7 Nisan 2019 Pazar

'NATO'nun bir ödevi daha var: Almanya'ya karşı set çekmek' - Tevfik Taş



NATO'nun 70'inci kuruluş yıldönümünde Almanya-NATO ilişkilerine ilişkin bir derlemeyi okurlarımızla paylaşıyoruz...


ABD Savunma Bakanı Robert McNamara (**) ile Şansölye Konrad Adenauer, 1963, Kaynak: Spiegel Online


NATO'nun 70'inci kuruluş yıldönümü anması  Alman medyasında ilgi ile ele alınıyor. NATO ve  ABD ile ilişkilerini sorgulayıcı tarzda mercek altına alan pek çok makale ve incelemeye yer veriliyor.

Başlıktaki cümle Spiegel Online'dan alınma. Makalenin üst başlığı tam olarak şöyle: ''Almanlar'dan Korku. NATO, Soğuk Savaş'ta Sovyetler Birliği'ni bir saldırıda bulunmaması konusunda korkutmasıyla övünürdü. Şimdi ABD belgelerinde görüyoruz ki, ittifakın bir ödevi daha varmış: Almanlara karşı set olmak.''  (1)

Set olma (''eindämmen'') fiilininin Amerikan siyasetinde ''yalnızca Ruslar söz konusu olduğunda'' kullanıldığına dikkat çekilen makalede, Almanya için kullanılmasının öneminin altı çiziyor.

'NATO'NUN SONUNUN BAŞLANGICI'
Liberal Süddeutsche Zeitung'dan Stefan Kornelius 4 Nisan 2019 tarihli makalesinde NATO'nun 70 yıllık tarihini ele alırken, sözü geçen teşkilatın ''var oluş krizi'' içinde olduğuna dikkat çekiyor. Bununla da yetinmeyen yazar, askerî bir terim olan ''Mission creep'' deyiminden hareketle, ''NATO'nun sonunun başlangıcı''na gelindiğini kaydediyor. (2)

NATO'nun patronunun ABD olduğunu, sürecin nasıl ilerleyeceğine de ABD'nin karar verdiğini belirten Kornelius, ''hiçbir ittifak üyesi ülke, Almanya kadar kazançlı çıkmadı'' saptamasında bulunuyor. (A.g.y.)

Soğuk Savaş döneminin askeri ve iktisadi anlamda en kazançlı çıkan NATO üyesi ülkesin Almanya olduğu konusunda neredeyse zımnî bir mutabakat var. Die Welt gazetesi, Trump taraftarlarının yüzde 90'ının NATO üyeleri içinde ABD'nin ''kullanıldığını'' düşündüğünü kaydediyor. (3)

ALMANYA ESKİ GENELKURMAY BAŞKANI: RUSYA İLE 1997 ANLAŞMASINA GERİ DÖNÜLMELİ
Almanya'nın sıkça medyada görünen emekli Genelkurmay Başkanı Harald Kujad, 4 Nisan 2019'da  Alman Birinci Kanalı ARD'nin Tagesschau programında, NATO'nun ''son derece derin bir kriz içinde'' olduğunun altını çizerken,  yüzde 2'lik savunma harcaması kriterini desteklediğini bellirtti. Kendi döneminden beri bu orana çıkılmasını savunduğunu, ancak Rusya ile yapılan 1997 anlaşmasının ABD tarafından feshedilmesinine karşı olduğunu söyledi. Almanya'nın güvenliği için Rusya ile anlaşmanın önemini savundu. (4)

Alman siyasetinde en Amerikancı ekolde yer alan sosyal demokrat SPD'li Dışişleri Bakanı Heiko Mass, 70'inci yıl töreninde, ABD Başkan Yardımcısı  Mike Pence'ın Almanya'nın ödevlerini yerine getirmediği, ''daha fazla ödemesi'' gerektiği üzerine yaptığı eleştirilere kızarak, ''Pence hiçbir şey bilmiyor. Ancak Almanya sözünde durmaya niyetlidir'' açıklaması yaptı.

Alman Dışişleri Bakanı'nın ''sözünde durmaya niyetli'' olduğu başlık, yüzde 1,5 oranına Almanya'nın 2024 yılına dek ulaşacağı vaadidir.

Almanya Genelkurmay Eski Başkanı Harald Kujad, bu güvencenin ''gerçekçi olmaktan uzak'' olduğunu söylese de, askerî harcamaların yükseltilmesinden yana. Savunma Bakanı Ursula Von der Leyen Kujad'ı desteklediği belirtilirken, koalisyon hükümetinin sosyal demokrat bileşeni ekonomiden sorumlu bakan Olaf Scholz, Savunma Bakanı'nın talep ettiği kaynağın aktarılamayacağını açıkladı ve ortaklar arasında gerilim yaşandı. Sözü geçen gerilimin ''tatlıya bağlandığı''na dair bir işaret görülmüyor. (5)

NATO devletlerinin 2018 yılı askeri harcamaları (GSMH içindeki oran)
ABD: Yüzde 3,39 
Yunanistan: Yüzde 2,22 
İngiltere: Yüzde 2,15 
Estonya: Yüzde 2,0 7
Polonya: Yüzde 2,05
Litvanya: Yüzde 2,03
Letonya: Yüzde 2,00
Romanya: Yüzde 1,92
Fransa: Yüzde 1,82
Türkiye: Yüzde 1,64
Norveç: Yüzde 1,62
Hollanda: Yüzde 1,35
Almanya: Yüzde 1,23
Kanada: Yüzde 1,23
Danimarka: Yüzde 1,21
Hırvatistan: Yüzde  1,71
Karadağ: Yüzde 1,5
Bulgaristan: Yüzde 1,4
Portekiz: Yüzde 1,35
Slovakya: Yüzde 1,2
Arnavutluk: Yüzde  1,16
İtalya: Yüzde 1,15
Macaristan: Yüzde 1,15
Çekya: Yüzde 1,11
Slovenya 1,02
İspanya, Belçika, Lüxemburg: < Yüzde 1
GSMH NATO tahmini verileri (Veri tarihi: Mart 2019).
Amaç: Her üye devletin GSMH'dan yüzde 2 ayırması.
NATO Almanya için ne kadar önemli?
NATO Avrupa'da barışın güvence altınada olması için önemli: Yüzde 82
Almanya uluslararası alanda ağırlık kazanabilmesi için NATO gibi bir ittifaka ihtiyacı vardır: Yüzde 71
NATO önemini yitirmiştir, dağılmalıdır: Yüzde 13        (6)

Die Welt adına kamuoyu araştırması yapan DİMAP'ın soruları koşullama yöntemi ile hazırladığı açıkça sırıtıyor. Ayrıca, İslamcı terör tehditi, Rusya ile yaşanan gerilim, devasa sığınmacı akını vb gündemlerinden dolayı kamuoyunun kendisini güvencesiz hissettiği bir ortamda hazırlanıyor bu araştırma.

Buna karşın, NATO'nun Avrupa için barış güvencesi olmayacağına inanaların oranı %15'dir. Yüzde 25 NATO'dan uluslararası ilişkilerde olumlu bir şey ummuyor ve yüzde 13 NATO gereksizdir, dağıtılsın diyor.



(NATO'nun ilk oturumu, Eylül 1949, Brüksel) 
fotoğraf: Getty Images







NATO'NUN İLK GENEL SEKRETERİNE GÖRE NATO'NUN ÜÇ ÖDEVİ
Britanya'nın Hindistan işgal subayı olarak görev yapıp, sonradan NATO'nun ilk Genel Sekreteri seçilen Lord Hastings Ismay, bir söyleşisinde NATO'nun Avrupa'da üç ödevi olduğunu söylemiş ve bu ödevleri şöyle ifade etmişti: ''Ruslar dışarıda, Amerikalılar içeride, Almanlar altta'' demişti.

Bu plana göre, bir, ''Ruslar'' diye niteledikleri Sovyetler Birliği Batı Avrupa'nın dışında tutulacaktı. İki, ABD Batı Avrupa'nın içinde yer alacaktı, Üç, Almanların büyümesine olanak verilmeyecekti.

Hasting Ismay'ın doktrini 1989 yılına kadar faal olarak uygulandı. Sovyetler Birliği'nin çözülmesi, başını ABD'nin çektiği emperyalist blok içinde de çatlamalara yol açtı. Düşmansız kalan NATO'nun, uluslararası haydutluk için yeni bir düşman tanımlamasına acilen gereksinimi vardı.

JENS STOLTENBERG: 'GÜVENLİKTEN YOKSUN DÜNYA'
Yeşil Kuşak doktirininden idmanlı ABD, ''radikal İslamcılık''ın yeniden icadı ve provakatif sabotajları ile dünya jandarmalılığının işlevinin sürmekte olduğunun mesajını vermekte gecikmedi. Ancak daha da ''güncel'' bir varlık gerekçesi keşfetti NATO kurmaylığı: Güvenlikten yoksun dünya!

NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, Alman Birinci kanalı ARD'nin 4 Nisan 2019'da  Brüksel'de yaptığı röportajda gazeteci Merle Tilke'nin ''NATO'nun geleceği var mı?'', sorusuna  her yana çekilebilecek ama bir o kadar da etkili bir yanıt verdi: ''Evet var, çünkü güvenlikten daha da yoksun bir dünyada yaşıyoruz.'' (7)

Güvenlikten yoksun dünya şablonu içine hemen her şeyi yerleştirebilirsiniz: Rusya mı? Sağı solu belli olmaz. Çin mi? Sırlarla dolu bir devlet. Terör mü? Her zaman, her yerden gelebilir...

ALMAN DEMOKRATİK CUMHURİYETİ'NİN YUTULMASI, EMPERYALİST DÜNYADA HEM SEVİNÇ HEM DE KAYGI İLE KARŞILANDI
Emperyalist dünyada yaşanan kriz, emperyalist pramitteki hiyerarşide zemin kaymalarına yol açtı. Ormanın kralı benim diye yumruklarını göğsüne vuran ABD, ''önce Amerika'' söylemi ile diğer emperyalist unsur ve olası rakip adaylara gözdağı vermeye yeltendi. Bir güçsüzleşme ifadesi olan bu tutum, çok geçmeden, kendi ittifaklar politikasını yaratarak siyasi rengini almaya başladı.

Güçsüzleşse de gücünü tam olarak henüz yitirmeyen Amerikan emperyalizmi, sistemin krizini diğerlerinin üzerin de yıkarak ''bir numara'' olma durumunu korumayı tasarlıyor. Trump'ın ''beyler, pamuk eller ceplere'' diye silahlanma yarışını kışkırtmak istemesi, savaşsız ve düşmansız yapamayacak olan emperyalizmin açmazı olarak şekillenmektedir.

Uzun Soğuk Savaş döneminde iktisadi olarak palazlanan Alman emperyalizmi, Avrupa Birliği'ni kendi iç pazarı olarak kullanarak ve Alman Demokratik Cumhuriyeti'ni yutarak ABD'ye kafa tutabilecek bir iktisadi güç haline geldi.
Kapitalist Almanya'nın sosyalist Almanya'yı yutması, emperyalist dünyada sanıldığı kadar coşkuyla karşılanmadı. Sosyalizmin bir ülkede daha yenilgiye uğratılması, hiç kuşku yok ki sevinçle karşılandı. Ancak zafer çılgınlığından ağzı köpüren Alman emperyalizminin önü sonu siyasi ve askerî bir güç olarak ''geri dönüş'' yapacağı kaygısı ta içlerine dert olarak düşmüştü.

Kudüs İbrani Üniversitesi'nde de çalışmalar yürütmüş, deneyimli Alman gazeteci Joachim Käppner, tam da bu noktada şu saptamayı yapıyor: ''İttifak, Avrupa'yı yalnızca Varşova Paktı'nın saldırısından korumak için kurulmamıştı''. Devamla şu değerlendirmede bulunuyor: ''İttifakın en büyük korkusu Almanya'nın yeniden birleşmesiydi.'' (8)

NATO'YA NOKTAYI SOSYALİST DEVRİM KOYACAK
Alman emperyalizminin güvenlik politikalarında ABD'ye daha az gereksinim duyacağı bir yönelimin açık ifadesi olarak okunabilecek olan Fransa destekli Avrupa Ordusu fikri, biraz da bu nedenle NATO'nun yaşlı ama hâlâ muktedir patronu tarafından şiddetle reddedilmektedir.
NATO, 70 yıldır emperyalizmin eli kanlı örgütü rolünü oynuyor. Birbirleriyle uyumlu görünme gayretleri de, dünya barışı söylemleri kadar aldatmaca. NATO'nun sonunu Alman emperyalizminin Amerikan şefliğine itirazı getirmeyecek. 
NATO'nun patronu ABD, aralarındaki en yağlı kemik kavgasında Alman emperyalizmine karşı ''set'' olabilecek olanaklarında en dar dönemini yaşıyor. Bu doğru. Ancak,  insanlığın kurtuluşu için son noktayı işçi sınıfının sosyalist devrimi koyacaktır. 21'inci yüzyıl buna şahitlik edecektir. Kuşkuya yer yok.

Tevfik Taş / SOL

KAYNAKLAR:
(**) Robert McNamara , Vietnam'ın ABD tarafından işgalinde en etkili rolü oynayan iktidar yetkilililerinin ön sırasında yer alıyordu. Öyle bir nam salmıştı ki, Vietnam Savaşı yerine, kendisine ''McNamara Savaşı'' diye lakap takılmıştı

Fırsat bekleyen AKP, en kötüyü de hesaplıyor - ERK ACARER

Toplumun ilk kez karşılaştığı bir eğilim. “Bu kadar da olmaz” şaşkınlığı bundan. Benzer tespitlerin bir odağı var. Siyasal İslamcılar, demokrasi konusunda bencil ve hoyrat. Demokrasi var ama kendilerine kadar! Dillerinden düşmeyen sandık ve sonuçları ile seçilmişlerin ardında bile darbe aramaları bundan.

Nereden bakarsan bak, vicdan zorlayıcı ve çirkin. 17 yıldır iktidarda olanlar, sandıkla gelip, sandıkla gitmek istemiyor, açık. İstanbul malum mesele. “Saymakla bitmiyor.” Ancak aynı hassasiyet devlete ait Yüksek Seçim Kurumu (YSK) tarafından başka il ve ilçelerde gösterilmiyor. Muş önümüzde. Şehirde Vatan Partisi yok ama ona bir sandıkta 100’ün üzerinde oy var. Seçim torbaları özel harekat polisleri tarafından, uzun namlulu silahlarla bekleniyor. 
İstanbul’da durum farklı, tuhaf; oy çuvallarını, “oy çalmakla itham edilen” taraf koruyor. Günlerdir uykusuz. Şehrin hassasiyeti anlaşılır. Zaten İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu da buna vurgu yapıyor, özet açık. Bundan böyle Bilal Erdoğan’ın Okçular Vakfı’na, çocuklarımızı koruyamayan Ensar’a, şeriatçı derneklere, “yan gel yat yandaşa” para gitmeyecek.
Dahası, 25 yıldır yapılan usulsüzlük ve yolsuzluklar gün yüzüne çıkacak. Türkiye yerel seçim tarihinde İstanbul önemli. Ancak AKP açısından bu nedenlerden dolayı hayat memat meselesi. Öyle olmasa “AKP bile”, halkın iradesi net olarak ortadayken 1 Nisan sabahı; kendi içine dönebilir ve “aynı aşkla”, yeniden “Bismillah” diyebilirdi.
Para kesilecek, paranın hesabı verilecek, “Milli irade mitinglerine” halkı ulaşımdan mahrum bırakarak, bindirilmiş kıtalar taşınamayacak, belediye fonlarıyla örgütlenen şeriatçı tayfa bir gözdağı aracı olarak el altında tutulamayacak. Az şey değil.
Süreci, “Belediye temizliği” olarak gören de var, “AKP’nin bir boşluk arayıp” istediği sonucu alacağına yoran da. İki savın da aynı anda doğru olması muhtemel. AKP, “fırsatlara” bakarken, kendisi açısından en kötü olanı da hesaba katıyor.
Bu arada komplo teorilerinden başımızın döndüğü de açık. “Pelikanlar”, “derin işler”, “biririne omuz atan klikler”… Şüphesiz “her büyük organizasyonda” çarpışmalar olur.
Gözden kaçan nokta şu. Şehir efsaneleri ve “bir kaynağın aktardığına göre” haberleri “Erdoğan’a rağmen” havasını yayıyor. Hayır; Türkiye’de uzun zamandır Erdoğan’a rağmen hiçbir şey olmuyor. Yargı, devlet kurumları, AKP’li vekil ve bakanlar, yandaş medya, devlet destekli kurumlar yek parça Erdoğan’a hizalı.
Birbirlerine “günahlarından bağlı” bir organizasyonda yer alanlar, bu aşamada kliklere bölünerek başkaldırmanın ya da dönmenin fayda sağlamayacağını bilir. Elbette AKP içinde farklı görüşler vardır. Ama şu anda partinin içeriden kırılması akla yatkın gelmiyor.
Fırsat; halkın iradesi ve demokrasi. Türkiye’de uzun zamandır bir seçim, ilk kez siyaset üstü hava yarattı. Aslında bu seçim öncesi başladı. AKP’nin katkısı büyük oldu. Tazminatı verilmeyen Reel işçisinin, “ne ölmek ne de sürünmek istiyoruz” diyen havalimanı işçisinin, patatesine “molotof” muamelesi yapılan pazarcının iradesi ve bıkkınlığı sandığa yansıdı.
Kızının cinayetine ve olayın üstünün kapatılmasına isyan eden baba Şaban Vatan, AKP’de görev almış olduğunu hiç gizlemedi! 11 yaşındaki Rabia Naz’ın öldürüldüğü Giresun, Eynesil halkı nasıl bir seçim yaptı, 15 Temmuz’da katledilen AKP’nin reklamcısı Erol Olçak’ın eşi ne söyledi, iyi değerlendirmek lazım. Kimi zaman halkın gücü ve adaleti sessiz kalarak bile büyük bir korku yayar. İşte bu korkudur AKP genel merkezinden ve Saray’dan içeri giren. Telaş yok, umutsuzluk hiç yok.
Bir özeleştiri ile kapatalım. İmamoğlu’nu eleştirenler içindeydik. Ekmeleddin İhsanoğlu faciası ile başlayan bir yansımaydı: “Bir şeyi çakması ile yenemezsiniz!” Fakat ondaki samimiyet ve tevazuyu kaçırmışız. Tam da bu sıralar ihtiyacımız olan en önemli şeyleri! Neyse ki kendisinin yolu çok uzun.
Erk Acarer / BİRGÜN

İSKİ'de kamyonete yüklenen belgelerde ne yazıyordu?.. - Murat AĞIREL

31 Mart seçimleri bitti ancak kazanan Ekrem İmamoğlu'nun mazbatası halen verilmedi. Yasal süreç olan itiraz süreci halen devam ediyor.

İstanbul'un Silivri ve Maltepe ilçeleri hariç 37 ilçesinde geçersiz oylar sayılıyor. Tüm Türkiye soluksuz bu sonuçlara kilitlenmiş durumda.

Açıklamaları dinleyince sonucun Binali Yıldırım lehine değişmeyeceği kesin. Ancak mantıksız bir şekilde itiraz süreçleri işletilmeye çalışıyor. Çünkü maddi hatalar sonucu değişmesi gereken veriler YSK tarafından değiştirildi. Fark 21.000 civarlarına düştü ardından geçersiz oylar sayılmaya başladı. Yazıyı yazdığım sırada 14 ilçenin sayımı bitmiş ve Binali Yıldırım lehine 1852 oy artı olarak yazılmıştı.

Bu da tüm ilçeler bittiğinde sonuca 3500 civarı etki edileceği farkın kapanmayacağı görülüyor.

Peki, bu geçersiz oyları saydırma ısrarı neden?

Oy kullanma esnasında tasarlanan ama yapılmayan bir şeyler varda ısrar bu nedenle mi?

Yoksa başka bir durum mu var?


Daha önce yazdım tek amaç zaman kazanmak. Bu düşüncemi destekleyecek materyal ararken tarafıma bir ihbar ulaştı. Gelen ihbarda "İSKİ Genel Merkezinden mavi renkte bir kamyona evraklar yükleniyor lütfen duyurun" diyor ve ekinde de bir video bulunuyordu.

Videodaki yeri doğrulattıktan sonra İSKİ Genel Müdürlüğü'nü ilgili tutarak sosyal medya hesabımdan evrakların içeriğini sordum. İSKİ Genel Müdürlüğü yayınladığım video ve sorumu dolaylı olarak doğruladı. Cevap verdi ve aynen şöyle dedi: "Sosyal Medyada İSKİ'de evraklar taşınıyor şeklinde verilen görüntüler gerçeği yansıtmamaktadır. Söz konusu görüntüde Avrupa Terfi Merkezi Müdürlüğü'ne devredilen 'Kaynak Suları ve Göletler Şube Müdürlüğü'ne ait dokümanların ilgili birime intikali gerçekleştirilmiştir."

Yani İSKİ Genel Müdürlüğü, bir kişi suçüstü yakalandığında "göründüğü gibi değil açıklayabilirim" diye tepki vermesi ile aynı durumda kalmış gibi cevap vermiş.

Ben bu iddialarımı bir adım daha ileri götürüyorum.

Seçim sonuçlandıktan sonra sosyal medyadan feryat edenlere halkı kışkırtmaya çalışanlara lütfen dikkatli bakın. Bu kişilerin başında Yeni Şafak Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül ve Pelikancılar geliyor.

"15 Temmuz sonrası ilk adım. Sandık darbesi. FETÖ ve Kripto PKK'lılar operasyon yaptı. Ekrem İmamoğlu projedir. Seçimler yenilensin" gibi aslı astarı olmayan algı oluşturmaya yönelik yazılar yazıp paylaşımlar yapan kişi İbrahim Karagül'dür.

Neden İstanbul'un CHP ye bırakılmaması için kendini perişan ediyor biliyor musunuz?

Yeni Şafak Gazetesi'nin sahibi Albayraklar. Feryat figan edip halkı kışkırtmaya çalışan algı yaratmaya çalışan seçimlerin iptal edilmesini isteyen Yenişafak Genel Yayın Yönetmeni de İbrahim Karagül Albayrak grubunun çalışanı.

Albayrak kuruluşu ile Recep Tayip Erdoğan'ın İstanbul Belediye Başkanı seçilme tarihleri hemen hemen aynıdır.

Albayraklar İstanbul Büyükşehir Belediyesine dev araç kiralama ve servis hizmeti veriyor. Albayraklar sadece Büyükşehir Belediyesi'ne değil AKP'nin idaresindeki İlçe Belediyelerinden de ihaleler almaktadır. Örneğin Beyoğlu çöp toplama ihalesini 1 Ekim 2017-30 Eylül 2019 tarihleri arasında yapmak üzere 51 Milyon TL ile Yeşil Adamlar A.Ş. kazanmıştı. Bu şirket TVNET gibi Albayrak Gruba bağlı bir şirkettir.

Albayrakların İBB'den aldığı ihaleler toplamı miyarlarca TL'dir.

Belgelerde yazanları açıklayayım

Videoda yayınlanan evrakların içeriğine gelince…

Haber kaynağımın aktardığı bilgilere ve belgelere göre taşınan evraklarda, belediyede eşe dosta verilen kiralık araçların kimlere tahsis edildiği, ihalelerin ayrıntıları yer alıyordu. İSKİ Genel Müdürlüğü'nün yaptığı açıklamada bir müdürlükten başka bir müdürlüğe evrak nakli açıklaması bu açıklamalar ile çelişiyor.

Albayrak grubunun sahibi olduğu Yenişafak Genel Yayın yönetmeninin feryadının altında bu gerçekler mi var?

İBB'nin CHP yönetimine geçmesi demek 25 yılda milyar dolarlık cirolara sahip olan birçok şirketin ihaleleri artık rahatça ahbap çavuş ilişkisi ile alamayacağı anlamına geldiğinden midir bu feryatlar hep birlikte göreceğiz.

Size bir soru daha…

Çok yakın bir tarihte İstanbul Büyükşehir Belediyesi Gençlik Spor Müdürlüğü'nden Türkiye'nin yakınen tanıdığı bir vakfa 100 Milyon TL aktarıldı mı?

Ne dersiniz?

Bu feryatların arkasında bazı şirketlerin ve vakıf üyeliği adı altında belediyeden aktarılan paraları maaş diye alanların endişeleri mi yatıyor?
Hepsi tek tek ortaya çıkacak.


Murat AĞIREL / YENİÇAĞ

6 Nisan 2019 Cumartesi

İki 31 Mart - ORHAN GÖKDEMİR

AKP’nin kolay teslim olmayacağı 31 Mart’ı 1 Nisan’a bağlayan gece resmi devlet ajansı AA’nın veri akışını durdurması ile anlaşılmıştı aslında. Bir siyasal organizmadan çok bir çıkar organizasyonuna benzeyen bu oluşumun tarihi İstanbul ve Ankara Belediyeleri ile başlıyor çünkü. Teslim ederlerse düşecekleri tartışmasızdır.

Öğrenciliği ve askerliği artık devlet sırrına dönüştüğünden geçiyoruz. Bu durumda tarihi 1994 yerel seçimlerinde elde ettiği yüzde 25'lik oy oranı ile İstanbul büyükşehir belediye başkanı seçilmesi ile başlıyor. Belediye ile büyüdü, zenginleşti. O günden 31 Mart seçimlerine kadar İstanbul’un fiili belediye başkanı olmaya devam etti. Kimseye bırakmadı yönetimini, mutemet adamlarını atadı, yapılacak işlerin hepsine bizzat karar verdi. İstanbul Belediye Başkanlığı 1994’ten bu yana Tayyip Erdoğan’dadır.

Ankara Belediyesinin de İstanbul’a paralel bir tarihi var. 1994’te Melih Gökçek’e bırakıldı. Yirmi yıl sonra, 2014’te yapılan yerel seçimlerde beşinci kez aynı göreve seçildi. Demek ki hiçbir şartta buna seçim demek mümkün değildir. Zaten seçimle gelmediği için seçimle gitmedi. Tayyip Erdoğan tarafından istifaya zorlandı ve Ankara’nın da fiili başbakanı Tayyip Erdoğan oldu.

Demek ki iki belediyeden değil iki “ayanlık”tan söz ediyoruz. İkisinin de düşeceğini hissetmişti, eski adamlarını görevden aldı ve düşüşü durduracaklarını umduğu iki yeni adamını atadı. 31 Mart’ta ortaya çıkan sonucun önemi burada işte. Tayyip Erdoğan kendisine sarayın kapılarını açan iki büyük ayanlığı kaybetmiş oldu.
Artık tarihimizde bir değil iki 31 Mart var. İki gerici kalkışma benzer bir sonla tarihe kaydedilmek üzere. Son sultan sarayında esarettedir. Abdülhamit’i düşünmekte, sonlarının benzememesi için dualar etmektedir.

***

Yalnız 31 Mart’lar arasında kurulan paralellik bana ait değildir. AKP yandaşları, 31 Mart’ın ikincisinde, birincisinin rövanşının alınmasının planlandığını açıkça yazıp beyan ettiler zaten. Erdoğan, “31 Mart sadece belediye değil beka seçimidir” derken bunu kastediyordu. Yandaş rektörlerinden biri, Osmanlı Devleti’nin 31 Mart’ta başlayan ve 9 yıl devam eden süreç sonunda yıkıldığını belirtip, “31 Mart Vakası, bu milletin ve devletin değerlerine yapılan bir saldırıdır” derken, Erdoğan, 31 Mart’ın CHP zihniyetiyle hesaplaşma günü olacağını söylerken, “Zillet ittifakına 31 Mart’ta bir Osmanlı tokadı yakışır” diye yol gösterirken akıllarında hep bu vardı. Örnekleri çok; Aile Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk, "Türkiye'nin 2023 yılı hedefine ulaşmasında 31 Mart önemli ve kritik bir dönemi arz ediyor” diye buyurdu. Parti Genel Başkan Yardımcısı Cevdet Yılmaz, "2023'e doğru giderken 31 Mart son virajdır. Bu son virajı geçip düze çıkacağız" diye tamamladı. 

Beyanlarına göre 2023’te 1923’ün bütün sonuçlarını ortadan kaldıracaklardı. Bunun için ikinci 31 Mart’ın tamama ermesi gerekiyordu.

İkincisinde birincisinin rövanşını almayı planlıyorlardı. İkincisinde de birincisinde olduğu gibi geri püskürtüldüler. İlkinde olduğu gibi ikincisinden sonra da Sultanlık ve Saray ayakta kalmayı başarmıştır. Gerici ayaklanmayı püskürtenler böylece Sarayı ve Sultanı kurtardıkları kanısındadır. Püskürttüklerini ancak sarayı yıkarak durdurabileceklerini görmemekte, bilmemektedirler. Şikayet ediyor değilim, iyidir, yeni bir Cumhuriyete ulaşmamıza vesile olacaklardır.

***

İlki 31 Mart 1909’da, demek ki 110 yıl önce başlamıştı. Abdülhamit iktidarındadır. Yobazlardan oluşan bir güruh “şeriat isteriz” çığlıklarıyla ayaklandılar. Hamit sarayında olup biteni sessizce izlemekle yetindi. Başarırlarsa baş ağrısı İttihatçılardan kurtulmuş olacaktı nihayetinde. Abdülhamit sinsiliği ile nam salmış bir tuhaf ademdir. Gericidir ama bugünün Hamitcileri Hamit’ten daha gericidir.

Ayaklanma tamamen bastırıldıktan sonra Abdülhamit alaşağı edildi ve Selanik’e sürgüne gönderildi. Devirenler yerine Hamit’in kardeşi Mehmet Reşat’ı oturttu. Kurulan üç Divan-ı Harp’te yargılananlardan 70’i idama, 420’si çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı. Ayaklanmanın sembol isimlerinden Derviş Vahdeti 19 Temmuz 1909’de idam edildi. Önünde ipe çekildiği Ayasofya Camisi’nin müezziniydi. Nakşibendi tarikatı üyesiydi. Said Nursi’nin de yazdığı Volkan gazetesinin kurucusuydu. Sarayın desteğini alan gazete İslamcılık propagandası yapıyordu. Doğan Avcıoğlu “31 Mart’ta Yabancı Parmağı” adlı kitabında bu tabloya bir de İngiliz Emperyalizmini ilave eder ki, emperyalizme sırtını dayamadan gericilik mümkün değildir.

110 yıl sonra yeniden her şey yerli yerinde. Sultanlar, saraylar, nevzuhur dervişler, gerici gazeteler, emperyalizmin kışkırtıcı parmakları, her boydan Nakşi tarikatçıkları, saray yalakası soytarı bürokratlar tarih sahnesinde tutunmak için debelenip duruyor. Yalçın Küçük’ün deyişiyle “Türkiye’nin uzun 31 Mart’ını” yaşıyoruz hâlâ. Yalnız 31 Mart’ta İstanbul’da ve Ankara’da basılmışlardır ve direnme emareleri göstermektedirler. Esası 31 Mart’ı Uzun 31 Mart’ın dışına doğru uzatmaktan ibarettir. Sonunda yenilmeleri kaçınılmazdır.

İlk 31 Mart’ı 10 yıllık uzun bir iç-dış savaş izledi. İçerdeki ayaklanmaların tozu dumanı Dünya Savaşının rüzgarına kapıldı. 1919’da iç-dış savaştan geriye kalanın ayakta kalacağı anlaşılmıştı. Artık yıktıklarını yeniden yapabileceğimizi biliyoruz.

“Hareket Ordusu” beklentisi çoktan yıkıldı. Dağıldılar ve hep birlikte gericileştiler. İmamoğlu’nun Anıtkabir defterine yazmasına bile tahammül gösterememektedirler.Çünkü ikinci 31 Mart’ın çarpışmaları ilkinden daha kanlı olmuştur. Pek çok askerimizi ve aydınımızı öldürdüler veya esir aldılar. Orduyu lağvedip, devleti ele geçirmeyi başardılar. Ergenekon-Balyoz davaları sırasında "hukuki süreç devam ediyor" diyorlardı. Sonra ortada bir hukukun da sürecin de olmadığı anlaşıldı. Fakat 31 Mart’ta düştüler. Şimdi "sayım süreci devam ediyor" diyorlar. Birincisinde devleti esir almışlardı, ikincisinde seçimi bitiriyorlar. Süreç ve sayım devam ediyor!

***

Sonuna yaklaşıyoruz. Düştüler. “Acımadı ki” numarası yapabilmelerinin tek sebebi CHP’nin laikliği cami avlusuna bırakıp kaçması. Biliyoruz, acıları büyüktür.
Biz ise “halka doğru” yöneldik, Selanik’ten mahrumduk, Dersim’i bulduk. Küçüktür ama mevsimin değişmesinin müjdecisidir. “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin Bahar, sosyalizm kokulu Dersim esintisidir.

Uzun 31 Mart’ı kapatıyoruz. Öyleyse yeniden haykırıyoruz; kahrolsun istibdat ve yaşasın hürriyet!

Orhan Gökdemir / SOL

Avrupa Birliği nereye gidiyor? - ERHAN NALÇACI

Seçim boyunca Türkiye’ye odaklandık, oysa geride bıraktığımız Mart ayında dünyada önemli gelişmeler oldu:

Örneğin, kendini dünyanın tapu-kadastro müdürü sanan Trump Golan Tepeleri’nin İsrail’e ait olduğuna karar verdi! Sinsice kaşıdıkları mezhep ve din savaşlarının ateşini bir kez daha körüklemiş oldu.

Venezuela’da ise Rus askeri varlığı kendini gizlemeksizin ortaya çıktı. Böylece Ukrayna ve Suriye’den sonra düşük yoğunluklu çatışmada üçüncü bir cephe daha açıldı.

Öte yandan Mart ayı boyunca Avrupa Birliği’nde (AB) kayda değer gelişmeler yaşandı. Bu yazıda bunlara eğilmenin yararı var.

AB reel sosyalizme karşı soğuk savaş döneminde ve ABD’nin tartışmasız emperyalist dünyanın patronu olduğu bir hiyerarşi içinde kurulmuştu. Karşı devrimin parçalama ve dağılanları yutma işlevlerinde başarılı olduğu şüphesiz.
Özellikle 2000’li yılların başında Türkiye’de AB’den umutlu olanlara, AB’nin merkezinde Alman ve Fransız tekellerinin durduğu bir emperyalist birlik olduğunu söylemekten dilimizde tüy bitmişti.

ABD hegemonyasının zayıfladığı bir dünyada ise bir yandan AB çatlıyor, bir yandan da ABD hegemonyasından bağımsız bir AB inşası için çaba harcandığı görülüyor.

Bu inşa sürecinin doğal olarak motor rolünü Almanya ve Fransa oynuyor. Geçen sene Aachen’da imzalanan ikili dostluk anlaşmasının sonuçları kendini göstermeye başladı. Mart ayında Almanya ve Fransa Parlamentoları’ndan 50’şer milletvekili ilk kez ortak bir oturum yaptı. Bu ortak meclisin yılda iki kez toplanması ve bazı kararlara imza atması bekleniyor.

Gündemde Fransa ve Almanya’nın iktisadi ve askeri alanlarda işbirliği var. Daha büyük bir ortak pazar, ortak silah üretimi, stratejik konularda işbirliği. Örneğin, Almanya’nın Birleşmiş Milletler’in Güvenlik Konsey’inde daimi olarak temsil edilmesi başlıca bir gündem maddesi. Emperyalist hegemonyada yer işgal eden bir devletin Güvenlik Konsey’inde yer almaması büyük bir prestij kaybı olarak görülüyor. Tabi bunun bir şartı var, nükleer silah kapasitesine sahip olacaksınız. Fransa ile yapılan anlaşma açıkça söylenmese de buraya gidecek gibi gözüküyor.
Bu iş nereye varacak derken Merkel ve halefi Kramp-Karrenbauer geçen ay uçak gemisi fikrini ortaya atıverdiler.

Kramp-Karrenbauer verdiği demeçte şunu söyledi: “Almanya ve Fransa şimdiden ortak bir Avrupa savaş uçağı için çalışmalarını sürdürüyor… Bir sonraki aşamada, sembolik önem taşıyan, ortak Avrupa uçak gemisi üretimi projesine başlayacağız.”

Gerçekten uçak gemisi sahibi olmak emperyalist bir devlet olmanın sembollerinden biri. Bu yüzden ortak bir uçak gemisine sahip olmak AB’yi Almanya ve Fransa’nın etrafında yeniden bir emperyalist birlik olarak inşa etmek anlamına geliyor.

Bu aynı zamanda ABD’nin hegemonya bölgelerini bir süre sonra koruyamaz duruma düşmesiyle birlikte bir leş yiyicinin fırsatçılığı ile başta Afrika, Ortadoğu ve Balkan halkları olmak üzere emekçi sınıfların üzerine çullanacaklarını gösteriyor.
ABD ve NATO’dan bağımsız bir Avrupa Ordusu fikri giderek daha çok sermaye sınıfının kafasına yatıyor.

Avrupa ordusunun çekirdeğinin Almanya’da eski bir Nazi askeri üssü olan Lohheide’deki 441. Tank Taburu olduğu söyleniyor. Alman ve Hollandalı askerlerin birlikte bulunduğu kampta komutan sabah içtimaında bağırıyor:“Savaşıyoruz”  Askerler hep birlikte yanıtlıyorlar: “Almanya için”. Komutan tekrarlıyor:  “Savaşıyoruz”, Askerler“Hollanda için”.

Tabi Hollanda ve Almanya sınırları tehdit altında değil, aslında bu askeri diyaloğun şöyle olması gerekirdi: “Savaşıyoruz”, askerler “Almanya ve Hollanda tekellerinin iğrenç çıkarları için”.

Bu yeniden inşa çalışmasına karşılık bir yandan da AB çatırdıyor. Sadece İngiltere’nin ayrılmasından dolayı değil, ulusal sermayeler yaklaşan kriz ortamında başlarının çaresine bakmaya çalışıyorlar. Örneğin, İtalya’nın Çin ile imzaladığı ikili işbirliği anlaşması çok ses getirdi. AB siyasetçileri kendileri Çin ile birçok anlaşma imzalamamış gibi, İtalya’yı Yeni İpek Yolu’nun Avrupa’ya açılan limanı olmakla suçladılar.

AB’nin nereden su alacağına, hangi tahtalarının çatırdamaya başladığına üzülecek değiliz.

Hani ne demiştik: “Sermaye ile aynı gemide değiliz!”

Erhan Nalçacı / SOL

31 Mart'ın perde arkası (I-II) - MEHMET FARAÇ

(I)

Sandık kaosunun asıl nedeni...

Türkiye, toplumun sosyo-ekonomik olarak derin bir girdapta çırpındığı bir dönemde gitti 31 Mart seçimlerine...

Bırakın son 17 yıllık siyasal sarsıntının her alanda dayattığı vahim sonuçları; özellikle son 2 yıldır yaşanan ekonomik sıkıntılar, tarımda- sanayide- ihracatta çöküşe, işsizlikte, geçim sıkıntısında ve sosyolojik vakalarda artışa yolaçmasına rağmen, toplum gerekli "refleks"i gösterdi mi acaba?..

Türk halkı, siyasetten kaynaklanan kendi sorunlarının üzerine gitti mi, yarınlarına sahip çıktı mı, ülkenin gidişatıyla ilgili duyarlı davrandı mı, bu konuda "sandık"ta yeterince görevini yaptı mı?..

Toplum; ülkeyi 17 yıldır adeta kasıp kavuran yandaşlık ve yolsuzluk pervasızlığıyla, memleketi toplumsal çatışmaya sürükleyen bir siyasal anlayışla ilgili gereğini yapabildi mi?..

Şüphesiz bu sorunun onlarca yanıtı olabilir... Örneğin, muhalefet cephesinden bakıldığında ortada gerçekten bir zafer var ama bu bile yeterli mi yukarıdaki soruların yanıtı için?..

AKP'yi var eden ve 17 yıldır ayakta tutan, İstanbul ve Ankara gibi iki kentin CHP safına geçmesi bile yukarıdaki sorular için umut verici bir yanıt mı?..

Evet; başta CHP olmak üzere muhalefetin önemli bölümü belki 1989 yerel seçimleri sonrasında görülmemiş bir dirençle çabaladılar ve hem sandığa sahip çıkılması hem de şaibelerin önlenmesi konusunda müthiş bir performans gösterdiler...

Yalnızca sandık kurullarındaki hakimiyet değil, son günlerde özellikle İstanbul'da seçim kurullarının kuşatılarak "hile"nin önlenmesi konusunda da CHP milletvekillerinin ve İstanbul örgütünün yürüttüğü mücadele gerçekten dikkat çekicidir...

11 milyon oy heba oldu...
Ancak asıl mesele muhalefetin hep olması gereken direncinin 31 Mart seçimlerinde ilk kez zirve yapması değil, asıl sorun ülkeyi sosyo- ekonomik alanda esaret altında tutan AKP'ye karşı toplumun tamamı görevini yapabildi mi?..

Bu soru demokrasinin tamamen yerleşmesi konusunda en önemli unsur olsa da, aslında toplum görevini tamamen yapmış olsaydı bugün İstanbul'da sandık krizi de yaşanmamış olacaktı... İşte bu yüzden gelelim asıl meseleye:Türkiye genelinde 194 bin 678 sandıkta oy kullanması gereken 57 milyon 93 bin 410 seçmen var...

İşte bu seçmenlerden 9 milyondan fazlası ne yazık ki sandığa gitmedi...
Ülkenin neredeyse ezici bir çoğunluğu AKP'nin artık gitmesini beklerken, 9 milyondan fazla insan sorumsuz davrandı ve demokrasiye, ülkenin gidişatına katkı sunmak varken oyunu kullanmaktan kaçındı...

Sorun yalnızca sandığa gitmeyenlerde değil, oyunu -bilinçli ya da bilinçsiz olarak- doğru kullanmayan seçmenler de İstanbul'da ve diğer bazı kentlerde yaşanan karmaşaya katkı sundular!..

Çünkü 48 milyon 340 bin kişinin oy kullandığı Türkiye genelindeki seçimlerde ne yazık ki 2 milyondan fazla oy geçersiz sayıldı...

Evet; sandığa gitmemek kadar, sandıkta doğru davranmamak da demokrasinin tam yerleşmesine engel oldu...

31 Mart; sandığı "protesto" eden ya da gitmeyen 9 milyonu aşkın seçmenin yanı sıra, oyunu doğru kullanamayan ya da bir şekilde "geçersiz" hale getirenler yüzünden de 2 milyonu aşkın oyun heba edildiği bir seçim olarak tarihe geçti...
Velhasıl, 11 milyondan fazla oy boşa gittiği için Türkiye halen seçim karmaşası yaşıyor ve bu duyarsızlık-bilgisizlik ne yazık ki AKP'yi ayakta tutuyor...

Siyasete "eğitim" dersi!..
Evet; işte asıl sorun sandığa gitmemek ve sandığa gidilmesine rağmen doğru davranmamakta...

Bu durumun İstanbul başta olmak üzere bazı kentlerde muhalefet ve iktidar arasında adeta savaş yaratması bir yana, başka ciddi sakıncalara yolaçtığını da hep birlikte gördük...

İşte Yalova'da, Giresun'da, Kırklareli'nde, Muş'ta, Iğdır'da ve başka birçok bölgede CHP, AKP, MHP, İYİ Parti arasında yaşanan gerilimin en önemli gerekçesi de oy kullanmaktaki duyarsızlık oldu...

Çünkü birçok kentte ve ilçede, rakipler arasındaki 10 ile 200 arasındaki oy farkı nedeniyle sandıklar defalarca sayıldı ve yaşanan gerilim neredeyse çatışmalara yol açtı...

Oysa seçmen sandığı protesto etmeseydi ya da oyunu geçersiz hale getirmeseydi, belki de çok düşük oylarla seçimin kazanıldığı ya da kaybedildiği bölgelerde ciddi sorunlar çıkmayacaktı...

Ne yazık ki sandığa gitmeyen ya da doğru oy kullanamayan 11 milyon insanın yol açtığı duyarsızlık ve "eğitim" meselesi 31 Mart seçimlerinde çarpıcı biçimde dışa vurmuştur...

Çünkü seçmeni sandığa getirmenin yanısıra, oy kullananların eğitilmesi konusunda da siyasi partilerin yeterince başarılı olamadığı, Yüksek Seçim Kurulu'nun da yurttaşlara etkili bilgilendirme yapmadığı ortaya çıkmıştır...
Hiç kuşkusuz 31 Mart seçimlerinde 11 milyon yurttaşın iradesinin sandığa yansımamasının, Türkiye'de demokrasinin tam olarak yerleşmesi, dengelerin değişmesi ve gidişatın iyileştirilmesi konusundaki çabaları engellediği anlaşılmıştır.

Bu duyarsızlık tablosu; özellikle muhalefete, ilgisiz ya da bilgisiz-bilinçsiz seçmenin sandığa götürülmesi ve eğitilmesi konusunda neler yapılması gerektiğini de göstermiştir.

Hiç kuşkusuz gerici- rantiyeci siyasetin belediyeleri vurgun yerine getirdiği bir ülkede, büyük kentleri alarak büyük bir zafere imza atan CHP'li belediyeleri, yurttaşın her alanda bilinçlendirilmesi- kazanılması konusunda da ciddi görevler bekliyor... Nasıl olsa genel seçim çok uzak olmamalı!..



(II)

AKP nasıl kaybetti, niçin tükenecek

24 Haziran 2018'de yapılan genel seçimlerde "yurt içinde" 56 milyon 322 bin seçmen vardı... Yurtdışıyla birlikte bu rakam 59 milyon 391 bin olarak açıklanmıştı...

İşte o seçimlerde, "yurt içinde" kullanılan 49 milyon 664 bin oyun 48 milyon 631 bini geçerli sayıldı... Seçimlere katılım 88.18 düzeyinde kaldı...

24 Haziran "milletvekili seçimleri"nde AKP-MHP'den oluşan Cumhur İttifakı yüzde 53.48 oy aldı. Yani, 26 milyonu biraz aştı ittifakın oyları...

AKP o seçimlerde tek başına yüzde 42.28 oy almıştı, MHP ise 11.20 oy...
Peki; 24 Haziran 2018'den 9 ay sonra yapılan 31 Mart yerel seçimlerinde ittifakın oy oranı hangi düzeyde?..

Kesin olmayan sonuçlara göre, Cumhur İttifakı 31 Mart'ta 23 milyon 980 bin civarında oy aldı, yüzde 51.78'de kaldı...

24 Haziran 2018'den 31 Mart 2019'a kadar geçen iki seçim arasında seçmen sayısının 56 milyondan 57 milyona çıktığını unutmamak gerekiyor... Peki, 1 milyonluk seçmen artışı ortaya nasıl bir tablo çıkardı?..

9 ay önce yapılan cumhurbaşkanlığı seçimindeki hezimetin yılgınlığı, "protesto" ya da başka gerekçelerle sandığa gitmeyen 9 milyon yurttaşı ve oyları geçersiz sayılan 2 milyon seçmeni de göz önüne alarak, AKP-MHP ittifakının genel ve yerel seçimler arasında, oransal açıdan "yüzde 2" civarında oy kaybettiği görülüyor...

AKP'nin, tüm yıpranmışlığına ve halkın tüm öfkesine rağmen ortağıyla birlikte sadece "yüzde 2" oy kaybetmesi toplumdaki duyarsızlık ve çelişkiler açısından doğrusu çok düşündürücü...

Bunun yanısıra, Cumhur İttifakı geçen pazar yapılan seçimlerde, 50 il belediyesini kazanırken, il genel meclisi sonuçları açısından da 59 ilde üstünlük sağlayarak şu gerçeği öne çıkardı; memleket uçuruma giderken toplumun bir kesimi nedense uyanmıyor!!!

AKP'nin; ekonomik açıdan en çok sarsılan, tarım ve sanayinin çöktüğü bölgelerde bile belediyeleri ve il genel meclisi seçimlerini alması, doğrusu siyaset bilimcilerle sosyologların da araştırması gereken bir konu!..

2.YAZI
İttifakın düşündürdükleri...
Peki, son 9 ayda yapılan 2 seçimde Cumhur İttifakı'nın yalnızca yüzde 2 oy kaybetmesi başarı mı, başarısızlık mı?..

Şu bir gerçek ki, muhalefetin son 17 yılda hep gerilediği, AKP'nin ise ne yazık ki hep kazandığı bir ülkede siyasetin devinimi de şaşırtıcı biçimde tersine işliyor...
İşte 31 Mart sonuçlarına AKP cephesinden bakıldığında, oy kaybı bir tarafa, diğer yandan tüm çıkmazlara karşın iktidarın Türkiye'deki 1440 belediyeden - kesin olmamakla birlikte- 777'sini kazanması da çok şaşırtıcı!.. Bu rakam ülke genelindeki belediye sayısının yüzde 54'üne eşdeğer...

İttifakın diğer ortağı MHP ise ilk belirlemelere göre Türkiye genelinde 244 belediye kazanmış oldu... CHP 263, HDP 70, İYİ Parti ise 25 belediye kazanabildi... TKP ise ilk kez Tunceli'de başarılı olarak, bir belediye alabildi...

Belediye sayısındaki dağılım da aslında ittifakın 31 Mart'ta beklenen oranda oy kaybetmediğini ortaya koyuyor...

Ancak madalyonun diğer yüzünde, AKP'nin aldığı 777 belediyeden daha etkili olan bir başarı var ki, işte iktidarı sarsan ve hızlıca tüketen gidişata da işaret ediyor...

Bu başarı 3 büyük kentte Tunç Soyer, Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu ile sağlandı...

İzmir'de son dönemde hep CHP'nin kazanmasını bir tarafa bırakırsak, seçimin asıl anahtarı bellidir... Çünkü AKP'yi sarsan etkili direnç önce Ankara'da, sonra da İstanbul'da ittifaka büyük darbe vurdu...

3.YAZI
Muhalefetini kazanan ülke...
Evet; 9 ay önceki seçim sonuçları karşılaştırması, son il genel meclisi rakamları ile 31 Mart'ta kazanılan belediye sayısı bakımından ortaya çıkan vahim tablo kimseyi sakın ola karamsarlığa sürüklemesin...

Çünkü yukarıdaki manzara; tüm toplumsal yıpranmışlığa, tüm siyasi rezaletlere, yoksulu sarsan ekonomik çalkantılara ve sosyal bunalımlara rağmen ittifakın halen ayakta olduğunu gösterse de, özellikle AKP'yi var eden ve onu 17 yıldır ayakta tutan İstanbul ve Ankara'daki seçim sonuçları gerici- rantiyeci iktidarın sonunu getirecek çok etkili bir atak oldu...

1994 seçimlerinde SHP, CHP ve DSP'nin giriştiği güç kavgasında, Ankara, İstanbul ve diğer büyük kentlerin kaybedilmesine yolaçan gaflet ve dalaletten 25 yıl sonra toplumun uyanması, CHP'nin ise silkelenerek kendine gelmesi gerçekten umut verici...

İşte 3 büyük kent ile Akdeniz ve Trakya gibi bölgelerde ortaya çıkan zafer sonuçları da Türkiye'nin aydınlık yarınlara ulaşmasında ve CHP'nin ya da Millet İttifakı'nın ilk genel seçimlerde iktidara gidebilmesinde altın anahtar oldu...
Çünkü 31 Mart sonuçları; AKP'nin kendisini ayakta tutan Türkiye'nin Ankara gibi kalbini ve İstanbul gibi güç merkezini kaybetmesine yolaçmış ve Erdoğan iktidarının 25 yıl sonra tükeneceğinin çok sarsıcı bir işaretini vermiştir...

"Güç zehirlenmesi"nin de yol açtığı bu sarsıntıda, hiç kuşkusuz toplumu son aylarda esaret altına alınan enflasyon, zam, yoksulluk, yolsuzluk ve sosyal sefaletin etkileri kesinlikle gözardı edilemez...

Ancak AKP'nin bu yenilgisinde, CHP ve İYİ Parti muhalefetinin sandıklarda organize olması, şaibe ve hilelere geçit vermemek için var gücüyle mücadele etmesinin etkisi de unutulmayacak...

Velhasıl, AKP 25 yıl sonra nasıl büyük kentlerden itibaren kaybetmeye başladıysa Türkiye de çeyrek asır sonra Ankara ve İstanbul zaferiyle muhalefetini kazanmıştır... Asıl umut verici sonuç da budur...


Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

İstanbul'da AKP zaman kazanmaya mı çalışıyor? - Murat AĞIREL

Bu aralar sıkça söylenen Hint atasözünü hatırlatmak istiyorum: "Eğer birileri oturduğu koltuktan kalkmakta sıkıntı yaşıyorsa, kesin altına pisletmiştir."
31 Mart'ta yapılan seçim sonuçları ile ilgili süreç halen tamamlanmamış ve görünen o ki 12-13 Nisan tarihlerine kadar da tamamlanmayacak gözüküyor.
Anadolu Ajansı'nın (AA) veri girişini saatlerce durdurarak başlayan kaos sürüyor.

Toplum gergin.

Halk, iktidarın, bir an önce hayat pahalılığına çözüm olacak ekonomik müdahaleler bekliyor. Toplumda, AKP'ye yönelik tepki de bu yüzden diğer seçimlerde görülmemiş şekilde artıyor.

İktidar, il-ilçe seçim kurulları ve YSK'ya sürekli farklı bahanelerle başvurarak AA'nın başlattığı bilinmezliği destekleyen adımlar atıyor.

İşte tam bu süreçten sonra...

Cumhuriyet gazetesi yazarı değerli dostum Barış Terkoğlu'nun yazısında belirttiği kaos ekibi "Pelikancılar" devreye girdi.

Sosyal medya hesaplarından CHP'nin kendi sandık sorumlularını bilgilendirmek amacı ile kurduğu ara yüz sistemindeki bilgileri "şaibe" varmış gibi servis etmeye başladı. Bu çürütülünce bu sefer yalan haberler devreye girdi.

"YSK tüm oyları sayma kararı aldı", "Sandık başkanları gözaltına alındı", "İl Seçim kurulu başkanın kocası FETÖ'den sorgulandı" gibi yalan ve tek amacı kaos yaratmak olan safsatalar ile sosyal medyayı ve AKP tabanını kışkırtmaya çalıştılar.

Sonrasında aynı ekip cep telefonlarına, kişilerin sosyal medya hesaplarına "bir tanıdığım gönderdi", "eniştem duymuş", "tuvalette konuşurken duydum" gibi safsata akla gerçeğe uygun olmayan algı operasyonu malzemelerini servis etti.
Bu ekip, seçim akşamı İstanbul'da yaşanan mağlubiyetin sorumluları olarak da isim isim AKP üyesi ve taraftarları tarafından yazıldı.

Ben ayrıntısına girmeyeceğim.

31 Mart gecesinden bu yana İstanbul'da birçok noktada seçim kurullarında sandık ve oy nöbetindeydim. Sayılan sayılmayan oyları rakamları kamuoyundan önce bizler tanık oluyoruz.

Sadece şunu söyleyebilirim. Yasa dışı müdahaleler olmadığı sürece Binali Yıldırım'ın, Ekrem İmamoğlu'yla aradaki farkı kapatması mümkün gözükmüyor.
Bunu sadece biz mi görüyoruz hayır tabii ki...

AKP yetkililerinin tamamı da bu verileri görüyor ve biliyor.

O zaman karşımıza şu soru çıkıyor.

AKP sonucun değişmeyeceğini bildiği halde neden geçersiz oyların sayılması için ısrar ediyor?

Cevap olarak da aklıma gelen tek şey süre kazanmak... Neden böyle diyorum; İmamoğlu açıklamasında, aldığı bir duyumdan bahsetmişti. İBB içerisinde bir temizlik söz konusu demişti.

Kaynaklarımı aradım ve sordum.

Bu iddia belediyede görevli bir dostum tarafından da onaylandı. Hatta bu konu hakkında biraz daha bilgi vereyim.

İBB Başkan danışmanı olan bir ismin bilgisayarına format atılmasını istediği bilgisine ulaştım. Müdür, müdür yardımcısı konumundaki kişilerin odasında kağıt imha ettiklerine dair iddialar kulislerde konuşuluyor.

AKP'nin sonucu değiştirmeyeceğini bile bile itiraz etme nedeni bu çalışmalara zaman kazandırmak mı bilmiyorum. Ancak başka bir durum daha söz konusu...
O da İBB'nin 2019 bütçesi.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin 2019 yılı bütçesi, 23 milyar 800 milyon liradır. Belediyeye bağlı İETT ve İSKİ gibi kuruluşlar ile birlikte toplam bütçesi 34 milyar 801 milyon lira.

Bütçe bu kadar sanmayın! İstanbul Büyükşehir Belediyesine ait 28 iştirak var. Toplam ciroları da 24 milyar lira.

Yani İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin toplam hükmettiği para 82 milyar lirayı buluyor.

Peki, 2019 yılı içerisinde bu paralar hangi yatırımlara harcanacak?

...

Acaba arkada alelacele pastadan pay kapma telaşı mı var?


Murat AĞIREL / YENİÇAĞ

Hâkime saldıran Erdoğan'ı Ali Topuz ve Cindoruk kurtarmıştı! - Arslan BULUT

AKP Genel Başkanı sıfatıyla seçim sonuçları üzerindeki tartışmaları yorumlayan Tayyip Erdoğan, "Bu işler kitapta yazıldığı gibi değil. Önce öğrenin" dedi.
Kitaptan kasıt, seçim yasası olmalı. Yasada yazıldığı gibi yapılmazsa, seçimlere seçim denilebilir mi? Gerçi Erdoğan, bu sözlerden sonra seçim sonuçlarına itiraz süreçlerini anlattı ve "Son kararı Yüksek Seçim Kurulu verir" dedi. Örnek olarak da kendisinin milletvekili seçildiği hatta mazbatasını aldığı halde, bu sonucun iptal edilerek tercih oylarıyla öne geçen partisinin adayı Mustafa Baş'ın milletvekili olduğu 1991 genel seçimlerini hatırlattı.

Bu hatırlatma yerindedir ama eksiktir. Zira bundan önce de Erdoğan Beyoğlu belediye başkanlığına aday olmuş ve SHP'li rakibi karşısında seçimi kaybetmişti.
Ondan sonra ne olduğunu ise Beyoğlu İlçe Seçim Kurulu'nda görevli 2. Asliye Ceza Mahkemesi hâkimi Nazmi Özcan'ın avukatı Ali Rıza Dizdar, odatv'ye anlatmıştı.

Tutanakta imzası bulunan Soner Kalkan, ifadesinde şunları söylemişti: "Tayyip Erdoğan isimli şahıs yanında birkaç kişi olduğu halde içeriye girdi. Ve Seçim Kurulu Başkanı'na 'Şu haline bak sarhoş adam. Şu adalete bak. Kimlere kalmış. Seni yakacağım. Hepinizi adlı tıbba göndereceğim, (hâkime hitaben) Seni süründüreceğim. Yakacağım' şeklinde tehditte bulundu."

Beyoğlu İlçe Seçim Kurulu'nun şikâyeti üzerine Recep Tayyip Erdoğan hakkında 18 aydan iki yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açıldı.

Erdoğan, 31 Mart 1989 tarihinde polisler nezaretinde Beyoğlu Adliyesi'ne getirildi. Erdoğan, tutuklanacağını anlayınca mahkemenin bekleme salonundan kaçtı. Bunun üzerine Erdoğan hakkında gıyabi tutuklama kararı çıkarıldı.

***

Bundan sonrasını ise KKTC'de bulunduğu sırada beyin kanaması geçiren ve tedavisi İstanbul'da devam eden Ali Topuz, içinde benim de bulunduğum bir heyete anlatmıştı: "Oğuzhan Asiltürk telefonla aradı. Genel başkanları Necmettin Erbakan'ın selamlarını iletti ve bir ricası bulunduğunu söyledi. Erbakan'ın 'Bizim gençlerden Tayyip Erdoğan bir hata işlemiş. Ali Bey'in dünürü de Ağır Ceza reisi. Acaba devreye girmesi mümkün mü?' dediğini belirtti. Dünürüm, bu tür müdahalelere kapalı birisiydi. Tam bir kanun adamı idi. Epey düşündüm ve sonunda aradım. Bana yapılabilecek bir şey olmadığını, saldırıya uğrayan hâkimin şikâyetten vazgeçmesi halinde bile kamu davasının devam edeceğini ancak sanığın cezasının hafifletilebileceğini söyledi. Sonunda Nazmi Bey'in şikâyetten vazgeçmesi sağlandı. Erdoğan'a da 'bir süre ortalıkta görünmesin' diye haber gönderildi. Böylece Erdoğan ağır bir ceza almaktan kurtuldu."

Bu arada, şimdi Erdoğan'ın "bedel ödeyecek" dediği Hüsamettin Cindoruk da Erdoğan'ı kurtarmak için bizzat devreye girdi.

Erdoğan, 27 Nisan tarihindeki ilk celseye geldi. Beyoğlu Asliye Ceza Mahkemesi, yapılan duruşmanın ardından Erdoğan'ı tutuklayarak Bayrampaşa Cezaevi'ne gönderdi.

4 Mayıs 1989 tarihine kadar cezaevinde kalan Erdoğan, tekrar hâkim karşısına çıktı. Mahkeme, Erdoğan'ı 500.000 TL kefaletle serbest bıraktı. Mahkeme, Erdoğan'ı yargılama sonunda hâkime hakaret suçundan 6 ay hapis ve 20 bin TL para cezasına çarptırdı. Hapis cezası TCK'nın 72. maddesi gereğince 920 bin TL para cezasına çevrilerek tecil edildi.

***

Şimdi Yüksek Seçim Kurulu, AKP'nin her itirazını kabul ediyor. Ankara AKP yetkilisi, "Yeni sayımlar beklentilerimizi karşılamıyor. Sonuna kadar itiraz edeceğiz" diye açıklama yapabiliyor! Yani kazanana kadar mı?
İstanbul'da İl Seçim Kurulu Başkanı'nın eşi hakkında bir isim benzerliği kullanılarak "FETÖ'cü" diye yayın yapılıyor! Yani hâkim tehdit ediliyor! Yenilgiyi hazmetmek neden bu kadar zor geliyor acaba?


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

5 Nisan 2019 Cuma

Halkımız siyasallaşıyor - ÜNAL ÖZMEN

Seçmen olarak tercihimizi ekonomiye bakarak belirleyeceğimizi öngörenler yanıldı. Sonucu hâlâ öyle değerlendirenler ise yanılgılarında ısrar ediyor. Seçmen ekonomiyle ilgilenmedi, hem de hiç… 
İnsanlar, oyunu kullanırken alım gücünün düşmesine, işsiz kalmasına, enflasyona, kur artışına, kamu mülklerinin talan edilmesine bakmadı. Ekonominin 24 Haziran Genel Seçimine etkisi ne idiyse bunda da o kadar oldu. Ekonomi seçmenin eğilimini etkileseydi 2002 benzeri bir sonuç ortaya çıkması gerekir krizin sorumlusu AKP’nin oyu yüzde 15’in altına düşmüş, siyasi hayatında ekonomiyle uzaktan yakından ilgisi olmamış MHP kapısına kilit vurmuş olurdu. 
24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı seçiminde AKP-MHP ittifakının oy oranı 52.59 İdi. 31 Mart 2019 yerel seçiminde iktidar partilerinin oy oranı aşağı yukarı aynı, 51.64. 2002’de iktidar partisini sandığa kilitlemiş bir halkın, ondan daha hafif olmayan ekonomik krizin hesabını görmeyi nüfusun sadece yüzde birine bıraktığı düşünülemez! 
AKP-MHP ortaklığının (en) başarılı olduğu illerin ve bölgelerin ülkenin en yoksul kentleri olmasına sosyolojinin başka açıklamaları olabilir. Fakat işsizlik oranının en yüksek olduğu, yoksulluğu iliklerinde hisseden Ağrı, Urfa, Şırnak, Yozgat, Adıyaman gibi illerin yoksulluğunun ve kendisini kimin yoksul bıraktığının farkında olmadığını söyleyemeyiz.
Yoksulluk, kültürel etkileşime kapalı toplumları dönüştürmez; aksine, içine kapanmış toplumlar, hayatı dirimsel varlığını sürdürmekten ibaret görür ve kültürel değişime direnir. Yoksulluğun ve işsizliğin kıskacındaki İç, Doğu ve Güney Doğu ile Karadeniz bölgelerinin muhafazakârlığını, siyasal toplum olma yolundaki yavaşlıklarına bağlamak yanlış olmaz. Siyasallaşamayan toplumlar kendisini aç bırakanlardan hesap soramaz. 
Muhafazakârların kaybettiği yerlerin, ise yaşam kalitesini iktisat dışı etkenlerle ilişkilendirebilen dışa açık (kültürel anlamda sınır) bölgeler olduğu görülüyor. Bu bölgeler, iktidarın ekonomik yaptırımına rağmen tercihini yaşama biçimini değiştirme/değiştirmemeden yana yaptı. Devletin “beka meselesi” olarak görülmesini istediği (eğer gerçekse) dış tehdidin menzilinde olmalarına rağmen! 
Seçim dini ve laik kültür arasında yapıldı. Harita bunu açıkça gösteriyor. Ve bu iyi bir şey. Ekonomiye göre belirlenen davranış sonuçta çıkara dayalı, stratejik bir karardır. İdeolojik (siyasi) tercih, ekonominin de gözetildiği, ilkelere dayanan insana özgü kararın sonucudur ve daha değerlidir. Çünkü meselemiz bizi yoksullaştıranla, varlığımızı çalanla değil, onun ideolojisiyledir. 
Yavaş yavaş, kıyılardan içe doğru yurttaşlaşıyoruz. Ankara’da 25 ilçenin 22’sini, İstanbul’da 39 ilçeden 25’ini AKP-MHP ittifakında bırakıp büyükşehirleri CHP’ye devreden halkımız, muhafazakârlığımı kendi içimde, özel alanımda yaşamak istiyorum; dışarıda, büyük ölçekte seküler düşünüyorum demiş olabilir. Muhafazakâr toplumların siyasallaşması böyle olur; temkinli fakat kalıcı…
Siyasal İslam’ın sonunu gören Türkiye tavrını yeniden belirliyor. Hangi ilkeler etrafında birlikte yaşayacağımıza karar verme aşamasındayız. Bir yurttaş olalım, ilkelerimizi belirleyip birlikte yaşamaya karar verelim gerisi kolay…
Ünal Özmen / BİRGÜN

Seçim sonrasında birkaç tespit - KORKUT BORATAV

İttifakların ağır bastığı 31 Mart seçimleri, partiler-arası oy dağılımının hesaplanmasında güçlükler getiriyor. Önemli dağılım, bence, faşist ittifakın oy oranıdır.  İktidarın bekası açısından kritik olan eşiğin yüzde 52 olduğunu önce Bahçeli, seçimi izleyen balkon konuşmasında da Cumhurbaşkanı ilan etmişti.  Kesin olmayan sonuçlara göre, bu hedefin bir çentik altında kalmış görünüyorlar:  Yüzde 51,6…

İttifakın bu “eşiğe” nasıl yaklaştığını herkes biliyor: Hayalî bir “beka” sorunu; devletin tüm olanaklarının seferberliği;  Nazi-türü propaganda teknikleri; Cumhurbaşkanı’ndan ölçüsüz tehditler, ağır suçlamalar…

Yine de seçmenlerin yüzde 48,4ü faşist ittifaka “hayır” dedi. Sembolik önem taşıyan tüm büyükşehirlerde; işçi sınıfının yoğunlaştığı, sanayileşmiş, eğitimli bölgelerde muhalefetin   galibiyeti dikkat çekti.

1 Nisan sabahı, sıradan insanlarımızın pek çoğu rahat bir soluk aldı. “Bu karanlık, adaletsiz gidişe son vermek mümkünmüş” algılaması doğdu.

İktidar yerindedir; sınıflar-arası denge değişmemiştir; ama 31 Mart seçimleri İslamcı faşizme gidişi frenlemiştir. Bu nedenle küçümsenemez; önemlidir. İki büyük kentte belediye başkanlığını kazananların siyasî, ideolojik özellikleri güncel sorun değildir.

CHP’nin yeni belediye başkanlarını kutluyoruz; başarılar diliyoruz. Seçim başarılarına katkı yapan; seçim sonuçlarını nöbetleşe koruyan CHP örgütlerine, militanlarına, milletvekillerine de şükran borçluyuz.

CHP’nin özünde yer alan halkçı, Kemalist, devrimci, sol eğilimleri bu insanlar temsil etti; 1 Nisan’da “rahat soluklanmamızı” mümkün kıldı. Türkiye’nin geleceğine ilişkin iyimserliğimize de katkı yaptı.

“Merkez siyaset” gündemde mi?
Nisan 2017 Anayasa Referandumu   da benzer (%51,2 / %48,8’lik ) evet / hayır  dökümü ile sonuçlanmıştı. Böylece, son yıllarda İslamcı faşizme karşı Türkiye toplumunun kabaca yarısını temsil eden bir muhalefet bloku  oluşmuş görünüyor. Bu blok, Cumhuriyetçi, sosyalist, liberal akımlardan ve  HDP’den oluşmuştur.
“Kendiliğinden” oluşan bir muhalefet blokudur; bu nedenle ortak bir siyasî platformdan yoksundur. Ama, faşizme karşı direnme potansiyelini de içermektedir.
İktidar bloku yüzde 52’lik kritik oy hedefine yaklaştı; yine de bir moral sarsıntısı içindedir. Siyasî yansımalar mümkündür.

Seçim arifesinde AKP içindeki gerilimleri, “ılımlı / demokrat İslamcı” (veya “muhafazakâr”) bir partiye dönüştürme tasarımından ve (Abdullah Gül, Ali Babacan gibi) “eski tüfekler”in liderliğinden söz edilmekteydi. Bu girişim, büyük bir “merkez sağ / sol ittifak” tasarımının ilk aşamasını oluşturamaz mı? Büyük, “kozmopolit” sermaye çevrelerinin ve  Batı’nın Türkiye için ideal çözümü bu değil midir?

    Liberal akım, muhalefet blokunu doğal olarak merkeze çekme doğrultusunda etkilidir. Siyasî İslam’da “demokrasi” arayışı, Türkiye liberalizminin kalıcı bir özelliğidir. Bu “arayış”ın, 31 Mart sonrasında siyasete yansıması, olsa olsa CHP aracılığıyla gerçekleşebilir.

     CHP’nin egemen siyaset dilinin “Kemalizm”den arındırılıp “sosyal demokrasi”ye dönüştürülmesi liberal akımın etkisini yansıtıyor. Bu dönüşümün doğal bir uzantısı siyasî İslam ile uzlaşma, mümkünse ittifak arayışlarıdır. Örnekler çoktur. Son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kılıçdaroğlu’nun CHP adaylığı için Abdullah Gül’ü ikna çabalarını hatırlatmakla yetinelim.

Bu türden bir “merkez siyaset” arayışı, 31 Mart seçimlerinde Ankara ve İstanbul’da belediye başkan adaylarının seçiminde uygun ve yararlı olmuştur. Ancak, Türkiye siyasetine taşınırsa iki konuda farklı sorunlar içerecektir.
Birinci güçlük, “ılımlı siyasî İslam” ile CHP tabanının sola dönük, özünde Kemalist olan eğilimleri arasında laiklik konusundaki kan uyuşmazlığı ile ilgilidir.
İkinci güçlük, “merkez siyaset”in ekonomik krize karşı neo-liberal reçetelere teslimiyet tehlikesi ile ilgilidir.

Laiklik, CHP liderliği  ve sosyalistler
        Hukuk devletine ve parlamenter rejime dönüş, merkez siyasetin “ılımlı İslam” kanadı ile de uyumlu talepler olabilir. Ancak, 2019 Türkiye’si koşullarında merkez-sol, AKP rejimine “İslamcı faşizm” teşhisini koymazsa demokratikleşme gündemi eksik kalır. CHP liderliği ise, AKP rejimine “İslamcı” teşhisini koymamakta ısrarlıdır; zira, (onlara göre) “Türkiye’de laiklik tehditte değildir.”

    Referandum sonrasında AKP’nin İslamcı rejime geçiş stratejisinde bir değişiklik olduğunu düşünüyorum. Rejim değişikliğinin küçük, iddiasız adımlarla (adeta “çaktırmadan”) gerçekleşmesi daha güvenli görülmüş gibidir. Müftülere nikah yetkisi, okullara mescit, yeni eğitim müfredatı, Cuma namazına uyarlanan mesai, kadınlara ayrı otobüs gibi kimi uygulamalar örnektir.

    Bunlara resmî çevreler tarafından açıkça sahiplenilmeyen sembolik (heykel kırma, Ramazan yasakları, “dekolte” kadınları taciz gibi) saldırılar eklenmelidir. İktidar ile “muteber” cemaat / tarikat çevreleri arasında örtülü-açık işbölümü, eşgüdüm akla geliyor.

    Mevzuatta, yargının  içtihat ve uygulamalarında  küçük revizyonlar, hukuk sistemini fiilen  şeriata yaklaştıracaktır. Sokaklardaki yobaz baskıları, insanlarımızı “belâya bulaşmamak” için İslâmî hayat tarzına sürükleyecektir.

    Bunları iki-üç  yıl sonrasına taşıyın; İslamcı düzene yumuşak (“çaktırmadan”) geçiş kendiliğinden gerçekleşmiş olacaktır. Yeni bir anayasaya gerek kalmayacaktır.
    
    Laiklik gündemi ve mücadelesi, böylece, sadece dinî kuralların devletten, kamu yönetiminden, eğitimden uzak tutmayı kapsamaz. Günlük yaşamdaki özgürlük alanlarımızı, dinsel yobazlığa karşı korumayı da içerir. CHP tüm seçmen ve üye tabanı ile bu gereksinimlerin farkındadır. Ama bu farkındalık lider kadrosu tarafından siyasete taşınmamaktadır.

Buna karşılık, Haziran 2013 kalkışmasından bu yana Türkiye’de aydınlanmacı, cumhuriyetçi değerleri, kazanımları savunan ana akım Türkiye sosyalizmi oldu. Laiklik konusundaki somut mücadelelerin öncülüğünü de sosyalistler üstlendi. Dört yıl önce bilimsel-laik eğitim boykotu ve kampanyasının Birleşik Haziran Hareketi ve Eğitim-Sen tarafından örgütlendiğini; Halkevlerinin katkılarının da büyük önem taşıdığını hatırlatalım.

Siyasetin merkezindeki aymazlık sürdükçe, İslamcı düzene “yumuşak geçiş”i teşhir etmek, frenlemek de büyük ölçüde sosyalistlere düşecektir.

Krizde emeğin savunulması kime düşecek?
Kılıçdaroğlu’nun AKP’ye,  “krize karşı ortak çalışma” önerdiğini biliyoruz. Ancak, CHP’nin yayımladığıTürkiye’nin Krizi belgesi, AKP’nin ekonomik krize katkı yapan hatalarının doğru bir dökümünü yapmakta; çözüm önerileri ise, kriz konjonktürünü kapsamamaktadır.

Bu belirsizlik, neo-liberal şablonun iktisadî sağduyu önlemleri biçiminde sunulması ile sonuçlanabilir: Merkez Bankası bağımsızlığı, sıkı para - maliye politikaları ve yapısal reformlar… Geleneksel bir IMF programının  da ana öğeleri…
    
Türkiye’yi bu tür bir programa yönlendirmek için “finans kapitalin   ayak takımı” (çeşitli “yatırım uzmanları” kimlikleri ile) devreye girmiştir. Seçimi izleyen üç-dört gün içinde bu kampanyadan derlediğim bazı örnekleri (“tetikçi uzmanlar” yerine şirketlerinin  adları ile) aşağıya alıyorum:

    Rabobank: “Türkiye yöneticileri yerel seçimlerden hemen önce döviz piyasasının çalışmasını önlemeye ve böylece TL’nin istikrarını sağlamaya kalkıştılar. Maliyetine değer miydi?”
    ABN Ambro: “Bugünkü hükümet reform heveslisi görünmüyor; ekonomiyi daha fazla ucuz krediye boğmak gibi numaralara yönelecektir.”
Blue Bay Assets: “Hükümet hızla güven tazeleyen kapsamlı bir program sunmalıdır; aksi halde işler kötüleşecek ve başları derde girecek.”
    Commerzbank: “Bu seçim Cumhurbaşkanı için bir güvenoyu olarak görüldü; ama Erdoğan’ın politikalarına anlamlı bir değişiklik getireceğini sanmıyorum.”
    TS Lombard: “Arjantin de finansal güçlüklere sürüklendi; ama IMF’yi çağırdı. Bu sayede verileri herkese açıldı; zira IMF saydamlık getirir. Tamamen zıt bir durum yaşadığı için bugünkü Türkiye’ye  yatırım yapılamaz.”
    Oxford Economics: “Küresel finansa ihtiyacın varsa, onun kurallarına   göre oynayacaksın. Türkler, bu kuralları çok hafife aldı; Türk-usulü iktisadın uygulanabileceğini zannetti. Yeniden itibar kazanmak için çok zaman gerekecek.”

    Türkiye’nin bu tür “uzmanlara” muhatap hale gelmesi utanç vericidir.
IMF, finans kapital tarafından yaratılan bir bunalımın maliyetini sert kemer sıkma ve yapısal uyum reçeteleri ile emekçilere yıkar. Reddedilmelidir; çünkü finansal krizlerin yükü, borçlulara (yoksullara) değil, riskleri peşinen kredi maliyetlerine yüklemiş olan alacaklılara yansıtılmalıdır. Bu tür sağlıklı tepkilerin (sermaye hareketlerini sınırlayarak gerçekleşen) yöntemleri yıllardan beri geliştirilmiş; uygulanmıştır.

Şu anda Arjantin, bir IMF programını, krizi daha da derinleştirerek yaşamaktadır. CHP’nin “merkez siyaset” güzergâhı ise Arjantin’e yönelir.

Türkiye’nin finans kapitale, IMF’ye teslimiyet eğilimlerine karşı direnmesi için de sosyalistlerin, solcuların   devreye girmesi gerekecektir.

Korkut Boratav / SOL

Hüsnü Mahalli: Perde arkasında Fırat’ın doğusu var - Doğan Ergün

Türkiye-ABD ilişkilerinde en önemli gerilim başlığını, Ankara-Moskova hattında S-400 füze savunma sistemleri ve Suriye başlıklarında süregiden yakınlaşma oluşturuyor. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile ABD’li mevkidaşı Mike Pompeo arasında önceki günkü görüşmede de gündeme gelen Suriye başlığında gelinen aşamayı, bölge uzmanı, yazar Hüsnü Mahalli ile konuştuk.

Trump tweet atar.
- Ankara-Washinton hattında Suriye konusundaki farklı yaklaşımlar gündemden düşmüyor. Gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de yerel seçim ve iç politikayla ilgili yoğunluk olduğu için dış politika biraz geri itildi. Aslında Ankara tıkanmış durumda. ABD ise S-400 ve F-35’ler konusunu ciddiye aldığını gösterdi. Seçim sonuçlarının belli olmasının ardından ABD Başkanı Donald Trump’tan bir tweet gelebileceğini düşünüyorum. 

Ancak gerilimde perde arkasındaki asıl konu, her iki ülke için de stratejik önemi olan Fırat’ın doğusu. ABD; Suriye, Irak, İran ve Türkiye’yi bu konuyla meşgul ederek, İsrail’e verdiği destek ve Tahran’a uygulanan basıncı perdelemek istiyor. Aslında İsrail’in kurulmasına imkan veren Balfour Deklarasyonu ve Sevr’in suya düşmesiyle yüz yıl ertelenen bir mevzu bu Kürt meselesi. Öte yandan, iktidar tarafından dile getirilen “bekâ meselesi” bununla ilgili. Ancak sorun, Türkiye’nin kendi dış politika yanlışlarından kaynaklanıyor. İktidar, bu yanlışların bedelini Türkiye’ye ödetiyor. 

Çözüm Suriye’den geçiyor.
Türkiye, ekonomi ve dış politika bakımından ciddi bir bunalım içinde. Umarım bundan ders çıkarırlar. Türkiye ile Suriye ilişkileri düzelirse, Irak, İran ve daha bir dizi sorun düzelecek. Suriye bu bölgenin kilit ülkesidir. Abdullah Gül, 2009 yılında ilk ziyaretlerinden birini Suriye’ye yaptığında Ortadoğu’nun kapıları Türkiye’ye açıldı. Yine aynısı olabilir. Sen Suriye’yle ilişkilerini düzeltebilirsen Fırat’ın kuzeydoğusu sorununu çözebilirsin. Bunu da “savaş perspektifi” ile değil, “çözüm” adına söylüyorum.

İdlib’le düşünsel akrabalık var.
- Suriye’de bir başka önemli konu da İdlib sorunu. İdlib için nasıl bir gelecek öngörüyorsunuz?
Türkiye, İdlib konusunda istekli görünmüyor. İdlib’deki muhaliflerin AKP iktidarıyla ideolojik akrabalığı var. Dünyada Müslüman Kardeşler AKP’ye sempatiyle bakarken, Ankara’nın İdlib’de Şam ve Rusya’nın istediği adımı atması çok zor. Rusya ise “İdlib için ilelebet beklemeyiz” dedi. Muhtemelen seçimleri bekliyorlardı. Mayıs ayında yapılması beklenen Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile Putin’in görüşmesinde muhtemelen bu konu görüşülecek ve bir noktaya bağlanacaktır. 

- Bugün Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun masasında da İran’a bağlı güçlerin Suriye’den çıkarılması konusu var.
Bu noktada öncelikle Suriye’nin tutumu önemli. Esad biliyorsunuz iki ay önce Tahran’a gitti. Bu konuda net bir tutumu var. İran ve Suriye birbirlerinden vazgeçmez. Irak-İran savaşında da Baba (Hafız) Esad İran’dan yana tavır koydu. 

Arap ülkeleri suspus.
Rusya’nın ise büyük devlet olarak kurduğu ilişkiler, BMGK’deki konumu, farklı yerlerdeki üsleri vb. düşünüldüğünde yaklaşımı tabii ki Suriye’den farklı. Bu nedenle İran için net bir tercih yapmak zorunda değil. Ancak, şunu net bir şekilde söyleyebilirim ki, Putin, Suriye-İran bağını çöpe atacak bir adım atmayacaktır. Zaten böyle olsaydı Suriye’ye S-300’leri vermezdi. Suriye’de İran’ın askeri varlığının Golan’dan kaç km. uzaklaşacağı gibi görece küçük meseleler gündemde olabilir. Oysa, aslolan, Kudüs meselesidir, Golan meselesidir. Dahası, çok yakında ABD Filistinlilere Ürdün’den alınacak bir toprak parçasını işaret edecek ve Batı Şeria’yı da ellerinden almak isteyecekler. Tüm bu başlıklarda özellikle Arap ve İslam ülkeleri suspus kalıp hiçbir şey yapmıyor.

Doğan Ergün / CUMHURİYET

NATO ile kriz hilafet rejimi için mi? - Arslan BULUT

ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence, "Türkiye bir tercih yapmak zorunda. Tarihteki en başarılı askeri ittifakta kritik öneme sahip bir ortak olarak mı kalmak istiyor? Yoksa ittifakımızı sarsacak pervasız kararlar alarak bu birlikteliğin güvenliğini riske mi atmak istiyor?" diye bir mesaj yayınladı.
Pence'in sözlerine, Türkiye adına Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, aynı yöntemle; Twitter mesajıyla cevap verdi:"Amerika Birleşik Devletleri bir tercih yapmak zorunda! Türkiye'nin müttefiği olarak mı kalmak istiyor, yoksa NATO müttefiğinin düşmanları karşısında savunulmasını hiçe sayarak teröristlerle ortaklık kurup dostluğumuzu riske mi atmak istiyor?"

***

Fuat Oktay'ın bu çok net cevabı, Türkiye ile ABD arasında asıl sorunun, S-400 füzeleri değil, ABD'nin Suriye'de PKK/PYD ordusu kurması ve Türkiye'nin müdahalesini de önlemesi olduğunu gösteriyor.

Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo'nun Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile görüşmesinin ardından ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Robert Palladino, yaptığı açıklamada, "Bakan Pompeo, bölgedeki tek taraflı Türk askeri harekatının potansiyel olarak yıkıcı sonuçları olacağına dair uyarıda bulunurken, kuzeydoğu Suriye ile ilgili devam eden müzakerelere destek verdiğini belirtti" ifadelerini kullandı.

Türkiye Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hami Aksoy ise bu açıklamaya cevaben "Görüşmeden önce kaleme alındığı aşikar olan bu açıklama, görüşmenin içeriğini yansıtmıyor." dedi.

***

ABD, Türkiye'yi NATO'dan çıkarabilir mi? Kuzey Atlantik Antlaşması'nın 13'üncü maddesi şöyle: "Antlaşma 20 yıl boyunca yürürlükte kaldıktan sonra herhangi bir taraf, ayrılma bildirimini Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti'ne vermesinden bir yıl sonra taraf olmaktan çıkabilir. ABD Hükümeti aldığı her ayrılma bildiriminden tüm tarafları haberdar edecektir."

Bu maddeden ve antlaşmanın tamamından, NATO'nun ABD demek olduğu anlaşılıyor. Yine de antlaşma, ABD'ye hiçbir ülkeyi, NATO'dan çıkarma yetkisi vermiyor. Türkiye kendisi isterse NATO'dan çıkabilir.

Kâğıt üzerinde durum böyle ama ABD, diğer NATO ülkelerini de ikna ederek Türkiye üzerinde baskı kurabilir. Böylece Türkiye NATO'dan ayrılmak zorunda kalabilir.

ABD'nin Türkiye'yi "S-400 sistemini alırsan NATO üyeliğin sona erer" diye tehdit etmesi ciddi bir baskıdır. Türkiye'nin kendi hava savunma sistemini kurması, NATO ülkelerinin saldırısını da imkânsız kılmak demek oluyor. Şu anda Türkiye'nin hava savunma sistemi yok. Zaten Türkiye'nin NATO'ya karşı hiçbir savunma sistemi yok! Ergenekon-Balyoz operasyonları bir NATO saldırısıydı. 15 Temmuz darbe girişimi, bir NATO saldırısıydı. Türkiye'nin Suriye'den kuşatılması bir NATO saldırısıdır. Beş milyon Suriyelinin Türkiye'ye sürülmesi bir NATO planlamasıdır! NATO demek, ABD demek ise gerçek budur.

***

ABD ve PKK'nın, Türkiye Cumhuriyeti'ni bir Türk-Arap-Kürt federasyonuna çevirmek için, IŞİD düzeneğini kullandığı ve Suriyelileri bu hedef için Türkiye'ye sürdüğü açıktır. Türkiye bu tuzağa kendi kararı ile düşürülmüştür.
Peki, Türkiye'deki siyasi iktidar, Suriyeliler konusunda ne yapmaya çalışıyor?
Prof. Dr. Ümit Özdağ, Destek Yayınları arasında çıkan, "AKP Rejiminin Dörtlü Krizi: Kaçınılmaz Çöküş" adlı son kitabında şu değerlendirmeyi yapıyor:
"Erdoğan'ın asıl amacı, Türk devletinin demografik yapısını değiştirerek millet kimliği yerine ümmet kimliğine dayanan yeni bir sosyoloji yaratmaktır. Erdoğan, bu sosyoloji üzerinde, amaçladığı hilafet rejiminin daha rahat oturacağını düşünüyor. AKP ileri gelenleri, yavaş yavaş alıştırma süreci diye adlandırabileceğimiz bir strateji çerçevesinde, 'Suriyeliler, büyük devlet olmak için büyük fırsata dönüşebilir' diyerek, Suriyelilerin Türkiye'de kalacağını bunun için söylüyor."

"Türkiye, NATO'da mı kalacak, yoksa Avrasya'ya mı dönecek" derken, ülkenin adım adım Hilafet sistemine sürüklendiğini görmek gerekiyor!


Arslan BULUT / YENİÇAĞ