Dünyanın öbür ucunda, Yeni Zelanda’da faşist itin teki eline silahı alıp camiye daldı ve önüne kim çıktıysa öldürdü birkaç gün önce. Tablo korkunç. 49 ölü, onlarca yaralı. Manifesto da yayınlamış manyak, yaptığı katliamın haklılığından emin. Yakalayıp tıktılar içeri. Kaçtı, göçtü, polisle Yeni Zelanda bayrağı önünde fotoğraf çektirdi, şarkıcılardan biri hakkında parça besteledi gibi sapkınlıklar olmadı.
Tam tersine, saldırıdan sonraki ilk namazda Yeni Zelandalılar namaz kılanların arkasına saf tutup, set oluşturdu, itin biri daha gaza gelip saldırmasın diye nöbet tuttu. Hatta “empati”nin ölçüsünü kaçırdılar bile sayılır. Cuma namazı radyo ve TV'den canlı yayınlandı, canlı ezan okundu. Ülke kadınları ölenlere saygı için başörtüsü örttü. Otomatik silahlar derhal yasaklandı, kişisel silahlar toplandı. Halk, Müslümanlar camilerde güvenle ibadet edebilsin diye nöbet tuttu. Bizim yobazların diliyle ifade edeyim, “Yeni Zelanda Müslüman oldu” özetle, bu tür saldırıları asla kabul etmeyeceklerini, hoş görmeyeceklerini haykırdı hep birlikte.
Hâlbuki “Haçlı seferlerini” hatırlatmıştı saldırı tam da bizimkilere. Fırsatı kaçıramazlardı haliyle. "Dedeleriniz geldi, kimi ayaklarının üzerinde kimi tabutla geri döndü. Aynı niyetle gelecekseniz bekleriz. Sizi de dedeleriniz gibi uğurlayacağız. Kıyamete kadar burada olacağız. İstanbul'u Konstantinapol yapamayacaksınız" dedi reis,
Yeni Zelandalılara geçen yüzyıldaki talihsiz savaşı hatırlatarak. “Haçlılar” diye ekledi. O savaşta Osmanlı Ordusu saflarında “dindaşlarına” karşı savaşan Hıristiyanları unuttu. İngiliz ordusunda Osmanlılara karşı savaşan Hintli, Pakistanlı Müslümanları da. Hem kim neden hatırlasın onları artık. Milliyetçi dincilikte böyle boş boğazlıklara yer yoktur. “Evliyalar savaştı bizim için evliyalar!” Mustafa Kemal de uzaktan seyretmekle yetindi, malumunuz…
Her şey kabak gibi ortada. Yeni Zelanda’daki saldırının ne halkla, ne devletle en ufak bir ilişkisi yok. Bizde ve bütün dünyada baş gösteren faşizm salgınının her nasılsa yolu oralara düşmüş sapkınlarından birinin marifeti. Hâlbuki o sırada metastaz yapmıştı bizdeki faşist hareket. Bir kısmı iktidarın, bir kısmı muhalefetin yanında saf tutmuştu. Faşizmin dipsiz, karanlık çukuruna doğru yuvarlanıyorduk el ele…
***
Pek hoşumuza gitti haliyle Yeni Zelandalıların bu taşkınlıkları.
Peki, bizdeki durum ne?
13 Ekim 2015... Ankara’da bir miting için toplananların ortasında bomba patlatıldı, 97 yurttaşımız can verdi saldırıda. Pek çok insan kolunu bacağını alanda bırakarak kurtulabildi. Bilemediğimiz, bulamadığımız karanlıktaki yobaz faşistler, kendi halkından, kendi dininden olanların üzerine atmıştı bombayı. Tablo yeterince korkunçtu.
Ama daha korkuncunun olabileceğini kısa sürede öğrenecekti ülke. Konya’da milli maç var. Ankara Katliamında hayatını kaybeden 97 yurttaş için saygı duruşuna çağrılıyor alanda toplanan seyirciler. O anda bir grup seyirci tekbir getirmeye başlıyor, başka bir grup seyirci de tekbir getirenlere ıslıklarla ve yuhalamalarla eşlik ediyor. Ülkenin bir kısım “insanı”, ülkenin bir başka kısım insanın parçalanmasını kutluyor.
Tekil bir örnek olarak kalsa rastlantı sayıp kaçabilirdik belki. Birkaç ay sonra bu kez “Akbilspor” diye ünlenen iktidarın muvazaalı spor kulübünün sahasında yaşanıyor aynı sahne. Türkiye ile Yunanistan arasında oynanan “dostluk maçı” öncesinde bir grup “taraftar” önce konuk ekibin milli marşını ıslıklıyor. Sonra Paris’te IŞİD saldırısında ölenler için saygı duruşunu ıslık ve tekbirlerle protesto ediyor. Binlerce insan, “Şehitler ölmez vatan bölünmez” diye bağırıyor bir ağızdan. Kendi halkından insanların ölümüne alkış tutanların Paris’te ölen “gâvurlar” için üzülecek hali yok ya…
***
Yeni Zelanda saldırısının ardından yazı yazdı iktidar beslemesi utanmaz gazeteciler; “hiçbir Müslüman böyle yapmaz” diye. 18 Nisan 2007’de, Malatya’daki Zirve Yayınevi’ne yapılan baskında Uğur Yüksel, Necati Aydın ve Alman Tilman Geske’nin boğazları kesilerek öldürüldüğü çoktan unutulmuştu tabii. Olayın sorumlusu olarak bir generali tutukladılar. Trabzon’da Santa Maria Katolik Kilisesi Rahibi Andrea Santoro’yu arkasından vurdurdular bir çocuğa. 16 yaşındaki bir çocuk Glock marka tabancayla 40 metreden 3 el ateş etti ve üçünü de rahibe isabet ettirmeyi başardı. Cinayetin arkasında dönemin Trabzon Emniyet Müdürünün olduğundan şüpheleniliyor hâlâ. O Emniyet Müdürü daha sonra Hrant Dink cinayetinde ihmali olduğu gerekçesiyle tutuklandı.
Geçtik hepsini, 2 Temmuz 1993’te bu ülkenin bir kısım “insanı” sırf inançlarını kendilerinden az çok farklı buldukları için 33 yazarını, düşünürünü diri diri yaktı. Dönemin başbakanı da “çok şükür göstericilerden ölen yok” diye kutladı katliamı. Sonradan katillerinin cezasız kalmasını “devlete millete hayırlı olsun” diye kutlayan da var malumunuz.
Yeni Zelanda Başbakanının “saldırganın adını asla anmayacağım” demesini alkışladılar ama Hrant Dink’in katili Ogün Samast’ın heykelini dikecekler yakında. Bestelenmiş türküleri bile var: İsmail Türüt'ten "plan yapmayın plan", Ozan Arif'ten "Ogün öyle desinler bugün böyle desinler..."
Rastlantı bu ya ikincisi öldü Şubat ortasında. Ağlayanı çoktu arkasından. En içli ağıtı ise ana muhalefetin başındaki zat yaktı. Türkücüyü övdü, arkasından dövündü, rahmet diledi, "Erzurumlu Emrah’tan, Neşet Ertaş’tan bir farkı yok" dedi. İyi de faşist katile türkü yakan ozan olur mu? Cevap hazır; “Ogün öyle desinler bugün böyle desinler…”
Nedir mesele? Haçlı seferi… Gâvurları bertaraf etmek için her yol mubah, bu yolda kurşun atan da kurşun yiyen de makbul.
***
Hrant Dink’in faşist itin teki tarafından vurulup öldürüldüğü günün akşamı yüzbinlerce insan haykırdığında duyuldu o slogan ilk. “Hepimiz Ermeni’yiz” diye bağırıyordu kalabalık. Tarihsel geçmişinde bu konuyla ilgili büyük bir travma yaşamış olan halk o gün bu sloganla kendi yarasını da sarmış oluyordu aslında. Hepimiz Ermeni’yiz madem, demek ki suçlu değil mağduruz…
Ama bir kısım “insan”ımız kabul edemedi o sloganı. Ermeni değil Türk’müşüz, öyle diyorlar. E biliyoruz biz de. Ama sıkıntı şu ki eli silah tutan tek sen değilsin. Haçlı seferine çıktıysan öldürmek de var ölmek de. Hem ne oldu ki Haçlı seferinin sonunda? Tarihin kaydettiği en büyük yağma hareketidir. Sonuçta ne Müslümanlar yok oldu, ne de Hıristiyanlar. Geride nahak yere çekilen acılardan başka hiçbir şey kalmadı.
Islıkladın kendi ülkenin insanlarının ölüsüne saygıyı. Alkışladın ülkenin Hıristiyanlarının öldürülmesini. Fotoğraf çektirdin katilleriyle, bayrak gösterdin geride kalanlara. Rakel Dink’in “bir bebekten bir katil yaratan karanlık” dediği yozlaşmış yapı dimdik ayakta o yüzden.
Bu karanlık böyleyken kim inanır senin yasına?
Faşist faşisttir, yobaz yobaz, orada da burada da. Ve ancak bunu kabul ettiğimizde engelleyebiliriz sevgiliye yazılacak zamansız mektupları. O mektupta denildiği gibi “bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşler…”
İnsan olmaya doğru atılacak ilk adım insanın kendini eleştirmesi ile başlar demek ki. Yani demem o ki kardeşlerim, bu karanlık bizim!
Orhan Gökdemir / SOL