23 Mart 2019 Cumartesi

Karanlıktaki sevgiliye mektup - ORHAN GÖKDEMİR

Dünyanın öbür ucunda, Yeni Zelanda’da faşist itin teki eline silahı alıp camiye daldı ve önüne kim çıktıysa öldürdü birkaç gün önce. Tablo korkunç. 49 ölü, onlarca yaralı. Manifesto da yayınlamış manyak, yaptığı katliamın haklılığından emin. Yakalayıp tıktılar içeri. Kaçtı, göçtü, polisle Yeni Zelanda bayrağı önünde fotoğraf çektirdi, şarkıcılardan biri hakkında parça besteledi gibi sapkınlıklar olmadı.

Tam tersine, saldırıdan sonraki ilk namazda Yeni Zelandalılar namaz kılanların arkasına saf tutup, set oluşturdu, itin biri daha gaza gelip saldırmasın diye nöbet tuttu. Hatta “empati”nin ölçüsünü kaçırdılar bile sayılır. Cuma namazı radyo ve TV'den canlı yayınlandı, canlı ezan okundu. Ülke kadınları ölenlere saygı için başörtüsü örttü. Otomatik silahlar derhal yasaklandı, kişisel silahlar toplandı. Halk, Müslümanlar camilerde güvenle ibadet edebilsin diye nöbet tuttu. Bizim yobazların diliyle ifade edeyim, “Yeni Zelanda Müslüman oldu” özetle, bu tür saldırıları asla kabul etmeyeceklerini, hoş görmeyeceklerini haykırdı hep birlikte.

Hâlbuki “Haçlı seferlerini” hatırlatmıştı saldırı tam da bizimkilere. Fırsatı kaçıramazlardı haliyle. "Dedeleriniz geldi, kimi ayaklarının üzerinde kimi tabutla geri döndü. Aynı niyetle gelecekseniz bekleriz. Sizi de dedeleriniz gibi uğurlayacağız. Kıyamete kadar burada olacağız. İstanbul'u Konstantinapol yapamayacaksınız" dedi reis, 

Yeni Zelandalılara geçen yüzyıldaki talihsiz savaşı hatırlatarak. “Haçlılar” diye ekledi. O savaşta Osmanlı Ordusu saflarında “dindaşlarına” karşı savaşan Hıristiyanları unuttu. İngiliz ordusunda Osmanlılara karşı savaşan Hintli, Pakistanlı Müslümanları da. Hem kim neden hatırlasın onları artık. Milliyetçi dincilikte böyle boş boğazlıklara yer yoktur. “Evliyalar savaştı bizim için evliyalar!” Mustafa Kemal de uzaktan seyretmekle yetindi, malumunuz…

Her şey kabak gibi ortada. Yeni Zelanda’daki saldırının ne halkla, ne devletle en ufak bir ilişkisi yok. Bizde ve bütün dünyada baş gösteren faşizm salgınının her nasılsa yolu oralara düşmüş sapkınlarından birinin marifeti. Hâlbuki o sırada metastaz yapmıştı bizdeki faşist hareket. Bir kısmı iktidarın, bir kısmı muhalefetin yanında saf tutmuştu. Faşizmin dipsiz, karanlık çukuruna doğru yuvarlanıyorduk el ele…

***

Pek hoşumuza gitti haliyle Yeni Zelandalıların bu taşkınlıkları.

Peki, bizdeki durum ne?

13 Ekim 2015... Ankara’da bir miting için toplananların ortasında bomba patlatıldı, 97 yurttaşımız can verdi saldırıda. Pek çok insan kolunu bacağını alanda bırakarak kurtulabildi. Bilemediğimiz, bulamadığımız karanlıktaki yobaz faşistler, kendi halkından, kendi dininden olanların üzerine atmıştı bombayı. Tablo yeterince korkunçtu.

Ama daha korkuncunun olabileceğini kısa sürede öğrenecekti ülke. Konya’da milli maç var. Ankara Katliamında hayatını kaybeden 97 yurttaş için saygı duruşuna çağrılıyor alanda toplanan seyirciler. O anda bir grup seyirci tekbir getirmeye başlıyor, başka bir grup seyirci de tekbir getirenlere ıslıklarla ve yuhalamalarla eşlik ediyor. Ülkenin bir kısım “insanı”, ülkenin bir başka kısım insanın parçalanmasını kutluyor.

Tekil bir örnek olarak kalsa rastlantı sayıp kaçabilirdik belki. Birkaç ay sonra bu kez “Akbilspor” diye ünlenen iktidarın muvazaalı spor kulübünün sahasında yaşanıyor aynı sahne. Türkiye ile Yunanistan arasında oynanan “dostluk maçı” öncesinde bir grup “taraftar” önce konuk ekibin milli marşını ıslıklıyor. Sonra Paris’te IŞİD saldırısında ölenler için saygı duruşunu ıslık ve tekbirlerle protesto ediyor. Binlerce insan, “Şehitler ölmez vatan bölünmez” diye bağırıyor bir ağızdan. Kendi halkından insanların ölümüne alkış tutanların Paris’te ölen “gâvurlar” için üzülecek hali yok ya…

***

Yeni Zelanda saldırısının ardından yazı yazdı iktidar beslemesi utanmaz gazeteciler; “hiçbir Müslüman böyle yapmaz” diye. 18 Nisan 2007’de, Malatya’daki Zirve Yayınevi’ne yapılan baskında Uğur Yüksel, Necati Aydın ve Alman Tilman Geske’nin boğazları kesilerek öldürüldüğü çoktan unutulmuştu tabii. Olayın sorumlusu olarak bir generali tutukladılar. Trabzon’da Santa Maria Katolik Kilisesi Rahibi Andrea Santoro’yu arkasından vurdurdular bir çocuğa. 16 yaşındaki bir çocuk Glock marka tabancayla 40 metreden 3 el ateş etti ve üçünü de rahibe isabet ettirmeyi başardı. Cinayetin arkasında dönemin Trabzon Emniyet Müdürünün olduğundan şüpheleniliyor hâlâ. O Emniyet Müdürü daha sonra Hrant Dink cinayetinde ihmali olduğu gerekçesiyle tutuklandı.

Geçtik hepsini, 2 Temmuz 1993’te bu ülkenin bir kısım “insanı” sırf inançlarını kendilerinden az çok farklı buldukları için 33 yazarını, düşünürünü diri diri yaktı. Dönemin başbakanı da “çok şükür göstericilerden ölen yok” diye kutladı katliamı. Sonradan katillerinin cezasız kalmasını “devlete millete hayırlı olsun” diye kutlayan da var malumunuz.

Yeni Zelanda Başbakanının “saldırganın adını asla anmayacağım” demesini alkışladılar ama Hrant Dink’in katili Ogün Samast’ın heykelini dikecekler yakında. Bestelenmiş türküleri bile var: İsmail Türüt'ten "plan yapmayın plan", Ozan Arif'ten "Ogün öyle desinler bugün böyle desinler..."

Rastlantı bu ya ikincisi öldü Şubat ortasında. Ağlayanı çoktu arkasından. En içli ağıtı ise ana muhalefetin başındaki zat yaktı. Türkücüyü övdü, arkasından dövündü, rahmet diledi, "Erzurumlu Emrah’tan, Neşet Ertaş’tan bir farkı yok" dedi. İyi de faşist katile türkü yakan ozan olur mu? Cevap hazır; “Ogün öyle desinler bugün böyle desinler…”

Nedir mesele? Haçlı seferi… Gâvurları bertaraf etmek için her yol mubah, bu yolda kurşun atan da kurşun yiyen de makbul.

***

Hrant Dink’in faşist itin teki tarafından vurulup öldürüldüğü günün akşamı yüzbinlerce insan haykırdığında duyuldu o slogan ilk. “Hepimiz Ermeni’yiz” diye bağırıyordu kalabalık. Tarihsel geçmişinde bu konuyla ilgili büyük bir travma yaşamış olan halk o gün bu sloganla kendi yarasını da sarmış oluyordu aslında. Hepimiz Ermeni’yiz madem, demek ki suçlu değil mağduruz…

Ama bir kısım “insan”ımız kabul edemedi o sloganı. Ermeni değil Türk’müşüz, öyle diyorlar. E biliyoruz biz de. Ama sıkıntı şu ki eli silah tutan tek sen değilsin. Haçlı seferine çıktıysan öldürmek de var ölmek de. Hem ne oldu ki Haçlı seferinin sonunda? Tarihin kaydettiği en büyük yağma hareketidir. Sonuçta ne Müslümanlar yok oldu, ne de Hıristiyanlar. Geride nahak yere çekilen acılardan başka hiçbir şey kalmadı.

Islıkladın kendi ülkenin insanlarının ölüsüne saygıyı. Alkışladın ülkenin Hıristiyanlarının öldürülmesini. Fotoğraf çektirdin katilleriyle, bayrak gösterdin geride kalanlara. Rakel Dink’in “bir bebekten bir katil yaratan karanlık” dediği yozlaşmış yapı dimdik ayakta o yüzden.

Bu karanlık böyleyken kim inanır senin yasına?

Faşist faşisttir, yobaz yobaz, orada da burada da. Ve ancak bunu kabul ettiğimizde engelleyebiliriz sevgiliye yazılacak zamansız mektupları. O mektupta denildiği gibi “bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşler…”

İnsan olmaya doğru atılacak ilk adım insanın kendini eleştirmesi ile başlar demek ki. Yani demem o ki kardeşlerim, bu karanlık bizim!

Orhan Gökdemir / SOL

IMF Arjantin’de - KORKUT BORATAV

Mart 2019’da dünya ekonomisinin “yükselen piyasalar” diye adlandırılan bölümünde iki ülke kriz içindedir: Arjantin ve Türkiye… İkisi de 2018’in ilk yarısında krize sürüklendi. İkisi de krize karşı neo-liberal reçeteleri (bazı farklarla) uygulamaya başladı.

Bugün Arjantin’in “kriz serencamı” üzerinde duracağım. Türkiye ile bazı benzerlik ve ayrılıklara da değinerek…

Arjantin IMF’ye gidiyor,
Arjantin hızla (Mayıs’ta) IMF’ye gitti. 20 Haziran’da 50 milyar dolarlık bir stand-by anlaşması yaptı. Ekim’de kredi anlaşması 56 milyar dolara çıkarıldı.
IMF ile stand-by anlaşmalarında program takvimi izlenir; hedefler gerçekleştikçe kredi dilimleri peyderpey serbest bırakılır.

2018 sonuna kadar IMF kredilerinin 20 milyar dolarlık bölümü  Arjantin’e ödendi. 17 Mart 2019’da IMF “denetçileri”, program uygulanmasına ilişkin olumlu bir rapor hazırladı; 11 milyar dolarlık bir kredi diliminin daha serbest bırakılmasını önerdi. IMF Yönetim Kurulu’nun   bu ay içinde onaylaması bekleniyor.

Türkiye’de IMF’siz IMF programı
Türkiye’de Cumhurbaşkanı IMF’ye gitmeyi reddetti; ama, Arjantin’den üç ay sonra IMF’nin Nisan 2018 tarihli Türkiye Raporu’nda yer alan önerilerin çoğu kabul edildi. Bunlar, yapısal uyum, kamu maliyesinde kemer sıkma hedefleri ve parasal daralmadan oluşuyordu.

İlk ikisi, Yeni Ekonomi Politikası (YEP) ve  2019-2021 Orta Vadeli Program belgeleri ile Eylül’de  yürürlüğe girdi; 2019 bütçesine de taşındı. İkincisi de  TCMB’nin politika faizini Eylül’de yüzde 24’e çıkarması ile gerçekleşti. 

Böylece Türkiye’de IMF’siz bir IMF programıyürürlüktedir. Bir kredi anlaşmasına bağlı olmadığı için doğrudan bir dış denetim söz konusu değildir. “Dolaylı bir gözetim”, uluslararası derecelendirme kuruluşları ve finans çevreleri tarafından fiilen üstlenilmiştir.

Bu “gözetmenler”, TCMB’nin politika faizini düşürmemesine önem veriyor. Kamu maliyesinde Ocak-Mart’ta OYP hedeflerinin zorlanması, seçim ortamına özgü “geçici bir sapma” olarak görülüyor. Seçim sonrasına bakışı, Batılı bir fon yöneticisi temsil ediyor: “Hükümetin, büyümeyi kamçılamak için malî gevşeme eğilimine geçip geçmeyeceğini yatırımcılar olarak  yakından izleyeceğiz.” (Financial Times, 19 Mart 2019).

2018’de Türkiye, Arjantin gibi 20  milyar dolarlık bir IMF kaynağından yoksun kaldı; ama, 21,2 milyarlık kayıt-dışı döviz girişinden yararlandı. Biri IMF’den, diğeri “esrarengiz”,  bu iki istisnaî akımı karşılaştırmak istiyorsanız, Arjantin ekonomisinin Türkiye’nin üçte ikisi büyüklüğünde olduğunu dikkate alınız.

Arjantin: IMF’nin yanlış  teşhisi…
Türkiye’deki “IMF tutkunu” çevrelerin, Arjantin’deki IMF programının hedeflerini,  revizyonlarını, sonuçlarını izlemesi iyi olur. Belki, tutkunluklarını gözden geçirirler.
Arjantin programında   iki ciddi “arıza” var: Yanlış teşhis ve tutturulamayan hedefler…

IMF, çevre ekonomilerindeki finansal krizlere karşı sürekli “yanlış teşhis” koydu; tedavi reçeteleri de zarar verdi. 1998-2002’de Doğu Asya’da  başlayıp tüm Güney coğrafyasına yayılan krizler ve 2011 sonrasındaki Yunanistan bunalımı örneklerdir.

Bugünkü Arjantin krizinde de teşhis/tedavi hataları depreşmiştir: Ödemeler dengesinden türeyen bir krizi, iç talebi (özellikle kamu bütçesini) kısarak tedavi reçetesi… Bu tedavinin yükü, öncelikle halk sınıflarına yansır. 

Sadece “iyi niyetli bir hekim hatası” söz konusu değildir. Zira, ödemeler dengesi kökenli bir krizde, “reçete” de hastalığın kaynağını hedeflemelidir: Sermaye kaçışlarını, cari işlem açıklarını frenleyen “ulusal” müdahaleler… Böyle bir “reçete”, tedavinin maliyetinin bir bölümünü “dış dünyaya” yansıtır. Krizi oluşturan koşullardan nemalanan dış sermaye çevreleri, zararlarını sineye çekmek zorunda bırakılır…

Bugünkü Arjantin krizi de 2015 sonunda finans kapital ve yerli burjuvazinin ittifakı sonunda Başkan seçilen Mauricio Macri’nin neo-liberal fanatizminin ürünüdür. Peronist iktidarın sermaye hareketleri üzerindeki denetimi, döviz kurunun istikrarlı seyrine imkân veriyordu. Bu kısıtlamaları tümüyle kaldıran Macri, iki yıl içinde dış borçları denetlenemez boyutlara tırmandırdı; ulusal para yüzde 20 oranında değer yitirdi. 2018’in ilk yarısında peso’dan dolara; Arjantin’den dış dünyaya fon akımları hızlanınca kriz patlak verdi.

2014-2015’te Arjantin Merkez Bankası’nın başkanlığını yapmış olan  Alejandro Vanoli’ye göre IMF 2018’de, yirmi yıl önceki Arjantin krizinde uygulattığı hataları tekrarlıyor. Ödemeler dengesinden kaynaklanan sorunların bütçe fazlası yaratarak tedavisi, IMF’nin iç denetimini üstlenen “teftiş kurulu” tarafından 2004’te de açıkça eleştirilmişti. Vanoli 2018 IMF programı için, “sermaye kaçışının IMF tarafından finansmanı” tespitini yapıyor ve bu durumun IMF ana-sözleşmesini dahi ihlal ettiğini vurguluyor. Bunun yerine, “spekülatif sermayenin serbestçe giriş-çıkışına ve sermaye kaçışlarına son verecek önlemler alınmalıydı” (IDEAS, 23 Temmuz 2018).

Tutturulamayan hedefler; ağırlaşan sonuçlar…
2018 ve 2019’da IMF’nin Arjantin programının hedefleri ve uzmanlarının öngörüleri sürekli olarak revizyondan geçmiştir; zira, sonuçlar ilk hedeflere göre daima “daha bozuk” çıkmıştır. En güncel örnekle başlayayım:  
27 Ocak 2019 tarihli Financial Times’ta bir haber başlığı: “IMF, Arjantin ekonomisinde olumlu işaretler görüyor.”Haber metninde IMF’nin Latin Amerika Bölüm Başkanı, “olumlu” işaretleri açıklıyor: “Ekim’den bu yana düşme eğilimi gösteren enflasyon, çok yüksek faiz oranlarının giderek indirilmesini sağlayacaktır.”

Bu “iyimser” olgu ve beklentiler iki hafta içinde geçersizleşti: “Arjantin’de 2018 tüketici fiyatlarının yüzde 47,6’ya sıçradığı belirlendi. Bu ortalama, son otuz  yılın rekorudur.” (Financial Times, 14 Şubat 2019).

Enflasyonun sıçramasını faizler izleyecektir: “Merkez Bankası kısa vadeli faizlerini yüzde 59’a çıkardı. Bu, Ocak başından bu yana en yüksek orandır.”  (Reuters, 8 Mart 2019).

Görülüyor ki IMF’nin hedef ve öngörüleri 2019’da şaşmıştır. Programın ilk altı ayını içeren 2018’de hedefler korunabilmiş mi?

Center for Economic and Policy Research, “Arjantin’in IMF ile Anlaşması: ‘Kemer Sıkıcı Genişleme’ Sonuç Verecek mi?”başlıklı, Mark Weisbrot ve Lara Merling imzalı bir rapor (Aralık 2018)  yayımladı.

Rapor’un başlığı, IMF’nin yakın geçmişte Avro Bölgesi krizinde bir kez daha iflas etmiş olan tezini sorguluyor: Kamu maliyesinde daralma, ekonominin büyümesine yol açar[mış]!

Weisbrot ve Merling açıklıyor ki, IMF programı üç yılda (2018-2020’de) kamu maliyesinde GSYH’nın yüzde 3,7’sine ulaşan bir kemer sıkma hedeflemiştir. Salt bu bütçe hedefi, çok ılımlı (1,3’lük) bir çoğaltan etkisi ile ekonomiyi yüzde 4,8 oranında aşağı çekecektir. (Türkiye’de ise YEP, sadece 2019 için IMF önerilerini benimsemekte  ve bir yılda kamu maliyesinde millî gelirin yüzde 1,7’sine ulaşan “kemer sıkma” hedeflemiştir. YEP’in 2020-2021 sayıları ciddiye alınamaz.)  
Programın tüm diğer öğeleri, Arjantin ekonomisini ayrıca küçültmektedir. IMF de durumun farkına varmıştır ve programın Haziran’da belirlenen hedef ve öngörülerinin  tümünü Ekim’de olumsuz doğrultuda revizyondan geçirmiştir.         
Haziran-Ekim arasında  2018 için büyüme öngörüleri nasıl değiştirildi? Yüzdeler olarak: +0,4 → -2,8.   2018’de Türkiye ekonomisinin küçülmesinin Arjantin gibi tüm yılı kapsamadığını; son üç ayda gözlendiğini hatırlatalım.

IMF 2019 millî gelir öngörüsünü de (% değişim olarak) sert bir revizyonla büyümeden küçülmeye dönüştürüyor: +1,5 → -1,7.  Sonraki veriler, bu öngörünün dahi iyimser olduğunu gösteriyor. Ocak 2019’da Arjantin’de sanayinin 12 ay öncesine göre %10,7, inşaatın ise %15,7 gerilediği haberleştirildi (Financial Times, 12 Mart). Bu oranlar, bu iki sektörün Türkiye’deki küçülme tempolarına yakındır.

IMF’nin Haziran-Ekim ayları içinde Arjantin’in 2018 enflasyon öngörüsünde yaptığı revizyona da göz atalım: %27,0 → %43,8. Bu revizyondan sonra hesaplanan 2018 ortalama enflasyonunun %47,6 olduğuna yukarıda işaret etmiştim. IMF’nin Ekim’deki öngörüsü de iki ay sonra 3,8 puan aşılmıştır.
Arjantin Merkez Bankası için IMF’nin 2018 politika faizi öngörüsü de Haziran’dan Ekim’e tutturulamadı: %37,2 → %69,6.  Arjantin’de politika faizi ile enflasyon arasındaki makasın Türkiye’deki kabaca 4 puanlık farka göre çok daha açık olduğuna dikkat çekelim. IMF’nin Arjantin programı, bizim “IMF’siz IMF programı”na göre daha insafsızdır.

Arjantin-Türkiye: Önemli bir fark
Paul Krugman 11 Ağustos 2018’de   New York Times’ta yayımlanan bir yazısında, Arjantin ve Türkiye’nin bugünkü krizlerinin gelişimini “ölümcül bir girdaba” benzetmişti: Dış borç, ekonomiyi ölümcül bir girdaba mahkûm eder: Güven kaybı paranın değerini düşürür; dövizli borçların ödenmesi daha da güçleşir; dış borç/GSYH oranı fırlar; güven daha da zedelenir ve böylece devam eder…

Arjantin ve Türkiye krizlerinin gelişiminde önemli bir fark ortaya çıkıyor: Arjantin “ölümcül girdaba” sürüklenmiştir; ana nedeni döviz kuru ile bağlantılı kısır döngüdür:  Pahalılaşan döviz → döviz borçlusu şirketlerin iflası → daralan ekonomi → dış borç/GSYH oranının artması → güven kaybı → daha da pahalılaşan döviz…

Türkiye’de ise döviz krizi Eylül’de son buldu; reel ekonominin sert bunalımı ise aynı tarihte başladı. Nedenlerini önceki yazılarımda açıkladım. Sonuç, finansal sistemi de içeren “ölümcül girdap” yerine; üretim, istihdam, gelir düzeylerini küçülten bir bunalımdır.

Arjantin’in IMF programı, Türkiye’deki IMF’siz IMF programına göre daha katı kemer sıkma hedefleri içeriyor. Programın denetlenmesi içinde öngörüler sürekli  yanlış çıkıyor; hedefler ağırlaştırılıyor ve finansal kriz “ölümcül girdap” içinde sürüyor.

Türkiye’de ise ekonomik “gidişat”, döviz krizi frenlendiği ve program biraz daha “insaflı” olduğu için “şimdilik” o kadar kötü seyretmemektedir. Ne var ki, dış borçların döndürülmesinde bir tıkanma patlak verirse, Türkiye de “ölümcül girdaba” sürüklenebilir.

Bu tür krizlerde IMF reçeteleri ise (hangi çerçeve içinde olursa olsun), çare değildir.

Korkut Boratav / SOL

Milli Görüş yöneticilerine hac paralarından vergi kaçırdıkları için hapis cezası - SOL

Almanya’da Milli Görüş derneğinin dört eski yöneticisi hac ve umre organizasyonlarından elde edilen gelirlerde vergi kaçırmaktan suçlu bulunarak tecilli hapis cezasına çarptırıldı. Verilen cezalar 14 ile 24 ay arasında değişiyor.


Almanya’nın Köln kentinde 18 Eylül 2017'de başlayan İslam Toplumu Milli Görüş (IGMG) derneğine ilişkin davada karar açıklandı. Vergi kaçırmaktan suçlu bulunan dört eski yönetici 14 ile 24 ay arasında değişen tecilli hapis cezalarına çarptırıldı.
Köln Asliye Ceza Mahkemesi'nde görülen karar duruşmasına sanıklar, eski Genel Başkan Yavuz Çelik Karahan ile aynı dönemde görev yapan Genel Sekreter Oğuz Üçüncü, yönetim kurulunun üyesi Ali Bozkurt ve muhasebeci İsa Erdener katıldı.
Yavuz Çelik Karahan 2 yıl, Oğuz Üçüncü 1 yıl 10 ay, Ali Bozkurt 1 yıl 9 ay ve İsa Erdener 1 yıl 2 ay hapis cezalarına çarptırıldı. Cezalar daha sonra sanıkların iyi halleri ve mahkemeye yardımcı olmaları göz önünde bulundurularak tecil edildi.

YARGIÇ: DOĞRUDAN SORUMLULAR
Yargıç Dr. Marc Hoffmann, Milli Görüş yöneticilerinin, hac ve umre organizasyonlarından elde edilen gelirleri maliyeye eksik bildirmek suretiyle vergi kaçakçılığı yapmaktan mahkum edildiklerini açıkladı. Gerekçeli kararda kaçırılan vergi miktarının 2 milyon 200 bin avro olduğu belirtildi.

DW Türkçe'den Tuncay Yıldırım'ın haberine göre Yargıç Hoffmann, tecilli hapis cezaları alan sanıkların suçun işlendiği dönemlerde teşkilatta üst düzey yönetici olmaları nedeniyle doğrudan sorumlu olduklarının altını çizdi. Hoffmann, “Yöneticiler gelir ve giderleri takip etmek ve bunları maliyeye doğru beyan etmekle yükümlüdürler. Eğer bunu yapmazlarsa suç işlemiş olurlar” dedi.

DİĞER SUÇLAMALAR
Yaklaşık 18 ay süren dava Milli Görüş hakkında üç değişik suçlamayla açıldı. İlk suçlama Milli Görüş’ün çalıştırdığı imamların sosyal sigorta primlerini ödemediği yönündeydi. Ancak bu iddia mahkemenin ilk aylarında delil yetersizliğinden dolayı dosyadan çıkarıldı.

Milli Görüş’e yönelik diğer suçlama ise kurban paralarının amaç dışı kullanıldığına ilişkindi. Teşkilatın kurban kampanyalarında, Avrupa’da yaşayan Müslümanlardan topladığı bağışları sadece kurban kesmek için kullanmadığı, bir kısmını teşkilatın diğer giderleri için harcadığı ileri sürüldü. Ancak bu iddia da delil yetersizliğinden dosyadan çıkarıldı.

Duruşmadan sonra DW Türkçe’nin sorularını yanıtlayan IGMG eski genel sekreteri Oğuz Üçüncü, davanın başında haklarında isnat edilen suçlamaların zaman içerisinde büyük ölçüde çürütüldüğünü belirterek, “Kişisel bir menfaatlenmenin sözkonusu olmadığını, amme hizmetinde bulunduğumuzu, toplumun geneli için hizmet ettiğimizi, bu vesileyle yanlışlar da yaptığımızı mahkeme ortaya koymuş oldu” dedi.

İslam Toplumu Milli Görüş derneği, kaçırılan 2 milyon 200 bin avroyu soruşturma sürecinde maliyeye geri ödemişti.

AVUKATA GÖRE SUÇ DEĞİL İHMAL
Duruşmanın ardından baş sanık Yavuz Çelik Karahan’ın avukatı Mustafa Kaplan, Milli Görüş yöneticilerinin kişisel çıkar elde etmek amacıyla hareket etmemeleri nedeniyle hafif cezalar aldıklarını ileri sürdü. Müvekkili ve diğer sanıkların ihmalleri nedeniyle suçlu duruma düştüklerini savunan Kaplan, bir haftalık itiraz süresinde temyize gidip gitmeme konusunda karar vereceklerini ifade etti. 

NE OLMUŞTU?
Merkezi Almanya’nın Köln kentinde bulunan İslam Toplumu Milli Görüş derneğinin 17 kentteki toplam 26 şubesine 2009 yılında baskın düzenlenmiş, çok sayıda evrak ve bilgisayara el konulmuştu. 

Baskınların ardından özellikle vergi kaçakçılığı ekseninde çok yönlü soruşturmalar açılmıştı. Soruşturma sürecinde genel başkan Karahan ile genel sekreter Üçüncü görevlerinden ayrıldı. Üçüncü’nün genel sekreterlikten istifasının ardından Mustafa Yeneroğlu bu göreve getirildi. Yeneroğlu AKP’den İstanbul milletvekili seçilince onun yerine Bekir Altaş Genel Sekreter olarak atandı. İslam Toplumu Milli Görüş'ün genel başkanlığını ise 2011’den bu yana Kemal Ergün yapıyor.
1995 yılında kurulan İslam Toplumu Milli Görüş derneği, Almanya'da yaklaşık 320 cami derneğini bünyesinde barındırıyor. Teşkilat üye sayısını 120 bin olarak açıklıyor.(SOL)

Zillet- millet ve minnet - Miyase İlknur

Önce meydanlardan, okullardan, kültür ve spor merkezlerinden kazıdılar ismini. Baktılar ki, bir iki cılız sesten başka itiraz eden yok; ardından ikinci adım geldi. Ulusal bayramlar, kimi zaman hava muhalefeti, kimi zaman bir beldemizde meydana gelen sel, dolu ya da heyelan felaketi, kimi zaman da verdiğimiz şehitlerin yası bahane edilerek törenler, alanlardan küçük salonlara taşındı. Kurban olduğum ülkede felaketsiz gün var sanki. Sözüm ona yaslıydılar. O yaslı günlerde yakınlarına düğün yaptırmakta ve o düğünlerde boy göstermekte beis görmediler ama. 

Alternatif kutlamalar falan olduysa da öyle güçlü bir serzeniş olmayınca üçüncü adım geldi. Artık zaferlerimizde de onun adını anmamayı gelenek haline getirdiler.  Atatürk’süz Cumhuriyet Bayramı, Atatürk’süz Zafer Bayramı ve Çanakkale Zaferi kutlanmasına ne de alışır olduk. 

Peki kimin sayesinde kazanılmıştı bu zaferler? Anlaşılan işe Rıfailer karışmış, bulutlar düşman askerlerini yutmuş, kafası gövdesinden kesilmiş evliyalar düşmanı helak etmiştir. Ne hikmetse Çanakkale’de ortaya çıkan bu evliyalar, Sarıkamış’ta, Yemen’de destek vermemişler halifenin ordusuna. Herhalde o gün çarşı iznine çıkmışlar. 
Ulusal günlerde artık marşların ya da zaferi anlatan belgesellerin yerini yasin-i şerifler ve fatihalar aldı. Dualardan kimsenin gocunduğu yok da belgeselleri ve marşları kaldırmak niye? Çünkü ola ki içinde Atatürk’ün adı geçer maazallah! 
Atatürk’süz kutlanan ulusal bayramlarda protokolde askeri ve mülkü erkan da hazır bulunuyor elbette. Vali ve kaymakamların artık devletin değil iktidar partisinin vali ve kaymakamları olduğunu yaşayarak öğrendik. Peki ya askeri erkan? O da mı devletin ve milletin değil de iktidar partisinin askeri oldu?
 
Ben devletin ve milletin askeriyim diyenlerin başına nasıl çorap örüldüğünü Ergenekon ve Balyoz kumpas davalarında gördük. “Efendim onları FETÖ yaptı şimdi artık  yoklar”  diyenler çıkabilir. Devlet içinde yuvalanan başka bir tarikatın gelecekte benzer kumpasları yapmayacağının elbette garantisi yok. Ancak askerlik yemini etmiş olanların bu kadarcık bedeli de göz alması gerekir herhalde. Gencecik öğrenciler bir tweet yüzünden hapislerde yatarken, bedelli parasını yatıramadığı için er olarak askerliğini yapan ana kuzuları şehit düşerken, Türk subaylarından mensup olduğu ordunun Başkomutan’ını yok sayanlara, tarihten kazımak isteyenlere bir itiraz, bir serzeniş bir çıkış da beklemek bu milletin hakkı olsa gerek. Meslektaşları beş yılı aşkın hapislerde yattılar, darbecilikle suçlandılar, apoletleri söküldü, parlak kurmaylar erken yaşta emekli edildi. Varsın omuzlarında kalabalık yıldızlar olmayıversin bu milletin onlara verdiği yıldızlı pekiyi not, o omuzlarındaki pırpırlardan çok daha değerlidir. 

Ne olur itiraz eder, sesini yükseltirlerse? En fazla haklarında tahkikat açılır, erken yaşta emekli edilirler, belki orduevlerine girişleri yasaklanır. Varsın yasaklansın. Bu milletin gönül evleri ardına kadar açıktır onlara. 

Atatürk’ü siyasi kimliği ve siyaseten yaptıkları nedeniyle sevmeyebilirsiniz. Eleştirebilirsiniz de... Kimse dokunulmaz değildir elbet. Ama Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’nin önderi olarak saygı duymak her vatandaşın boynunun borcudur. 

Avcılar’daki Çanakkale Şehitlerini Anma Töreni’nde şehitler için dua okurken Atatürk’ün adını anmayan öğretmene “Sen hiç Atatürk adını duydun mu?” diye çıkışıp salonu terk eden Askerlik Şubesi Başkanı Albay Önder İrevül, bir subaya yakışanı yapmıştır. Komutandan fırça yiyen öğretmen kendini “Dua okurken tüm şehitler adına dedim ya” diyerek pişkince bir savunmaya girişmesi de ayrı bir komedi. Atatürk’ün gazi olduğunu bilirdik de şehit olduğunu duymamıştık.

Komutan İrevül, “Hakkımda tahkikat açarlar, emekliye sevk ederler, orduevine almazlar, makam arabasından, emir subayımdan mahrum kalmak var şimdi” 
diye korkmamıştır. Zaten emekli olduğunda bütün bu ayrıcalıklarından mahrum kalacaktı. Sokakta yürürken ne kimse hazır ol vaziyette selam verecek, ne kimse onu tanıyacaktı. Emekli olan meslektaşları gibi orduevine gidip devresi subaylarla askerlik anılarını paylaşacaktı. Oysa şimdi onu bütün Türkiye tanıyor ve ona emekliliğinde de selam verip saygı gösterecekler. 

Bu tablo karşısında susmak zilleti kabullenmektir. Oysa bu komutan zillet yerine milletine bağlılığını göstermiştir. Bu millet de onu minnetle anımsayacaktır. Bu saygı ve minnet komutanın son şeref madalyası olsun.

Miyase İlknur / CUMHURİYET

Beka mı bak ha mı? - ÖZDEMİR İNCE

“Beka” Arapça bir sözcüktür, “ka”sı uzun okunur. “Devam, sebat, evvelki hal üzere kalmak, bâkilik” anlamlarına gelir. Bir örnek: “Beka-yi şöhret”; “şöhretin bekası ve iyi nâmın kalması” anlamındadır. Aynı kökten gelen “Bâki”nin de “Tanrı”, “kalıcı”  ve  “dâimî” anlamlarına geldiğini yazmak, bu yazının anlaşılması bakımından çok gerekli. 
İki ahbap partinin şeyhleri ve onların yamakları “Türkiye’nin bekası” (kimileri “ka”yı kısa söylüyor) diye bir terane tutturmuşlar. Tutturabilirler! Keyiflerinin kâhyası değiliz! Ama bu safsata keyfin bekasından yana da değiliz elbet! 

Çağımızda hiçbir devlet, Hitit, Asur ve İnka devletleri, İskender ve Roma İmparatorlukları gibi sona ermez. Ancak sadece Türkiye’nin değil ABD başta olmak üzere bütün devletlerin ebediyen yaşayıp yaşamayacağını bilemeyiz. 


Ancak Erdoğan & Bahçeli “Adi Ortaklık”ının amansız bir beka sorunu var.
1 Mart 2019 tarihli Hürriyet’ten aktarıyorum: MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, “Tarih cahilleri bekayı bilmez, ecdadı özümsememiş köksüzler bekayı itiraf edemez” dedi. Twitter’dan paylaşımlarda bulunan Bahçeli, şunları kaydetti: “Türk milleti tarih kadar eskidir; bu nedenle hem tarih yazmış hem de tarih yapmıştır. Türk milleti tarihten çekip alındığında tarih diye bir şey de kalmayacaktır. Beka dediğimiz zamanlar üstü gerçek aslında tarihle ilgilidir. Tarih olmak, tarihi olmak, tarihe gömülmek, tarihe yön vermek, tarihi inşa etmek farklı farklı anlamlar ihtiva etmektedir. Tarih cahilleri bekayı bilmez, ecdadı özümsememiş köksüzler bekayı itiraf edemez.” 
Bir devletin, bir ulusun bekası yani varlığını sürdürmesiyle en küçük ilgisi olmayan lafügüzaf! Bizim memlekette böyle konuşana zort çekerler. Tarihte “zamanlar üstü” bir beka iddiasına ancak budalalar inanır.

***

Bahçeli Bey, sanki bir altın damarı bulmuş gibi resmi Twitter hesabından devam ediyor (Sözcü, 8.3.2018): “Ne büyük bir şuursuzluk, bekaya inanmıyorlar, bekayı inkâr ve ihmal ediyorlar. Hâlbuki beka olduğu için bugün varlar, beka kadar meşru ve mevcutlar. Beka olmasaydı siyaset vesiyasetçiden bahsetmek mümkün müydü? Beka olmasaydı vatan ve milli varlıktan söz edilir miydi? PKK beka sorunudur, PYD/ YPG beka sorunudur, FETÖ beka sorunudur, emperyalizm beka sorunudur, siyasi ve ekonomik suikastlar beka sorunudur. Bekayı kabullenmeyen belaya kucak açar.Geldiğimiz bu aşamada ‘zillet’ beka sorununa dönüşmüştür.” (DHA) 

Hey Allah’ım bu ne sığlık! Sanki Monsieur de la Palisse, “Ölmeden on dakika önce  yaşıyordu Niyazi!” diyor. Evet, doğrudur, amma cılktır yeğen!

***


PKK, PYD/YPG, FETÖ beka sorunu ise derhal ortağının yakasına yapış. Başka bir hesabın yoksa ortaklığı boz, Cumhuriyete ihanet etme! 

Türklerin beka sorunu, Osmanlı Devleti’nin Avusturya, Venedik ve Lehistan devletleriyle 1699 yılında imzaladığı Karlofça Anlaşması’yla başlamış ve 29 Ekim 1923 günü sona ermiştir. Osmanlı Devleti birbirine tükrükle yapıştırılmış çok uluslu bir devletti. Çok uluslu devletlerin tamamı yok oldu. Hiçbir ulus devlet yok ol(a)maz, dolayısıyla Türkiye’nin beka sorunu yoktur. Ancak Cumhuriyeti tasfiye etme hesabı yapan İslamcı AKP iktidarı ile Türkiye’nin bir beka sorunu vardır. Bahçeli Bey, Ecevit’in 57. Koalisyon hükümetini bir köstebek olarak yıktığından (2002) bu yana Erdoğan’la ortaklık etmektedir ki bu bir beka sorunudur. Ağa ile kâhyanın kişisel beka (iflas) sorunları var. 

Bu hayırlı iflas gerçekleşirse Cumhuriyet ayağındaki bukağıdan kurtulur. Yalan, iftira, şantaj, hamhım şaralop, avanta, rüşvet, hırsızlık sona erer. Şenlik olur, toy eylenir!

Özdemir İnce / CUMHURİYET

ABD Başkanı unutulan işgali neden hatırlattı?(ANALİZ) - Mustafa Kemal Erdemol

ABD Başkanı Donald Trump’ın bir Suriye toprağı olan Golan Tepeleri’ni işgalci İsrail’in toprağı olarak tanımaya hazırlanması bu ülke lehine attığı ikinci büyük adım oldu. İlki bilindiği gibi ABD’nin onlarca yıllık politikasından kopup Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasıydı.


Trump bu kararı birdenbire almış değil. Geçen yıl ABD Kongresi’nin Trump’a İsrail’in Golan’daki egemenliğini tanıma çağrısı yaptığını anımsatalım. Güçlü İsrail lobisinin Başkan üzerinde bir hayli etkili olduğunu da kaydedelim. Tanınmış Cumhuriyetçi Senatör Lindsey Graham bu yılın başlarında yaptığı bir açıklamada, işgal altındaki Golan Tepeleri’ni İsrail’e ait olarak tanıması için Trump yönetimi nezdinde lobi yapacağını söylemişti. Yani, anlık kararlar almasıyla meşhur Trump bu kez “kafasına eseni” yapmış değil.

Neden şimdi?
Trump’ın “52 yılın ardından ABD için İsrail’in Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğini tam olarak tanımanın zamanı geldi” demesinin nedenlerine bakalım. Golan Tepeleri’nde 2015’de keşfedilen petrol rezervlerinin birinci neden olduğunu belirtelim öncelikle. Emperyal güçler artık sadece petrol için o bölgelerde bulunmuyorlar, kabul, ama diyelim ki İsrail işgali sona ererse, bulunan o rezervlerin Suriye’ye bırakılmasına göz yumar mı ABD? Golan Tepeleri’nde keşfedilen petrol rezervi, petrolünün büyük bir kısmını dışarıdan alan İsrail’i bir petrol ihracatçısı haline getirebilecek “milyarlarca varil” ham petrol içeriyor tahminlere göre. Bunu Suriye’ye bırakacak bir ABD hayal edebilebilir mi?

Golan Tepeleri, BM kararlarına göre işgal altındaki bir bölge olarak kabul edildiğinden, bu büyük petrol rezervlerinin işlenmesi, ihracatı İsrail için kolay değil. Bu nedenle mevcut durumun değişmesi gerekiyor. BM kararlarına uymama konusunda kabarık bir sicili olan ABD, İsrail’in güvenlik sorunlarını bahane ederek bu işgali tanımakla mevcut durumu İsrail lehine değiştirecek, bu ülkenin petrol konusunda ortağı haline de gelecek.

Golan Tepeleri’nde ABD merkezli bir petrol şirketi olan Genie Energy Co.’nun keşif kuyuları açılmış durumda. ABD’nin İsrail işgaline destek vermesinin, İngiltere’nin de sessiz kalmasının nedeni bu. Yine bu nedenle Golan Tepeleri’nde hak iddia etmeyecek bir rejim oluşturmak için Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesine çalışılıyor hala.

İsrail için neden önemli?
Golan Tepeleri’nin yüksek rakımı, İsrail’e Suriye’nin derinliklerinde gözlem yapma avantajı sağlıyor herşeyden önce. Bir de bölgenin işgali İsrail’in “barış için toprak” olarak adlandırılan politikasına uygun. Bu politika uyarınca İsrail işgal ettiği bölgeleri müzakere yoluyla, tabii ki asıl istediklerini elde ederek, geri veriyor. Golan Tepeleri’nin işgalinde bunlar bir hayli önemliydi ama zamanla bölge başka açılardan da İsrail için vazgeçilmez oldu. Birincisi, Golan’ın İsrail’in kullanabileceği üç tatlı su kaynağından biri olması. Bu nedenle Golan Tepeleri’nin su kaynakları, İsrail’in varlığının yanı sıra genişleme tutkusu için de önemli. İkincisi de şu; İsrail’in tuzdan arındırma tesislerine yapılan yatırımları Golan Tepeleri’nin su kaynaklarına olan bağımlılığını azaltmış olsa da, Golan’daki petrol keşfi, İsrail’in işgal altındaki topraklarda tam bir egemenlik kazanma konusundaki kararlılığını önemli ölçüde güçlendirdi.

BM: Yasadışı
İsrail’in Golan Tepeleri’ndeki işgali uluslararası hukuk açısından yasadışı kabul ediliyor. BM Güvenlik Konseyi tarafından alınan üç önemli karar vardır ki, çok önemlidir. BMGK’nin 242 (1967), 338 (1973) ve 497 (1981) sayılı kararlarıdır bunlar. BMGK’nin 242 sayılı kararının ilk maddesinde İsrail silahlı kuvvetlerinin işgal ettiği bölgelerden,yani Sina Yarımadası, Batı Şeria ve Golan Tepeleri’nden çekilmesi isteniyor. Ancak BMGK’nin 497 sayılı kararında açıkça İsrail işgalinin yasadışı olduğu vurgulanarak şu görüşlere yer veriliyor: “İsrail’in Suriye’ye ait olan Golan Tepeleri’ne yasalarını, yargısını ve yönetimini empoze etme kararı boş ve geçersizdir, uluslararası hukuki bir etkiye de sahip değildir.”

Golan Tepeleri nasıl işgal edildi?
Golan Tepeleri, İsrail ile Suriye sınırında 1.800km’lik bir alan. 1967’deki Altı Gün Savaşları’nda İsrail tarafından işgal edilinceye kadar Suriye’ye aitti. İsrail günümüzde Golan Tepeleri’nin üçte ikisini, ki bunlar en stratejik noktalardır, kontrol ediyor. İsrail Golan Tepeleri’ni işgal etmesinin birkaç nedeni var. İlki, tabii ki sınırlarını genişletmek, ikincisi de en kararlı düşmanı olan Suriye’ye karşı bir tampon bölge oluşturmak. Büyük bölümü İsrail’in eline geçtiği andan bu yana Golan Tepeleri’nde zaman zaman sınır çatışmaları ve karşılıklı ateş açma olayları yaşandı ama işgalden sonra yaşanan en büyük savaş 1973 Arap-İsrail Savaşı’dır. (Arapların Ramazan Savaşı, İsrail’in ise Yom Kippur olarak adlandırdıkları savaş yani). Bu savaş sırasında, İsrail iki Arap cephesiyle karşı karşıya kalmıştı: Sina yarımadasında Mısır, Golan Tepeleri’nde de Suriye. Golan Tepeleri’nde Suriye ile İsrail güçleri arasında çok sert ve kanlı bir savaş yaşandı. Eğer Amerikan askeri yardımı almasaydı, İsrail sadece Golan Tepeleri’ni değil tüm savaşı kaybedebilirdi. İsrail 1967’de işgal ettiği Golan Tepeleri’ni 1981’de resmen ilhak etti.

Mustafa Kemal Erdemol / CUMHURİYET

Suriye Kuzeyi, Golan; Genişletilmiş Yeni Sevr Planı - Cahit Armağan Dilek

Yerel seçimlere bir hafta kaldı. Türk kamuoyu, Türkiye'yi yönetenler, siyasi partilerin gündemi iç politika.

Ama dış politika içeriyi beklemiyor. Aksine bölgemizde ve Türkiye'nin çevresindeki gelişmeler hız kazandı. Türkiye zar zor tepki verebiliyor hatta hiç vermiyor desek abartmış olmayız.

Tabi dışarıdaki gelişmelerden kendini koparırsan gelişmelere yön vermek, olayların seyrini etkilemek adına da bir şey yapmak mümkün olmuyor. Örneğin Suriye. Trump'ın açıklamalarıyla da netleşti ki ABD Suriye'den çekilmiyor. Fırat'ın doğusunda güvenli bölge kuruyorlar ama Türkiye'siz. Türkiye'nin Menbic ve Fırat doğusunda operasyon yapmasının önü kapatıldı.

Ve Türkiye bunları kabullenmiş gözüküyor. Nereden çıkarıyorsunuz derseniz işte size kanıtları. 20 Mart günü yapılan MGK toplantısından sonra yapılan açıklamadaki "SURİYE`NİN KUZEYİNDE OLUŞTURULACAK GÜVENLİ BÖLGENİN TERÖR ÖRGÜTLERİNİN DEĞİL, İKİ ÜLKE HALKININ GÜVENLİĞİNİ TEMİN EDECEK BİR UYGULAMA OLMASI HÂLİNDE KABUL EDİLEBİLECEĞİ" ifadesi sizce ne anlama geliyor? Aylardır ifade edilen güvenli bölge Türkiye'nin kontrolünde olacak, olmalı sözleri nerede?
Yok.
Zaten haftalardır ABD kaynaklı haberlerde "güvenli bölge ABD ve bazı Avrupalı ortaklarıyla oluşturulacak güç tarafından kontrol edilecek, hedef Türkiye ile YPG'nin çatışmasını önlemek" sözlerine hiçbir karşılık verilmemesinden belli değil miydi ABD'nin güvenli bölge planının kabullenildiği?

Cumhurbaşkanı Erdoğan önceki gün bir mitinginde "…Suriye'deki operasyonlara devam etmemiz için, güneyimizdeki terör koridorunu tamamen kesmek için bu seçimlerden güçlü çıkmalıyız…" dedi.

Operasyonların seçim sonrasına ötelendiğini anlıyoruz. Halbuki Aralık 2018'de Erdoğan "artık bıçak kemiğe dayandı, birkaç gün içinde operasyona başlıyoruz" demişti. Trump'ın Suriye'den çekilme kararıyla birlikte ötelenen operasyonlarımız anlaşılan o ki başka bir bahara kaldı.

Seçimden sonra Erdoğan yönetimi bu konularda yumuşamış veya kabullenilmiş gibi görünen tutumunu tekrar sertleştirir mi, harekete geçebilir mi hep beraber göreceğiz. Ama ABD'nin Türkiye'yi hareketsiz kılmak üzere baskısı ve tehditleri devam ediyor. Örneğin S400 alınması halinde F35'lerin tesliminin gerçekleşmeyeceğini netleştirdi. Hatta bunun genel askeri yaptırıma dönüşeceğini de ifade etmenin ilerisinde Kongre kararına bile dönüştürdüler, Trump da imzaladı.

Tabi ABD bunları dayatırken en büyük dayanakları da Trump'ın "Türkiye'yi ekonomik olarak mahvederiz" twiti. Trump o twiti silmediği sürece daimi bir tehdit olarak demoklesin kılıcı gibi Türkiye'nin başının üzerinde sallanıp duracak.

Türkiye'nin ekonomik krizine yönelik seçim sonrası senaryolar hiç de iç açıcı değil. Buna 24 Haziran ile birlikte hayata geçen tek adamı esas alan yönetim anlayışının Türkiye'yi yönetemediğini de eklediğiniz de ABD'nin istismar edeceği koz olarak kullanacağı hayati konular olduğu aşikar.


Yeni bir kriz yukarıdaki konuları alevlendirecek. Özellikle dövizde yükselişle Türk ekonomisindeki krizi daha da derinleştirecek gibi. Golan Tepeleri'nden bahsediyoruz. Trump'ın "52 yılın ardından ABD için İsrail'in Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğini tam olarak tanımanın zamanı geldi" açıklaması bölgeyi ve dünyayı gerdi.  Türkiye'den gelen açıklamalar gösteriyor ki Golan Türk-Amerikan ilişkilerine eklenen yeni kriz halkası.

Bu sadece İsrail'in işgalinin resmileşmesi değil. Aslında ABD'nin bir süredir hazırlığını yaptığı ve İsrail-Filistin sorununun çözümünü merkeze alan Yüzyılın Barış planının bir parçası. Ama bu haliyle Yüzyılın Barışı değil Yüzyılın Hesaplaşması söz konusu.

Bu konu sadece Trump yönetiminin değil ABD'nin devlet politikası. Ancak Trump'ın ve özellikle Yahudi olan damadı üzerinden hızlanan ve sonuçlandırılması hedeflenen Ortadoğu'nun yeniden dizaynı. 1916'daki Sykes-Picot anlaşmasıyla başlayıp 1920'de Sevr'le devam edilmek istenen ancak yarım kalan savaşı tamamlayıp ABD çıkarları ve İsrail'in güvenliği ekseninde dizayn etmek.

ABD bunu Suudi Arabistan ile İsrail gizli görüşmelerinde ortaya konulan 7 maddelik sözde Ortadoğu Barış Planı aslında Genişletilmiş Yeni Sevr Planı ile yapıyor. Bu gizli planı defalarca yazdık. En son Trump'ın damadının Erdoğan'ı ziyareti kapsamında 02 Mart'ta bu köşede "Trump'ın damadı Erdoğan'la neyi görüştü?" başlığıyla detaylıca anlatmıştık.

Lütfen bir kez daha okuyun.

Golan'da İsrail'in egemenliğini tanımakla Suriye kuzeyinde özerk sözde Kürt bölgesi kurmak aynı planın parçası. Yüz yıl önce yarım kalan 1920 Sevr planlarını 2020'de Genişletilmiş Yeni Sevr Planı olarak gerçekleştirmek için onlara göre yanlış ellere giden topraklar el değiştirecek, yeni sınırlar çizilecek.
Onun içindir ki Yüzyılın Hesaplaşması diyorum. Onun için Türkiye Suriye kuzeyinde ABD güveni bölge planını kabul etmemeli, onun için Suriye'de sadece toprak bütünlüğü değil üniter yapısının da korunmasını istemelidir.  Aksi halde sonuç Genişletilmiş Yeni Sevr.


Cahit Armağan Dilek / YENİÇAĞ

22 Mart 2019 Cuma

Davutoğlu yeni parti için harekete geçince mahkemeden ilginç bir karar çıktı: Hukuk AKP'ye endeksli - Ali Ufuk Arikan

Eski Başbakan Ahmet Davutoğlu'nu eleştiren siyasetçi ve yazar Hüseyin Aygün, 2 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Kararın üzerinden 3 yıl geçerken, Davutoğlu'nun yeni parti hazırlıklarına başladığı dönemde Aygün'ün aldığı 2 yıllık hapis cezası Yargıtay tarafından bozuldu. Yargıtay kararında 'hukuku' hatırlarken, 'Özgürlük esas, kısıtlama istisnaidir' dedi.

Eski Başbakan Ahmet Davutoğlu'na "IŞİDsever" dediği için 2 yıl hapis cezasına çarptırılan siyasetçi ve yazar Hüseyin Aygün'e ilişkin 3 yıl sonra "şaşırtan" bir karar çıktı.
Yargıtay 18. Ceza Dairesi, Aygün'ün sözlerini eleştiri olarak kabul ederken, mahkemenin verdiği hapis cezası kararını bozdu.
Yargıtay'ın 3 yıl sonra hukuku ve eleştiri özgürlüğünü gündeme getirdiği karar dikkat çekerken, kararın zamanlaması da oldukça ilginç.
AKP'de önemli görevler üstlendiği dönemde yaptığı skandal açıklamalarla bilinen Davutoğlu'nu eleştirmek yıllarca adeta yasaklıyken, Davutoğlu'nu eleştiren birçok kişi hakaret iddiasıyla hapis cezalarına çarptırılmıştı.
Davutoğlu'nun Erdoğan'a karşı yeni parti kuracağı iddia edilen bir dönemde ise Yargıtay'ın verdiği bu bozma kararı "zamanlama manidar" yorumlarına neden oldu.

ZAMANA GÖRE DEĞİŞİR...
Yargıtay kararından bir bölüm şöyle:
Bir hakaretin tahkir edici olup olmadığı zamana yere ve duruma göre değişebilmektedir. Kamu görevlileri veya sivil vatandaşlara yönelik her türlü ağır eleştiri veya rahatsız edici sözlerin hakaret suçu bağlamında değerlendirilmemesi, sözlerin açıkça onur, şeref ve saygınlığı rencide edebilecek nitelikte Somut bir fiil veya sövmek fiilini oluşturması gerekmektedir.
Suça konu edilen paylaşımların halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri aşağılamak amacıyla yazıldığını kabulü zorlamayı gerektirmektedir. Sosyal medya üzerinden yapılan paylaşımlarda, özellikle güncel kullanımda hemen her konuda düşünce ifadesini rastlanıldığı, buna özel anlam ifade edilmesi için çok kapsamlı, özellikle hazırlanmış ve bilinçli bir şekilde belli bir amaca yönelik planlı bir paylaşım gerekeceği düşünülmelidir. Özenli ve özellikli bir yaklaşımla bu amaç gerçekleştirilebilir.
Özgürlük esas, kısıtlama istisnaidir. İçinde bulunduğumuz yüzyılda, çağdaş olduğuna inandığımız ülkemizde, varlığına her koşulda güvendiğimiz hukuk sistemimizde, özgür bireylerden oluşan, özgür bir toplum olmak adına daha hoşgörülü ve geniş bakış açısına sahip olmak gerekmektedir.

HÜKÜM BOZULDU
Dosya içeriğine göre, sanığın siyasi bir kişilik olduğu yine bir siyasetçi yönelik olarak söylenen sözlerin, kamu barışı açısından açık yakın ve ciddi bir tehlikeyi somut olarak ortaya çıkarmadığı, şiddet çağrısı ya da tavsiyesi niteliğinde bir anlatım olmadığı gibi Sanığın yasal çerçevede ifade özgürlüğü kullandığı da dikkate alındığında unsurları ifade itibariyle oluşmayan müspet suçtan sanığın beraati yerine yetersiz gerekçe ile mahkûmiyete karar verilmesi,
Kanuna aykırı ve sanık Hüseyin Aygün müdafiinin temiz nedenleri yerinde görüldüğünden, tebligatnamedeki düşünceye aykırı olarak HÜKÜMLERİN BOZULMASINA, yargılamanın bozma öncesi aşamada başlayarak sürdürüp sonuçlandırmak üzere dosyanın esas hüküm mahkemesine gönderilmesine 10.12.2018 tarihinde halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme suçunun yönünden oybirliğiyle, hakaret suçu yönünden ise oy çokluğuyla karar verildi.

Ali Ufuk Arikan / SOL

İLKE: İlim Kültür Eğitim Derneği - Rıfat Okçabol

Bir arkadaşımın gönderdiği e-postadan İLKE’nin yayımladığı eğitim raporlarından haberim oldu. İLKE, 2018’de ‘geleceğin Türkiye’sinde eğitim raporu’ ve 2019’da da, ‘geleceğin Türkiye’sinde yükseköğretim raporu’ yayımlamış. İLKE’nin web sayfasına bakınca (ilke.org.tr), bu raporlara değinmeden önce İLKE’yi yakından tanıma gereği ortaya çıkıyor.

Web sayfasına göre İLKE İlim Kültür Eğitim Derneği, “pek çok hayır ve hizmet kuruluşunu kurmuş ve destek olmuş iradenin, bu alanlardaki çalışmalarını derinleştirmek amacıyla 2010 yılında kurduğu çatı bir kuruluştur”. 

Web sayfasının değerlerimiz başlığı altında, “İslami ve insani değerler çerçevesinde yaşama, yaşanmasına vesile olma, toplumda bu yönde bir dönüşümün gerçekleşmesine ön ayak olma amacına yönelik olarak hayır odaklı iş üretmektir. Bunu yaparken zamanın ruhunu ve gününü ihtiyaçlarını dikkate almayı, benzer çalışmalar yapan kurumlarla istişare ve işbirliğini önemsemekteyiz”    
açıklaması vardır.

29 Ağustos 2016 tarihinden bu yana Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığını yürüten ilahiyatçı Alpaslan Durmuş, İLKE’nin mütevelli heyeti üyesidir.

İLKE bünyesinde, ‘Ortadoğu’da İslam siyaseti, Türkiye’de dini eğitim, Geleceğin Türkiye’si, Türkiye’de İslami STK’lerin değişimi’ gibi projeler yürütülmektedir. İLKE’nin ‘Türkiye eğitim sisteminin sınavlarla imtihanı’ ve ‘yerel yönetimlerde kültür politikaları’ gibi kitaplarıyla ‘ilke bülteni’ adında sürekli yayını bulunmaktadır. Web sayfasından anlaşıldığına göre, Türkiye İktisadi Girişim ve İş Ahlakı (İGİAD), İlim Etütler Derneği (İLEM) ile Yaygın Eğitim ve Kültür Derneği (YEKDER) İLKE’nin yan kuruluşlarıdır (www.ilke.org.tr).

2003 yılında İstanbul’da kurulan İGİAD, iş ahlâkı ve girişimcilik alanlarında faaliyet gösteren bir sivil toplum kuruluşudur. İGİAD’ın misyonunu açıklayan cümlelerden iki tanesi, “İGİAD, bütün çalışmalarında hakkı merkeze alır ve hakkın üstün tutularak teslimi esasına göre faaliyetlerini yürütür. İGİAD, ahlâki olan tutumun helâl yollardan kazanmak olduğunu kabul eder” şeklindedir (www.igiad.org.tr). İGİAD’ın, ‘Kuran-ı Kerimde iktisadi ilkeler’, ‘Hz. Peygamberin iktisadi öğütleri’, ‘İslami iş ve ticaret ahlakı’gibi kitapları yanında sürekli yayınları da bulunmaktadır.

Web sayfasına göre İLEM,  “Akademide yaşanan dönüşümlerin müspet sonuçlara ulaşabilmesi en çok sahih bir ilim anlayışını ve özgün ilmi yaklaşımları gerekli kılmaktadır. İLEM sahih bir ilim anlayışının ve özgün ilmi yaklaşımların üretilmesine verdiği katkıları 2002 yılından bu yana sürdürmektedir” (www.ilem.org.tr). İLEM’in gayesi, “modern bilimsel üretim geleneğinin ve onun araçsallaşmış insan, tarih ve toplum öğretilerinin açıklandığı bir zeminde dünya tarihine ve coğrafyamızın tarihine ilişkin doğru bir kavrayış oluşturmayı hedeflemiştir. 

Özgün ilmi yaklaşımların, düşünce ve pratik üretiminin İslam’ın düşünce ve medeniyet birikimi üzerinde yeşerebileceğini düşünen İLEM, ilmi geleneğimizi sürdüren ilim adamlarının yetişmesine zemin oluşturarak insanlığın sorunlarına çözüm üreten ilmi çalışmalar yapmayı gaye edinmiştir” şeklindedir.

İLEM, “Karşı karşıya kaldığımız meselelere Müslümanca bakmak ve bu doğrultuda çözüm arayışı içinde olmak yeryüzünde varoluş gayesinin şuurunda olan ve vakti kuşanan (ibnü’l-vakt) her ilim yolcusu için bir gerekliliktir” diyerek “uzunca bir zamandır devam eden İLEM Eğitim Programı” vardır. İLEM Eğitim Programı, “üç sene süren üç kademeden müteşekkildir. Programın içeriği katılımcılara ilmî çalışmalar yaparken ihtiyaç duyacakları temel donanımları kazandırmaya yöneliktir.”

İLEM’de, “Türkiye’de toplumsal değişim; Osmanlı kitap kültürü; İslam siyaset düşüncesi; İslam düşünce atlası; İslami dergileri; Taşköprizade külliyatı; 2000 sonrasında Türkiye’de iktisadi değişim; İslam ahlakı; yabancıların başlattığı ve İLEM’in de paydaş olduğu Language acts and worlmaking projesi” gibi projeler yürütülmektedir. Bu projelerin bir bölümüyle ilişkili olarak yayımlanmış proje kitapları da bulunmaktadır. İLEM’in, ‘insan nedir?’ ve ‘Nazariyat’ gibi kitap yayınları yanında ‘İLEM bülteni’ ile ‘insan ve toplum’ gibi süreli yayınları bulunmaktadır.

Web sayfasına göre, “İslamî ve insanî değerler çerçevesinde yaşamak ve yaşanmasına vesile olmak gayesiyle farklı kuruluşlar bünyesinde sürdürdüğü eğitim çalışmalarını 2003 yılında yeni bir çatı altına taşıyan YEKDER, taze bir kan ve yeni bir heyecan ile sağlam bir geleneği devralarak” kurulmuştur .(www.yekdek.org.tr). Yaygın din eğitimi alanındaki çalışmalarını 15 yıldır devam ettiren YEKDER, “ahlâkî ve manevî bakımdan tutarlı nesiller yetişmesinin, kaliteli bir din eğitimi hizmeti verilmesine bağlı olduğu fikrinden hareketle, din eğitimi alanında özgün modeller ve materyaller üretilmesine ve nitelikli din eğitimcilerinin yetişmesine katkı sağlamayı kendine gaye edinmiştir”. YEKDER, “Ev Okulu Programı ile çocuklara temel din eğitimi hizmeti vermeyi, Gençlik Çalışmaları ile marifetli gençler yetiştirilmesine katkı sağlamayı ve Aşamalı Seminerler Programı’nda yetişkinlere sahih bir dini altyapı kazandırmayı hedeflemektedir. Din Eğitim Akademisi (DEA) bünyesinde ise çocukların ilk eğitimcisi olan ebeveynlere, eğitici adaylarına ve hâlihazırda öğretmenlik yapan bireylere yönelik eğitimler düzenlemektedir.”

Bu durumda İLKE’nin gelecekle ilgili raporlarını değerlendirmek kaçınılmaz olmaktadır.

Rıfat Okçabol / SOL

Doğan Öz’ü unutmadan mücadele etmek - ALİ RIZA AYDIN

Kişilere ve dönemlere göre farklılaştırılsa da yargının üç sacayağında, iddiada Savcı Doğan Öz, savunmada Avukat Halit Çelenk, kararda Yargıç Ali Faik Cihan isimlerinin sınıfsal bakışlarıyla ilk akla gelenler arasında olması tartışma götürmeyecektir.

Statüleri gereği örgütlü mücadele içinde açık kimlikle görünüp görünmemeleri bir yana üçünün de insanlığı ve toplumculuğu esas alan gerçekçi hukuk ve yargı anlayışları açıktır, üçüne de sosyalist nitelendirmesini yerleştirmek doğru olur.
Üçü de teoride boğulmadan hukuku somut durumla ve sınıfsal okuyup yargıyı toplumcu gerçekçilikle uygulama alanı yapmıştır. Hukukla ilgili analizleri ve duruşları, gerçek adalet arayışları, AKP’nin hukuku ve yargıyı içine attığı bataklığın analizini yapma konusunda da örnektir.

Bir yanda Barışların (Pehlivan/Terkoğlu) Metastaz adlı kitapta yazdıkları yargıç ve savcı tipleri varken diğer yanda “hukuk ve yargı da sınıfsaldır” diyen adalet mensupları var.  

Kapitalizm sınıfının gereğini yerine getiriyor; hukuku, devleti ve onun içinde yargıyı da bu gereğe uygun biçimlendirerek kullanıyor. “Adalet” diye diye anlaşılmayan ya da anlaşılmak istenilmeyen, “hukukun üstünlüğü”ne kutsallık yükleyen tam da bu.

Yozlaşma, çürüme, hırsızlık, yolsuzluk, gerici örgütlenme, cinayet, katliam kavramları kapitalizmin çizdiği sınırlara ve verdiği olurlara göre olağanlaşıyor ya da olağandışı sayılıyor. Kapitalizmin özünde olan adaletsizlik, sömürü, gericilik, baskı ve şiddet yaşamın ve ilişkilerin parçası gibi gösteriliyor. Hukuk bu düzenin kılıfı, yargı da tadilat terzisi yapılıyor.

Hukuk ve yargının analizi ancak mülke mülk katan, talan eden, ezen ve sömüren kapitalizmin sınıfsal analiziyle birlikte gerçeğe oturur.   

Yargıcın işçi ve emekçilerin haklarının gaspında patron lehine karar verirken adalet dağıtıyor gözükmesi de, savcının toplumsal ve siyasi iddianamelerle halk üzerinde korku yaratması ve mücadeleleri kötülemesi de aynı sınıfsallığa bağlı. Konu başkanın iki dudağı arası kadar basit değil.  

Geçenlerde yayımlanan “Türk Yargı Etiği Bildirgesi” için Kadir Sev’in araştırmacı gazetecilik gözüyle yazdığı “Yargıya mecelle ayarı” başlıklı haber bir yanıyla AKP’nin gericiliğinin yansımasını verirken diğer yandan liberal dünyanın “serbestlik” ve “özgürlükler” yargısını yansıtıyor.

AKP yargısı artık burjuva devletin ve hukukun yargısı olmaktan da uzaklaşıyor. Öyle olmasaydı bu kadılık kokan, serbestlik sunan, dinsele sığınıp sermayeye destek veren yargı etiği bildirgesine ihtiyaç duyulmazdı. Zaten Birleşmiş Milletler Bangalor Yargı Etiği İlkeleri var ve ilkeler burjuva devlet ve hukukun evrensel birikimlerini taşıyor.

AKP, iki ilişkiyi bir arada yoğuran yargı düzeni istiyor: piyasanın ve gericiliğin çıkarları savunulup korunacak, emekçilerin hakları bastırılıp korku salınacak. Arabuluculuk müessesesinin ya da OHAL gibi komisyonların tampon bölge kandırmacasıyla araya sıkıştırılması da yargıyı rahatlatarak tahakkümü sürdürecek.  

Girişte andığımız üç yargı mensubundan Doğan Öz’ün aramızdan haince alınışının 41. yılı 24 Mart.

Düzenin silahlı çetelerinin kurşunlarına hedef olan Doğan Öz, “ne beni ne de yargının mücadele insanlarını ama asıl olarak da yaşamın her alanında ve her anında bütünsel olarak mücadeleyi unutmayın” diyerek aramızda yaşamaya devam ediyor. Ne yazık ki katilleri de aynı yargının cezasızlık ikliminde yaşamın içindeler.  
  
Yalnızca yargı mensubu değil, insanlık düşmanlarına, piyasaya, gericiliğe, yozlaşmaya, işbirlikçiliğe ve sömürüye karşı topyekün mücadele insanıydı; hukuku bir avuç iradenin değil toplumsal ilişkilerinin ürünü olarak gören hukukçuydu şair ruhlu Doğan Öz.

Öz’ün meslek ahlakında ve yaşamında yolsuzluklara, devlet güvenlik mahkemelerine, kontrgerillaya, Batı’nın istihbarat örgütlerine, idam cezasına, siyasi ve ekonomik işlevi açık faşist örgütlenmelere ve çetelere, Komünizmle Mücadele Derneğine karşı savaşımlar var. O’na saldırı uğruna savaştıklarının hepsine birden yapıldı, kurşunlar hepsine birden sıkıldı. 
   
Bugün aynı saldırı hukuk ve yargıyla yapılıyor. Mülkiyeti korumaya baş koyan hukuk, yargının, mensuplarının ve örgütlerinin ödül/ceza yöntemiyle düzen gemisi içinde tutulmasına ya da atılmasına da aracılık yapıyor.

Daha dün sıraladılar ÇHD’li avukatlara cezaları; usulü yok sayarak, adil yargılama haklarını engelleyerek, savunmanlarını mahkeme dışına atarak, suçlamaları delillerle ve olaylarla ilişkilendirmeyerek…  

Milliyetçilikle ve dinsellikle beslenen kapitalist/emperyalist dünya, cinayet ve katliamların azmettiricilerini ve maşalarını cezalandırmayarak masum gibi gösterirken ya da tekil olay gibi anlatırken aslında kendi işçi ve doğa cinayetlerini, katliamlarını, baskı ve şiddetini, sömürü düzenini masum göstermeye, olağan göstermeye uğraşıyor.

Tarihin unutturulduğu, kimin elinin kimin cebinde olduğunun bilinmediği, at izinin it izine karıştığı seçim ortamı da bunun bir örneği.

Tabii ki aynı gemide olamayız, tabii ki aynı gemide olmayanlar her gün çoğalıyor, örgütlü mücadeleye katılıyor. Ve tabii ki mücadele hiç kesintiye uğramayacak, seçimden sonra da artarak sürecek.

Büyükşehirlerde, illerde, ilçelerde, beldelerde, işyerlerinde, çarşıda, pazarda, demokratik kitle örgütlerinde, mahallelerde, evlerde halkla buluşan Türkiye Komünist Partililer sömürücü ve gerici düzeni anlatırken mücadele kararlığını ve devamlılığını da anlatıyor.  
       
Doğan Öz’ün “onurlu bir savaş sürer / tutsaklığı ve onursuzluğu yok etmeye yönelen” dediği yurtta eşitliği, özgürlüğü, adaleti, güzeli ve aydınlığı hak etmeye yönelen “onurlu bir savaş” sürüyor hâlâ…

Toplumu, hukuku, devleti ve adaleti diyalektikle analize tabi tutanlar gayet iyi biliyor ki yıldan yıla anmalarla ve seçimden seçime buluşmalarla değil kesintisiz mücadelelerle ve örgütlenerek “insanın insanı sömürmediği” dünyaya ulaşılır.  

Ali Rıza Aydın / SOL