26 Şubat 2019 Salı

Bu bir pipo değildir (ANALİZ) - Meryem Vitni

AKP'nin tütün politikaları bazen birbiriyle örtüşen bazen de çelişen iki temel siyasi strateji üzerine kurulu. Bunlardan biri ulusötesi tütün şirketlerini kollayan neoliberal politikalar, diğeri ise İslamcı politikayla çerçevesi çizilen sigara karşıtlığı. Son günlerde Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın ‘sigara haramdır’ çıkışı ve Pandora’nın kutusu misali bunun ardından üreyen tartışma, ikinci stratejide yeni bir aşamaya geçildiğini gösteriyor.


AKP’nin tütün ve tütün kontrolü politikaları birbiriyle bazen örtüşen, bazen çelişen iki temel siyasi strateji üzerine oturuyor. Bunlardan ilki, genelleşmiş tekelci kapitalizmin çerçevesini çizdiği, ulusötesi tütün şirketlerinin ticari haklarını, yatırımlarını, üretim ve ticaret özgürlüğünü koruyan, kollayan neoliberal politikalar. Başta 4733 sayılı Kanun olmak üzere, tüm arz yönlü büyüme, liberalizasyon, özelleştirme, milli muamele, teşvik politikaları ile üretimden/tüketimden kaynaklanan risk, sorumluluk ve maliyetleri vatandaşın üzerine yıkan politikalar bunlar. İkincisi ise, İslamcı politika ile çerçevesi çizilen sigara karşıtlığı. İlk bakışta, bu iki siyaset çizgisi, sanki birbirinden kopukmuş, ayrı âlemlerde vuku buluyormuş gibi gözükse de, gerçekte sürekli birbirini belirliyor, birbirini gerekli kılıyor, birbirini tamamlıyorlar.

Birinci strateji kalın bir gizem perdesinin arkasında icra ediliyor. İşin aslı, tütünün tüketim sıklığı, kalıbı, biçimi, kültürü ulusötesi tütün şirketlerinin hegemonik gücü altında belirleniyor/gerçekleşiyor. Tüm dünyada böyle, ama Türkiye’de daha da fazla. Türkiye’de tütün ürünü piyasasının ve vergi gelirlerinin hacmi ile tarihsel olarak sektörün tamamen neoliberal politikayla kuşatılmasına izin verilmiş olması, siyaseti ulusötesi tütün şirketlerinin müdahalesine açık hale getiriyor, şirketlerin devletle ilişkilerine başka ülkelerde az bulunur bir derinlik kazandırıyor. Türkiye, sadece dünyanın yedinci en büyük sigara pazarı değil, aynı zamanda ulusötesi tütün şirketlerinin en büyük üretim üslerinden biri. İşte bu nedenle, son on yılda uluslararası arenada AKP Türkiyesinden tütün kontrolü şampiyonu çıkartma girişimleri de, AKP’nin tütün tüketimini İslamcı sosa bulanmış, bireyi hedef alan talep düşürücü önlemlerle aşağı çekme çabaları da büyük fiyasko ile sonuçlandı. Bu dönemde tütün desteklerinin kaldırılması, sözleşmeli üretim dayatması ile tütün tarımı çökertildi, ithal tütünle üretilen sigara ve diğer tütün ürünlerinin arzı düzenli olarak çeşit ve hacim olarak arttı, piyasa sigaraya boğuldu, nargilenin ticari sunumu palazlandı, eşzamanlı olarak yerli üretime dayalı kayıtsız piyasanın görülmemiş boyutlarda büyümesine göz yumuldu ve 1999’daki zirveden sonra artık iniş trendine girmiş bulunan tütün tüketimi son 7 yıldır yeniden artışa geçti. Maskelenmek istenen budur. 

İslamcı ikinci strateji bugüne kadar, DSÖ, sağlık otoriteleri ve tıp bilimine yapılan seçmeli referanslarla biçimlendirildi. Bu strateji, birinci stratejinin gizem perdesini oluşturmanın yanı sıra, İslamcı siyasallaşmanın, bu yönde gençlik ıslahının elverişli bir aracı olarak benimsendi. AKP genel başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, İslam öğretisine dayalı sigara nefretini AKP’nin ve kişisel politikasının asli bir unsuru haline getirmesi, dini lider kültünü pekiştiren bir unsur oldu. Cumhurbaşkanlığı web sitesinde yer alan konuşma metinlerinin incelenmesinde, sıklıkla onun çevresindekilere, sokaktaki adama sigara bıraktırarak, kurtarıcı rolüne büründüğü, bu kişilerin “adeta yeniden doğmalarına” vesile olduğu iması yapıldığı görülüyor. Tütünden uzak durmak, tütünü bırakmak için Müslümanları uyarmak, diğer bir deyişle dine dönmeleri için terbiye vermek, dini liderliğin hayırlı bir görevi olarak ifa ediliyor, taraftarlarca öyle anlaşılıyor, öyle kabul görüyor.

Son günlerde Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın "sigara haramdır" çıkışı ve Pandora’nın kutusu misali bunun ardından üreyen tartışma, bu stratejide yeni bir aşamaya geçildiğini gösteriyor. 

DİB’İN YENİ FETVACI SÖYLEMİ NE DİYOR?
Önce, 17 Ocak 2019 günü, Erbaş tüm birimlere gönderdiği “Sigara İçilmemesi Hakkında Talimat” başlıklı yazısında sigara içen personele yönelik aldığı yaptırım kararını açıkladı. Buna göre, "Bu yıl yapılacak hac görevli seçim mülakatlarında sigara içmeyen personel, sigara içen personele tercih edilecek; daha sonraki yıllarda da sigara içen personele hac görevi verilmeyecektir" denildi.

İkinci çıkış 6 Şubat 2019 günü gerçekleşti. Erbaş, Yeşilay Başkanı’nı makamında kabulünde, “İnşallah bizim başlatmış olduğumuz bu yeni tedbirler, milletimizin, daha fazla insanın bu büyük tehlikeden, bu vahim bağımlılıktan kurtulmasına vesile olur. Eğer buna katkı sağlarsak biz kendimizi mutlu hissederiz. Bizim, milletimizin aklını, canını, dinini, malını, neslini korumamız gerekiyor. Bu unsurlara zarar veren her şeyle mücadele etmemiz gerekiyor. Diyanet İşleri Başkanlığımızın bu mücadelenin önlerinde yer alan bir kurum olduğunu düşünüyorum,” dedi.

Ardından, 16 Şubat 2019 günü, Erbaş Erzincan Müftülüğü’nde yaptığı konuşmada, “İnsanların harama gitmesine biz engel olacağız. Çocuklarımızın, gençlerimizin çeşitli bağımlılıklarla adeta zihinlerinin yok edilmesine biz engel olacağız” ifadelerini kullandı.  Günümüzde sigaradan çok sayıda insanın hayatını kaybettiğine işaret ederek, “Dünyada ve ülkemizde yıllarca haram denilmediği için dikkate alınmayan sigara bağımlılığından insanlığı kurtarmamız lazım. Sigara haramdır ve her birimiz sigaranın haram olduğunu milletimize anlatmalıyız. Çünkü sadece bizim ülkemizde bir yılda 115 bin kişi hayatını kaybediyor, bu ne büyük bir faciadır” diye konuştu.

Sağlık Bilimleri Üniversitesi Rektörü Cevdet Erdöl 3 Şubat 2019 günü Akşam’da yayımlanan “Çağın vebasına çağın fetvası!” başlıklı yazısında, alkolün haramlığı konusunda çok net duruşa rağmen, daha da zararlı olan sigara için böyle bir netlik olmamasının artan tütün kullanımı tablosunu yarattığı düşüncesini ortaya attı, netlik için Erbaş’ı kutladı, bulunduğu makamın hakkını verdiğini, Diyanet İşleri Başkanı’nın ağzından sigaranın haram olduğunu duymanın büyük bir milat olduğunu, bu açıklamanın çağımızın vebasına en kavi darbelerden birini vurduğunu ifade etti. “Değişen dünyamız yenilenen fetvalara, yenilenen fetvalar ise hakkı haykıran cesur yürekler ve ağızlara ihtiyaç duymaktadır” sözleri Erdöl’ün duyduğu heyecanı özetliyor.

20 Şubat 2019 günü Yeni Akit’in ilahiyatçı korosu da aynı heyecanı yansıtarak "biz zaten daha önce söylemiştik" demeye getirdiler, Erbaş’ın yeni fetvacı söylemini olumladılar. 

DİB Başkanı hangi yetkiyle fetva veriyor sorusu bir yana, fiili duruma baktığımızda şunu görüyoruz: DİB, bakanlıklar üstü bir konumda faaliyet gösteriyor. Yeni tütün fetvasıyla, fiilen karma bir nitelik kazanan yönetim ve hukuk sisteminde yeni bir idari müdahale alanı açılıyor. Fiili sistemde, DİB’in sağlık alanında Sağlık Bakanlığı’nın üstüne çıkması, bizzat devlet eliyle uygulanacak ayrımcı, cezalandırıcı nitelikte sözde halk sağlığı müdahaleleri meşruluk kazanabiliyor.

SİGARA HARAM MI?
Eğer yaşadığınız yerde İslam hukuku yürürlükteyse ya da İslam hukukuna uygun biçimde yaşamak istiyorsanız, bir de sigara içiyorsanız, satıyorsanız, yandınız, çünkü kuşkuya yer bırakmayacak şekilde bunlar size haram. Bunun için fetvanın yerlisine, millisine gerek de yok. İslam âleminde tütün kullanımının ve satışının haram olduğu konusunda Erbaş’ı fazlasıyla aşan yetkin çağdaş fetvalar zaten mevcut. 

Dünya Sağlık Örgütü Doğu Akdeniz Bölgesel Ofisi (EMRO) tarafından yayımlanan Islamic Ruling on Smoking (İslam Fetvası, 2. Gen. Baskı, 2000) tarihsel ve çağdaş tütün fetvaları hakkında kapsamlı bir içeriğe sahip. Amacı, “tütün kullanımının yasaklanması için Müslümanlar arasında uzlaşı sağlamak” şeklinde tanımlanan bu derlemede, önde gelen din âlimlerinin konu hakkındaki fetvalarının tam metinlerine yer veriliyor. Söz konusu fetvaların hepsinin birleştiği sonuç, İslam hukukunda tütün kullanımının ve satışının açık ve net olarak haram olduğu, kullananların ve satanların günah işledikleri yönünde.

Ancak tütün fetvalarının tarihsel seyri bu tür bir mutlaklıktan uzak. Tütün kullanımı 19. yüzyılın sonuna kadar, İslam hukuku kaynaklarında bahsi geçmediğinden ve zararları bilinmediğinden, genellikle mubah olarak değerlendiriliyor. 20. yüzyılda zararlar anlaşıldıkça, mekruh olarak kabul görmeye başlıyor. Ancak, son 30 yıl içinde özellikle Arap dünyasında tütünün hukuki statüsü tekrar değişikliğe uğruyor. Bu dönemde, başta Al-Azhar Üniversitesi olmak üzere, önde gelen İslam otoritelerinin zararla sonuçlanan eylemlerin haram sayılması gereği üzerinden tütünü haram olarak yeniden sınıflandırdıkları görülüyor. Üstelik bu fetvalarda, sadece kullanmak değil, satmak da, hatta pasif etkilenime neden olmak da haram sayılıyor.

Fetvalar İslam hukukunun bütüncül, bağlayıcı unsurları olarak kabul görüyor, fetvaya karşı gelmek günah, dolayısıyla suç sayılıyor. Bu nedenle, tütün fetvalarında, başkalarını caydırıcı, suçun niteliğine uygun ve genellikle uygulayıcı İslam otoritesinin takdirine bırakılan cezalar tarif ediliyor. 

20 MİLYON VATANDAŞ BİRDENBİRE GÜNAHKAR MI OLDU?
Çağdaş tütün fetvaları arasında bazı nüans farkları da var. Al-Azhar çıkışlı fetvalarda, tütünün haramlığı, “Hiçbir Müslüman hiçbir koşulda tütün kullanamaz, yasaktır” şeklinde katı kurallarla tanımlanırken, tütün kullanım sıklığının yüksek olduğu Endonezya, Malezya gibi Asya ülkelerinde yayınlanan fetvalarda tütünün haramlığı daha yumuşak bir dille ortaya konuyor, bağımlılık yapıcı özelliği nedeniyle yasaklamanın ancak bir geçiş döneminden sonra gelebileceği ifade ediliyor. Din adamları dâhil milyonlarca tütün kullanıcısını günah işlemekle itham etmemek, küstürmemek, dinden soğutmamak için, söz konusu geçiş döneminde, kullananlar için bağımlılık tedavisinin gerekliliği üzerinde duruluyor. Tütün satanların da bu ticaretten aşamalı olarak vazgeçmeleri, gençlere satış yapmamaları, sadece bağımlı olanlara satış yapmaları ve zaman içinde tamamen mubah malların ticaretine yönelmeleri isteniyor.

Aynı şekilde, Türkiye’nin ilahiyatçı korosu da sigara içen “bunca dindar, namaz kılan insan” olduğuna dikkat çekerek, sigaranın haramlığının Kuran’da zikredilen haramlardan biraz daha farklı olması gerektiğini ima ediyor, daha müsamahakâr bir fetva tercihlerini ortaya koyuyorlar.

Yaklaşık rakamlarla, Türkiye’de 15 yaş üstünde 20-22 milyon tütün kullanıcısı, 56 bin tütün çiftçisi, 180 bin yetkili tütün ürünü satış noktası, kayıtlı kayıtsız binlerce nargile kafe, 90 adet yetkili tütün ticareti şirketi, 8 adet ruhsatlı sigara üreticisi, 28 adet ruhsatlı nargile tütünü üreticisi, 8 adet ruhsatlı sarmalık kıyılmış tütün üreticisi, 2 adet ruhsatlı puro ve sigarillo üreticisi, 2 adet ruhsatlı pipoluk tütün üreticisi, 10 adet yetkili puro ve sigarillo ithalatçısı, 7 adet kayıtlı makaron üreticisi, 4 adet kayıtlı yaprak sigara kağıdı üreticisi şirket ve yerli üretime dayalı kayıtdışı açık tütün ve dolgulu makaron piyasaları ile kaçak sigara piyasasında faaliyet gösteren sayısı belirsiz kişi/ticari kuruluş var. İlginçtir, Erbaş sigaranın haram olduğunu duyururken, ticaretinin de haram olması gerektiğine hiç değinmiyor. 

Fabrikaları her gün sigara kusan tütün şirketlerini, onların satış-pazarlama çalışanlarını, her gün yaklaşık 15 milyon paket sigara satan TESK’e bağlı bakkal ve bayileri dışarda tutuyor. Kullanıcılar konusunda ise, Asyalı meslektaşları gibi, onları bugünden günahkâr ilan etmemeye özen gösteriyor, “Camilerimizi bir mektep, medrese haline getirmeliyiz. Ulaşamadığımız bir yürek kalmamalı” diyerek, bir geçiş süreci öngörüyor. Ancak, caydırıcı olsun diye olsa gerek, devlet eliyle tütün kullananlara ayrımcılıkları, cezaları nereye varacağı belli olmadan şimdiden başlatmayı da uygun buluyor.

FETVA İLE DİN OTORİTESİ TÜTÜNÜN HARAM OLDUĞU İDDİASINI UZAK DURMA VE BIRAKMA EYLEMİNE DÖNÜŞTÜREMİYOR
Müslüman dünyada tütün epidemiyolojisi, tütün fetvalarına uyum, dindarlık ve madde kullanımı ilişkisi konulu çok sayıda uluslararası bilimsel çalışma, dindarlığın, fetvanın, fetva farkındalığının veya dine dayalı yönetim sistemlerinin tütün kullanımı ve kontrolü üzerinde kanıta dayalı olumlu bir etkisi olmadığını, aksine Müslüman ülkelerde ve Müslüman nüfuslar arasında net gerçekliğin tüketim artışı olduğunu gösteriyor. Dünyanın birçok yerinde sigara tüketimi düşüş eğilimine girmişken, Müslüman nüfusun yoğun yaşadığı Güneydoğu Asya’da, Orta Doğu’da sigara tüketimi hala artıyor, Afrika’da hızla yükseliyor. Kullanım sıklığı Avrupa’da yaşayan Müslümanlar arasında içinde yaşadıkları toplumlara oranla çok daha yüksek. 

EMRO’nun öncülüğünde, “bilimsel kanıtları ve İslam hukukunu birlikte kullanırsak başarı sağlanır” anlayışıyla uygulanmış, fetva bilincini yükseltme, camileri, imamları tütün kontrolünde devreye sokma projelerinin etkisini ölçen, değerlendiren araştırmalar bu konuda çok şey söylüyor.

Örneğin, 2000’li yılların başında Mısır Büyük Müftüsü’nün tütün fetvası özetleniyor, özet kendisine onaylatılıyor, Mısır genelinde 53 bin camide, basında, devlet dairelerinde, okullarda büyük bir kampanya ile duyuruluyor. Bu uygulamada fetva farkındalığı ve bırakma girişimi ilişkisine bakan 2003 tarihli bir araştırmada, hem farkındalığın hem de tütün kullanmanın günah olduğu inancının kentli ve kırsal nüfusta çok yüksek olduğu, bu açıdan kampanyanın başarılı olduğu belirlenirken, farkındalık ve inanç ile bırakma girişimi arasında ilişki bulunamadığı kaydediliyor. Diğer bir deyişle, fetva farkındalığı ve dini inancın artması bırakma oranlarını etkilemiyor.

Yine EMRO’nun girişimiyle 2007’de gerçekleştirilen Tütünsüz Mekke ve Medine projesi de sonuçsuz kalıyor. Fetvaya dayanarak, Mekke ve Medine’de tütünün ticaretinin ve kullanımının yasaklandığı bu proje için Suudi Arabistan hükumeti geniş olanaklarla büyük bir kampanya yürütüyor. Satış noktalarının hepsi kent dışına çıkartılıyor, kent halkına ve hacılara yönelik binlerce broşür, afiş, billboard, video hazırlanıp kullanılıyor. Ancak çok geçmeden, her iki kentte de, birkaç önemli ibadet yeri dışına insanlar sokaklarda sigara içmeye devam ediyor, tütün satışı kentin içine geri dönüyor.

Araştırmalar, dünya genelinde tütün kullanımı kalıplarının toplumların dindarlığı veya hangi dinden olduklarıyla ilişkili olmadığını gösteriyor. Bu nedenle, fetvanın etkisiz olması veya Müslümanların belli bir yer ve zamanda daha fazla tütün kullanmaları, kendilerinin kültürel, antropolojik bir özelliği ya da kabahati, kusuru olmayıp, bunu açıklamak için, o yer ve zamana tütün endüstrisinin nasıl ve ne kadar nüfuz ettiğine, buna ilişkin devlet politikalarına bakmak gerekiyor.
  
DSÖ’NÜN AÇMAZI: DİNİ HALK SAĞLIĞI MÜDAHALESİNE KATMAK YA DA KATMAMAK
DSÖ adı ve logosuyla yürütülen din temelli halk sağlığı programlarını, EMRO, “dindarlığın yaygın olması, dinin halk sağlığı politikasının temel bir unsuru haline getirilmesini haklı ve gerekli kılar” argümanı ile savunuyor. EMRO aslında, bölgesindeki yönetim ve hukuk sistemleri İslam’a dayalı devletlerin taleplerini, bunların BM ve DSÖ nezdindeki pozisyonlarını yansıtıyor.

Bu yazının amacı din ve sağlığın kesiştiği alanlarda halk sağlığı müdahalesini ve DSÖ’nün rolünü tartışmak değil, ancak tütün kontrolünde “fetvayı bilimsel kanıtlarla birlikte kullanma” yaklaşımıyla ilgili altı çizilmesi gereken birkaç mesele var. Bu yaklaşım ve onu savunmakta kullanılan argüman en hafif deyimle dünyanın farklı halklarına çifte standart uygulanması anlamını taşıyor. DSÖ’nün, Allah’ın kelamına dayalı fetvaya yönelmesi, halk sağlığı disiplininin yerleşik temel pratiği olan “kanıta dayalılık”ı ikincil konuma iterek büyük bir paradigma kaymasını beraberinde getiriyor. Din kurumlarının ve din adamlarının halk sağlığı oyuncusu yapılması, cami merkezli halk sağlığı müdahaleleri zorunlu olarak çatışma doğuruyor. Din otoritesi bilimsel kanıtları seçmeli olarak rahatlıkla kullanabilirken, sağlıkçıların mutlakçı din otoritesini seçmeli kullanmaları olanaklı olmuyor. 

Bunlardan daha da önemlisi, bu çabaların, Müslüman toplumlarda siyasi ideolojinin ve pratiğin merkezine İslamcılığın geçtiği bir dönemde gerçekleştiriliyor olması. İslamcılık tarihsel olarak karanlık ittifaklar içinde olduğundan, onunla ittifaka girildiğinde, tütün endüstrisi dâhil, başka hangi ittifakların parçası haline gelindiğini kontrol etmek olanaksız hale geliyor. 

TÜTÜN ENDÜSTRİSİ VE FETVA
Dünya nüfusunun 1/5’i, Müslüman. Bu nüfus her yıl 27 milyon artıyor. Yakın bir tarihte İslam dünyanın en büyük dini olacak. Nüfusunun % 80’inden fazlası Müslüman olan 44 ülkede erkeklerde tütün kullanım sıklığı çok yüksek (2013 ağırlıklı ortalaması % 41,3) ve tüketim artış trendi devam ediyor.

Ulusötesi tütün şirketleri ve çıkar ortaklarından oluşan tütün endüstrisi için yeryüzündeki en cazip pazar bu pazar. Hem büyüyor, hem tüketim artışı devam ediyor, hem tütün kontrolü zayıf. Türkiye, Endonezya gibi tam nüfuz ve hâkimiyet sağlanan pazarların yanı sıra, endüstrinin henüz tam olarak nüfuz edemediği, derinleşemediği ülkeler var. Ancak daha 1979’da BAT ve Philip Morris’in, “militan İslam’ın yükselmesi”nden, camilerde sigara karşıtı propaganda yapılıyor olmasından rahatsızlık duymaya başladıkları, buna karşı önlemler geliştirdikleri görülüyor. 

Endüstrinin, İslam dünyasında muhafazakârlaşma ve İslamcılık akımlarına karşı geliştirdiği stratejileri mahkemelerin el koyduğu belgelere dayalı olarak inceleyen 2015 tarihli bir araştırmada, fetvacı tutumları dizginlemek için şirketlerin uyguladıkları stratejiler ortaya konuyor. Örneğin, şirketler hukuk hizmeti alarak İslam teolojisini ve Kuran meallerini inceletiyor, endüstri yararına olacak yorumların bulunmasını istiyorlar. Yani, endüstri Kuran’da “açık” aratıyor. Hukuk firması verdiği mütalaada, Kuran’da tütün kullanım yasağının gerekçesi olabilecek hiçbir ayet bulunmadığını, Allah dışında kural koymaya kalkışılmasının başlı başına günah olduğunu bildiriyor.

Uygulanan bir diğer strateji altında, birçok ülkede üniversitelerdeki İslam âlimlerini, İslamcı yazarları ve gazetecileri kendi taraflarına çekecek, bunları birlikte bir ekip olarak çalıştıracak faaliyetlerin düzenlendiği göze çarpıyor. 
Bugün ise, endüstrinin içine girdiği sözde daha temiz, doğal, zararsız, güvenli, hatta tedavi edici ürün geliştirme ve pazarlama stratejisinin, İslam dünyasındaki arayışlarda karşılığını bulmasını, bazı ürünlerin “İslami yaşam tarzına ve İslam hukukuna uygundur, caizdir” diye lanse edilmesini beklemek çok yanlış olmaz. Hatta, sigara haramdır fetvası bunun bir prelüdü bile olabilir.

GERÇEK ÇATIŞMANIN ÖNÜNE SAHTE ÇATIŞMALARI ÇIKARTMANIN SINIRLARI 
Yukarıda sözü edilen iki siyaset stratejisinin etkileşimiyle ortaya çıkan İslamcı tonlamalı tütün ve tütün kontrolü politikaları iktidarın ideolojik aygıtının kritik bir parçası, siyasi nemalanma alanı, hatta bir tür siyasi sigortası haline geldi. 

Şöyle bir tabloyla karşı karşıyayız: Bir yandan “bağımlılık” sorunsallaştırılarak, bireyin bedeni bir çatışma alanı haline getiriliyor, şeytana uymanın ya da şeytansı bir düşmanın neden olduğu, iman yoluyla giderilebilecek bireysel bir sorun olarak tanımlanıyor. Diğer yandan DSÖ’nün tütün salgınının vektörü ilan ettiği tütün şirketleri kollanıp korunuyor. Böylece, sermaye çıkarları ile halk sağlığı politikası çıkarları arasındaki gerçek çatışmanın önüne bir gizem perdesi çekilerek, üretim ve tüketimde tütün endüstrisinin hegemonik gücünün, devlet-endüstri ilişkilerinin, başarısız politika ve uygulamaların üstü örtülüyor, doğru mücadelenin önü kesilmeye çalışılıyor.

Fiili yönetsel ve hukuki sisteme yeni eklemlenen fetvacı söylemle daha da kalın bir gizem perdesi kurulmak isteniyor. “Peki, nedir daha fazla örtbas edilmek istenen” sorusunun ipuçlarını, zamanlamaları fetvaya denk düşen, ticaret bakan yardımcılığına BAT yöneticisinin atanması, Sağlık Bakanı’nın havalandırma tesisatlı kapalı alanda sigara içilmesine izin verilmesi sözleri, kenevir etrafında çok faydalı, bol kazançlı ürün tevatürü üretilmesi gibi gelişmelerde bulmak mümkün. Fetvayla peynir gemisi yürümüyor. Dini liderliğin yanı sıra oynanması gereken bir de dünyevi liderlik rolü var ki, o hem ulusötesi, hem de yerli ve milli sermaye gruplarının taleplerine hassasiyet göstermeyi, ardı ardına pazarlık masaları kurmayı, bozmayı, yeniden kurmayı gerekli kılıyor.

Diğer yandan, en son bilimsel çalışmalar, 45 yaş üstü halen tütün kullananların hiç kullanmamış ya da bırakmış olanlara göre üç (2,96) kat daha fazla ölüm riski taşıdığını, her üç tütün kullanıcısından ikisinin tütüne bağlı hastalıktan öldüğünü gösteriyor. Bu durum dünya genelinde her yıl 7 milyon insanın tütünden ölmesine tekabül ediyor. Türkiye bu tablodan nasibini fazlasıyla alıyor. 

İşte bu noktada, retorik ve gerçeklik arasında gitgide açılan, derinleşen uçurumun üstünü fetvayla, çifte standartla kapatmak, başını kuma gömerek görmezden gelmek gitgide zorlaşıyor.

Fetvacılığın, gizemciliğin, sahte çatışmanın sınırları, tütünden kaynaklanan hastalıkların ve ölümlerin önüne geçmek için yıllarını adamış, her türlü yıpratma ve dışlamaya rağmen, yılmadan uğraş veren birey ve kurumlara tosladığı yerde çiziliyor. Bunlar başlarını kuma gömmüyor, tehlikeli ittifakları ret ediyor, inatla seslerini yükseltmeyi sürdürüyorlar. Tüketimin siyasi bir boşlukta cereyan etmediğini, tütün salgınıyla ancak anti-kapitalist bir perspektiften mücadele edilebileceğini görüyorlar. Tütün kullanan bireyin/vatandaşın ayrımcılığa uğramasına, cezalandırılmasına karşı çıkıyor, aslolan tütün şirketlerine negatif ayrımcılık uygulanmasıdır, diyorlar. Tütün şirketleri ile yapılan ittifakları, koruma ve kayırmaları örten gizem perdesini çekip, gizlenenleri ifşa etmekten vazgeçmiyorlar.

Meryem Vitni / SOL

Siyasi işportacılık - TURAN ESER

Ah şu siyaset… Sen nelere kadirsin…
Her seçim ve kongre dönemi siyasi çürümeyi ve yozlaşmayı daha da ayan beyan gösteriyor.
Halk; siyaseti, toplumsal huzur, eşitlik, özgürlük, gelir dağılımda adalet, hukukun evrensel değerlerine bağlı bir sosyal devlet ve barışı sağlayacak bir umut olarak algılıyor. 
Kültürel, sanatsal, çalışma yaşamı, sağlık ve eğitim gibi insanların tüm yaşam alanlarındaki sorunları giderecek umut olarak görüyor.
Ama halktan firar edip, sırça köşkelerde kurumsallaşmış neo liberal siyaset ve onun yarattığı siyasetçi türü böyle bakmıyor.
Onlara göre siyaset “sonuç alma sanatıdır.” Sonuç ile kast edilen ise “iktidar”! Tabii ki halkın değil, kişilerin iktidarı!
“Bilinçli” bir grup elitin, “bilinçsiz” halk çoğunluğu adına söz, yetki ve kararı ellerinde toplama hedefi olarak görülür.
“Sonuç almak” için her yol mübah sayılır. 
Siyaseti ve siyasetçiyi iyi pazarlama sanatı olarak tanımlarlar. 
İşportacılık yani! İşportacı politikacı, siyaseti ticari bir faaliyet gibi görür. Politikacının kendini allayıp pullayıp pazarlamasıdır. Sadece halka değil, güçlü olana da pazarlayabilme sanatı!
Bu siyaset tarzı, hakikatleri dile getirenleri ve eleştirel düşünceyi sevmez. Aksine elindeki cehalet ve gericilik tırpanıyla budamayı tercih eder.
Bu nedenle siyasal yozlaşma ve çürüme, toplumsal alandaki ilişkilere nüfuz ederek, daha da tehlikeli hale gelmiştir. 

PEKİ NEDİR SİYASET?

Dilsizleştirilmiş ve körleştirilmiş halkı “ikna” için uydurulmuş, dillilerin yalanlar kataloğu mu?
Yoksa koltukları ve statüleri koruma uğruna başvurulmuş bin bir suratlı düzenbazlık stratejisi mi?
Halkın hiçleştirildiği ve onun adına sözü, yetkiyi ve karar alma yetkisini tekeline alan elitlerin siyasi düzenbazlığı mı?
İktidarı korumak için vazgeçilmiş düşünsel değerler, ilkeler, ütopya ve ideolojilerin adı mı?
Nedir Siyaset?
Hakikatlerin tüm çıplaklığına rağmen, pervasız yalanlara mı sığınmak?
Haksızlık karşısında hakikatleri dile getiren sözü ve demokratik direnme hakkını toplumsal ve siyasal kültürden yok etmek midir siyaset?
Siyasal itiraz kültürünün canına ot tıkayıp, siyasal itaat ve dinsel biatın yolunu açmak mıdır? Siyasete fikri ve fiziki katılım hakkı yerine, iktidarların etrafında oluşan menfaat ve çıkar şebekeliğine katılım teşviki mi?

NEDİR SİYASETÇİ?

“Önce halk” hamaseti, sloganları, googledan toplama aforizmalar ile üretilmiş kocaman bir yalan mı?
Aday gösterilmediği zaman, partisine, siyasal düşüncesine sırtını çevirip, dün küfür ettiği partilerde aday olmanın tükenmiş zavallılığı mı?
Hakikatlerle yüzleşmekten, eleştirilerden ve farklı düşüncelerden korkmak mı? Korktukça ötekileştiren, kutuplaştıran dile sığınıp suçlamak mı. Ötekileştirdiklerini dışlamak ve suçladıklarını mahkum ettirmek midir?
Kişisel amacına ulaşmak için insanları, her türlü aracı, dini, milliyeti kullanmanın meşru ve mübah sayan istismar ve yozlaşmamı dır?
Kimdir siyasetçi?
Siyaseti, ticari yatırım aracı olarak görerek, kişisel amaçlara ulaşmak için yozlaştırmak mı ?
Makamları rant, şan, şöhret, statü, sosyal güvence sağlama yeri olarak görmek midir siyasetçi?
Nedir siyasetçi ?
En basit bir toplantı ve dernek yönetmekten aciz, entellektüel cari açığı krizde, liyakatsiz ve emir kulu kişilere, devlet ve toplum yönetiminin yolunu açmak mı?
Unutulmamalı ki; siyasi yozlaşma ve çürüme, toplumsal kutuplaştırmayı ırkçılık, mezhepçilik ve bölgecilik üzerinden üreterek, onarılması zor büyük toplumsal tahribatlara yol açar. Sosyal parçalanma ve çözülme tehlikelerini artırır.
Çare ise, siyaseti toplumsallaştırmak, toplumu siyasallaştırarak, halkın kendi haklarına sahip çıkmasına yol veren politikaları üretmek ve desteklemektir.
Turan Eser / BİRGÜN

Kutuplaştırma parçalanmaya götürür - EROL MANİSALI

- “Her ne pahasına” olursa olsun, iktidarda kalma anlayışı 
-“Ulusal çıkarlar, çağdaş demokratik değerler ve Atatürkçülük” yerine, siyasal İslamı esas alarak (ve kullanarak) Ortadoğululaşma yönündeki kutuplaşma: FETÖ’nün baş hedefi, “ötekileştirme, Atatürk ve ordu düşmanlığı yaratmaktı”. Ergenekon ve Balyoz kumpaslarını bunun için hazırladılar. 
- “Asgari müşterekleri” ortaya koymak yerine, onu yok eden, kutuplaştırarak oligarşik bir düzen oluşturarak, sonunda ülkeyi nereye götürecektir? 

Siyasilerin (ve siyasal partilerin) bunu göz ardı ederek “ya ben ya tufan noktasına  gelebilme zaafları” şu sonuçları doğurur:
1) Bundan en fazla, “Türkiye ve bölge üzerinde siyasal, ekonomik ve askeri hesaplar yapan küresel güçler yararlanır”. 
2) Türk halkı, “en fazla zarar gören taraf olur”. 
3) Bugün güç kavgası yaparak ülkeyi kutuplaştıran kimi iç odaklar da “emperyalizmin hışmına, sonunda uğrayarak ortadan kalkarlar”. Aynen bu coğrafyada, emperyalizmin tuzağına düşerek çatışan güç odaklarının uğradıkları sonuçlar gibi, kendilerini kurtaramazlar. 

İçeride, “katılımcı demokrasi üzerine oturtulmuş bir halk desteğini arkanıza alacaksınız”: Bu destekle ABD ve Rusya arasında denge kuracaksınız: onlarla masaya oturduğunuz zaman arkanızda sağcısıyla solcusuyla “ulusal çıkarlar konusunda birleşmiş bir ülke duruşu sergileyeceksiniz”: ancak bu sayede dış ilişkilerde pazarlık gücünüz yükselir, ülkenizin (ve halkın) ulusal çıkarlarını koruyabilirsiniz. Yoksa, Washington ve Moskova arasında, bir pinpon topu gibi savrulursunuz.

Ya aksi olursa 
İçeride kutuplaşmış, asgari müşterekleri olmayan, her gün kavga eden: hatta bu iç çatışmalarda “dış odakları bile arkasına alarak güç kazanmaya çalışan” bir ortam hazırlarsanız, Osmanlı’nın sonunda getirildiği “Sevr” noktasına sürüklenirsiniz. Yönetenler de, İngilizci, Almancı gibi bölünmüş olurlar. 

Osmanlı son çöküş döneminde bu tuzağa düşürüldü ve Sevr’e getirilerek işgal edildi. Küresel güçlerin bu coğrafyadaki satranç masasında Atatürk gibi “bir deha”, Türk milletini “yeniden inşa ederek emperyalizmin hakkından geldi”: hatta dünyadaki ezilen ülkelere (ve halklara) örnek oldu. 

Şimdi kalkıyoruz, bu dünyada örnek olmuş anti emperyalist oluşumu değiştiriyor ve Türkiye’yi yeniden “Osmanlı’nın son dönemindeki gibi, kutuplaşmalarla zaafa  uğratıyoruz”. 

Olmaması gereken bir kavga oluşturulmaya çalışılıyor: çağdaşlaşmaya, uygarlaşmaya, ulusal çıkarlara ve değerlere sahip çıkan Atatürkçülere karşı, siyasal İslam (Yeşil Kuşak) ve Batıcılar kullanılıyor. Biz Osmanlı’nın son döneminde birebir yaşadık: Afganistan’dan Sudan’a: Yemen’den Libya’ya “yapay din” ve mezhep savaşları yaratılarak milyonlarca insanın nasıl yok edilmekte olduğunu bugün de birebir yaşıyoruz, 57 İslam ülkesi içinde, tek istisna Atatürk Türkiye’si. 

Ey siyasiler, ey siyasal partiler ve sivil toplum örgütleri, kimi iç dinamiklerle emperyalizmin nasıl işbirliği yaptığını hâlâ görmemekte neden direniyorsunuz? 

FETÖ ve 15 Temmuz olayı da mı sizi akıllandırmadı? Yoksa bu Prof. BrianArthur’un “karmaşa kuramında” anlatmaya çalıştığı, “az gelişmişliğin önlenemez kısır döngüsü” mü? “Sürdürülebilir üstünlük” meselesinde 40 yıldır ortaya koymaya çalıştığım kuramın, “sürdürülebilir azgelişmiş kuramı”na, yoksa asimetrik bir biçimde dönüşmesi mi?

Erol Manisalı / CUMHURİYET

İşte AKP'nin eseri: Akademik yıkım - MAHMUT LICALI

CHP Bilim Platformu tarafından hazırlanan politika notunda; AKP iktidarında Türkiye’deki üniversitelerde yaşanan çöküşün sonuçları sıralanırken, Türkiye’nin sahte ve şaibeli yayınlarda dünya üçüncüsü olduğu, yükseköğretim kalitesinde 137 ülke arasında 101. sırada yer aldığı belirtildi. CHP Genel Başkan Yardımcısı Fethi Açıkel başkanlığındaki CHP Bilim Platformu tarafından hazırlanan “Üniversitelerde Yaprak Dökümü ve Akademik Yıkım” başlıklı politika notunda üniversitelerde son yıllarda yaşanan sorunlar sıralandı. Politika notunda özetle şunlar yer aldı:

Üniversiteler küme düşüyor: AKP politikaları sonucunda, üniversiteler dünya sıralamalarında hızlı bir gerileme dönemine girdi. En saygın üniversite sıralama kuruluşlarından QS World University Ranking’in hazırladığı listelere göre 2018 yılı itibarıyla Türkiye’deki üniversiteler ilk 400’de kendine yer bulamazken, Times Higher Education University Ranking’in hazırladığı listede ise 2019 yılı itibarıyla ilk 350 üniversite arasında yer alamadı. 2015 yılında ODTÜ aynı listede 85., Boğaziçi 139. sıradayken, ilk 350 arasında İstanbul Teknik, Sabancı, Bilkent ve Koç üniversiteleri yer alıyordu.

Niteliksizleşme yaşanıyor: Türkiye’de 2019 itibarıyla 129 devlet, 72 vakıf, 5 vakıf meslek yüksekokulu olmak üzere toplam 206 üniversite bulunuyor. Açık öğretim programlarıyla birlikte yükseköğretimdeki öğrenci sayısı 7.5 milyon olarak hesaplanıyor. Akademik personel sayısında ise gerekli artış kaydedilemedi. AKP iktidarında öğrenci başına düşen akademisyen sayısında düşüş yaşandı.

Yükseköğretimde 101. sırada: 2002’de devlet üniversitelerinde 120 öğrenciye 1 profesör, 2018’de 157 öğrenciye 1 profesör düşüyor. 2013-2015 döneminde doktora öğrencilerinin sayısı lisans öğrencilerinin sayısının yüzde 5’i olurken, 2017-2018 döneminde bu oran yüzde 4.3’e geriledi. Yükseköğretimde niteliksizleşmenin en önemli göstergelerinden biri de Dünya Ekonomi Forumu’nun yükseköğretim eğitim sistemi kalite endeksinde Türkiye’nin 137 ülke arasında 101. sırada yer alması oldu. Türkiye yükseköğretimde matematik ve fen bilimleri eğitim sıralamasında da Etiyopya, Gambiya gibi ülkelerin arkasında kalarak 104. sıraya yer aldı.

İşbirliği geriliyor: Türkiye’deki üniversiteler ileri teknolojiye sahip ürün üretme konusunda sanayi ile doğru, verimli ve istihdam yaratıcı ilişkiler kuramıyor. WEF’in yükseköğretim endeksine göre üniversite sanayi arasındaki AR-GE ortaklığında Türkiye, Pakistan, Ürdün ve Gana’nın gerisinde kalarak 66. sırada yer aldı. 2016’da ortalama patent sayısı 4.3 iken, aynı yılda Kaliforniya Üniversitesi’nde 505, MIT’de (Massachusetts Institute of Technology) ise 278 patent alındı. Türkiye’de yaklaşık 1800 patent verilirken, İran’da ve Malezya’da patent sayısı 3 bin 300 olarak gerçekleşti.

Bilimsel yayın ve atıf geriliyor: AKP iktidarında Türkiye’de yayın sayılarında kısmi bir artış yaşanmasına karşın uluslararası sıralama dikkate alındığında Türkiye’nin gerilediği gözlemleniyor. İran 2002’de Türkiye’nin 18 sıra gerisindeyken, bugün 4 sıra önünde. Türkiye’de 2016-2017 yılları arasında yapılan Türkiye menşeli yabancı yayınlarda bütün alanlarda yüzde 28 oranında azalma yaşanırken; en büyük düşüş yüzde 44 ile sosyal bilimler ve yüzde 36 ile tıp yayınlarında yaşandı. 2002’de Türkiye’deki bilim insanlarının yaptıkları yayın başına uluslararası düzeyde 15 atıf yapılırken, 2017 yılında bu sayı 0.4’e kadar geriledi.

Üniversiteler bölündü: AKP iktidarı İstanbul, Gazi, Anadolu, Karadeniz Teknik, İnönü, Selçuk ve Erciyes Üniversitelerinin de içinde yer aldığı 13 üniversiteyi keyfi biçimde böldü. Üniversitelerin kurumsal kapasiteleri düşürüldü ve gelenekleri yerle bir edildi. AKP OHAL kapsamında yükseköğretim kurumlarından 6 bine yakın akademisyen, 1300 idari personel olmak üzere toplam 7 bin 300 kişiyi ihraç etti. İhraç edilen akademisyenlerden 400’ü aşkını barış bildirisine imza atanlardan oluşurken, bu kişilerden bazıları keyfi bir biçimde aylarca tutuklu kaldı.

‘Sorumlusu saray rejimi’
CHP’li Fethi Açıkel, “Saray rejimi, otoriter uygulamaları ve liyakatsiz kadrolaşma politikalarının sonucunda, niteliksiz ve küresel liglerde her geçen gün gerileyen bir akademi tablosu yarattı” değerlendirmesini yaptı.

Kaynak saray yönetiminde azaldı
2016 yılında yükseköğretime ayrılan pay milli gelirin yüzde 1.09’u olurken, bu rakam 2017 yılında yüzde 0.84, 2018 yılında da yüzde 0,81’e geriledi. Benzer bir şekilde 2019 bütçesinde üniversitelere genel bütçeden yatırım için ayrılan pay da 2018 yılına göre yüzde 42 oranında azaldı. 2019 yılında AB bütçesinden Türkiye’ye yapılacak mali yardımda Türkiye’de demokrasinin gerilemesi nedeniyle 147 milyon Avro’luk kesinti yapıldı.

Teknokentler ranta kullanılıyor
AKP’nin iktidara geldiği 2002’de İTÜ ve ODTÜ bünyesinde iki teknokent bulunurken, bugün teknokent sayısı 55’in üzerine çıktı. Ancak bütün teknokentlerin yaptığı toplam ihracatın yüzde 85’ini AKP öncesinde kurulan iki teknokent yapıyor. AKP döneminde kurulan teknokentler büyük firmaların inovasyon yapmaksızın desteklerden ve vergi muafiyetlerinden yararlandığı rant kapıları haline geldi.

Sahte yayında dünya üçüncüsü
Niteliği düşen akademik yayınların yanı sıra para karşılığı yazdırılan tezlerin yaygınlaşmasına da göz yumuluyor. Tez ve yayın sahteciliği ile sözde akademisyenler terfi ederek, üniversitelerde yönetici kadrolara atanıyor. AKP’nin akademiyi bir kadrolaşma alanı olarak gören yönetim anlayışı sonucunda Türkiye, Hindistan ve Nijerya’nın ardından şaibeli, sahte ve para karşılığı en çok tez ve makale yayımlayan 3. ülke konumuna geldi.

Mahmut Lıcalı / CUMHURİYET

25 Şubat 2019 Pazartesi

Hulusi Akar Barzani'nin oğluyla ne görüştü - MÜYESSER YILDIZ / ODATV

Fotoğrafta, karşılıklı heyetlerin oturduğu, keza masanın üzerinde Irak bayrağının yanısıra Bahçeli'nin ifadesiyle sözde “Kürdistan bayrağının” da olduğu görülüyor.





“Kürdistan” görünümlü “Büyük İsrail” projesinin baş aktörü Mesut Barzani, bir vakitler sadece en alt rütbedeki askerlerimizle muhatap olabildiği için AKP'li eski Meclis Başkanı Cemil Çiçek, onun hakkında “Postal yalayıcısı” tanımını yapmıştı.
Sonraki yıllarda AKP iktidarının, Barzani ile muhabbetini anlatmaya gerek yok, ama şimdi Cumhur İttifakı'nın ortağı MHP Lideri Devlet Bahçeli'nin Mesut Barzani hakkındaki şu görüşlerini hatırlatalım: 
“PKK’nın hamisi, lojistik destekçisidir. Türkiye’ye meydan okumuştur. Dışişleri Bakanı’nın utanmadan sıkılmadan ‘Mesud abi’ diyerek ailesine dahil ettiği Mehmetçik katili zalimin kartviziti bunlardır. Hükümetin düştüğü çukurun derinliğini herkese göstermektedir. Erdoğan sonunda muhatabına kavuşmuş ve layığını bulmuştur. Denize düşmüş yılana sarılmıştır.”
2017'de Barzani'nin Türkiye'ye gelişinde, havaalanı ve kaldığı konukevine “Barzanistan” bezi asıldığında da Bahçeli şöyle tepki göstermişti:
“Atatürk Havalimanı'nda sözde Kürdistan bayrağı asılmıştır. Skandaldır, aymazlıktır, rezalettir. İstanbul'da bu sözde bayrağın dalgalamasına kim izin vermiştir? Önü arkası düşünülmüş bir komplonun mu parçasıdır? Cumhurbaşkanı bundan haberdar mıdır? Başbakan bunu sormuş mudur? Barzani'nin bayrağını vatan semalarında görmeye tahammülümüz yoktur. Bu şahıs önce PKK'ya desteğinin hesabını vermelidir, Türkiye'ye kurduğu tuzakların bedelini ödemelidir.”
BARZANİ'NİN TOP SECRET MAN OĞLU
Konumuz Mesut Barzani değil, en büyük oğlu Mesrur Barzani.
Yıllardır “Barzanistan”ın “Güvenlik servisi veya asayiş ajansı”, kısacası “İstihbarat” başkanlığını yürüttüğü biliniyor. 
Bölgede, “Esrarengiz adam” ya da “Top secret man” olarak adlandırılan Mesrur Barzani, ilkokuldan beri peşmerge içinde faaliyet göstermiş, ABD'de uluslararası hukuk, siyasal bilgiler ve diplomasi öğrenimi görmüş biri. 
Şimdi biraz da bu Barzani'nin PKK-YPG, “Çözüm süreci”, “Barzanistan'ın bağımsızlığı”, Irak ve Suriye ile ilgili görüşlerini anlatalım.
2014 sonunda Brüksel'de Avrupa Parlamentosu'nda yaptığı konuşmada, “PKK'yı hiçbir zaman terörist bir örgüt olarak görmediklerini” belirtip, “Türkiye’deki çözüm sürecini destekliyoruz. Sorunun barışçıl şekilde çözülmesi ve sürecin herhangi bir olaydan etkilenmemesi gerekiyor” dedi.
Aynı konuşmasında, Türkiye'ye IŞİD'le mücadelede “Kürt bölgesiyle el ele çalışma” çağrısında bulunurken, Esad'a karşı “Ilımlı Suriye muhalefetinin” desteklenmesini istedi.
Haziran 2016'da federal Irak Devleti'nin artık işlevsiz olduğunu, bu nedenle “Kürtler, Şiiler ve Sünniler arasında bölünmüş konfederal bir sistemin kurulması” gerektiğini savundu. 
ABD'DE KİMLERLE NEYİ GÖRÜŞTÜ?
Mesrur Barzani 14 Mayıs 2017'de “Resmi temaslarda” bulunmak üzere Washington'a gittiğinde ise Başkan Trump'ın Yahudi olan Başdanışmanı ve damadı Jared Kushner başkanlığındaki ABD Ulusal Güvenlik Konseyi üyeleriyle bir dizi görüşme yaptı. Bu görüşmelerde, Erbil-Washington ilişkilerinin yanısıra “Türkiye'deki çözüm süreci ve Türkiye'nin, YPG ile sorunlarının” da gündeme geldiği bildirildi.  
Barzani'ye yakın kaynaklar, Mesrur Barzani’nin ABD'li yetkililere, “Türkiye’nin PKK ile başlatacağı yeni çözüm sürecini desteklemeye ve Türkiye ile YPG arasında arabuluculuk yapmaya hazırız” dediğini açıkladı.
Son olarak Mesrur Barzani'nin 25 Eylül 2017'de yapılan “Barzanistan'ın bağımsızlık referandumu” ile ilgili görüşlerini aktaralım. Referandumun hemen öncesinde şöyle konuştu:
“Bağımsızlık referandumu için en doğru zaman. Kürt yönetimi, bağımsızlık referandumunu zamanında yapmakta kararlı. Eğer Kürdistan bağımsızlığını ilân ederse, Kürdistan devletini tanıyacak birçok ülke var.” 
Daha 2013 yılında bu ismin Başbakanlığının konuşulduğunu, nitekim referandumdan sonra Neçirvan Barzani'nin Mesut Barzani'nin yerine geçmesinin ardından şimdi Mesrur Barzani'nin Başbakanlığa aday olduğunu belirtip, konumuza geçelim. 
MÜNİH KONFERANSI'NDA NE OLDU?
15-17 Şubat tarihlerinde 55'inci Münih Güvenlik Konferansı toplantısı vardı.
Toplantının başlığı, “Büyük Bulmaca: Parçaları Kim Toplayacak?” idi ve buna ilişkin olarak hazırlanan raporun görselinde de “puzzel” şeklinde bir harita kullanıldı.
Münih Güvenlik Koferansı'nın Danışma Konseyi üyelerinden birisinin ünlü spekülatör George Soros olduğunu, konferansı destekleyen sivil toplum örgütleri arasında ise PKK-YPG, “açılım” raporları hazırlayan Atlantik Konsey, Rand Corporation, Wilson Center'ın, keza ülkemizin yeni ekonomi politikaları için anlaşma yapılan, ancak tepkiler üzerine geri gönderilen McKinsey Şirketi'nin bulunduğunu kaydedelim.
İşte bu toplantıda Türkiye'yi Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar temsil etti. Akar, burada ABD Savunma Bakan Vekili Patrick Shanahan, ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey ile senatörlerin yanısıra diğer bazı ülke yetkilileriyle de görüştü.
Akar'ın ABD'lilerden önce görüştüğü birisi daha vardı; Mesrur Barzani!..
Çok da dikkat çekmeyen bu görüşmeyi medyamız satır arasında sadece, “Akar, IKBY Güvenlik Konseyi Başkanı Mesrur Barzani'yi kabul etti” diye aktardı. 
Şimdi bu görüşmenin Barzani'nin medyası Rudaw'da nasıl verildiğine bakalım.
“Mesrur Barzani ile Hulusi Akar görüştü” başlıklı haberde, Barzani'nin unvanı olarak, “Kürdistan Güvenlik Konseyi Müsteşarı” ifadesi kullanıldı ve şunlar anlatıldı:
“Mesrur Barzani, zirve kapsamında Hulusi Akar ve beraberindeki heyet ile görüştü. Kürdistan Güvenlik Konseyi Müsteşarlığı’nda görüşmeye ilişkin yapılan açıklamaya göre, Mesrur Barzani Münih Güvenlik Konferansı’nın ikinci gününde Hulusi Akar ile bir araya geldi. Görüşmede, Hulusi Akar, Mesrur Barzani’yi Kürdistan Bölgesi Başbakanlığı’na adaylığından dolayı kutlayarak, görevinde başarı diledi. Kürdistan, Türkiye ve Irak arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine işaret edilen görüşmede, başta ticaret olmak üzere tüm alanlarda ilişkilerin geliştirilmesi vurgulandı. Görüşmenin bir bölümünde de bölgedeki son gelişmeler ve mevcut sorunlar değerlendirildi.”
Rudaw'daki haberde, görüşmeden bir kare fotoğrafa da yer verildi. Fotoğrafta, karşılıklı heyetlerin oturduğu, keza masanın üzerinde Irak bayrağının yanısıra Bahçeli'nin ifadesiyle sözde “Kürdistan bayrağının” da olduğu görülüyor.
Hulusi Akar'ın konumu malûm; Artık siyasi bir kimlik, ama aynı zamanda TSK'nın en tepesindeki isim.
Akar-Mesrur Barzani görüşmesinden sonraki bazı kritik temaslar ve gelişmeleri sonraya bırakıp, şimdilik sadece şunları sormakla yetinelim: 
“TSK açısından daha önce bu ağırlıkta bir isim, değil Irak'ın kuzeyindeki yapının İstihbarat Müsteşarı veya Başbakanı, Mesut Barzani ile görüştü mü? Ve bugüne kadar muvazzaf veya eski bir komutanın bulunduğu ortamda, o sözde bayrak hiç kullanıldı mı?” 
Müyesser Yıldız / ODATV

C’li B’li haberler - Zafer Arapkirli

Daha önce de yazmış olabilirim. 
Dikkatinizi çekti mi hiç? Neredeyse, tüm kanalların, tüm haber bültenlerinin, ilk satırlarının ilk sözcüklerinin ilk harfi hep aynı: “C” harfi… 

Kimi, meşrebine göre (Anayasaya aykırı olsa da - yalakalık etmek için) “B”harfini tercih ediyor. Olabilir ama, neticede aynı kişiden söz ediyoruz. 

Bütün haberler “Cumhurbaşkanı…..” diye başlıyor. 

Muhabirlik yıllarımda, yani haber maksadıyla çok seyahat ettiğim dönemlerde dilini bilmediğim bir Ortadoğu ülkesinde dikkatimi çekmişti bu: “Vezir-i Azam” veya “Reis-ül Vüzera” diye başlıyordu her haber bülteni. Yani, “Tüm Vezirlerin Başı. En Büyüğü.” 
Diyebilirsiniz ki: Bu toprakların “naturası” bu. Geçmiş dönemlerde de böyle değil miydi? İcra heyetinin başındaki kişinin yaptığı, dediği, gittiği, gezdiği, buyurduğu şey tabii ki birinci haber olacaktır.
 
Ama artık “heyet-meyet” de kalmadı. Birinci haber, birinci kişi ile, yani tek kişi ile ilgili. Sürekli 
O yapıyor. 
O konuşuyor. 
O karar veriyor. 
O’nun istediği oluyor. 
O’nun istediği insan hapse giriyor. 
O’nun istediği kişilerle ilgili fezleke hazırlanıyor. 
O isterse tahliye ediliyor, O isterse edilmiyor. 
O biliyor her şeyi. 
O kurmuş tüm üniversiteleri. 
O getirmiş mesela, suyu İzmir’e. Neredeyse, Çorum’da leblebi üretimini ilk başlatan olmakta, Eskişehir’de lületaşını ilk keşfetmekte, Malatya’da ilk kayısı fidanını,  Bodrum’a ilk plajı, Alaçatı’da ilk Beach’i açmakta, Ergani’de ilk bakırı çıkarmakta, ilk cami projesini çizmekte, “tanzim satış” olayının fikir babası olmakta (bunu uydurmuyorum - Sayın First Groom (Damat) söyledi vallahi). 
Hayırlısı…. 
Ama, bütün bu hak edilmemiş efsaneye rağmen, yıllarca “Yerel yönetimlerdeki  başarıları, bu insanların merkezi yönetimdeki başarılarının ilk adımıydı” söylemini yıllardan beri dillerinden düşürmeyenleri arıyor gözlerim şimdilerde. Hani, sosyal medya tabiri ile “Online mı?” o arkadaşlar hâlâ? 

O zaman sorarlar adama: Neden onca yıllık başarılı(!) başkanları teker teker tehditle sopa göstererek görevden aldınız? 
Neden, yüzde 10 küsurluk bir partinin desteği olmadan bu seçime giremiyorsunuz?” diye. Geçiniz…

Paralel evren, paralel hukuk 
Yok, ATATÜRK Cumhuriyeti’ne ve hukuk devletine sahip çıkanlar olarak on yıllarca uyarmamıza rağmen, adliyenin malum Ağlak Vaiz’e ve alçak teşkilatına teslim edilmesinden söz etmiyorum. 

Demek istediğim, gücü elinde bulunduran ve ağzı olan herkesin “O asılsın, bu kesilsin, onu tıkın içeri, bunu aklayın, ötekini mahkûm edin” diye konuşabilmesini kastediyorum. 

Misal: Adam, genç bir kadını gözaltına alma bahanesi ile, cümle âlemin önünde taciz ediyor. Amirleri hemen sahipleniyor “O bizim çocuğumuz..Yedirmeyiz” diye. Üstelik de “Bu suçlamayı yapanlar alçaktır” üslubu ile… 

Misal: Cumhuriyet davasında yargılanan arkadaşlarımız hakkında ortaya konulan (konulamayan) tüm kanıtlar yerlerde sürünüyor olsa da, bilirkişisinden iddianamesine her yanından hukuksuzluk akıyorsa da, sonuçta “İnadım inat. Yok öyle. Bırakmam onları öyle” mantığı üstün kılınıyorsa… 

Misal: Gezi Direnişi’ne katılanlar hakkında açılmış dava beraatla sonuçlanmış ve müddeiler temyize bile gidememiş olmasına rağmen, o kokmuş yemek (o dosya) yeniden ısıtılıyor ve Kavala-Dündar- Alabora bahanesi ile yeniden dava açılıp ağırlaştırılmış müebbetten (var olsaydı idam) başlayan cezalar talep ediliyor, yani kelle isteniyorsa…
 
Misal: Bir TV programında kerameti kendinden menkul bir hukukçu utanmadan- sıkılmadan-yüzü bile kızarmadan “şeriat hukuku” çağrısında bulunup, “Hırsızların elleri kesile…” (aslında ilk duyuşta kulağıma hoş gelse de) diye konuşabiliyorsa… 

“Paralel bir hukuk”tan söz etmek yanlış olur mu?

‘Neden geldin?’ 
Bu soruyu bir kapalı toplantıda Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun yüzüne bizzat sorduğum (Neden gittiniz?) için, özellikle dikkatimi çekti. Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Madem ‘Tiyatro’ diyordun, o zaman 15 Temmuz sonrası Yenikapı mitingine neden geldin?” lafını kastediyorum. 

Evet. İşte, böyle çıkarırlar insanın önüne Kemal Bey. 
Bence, o dönemde darbe sonrası yapılmış en derli toplu ve sağlıklı analizle, hem İstanbul (üstelik Taksim) hem İzmir mitinglerinizde tavrınızı almış ve 10 maddelik manifestonuzu yayımlamışken, ne işiniz vardı o “YenikapıTiyatrosu”nda? 

Şarkıcı Sıla kadar olamadınız. O tavrı koyamadınız ya. Bugün böyle hatırlatırlar. Maalesef. Sizin adınıza samimiyetle üzüldüm.

Zafer Arapkirli / CUMHURİYET