1 Ocak 2019 Salı

İki cami arasında kurtuluş düşü - ORHAN GÖKDEMİR

Ne zaman söyleyecekler diye beklerken, bir arkadaşım dillendirdi ilk. “31 Mart’taki son seçim, Ekrem İmamoğlu’na oy vermezsek AKP’yi durduramayız” dedi. 

“Oğluna oy vererek imamı mı durduracaksın” dedim, şaşırdı.

Kılıçdaroğlu’nun icadıdır, ismiyle müsemmadır. Aday olarak atandıktan sonra dolaşmadığı cami, kapısını çalmadığı AKP’li kalmadı. “İstanbul’u yönetme tecrübesine sahip olmuş değerli başkanlarımla bir araya gelmeye devam ediyorum. Sayın Kadir Topbaş ve Sayın Ali Müfit Gürtuna’ya benimle paylaştıkları tecrübeleri ve önerileri için teşekkür ederim” diye paylaştı marifetini. 

“Yönetme tecrübesi” dediği şehrin yağmalanması ve bir beton denizine dönüştürülmesinden ibaret. Ayrıca adı geçenlerin şehre başkan oldukları da şüphelidir. İhtiyaç oldu atandılar ve ihtiyaç oldu görevden alındılar. Ne Müfit Gürtuna’nın ne Kadir Topbaş’ın şehri yönettiğine tanık olan kimse yoktur. 
Şehrin gerçek yöneticisinin kim olduğunu herkes biliyor. Belli ki İmamoğlu da biliyor. Saray’a çıkıp el etek öpmenin şart olduğunun farkında, randevu istedi, umutla bekliyor. 

O arada yaptığı hazırlıkları paylaştı sosyal medya hesabından. Şöyle bir şey: Çizgi ilerliyor ve bir camiye dönüşüyor. Sonra camiden çıkan çizgi İstanbul yazısı oluyor. İstanbul çizgisi ilerleyip bir başka camiye dönüşüyor. Altta kırmızıyla “İmamoğlu”nu okuyoruz. 
Şiiri de var: "Seni görüyorum yine İstanbul Gözlerimle kucaklar gibi uzaktan Minare minare, ev ev, Yol, meydan. Geliyor Boğaziçi`nden doğru Bir iskeleden kalkan vapurun sesi, Mavi sular üstünde yine Bembeyaz Kızkulesi." İmlasına dokunmadım. Şairi Ziya Osman Saba’ymış. Herhalde içinde minare geçiyor diye seçilmiş olmalı.

Seçtiği şiir mi, yoksa iki camili çiziktirmesi mi daha sefil karar veremedim. CHP’nin İstanbul adayı iki cami arasında “bicumhuriyetçi”dir. Kılıçdaroğlu’nun hiçbir masraftan kaçınmayarak imal ettiği ikinci Ekmeleddin vakasıdır. "Ekremeddin" de onun kadar sağcı, onun kadar dincidir. Ekremeddin İmamoğlu, yeni nesil Ekmeleddin İhsanoğlu’dur...
                                                           ***

Bizi ilgilendirmez ama not edelim; CHP’nin İstanbul adayı CHP’li de değildir. “Kazanırsam seçimin bittiği gün CHP rozetini çıkaracağım” dedi mesela. Cumhurbaşkanı AKP Genel Başkanı, rakibi Meclis Başkanı rozeti taşırken söyledi bunu. Niye çıkarıyorsun rozetini? Üstelik “AKP’den kurtulalım da kim olursa olsuncular” sana sırf o rozet yüzünden oy vermeye niyetliyken. Utanıyor rozetinden. Ekmeleddin de öyleydi. Cumhurbaşkanı adaylığından sonra Kılıçdaroğlu kapısını çaldı, vekillik teklif etti. Reddetti, gidip MHP’den aday oldu. 

CHP’yi “komünist” sanan geleneğin doğal refleksidir. Rozetini takmazlar, takmışlarsa çıkarmak için yol ararlar, bulurlar.

                                                             ***

Ankara’da Mansur Yavaş var, aslen MHP’li. Ankaralılar da İstanbullular gibi CHP’ye oy verip bir MHP’linin kazanmasını ve kendilerini AKP’den kurtarmasını bekleyecekler yeni yılda. Piyangodan büyük ikramiyenin çıkmasını beklemekten daha az rasyonel değil. Olur mu, olur! 

İzmir’de bir muğlaklık var hala. Muğlaklık İzmir’in “çantada keklik” sayılmasından kaynaklanıyor. Kılıçdaroğlu kimi işaret ederse o kazanmış olacak, umulan bu. Adı geçen isimlerin ekseriyeti müteahhit-tüccar, Aziz Kocaoğlu’nu aratmayacak tipler. Dün Kılıçdaroğlu'nun aklındaki isimlerden birinin Prof. Sedef Gidener olduğu açıklandı. Zihin okuyan birileri yoksa etrafında, “uçuruldu” demek daha doğrudur. soL’da haberi var, biyografisi gayet net. DEÜ Tıp Fakültesi Hastanesi başhekimiyken sendikalaşmak isteyen işçileri işten çıkarmış. Sonra Fethullah Gülen cemaatiyle irtibatı olduğu iddiasıyla akademiden ihraç edilmiş. Böyle sicili olan biri Kılıçdaroğlu’nun aklına düştüyse, başkasına yer açılması imkânsızdır. 

Fethullahcıları ve inşaatçıları sever, işçi düşmanlarına bayılır. Birkaç ay önce büyükşehirlere “ceo” aday bulmak için holding holding dolaşıyordu. Ciddiye almadılar, bunlara kaldı. 
                                                            ***

Kendine benzeyenleri buluyor, aday atıyor. İmamoğlu’nun adaylığı açıklanınca sosyal medya hesabı ortalığa döküldü. Anlaşıldığı kadarıyla Suriye’yi parçalamak üzere gönderilen cihatçı katillere İHH tırlarıyla yardım göndermişliği bile var. 

Neo Osmanlı yancıları gibi davranıyorlar her adımlarında. Kılıçdaroğlu’nun da katıldığı adaylık açıklama töreninde “Fatih'in koyduğu ilkelerle, ruhla yönetmek zorundayız” diye özetlediler yerel yönetim felsefelerini. Fatih döneminde İstanbul’un nüfusu 50 bin civarındaydı, şimdi 20 milyon insan yaşıyor. Hem ne felsefesi olacak Fatih’in? Düşürmüş şehrin kalelerini, işgal etmiş, ölen ölmüş, kaçan kaçmış. Sağdan soldan insan toplayıp yıkımına yol açtığı şehri yeniden şehre dönüştürmeye çalışıyor. Hepsi bundan ibaret. 

Eskiden seçim çalışmalarında bol keseden para dağıtan siyasilere kaynak sorarlardı. Yıkıldı o gelenek. Zaten Kılıçdaroğlu kaynağını açıklayıp konuyu ilelebet kapattı, kul hakkına müdahale edilmezse İstanbul’un milyarları vardı.
Yağmurdan kaçarken doluya, imamdan kaçarken oğluna tutulma durumu bu. 

İktidarı muhalefeti, hepsi, tepeden tırnağa AKP’li. İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de AKP’nin kaybetme olasılığı sıfır. Böyle bir ihtimal ortaya çıktı diyelim, YSK’nin görev süresi uzatılmış neferleri aportta bekliyor. Sağa açılanlara bu seçimde de çıkış bırakmadılar anlayacağınız.
                                                            ***

İmamoğlu’nun İHH’cılarının sütkardeşleri kapımıza “Noel’le mücadele” bildirileri bıraktılar yılbaşından önce. “Noel’e Karşı Topyekûn Mücadele” başlığını taşıyordu bildiri ve Müslümanları Noel kutlamamaya davet ediyordu. “Topyekûn Mücadele” bölümü iktidarın “Enflasyonla Topyekûn Mücadele” logosundan ödünç alınmıştı. “Müdafaa-i İslam Hareketi” imiş organizasyonlarının adı. “Türkiye'nin İlmi ve Fikri, Mukavemet, Mücadele ve Farkındalık Hareketi” olarak tanımlıyorlar kendilerini. Dinle, toplumla, tarihle ile ilgili bilgileri bunalımlı bir kişisel gelişimci düzeyinde. Kültürel olarak da yakın oldukları “farkındalık” lakırdısından belli. 

Laiklerimiz İslamcı cihatçıların bu “Noel” takıntısını bir türlü anlamlandıramadılar. Şöyle itiraz ediyorlar bu baskıya: “Müslüman Noel kutlamaz. Peki, Müslüman rüşvet alır mı? Müslüman kendisine dinini öğrensin diye teslim edilen erkek çocuğuna tecavüz eder mi? Müslüman devletini soyup soğana çevirir mi? Müslüman kul hakkı yer mi, adaletsizlik yapar mı?”

Bizim “Aklın Gözü”nden aktarayım: Dar-ül Harb'te rüşvet alınabilir. Çocuğa tecavüz recm ya da had cezası gerektirmez, küçük günahlardandır. Devlet kâfirse, yani laikse soyabilir. Kul hakkı fasa-fisodur, şirk dışındaki tüm günahları Allah affedebilir. İmamlara, İslam üzerinden gol atamazsınız, boş uğraş bunlar… Bu durumda neyi kutluyorsanız ona adıyla sanıyla sahip çıkacaksınız. İçiyorsanız saklamayacaksınız, inanıyorsanız altını çizeceksiniz, inanmıyorsanız söyleyeceksiniz, yaşam biçiminize saldırı varsa savunacaksınız. 

Hem “Noel’i kutlamayın” diye yola dökülen sadece bu şaşı tarikatlar değil ki. Diyanet de karşı o akşam yaptıklarınıza. Devlet yaptırmamak için fırsat kolluyor, şehir merkezlerine çıkan bütün yollarda sıkıyönetim vardı dün. Sağcı-dinci koalisyonu esir aldı ülkeyi. Noel haram, OdaTV’yi hedef göstermek sevap, Çorum-Maraş tiyatro, grev imkânsız, bütün kabahat “sokaklarda dudak dudağa sevişenler”de...
                                                           ***
Seçimi denk getirdikleri 31 Mart tarihi, 1909’daki gerici ayaklanmanın yıl dönümüdür.  “Şeriat isteriz” diye sokaklara döküldüler, amaçları “Hürriyet” devrimini boğmaktı. Sonra başka bir fırtına çıktı, bütün karanlığı sildi süpürdü. 

Boş verin imamı, oğlunu, yancısını, sağcısını. Sol bir rüzgâr gerek bize, bu karanlığı başka türlü dağıtmamız imkânsız. 

Aydınlık yıllara öyleyse!

Orhan Gökdemir / SOL

K. Sofuoğlu olayı düzenin aynası - ALİ SİRMEN


AKP Sakarya Milletvekili Kenan Sofuoğlu, geçen gün TBMM’deki odasında, danışmanlarıyla birlikte kendi çektiği fotoğrafını sosyal medyada paylaşınca, büyük eleştirilerin hedefi haline geldi. 

Büyük tepkinin nedeni Sofuoğlu’nun masaya uzatılmış ayaklarının dibinde el pençe divan duran iki “danışmanı”nı “emir erlerim” diye nitelemiş olması. 
Kendini ezen düzenin karşısında biçare kamuoyu, seçip oraya gönderdiği yanılsaması içinde olduğu temsilcilerinin maaşına, ucuz lokantasına, çeşitli giderlerine veya “saltanatına” takarak öfkesini dillendirmeye alıştığından bu kez de Sofuoğlu’nu hedef aldı. 

Danışmanlardan teyzeoğlu Semih Bostancıoğlu da patron- yeğenini savunmaya çalışırken baltayı taşa vurduğundan, istifa etmek zorunda kaldı.

***

1983 Trabzon doğumlu Sakarya Milletvekili Sofuoğlu, kardeşleri ve babasıyla birlikte motoksiklet tamircisi iken, uluslararası supersport motosiklet yarışlarında kendi kategorisinde dört kez dünya şampiyonu olmuş, bu uğraşı sırasında Almanca, İngilizce öğrenmiş, Tayyip Erdoğan’ın desteğiyle AKP’den milletvekili seçilerek politikaya atılmış genç ve tecrübesiz bir siyasetçi olarak tepkileri nasıl göğüsleyeceğini bilemiyor. 

Bence Sofuoğlu’na haksızlık ediliyor. 
Aslında Sofuoğlu olayı düzenin aynası. Genç ve yetenekli Sofuoğlu düzende ne görmüşse onu yansıtıyor. 
Danışmanlarını emir eri olarak görmesinde, onlara ayakucunda el pençe divan, poz verdirmesinde şaşacak ne var?
Bilimi dışlayan, bilim adamını horlayan bir ülkenin yasama yetkisinden hâlâ kendisine kalan kırıntılarla yetinmek konumunda olan, denetleme yetkisini tümden yitirmiş Meclisi’ndeki temsilcilerin küçük bir azınlığı dışında kalanları danışmanın ne işe yaradığını bilmedikleri, onları çarşı pazar işinde kullandıkları herkesin malumuyken, Sofuoğlu’nun, danışmanlığı emir eri kurumu ile karıştırmasında yadırganacak ne var ki? 

Milletvekillerinin bir kısmının ne işe yaradığını hâlâ anlamadıkları danışmanların maaşlarından bir bölümüne masraflara karşılık el koyduğunu duymayan mı kaldı? 
Bizzat Meclis Başkanlığı’nın bir angarya olarak görmüş olduğu danışmanların kıdem tazminatından kaçınabilmek için bunların bir bölümünün yıl sonunda çıkışları verilmekte, yıl başında tekrardan girişlerinin yapılmakta olduğu bilinmeyen bir husus değildir.
***

Olaya emir eri mantığıyla yaklaşıldığında, milletvekillerinin de konumlarının danışmanlarınınkilerden daha iyi olmadığı görülüyor. 

Milletvekili adaylığına, önseçimle değil, liderin iradesiyle gelmiş olan milletvekili de, varlığını borçlu olduğu liderin emir eri konumunda değil mi? 

Tabii ki, bu konumda olmayan milletvekilleri var. Ama istisnalar kuralı bozmuyor. 
Milletvekilinin liderin emir eri konumunda olduğunu belirtmeme itirazı olan varsa, onların en anlı şanlılarından, sürekli rotasyon halindeki Binali Yıldırım’ın örneğini vermek isterim. 
Lideri Binalı Bey’e buyuruyor: 
- Danışman ol Binali! 
Binali danışman oluyor. 
Lider yeni komut veriyor: 
- Milletvekili ol Binali! 
Binali milletvekili oluyor. 
Komut değişiyor: 
- Bakan ol Binali! 
Binalı, önce bakan sonra başbakan oluyor.
Lider Başbakanlığı lağvetmeyi istiyor, Binali’ye buyuruyor: 
- Sen biraz şöyle dur! Meclis Başkanı ol Binali. 
Binali Meclis Başkanı oluyor. 
Liderin tekrar İstanbul’a işi düşüyor, yine buyuruyor: 
- Sen şimdi de belediye başkan adayı ol Binali! 
Binali belediye başkan adayı oluyor. 

Bütün bunlar herkesin gözü önünde olmuyor mu? 

Bu durumda, danışmanlarını “emir erim” diye niteleyen genç Sofuoğlu’na neden kızıyoruz ki?

Ali Sirmen / CUMHURİYET

'Bankacılıkla' futbol kurtulmaz! - Tuğrul Akşar

Ekonomist Tuğrul Akşar, Türkiye Futbol Federasyonu ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi birlikteliğini Cumhuriyet için yazdı, kurumsal ve profesyonel yapıya dikkat çekti.


Geçen hafta yazılı ve görsel medyada, özellikle de Demirören grubunda “Türk futbolu için büyük proje” başlığıyla yayımlanan haberlerde, “Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) ile Türkiye Bankalar Birliği (TBB) borç krizi içindeki kulüpler için” ortak bir projeye başlayacakları duyuruldu.
Söz konusu habere göre, borç batağı içindeki futbol kulüplerini, içinde bulundukları finansal dar boğazdan çıkartabilmek için TFF, Bankalar Birliği ile geliştirecekleri projeyle kurtarmaya çalışacak. Detayları daha sonra açıklanacağı ifade edilse de basına sızan detaylarda kulüplerinin borçlarını ödemeye yönelik bir varlık havuzu oluşturulacak, kulüpleri finansal olarak denetleyecek ve takip edecek bir üst kurul kurulacak.

Oysa sorunlar derin!
İçeriği belli olmadan Türk medyasının alkışladığı bu projeye öncesi ise futbolun mali sorunları tavan yapmış durumda. 1990’ların başından itibaren giderek parasallaşıp ticarileşen ve bunun sonucunda da endüstriyel bir karaktere bürünen futbol, doğal olarak Türk futbolunda da yapısal dönüşümlere yol açtı ve sorunları beraberinde getirdi. Bu sorunlar, kurumsal yönetim yetersizliği, yanlış şirketleşme ve halka arzın yarattığı sorunlar, örgütlenme sorunları (yetersiz kalan Dernekler Kanunu), devletin futbola sponsorluğunun artarak devam etmesinin neden olduğu sorunlar, kontrolsüz transfer harcamaları, ölçüsüz ücret, maaş ve prim personel harcamalarının astronomik artışı, kulüplerin artan borçları, ekonomik konjonktürün olumsuz etkisiyle artan finansman maliyetleri, faaliyetlerinden kâr yaratamayan kulüplerin giderek artan zararları sonucu, kulüplerin özkaynaklarını yitirmeleri gibi ekonomik ve finansal sorunlardı. Bu sorunlar nedeniyle Türk futbolu finansal olarak irtifa kaydederken, devlet sponsorluğu ve yönlendirmesi sayesinde ekonomik olarak gelirlerini artırdı. Burada paradoksal bir durum var. Futbolda ekonomik olarak refah seviyesi arttıkça, finansal olarak dip yapmış durumdayız.

Ters orantılı büyüme!
Türk Futbolunun ekonomik büyüklüğü 3.5 milyar TL’ye yükselirken, toplam kulüp borçları 14.5 Milyar TL’ye ulaşmış durumda. Futbol kulüplerimizin birikimli zararları 5,5 milyar TL’yi geçerken, buna bağlı oluşan özkaynak açıklarıysa 6 Milyar TL civarında.Toplam varlıkları borçlarını karşılamakta yetersiz kalan kulüplerin önemli bir kısmı sadece naklen yayın gelirlerine bağlı bir gelir yapısına sahip. Ortalama seyirci sayısı 14 bin dolayında olan kulüplerde, Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzonspor’un seyirci sayısını düştüğümüzde bu ortalama 4 bin seviyesine geriliyor. Son bir yılda artan finansman maliyetleri ve oluşan kur farkları nedeniyle kulüplerin finansal borçları en az yüzde 40 artış kaydetti.

3 temel açık
Kulüplerin genel konsolide mali tabloları bize üç açığın bir arada olduğunu gösteriyor.
1. Kulüplerin dönen varlıkları, kısa vadeli borçlarını karşılamakta yetersiz kaldığı için işletme sermayesi açığı,
2. Kulüplerin faaliyetlerinin finansmanında kullandıkları özkaynaklar içinde yer alan şişirilmiş Değ.Artış Fonu(Mad.Dur.Varlık ve Bonservis değerleme) bedellerimi çıkarttığımızda özkaynak açığı,
3. Kulüplerin mevcut hazır değerleri içinde yer alan nakit ve benzeri likit değerleri dikkate aldığımızda ise bunların toplam değerinin kısa vadeli borçları karşılamakta yetersiz kalması nedeniyle likidite açığı oluştuğu görülüyor.

Çözüm önerileri
Cumhuriyet’in defalarca dikkat çektiği gibi futbol yapılanmamız ancak mevcut statükoyu korumaya yetiyor. Görüldü ki, mevcut yapı futbolumuzu finansal ve sportif olarak Avrupa ve dünyada hak ettiği yere taşıyamıyor. Günün gereklerini kavrayacak bir yetenekten uzak. Konuyla ilgili Doç. Kutlu Merih ile kaleme aldığımız Futbol Yönetimi Kitabı’ndaki (2008) kulüp yapılanmalarının değiştirilmesi gerektiğine dikkat çekilmişti. (Sh.240-45 sh. Literatür yayınları, 2008, İstanbul) Bu kapsamda, bugünkü futbol örgütlenmesi yerine, 1) Süper Lig AŞ. yapılanmasına geçilmesi, 2) Kulüplerin AŞ. şeklinde organize olmaları, 3) Kulüpleri finansal olarak denetleyecek ve yönlendirecek, federasyondan bağımsız bir üst mali kurul oluşturulması, 4) Federasyonun sadece lig organizasyonu ile uğraşması, UEFA ve FIFA ile koordinasyonu sağlamasını, yani idari işlerle ilgilenmesi, 5) Futbolcuların ekonomik, demokratik ve örgütsel haklarını koruyacak ve doğrudan Uluslararası Futbol Sendikaları Örgütü FIFPRO’ya bağlı ayrı bir yapının da oluşturulması konuları yazılmıştı. Yine, 8 Mart 2011’de TBMM Araştırma Komisyonu’nun daveti üzerine hazırlanan raporda da tehlikeye dikkat çekilmişti.

Bu raporda uzun vadeli çözümler şöyle belirtilmişti:
1. Parasal geliri çeşitlendirerek artırmak: Naklen yayın gelirlerine bağımlı bir gelir yapısı var. Avrupa’da olduğu gibi sportif performanstan bağımsız gelir yaratacak bir yapıyı kurmalıyız.
2. Altyapıyı ve maliyet yönetimini esas alan bir yönetim anlayışı: Bugün kulüpleri borçlandıran temel şey: Kaynakların etkin ve verimli kullanılamamasının yanı sıra gelirlerin giderleri karşılamada yetersiz kalması, bunda da ana faktörün oyuncu maaş ve transfer ücretlerinin olması. UEFA Finansal Fairplay kriterlerine göre oyuncu maaş ve transfer ücretlerinin gelirin yüzde yetmişinden fazla olmaması gerekiyor. Bu nedenle kulüpler alt yapıya özel önem vermeli.
3. Borçlanmanın kontrol altına alınmasını sağlayacak yeni yapı: Kulüpler faaliyetlerinden kar edemedikleri ve sürekli finansman açığı verdiklerinden yoğun olarak yabancı kaynak kullanımına yönelmekteler. Ve kesinlikle Genel Kurul Kararı olmaksızın borçlanmaya gidememeliler.
4. Ehliyetli-yeterli profesyonellere yetki verilmeli: Kulüplerin şirket veya dernek yapısında olup olmadıklarına bakılmaksızın kesinlikle Kurumsal Yönetim ve Yönetişimin egemen örgüt modeli haline getirilesi bir yasal zorunluluk haline getirilmeli.
5. Kurumsal yönetime yönlendirilmeli: Deloitte’un son çalışmasına göre 16.5 milyar Avroluk bir büyüklüğe ulaşan Avrupa futbol piyasası, artık kulüplerin bu pazardan daha fazla pay alabilmek adına, birbirleriyle kıyasıya bir rekabete girdiklerini gösteriyor. Bu bağlamda çoğu kulüp ulaştıkları devasa bütçelerini daha iyi yönetebilmek, sermaye piyasalarına açılarak daha ucuz fon temin etmek, iktisadi ve mali başarıya ulaşarak, sportif başarıyı yakalamak adına kurumsal yönetişime doğru yol almaktadır.
6. Türk futbolunda bağımsız mali üst kurul oluşturulmalı: Bugünkü yapılanmasıyla federasyon kulüpleri finansal ve iktisadi anlamda denetleyebilecek, yönlendirebilecek ve koordine edebilecek durumda değil. Tıpkı bankacılık sektöründe olduğu gibi futbolda da mutlaka, bir üst mali kurul oluşturulmalıdır. Bu kurul tamamen bağımsız, konusunun uzmanı, birikimli kişilerden seçilerek değil, atanarak oluşturulmalıdır. (Tuğrul Akşar, Türk Futbol Kulüplerinin Finansal Yeniden Yapılanması ve Yönetişimsel Sorunlarına Çözüm Önerileri. TBMM Araştırma Komisyonu’na sunulan rapor, 8 Mart 2011)

‘Bugünü feda edip yarını kazanmalıyız’
2011’de TFF yöneticisi Sayın Hüsnü Güreli başkanlığında oluşturulan ve içinde bulunduğumuz “Finansal Yapılandırma Komitesi”ne sunduğumuz önerilerde şu konu başlıkları gündeme getirilmişti:
1. Süper Lig AŞ’nin kurulması, 2) Kulüplerin AŞ şeklinde örgütlenmeleri, 3) Kurumsal Yönetimin kulüplerde egemen örgüt modeli haline getirilmesi, 4) Kulüplerin varlıklarını bir araya getirerek Varlık AŞ kurulması suretiyle, buna bağlı çıkartılacak finansal enstrümanlarla kulüplerin finansman sorunlarının çözümlenerek, finansal darboğazdan kurtarılmaları gündeme getirilmişti.
Bugün TFF’nin böylesi bir projeyi hayata geçirmesi ilk etapta olumlu bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Gönül isterdi ki, bu projeyi TFF, sadece bankalar birliği ile değil, daha geniş katılımla, en önemlisi Kulüpler Birliği’ni de içine alacak futbol paydaşlarıyla götürse ya da başlasaydı.
Kısa vadeli çözümler yerine, gerekirse bugünü feda edip yarınlarımızı kurtaracak uzun vadeli çözümlere odaklanılması çok kritik. Getirecek ya da önerilecek çözümlerin, bu sorunların tekrarını önleyecek bir kültüre/bir örgütlenme modeline dönüştürülmesi, yani kalıcılaştırılması yaşamsal öneme sahip.

Tuğrul Akşar / CUMHURİYET

İstanbulluya yok, Başakşehir'e var! - Arif Kızılyalın

Türk futbolu 14.5 milyar TL’lik borç nedeniyle iflasın eşiğine gelirken, 2018 yılının flaş ekibi Başakşehir FK’nin hem finansal hem sportif anlamdaki yükselişi spor dünyasında “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” sorusunu gündeme getirdi. 


Merkez medyanın, üzerine gitmediği Başakşehir olayı, Galatasaray, Beşiktaş, Fenerbahçe, Trabzonspor, Bursaspor ve Eskişehirspor gibi köklü camiaların taraftarlarınca sosyal medyada irdelenirken, “İstanbul’daki yerel yönetim, kendi kentinin yüzlerce yıllık geçmişe sahip camialarına karşı niçin rakip çıkartır” yorumları da dikkat çekti. 

Özellikle Galatasaray ve Fenerbahçe UEFA’nın koyduğu Finansal Fair Play kuralları nedeniyle Avrupa kupalarından men korkusu yaşarken Başakşehir Futbol Kulübü’nün Sivasspor’dan 2 milyon Avro bonservis artı maaş karşılığı Brezilyalı yıldız Robinho’yu transfer etmesi bardağı taşırdı. 

Elle tutulur tek geliri TFF’nin ödediği isim hakkı ve naklen yayın bedeli olan Başakşehir FK, kadrosunda Arda Turan, Adebayor, Robinho, Caiçara, Elia gibi yıldızları barındırırken, geride kalan dönemde sadece Roma’ya sattığı Cengiz Ünder’den kazanç sağlayabildi. Cengiz için İtalyan ekibinin verdiği 15 milyon Avro’nun 4.5 milyonunu yetiştiricilik payı olarak ünlü futbolcunun ilk kulübü Altınordu’ya veren Turuncu-Lacivertliler, 10.5 milyon Avro ile 2 yıldır inanılmaz transferlere imza atmayı (!) başardı.

Gişe geliri elektriğe yetmiyor!
Maçlarını ortalama 2 bin 464 seyirciye oynayan ve bazı karşılaşmalarda tribünler boş kaldığı için Başakşehir Belediyesi’nin taşeron işçilerini müsabakaya getirdiği iddia edilen Süper Lig liderinin gişe geliri, İstanbul’un en lüks statlarından biri olan Fatih Terim Stadyumu’nun işletme giderlerinin çok altında kaldı. 

Antrenman ve kamp tesislerini de içinde barındıran Başakşehir Futbol Kulübü spor kompleksinin elektrik parası bile taraftarın harcadığı para ile karşılanamıyor. Dünyadaki diğer kulüplerin bilet, pazarlama gibi gelirlerinden yoksun olan Başakşehir’in temel gelir kaynağı ise iktidara yakınlığı ile bilinen ve medyada “havuz müteahhitleri” diye adlandırılan firmalar. İstanbul’un metro, raylı sistem ve 3. havaalanı ile Kanal İstanbul projelerinde aslan payını alan inşaat firmaları Süper Lig liderine destek oluyor. İşte Başakşehir’in sponsorları: Deco-Vita, Medipol, 3. İstanbul, THY, Doğa, Ziraat Katılım, İntercity, Macron, Fakir, İntermega Güvenlik, Kalyon, Sırma, Turex, Nef, Vodafone, Sunny, Kiğılı, Denizbank, Burger King. Başakşehir’in sponsorluk geliri bununla da kısıtlı değil. Nurettin Sözen döneminde İstanbullunun ucuz ekmek yemesi için kurulan “Halkekmek” ve yine kentin gaz dağıtımını üstlenen İGDAŞ, çeşitli aralıklarla Başakşehir’e sponsor oldular. Başakşehir U21 takımı şu sıralar maçlara İGDAŞ reklamı ile çıkıyor.

Yönetimi, kabine gibi!
Yıllar önce İstanbul Büşükşehir Belediyespor adı altında kurulan, 2014 yerel seçimleri sonrası siyasi baskı nedeniyle adı değişen ve bir gecede Başakşehir Futbol Kulübü oluveren Turuncu-Lacivertli ekibin başkanı İBB’nin mevcut Başkanvekili ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın aile yakını Göksel Gümüşdağ. Yine Başakşehir’in önceki yönetiminde şimdiki Turizm Bakanı Mehmet Ersoy vardı. Kulübün forma sponsoru ise Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın sahibi olduğu Medipol Grubu. Ancak Başakşehir’le ilgili asıl sıkıntı, İBB bünyesinde ve iştirak statüsündeyken, bir gecede AŞ’ye çevrilip Gümüşdağ ve arkadaşlarına o günlerin parası ile 7 milyon TL civarı bir para karşılığı devri. Bir başka sıkıntı ise İstanbul’da kayıtlı ve tescilli 1600 kulüp varken, birdenbire kurulan Başakşehir FK’ye, İstanbul’un yeni rant alanı Başakşehir Belediyesi sınırları içindeki modern bir stadın verilmesi.

Yıldız üstüne yıldız!
Başakşehir FK, şirkete ait şirket olduğu için sözleşmelerin büyük bölümünde gizlilik şartı var. Tahmini kulüp değeri 52.5 milyon Avro olarak gösteriliyor. Ancak futbolcuların aldıkları paralar, personel ve benzeri giderler düşünüldüğünde kulübün yıllık maliyetinin değerinin üzerine çıktığı tahmin ediliyor. Kamuoyuna yansıyan yıllık maaş ve ödentiler şu şekilde:
Giden:
Cengiz Ünder-Roma: 15 milyon Avro (4.5 milyonu Altınordu’nun)
Mevcut kadro:
Arda Turan: 4 milyon Avro
Adebayor: 2.2 milyon Avro (Bazı kaynaklar 4 milyon olarak gösteriyor)
Clichy: 3 milyon Avro
Emre: 2 milyon Avro
Gökhan: 1.5 milyon Avro
Elia: 1.5 milyon Avro
Bajic: 1 milyon Avro
Visca: 1.5 milyon Avro
Caicara: 1.5 milyon Avro
İrfan: 1 milyon Avro
Robinho: 2 milyon Avro
Epureanu: 1 milyon Avro
Yıldızlara 25 milyon Avro, teknik kadro ve toplam maaş bütçesi hesaplandığında 40 milyon Avro.

Başakşehir’e giden para ile ne yapılır?
İBB iştirakiyken birden patron şirketi olan Başakşehir FK etrafında dönen para ile İstanbul’a ne tür bir belediyecilik hizmeti verilir sorusuna ise uzmanlar şu yanıtı verdiler:
- Mecidiyeköy-Beylikdüzü arasındaki 45 km’lik Metrobüs hattının, 30 kilometresinin hafif raylı sisteme çevrilmesi. (Hafif raylı sistemin kilometre maliyeti 27 milyon TL*)
- Kentte yaşayan ve işsiz olduğunu kanıtlayan herkese ücretsiz ulaşım kartı.
- Öğrencilere bedava ulaşım.

Arif Kızılyalın / CUMHURİYET

* İzmir ve Antalya hafif raylı sistemi örnek alınmıştır.

Artık umuda ihtiyacımız yok - ÖZDEMİR İNCE

Cümlenin öznesinin çoğul olmasına bakmayın. “Biz” sadece iki kişilik: Ülker ve ben. Bizim artık ve aslında çoktandır umuda ihtiyacımız yok. Umut ve umutsuzluğu ayıran duvarı delip geçtik. Bizim için “Umudu(nu) yitirmek” gibi bir şey hiç söz konusu olmadı. Her zaman “bir şey” var oldu, yapılması gereken “Bir şey” ve “O şey”i yaptık.


***

Umuda ihtiyacımız olmadığını bize Türkiye İşçi Partisi (Tİ P) Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar öğretti: “Çocuklar, ben görmeyeceğim, siz görmeyeceksiniz, çocuklarınız da görmeyecek ama belki torunlarınız...” dediği zaman... Yer: Aydın. Yıl: 1965. Kaç yıl ediyor. 54 yıl olmuş. Çocuğumuz da göremedi. Henüz torun yok! 
“Özgürlük + Eşitlik + Kardeşlik”in dünyaya getirdiği Demokratik Sosyalizmi göremedik. “Umut” söz konusu olsaydı, çoktan sönüp giderdi. Bizim hiçbir zaman umuda ihtiyacımız olmadı. İnancı olanın umuda ihtiyacı olmaz!

***

1789 Büyük Fransız Devrimi ile “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” insanlığı bilinçlendiren ilke haline geldi. Ama her şey bitmedi, yeni başlıyordu. 1789’u 1830, 1848, 1871 devrimleri izledi. Bize okulda sadece 1789 devrimi öğretildi. Çünkü ötekiler sınıfsal haklarla, emekle ilgiliydi. Avrupa’nın 1946’dan itibaren siyasal bağlamda demokratikleştiğini söyleyebiliriz. “Kardeşlik” henüz söz konusu değil ama vatandaşlık hukuku ve hakları bağlamında “Özgürlük veEşitlik”in belli ölçüde gerçekleşmiş olduğu kabul edilebilir. Ancak Fransa’daki “Sarı Yelekliler” (Gilets Jaunes) hareketi, toplumsal ve ekonomik eşitliğin henüz gelmediğini gösteriyor. Bu hareket, aynı zamanda, toplumun küçük bir kesiminin ekonomik özgürlükleri elinde tuttuğunun da göstergesi. Buna kapitalizm diyorlar.
***

“Özgürlük + Eşitlik + Kardeşlik” çok karmaşık bir ilişkiler yumağıdır. Dikenli tel yumağı! Özgürlük eşitliği yok etmemeli, eşitlik özgürlüğü boğmamalı. Eğer kardeşlik duygu ve bilinci henüz yoksa, korkulan oluyor. Oldu! 
Ucu açık kapitalist (liberal) özgürlük, eşitliği yok etti, sömürüyü ve emperyalizmi yarattı. Komünist eşitlik ise özgürlüğü boğdu. Çünkü her ikisi de kaba ve ilkel bir özgürlük ve eşitlik uygulaması uğruna hakem ve arabulucu kardeşlik duygusunu yok etmişti. 
Kapitalizm, canavarlığına her gün zam yaparak dünyayı yok etmekte. Komünizm yok oldu ama “Kardeşlik”in aklı ve yüreği olan Marksizm çok genç ve çok canlı. Sona ermedi. 
Dünya 2019-2020 yıllarından itibaren yeni bir evreye girecek “Özgürlük, Eşitlik,  Kardeşlik  gene eskimemiş bir ilke ama şimdi artık kabuk değiştirecek ve  “Marksist Özgürlük, Marksist Eşitlik, Marksist Kardeşlik” olacak. İnsanın ve insanlığın artık kardeşliği keşfetmesi gerekiyor.
***

1923’ün Öğretmen Cumhuriyeti, kul halkımızı vatandaş yaptı; ona “Yurtta Sulh,Cihanda Sulh” ilkesini benimsetti. Yoksul halkımız uygarlaştı; zenginleşmeden uygar olunabileceğini kanıtladı. Emeğin üstün değerini öğrendi. 68 yıldır bu “Okul”u yıkmak istiyorlar. Çalışkan halkımızı dilencileştirerek siyasal iktidarı mülklerine geçirmek istiyorlar.

***


Bereket versin Cumhuriyet bir Başyüce kararnamesiyle yıkılacak bir gecekondu değil. 1950’den bu yana CHP tek başına iktidara gelmemiş; belli bir toplumsal ve düşünsel ağırlığı olan Sol, dişe dokunur bir oy oranına ulaşamamış... Bunların hepsi hikâye! Sağ bugün AKP gibi bir siyasal İslamcı parti ile türlü şekilde iktidarı işgal etmiş olsa bile hikâye! Yakın ya da uzak bir gelecekte nasıl olsa tarihin çöplüğünde son bulacak. Gelecek, mutlaka yeni bir solun olacak. Kardeşliğin harç görevi yaptığı, özgürlük ve eşitliğin birbirinin aleyhine çalışmadığı, “Boyun eğmeyen”, demokratik bir sol. 
Yeni Yılınız Kutlu

Misal, ‘İşinize bakın şekerim’ diyebiliriz yeni yılda…- MURAT SEVİNÇ

Uzun bir yazı! Yılın son sohbeti kabul edin…
2030’larda, nasıl yeni yıl yazıları kaleme alınır acaba Türkiye’de? Kimbilir neye benzeyecek o tarihlerde dünya ve toprağımız? Aynı şeyleri konuşuyor olur  muyuz? Yok canım, olmaz herhalde! Allah korusun! İnanılması güç bir hızla gelişiyor teknoloji. Bilişim devrimi her şeyi alt üst ediyor. Öngörmesi zor hakikaten birkaç on yıl sonrasını. Hele ki bugün doğan çocukların ulaşacakları 22. yüzyılı!
Öyle ya, 2018’in bebekleri eğer seksenli yaşlarını görürlerse 2100’lerin ilk çeyreğine tanık olacak. Başka bir gezegene yolculuk ihtimalleri yüksek. Nasıl yönetim biçimleri görecekler, işlerine nasıl gidip gelecekler? Bugün, ‘iş’ dediklerimizin pek çoğu o gün artık olmayacak. Şimdi kullandığımız pek çok alet edevat gibi. ‘Aile’ kurumu olacak mı? Belki.
Gel gör ki başka gezegene yolculuk ihtimali olan bugünün bebekleri, büyüdükleri evlerinde; cumhur ittifakı, CHP, ‘özgül ağırlık’ filan fıstık dinliyor! Çocuğun babası Devlet Bahçeli adında bir insan görmüş, kendisi Ay’a gidecek! Ne acayip… Umuyorum bizim konuştuğumuz hiç bir şeyi konuşmaz, ciddiye aldığımız hiçbir şeyi ciddiye almaz ve bizimle fena halde dalga geçerler. Ne güzel olur.
Tabii eğer ‘dünya’ adlı minik ve önemsiz yıldız o günlere kalırsa. Kalmazsa? Kim üzülür? İhaleci müteahhitler, diyorsunuz muhtemelen! Yalan olmasın, ne zaman internette “Bir meteor vs. dünyaya doğru yol alıyor” nevi haber okusam, hâkim olamadığım bir gülümsemeyle, “Ay hadi inşallah” diyorum. Düşünsenize ne güzel olur; tam, sarıklı bir tip Eminönü’nde elindeki tebliğ kâğıtlarıyla el aleme “Piyango bileti almayı,” buyururken! Ya da, ‘Limak-Cengiz-Kalyon-Kolin-MNG’ adlı‘beşizler’ yeni bir kamu ihalesi için imza atmak üzereyken! Ay hadi inşallah…
Evet bambaşka bir dünya olacak olmasına da, diğer yandan, içinde yaşadığı koşulların ürünü olan ‘toplumsal varlık’ insan, herhalde geçmişten miras bazı ortak niteliklere de sahip olur yıllar sonrasında. Aksi halde Shakespeare bugün hâlâ okunuyor, oyunları seyrediliyor olmazdı. Tudor’lar zamanında doğup Stuart’lar döneminde ölmüş, iki hanedanlık görmüş ve dört asır önce yarattığı kişiliklere, hırsa, kavgalara, intikam duygusuna bugün tanık oluyoruz. Eski Yunan klasikleri, günümüz muhterislerini ta iki bin küsur yıl önceden haber veriyor bizlere. Kahrolası ‘sınıflı’ toplum!
Neyse ki rezil kapitalizm hikâyesi sona eriyor. Sömürünün temel gerekçesini ortadan kaldırıyor bilişim devrimi. Gelecek on yıllar, ‘tembellik hakkı’nı kullanmak isteyen doğayla barışık insanların devri olacak. Ama kendiliğinden değil, sömürülenlerin sömürüldüğünün bilincine varmasıyla tabii. Ya da olmayacak ve dünyayı, bir meteora gerek kalmadan insanoğlu halledecek tez zamanda!
Diken için yılbaşı yazısı düşünürken yukarıdaki satırlar uçuştu zihnimde. Toplumsal ve haliyle siyasal kültür çok yavaş değişiyor. Değişimin sancısı bazen çok ağır. Örneğin Türkiye’de kadın özgürleştikçe kadın cinayetleri artıyor. Bakın katledilen kadınlara, hemen hepsi, ‘artık istemeyen’ kadınlar. Kendi ayakları üzerinde durabilen, tercih yapan kadınlar. Hemen her alanda benzer zorluklar yaşanıyor.
Ama geçecek bunlar ve bugün belki adını dahi bilmediğimiz başka sorunlar olacak insanoğlunun önünde. Türkiye, değişimin yavaş seyrettiği bir toprak. Ancak, klişeyi yinelersek: Aynı nehirde iki kez yıkanılmıyor! Yıllar sonrasından bugünlere baktığımızda ne kadar köklü bir dönüşüm yaşandığını göreceğiz. Biz görmesek çoluk çocuk görecek. Bütün mesele, zorlu zamanları o köklü değişimi ‘iyi’ye yönelterek atlatabilmek için ‘üstesinden gelme pratikleri’ geliştirebilmek. Günümüz çocukları yeni yollar gösterecek hepimize. Bu satırların yazarı ve okuyanlar, bir zaman sonrasının ‘gericiler’i, ‘tutucular’ı haline gelecek. İyi ki öyle olacak.
Şu aralar moralimizin bozuk olduğu malum. Bu yüzden, geçenlerde ‘kötü hissetmek’ hakkında bir iki satır karalamıştım. Kötü hissediyoruz ve hissedelim de, ama ‘kötümser’ olmak için değil, ‘daha iyi olup mücadele etmek için’ kötü hissedelim. Tarihin, bizim yaşadığımız andan ibaret olmadığını her gün hatırlatalım kendimize.
Gidin yüz yıl öncesine, diyelim 1881 yılına; Osmanlı’da okumuş birileri evlerinde “Yahu Abdülhamid Reis Meclis’i tatile göndereli üç yıl oldu, tık yok, bir daha toplamayacak herhalde”(otuz yıl toplantıya çağırmadı!) diye konuşup endişeleniyordu. Ama aynı yıl, bir sonraki asrın ilk çeyreğinde yeni bir devlet kurup cumhuriyet ilan edecek olan insan da dünyaya gelmişti. Avrupa’ya bakın, 1810’larda birileri ‘işçi devrimi’ gibi bir şeyden söz etse, kim ciddiye alırdı. Oysa otuz küsur yıl sonra o malum hayalet Avrupa’nın üzerinde dolaşıyordu.
Önümüzdeki yıldan ne bekliyoruz?
İyimser olmak için fazla gerekçemiz yok sanırım. Buna mukabil efkâr ve moral bozukluğu yaymanın marifet olmadığını düşünüyorum. ‘Daha iyi günler için’ bitmez tükenmez ‘çaba harcama’ gerekliliğini bıkıp usanmadan hatırlatmanın yararına inanıyorum. Beleş mutluluk, huzur ve refahı, kim kaybetmiş biz bulalım!
Kamusal ve özel yaşamlarımızda çaba harcamalıyız. Çaba harcamanın gereksizliğinden söz edenlerin, hiç olmazsa bizlerin kafasını şişirmesine izin vermemeliyiz. Kendimizi toplamalı, moral bulmalı ve vermeliyiz.
Çok şey yapabiliriz:
Önce şunu fark etmeli sanırım: Birbirine fazla benzemese de hayli kalabalık bir ‘mutsuz’ kitle söz konusu. Her yerde, her işte, farklı partilere oy veren çok sayıda insan. Benzer kaygılara sahip. Yalnız değiliz, değilsiniz, değiller. Biri AVM’de temizlik yapıyor ve muhtemelen bu satırlardan hiç haberi yok, diğeri bir hastanede hekim.
2019’da bazı yeni alışkanlıklar edinebiliriz. Uzun yürüyüşler, kişisel takıntım! Sağlığı elveren herkes uzun mesafe yürüyüş yapabilir. Sağaltıcı etkisi vardır. İnsanı çok mutlu eder. Nerede yaptığınızın bir önemi yok inanın. Benim karayolunda dahi yürüdüğüm oldu! Bisiklet de fena fikir değil. Hatta şehirlerarası yolculuk yapabiliriz. Yaparsınız endişelenmeyin, tahmin ettiğinizden daha güçlü ve dirençlisiniz aslında.
Yürüyüşlerimiz, daha önce gitmediğimiz muhitlere doğru olabilir. Diyelim ki sizler de benim gibi sürekli ‘kaymak’ yiyen ve ‘Boğaz kenarında’ içki içen (tercihan viski) çok tipik bir elitsiniz. (Yalnız, şu boğaz kenarı önemli hakikaten. Ankara’da Dikmen sırtlarında, Keklik Pınarı yolunda sağa çekip ağaçlık alandaki fabrika bacasına bakarak bira içenlerdenseniz, bu örnek size uygun değil!) Bir gün yürüyüşümüzü, kaymak yiyenlerden oluşmayan bir semte yapabiliriz. İstanbul’da Eyüp olabilir, Habipler civarı ya da Ümraniye olabilir, Üsküdar… Hatta, Sultanbeyli çarşısı.
Nasıl bir hayatları var kenar semt insanlarının? Çocuklar hangi yollarda, kaldırım ve parklarda büyüyor? Kiralar ne kadar? İnsanlara, yani herkes gibi ‘tek oy’u olan yurttaşlara bakıp ‘görmek’ten söz ediyorum. Olağanlıkları ve olağandışılıkları fark edebiliriz. Moral bozucu, moral verici şeylerle karşılaşabiliriz.
Örneğin, geçen yıl Eyüp’te bir dükkan sahibine, yakınlarda ‘milli piyango bayii’ olup olmadığını sorduğumda, “Var ancak size tarif edemem!” yanıtını verdi. İlk kez bu ölçüde hödük bir esnafla karşılaştım. Adam, yol tarif etmenin dahi günah olacağını düşünüyordu. Sinirlenip dükkanın önündeki polise sordum, polis herhalde Protestan’dı ki tarif ediverdi!
Fakat aynı Eyüp’te, belediye otobüsünde iktidarı canhıraş eleştiren bir amcaya hiç kimsenin itiraz etmediğine de tanık oldum. Bir de tabii medreselere gönderilen küçücük, sarıklı ve çarşaflı oğlan ve kız çocuklarına. Ancak unutmayın, o Eyüp, her şeye rağmen ‘Hayır’ dedi halkoylamasında!
Bazen siniriniz bozulsa da semt yürüyüşlerinin iyi geleceğinden kuşku duymayın. Türkiye’de farklı kamplar birbirini ‘yaratık’ gibi algılamaya başladı ve bu hiç hayra alamet bir durum değil. ‘Benzemeyenler’i de görmekte, tanımakta yarar var. İsterseniz kaymağınızı da yanınızda götürebilirsiniz tabii, buna engel yok!
2019’da daha önce hiç gitmediğimiz bir şehre gidebiliriz. Turistik olması şart değil. Herhangi bir yer. Sıkıcı bir Orta Anadolu şehri örneğin. Bir iki gün yollarında yürüyebiliriz. Eğer kesinlikle istemiyorsanız, ‘Yozgat Blues’u bir kez daha seyredebiliriz hiç olmazsa. Ne güzel filmdi. Ola ki ihmal eden varsa, ‘Bir Zamanlar Anadolu’ da nefisti. Hemen ocak ayında görün bence.
Çocuklarımızı tiyatroya götürebiliriz. Daha fazla film seyredebiliriz. Sinemaya gitmek zor geliyor ve kazıklandığınızı düşünüyorsanız ev sineması neyimize yetmiyor. Fakat tamamen terk edince de özellikle semt ve cadde sinemalarının ölme ihtimali çok yüksek. Hiç olmazsa yaşamasını istediğimiz sinema salonlarına gidip destek olabiliriz bu yıl.
Sevdiğimiz sinema klasiklerini bir kez daha seyredebiliriz. Ocak’ın filmi ‘Yurttaş Kane’ olabilir. Günümüz atmosferine de uygun. Olağanüstü bir film hakikaten. Çocuklarınıza ‘Lorel ve Hardy’ seyrettirdiniz mi hiç? Hayır mı? Peki yazık değil mi?!‘Harold Lloyd’u duydular mı? Bence duysunlar. Onları klasiklerle tanıştırabilirsiniz bu yıl. Öğrensinler, bilsinler. Bir de mutlaka muhteşem İngiliz komedi dizilerinden ‘Fawlty Towers’ı seyredelim bu yıl. İddialıyım, günleriniz güzelleşecek. Bunların hepsi internette var.
Daha önce hiç okumadığımız bir alanda/türde, kitap okuyabiliriz. Fikrimiz olmayan bir konuda. Okuyup beğendiklerimizden birini yeniden elimize alabiliriz. Malumunuz, klasik eserler, gençlikte, orta yaşta ve yaşlılıkta üç kez okunmalı denir. Ben şu ara ‘Suç ve Ceza’ya bir kez daha başladım. Orta yaş kategorisinde! Can Yayınları’nın ‘cep kitapları’ serisinden aldım, harika bir iş yapmışlar hakikaten. Size de öneririm.
Bolca edebiyat. Siyaset ve tarih kitapları karıştırabiliriz, can yakıcı sorunlara dair. Kürt sorunu, Ermeni sorunu, siyasal İslam, çevresel sorunlar vs. O can yakıcı sorunlardan birini, bir yakınımıza anlatmayı deneyebiliriz. Örneğin ‘ulusalcı’ olduğunu düşündüğümüz birine, Kürt sorununu! Çok mu zor? Yine de deneyebiliriz. Herkesi aynı torbaya koymadan ve küçümsemeden.
Muhtemelen okumuşsunuzdur ama Tanıl Bora’nın ‘Cereyanlar’(İletişim) adlı eseri mutlaka okumalıyız. Geçenlerde Gökçer Tahincioğlu ilk romanını yayınladı, adı ‘Mühür’ (İletişim). Haberiniz var mıydı? Yoksa da oldu işte. Şu aralar elimde akademisyen ve köşe yazarı Güven Gürkan Öztan’ın ‘Türkiye’de Militarizm’ (Ayrıntı) adlı eseri var, siz de okuyabilirsiniz. Çok konuşulan ama aynı ölçüde bilinmeyen bir konudur. Eğer Marksizm ile ilgiliyseniz, Kevin B. Anderson’un ‘Marx Sınırlarda’(Yordam) adı heyecan verici kitabını öneririm. Yerli edebiyat mı? Figen Şakacı’nın üçlemesini (‘Bitirgen’‘Pala Hayriye’‘Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı?’) okumadınız mı hâlâ? Eh okuyun o zaman.
Behçet Çelik’in öyküleri, romanları? Öykü seviyorsanız ‘Yolun Gölgesi’ni (Can) okuyabilirsiniz örneğin. Bir de roman düşünüyorsanız Behçet Çelik’ten, ‘Dünyanın Uğultusu’ olsun. Modern edebiyat, polisiye sever misiniz? Ben pek sevmem. Ancak ilk kez altı ay kadar önce okudum Alper Canıgüz’ü. ‘Tatlı Rüyalar’ (April). Çok sevdim, şimdi ikinciyi okuyacağım, ‘Cehennem Çiçeği.’ Peki hiç Nurdan Gürbilek okumayan var mı? Bir an beklemesin, hemen alıp başlasın lütfen.
Ne kadar çok yazar var, ne iyi işler çıkarıyorlar. Yeni yılda, hiç ara vermeden okuyup tamamlamaya çalışabiliriz eserlerini. Birbirimize önerebiliriz.
Bu yıl, ciddiye alınmaması gereken insanları ciddiye almamayı, onlar hakkında konuşmamayı ve sinirimizi bozmamayı deneyebiliriz. Sosyal medyada saçmalıkları köpürtmeden yaşamak herhalde mümkün olmalı. Zaten günün her saatinde o mecrada olmanın sağlıklı bir ruh hâli yaratmayacağını herhalde kabul edersiniz. Belki aramıza mesafe koyabiliriz, ‘Kim ne demiş?’ lüzumsuzluklarıyla.
Kim ne demiş olursa olsun, yeni yılda daha çok Kazım Koyuncu şarkıları dinleyebiliriz. Ümit Kıvanç’ın Koyuncu hakkındaki belgeselini seyredebiliriz, hâlâ habersizsek!
2019’da eşit yurttaş olduğumuzun farkına varıp bunu karşımızdakilere de hatırlatabiliriz. Temel haklar konusunda bana kalırsa en basit ölçüt, “Sana ne” ve “Bana ne” soruları/tepkileridir. 1924 Anayasası’ndaki ‘sınırlama’ mantığı: Birinin hak ve özgülüğünün sınırı, diğerininkinin başladığı yerdir! Hiç kimse özel yaşamımıza müdahale edemez. Sizi taciz eden sorular yöneltemez. İnancınızı, cinsel tercihlerinizi, siyasi görüşlerinizi, kime oy verdiğinizi vs. sorgulayamaz. Bu kadar basit.
Ola ki sorgulamaya kalkanlar olursa, “Size ne, işinize bakın siz şekerim” diyebiliriz. Demeliyiz. Hak ettikleri budur.
2019’da, ‘başkalarının hakları’ konusunda daha duyarlı olabiliriz. Demirtaş neden içeride? Hangi delillerle? Kavala neden içeride? Öğrenci ve gazeteciler neden içeride? Nasıl olur da Roboski’de olup bitenin, köylülerin bombalanmasının hiç sorumlusu olmaz? Kürt oldukları için mi? Değil mi? Peki aklınıza başka bir açıklama geliyor mu? Bu soruları yöneltmek, hiç kimseyi yalnızca bir görüşün sempatizanı yapmaz. Bizleri, olsa olsa daha ahlaklı yurttaşlar haline getirir.
Kendi küçük dünyası dışında hiçbir şeyle ilgilenmemeye yeminli, ülkenin yarısı yok olsa dolar kuruna bakan, duyarsızlığı marifet sayanlara, onları rahatsız edecek sorular yöneltebiliriz. Sormalıyız. Başkaları olmadan bizlerin de bir hiç olduğunu her an hatırlamakta çok büyük yarar var.
Taksiciler kötü mü davranıyor? Eh binmeyin o zaman bir süre. Ölür müsünüz! Dolmuşçularla derdiniz mi var? Daha çok yürüyün. Lokantaların sizi kazıkladığını mı düşünüyorsunuz? Siz de kazıklanmayın, ne diyelim. Bize ‘it’ muamelesi yapmaya kalkan herkese, ‘biz’ olduğumuz için ekmek yiyebildiklerini hatırlatmayı deneyebiliriz bu yıl. Yok eğer denemek istemiyorsanız, o zaman it muamelesi görüyor olmanın tadını çıkarın!
Büyük özveriyle yayınlanan internet gazetelerinin kıymetini daha fazla bilebiliriz. Ellerindeki telefonlarla yayın yaparak gazeteciliğin yüzünü ağartan insanların da. Yine internet üzerinden yayın/gazetecilik yapan, Ünsal Ünlü, Şükrü Küçükşahin gibi ‘boyun eğmeyen’ isimleri destekleyebiliriz. Ruşen Çakır’ın TV’sindeki yayınları, tartışma programlarını, o programlara konuk olan ‘sağlıklı’ insanları seyredebiliriz. Duvar’ın TV yayınını, T24’ün görüntülü söyleşilerini… 2019’da daha güçlü bir dayanışma olabilir.
Bir de şu konu üzerine kafa yorabiliriz: AKP’liler yarın, “Biz sıkıldık sizden, bırakıyoruz yönetimi, alın hayrını görün”deseler ne yapacağız? Bizim derdimiz ne? Ne istiyoruz? Nasıl bir ülke hayalimiz var? Hayır blokunun, bir blok olarak demokratik olduğundan emin miyiz? Diyelim ki yarın şu anayasal yetkilerle cumhurbaşkanı oldunuz! Kürt sorunu hakkında ne söyler ve yapardınız? Diğer can yakıcı açmazlarımız hakkında? Nasıl bir yönetim sistemi önerirdiniz? Bir kültür siyasetimiz var mı? Eğitim siyaseti hayalimiz? Yoksa en büyük derdimiz ‘Andımız’mı?!
Yazıyı bu satıra kadar okuma sabrı gösterenlere teşekkür ederim! Siz de farkındasınızdır, daha çok şey var yazıp söyleyecek aslında.
Yeni yılda biraz daha iyi ve duyarlı ‘eşit’ yurttaşlar olmayı, zor koşullarla mücadele edecek moral ve hakkımız olan mutluluğu bir ucundan yakalamayı deneyebiliriz. Hiç az değiliz. Her yerdeyiz. Birbirimizi görmüyoruz, tanışmamışız, mesele bu. Daha iyisi mümkün. Ve tabii en önemlisi, haklıyız…
MURAT SEVİNÇ / DİKEN
Yeni yıl konseri önerisi: Büyük aktör/komedyen rahmetli Danny Kaye’in, çocuklara operayı sevdirmek için sergilediği nefis gösteriyi çocuklarınızla birlikte seyretmeniz dileğiyle buraya bırakıyorum. Diğeri, yine Dany Kaye’in New York Flarmoni ile gerçekleştirdiği harika konser. Tekrar tekrar seyredecek kadar sevmeniz dileğiyle.

2018: Adam kazandı, biz kaybettik - KEMAL GÖKTAŞ

Zaman geçiyor ve bunun karşısında çaresiziz.
Zamanı dilimlere bölerek yapmaya çalıştığımız şey aslında tamamen bir ‘uydurma.’  
Dünya’nın Güneş etrafındaki bir turunu bir yıl olarak hesaplayarak yaptığımız bu ‘uydurma’ hesap yine de onu anlamlandırmamız için oldukça işlevsel.
Zamana anlam vermek, hayatın kendisi çünkü. Tıpkı hayatı özgürlükle, barışla, adaletle anlamlandırmaya çalıştığımız gibi…
Bu kısacık hayatımızda geçen her bir yılın bir öncekinden daha iyi olmasını umut etmek de yine hayatın bir parçası.
Her şeye rağmen, karanlığın dağıldığı, hayatın kazandığı bir yıl olması umuduyla girmiştik 2018’e de…
Ama olmadı.

2018, iktidarın 2023 hedefinde bir önemli dönüm noktasını geçmesi olarak tarihe geçti. Yılın kazananı yine Recep Tayyip Erdoğan ve AKP oldu.
İktidar, yaklaşan ekonomik krizi gördü ve kafasındaki seçim kararını deklere etmeden kampanyaya başladı.
Ordu Afrin’e girdi önce. Sonra ülkenin en büyük medya grubu el değiştirerek tamamen iktidar yanlısı bir gruba verildi.
Seçim için şartlar tamamlanınca, ortağı Bahçeli’yi kullanarak seçimi erkene aldırdı. Muhalefetin adayı olarak konuşulan eski cumhurbaşkanı Gül’ün bahçesine Genelkurmay başkanı ve cumhurbaşkanlığı sözcüsü helikopterle indi. Gül, aday olamadı.
Kutuplaşma tırmandırıldı ve AKP, kitlesini her seçim öncesinde olduğu gibi yine tahkim etti. Erdoğan, partisinin sandık görevlilerine taktikler verirken nasıl yüksek bir motivasyona sahip olduğunu ortaya koydu.  Sandıklara hakim olanın seçimi kazanacağını biliyordu ve rakibi İnce’nin seçim gecesi milyonları hayal kırıklığına uğratan mesajında olduğu gibi “Adam kazandı.”
Beklenen kriz geldiğinde de bunu ABD’nin ve dış güçlerin Türkiye’ye yönelik operasyonu olarak sunmayı başardı. Yoksul kitlesindeki çözülme riskini gördü, ekonomik krizi siyaseten öyle bir yönlendirdi ki, kriz AKP kitlesinde reisinin arkasında yeni bir kenetlenme dahi sağladı. İktidar, gücünü korudu.
Yılın hayal kırıklığı Muharrem İnce’ydi kuşkusuz.
CHP lideri Kılıçdaroğlu, İnce’yi aday göstererek onda nadiren gördüğümüz bir feraset örneği sergilemişti. İnce’nin seçim yarışına girerken her kesimden oy alabilecek bir potansiyeli vardı ve kampanya döneminde de bu potansiyelini iyi kullandı. HDP’den de İyi Parti seçmeninden de oy alabileceğini gösterdi. İnsanlar inandı. Milyonlar alanlara aktı. Atı alanın Üsküdar’ı geçtiği referandumdaki gibi olmayacaktı bu defa. Sandıklara sahip çıkılacaktı. Seçim kazanılacaktı. Kaybedilse bile diğer seçimler için umutlar korunacaktı. Ülkede, bu karanlık çağa mahkûm olmadığımız inancı yeşermeye başlamıştı.
İnce ise seçim gecesi performansıyla sadece seçimi kaybetmekle kalmadı, ülkenin bu umudunu da yıktı. Sandık başında olacağına bir otel odasında seçim sonuçlarını takip etmeyi tercih etti. Binlerce insan sandık başlarında oylarına sahip çıkmaya çalışırken o “Adam kazandı” diye mesaj atıp sonra da suçu gazeteciye yüklemeye çalıştı.
Çıkıp onurlu bir yenilgi mesajı dahi veremedi. Gözler onu ararken, o yoktu.
Öyle ki, insanlar İnce’nin o gece bir iç savaş tehdidi nedeniyle burnunu çıkaramadığına inandı. Ertesi gün yaptığı açıklamalarla başarısızlığına tüy dikti. Erdoğan kıl payı denebilecek bir oyla seçimi ilk turda kazandığı halde oy farkının 10 milyon olduğunu söyledi. Kendisine inanan milyonlarca insanı, seçim gecesi bu inancı ayakta tutmak için inandıkları senaryolar nedeniyle ahmaklıkla suçladı.
Seçimden önce verdiği sözün aksine laf oyunlarına sığınarak CHP genel başkanlığı için kurultay toplamaya kalktı. İnandırıcılığını büsbütün yitirdi. Türkiye siyasi tarihinde, halkın açtığı krediyi en hızlı tüketen politikacı olarak tarihe geçti.
Peki ama yılın kaybedeni kim mi oldu? Ne Muharrem İnce ne bir başkası…
Medyanın yüzde 95’i hükümet yanlısı grupların eline geçti.
Gazetecilere, siyasetçilere, aydınlara yönelik tutuklamalar, cezalar, yurt dışına çıkış yasakları tam gaz devam etti.
Gazeteciler Ahmet Altan, Mehmet Altan ve Nazlı Ilıcak’a ağırlaştırılmış müebbet hapis verildi. Cumhuriyet gazetesinin muhabir, yazar ve yöneticilerine sekiz yılı aşan cezalar verildi. Yetmedi, iktidarın desteği ve yolu açmasıyla Cumhuriyet’in başına demokrasi, insan hakları ve Kürt sorunu konularında ‘makul muhalefet’ yapması istenilen bir ekip getirildi.
HDP’li milletvekilleri 2018’de de cezaevindeydi. 24 Haziran’da vekil seçilen CHP’li tahliye edildi, HDP’li vekil ise içerde tutulmaya devam edildi.
AİHM’in Selahattin Demirtaş’ın tahliye edilmesi gerektiğine ilişkin kararı uygulanmadı. Aldığı cezaya ilişkin dosya bütün teamüller yıkılarak öne alınıp onandı ve içerde tutulmasına kılıf yapıldı.
Çorlu’da, Ankara’da tren kazalarında insanlar ölmeye devam etti. Hesap veren olmadığı gibi çocuğunu kaybeden annelerin hakarete maruz kalmalarını izlemek zorunda kaldık.
İş cinayetlerinde hayatını veren işçilerin canı üzerinden yükselen havaalanları şölenlerle açılırken insanca koşullarda yaşamak isteyen işçiler cezaevine tıkıldı.
Gözaltında kaybedilen oğullarını, eşlerini, babalarını arayan, cansız da olsa bir beden bulmak için ömür saatlerini harcayan Cumartesi annelerine, haftada bir Galatasaray meydanında açıklama yapmaları çok görüldü. Gazla, copla, gözaltıyla meydan yasaklandı, ‘paçoz’ diye hakaret edildi.
Roboski davası, teferruat niteliğindeki birkaç belgenin 2 gün geç verilmesini bahane ederek başvuruyu reddeden Anayasa Mahkemesi’nin izinden giden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından reddedildi. 19’u çocuk 34 insanın uçaklardan bırakılan bombalarla öldürülmesinin hesabını sorma umutları bitirildi.
Barış için umutlanmak bir yana, barış talep etmek suç haline geldi.
Barış bildirisine imza atan akademisyenler mahkeme salonlarında ‘süründürüldü.’ Cezalar verilip ertelenerek boyunlarına “Bir daha ‘suç’ işlerseniz içeri atarız” prangası asıldı. Gençay Gürsoy’a, Şebnem Korur Fincancı’ya ‘elebaşı’ muamelesi yapıldı, ibreti alem için ağır cezalar verilip ertelenmedi.  
Öğrencisinin yoksulluğunu göstermek için battaniyeden yapılan okul çantasını paylaşan öğretmen işinden edildi.
Osman Kavala iddianamesiz tutukluluğunda bir yılı içerde geçirirken, Gezi eylemleri ‘darbe girişimi’ olarak soruşturulmaya başladı. ‘Şiddetsiz eylem’ suç haline geldi.
Yılların mizahçılarına ‘müsvedde’ denerek hedef gösterildi, halkı silahlı isyana teşvik etmek suçundan apar topar adliyeye çıkarıldı. Yurt dışına çıkışları yasaklanıp haftada iki kere karakola imza vermeye mahkûm edildi.
Ekranda barışçıl protesto hakkını kullanamadığımızı söyleyen televizyoncuya hakaret edildi, hedef gösterildi, soruşturma açıldı.
En vahimi kadınlar öldürülmeye, çocuklar tecavüze uğramaya devam etti.
2018’de hukuk ve adalet kaybetti, keyfilik ve zorbalık kazandı.  
Barış kaybetti, savaş kazandı.
Neşe, kaygısız bir hayat umudu kaybetti, kasvet ve umutsuzluk kazandı.
Adam kazandı, biz kaybettik.
KEMAL GÖKTAŞ / DİKEN