13 Aralık 2018 Perşembe

Cellatları fırlatacak cehennem - İBRAHİM VARLI

1857’de Belçika Krallığı’nın başkenti Brüksel’de toplanan Birinci İyilikseverler Kongresi’nde, Lille yakınlarındaki Marquette’in en zengin yapımevi sahiplerinden Bay Scrive, Kongre üyelerinin coşkulu alkışları arasında, yerine getirilmiş bir ödevin soylu sevinci içinde şunları anlatıyordu: “Çocuklar için birtakım eğlence olanakları sağladık. Çalışırken şarkı söylemesini, yine çalışırken sayı saymasını öğretiyoruz onlara. Eğlendiriyor bu onları ve geçimlerini sağlamak için gerekli olan on iki saatlik çalışmayı cesaretle kabul ediyorlar.”

On iki saat çalışma, hem de ne çalışma. 12 yaşında olmayan çocuklara kabul ettirilen… Altı ile sekiz yaşında çocuklara pamuk ipliği işliklerinde hunharca dayatılan, her tanrının günü çektirilen sonu gelmez işkencedir esasında bunlar.

Ancak ne gam. İyiliksever kapitalistlerimiz ölesiye çalıştırdıkları, insanlık dışı muameleye tabi tuttukları çocuklara sayı saymasını öğretmekle, şarkı söylemekle övünüyorlar.

Vahşi kapitalizmin hüküm sürdüğü dönemler.

YÜZYILDIR DEĞİŞMEYEN SÖMÜRÜ 
Üstelik sadece çocuklar değil gebe kadınlar, çocuk emziren kadınlar da bu halleriyle madenlerde, fabrikalarda ölümüne çalıştırılıyordu. İnsanlıktan çıkarılmış bu insanlara dinlenme hakkı çok görülüyordu.

Üretici tüccarların, kumaşçılarında, fabrika müdürlerinin ailelerindeki çocukların yarısı 21 yaşına basarken dokumacı ve pamuk iplikçisi ailelerin aynı çağdaki çocuklarının yarısı onlardan 2 yıl önce ölüyorlardı.

“Materyalistler, bu Hıristiyan’ı, bu insanseverleri, bu çocuk cellatlarını fırlatacak bir cehennem olmadığına hayıflanacaklardır hep” diye yazacaktır Komünist Manifesto’dan sonra tarihin en çok satılan kitapların başında gelen “Tembellik Hakkı”nda Paul Lafargue. Lafargue, Marx’ın damadıdır. Fransa’yı sosyalist düşünce ile tanıştıran düşünürlerden aynı zamanda.

Lafargue’in isyanına yol açan koşulların üzerinden koca bir yüzyıl geçti. Adaletsiz gelir dağılımı, emek sömürüsü, çocuk işçiliği, çalınan zamanlar… Değişen çokça da bir şey yok. Neoliberal sömürü düzeni bugün de yüz yıl öncesinin koşullarında benzer şartlar altında karın tokluğuna çalıştırmaya, sömürmeye devam ediyor.

BALDIRI ÇIPLAKLAR BAŞKALDIRIYOR
Yoksulluğun derinleşerek yaygınlaştığı, çalışanların dahi yoksulluk sınırının altına düştüğü, dilencileştirildiği sistemin yarattığı sosyal eşitsizliği, adaletsizliği dünyanın dört bir tarafında görüyoruz.

Avrupa’nın dört bir tarafında adaletsizliğe, yoksulluğa, karşı isyan var. Fransa’da Sarı Yelekliler’in fitilini ateşlediği eylemler, dalga dalga kıtanın dört bir tarafında yankı buluyor. Almanya’da, Belçika’da, Hollanda’da, Bulgaristan’da, Ürdün’de, Tunus’ta, El Salvador’da, Bangladeş’te “baldırı çıplaklar” sokaklara dökülüyor.

Neoliberal küreselleşme bireyler, sınıflar ve ülkeler arasındaki eşitsizlikler giderek artırdı ve de derinleştirdi. Bu sürecin bir sonucu olarak belirsizlik ve güvencesizlik toplumsal yaşamın olağan parçaları haline geldi.

BİR HEYULA DOLAŞIYOR
2008’de başlayan neoliberal krizin sarsıntıları sürüyor. Kapitalizm, 1929 Buhranı’ndan bu yanaki en büyük krizinin içinde debeleniyor. Krizin tüm yükü emekçilerin, çalışanların sırtına yüklenmek isteniyor.

Kapitalizmin yapısal krizine karşı yer kürenin dört bir köşesinde yaşananlar “yönetenlerin eskisi gibi yönetemediğini” “yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediğini” gösteriyor.

Yeni tür bir toplumsal hareketler döneminin işaretleri okunuyor. Sola düşen bu hareketlere kıyıdan bakmak değil, bizatihi öncüsü olmaktır. Evet, dünya egemenlerinin başında bir heyula dolaşıyor. Belki bu kış komünizm gelmeyecek ama, yaklaşıyor yaklaşmakta olan…

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Tehlikenin farkında mısınız? - Barış Terkoğlu

Farkında mısınız? 
Fethullah Gülen’i 2008’de beraat ettiren kararı verenler, İlhan Cihaner’e kurulan kumpasta ise FETÖ’nün tezlerini destekleyenler bugün yargının tepesinde. 


Farkında mısınız? 
FETÖ İmamı Suat Yıldırım’ın çalışma arkadaşı, örgütün derneği KADİP’in Yönetim Kurulu Üyesi, Abant Toplantıları’nın katılımcısı, Dinlerarası Diyalog çalışmaları için Vatikan’a yol yapan Ali Erbaş bugün Diyanet’i yönetiyor. 


Farkında mısınız? 
Erdoğan’ın tehdit edildiği toplantıda en önde oturan, Bilal Erdoğan’ın ortağı Mehmet Gür TUSKON davasında ifadeye bile çağrılmadı. Bilal Erdoğan’ın Akıncı Üssü davasına Adil Öksüz ile ABD’ye gidip gelenler arasında görünen ortağına da bugüne kadar soru soran olmadı.


Farkında mısınız?
Zaman gazetesi hisselerinin 2014 yılındaki sahibi, sık sık Pensilvanya’da  “arınan”  Fettah Tamince, soruşturmalardan Cumhurbaşkanı avukatlarının “başarılı” savunması sayesinde kurtuldu. 


Farkında mısınız? 
15 Temmuz darbesinin beyni Adil Öksüz, kolunda Hava Kuvvetleri armalı saatle gözaltına alındı. Emniyet’e sorguya ısrarla götürülmedi. Savcının 2 kez tutuklama istemesine rağmen “tarla bakmaya geldi” diye serbest bırakıldı. “Pes” eden savcı “Fethullahçı zihniyet hâlâ yönetiyor” diyerek görevini bıraktı. 


Farkında mısınız? 
Bazı davalara “para iddiaları” karıştı. Kimi savcılar görevden alındı. Polis, hapisteki FETÖ sanıklarından ifade bile aldı. Geçen hafta İstanbul’daki bir savcı, mal varlığındaki 660 bin TL açıklanamayan artış nedeniyle görevden alındı. 


Farkında mısınız?
AKP İzmir İl Binası’nın 15 Temmuz’da bile mal sahibi, Işık Sigorta’nın da Gediz Üniversitesi’nin de kurucusu Ahmet Küçükbay tutuklandıktan sonra, en bilinen markasına AKP’ye yakın Mustafa Latif Topbaş ortak oldu. Küçükbay’dan istenen bir dizi paradan sonra yandaş medyada aleyhindeki haberler durduruldu. Etkin pişmanlıkla tahliye edildi. Kaynağı örgüt olanlar hariç, serveti iade edildi. 


Farkında mısınız? 
FETÖ’de ilk akla gelen “çatı davası”nda 72 sanıktan sadece 7’si tutuklu. Kalanlar nerede? 65’i de firarda. Haklarında yakalama kararı çıkmadan isimlerini yandaş medyada çarşaf çarşaf yayımlatanlar, yurtdışına çıkışlarını da izledi. 


Farkında mısınız? 
Bank Asya’ya para yatırma suç delili sayılırken bankanın sahipleri hakkındaki iddianame yeni çıktı. Farkında mısınız? 15 Temmuz’a kadar FETÖ’nün yayın organlarında nutuk atan, “Ben Hizmet hareketini bir terör örgütü olarak görmüyorum” diyen parti lideri AKP listelerinden milletvekili oldu. Partisi Cumhur İttifakı’na katıldı. 


Farkında mısınız? 
Kot markasıyla ünlü TUSKON yöneticisi işadamı, adliyeden “İfademi verdim ve aynı gün işimin başına döndüm” diyerek çıktı. Davaya giren MASAK raporu ise Bank Asya’ya yatırdıklarının, FETÖ kurumlarına darbeye kadar aktardıklarının listesini veriyordu. Zaten koca TUSKON dosyasında bugün hapiste 10 kişi var. Tabii ki kalanlar aramızdalar!      


Farkında mısınız? 
Fethullah Gülen’le sevgi dolu fotoğrafları ortaya çıkan Nurettin Nebati, Berat Albayrak’ın yardımcısı oldu. “Nasıl oldu” diye soran Nurettin Veren gazetesinden kovuldu. 


Farkında mısınız? 
“FETÖ ile nasıl mücadele edilmeli” raporu yazan Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’ndaki daire başkanının telefonundan ByLock çıktı. 


Farkında mısınız? 
Türkiye’de birileri “evlerinden İncil çıktı” haberleri yapıyor. Yurtdışındaki Fethullahçılar bunları kendini haklı göstermek için kullanıyor. Türkiye’deki saçmalıklar FETÖ tanıtımına malzeme oluyor. 


Farkında mısınız? 
Adalet Bakanı, birkaç gün önce yurtdışında FETÖ ile mücadelenin kaybedildiğini adeta itiraf etti. 


Farkında mısınız? 
Yargı imamları yakalanıp ceza bile alsa onlarla irtibatı ortaya çıkan bazı hâkim ve savcılara kimse soru sormuyor. 


Farkında mısınız? 
FETÖ’nün diğer tarikatlara sızarak yoluna devam ettiğini yazan Emniyet’in mahrem yapılanma raporu sumen altı ediliyor. 


Farkında mısınız? 
Medyada dün en ateşli Fethullah propagandası yapanlarla, bugün herkesi FETÖ’cü ilan ederek tutuklama listesi açıklayanlar aynı kişiler. 


Farkında mısınız? 
“Herkes” FETÖ’cü olursa aslında “kimse” FETÖ’cü olmaz. Bu sıralar “herkes FETÖ’cü” ile “kimse FETÖ’cü değil” arasında dikkat çeken uyum var. 


Farkında mısınız? 
15 Temmuz şehit yakınları ve gazileri darbeden sonra yaşananlara isyan ederek küsüyor. 


Farkında mısınız?
Hem Pensilvanya’da hem Ankara’da birileri “FETÖ ile çözüm süreci”ni fısıldıyor. “FETÖ ile mücadele”deki tesadüf sayılamayacak gidiş, Türkiye’yi ancak af ile sıyrılabileceği bir enkaza götürüyor. 



Farkında mısınız? 
Bütün bunlar olurken Necati Doğru’ya ve Emin Çölaşan’a FETÖ davası açılıyor.

Tehlikenin farkında mısınız?

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Küresel ısınma tehdidi - Erinç Yeldan

Küresel ısınma ve iklim değişikliği tehditlerine karşı uluslararası düzeyde en önemli birlikteliklerden birisi olan Taraflar Toplantısı 24. kez Katoviçe’de toplandı. İlk haftanın sonunda dünya çevre hareketi, Uluslararası Enerji Ajansı’nın yeni öngörüleriyle sarsıldı: Küresel karbon emisyonları yıllık artış hızı 2017’deki yüzde 1.7’lik toplam artıştan sonra daha da hızlanmış ve 2018’de yüzde 2.7’ye sıçramıştı. Oysa 2014-2016 arası küresel emisyonlar toplamı neredeyse sabit düzeyde kalmış; bu da 2015 Paris Toplantısı’nda verilen “sözlerin” yerine getirilmekte olduğu ve küresel ısınmanın durdurulabileceği güvenini yaratmıştı. 

Yeni yayımlanan veriler bu umutların, küresel kapitalizmin gerçekleriyle bağdaşmadığını vurgular nitelikte.
***
Sanayi devriminden bu yana fosil yakıtların yakılması sonucu insan eliyle gerçekleşen karbondioksit (CO2) ve diğer sera gazı atıklarının atmosferde yoğunlaşmasının gezegenimizin sıcaklığında ortalama 1 derece artışa neden olduğunu; önlem alınmaz ise de yüzyılın sonuna kadar bu artışın ivmelenerek süreceğini ve gezegenimizin iklim deseninin kalıcı olarak değişime uğrayacağının bilimsel olarak kanıtlandığını biliyoruz. 
Çevre bilimcileri, söz konusu tehdidi önleyebilmek için yüzyılın sonuna değin gezegenimizin yüzey sıcaklığındaki artışın en fazla (1.5-2) 0C derece ile sınırlandırılması gerektiği uyarılarını dile getirmekte. Bunun için ise sanayi devrimi öncesinde, 280 ppm (parts per million: her bir milyon molekül içinde CO2 eşdeğer molekülü) düzeyinde olduğu tahmin edilen atmosferdeki CO2 düzeyinin, maksimum 450 ppm düzeyinin altında tutulması gerektiği biliniyor. 

Dolayısıyla gezegenimizin sıcaklığını bu düzeyde tutabilmek için bundan böyle CO2 ve diğer sera gazı emisyonlarının sınırlandırılması gerekiyor. Bilim insanları söz konusu sınırı karbon bütçesi diye tanımlıyorlar. Hesaplamalara göre 20C derece ile tutarlı karbon bütçesi 2.9 trilyon ton karbon dioksit olarak belirlenmiş. Sanayi devriminden bu yana söz konusu karbon bütçesinin 1.9 trilyon tonluk bölümünün harcandığı; geri kalan 1 trilyon tonluk bütçenin de tedbir alınmaz ise önümüzdeki otuz sene içerisinde tüketileceği öngörülmekte.
 
Sıcaklık artışının en fazla 2 0C ile sınırlanması Paris Anlaşması’nda tüm uluslar tarafından ulaşılması gerekli ortak hedef olarak kabul edilmiş durumda idi. Bu hedef uyarınca ülkeler kendi ulusal katkı paylarını belirlemiş ve Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne sunmuşlardı. +2 0C sınırının bir hedef olarak gözetilmesinde fikir birliği oluşmasına karşın, bu hedefin nasıl gerçekleştirileceğine dair çok farklı, hatta uzlaşmaz nitelikte görüşler süregelmekte. Yani soru “Ne Yapmalı?” noktasında düğümleniyor. 

Ana akım (neoliberal) görüşten olan iktisatçılar söz konusu hedefin sağlanması için çoğunlukla “piyasa aletlerine” başvurulması gerektiğini önermekteler. Bunun için bir karbon ticareti piyasasının kurulması ve karbondioksidin küresel düzeyde bir fiyatının oluşturulması gerektiğini savunmaktalar. Böylelikle havayı “çok kirletenler”, “daha az kirletenlerden” söz konusu fiyattan karbon emisyonu hakkı satın alacaklar ve böylelikle toplam emisyonların artışı “piyasanın kuralları aracılığıyla” engellenmiş olacaktır. 
Ancak şu ana değin bu yönde yürütülen çabalar işlevsel bir karbon piyasasının geliştirilmesini ve karbonun gerçekçi bir fiyatının oluşmasını sağlayamadı. Bu konudaki en büyük sorunun aslında piyasa mekanizmasının gene kendisi olduğu görülmekte. Zira, başta finansal derecelendirme kuruluşları olmak üzere, spekülatörler ve fosil yakıtların teşviklendirilmesinden kazanç sağlayan ulus ötesi tekeller söz konusu karbon fiyatının rekabet koşulları altında gerçekleştirilmesi önündeki en büyük engeli oluşturuyor. 

Buna ek olarak, bir yandan ABD’nin miktar kolaylaştırması (QE) aracılığıyla dünya para piyasalarına sunduğu olağandışı likiditenin kendisini nemalandıracak bir spekülasyon alanı arayışı, diğer yanda Birleşmiş Milletler bünyesinde oluşturulması planlanan yıllık 100 milyar dolar tutarındaki temiz kalkınma fonu, finansal spekülatörlerin başını döndürüyor. Internet balonu ve emlak ve konut köpüklerinden sonra, uluslararası finans şebekesi ve ulus ötesi tekeller “iklim değişikliği ile mücadele” görüntüsü altında soluduğumuz havayı ticari bir mal haline dönüştürerek, piyasanın inişli çıkışlı dalgalanmalarından spekülatif çıkarlar bekliyor. Bu doğrultudaki kısa dönemci başıboş kararlar ise özünde uzun dönemli stratejik bir sanayileşme ve enerji planlaması gerektiren çevre kirliliği sorununu içinden çıkılmaz bir dengesizliğe sürüklüyor. 

Aslında sorunun özünde karbon kirliliğinin bir “piyasa tökezlemesi” olduğu ve çevre kirliliğinin yarattığı maliyetleri karşılayacak bir fiyatın piyasa sistemi içerisinde dengelenemeyeceği yatıyor. Amerikalı ünlü coğrafya-iktisatçısı David Harvey’in deyişiyle “iklim değişikliğinin maliyetleri gözeten bir karbon fiyatı gerçekten uygulansaydı, kapitalizm çoktan iflas ederdi.” 

Kapitalizmin her ne pahasına da olsa daha çok kâr ve daha fazla tüketim çılgınlığına dayalı toplumsal örgütlenmesi, küresel ısınma tehdidine karşı mücadele önündeki en önemli engel olarak gözüküyor. 

Aklımıza Marx’ın ünlü sözü geliyor, “Kuşkunuz olmasın ki, darağacında asacağımız en son kapitalist, kendisini asmak için kullanacağımız ipi bize satıyor olacaktır”.

Erinç Yeldan / CUMHURİYET

Neden? F.Oğuz Bayır bilinir de söylenmez! - M. Orhan Nasuhoğlu

Gene, daha şimdiden Köy Enstitülerinin Kuruluş Günü olan “17 Nisan” hazırlıkları başlamıştır. Kurumlar “Anma Afiş ve Programları”, Yazarlar ise “Köy Enstitüsünü” neresinden yazayım derdine düşmüştür. “En Derin Saygıyla; H. A. Yücel, İ. H. Tonguç” anma ritüel ve fotoğrafları! 

Peki, Ferit Oğuz Bayır bilinir de, söylenmez? Neden? 

Bu sorunun cevabını Ferit Oğuz Bayır Öğretmenimizin görüşlerinde arayacağız. Ve de “Oktay Akbal” ustanın 2011 yıllı yazısının da desteği ile.
“Kişiliğimi çalışma kavramında bulurum” diyen, yaşamı bir manifesto olan, Anadolu Eğitim Devrimi Köy Enstitülerinin kahramanlarından biridir, Ferit Oğuz Bayır Öğretmen.
İlçem Simav’da doğmuş (1899-1998), Edirne Öğretmen Okulu’ndan diplomalı, Trakya da milli mücadeleye hemen katılmış kuvvacı çeteci, esir, topçu teğmen, öğretmen, müfettiş, başöğretmen, eğitmen yetiştirme ve içinden Köy Enstitüleri geçen, ilköğretim genel müdürlüğü şube müdürlüğünde 1939-1946 yedi yıl eğitim dönemine yönetici olarak katılım. Nihayet zorunlu kütüphane memurluğu. Emekliliğinde Foça’da çiftçi.

Kemalist rejim
“Kemalist rejim, köyü, sosyal çekirdek sayılan bu toprak birliğini kalkındıracak realist eğitim organını arıyordu”* Bu arayış Milli Eğitim bakanları, Mustafa Necati ile başlamış, Saffet Arıkan döneminde olgunlaşmış ve Hasan Âli Yücel’le “Anadolu Eğitim Devrimi Köy Enstitüleri’ne” ulaşmıştır. Hasan Âli Yücel’in İlk Öğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç, Şube Müdürü ise Ferit Oğuz Bayır Öğretmen’dir.
Köy Enstitülerine ve o döneme, Bayır öğretmenin “Köyün Gücü” kitabının (1971) ışığıyla bakacağız.

‘17 Nisan’ın anlamı’
“17 Nisan bir bayramın tarihidir. Unutulmuş, hatta hatıra geldikçe hafızalardan çıkarılmak istenmiş bir bayramın tarihi... Bir tarih ki, her yerden silinse bile tarihin taş bağrına hakkolunmuştur. Bir tarih ki ne kadar meçhul bırakılmak istenirse istensin, istikbal onu bütün incelikleriyle bilecektir.
İşte o bayramın kısa tarihini yazmak istiyorum” demiş, Ferit Oğuz Bayır Öğretmenimiz...
Bayır Öğretmen “Köy Enstitülerinde yetişenlerin toplumsal potaları; insan soyunu aşağılatan işlemlere karşı koymak, kendi ulusunun sorunlarına dalmak, köy toplumlarına yukarıdan bakan baremci bir memur postu özleyicisi olmamak, iktidarın kapısına yanaşmacı olmamak... Aramızda bu karakteri işin, bildiğimiz üretici işin yaratacağı düşüncesi asıldı” diyerek, Köy Enstitülülerin erdemlerini ortaya koymuştur.

‘Kendi nesli’
Koca bilge F. O. Bayır “Benim neslim, 1914’ten beri dünya toplumlarının doğurma sancısı tohumlarıyla yoğrulu, Osmanlılığın ve Türklüğün verdiği savaşlar içinde toplumda göreve başlamışlardır” demektedir. “ .. Kurtuluş Savaşı kavgası, onlarda toplumsal eğitim ve yön yaratmıştır. Ezenlere karşı çıkmak fikri uğrunda savaşmak, ille de yurt insanlarının her türlü hakkının önceliğine inanarak vuruşmak. Bu gerçek inanış, neslimi köyün yaratıcılığına ulaştırmıştır” saptaması da onundur..
Kuvvacı çeteci Bayır Öğretmen “1970 değil, 1925’teki uyarmayı okuyun” diye Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayınından Yusuf Akçora’nın görüşlerine de başvurmuş : “... Aralarında, dinsel durumu güdenler bulunuyor. Tutuculuk perdesi arkasından, insanın insanı sömürmesini, hâkimiyetini, toprak esaretini devam ettirmek isteyen, memleketi sömürgelikte devam ettirmek için Cumhuriyete, milletin beka iradesine karşı çıkan zümreyi destekleyen finanse eden yabancılar el ele veriyorlardı. Bu gittikçe devletleşecek çıkarcılık yanındakilerin taşıdığı tehlikeleri ancak halkı uyandıracak ve birleştirecek iş eğitimi, üretici öğretimle önlemek mümkündür”!**

‘Bayır’lar niye yok? Oktay Akbal
Işıklar içinde yatsın “Oktay Akbal” da , 2011’de Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazısının başlığında “Ferit Oğuz Bayır’lar niye yok” diye sormuş. F. O.Bayır’ın, Hasan Âli Yücel’in sağ kolu en önemli bir yardımcısı ve İsmail Hakkı Tonguç’ un en yakın arkadaşı diye tanık olarak vurgulamıştır.

“Ferit Oğuz Bayır’ın “Köyün Gücü” adlı kitabını da, köylerin gerçek bir uygarlık aydınlığına kavuşmasını isteyenlerin okumalarını isterim. Eşine az rastlanılan bir bilinç, bir duygu, bir akıl insanını tanımış olurlar diye salık vermiş.

“Oktay Akbal” bu yazısında;” Benim mutluluğum, '62u iki büyük insanı (Tonguç ve Bayır) yakından tanımış, söyleşilerinden yararlanmış olmamdır” diye de bu iki büyük aydınlanma savaşçısını anmış.

Sonuç olarak
Köyün Gücü kitabı, Bayır Öğretmen’in 1971den geriye doğru bakıp sorgulaması olduğu kadar, “Yücel, Tonguç, Bayır” sacayağının geçmişteki mücadelelerinde tanıkları ile birlikte dik duruşlarının ve devrimi savunmalarının da bir öyküsüdür. 

“Köyün Gücü” kitabı, “Anadolu Eğitim Devrimi Köy Enstitülerinin” bilimsel tarihi ve 1923-1946 dönemine de eğitim açısından en büyük eleştirel yaklaşımdır.

İşte bu nedenlerle, Köy Enstitüleri denilince “Yücel, Tonguç, Bayır” diye üçlü sacayağının ayaklarından biri olarak anılmamasını “Mütevazı Koca Bilge” Ferit Oğuz Bayır Öğretmenimize vefasızlık olarak tespit ediyorum. 

Saygılarımla. 

M. Orhan Nasuhoğlu / CUMHURİYET

EKLER:
*İsmail Baltacı, Ulus Gazetesi
**Bu makaledeki bilgiler 2011 yılında bir Köy Enstitüsü Sempozyumu için hazırladığım 6 sayfalık sunumumdan özetlenmiştir. Ben sunumumu gönderdikten sonra ışıklar içinde yatsın “Oktay Akbal” ustanın yayımlanan yazısını görüp kıvanmıştım. Demek ki yalnız değilim diye...

12 Aralık 2018 Çarşamba

Din özgürlüğü - KADİR SEV

Dün (11.12.2018) Resmi Gazetede Anayasa Mahkemesinin 22.11.2018 günlü 2015/269 Başvuru numaralı bir kararı yayımlandı.


Karar, üniversiteden ilişiğinin başörtüsü nedeniyle kesildiğini öne süren başvurucunun, din özgürlüğü ve eğitim hakkının engellendiği savı üzerine alınmış.
Anayasa Mahkemesi başvurucunun haklı olduğuna karar vermiş. Başvurucuya 20 bin lira manevi tazminat ile 2 bin 200 lira mahkeme giderinin ödenmesi gerekiyor. Bu arada, 2000-2007 arasında aldığı yaklaşık 5 bin lira tutarındaki bursu ödemekten de kurtulmuş.

Artık gelenekselleşmeye başlayan bir Anayasa Mahkemesi kararı, haber değeri de kalmadı. Ancak biz yine de kısaca göz atalım. Belki yerel seçimlere kilitlenmiş “muhalefetin” ilgisine mazhar olur.

Kararda ne hukuk ne kanıt ne mantık ne tutarlılık ne de adalet var. Dahası, çoğu yerinde Diyanet İşleri Başkanlığınca yayımlanmış bir kitabı okuduğunuz algısı uyandırıyor.

Öykü şöyle;
Başvurucu 2000 yılında üniversiteye başlamış, burs almış, 2007 yılında 4’ncü sınıf öğrencisiyken kaydını yenilemediği gerekçesiyle ilişkisi kesilmiş. Ne itiraz etmiş ne de yargıya başvurmuş. 2008 yılında çıkarılan Af Yasasından yararlanarak 2009 yılında okula yeniden kaydını yaptırmış. 2012 yılında da bitirmiş.

2012 yılında, 2000-2007 yılları arasında ödenen bursu ödemesinin istenmesi üzerine İdare Mahkemesine başvurmuş ve kaydının kendi kusurundan değil, başörtüsü yasağı nedeniyle okula sokulmadığı için silindiğini öne sürmüş.
İdare Mahkemesi haklı bulmuş. Oysa kanıttan vazgeçtik, ortada Milli Gazetenin 2002 ve 2004 yıllarında yayımlanmış iki haber kupürü ile başörtülü olduğu anlaşılan üç tanık ifadesinden başka bir şey yok.

Başvurucunun okulla ilişkisinin 2007 yılında kesildiğini anımsayalım ve devam edelim: Gazetenin İdare Mahkemesine sunulan 2002 yılındaki nüshasında; “…Üniversitesinde başörtülü öğrenciler okula sokulmuyor” başlıklı bir haberine yer verilmiş. 2004 yılındaki nüshasında ise …Üniversitesinin öğrencisi olan 10 kişinin kurduğu “başörtüsüne özgürlük” girişiminin yaptığı çalışmalardan söz ediliyor. Haberlerde ne kimsenin adı geçiyor ne de bir resim var.

Buraya kadar kimse çıkıp; “o kadar başörtülü vardı da bir seni mi engellediler diye sormamış.

Bu konuya Üniversite yönetiminin Mahkemeye sunduğu yazıda değinildiği anlaşılıyor. Özetle şöyle denilmiş; başörtüsü nedeniyle kimsenin eğitim hakkı engellenmemiştir, öğrenci çeşitli dönemlerde sağlık ve ekonomik sorunlarını belirterek izin istemiş ve bu istekleri karşılanmıştır.

Bölge İdare Mahkemesi, kararı bozmuş ve din özgürlüğünün engellenmesi konusu, dönüp dolaşıp Anayasa Mahkemesinin önüne gelmiş.
Anayasa Mahkemesinin Kararında olay özetlendikten sonra; “Türkiye’de Yükseköğretim öğrencilerine yönelik başörtüsü yasağının tarihsel süreci” başlığı altında uzun bir değerlendirmeye yer veriliyor.

Nelerden söz edilmiyor ki; 1995 yılından başlayıp 2011 tarihinde biten süreçte üniversitelerde ikna odaları kurulduğu… başörtülü öğrencilere şiddet kullanıldığı… kayıt ve diploma için verdikleri fotoğraflarının kabul edilmediği… haksız yere disiplin cezaları verildiği… öğrenci kimlik belgelerinin ve okul birincisi olanlara başarı belgelerinin verilmediği… müsamaha gösteren akademisyenlere baskı uygulandığı… gibi bir dizi yakarış okuyorsunuz.

Anayasa Mahkemesi, başvurucuyu haklı bulabilmek için çok zorlanmış. Kolay değil; uzaktan da olsa öne sürdüklerinin doğru olabileceği kuşkusu yaratacak ne bir iz ne bir belirti ne de bir emare var. Üstelik baktığınız her şey başvurucunun doğru söylemediğini adeta haykırıyor.

Şöyle bir çözüm bulmuş;
“Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder. Başvurucunun adil yargılanma hakkına dair şikayetlerinin bir bütün olarak din özgürlüğünün ihlal edildiği iddiası kapsamında incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir…
…bu kapsamda açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan din özgürlüğünün ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.”

Kararın Esas Yönünden İnceleme bölümünde; “Din Özgürlüğünün Demokratik Bir Toplumdaki Önemi”, “Din Özgürlüğü Kapsamında Din Veya İnancı Açığa Vurma Hakkı”, “Laiklik İlkesi İle Din Veya İnancı Açığa Vurma Arasındaki İlişki”, “Laiklik İlkesi Gerekçe Gösterilerek Din Özgürlüğüne Müdahale Edilmesi” başlıkları açıldığı ve bu konuların sayfalarca işlendiği görülüyor.

Oysa soru çok basit: başörtüsü takıyor diye başvurucunun okula girmesi engellenmiş mi engellenmemiş mi?

Mahkeme bu sorunun yanıtıyla hiç ilgilenmemiş; onca lafı, “Hazır elim değmişken biraz din özgürlüğünden söz edeyim” diye ettiği anlaşılıyor.

Kadir Sev / SOL

Uçurtmayı Vurmasınlar politik bir film değil mi? - ORHAN GÖKDEMİR

Bir süredir yandaş Sabah gazetesi eski düşüncelerinden pişmanlık duyan 'hayatının bir döneminde sola bulaşmışlar' için günah çıkarma kabini gibi işlev görüyor. Malum rejim değişti, eski hayattan kalan yüklerden kurtulup arınmak gerek. Söyleşi çağrısına icabet etmek, sonra sola ve cumhuriyete sövmek ve bir parça dönem övgüsü yapmak günahlardan arınmak için yetiyor.

Biz daha Erdal Beşikçioğlu’nu sindiremeden Tunç Başaran koştu kabine. Tek parti dönemi ve İsmet İnönü’ye sövdü saydı. 27 Mayıs darbesini lanetleyip bugünün iktidarına bir öpücük gönderdikten sonra sıra geldi günah çıkarmaya. “Sanatın politik bir amacı yoktur, zaten olmamalı” dedi. Gerisini kendi sözleriyle aktarmasam eksik kalır:

Soruyor havuz gazetesinin muhabiri: “Uçurtmayı Vurmasınlar filminiz, bir döneme damga vurdu. Hatta Türkiye'nin ilk Oscar aday adayı oldu. Film, 12 Eylül dönemini anlatıyor bir çocuğun gözünden...”

İtirafı başlıyor: “Hayır. Katılmıyorum size” diyor “Bir sevgi filmidir 'Uçurtmayı Vurmasınlar'. Filmi bu duygularla yaptım. Hiç politik bir film değil düşünülenin aksine. Ben filmde mekân olarak hapishaneyi seçmiştim sadece. Aynı filmi tren garında da çekebilirdim. Benim amacım sevgiyi anlatmaktı. Sanat eserlerini herkes kendine göre yorumlar. Bence sanatın politik bir amacı yoktur, zaten olmamalı.”

Muhabir yeterli bulmuyor itirafı “Sanatçılar için de aynı şeyi düşünüyor musunuz?” diye ekliyor. Başaran, “Sanatçı hizmeti kendine yapmalı. 'Ben solcuyum, sol film yaparım. Sağcıyım sağ film yaparım' diye bir şey olmamalı bence. Sen yap, filmini izleyen kendi dünyasına göre yorumlasın. Sanatçının ideolojisi varsa kendine saklasın” diyor.

Muhabir “neden tren garında çekmedin” diye sormadığı için tercihinin nedenini bilemiyoruz. Ama sonuçta film tren garında değil, bir cezaevinde çekilmiştir. Üstelik sol için oldukça sembolik bir cezaevidir mekân. Sanırım film çekilirken cezaevi hâlâ faaldi. Tunç Bey “kamera” diye bağırdığında yan koğuşta çile dolduran solcular çekilen filmden haberdar olmuştur. 

“Uçurtmayı Vurmasınlar” 1989 yapımı. Çekimleri Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi'nde gerçekleşmiş. 1989 yapımı olduğuna göre 1988 yılında çekilmiş olmalı. 1987 yazında o cezaevinin koğuşlarından birinde tutuklu gazeteci olarak ikamet ediyordum, havasını kokladım. Bu cezaevi her şeyden önce mekân olarak politiktir. Örgütçü militanıyla ve sol aydınıyla hemen herkes buradan gelip geçmiştir. “Ankara Palas” olarak tanınmasının nedeni bir şekilde solun yolunun buraya düşmüş olmasındandır. Kadınlar koğuşu, görüş kabinlerine giden ana yol üzerinde sağdadır. Burayı geçince “idare” önünde yaşlı bir ağaç keser önünüzü. Denizlerin darağacı burada kurulmuştur. Artık “müze”, isteyen ziyaret eder, havasını solur. Haliyle deneyimli bir yönetmenin burayı seçmiş olmasını rastlantı sayamayız.

Filme gelince, beş yaşındaki bir çocuğun gözüyle kadınlar hapishanesinin ve elbette sevginin öyküsüdür anlatılan. Kadınlar koğuşunun zoraki mahpusu annesi esrardan tutuklu Küçük Barış'ın bu dört duvar arasındaki hikâyesidir. Barış henüz algılayamadığı bir garip dünyanın içinde, avludaki duvarların çevrelediği kadar kalmış olan gökyüzünde dışarıdaki çocukların uçurtmalarını izlemektedir. Barışın yoldaşı, “İnci Abla” koğuşun solcusudur. Barış annesinden çok ona tutkundur. Özgürlüğüne kavuştuktan sonra bir gün uçurtma olup geri döneceğine söz vermiştir İnci. Uçurtma, içeride isen özgürlüktür. Özgürlük uçurtma olup her daim geri döneceği umulan İnci’dir, soldur. Doğaldır, 12 Eylül karanlığının çöktüğü ama henüz aydının, sanatçının soldan yüz çevirmediği bir zaman aralığıdır. O kadar ki filmin müziğini de Grup Yorum yapmıştır. 

Politik film değilmiş… Günah çıkarmak değilse utanır insan bunu söylemeye. Çok mu önemli niyeti? Bugün Türkiye cezaevlerinde 703 bebek anneleriyle beraber çok ağır koşullar altında yaşamaya çalışıyor. 350’den fazla cezaevinde yaklaşık 17 bin kadın çile dolduruyor. Bu çocukların çoğu anne karnındayken cezaeviyle tanışmak zorunda kalanlar. Tunç Başaran bilmiyordur hatırlatayım, artık bu yeni nesil cezaevleri o kadar insanlık dışı inşa edildi ki uçurtmalara bakacak bir avlusu bile yok. 

Adı Tunç Başaran. 1938 tarihinde İstanbul‘da doğmuş. Marangoz Fikri ile yazar Pakize Başaran’ın oğlu. Memduh Ün‘ün, Ömer Lütfi Akad’ın, Halit Refiğ’in, Atıf Yılmaz’ın asistanı. 1989’da yaptığı filminin üstüne kustu dün, tarihini silip attı. Hem pişmanlık hem perişanlıktır. 
Diyor ki havuzdaki kabinde, 
- Tek parti dönemi faşistti insanlar sefalet içinde öldü.
- Atatürk sonrası tek parti dönemi, tek kelimeyle berbattı. İsmet İnönü mağduruyum. Tek parti dönemi, faşist bir dönemdi. Soldan da, sağdan da insanlar çok mağdur oldu. Sefillik içinde öldü insanlar. Karneyle ekmek alıyorduk.
- Milleti sokağa döküp 27 Mayıs Darbesi'ne kılıf buldular. '27 Mayıs darbe değil' diyen ahmaklar var hala bunları anlamak mümkün değil. Darbeydi düpedüz.

Hem sanatın politik amacı olmamalı de, hem de iktidarın politikasına bu kadar sarıl. Malum bu sözü Cumhurbaşkanlığının uçsuz bucaksız kurullarından birine atanan Orhan Gencebay sarf etmişti ilk. Sonra Erdal Beşikçioğlu onun izinden düştü havuza. Tunç Başaran’ın neyi eksik?

Solcu olmanın makbul sayıldığı dönemler geçti, devran döndü, AKP geldi, Tunç Başaran’ın nefret ettiği tek parti döneminin kapısını tekrar araladı. Bir parti devleti kurdu, cumhuriyeti yıktı, eğitimi dinselleştirdi. Elinin değdiği hemen her yerden Mustafa Kemal’in izlerini silmek için uğraşıyor. Ama Tunç Başaran İsmet İnönü’ye bakıyor hâlâ, tek parti iktidarı görüyor, Mustafa Kemal’in izlerini sildi diye nefret ediyor. 

Biliyoruz, günahlarını. 27 Mayıs’ta darbe bularak başlarlar. 27 Mayıs darbe kabul edilip 12 Eylül’le eşitlenince Menderes mağdur olur. Menderes mağdur olunca onu mağdur ettiği varsayılan İsmet İnönü kötü adama dönüşür. İnönü kötü olunca döneminde diktatörlük keşfedilir. Döneminde diktatörlük keşfedilince İnönü Mustafa Kemal’e de kötülük eden bir karaktere dönüşür. Böylece cumhuriyet silinir, geride içi boşaltılmış bir “Atatürk” kalır.

Tunç Başaran da içi boşaltılmış Atatürk hayranı, elinden Kuran’ı ve Nutuk’u eksik etmeyen -kendi sözüdür- içi boş bir Atatürkçüdür. İçi boş olunca Atatürk’e düşman bir rejime sığınmakta bir beis yoktur. 

Fakat hakkını da verelim yeni değil pişmanlığı. 2002’de bir gazeteye Menderes’in filmini yapmayı planladığını anlatmış. Menderes’i anlatacakmış amma Bu filmde politika değil, aşkları, zaafları çapkınlıklarıyla bir adamı anlatacakmış. Filmi yapmayı 29 yaşında planlamış, açıklamayı 64 yaşında yapmış. Mesafe böyle uzayınca muhabir “hayırdır” demek zorunda hissetmiş kendini. Açıklamış: “Dönem filmi yapmak için tarihi biraz beklemek lazım. Taşların yerine oturması gerekiyor. Asgari müşterekte herkesin birleştiği bir tarihin geçmesi gerekiyordu.” Koca yönetmen “korktum” diyecek değil ya!

Şimdi günah çıkarma kabininde çekiyor. Yakışır mı, yakışır. Zaten film adamdır Menderes. Türkiye’nin en baskıcı dönemine imza atıp “demokrat” diye hatırlanmayı başarmıştır. Kendi başarısından çok hikâyedeki ahmaklar nedeniyledir bu. 

Son sahnededir, Barış’ın gözünde otoritenin karanlık ve acımasız yüzü gökyüzündeki uçurtmayı vurmayı çalışan gardiyan ile belirir. Bir filmde uçurtmayı vurmaya çalışan gardiyanlar ve nahak yere mahpus yatan Barış’lar varsa o film politiktir. 

Politik film yapmamışmış… Baksana vuruyorlar uçurtmaları!

Orhan Gökdemir / SOL

İsyankâr halklar - MİNE SÖĞÜT

İnsan üretme ve tüketme modellerini, devletleri, sistemleri, dinleri, gelenekleri, görenekleri, kimlikleri ve aidiyetleri ve daha bir sürü kafa karıştırıcı kavramı önce yaratır, sonra sorgular, sonra yıkar, sonra yeniden yaratır, yeniden sorgular ve yeniden yıkar ve yeniden kurar... 
Aslında müthiş bir aklı vardır ama o aklı kendi aklı almaz. 
Aslında büyük bir cesareti vardır ama 
o cesareti göstermeye cesaret edemez. Ve aslında her şeyi bilir ama bildiğini bilmez. 
O yüzden insanlığın kendisini perişan ede ede aştığı çağların sonunda vardığı şu noktada, onu en gerçekçi haliyle Apple dükkânlarını yağmalayan Sarı Yeleklilerin görüntüleri üzerinden anlamlandırmak gerekir. 
İsyan kıymetli bir eylemdir. 
Başkaldırı soylu bir iradedir. 
Haksızlıklara karşı çıkmak anlamlı bir duruştur. 
Ama sadece teoride. 
Tıpkı savaş gibi. 
Sınırları korumak, ülkeyi savunmak, halkı bir arada tutmak, güçlü bir devlet kurmak için yapılan tüm savaşlar; 
Nasıl irili ufaklı insanlık suçlarından ve uluslararası hukuklarla meşrulaştırılmış cinayetlerden öte bir şey değilse... 
Sokaklara taşan isyanlar da kolayca görkemli bir insanlık halinden soysuz bir yağma kültürüne evriliverir. Ve isyanın bu kaçınılmaz görüntüsüne en çok iktidarlar sevinirler. 
Çeşitli sol ideolojilerin önerdiği ilkeleri ellerinin tersiyle iten ve şuursuz tüketiciler olmaya kolayca ikna edilen halk yığınlarının desteğiyle iktidara gelenler, 
o halkın arada isyan etse de eninde sonunda yola geleceğini bilirler. 
Çünkü insanlığın temel sorunu adaletsizliği her çağda ve koşulda nihayetinde algılaması ve adını kolayca koyması ama doğru bir adaleti tarif etmeye hevessiz olmasıdır. 
Bu hevessizliğinde de bilinçli ya da bilinçsiz bir haklılık payı vardır. 
Zira iktidar algısı değişmedikçe doğru bir adalet tarif etmek mümkün değildir. 
İktidar algısını değiştirmek de daha epey zaman isteyecek bir irade evrimi gerektirmektedir. 
O yüzden çağımızda kalabalıkların isyanları ve kabullenişleri arasında gerili olan bir tel üzerinde dengede durmaya çalışan akıl, dengesini devamlı kaybeder.


Spartacus isyanından 68 gençliğinin isyanına kadar uzanan ve sokakların gücüne inanan o kadim güdünün hikâyesi muhteşem bir hikâyedir. 
Ama umulduğunun aksine yeterince etkili değildir. 
Masalda, iktidarın simgesi zengin ve güçlü padişah sonunda kızını gariban Keloğlan’a verdiğini ama Keloğlan’ın artık karısı olan o kızı alıp da köyüne, eski zorlu hayatına dönmek yerine vezir olup saraya yerleşmeyi seçtiğini unutmamak gerekir. 
Kendi zaaflarını ve hatalarını masallarında meşrulaştıran kalabalıklar... 
Daha çok kazanmak için değil, artık kazanmamak için... 
Daha rahat tüketmek için değil artık tüketmemek için... 
Yani kazanmanın ve kaybetmenin anlamını yeniden tanımlamak için sokağa çıkmadıkça... 
Tüm isyanlar, tarihteki görkemli ama az etkili yerlerini alacak ve nesillerin torunlarına heyecanla anlattıkları birer “hey gidi eski günler” fantezisi olarak tarihte kendilerine ayrılmış yeri alacaktır. 
Fırsat eşitliğinin hiç olmadığı bu uygarlık tarihi baştan beri isyanlarla yazılmıştır ama isyanlarla şekillenmemiştir. 
Çünkü kurulu düzenin hoyratlığına başkaldıran insanla, o düzeni kuran ve onaylayan insan aynı insandır. 

Ve insanlık, uygarlığını yazmaya başladığı ilkçağlardan bu yana kontrolsüz iştahıyla, kendi kuyruğunu yakalamaya çalışan ve arada da bunu başarıp kendi kendini sakatlayan bir timsah ahmaklığındadır.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Hakan Fidan'ın temasları...- ARSLAN BULUT

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, MİT Başkanı Hakan Fidan'ın, ABD'de bir grup senatöre "Kaşıkçı bilgisi" verdiği haberleriyle ilgili olarak "MİT Başkanımız Kanada'ya gitti. Kanada'dan sonra böyle bir gelişme olmuş olabilir. Fakat orada böyle bir bilgilendirmenin yapıldığını; bundan haberdar değilim. Ama Kanada seyahatinden haberdarım." demişti.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, konuyla ilgili olarak "MİT Müsteşarı parlamentoya gelip komisyona bir bilgi verdi mi? Dünyanın bildiğini bizden niye saklıyorlar? Yok arkadaş bire bir haberi var. (...) Haberi yoksa bir felaket, haberi varsa, (...) bir başka felaket. Bir MİT Müsteşarı gidecek Cumhurbaşkanı'ndan habersiz ABD senatosunda istihbarat komitesinde bazı senatörlere bilgi verecek..." diye değerlendirme yaptı.

                                                            ***

Bu yazı yayınlandığında MİT Başkanı Hakan Fidan, Kanada ve ABD'deki temasları hakkında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ı bilgilendirmiş olacak. Tabii Hakan Fidan'ın ABD Senatosu istihbarat komisyonu üyeleri ile ne konuştuğunu kamuoyuna açıklayacak değiller ama konunun Kaşıkçı cinayeti ile sınırlı olduğunu kimse düşünmüyordur herhalde.

Çünkü Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanlığı yapmış emekli Korgeneral İsmail Hakkı Pekin, bir televizyon programında, "Türkiye hakkında, İngiltere'de, Chatham House bünyesinde, 'federasyon mu olsun konfederasyon mu?' tartışmaları yapılıyor" dedi.

Neden böyle bir tartışma yapabiliyorlar? Neden Türkiye'de bir düşünce kuruluşu, "Birleşik Krallık" üzerinde benzer bir tartışma yapmıyor da "Kraliyet enstitüsü", Türkiye'ye gelecek tayin etmeye kalkışıyor?

Çünkü, Turgut Özal'ın "federasyonu tartışalım" dediği yıllardan önce de Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Türkiye'yi sekiz eyalete ayırma projesini gündeme getirmişti:Kenan Evren, "Türkiye'yi sekiz eyalete bölelim" dediğini kendisi itiraf etmişti!

Hatta "Bavyera'da üç bayrak gördüm. Nedir diye sordum, 'AB bayrağı, Almanya bayrağı ve Bavyera bayrağı' dediler" sözleriyle de projenin propagandasını da yapmıştı. Kısacası sekiz bölgeli, sekiz bayraklı bir Türkiye istiyordu.
                                                            ***

2010 yılında Adalet Bakanlığı Müsteşarı ve beraberindeki sekiz hâkim ve savcı ABD Adalet Bakanlığı'nın davetlisi olarak önce Washington sonra da Colarado ve Arizona gibi bazı eyaletleri dolaşmış, eyalet sistemini incelemişti. Bir haftalık gezinin masrafları da Amerikan Adalet Bakanlığı'ndan karşılanmıştı.

"Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu"nun, yakın zamanda bir milyon 150 bin Avro bütçe ayırarak yeni bir çözüm süreci başlatması ve İngiltere'deki Demokratik Gelişim Enstitüsü koordinasyonuyla Oslo'da sözde akil adamları toplamasını hatırlayalım ve buna AKP milletvekili Ravza Kavakçı Kan'ın Almanya'da "AKP Genel Merkez Heyeti"yle birlikte yaptığı federal yapı inceleme ve görüşmelerini de ekleyelim! MİT'in de bu temaslardan bilgisi vardır herhalde.

Proje ne peki?

Proje, önce Abdullah Öcalan'ın dillendirdiği "Orta Doğu kimliği"nde birleştirilecek, "Türk-Arap-Kürt konfederasyonu"dur.

Önce Irak sonra Suriye'nin parçalanması, ikisinde de ABD, İngiltere ve İsrail güdümlü sözde Kürt ama gerçekte "Orta İsrail devletçikleri" kurulması ve Türkiye'ye milyonlarca Suriyeli doldurulmasının sebebi budur! Türk kimliğine saldırmalarının ana sebebi budur. Konfederasyonun geçici adı Orta Doğu Birleşik Devletleri olarak planlandı. Asıl hedefleri Büyük İsrail'dir.

                                                           ***
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Norveç'in başkenti Oslo'da "yeni diyalog toplantısı"na karşı "Akıllı olun, aklınızı başınıza alın, çözüm çığlığı atmayın, zira meydan boş değildir." diye sert tepki göstermişti. Bahçeli, "Ravza Kavakçı'nın eyalet sistemini inceledik" açıklaması karşısında ise sessiz kaldı!
"Ağacın kurdu içinde olur" demişler.
ABD, Türk Milleti'nin kefenini Türkiye Cumhuriyeti'ne biçtirmek istiyor.
Bu konularda halkı bilgilendirecek ve uyaracak bir devlet yetkilisi var mı?
Siyasi partiler ne iş yapar?
Meydan, boş mu değil mi?


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

11 Aralık 2018 Salı

Alman vakıfları tamam da ya Alman şirketleri... - ÖZGÜR ŞEN

Geçtiğimiz hafta Türkiye'deki faaliyetlerini sonlandırdığını açıklayan Soros'un Açık Toplum Vakfı Türkiye'de faaliyet gösteren tek yabancı vakıf değildi. Soros'un vakfı, ülkede kendisini güvende hissetmemişti. Ancak benzer bir durum bir yıl kadar önce başka yabancı menşeili vakıfların başına da gelmişti.

Almanya ile ilişkilerin gergin gittiği günlerde hükümet yetkilileri ve yandaş medyanın sürdürdüğü bir kampanya sonucunda Türkiye'de faaliyet gösteren Alman vakıfları çalışmalarını tamamen bitirmemiş ama tabelalarını indirmek zorunda kalmışlardı.

Aslında bu vakıflarla AKP'nin arası da hiç kötü değildi. Bırakın kötü olmayı, Merkel'in Hıristiyan Demokrat Partisi'nin vakfı olan Konrad Adenauer, müslüman bir demokrasi projesinin fikir babalarından birisiydi. Bu proje AKP ile vücut bulduğunda vakıf gerici parti için elinden geleni yapmıştı. Yeşiller Partisi'nin vakfı Heinrich Böll, AKP'nin ilk döneminde Türkiye'deki pek çok çalışmasıyla Erdoğan ve arkadaşlarına açık destek vermişti. Sosyal demokrat Friedrich Ebert için bile AKP'ye muhalif denemezdi.

Ancak AKP, Almanya ile ilişkileri germeye başladığında önce bu vakıflar akla geldi. Dünyanın pek çok ülkesinde Almanya'nın büyük düzen partilerinin kolu olarak faaliyet gösteren vakıflar, aslında AKP için kolay hedefti. Çünkü Almanya da bu faaliyetlerin geçici bir süre durmasından o kadar rahatsız olmayacaktı. Almanya ile Türkiye arasındaki gerilimin en yükseldiği anlarda dahi iki ülke arasındaki iktisadi ilişkiler gerilemiyordu nasıl olsa... Alman şirketlerinin Türkiye'deki işlerine dokunmak iki tarafın da işine gelmiyordu.
Almanya, Türkiye'nin en büyük ticaret ortağıydı ve bu ilişki Türkiye için yaşamsal, Almanya içinse yaşamsal olmasa dahi önemliydi.

Türkiye, Çin'den sonra en fazla malı Almanya'dan ithal ederken, Almanya Türkiye'nin en çok ihracat yaptığı ülkeydi. Ama bu ihracat kalemlerine detaylı bakıldığında Almanya'nın ülke ekonomisindeki yeri daha iyi anlaşılıyordu. Türkiye, Almanya'ya tarım ürünleri değil, en fazla otomotiv ve makine parçaları satıyordu. Almanya'ya satılan ürünlerin önemlice bir bölümü de aslında Türkiye'de Alman firmalarının veya onların ortak ya da taşeronlarının mallarıydı.

Yine ihracatta önemli bir kalem olan hazır giyim ürünlerinde dahi tetikleyici firmalar Almanya ve Avrupa kökenliydi.

Türkiye Almanya'dan mal alırken zaten Almanya bağımlısıydı, ama Türkiye aslında mal üretip dışarı satarken de temelde Almanya'nın yönetip başrolü oynadığı bir oyunda yardımcı oyuncuydu.

Türkiye'de tam sayıyı çıkarmak zor olsa da 7500 Alman firması faaliyet gösteriyordu. Rakam büyüktü ama rakamdan daha önemlisi Türkiye ekonomisinin lokomotif ve stratejik sektörlerindeki Alman egemenliğiydi.

Almanya, tüm gerginlik boyunca büyük yeni yatırım yapmaya niyetlenmedi ama varolan işleyişi bozacak adımlar da atmadı. Bu adımı atsaydı, Türkiye ekonomisine sıcak para giriş çıkışlarından dahi daha büyük zarar verebilirdi, lakin bunu tercih etmedi. Belli ki Almanya'nın en büyük tekelleri, Türkiye'den faydalanmaya devam etmeyi çeşitli nedenlerle kârlı buluyorlardı.
Yaşanılan iktisadi kriz de AKP tarafında Türkiye ekonomisinin en önemli dış aktörü ile gerginliği yumuşatmak için önemli bir sebepti.

Şimdi Türkiye adım adım Almanya ile ilişkileri yoluna koymak için adımlar atıyor. Alman siyasetinde ise birtakım değişiklikler yaşanıyor. Ama bu değişikliklerin de Türkiye Almanya ilişkilerinde şu anki doğrultuyu etkileyeceğine dair bir işaret bulunmuyor. 

Peki tüm bu gelişmeler sırasında Alman vakıflarına ne mi oldu?

Yaklaşık bir ay önce Alman Ekonomi ve Enerji Bakanı Peter Altmaier, Alman patronlarının hatırı sayılır şekilde temsil edildiği bir heyetle Türkiye'yi ziyaret etti. Bir yıl önce o vakıflara savaş açan yandaş medyanın manşetlerden gördüğü ve selamladığı bu ziyaretin haberinde bir cümle gayet açıklayıcıydı. Aynı gazetelerin haberine göre Alman bakan vakıfların yöneticileriyle de görüşmüştü.

Bir yıl önce Türkiye'yi çökertmeye çalıştıkları iddia edilen vakıflar artık resmi programın bir parçasıydı. Doğal olan buydu zaten. Alman sermayesiyle, Alman patronlarıyla hesaplaşmayan, hesaplaşmayı hiçbir şekilde düşünmeyen, hesaplaşmaları da mümkün olmayanların Almanya'nın herhangi bir faaliyetine uzun süre karşı çıkmaları mümkün değildi.

Özgür Şen / SOL