verdiği yetkinin tüm sınırlarını zorlayarak ben tutuklamaya gönderdim. Tutaydınız. Ya da kaçtıktan sonra dahi ülke sınırları içerisinde devletin bulup tutması gerekiyor. Kolluğunuz var, jandarmanız var,polisiniz var, istihbaratınız var. Velev ki bırakıldı. İki gün içinde ensesine binmeniz gerekirdi. Vaziyet böyle.” 

Peki şimdi ne yapacak? Cihan Ergün hazırlanıyor: 
Artık özgürce konuşabileceğim. Ben memnunum. Çoktandır ayrılmak istiyordum.  Hatıralarımı yazacağım.” 

Cihan Ergün’e kitabı sormak için açtığım telefonu daha büyük sorularla kapattım. 
Konu ıvır zıvır olduğunda “FETÖ ile mücadele şampiyonu” kesilenler, Adil Öksüz’ü tutuklamak için çırpınan bir savcının isyanını ve nihayetinde cüppesini çıkarmasını neden görmez?

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET