14 Aralık 2018 Cuma

Bir kez daha Aydın’ın altı kazan - ÖZDEMİR İNCE

Birincisi yayımlanmayan yazının ikincisi nereden çıktı demeyin, çünkü birincisi 9 Aralık 2003 tarihli Hürriyet gazetesinde yayımlanan bir röportaj yazımın adıydı. Cumhuriyet’te 21 Kasım 2018 tarihli haberi okuyunca 15 yıl önceki yazı aklıma geldi. Önce Uğurcan Ülger’in haberini okuyalım:
***
“Türkiye incir üretiminin yüzde 60’ını karşılayan Aydın’da, jeotermal enerji tesislerinin tarım alanlarına etkisi tespit edildi. 

Ziraat Mühendisleri Odası Aydın Şube Başkanı Mahmut Nedim Barış’ın yaptığı çalışmaya göre, sulama suyunda yasal sınırdan 75 kat fazla toksik madde bulunuyor. Buna göre, Türkiye’nin geleneksel ihraç ürünleri arasında yer alan ve Aydın’ın en önemli gelir kaynaklarından incirin geleceği tehlikede. Büyük Menderes Havzası’nda faaliyet gösteren şirketlerin genellikle ‘reenjeksiyon’ olarak bilinen, jeotermal akışkanların kullanıldıktan sonra yeniden yeraltına enjekte edilmesi prensibini hiçe saydığını belirten Barış, buna bağlı olarak sulama sularının kirlendiğini tespit ettiklerini açıkladı. 

Büyük Menderes Ovası’nın, potansiyel kirleticiler olan jeotermal akışkanların etkisiyle her yıl katlanarak verimsizleşmesiyle, incirin bu bölgedeki geleceğinin tehdit altında olduğuna dikkat çekilen araştırmada, şu tespitler yapıldı: ‘Bor elementinin sulama sularındaki yasal sınır değeri litre başına 1 miligramken, Aydın’daki jeotermal alanlarda litre başına 75 miligram. Aydın’ın jeotermal rezervi 2 bin 500 megavat olarak tahmin edilmekte. Jeotermal enerji üreten şirketler Aydın’ın yaklaşık olarak 100 bin dekar arazisine göz dikmiş durumda.’ 

***
15 yıl önceki yazının ilgili bölümünden aktarıyorum: “MTA 1981-2000 yılları arasında 5 jeotermal alanda sondajlar yapmış ve 17 kuyu açılmış. Ömerbeyli sahasında 9, Salavatlı sahasında 2, İmamköy sahasında 1, Ilıcabaşı sahasında 2, Alangüllü sahasında da 2 kuyu var. Jeotermal enerji konut ısıtmada, elektrik enerjisi üretiminde, sanayideve turizmde kullanılabiliyor. Ömerbeyli köyü seracılık yapabilmek için kuyularının faaliyete geçmesini bekliyor. Ama kuyuların ağzı kapalı. MTA Ömerbeyli’deki şantiye-istasyonunu kapatmış. 

Neden? 

Çünkü Aydın havalisindeki jeotermal sularda yüzde 30-60 arasında Bor madeni varmış. Bunun anlamı şu: Borlu su bitkileri öldürdüğü, toprağı çoraklaştırdığı için tarımda kullanılamıyor. Yeryüzüne çıkartılan suyu Menderes Nehri’ne ya da denize akıtmak da mümkün değil. Bu da tehlikeli. Ama bir çare var, jeotermal suyu kullandıktan sonra tekrar toprağa pompalamak, toprağa gömmek(...) Çünkü bu jeotermal enerji ile elektrik üretebilse 1 kilovatı 1 sente mal olacak.”

***
Jeotermal enerji ile elektrik üretilebilse kilovatı 15 yıl önce 1 sente geliyordu ama jeotermal su radyoaktif yüklü olduğu için son derece tehlikeliydi. Bu nedenle Maden Tetkik Arama (MTA) şantiyesini 2000 yılında kapatmıştı. Gözümle görmüştüm. Kuyular şimdi neden açıldı?
 
Ayrıca, Ege’nin can damarı Gediz Ovası alarm veriyormuş; jeotermal santralların atıkları yüzünden başta bağlar olmak üzere incir ve zeytin ağaçları kuruyormuş. 19 yıl önce Ege’de kuyuları kapatan MTA şimdi nasıl izin veriyor? 

İlk AKP hükümeti 14 Mart 2003 günü kurulmuş. Yani MTA borlu ve radyoaktifli termal kuyuları Aydın’da AKP iktidarından önce kapatılmış. Ben söz konusu yazıyı AKP hükümetinin kuruluşundan 8 ay 25 gün sonra yayımlamışım. Manisa bölgesinde bağlar, incir ve zeytin ağaçları 2018 yılında kükürtlü su yüzünden kuruduğuna göre kuyuların açılmasına AKP iktidarı izin vermiş. Acaba MTA, artık, borlu ve kükürtlü termal sulara karışmıyor mu? 

AKP, Türkiye’nin ruhunu ve maddesini öldürüyor!

Özdemir İnce / CUMHURİYET

‘9 Aralık’ - Meriç Velidedeoğlu

Geride bıraktığımız “9 Aralık”, “Dünya Yolsuzlukla Mücadele Günü”ydü; ülkemizde pek üstünde durulmadı; basın olarak, gazetemiz Cumhuriyet’te genişçe yer aldı; yine de bu konuya şöyle bir değinsek diyorum; ama önce Meclis’te başlayan -12 gün sürecek olan-“2019 bütçe” görüşmesinin birinci gününe, izninizle, kısaca dokunayım. 


Yeni rejim gereği, ilk kez Cumhurbaşkanlığı tarafından hazırlanan bütçe, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak tarafından sunuldu. (10 Aralık) 
Ardından da, Ana Muhalefet Partisi (CHP) Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, bütçe ile ilgili görüşlerini bildirdi. 

Kılıçdaroğlu’nun konuşması sırasında, Bakan Albayrak, sağında solunda oturanlarla konuştu; yetmedi, arka sıradakilere de uzandı; bu tutumunu -zaman zaman olsa da-sürdürdü; sanırım, kendisinin konuşmasına da ciddi eleştiriler yapan Kılıçdaroğlu’nun söylediklerini pek “dikkate almadığını”, kendince ortaya koymak istedi... 

“9 Aralık” gününün, dolayısiyle “yolsuzluk” konusunun, ülkemiz bağlamında, hiç de böyle oyalamalarla geçiştirilecek gibi olmadığını,“CHP Milletvekili Özgür Özel” ortaya koydu; Avrupa Konseyi’nin bir kurulu olan, “Yolsuzluğa Karşı Devletler Grubu”  nun, (GRECO) 22 tavsiye kararından 20’sine, Türkiye’nin uymadığının” açıklandığını bildirdi. (Cumhuriyet, 10 Aralık 2018) 

Değerli dostlar, daha önce de Türkiye’nin, yine yolsuzlukla ilgili olarak, Avrupa Parlamentosu’nun bir oturumunda İngiliz Parlamenter A. Duff, AKP Milletvekilleri’ne baka baka dile getirmiş, yolsuzluk dolaysiyle, Türkiye’de “devletin bölümlerindeki çürümeden” söz etmişti. (2009) 

Dahası Türkiye’nin, “AB”ye girmek için her yıl verdiği, “AB İlerleme Raporu”nda, Türkiye’ye özgü olarak, “Yolsuzluklar” başlığıyla yeni bir bölüm açılmıştı... 
Bu durum, bu tutum bir yana, AB üyesi Almanya’da yargıçlar -ülkemizle de yer yer bağlantısı olan-“Deniz Feneri Yolsuzluğu” adlı davayı karara bağlarken, Türkiye’nin Başbakanı’nın adını pek çok kez anmak zounda kalmalarına şaşırdıklarını dile getirmişlerdi. 

Günümüzde de, yine “yolsuzluk” konusunun yer aldığı, “Man Adası Davası”nda da Erdoğan’ın adının anılması dikkate alındığında, insan, Alman yargıçların şaşkınlığını anlayabiliyor...

Öte yanda, bu “yolsuzluk” konusu, ülke güdeminden sanki hiç düşmüyor; “2019 bütçesi”nin görüşmelerinde de türlü bağlamlarla -örtülü olarak da olsa- yine ortalardaydı. 

Meclis Genel Kurulu’ndaki bütçe konuşmasında, CHP GenelBaşkanı Kılıçdaroğlu,bir ara: “Bir ülke düşünün, yapılan sarayların, köprülerin maliyetini bırakın halkı, o ülkenin parlamentosu da bilmiyor!” dedikten sonra AKP’nin milletvekillerine dönerek: “Siz biliyor musunuz?” diye sordu; yanıtı da kendi verdi: Bilemezsiniz!” diyerek, hemen ardından can alıcı o soruyu sordu: “O zaman neden ‘evet’ diyorsunuz?” 
Ekranda görülen AKP milletvekilleri, bir an için öylece bakakaldılar... 

Kılıçdaroğlu sorduğu soruya yanıtı, “korku” olarak dile getirip, yine kendi verdi: “Bir ülke düşünün, yaşanan ekonomik krize rağmen, işadamları ‘korkudan’ konuşamıyor!..” 
Çünkü örnekler ortada, Kılıçdaroğlu da dile getirdi: “Barış istediler diye, yüzlerce akademisyen üniversitelerden atılıyor; pasaportlarına el konuluyor, yurtdışına çıkışları yasaklanıyor!” 

Dahası da var, Kılıçdaroğlu şöyle sürdürüyor: “Siyasal gücü olanlarla, parasal gücü olanlar yargılanmıyor. Garibanlar yargılanıyor!..” 

Kuşkusuz bu kısa alıntılar bile, Özgür Özel’in dediği gibi: “AKP iktidarının, yolsuzlukla mücadele etme niyeti olmadığının açıkça göstergesi...” 


Bilmem ki anımsanır mı değerli dostlar, Anadolu’da halkın pek sevdiği bir atasözü vardır, sıkça kullanırlar, “Balık baştan kokar!” diye... 


Yürek burkan, hızlı tren kazasında ölenlerin ailelerine başsağlığı diler, yaralılarında bir an önce iyileşmelerini dilerim.

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Bilgeliğin kutupyıldızı - Adnan Binyazar

Dostsa dost, erdemse erdemli, dürüstlükse dürüst, hoşgörüyse hoşgörülü... İlke sağlamlığı ise; çeliği delecek kesici aletler vardır; onun sağlam iradesinden doğan ilkelerini; ucu en keskin aletlerle delmeye kalkanlar bile hüsrana uğramışlardır. 


Geçmişten geleceğe, insanı bilgiyle donatmanın maraton koşucusuydu Bozkurt Güvenç. Gülmeyi mekanik alışkanlıklardan sıyırıp kıvamını soluk borusunda bulan o sıcaklık duygusuna çevirmenin sırrına eren bir eşti, babaydı, insan sevgisinin uzun yol katarıydı. 


Bilgi dağıydı; ama onun aktarıcısı değildi. Bilgiyi yüreğinin, mantığının, insanlığı kucaklayan sevgisinin imbiğinden geçirmeden ortaya çıkarmazdı. Olayları anında kavrar, onu yaşamını bağışladığı emeğiyle belirginleştirip etkili kıvama getirdikten sonra yorumlardı. 


Güvenç’le dostluğumuz 1968 yılının Ağustos ayında başladı, giderek de perçinlendi. O şimdi, gerçek “varoluş”a erdiği şu günlerde zamanın sonsuzluğuna eriyor. Nereye gittiyse dostluğumu yanında götürecek denli yakını saydı beni. Yolu Japonya’ya düştüğünde, basım aşamasına varan Japon Kültürü adlı yapıtının sorumluluğunu bana bırakmıştı. 


Her insana özgü mutluluk kaynakları vardır. Yıpranmamış dostlukların mirasçısıyım ben. Bozkurt Güvenç, Ruşen KeleşSedat Sever’le birlikte hastalıklı günlerinde andığımız 62 yıllık dostum, öğretmenim Emin Özdemir, o toplantıda Adnan’la ben bir kâğıdın iki yüzü gibiyiz; beni anan onu, onu anan beni de anar” sözünün onurunu taşıyorum benliğimde. 

Bozkurt Güvenç de, -o toplantıda kendisi açıkladığı için dile getirmekte sakınca bulmuyorum- derinliğine irdeleyerek oluşturduğu yazılarını görüp düşüncelerimi öğrenmek isterdi. Gecemi gündüz eyler, anında okuyup görüşlerimi sunardım. Bozkurt Güvenç, birine güven duyanın, gerçekte kendine beslediği yüksek güvençten doğduğunu öğretmiştir bana. Hoşgörüsü yüksek Güvenç’in beslediği güven, bana bıraktığı en kutsal mirastır. 

Eğitimin temel ilkesi olan “yaşayarak öğretme”nin yaratıcısıydı Güvenç. Sanırım bu yargıma en başta öğrencileri katılacaktır. Bilindiği gibi, Güvenç başlangıçta mimarlık eğitimi görmüştür. Ankara ziyaretlerimin birinde, başkentte ilginç yapısıyla ilgi çeken Japon Kültür Merkezi’ne götürmüştü beni. Yukarı katları geziyorduk. O sırada binanın kapısından itişerek kakışarak gürültülü bir öğrenci topluluğu girdi. Bana döndü, “Adnan, bak, içeriye girer girmez ne gürültü kalacak ne itişip kakışma!” demişti. Sözünü bitirmemişti ki, dediği gerçekleşti.“İşte mimarlık budur, insanı kendine benzetir”  dedi. 


Güvenç’in yıllar önce yaptığı bu yorum günümüzün en acı gerçeğinin portresidir. Hiç yoktan öldürme olaylarının; kadını bıçaklarla doğramaların, ortaya kurşun sıkmanın; trafikte her gün onlarca can kaybının, çocuğa tecavüzlerin, yalanın dolanın, zorbalığın, yol kesiciliğin, soygunculuğun... artmasında, gökte gün ışığını körelten, denizin esen yelini kesen gökdelenlerin, sefertası görünümlü dev yapılı çirkinliklerin etkisi yok mudur? Roma devlet adamı Cato’nun bin yıl önce söylediği söz, sanırım çağımızda tam yerini bulmuştur: “Ahmaklardır uygarlığı görkemli binalarda arayanlar.” 


Bozkurt Güvenç, İnsan ve Kültür adlı yapıtında, insanı yalnızca kültürle değil, kültürü de insanla kaynaştırıp düşünür kılan bir anlayışın savunucusu olmuştur. O, bu yönüyle, aramızdan ayrılan, bir beden değil, bilime önsezinin gücünü katan, gittiği yere kendi ışığını da götüren bir bilgedir. 

Daha yazılarının mürekkebi kurumadan, kayıp gitti bilgeliğin o Kutupyıldızı!.

Adnan Binyazar / CUMHURİYET

Beni de alırlar, sizi de… - L. DOĞAN TILIÇ

Fatih Portakal, “Yok artık” diyerek Emin Çölaşan ve Necati Doğru’nun “FETÖ” ile ilişkilendirilmesine, haklarında 15 yıla kadar hapis istenmesine tepki gösterirken; “Yarın beni de alırlar, sizi de alırlar, herkesi alabilirler” dediğinde, aslında kendini iktidar yandaşı hissetmeyen bütün vatandaşların hislerine tercüman oluyordu.

Sadece vatandaşların da değil; Türkiye ile az çok ilgili yabancıların da… Çölaşan ve Doğru’nun “FETÖ” ile ilişkilendirildiği haberlerini okuyan bazı Avrupalıların da aynı tepkiyi verdiğine tanık oldum: “İnanılmaz, yok artık!”

Öyle ya; “Şekil olarak FETÖ’ye karşı olmak, ağır şekilde eleştirmek, örgütle davalı ya da davacı olmanın, hatta açıkça hakaret etmenin başlı başına FETÖ’yü desteklememek ya da esasta FETÖ’cü olmamak sonucunu doğurmayacağı”nı iddia edebilen iddianameler hazırlanabildiğine göre, “hasmınızın dostu ve destekçisi” olmaktan yargılanıp mahkum da edilebilirsiniz.

Bugün birileri Çölaşan ve Doğru hakkında bile onları Fethullah’la ilişkilendiren iddianameler hazırlayabiliyorsa, yarın başkalarının ya da o aynı birilerinin AKP’ye uzaktan yakından bulaşmış herkesi “FETÖ”den mahkum etmesi işten bile değil!

Memlekete öylesi bir cadı avı havası hakim olmaya başladı ki, işte ekranlardan bir parça eleştirel ses çıkaran F. Portakal gibi son gazetecileri de susturmak için kazan kaynatılıyor. Ortam tıpkı Ergenekon, Balyoz davaları öncesine benziyor; ağzını biraz açan damgalanıp “darbecilik”le suçlanarak hedef tahtasına oturtuluyor. 

Darbecilikle ya da desteklediğinizi iddia ettikleri yapıyla uzaktan yakından ilişkinizin olmaması, hatta bütün ömrünüzün o yapıyla mücadele etmekle geçmiş olması da bir şey ifade etmiyor. 

Yandaş değilseniz, susmalısınız! Yoksa, en hafifinden, “… örgüte üye olmamakla birlikte, bilerek isteyerek destek olmaktan” parmaklıklar ardına gönderilip susturulabilirsiniz.

Öte yandan, “örgüte bilerek isteyerek destek” olduğuna dair hakkında çok sayıda kanıt bulunanlar, o kanıtlar “örgüt üyeliğine” işaret edecek kadar güçlü bile olsa, şimdi yandaşsa el üstünde tutuluyorlar. Sonra, gelsin medyanın başköşeleri, milletvekilliği ve belediye başkanlığı adaylıkları… 

Biz de, Nuri’yle birlikte, “Sırrı’yı içerde ziyaret edebilir miyiz?” diye dert ediyoruz. Mamak’tan arkadaşımız, birlikte yatmışız, ama tam da Mamak günlerinde olduğu gibi, “soyadımız tutmadığından” görüştürmezler mi diye düşünüyoruz.
İşte Sırrı Süreyya Önder! Milletvekiliyken yaptıkları, söyledikleri nedeniyle cezaevinde… 

Dün onunla aynı şeyleri söyleyen, söylediklerini “barış için” diye alkışlayan, Dolmabahçe’de birlikte poz verenler, iktidar oldukları için suçsuz! Sırrı suçlu!

Dün, Sırrı’nın yapıp söylediklerinde onunla birlikte olan, bakan sıfatıyla; “Bir savcı çıkıp ‘Siz niye Türkiye’ye barışı getirmeye çalışıyorsunuz?’ diye hesap mı soracaktır. Bu suçsa ben bu suçu işliyorum” diyenler dışarıda ve iktidar, Sırrı içeride!

Çölaşan ve Doğru’nun “FETÖ’yle ilişkili” olduğuna, üye olmasa da “bilerek isteyerek örgüte destek” verdiğine, bunu iddia edenlerin bile inandığını sanmam.

Bütün bunlar, son zamanlarda peş peşe gelen Gezi davaları, 31 Mart yerel seçimleriyle de ilgili. 

Seçimin olası sonucundan korkan iktidar, muhaliflerini terörize edip korkutarak, “Yarın beni de alırlar, sizi de alırlar, herkesi alabilirler” duygusunu hakim kılarak, korktuğu sonucu engellemeye çalışıyor.

Tarih, muhaliflere “Korkunun düşüncesinin korkunun kendisinden daha korkunç olduğunu” öğreteli çok oldu. Korkutanlar en çok korkanlardır; varsın onlar korksunlar!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

13 Aralık 2018 Perşembe

Komünistler ve robotlar - ÖZGÜR ŞEN

Önce Antalya'da düzenlenen bilişim zirvesinde dans etmek için çıktığı sahneden düştü, sonra başka robotların onu hastanede ziyaret ettiği, çiçek getirip pide ikram ettiği bir video çekildi. Hastalandığı iddia edilen bu robot uyanır uyanmaz Konyaspor'u sordu.

Tüm mizanseni fazlasıyla Türk işi bulanlar da oldu tabii. Ama bu tür gösteriler her ülkede nasıl ilgi çekecekse o şekilde sürekli planlanıyor. Japon geleneklerine göre servis yapan robot neyse bizim Konyalı robot da o. Satış pazarlama ekipleri mühendisin önüne ne koyarsa, mühendis de onu hayata geçiriyor.

Uyanır uyanmaz futbol konuşmak ya da pide ikram etmek gibi basitliklerle konunun hiç alakası olmasa da fiziksel ve mantıksal açıdan insansı özellikler sergilemek robot teknolojisinde bir tür gelişkinlik göstergesi. Ayağı kaydığında veya ittirildiğinde dengesini sağlayabilen ya da futbol gibi bir takım sporunu yapabilen robotun teknolojik seviyesi aslında başka durumlarda karşılaşabileceği sorunları çözme becerisine dair bir kanıt ya da ipucu. Yoksa bir robot neden insan gibi üretilsin ve kolları veya ayakları olsun... Ya da neden görünümünü tamamlamak için bir kafaya ihtiyaç duysun... Bir robot yapacağı iş için en uygun ve verimli fiziksel yapı ile inşa edilmeli. Evet yapacağı işe göre insanı andırabilir, ama işlevine göre paletli veya tekerlekli, kısa ya da uzun, gerektiği kadar kola ve uzva sahip gelişkin bir makine olmalı robot. Zaten endüstride ve hizmet sektöründe, ya da tıp ve uzay çalışmalarında kullanılan pek çok robot bu şekilde tasarlanıyor.

Ama robotlara kazandırılan insansı özellikler teknolojik seviyeyi test etmenin ötesinde bir tür reklam ve pazarlama taktiği olarak kullanılıyor. Antalya Konya hattında sergilenen beceriksizliğin tersi örneklerinde robotlara duyulan hayranlığın ölçüsüz şekilde artırılması teknolojiyi insana yaklaştırmıyor. Tam tersine teknolojiyi insandan uzaklaştırırken anlaşılmaz bir olgu haline getiriyor. Bu anlaşılmazlık teknolojiye dair efsanelerin etkisini şiddetlendiriyor.

Oysa robotlar da bu toplumsal düzenin teknolojiyle yaşadığı problemli ilişkinin somut kanıtları.

Öncelikle robotları insanlar üretiyor. Robotların fiziksel ve mantıksal becerileri insan emeğinin ürünü. Yazılımları mühendisler geliştiriyor, formlarına tasarımcılar karar veriyor, üretimlerini hassas koşullarda becerikli işçiler yapıyor. Robotların kullanıldığı alanlarda insan emeği ortadan kalkmıyor, emek nitelik değiştiriyor ve üretim sürecinde daha önceden harcanan ve birikmiş emeğin ağırlığı artıyor.
İkincisi, bu düzendeki her üretim sürecinde olduğu gibi üretilen robotun da bir sahibi var. Robotu emekçiler üretiyor ama patron sahipleniyor. Robot hakkındaki tüm kararı da her teknoloji ürününde olduğu gibi kendisine ezberletilen repliği ile ürününü pazarlamak üzere sahneye çıkıp soytarılık yapan patron ya da patron yerine geçen üst düzey yönetici veriyor. Mesela o şov sırasında bir aksilik çıkacak diye arkada duran ve üstelik aksilik çıktığında hesap verecek olan mühendis değil...

Üçüncüsü, kararları patron verdiği için robotların kullanım alanları da bu şirketlerin çıkarları doğrultusunda belirleniyor. Kullanım alanları en temelde kâr güdüsüyle saptandığı için de robot teknolojisinin gelişimine de insanlığın ve toplumun çıkarlarının aksine piyasa, şirketler veya devletlerin askeri ve siyasi stratejileri yön veriyor.

Şirketlerin ve devletlerin arasındaki rekabetin belirlediği bir teknolojik gelişim de hep iddia edildiği gibi aslında yeterince hızlı değil. Paranın hakim olduğu bu toplumsal düzende düşünülenin tersine teknoloji insanlığa faydalı bir doğrultuda verimli ilerlemiyor. Tam tersine, bu düzen bu bağlamda teknolojik gelişimi yavaşlatıyor.

Kanıt mı? 

O kadar çok var ki...
Teknoloji insanlığın ve toplumun genel çıkarları ve iyiliği için kullanılmadığı ve geliştirilmediği için futbol oynayabilen, jimnastik hareketleri yapabilen robotların çağında madenlerde, atölyelerde, fabrikalarda insanlar çalışırken katlediliyor. Yine örneğin böyle bir çağda önlenebilir tren kazalarında onlarca insan ölüyor.
Teknoloji istihdam yaratacak bir olgu olabilecekken, emekçilere dönük bir tehdit şeklinde kullanılıyor. Üretim herkesin ihtiyaçlarını karşılayabilecek şekilde örgütlenebilecekken insanlar açlık ve barınma problemiyle karşılaşıyor, önlenebilir veya çözülebilir sağlık problemleriyle cebelleşiyor.

Tüm bunlar ve daha verilebilecek sayısız örnek gerçekten büyük saçmalık. Hepsiyle başa çıkabilecekken bunları yaşıyor olmamız akıl dışı...

Bu sorunları çözme kararlılığı taşıyan komünistler işte bu nedenle teknolojinin gelişiminden korkmuyor, tam tersine, robotları ve elbette tüm teknolojiyi patronların oyuncağı olmaktan kurtarmak istiyor. Komünistler, bu düzende teknolojik gelişimi yavaş ve verimsiz buluyor ve daha fazla teknoloji diyor. İnsanların hayatını kolaylaştıracak, yaşam kalitesini artıracak insan odaklı daha fazla teknoloji...

Özgür Şen / SOL

‘Popülist’ şebekenin icadı - ALPER BİRDAL

İtalya’nın İçişleri Bakanı ve sağcı Lega’nın lideri Matteo Salvini hafta başında İsrail’i ziyaret ederek Başbakan Binyamin Netanyahu’yla görüştü. Mussolini’ye övgüler düzen Salvini, beklendiği gibi Netanyahu’yla sarmaş dolaş pozlar verdikten sonra Yad Vaşem holokost anıtını ziyaret etti. 

Bu yıl içinde hem Netanyahu’nun kolunda hem de holokost anıtlarında benzer pozlar veren başkaları arasında Macaristan Başbakanı Viktor Orban, Filipinler Devlet Başkanı Rodrigo Duterte gibi isimler de bulunuyordu. Brezilya’nın yeni başkanı Jair Bolsonaro da koltuğuna oturduktan sonra ilk dış ziyaretini İsrail’e yapacağını ilan etmişti. Bu ülkelerin bir kısmı, Trump’ın izinden giderek büyükelçiliklerini Kudüs’e taşımayı tartışıyor.

Netanyahu’nun Trump’la yakınlığı ve ikilinin Muhammed bin Salman’la muhabbetini hatırlatmaya herhalde gerek yok.

Peki bu toplamı bir “şebeke” olarak görmek mümkün mü? Batı’nın ana akım medyasına göre bu sadece mümkün değil, gerekli de… Israrla böyle bir şebekenin var olduğunu vaaz ediyorlar. Üstelik buna bir ad vermiş bulunuyorlar: “illiberal” ya da “sağ popülist” şebeke.

Karşıtını tanımlamak her türlü mücadelenin olmazsa olmazlarından. Kavramlara takla attırmak, gerçeği görülmesini istediği göstermek de en azından burjuva ideolojisinin bir gerekliliği. Burada her ikisinin de örneğini görüyoruz.

Karşıtlarını tanımlıyorlar: “sağ popülist” ya da “illiberal” (kelime anlamı dar görüşlü, bağnaz; politik anlamıysa “liberal değerlere karşı olan”) şebeke. Liderleri Trump, Netanyahu, Orban, Salvini, Duterte, Bolsonaro gibi figürler. Listenin ucu açık, oraya dahil edilecekler ya da oradan çıkarılacaklar pekâlâ olabilir. Devamına Erdoğan’ı da ekleyebilirsiniz örneğin, duruma göre değişir.

Ve kavramlara takla attırıyorlar. Örneğin bütün bu isimleri aynı çuvala doldurup üzerine de “popülist” yazıyorlar. Neden ırkçı, faşist ya da gerici şebeke demiyorlar peki? Oysa bu figürlerin birbirine benzemelerini sağlayan özellikleri ırkçı, faşist ya da gerici gibi sıfatlara çok daha uygun. Popülist ya da “illiberal” olduklarıysa hayli tartışma götürür.

Mesele bahsedilen siyasi şahsiyetler arasında birtakım paralelliklerin bulunup bulunmaması değil. Bu var. Ama bu, söz konusu figürlerin ve temsil ettikleri güçlerin ortak bir doğrultuya sahip oldukları, dahası bu doğrultu temelinde ittifak kurdukları anlamına gelmez. Konu, bu tür siyasi figürlerin sayısının gün geçtikçe artması olarak tanımlanacak olursa, bahsi geçenleri, ait oldukları ya da temsilcisi oldukları siyasi hareketleri gericilik, ırkçılık, faşistlik gibi kavramlar üzerinden betimlemek gerekir. Ama ana akım Batı medyasının ve onun arkasındaki güçlerin derdi bu değil. Dert, dünyanın onların istediği şekilde görülmesini ve hasmın onların ihtiyaçlarına uygun olarak tanımlanmasını sağlamak.

Özetle şunu söylemiş oluyorlar: Trump, Netanyahu, Orban, şu bu; yetmiş yıldır var olan düzeni bozmaya, yerine korumacı, milliyetçi vesaire bir düzen geçirmeye çalışıyorlar.

Halbuki ne bahsedilen figürler mevcut düzeni bozmaya çalışıyor ne de yeni bir “düzen” tasarımına sahipler. Bu manyaklar basitçe emperyalizmin çok katmanlı krizinin yarattığı çatlaklara doğdular. 

İşin özü şu: bu düzen sürekli birtakım manyaklar üretiyor. Geniş yığınların bu durumun bir arıza olduğuna ve düzen içinde kalarak buradan bir çıkış bulunabileceğine ikna edilmesiyse emekçi sınıflara kurulan en büyük tuzak. Bu tuzağa düşenlerin manyaklarla uğraşıp durmaya devam edeceğini gayet iyi biliyorlar. 

Türkiye’de de, başka yerlerde de… 

Alper Birdal / SOL

Cellatları fırlatacak cehennem - İBRAHİM VARLI

1857’de Belçika Krallığı’nın başkenti Brüksel’de toplanan Birinci İyilikseverler Kongresi’nde, Lille yakınlarındaki Marquette’in en zengin yapımevi sahiplerinden Bay Scrive, Kongre üyelerinin coşkulu alkışları arasında, yerine getirilmiş bir ödevin soylu sevinci içinde şunları anlatıyordu: “Çocuklar için birtakım eğlence olanakları sağladık. Çalışırken şarkı söylemesini, yine çalışırken sayı saymasını öğretiyoruz onlara. Eğlendiriyor bu onları ve geçimlerini sağlamak için gerekli olan on iki saatlik çalışmayı cesaretle kabul ediyorlar.”

On iki saat çalışma, hem de ne çalışma. 12 yaşında olmayan çocuklara kabul ettirilen… Altı ile sekiz yaşında çocuklara pamuk ipliği işliklerinde hunharca dayatılan, her tanrının günü çektirilen sonu gelmez işkencedir esasında bunlar.

Ancak ne gam. İyiliksever kapitalistlerimiz ölesiye çalıştırdıkları, insanlık dışı muameleye tabi tuttukları çocuklara sayı saymasını öğretmekle, şarkı söylemekle övünüyorlar.

Vahşi kapitalizmin hüküm sürdüğü dönemler.

YÜZYILDIR DEĞİŞMEYEN SÖMÜRÜ 
Üstelik sadece çocuklar değil gebe kadınlar, çocuk emziren kadınlar da bu halleriyle madenlerde, fabrikalarda ölümüne çalıştırılıyordu. İnsanlıktan çıkarılmış bu insanlara dinlenme hakkı çok görülüyordu.

Üretici tüccarların, kumaşçılarında, fabrika müdürlerinin ailelerindeki çocukların yarısı 21 yaşına basarken dokumacı ve pamuk iplikçisi ailelerin aynı çağdaki çocuklarının yarısı onlardan 2 yıl önce ölüyorlardı.

“Materyalistler, bu Hıristiyan’ı, bu insanseverleri, bu çocuk cellatlarını fırlatacak bir cehennem olmadığına hayıflanacaklardır hep” diye yazacaktır Komünist Manifesto’dan sonra tarihin en çok satılan kitapların başında gelen “Tembellik Hakkı”nda Paul Lafargue. Lafargue, Marx’ın damadıdır. Fransa’yı sosyalist düşünce ile tanıştıran düşünürlerden aynı zamanda.

Lafargue’in isyanına yol açan koşulların üzerinden koca bir yüzyıl geçti. Adaletsiz gelir dağılımı, emek sömürüsü, çocuk işçiliği, çalınan zamanlar… Değişen çokça da bir şey yok. Neoliberal sömürü düzeni bugün de yüz yıl öncesinin koşullarında benzer şartlar altında karın tokluğuna çalıştırmaya, sömürmeye devam ediyor.

BALDIRI ÇIPLAKLAR BAŞKALDIRIYOR
Yoksulluğun derinleşerek yaygınlaştığı, çalışanların dahi yoksulluk sınırının altına düştüğü, dilencileştirildiği sistemin yarattığı sosyal eşitsizliği, adaletsizliği dünyanın dört bir tarafında görüyoruz.

Avrupa’nın dört bir tarafında adaletsizliğe, yoksulluğa, karşı isyan var. Fransa’da Sarı Yelekliler’in fitilini ateşlediği eylemler, dalga dalga kıtanın dört bir tarafında yankı buluyor. Almanya’da, Belçika’da, Hollanda’da, Bulgaristan’da, Ürdün’de, Tunus’ta, El Salvador’da, Bangladeş’te “baldırı çıplaklar” sokaklara dökülüyor.

Neoliberal küreselleşme bireyler, sınıflar ve ülkeler arasındaki eşitsizlikler giderek artırdı ve de derinleştirdi. Bu sürecin bir sonucu olarak belirsizlik ve güvencesizlik toplumsal yaşamın olağan parçaları haline geldi.

BİR HEYULA DOLAŞIYOR
2008’de başlayan neoliberal krizin sarsıntıları sürüyor. Kapitalizm, 1929 Buhranı’ndan bu yanaki en büyük krizinin içinde debeleniyor. Krizin tüm yükü emekçilerin, çalışanların sırtına yüklenmek isteniyor.

Kapitalizmin yapısal krizine karşı yer kürenin dört bir köşesinde yaşananlar “yönetenlerin eskisi gibi yönetemediğini” “yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediğini” gösteriyor.

Yeni tür bir toplumsal hareketler döneminin işaretleri okunuyor. Sola düşen bu hareketlere kıyıdan bakmak değil, bizatihi öncüsü olmaktır. Evet, dünya egemenlerinin başında bir heyula dolaşıyor. Belki bu kış komünizm gelmeyecek ama, yaklaşıyor yaklaşmakta olan…

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Tehlikenin farkında mısınız? - Barış Terkoğlu

Farkında mısınız? 
Fethullah Gülen’i 2008’de beraat ettiren kararı verenler, İlhan Cihaner’e kurulan kumpasta ise FETÖ’nün tezlerini destekleyenler bugün yargının tepesinde. 


Farkında mısınız? 
FETÖ İmamı Suat Yıldırım’ın çalışma arkadaşı, örgütün derneği KADİP’in Yönetim Kurulu Üyesi, Abant Toplantıları’nın katılımcısı, Dinlerarası Diyalog çalışmaları için Vatikan’a yol yapan Ali Erbaş bugün Diyanet’i yönetiyor. 


Farkında mısınız? 
Erdoğan’ın tehdit edildiği toplantıda en önde oturan, Bilal Erdoğan’ın ortağı Mehmet Gür TUSKON davasında ifadeye bile çağrılmadı. Bilal Erdoğan’ın Akıncı Üssü davasına Adil Öksüz ile ABD’ye gidip gelenler arasında görünen ortağına da bugüne kadar soru soran olmadı.


Farkında mısınız?
Zaman gazetesi hisselerinin 2014 yılındaki sahibi, sık sık Pensilvanya’da  “arınan”  Fettah Tamince, soruşturmalardan Cumhurbaşkanı avukatlarının “başarılı” savunması sayesinde kurtuldu. 


Farkında mısınız? 
15 Temmuz darbesinin beyni Adil Öksüz, kolunda Hava Kuvvetleri armalı saatle gözaltına alındı. Emniyet’e sorguya ısrarla götürülmedi. Savcının 2 kez tutuklama istemesine rağmen “tarla bakmaya geldi” diye serbest bırakıldı. “Pes” eden savcı “Fethullahçı zihniyet hâlâ yönetiyor” diyerek görevini bıraktı. 


Farkında mısınız? 
Bazı davalara “para iddiaları” karıştı. Kimi savcılar görevden alındı. Polis, hapisteki FETÖ sanıklarından ifade bile aldı. Geçen hafta İstanbul’daki bir savcı, mal varlığındaki 660 bin TL açıklanamayan artış nedeniyle görevden alındı. 


Farkında mısınız?
AKP İzmir İl Binası’nın 15 Temmuz’da bile mal sahibi, Işık Sigorta’nın da Gediz Üniversitesi’nin de kurucusu Ahmet Küçükbay tutuklandıktan sonra, en bilinen markasına AKP’ye yakın Mustafa Latif Topbaş ortak oldu. Küçükbay’dan istenen bir dizi paradan sonra yandaş medyada aleyhindeki haberler durduruldu. Etkin pişmanlıkla tahliye edildi. Kaynağı örgüt olanlar hariç, serveti iade edildi. 


Farkında mısınız? 
FETÖ’de ilk akla gelen “çatı davası”nda 72 sanıktan sadece 7’si tutuklu. Kalanlar nerede? 65’i de firarda. Haklarında yakalama kararı çıkmadan isimlerini yandaş medyada çarşaf çarşaf yayımlatanlar, yurtdışına çıkışlarını da izledi. 


Farkında mısınız? 
Bank Asya’ya para yatırma suç delili sayılırken bankanın sahipleri hakkındaki iddianame yeni çıktı. Farkında mısınız? 15 Temmuz’a kadar FETÖ’nün yayın organlarında nutuk atan, “Ben Hizmet hareketini bir terör örgütü olarak görmüyorum” diyen parti lideri AKP listelerinden milletvekili oldu. Partisi Cumhur İttifakı’na katıldı. 


Farkında mısınız? 
Kot markasıyla ünlü TUSKON yöneticisi işadamı, adliyeden “İfademi verdim ve aynı gün işimin başına döndüm” diyerek çıktı. Davaya giren MASAK raporu ise Bank Asya’ya yatırdıklarının, FETÖ kurumlarına darbeye kadar aktardıklarının listesini veriyordu. Zaten koca TUSKON dosyasında bugün hapiste 10 kişi var. Tabii ki kalanlar aramızdalar!      


Farkında mısınız? 
Fethullah Gülen’le sevgi dolu fotoğrafları ortaya çıkan Nurettin Nebati, Berat Albayrak’ın yardımcısı oldu. “Nasıl oldu” diye soran Nurettin Veren gazetesinden kovuldu. 


Farkında mısınız? 
“FETÖ ile nasıl mücadele edilmeli” raporu yazan Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’ndaki daire başkanının telefonundan ByLock çıktı. 


Farkında mısınız? 
Türkiye’de birileri “evlerinden İncil çıktı” haberleri yapıyor. Yurtdışındaki Fethullahçılar bunları kendini haklı göstermek için kullanıyor. Türkiye’deki saçmalıklar FETÖ tanıtımına malzeme oluyor. 


Farkında mısınız? 
Adalet Bakanı, birkaç gün önce yurtdışında FETÖ ile mücadelenin kaybedildiğini adeta itiraf etti. 


Farkında mısınız? 
Yargı imamları yakalanıp ceza bile alsa onlarla irtibatı ortaya çıkan bazı hâkim ve savcılara kimse soru sormuyor. 


Farkında mısınız? 
FETÖ’nün diğer tarikatlara sızarak yoluna devam ettiğini yazan Emniyet’in mahrem yapılanma raporu sumen altı ediliyor. 


Farkında mısınız? 
Medyada dün en ateşli Fethullah propagandası yapanlarla, bugün herkesi FETÖ’cü ilan ederek tutuklama listesi açıklayanlar aynı kişiler. 


Farkında mısınız? 
“Herkes” FETÖ’cü olursa aslında “kimse” FETÖ’cü olmaz. Bu sıralar “herkes FETÖ’cü” ile “kimse FETÖ’cü değil” arasında dikkat çeken uyum var. 


Farkında mısınız? 
15 Temmuz şehit yakınları ve gazileri darbeden sonra yaşananlara isyan ederek küsüyor. 


Farkında mısınız?
Hem Pensilvanya’da hem Ankara’da birileri “FETÖ ile çözüm süreci”ni fısıldıyor. “FETÖ ile mücadele”deki tesadüf sayılamayacak gidiş, Türkiye’yi ancak af ile sıyrılabileceği bir enkaza götürüyor. 



Farkında mısınız? 
Bütün bunlar olurken Necati Doğru’ya ve Emin Çölaşan’a FETÖ davası açılıyor.

Tehlikenin farkında mısınız?

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Küresel ısınma tehdidi - Erinç Yeldan

Küresel ısınma ve iklim değişikliği tehditlerine karşı uluslararası düzeyde en önemli birlikteliklerden birisi olan Taraflar Toplantısı 24. kez Katoviçe’de toplandı. İlk haftanın sonunda dünya çevre hareketi, Uluslararası Enerji Ajansı’nın yeni öngörüleriyle sarsıldı: Küresel karbon emisyonları yıllık artış hızı 2017’deki yüzde 1.7’lik toplam artıştan sonra daha da hızlanmış ve 2018’de yüzde 2.7’ye sıçramıştı. Oysa 2014-2016 arası küresel emisyonlar toplamı neredeyse sabit düzeyde kalmış; bu da 2015 Paris Toplantısı’nda verilen “sözlerin” yerine getirilmekte olduğu ve küresel ısınmanın durdurulabileceği güvenini yaratmıştı. 

Yeni yayımlanan veriler bu umutların, küresel kapitalizmin gerçekleriyle bağdaşmadığını vurgular nitelikte.
***
Sanayi devriminden bu yana fosil yakıtların yakılması sonucu insan eliyle gerçekleşen karbondioksit (CO2) ve diğer sera gazı atıklarının atmosferde yoğunlaşmasının gezegenimizin sıcaklığında ortalama 1 derece artışa neden olduğunu; önlem alınmaz ise de yüzyılın sonuna kadar bu artışın ivmelenerek süreceğini ve gezegenimizin iklim deseninin kalıcı olarak değişime uğrayacağının bilimsel olarak kanıtlandığını biliyoruz. 
Çevre bilimcileri, söz konusu tehdidi önleyebilmek için yüzyılın sonuna değin gezegenimizin yüzey sıcaklığındaki artışın en fazla (1.5-2) 0C derece ile sınırlandırılması gerektiği uyarılarını dile getirmekte. Bunun için ise sanayi devrimi öncesinde, 280 ppm (parts per million: her bir milyon molekül içinde CO2 eşdeğer molekülü) düzeyinde olduğu tahmin edilen atmosferdeki CO2 düzeyinin, maksimum 450 ppm düzeyinin altında tutulması gerektiği biliniyor. 

Dolayısıyla gezegenimizin sıcaklığını bu düzeyde tutabilmek için bundan böyle CO2 ve diğer sera gazı emisyonlarının sınırlandırılması gerekiyor. Bilim insanları söz konusu sınırı karbon bütçesi diye tanımlıyorlar. Hesaplamalara göre 20C derece ile tutarlı karbon bütçesi 2.9 trilyon ton karbon dioksit olarak belirlenmiş. Sanayi devriminden bu yana söz konusu karbon bütçesinin 1.9 trilyon tonluk bölümünün harcandığı; geri kalan 1 trilyon tonluk bütçenin de tedbir alınmaz ise önümüzdeki otuz sene içerisinde tüketileceği öngörülmekte.
 
Sıcaklık artışının en fazla 2 0C ile sınırlanması Paris Anlaşması’nda tüm uluslar tarafından ulaşılması gerekli ortak hedef olarak kabul edilmiş durumda idi. Bu hedef uyarınca ülkeler kendi ulusal katkı paylarını belirlemiş ve Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne sunmuşlardı. +2 0C sınırının bir hedef olarak gözetilmesinde fikir birliği oluşmasına karşın, bu hedefin nasıl gerçekleştirileceğine dair çok farklı, hatta uzlaşmaz nitelikte görüşler süregelmekte. Yani soru “Ne Yapmalı?” noktasında düğümleniyor. 

Ana akım (neoliberal) görüşten olan iktisatçılar söz konusu hedefin sağlanması için çoğunlukla “piyasa aletlerine” başvurulması gerektiğini önermekteler. Bunun için bir karbon ticareti piyasasının kurulması ve karbondioksidin küresel düzeyde bir fiyatının oluşturulması gerektiğini savunmaktalar. Böylelikle havayı “çok kirletenler”, “daha az kirletenlerden” söz konusu fiyattan karbon emisyonu hakkı satın alacaklar ve böylelikle toplam emisyonların artışı “piyasanın kuralları aracılığıyla” engellenmiş olacaktır. 
Ancak şu ana değin bu yönde yürütülen çabalar işlevsel bir karbon piyasasının geliştirilmesini ve karbonun gerçekçi bir fiyatının oluşmasını sağlayamadı. Bu konudaki en büyük sorunun aslında piyasa mekanizmasının gene kendisi olduğu görülmekte. Zira, başta finansal derecelendirme kuruluşları olmak üzere, spekülatörler ve fosil yakıtların teşviklendirilmesinden kazanç sağlayan ulus ötesi tekeller söz konusu karbon fiyatının rekabet koşulları altında gerçekleştirilmesi önündeki en büyük engeli oluşturuyor. 

Buna ek olarak, bir yandan ABD’nin miktar kolaylaştırması (QE) aracılığıyla dünya para piyasalarına sunduğu olağandışı likiditenin kendisini nemalandıracak bir spekülasyon alanı arayışı, diğer yanda Birleşmiş Milletler bünyesinde oluşturulması planlanan yıllık 100 milyar dolar tutarındaki temiz kalkınma fonu, finansal spekülatörlerin başını döndürüyor. Internet balonu ve emlak ve konut köpüklerinden sonra, uluslararası finans şebekesi ve ulus ötesi tekeller “iklim değişikliği ile mücadele” görüntüsü altında soluduğumuz havayı ticari bir mal haline dönüştürerek, piyasanın inişli çıkışlı dalgalanmalarından spekülatif çıkarlar bekliyor. Bu doğrultudaki kısa dönemci başıboş kararlar ise özünde uzun dönemli stratejik bir sanayileşme ve enerji planlaması gerektiren çevre kirliliği sorununu içinden çıkılmaz bir dengesizliğe sürüklüyor. 

Aslında sorunun özünde karbon kirliliğinin bir “piyasa tökezlemesi” olduğu ve çevre kirliliğinin yarattığı maliyetleri karşılayacak bir fiyatın piyasa sistemi içerisinde dengelenemeyeceği yatıyor. Amerikalı ünlü coğrafya-iktisatçısı David Harvey’in deyişiyle “iklim değişikliğinin maliyetleri gözeten bir karbon fiyatı gerçekten uygulansaydı, kapitalizm çoktan iflas ederdi.” 

Kapitalizmin her ne pahasına da olsa daha çok kâr ve daha fazla tüketim çılgınlığına dayalı toplumsal örgütlenmesi, küresel ısınma tehdidine karşı mücadele önündeki en önemli engel olarak gözüküyor. 

Aklımıza Marx’ın ünlü sözü geliyor, “Kuşkunuz olmasın ki, darağacında asacağımız en son kapitalist, kendisini asmak için kullanacağımız ipi bize satıyor olacaktır”.

Erinç Yeldan / CUMHURİYET

Neden? F.Oğuz Bayır bilinir de söylenmez! - M. Orhan Nasuhoğlu

Gene, daha şimdiden Köy Enstitülerinin Kuruluş Günü olan “17 Nisan” hazırlıkları başlamıştır. Kurumlar “Anma Afiş ve Programları”, Yazarlar ise “Köy Enstitüsünü” neresinden yazayım derdine düşmüştür. “En Derin Saygıyla; H. A. Yücel, İ. H. Tonguç” anma ritüel ve fotoğrafları! 

Peki, Ferit Oğuz Bayır bilinir de, söylenmez? Neden? 

Bu sorunun cevabını Ferit Oğuz Bayır Öğretmenimizin görüşlerinde arayacağız. Ve de “Oktay Akbal” ustanın 2011 yıllı yazısının da desteği ile.
“Kişiliğimi çalışma kavramında bulurum” diyen, yaşamı bir manifesto olan, Anadolu Eğitim Devrimi Köy Enstitülerinin kahramanlarından biridir, Ferit Oğuz Bayır Öğretmen.
İlçem Simav’da doğmuş (1899-1998), Edirne Öğretmen Okulu’ndan diplomalı, Trakya da milli mücadeleye hemen katılmış kuvvacı çeteci, esir, topçu teğmen, öğretmen, müfettiş, başöğretmen, eğitmen yetiştirme ve içinden Köy Enstitüleri geçen, ilköğretim genel müdürlüğü şube müdürlüğünde 1939-1946 yedi yıl eğitim dönemine yönetici olarak katılım. Nihayet zorunlu kütüphane memurluğu. Emekliliğinde Foça’da çiftçi.

Kemalist rejim
“Kemalist rejim, köyü, sosyal çekirdek sayılan bu toprak birliğini kalkındıracak realist eğitim organını arıyordu”* Bu arayış Milli Eğitim bakanları, Mustafa Necati ile başlamış, Saffet Arıkan döneminde olgunlaşmış ve Hasan Âli Yücel’le “Anadolu Eğitim Devrimi Köy Enstitüleri’ne” ulaşmıştır. Hasan Âli Yücel’in İlk Öğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç, Şube Müdürü ise Ferit Oğuz Bayır Öğretmen’dir.
Köy Enstitülerine ve o döneme, Bayır öğretmenin “Köyün Gücü” kitabının (1971) ışığıyla bakacağız.

‘17 Nisan’ın anlamı’
“17 Nisan bir bayramın tarihidir. Unutulmuş, hatta hatıra geldikçe hafızalardan çıkarılmak istenmiş bir bayramın tarihi... Bir tarih ki, her yerden silinse bile tarihin taş bağrına hakkolunmuştur. Bir tarih ki ne kadar meçhul bırakılmak istenirse istensin, istikbal onu bütün incelikleriyle bilecektir.
İşte o bayramın kısa tarihini yazmak istiyorum” demiş, Ferit Oğuz Bayır Öğretmenimiz...
Bayır Öğretmen “Köy Enstitülerinde yetişenlerin toplumsal potaları; insan soyunu aşağılatan işlemlere karşı koymak, kendi ulusunun sorunlarına dalmak, köy toplumlarına yukarıdan bakan baremci bir memur postu özleyicisi olmamak, iktidarın kapısına yanaşmacı olmamak... Aramızda bu karakteri işin, bildiğimiz üretici işin yaratacağı düşüncesi asıldı” diyerek, Köy Enstitülülerin erdemlerini ortaya koymuştur.

‘Kendi nesli’
Koca bilge F. O. Bayır “Benim neslim, 1914’ten beri dünya toplumlarının doğurma sancısı tohumlarıyla yoğrulu, Osmanlılığın ve Türklüğün verdiği savaşlar içinde toplumda göreve başlamışlardır” demektedir. “ .. Kurtuluş Savaşı kavgası, onlarda toplumsal eğitim ve yön yaratmıştır. Ezenlere karşı çıkmak fikri uğrunda savaşmak, ille de yurt insanlarının her türlü hakkının önceliğine inanarak vuruşmak. Bu gerçek inanış, neslimi köyün yaratıcılığına ulaştırmıştır” saptaması da onundur..
Kuvvacı çeteci Bayır Öğretmen “1970 değil, 1925’teki uyarmayı okuyun” diye Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayınından Yusuf Akçora’nın görüşlerine de başvurmuş : “... Aralarında, dinsel durumu güdenler bulunuyor. Tutuculuk perdesi arkasından, insanın insanı sömürmesini, hâkimiyetini, toprak esaretini devam ettirmek isteyen, memleketi sömürgelikte devam ettirmek için Cumhuriyete, milletin beka iradesine karşı çıkan zümreyi destekleyen finanse eden yabancılar el ele veriyorlardı. Bu gittikçe devletleşecek çıkarcılık yanındakilerin taşıdığı tehlikeleri ancak halkı uyandıracak ve birleştirecek iş eğitimi, üretici öğretimle önlemek mümkündür”!**

‘Bayır’lar niye yok? Oktay Akbal
Işıklar içinde yatsın “Oktay Akbal” da , 2011’de Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazısının başlığında “Ferit Oğuz Bayır’lar niye yok” diye sormuş. F. O.Bayır’ın, Hasan Âli Yücel’in sağ kolu en önemli bir yardımcısı ve İsmail Hakkı Tonguç’ un en yakın arkadaşı diye tanık olarak vurgulamıştır.

“Ferit Oğuz Bayır’ın “Köyün Gücü” adlı kitabını da, köylerin gerçek bir uygarlık aydınlığına kavuşmasını isteyenlerin okumalarını isterim. Eşine az rastlanılan bir bilinç, bir duygu, bir akıl insanını tanımış olurlar diye salık vermiş.

“Oktay Akbal” bu yazısında;” Benim mutluluğum, '62u iki büyük insanı (Tonguç ve Bayır) yakından tanımış, söyleşilerinden yararlanmış olmamdır” diye de bu iki büyük aydınlanma savaşçısını anmış.

Sonuç olarak
Köyün Gücü kitabı, Bayır Öğretmen’in 1971den geriye doğru bakıp sorgulaması olduğu kadar, “Yücel, Tonguç, Bayır” sacayağının geçmişteki mücadelelerinde tanıkları ile birlikte dik duruşlarının ve devrimi savunmalarının da bir öyküsüdür. 

“Köyün Gücü” kitabı, “Anadolu Eğitim Devrimi Köy Enstitülerinin” bilimsel tarihi ve 1923-1946 dönemine de eğitim açısından en büyük eleştirel yaklaşımdır.

İşte bu nedenlerle, Köy Enstitüleri denilince “Yücel, Tonguç, Bayır” diye üçlü sacayağının ayaklarından biri olarak anılmamasını “Mütevazı Koca Bilge” Ferit Oğuz Bayır Öğretmenimize vefasızlık olarak tespit ediyorum. 

Saygılarımla. 

M. Orhan Nasuhoğlu / CUMHURİYET

EKLER:
*İsmail Baltacı, Ulus Gazetesi
**Bu makaledeki bilgiler 2011 yılında bir Köy Enstitüsü Sempozyumu için hazırladığım 6 sayfalık sunumumdan özetlenmiştir. Ben sunumumu gönderdikten sonra ışıklar içinde yatsın “Oktay Akbal” ustanın yayımlanan yazısını görüp kıvanmıştım. Demek ki yalnız değilim diye...