12 Nisan 2019 Cuma

IMF’nin Nisan Raporu’nda Türkiye - KORKUT BORATAV

IMF’nin Nisan 2019 tarihli Dünya Ekonomik Görünümü(“World Economic  Outlook”) başlıklı raporunun Türkiye ile ilgili kesimlerini gözden geçirmek istiyorum. Nisan Raporu ile eş-zamanlı olarak IMF’nin veri bankası da güncelleştirildi. Oradaki Türkiye ile ilgili yeni istatistikleri de dikkate alacağım.
IMF’nin nicel öngörüleri genellikle “arızalıdır”. Bu kurum, kendisini emperyalist sistemin ekonomik akıl hocası olarak görür ve dünya ekonomisinin geleceğine “pembe gözlükler” ile bakma saplantısı içindedir. Gerçek hayat bu beklentileri çoğu kez doğrulamaz; IMF’nin ekonomik öngörüleri de “olumsuz” doğrultularda düzeltilir.

Nisan 2019 Raporu da aynı “arıza”yı içeriyor.  Bir önceki (Ekim 2018 tarihli) Rapor’da dünya ekonomisinin 2018 ve 2019’da yüzde 3,7’lik oranlarda büyüyeceği öngörülmüştü. Altı ay sonraki Rapor, bu oranları 2018 için %3,6’ya; bu yıl için ise %3,3’e indiriyor.


Türkiye ekonomisi için de benzer revizyonlar yapılmış. Büyüme verileri ile başlayalım.

Türkiye ekonomisinin büyüyen, küçülen güzergâhı
Ekim 2018 Raporu’nda IMF, o yıl için Türkiye ekonomisinin yüzde 3,4 büyüyeceğini, 2019’da ise büyüme sürecinin yavaşlayarak (yüzde 0,7’ye inerek) devamını öngörmüştü.

Birincisinin yanlışlığını TÜİK’in 2018 GSYH verileri yayımlanınca ortaya çıkmıştı:  2018’de yüzde 2,6 oranında büyüme… Nisan Raporu, IMF’nin 2019 Türkiye ekonomisi için öngörüsünü “küçülme” doğrultusunda düzeltiliyor: Yüzde -2,5…  

Nisan Raporu ise, 2019’un ilk yarısında Türkiye’de iç talep ve üretim daralmasının süreceğini; “düzelme”nin 2019’un ikinci yarısında başlayacağını öngörüyor (s.12). Bu yılın tümü için yüzde 2,5’lik bir daralma, millî gelirin ilk altı ayda sert bir tempoda gerilemesi ile mümkün olabilir. İlk üç ayın TÜİK, Kalkınma Bakanlığı ve İSO (PMI) verileri de bu doğrultudadır.

IMF’ye göre 2020’de GSYH yüzde 2,5 oranında artacaktır; orta dönemde ise Türkiye için sadece yüzde 3,5’lik bir büyüme eğilimi söz konusudur. Bu oran, bence, ekonomimizin büyüme potansiyeline yakındır. Bu eğilimin temsil ettiği “orta halli büyüme patikası”, işsizlik oranını tek hanelere indiremez. Nitekim IMF veri bankası Türkiye’nin işsizlik oranlarını 2020 sonuna kadar çift hanelerde öngörmektedir.

IMF, Türkiye’nin dolarlı millî gelir düzeylerini de güncellemiştir. Türkiye toplumunun gönenç düzeyindeki değişmeler, sabit TL ile ölçülen toplam ve kişi başına GSYH ile izlenmelidir. Dolarlı GSYH’nın seyri ise, Türkiye ekonomisinin uluslararası ekonomik gücünü temsil ettiği için önem taşır.

Aşağıda, IMF’nin Nisan 2019’da güncelleşmiş veri tabanında Türkiye’nin toplam ve kişi başına dolarlı GSYH verilerini  veriyorum. 2019 verisi öngörüdür.
Tabloyu fazla büyütmemek için vermediğim 2014 ve 2015 sayıları ise (aynı sırayla) şöyledir: Toplam GSYH: 934,1 → 855,4. Kişi başına GSYH: 12022 → 10915.

Böylece, dolarlı  GSYH hesabına göre 2013 - 2019 arasında toplam ve kişi  başına dolarlı millî gelir kesintisiz düşmüştür. 


Enflasyon dahil (nominal) TL ile belirlenen GSYH toplamını, dolar/TL kurunun yıllık ortalama değerine  bölünüz; dolarlı millî geliri  hesaplamış olursunuz. IMF, 2018  hesabında ortalama dolar fiyatını (TCMB’yi izleyerek) 4,83 TL olarak almış. T.C. Kalkınma Bakanlığı ise 4,72 TL’lik  bir hesaplama ile 2018’in dolarlı toplam  millî gelirini  18 milyar dolar yükseltmiş; 784 milyar dolara çıkarmıştır. 

Kusura bakmasınlar, ben, bu döviz kuru tercihinde Kalkınma Bakanlığı’na güvenmiyorum.

Cari işlem dengesi: Açık mı?  Fazla  mı?
IMF’nin Nisan’da güncellenen veri bankası, 2019’da Türkiye’nin  cari işlem dengesinin millî gelirin yüzde 0,7’si oranında fazla vereceğini öngörmüş. Küçülme sürecinin ekonomiyi dış dengeye ulaştıracağı varsayılmaktadır.

Ne var ki, Ağustos-Kasım 2018’i kapsayan dört aylık cari işlem fazlası, sonraki iki ayda son buldu; ekonomi Aralık 2018 ve Ocak 2019’da toplam  2,3 milyar dolar açık verdi.

IMF’nin iyimser “dengelenme” senaryosu, Türkiye ekonomisinin küçülürken dahi cari açık veren yapısal bozukluğunu dikkate almıyor. Yüzde 4,7’lik küçülme ile 11,4 milyar dolarlık cari işlem açığının birlikte yaşandığı 2009’u hatırlatalım.

Kamu dengeleri ve politika reçeteleri
IMF politika reçeteleri içinde kamu dengeleri önemli yer tutar. Nisan 2019’da  güncellenmiş olan Türkiye verilerine, öngörülerine göz atalım: Bütçe dengesinin millî gelire oranı 2018-2019’da yüzde olarak -3,6’dan -3,1’e gerilemiştir. Faiz dışı birincil bütçe dengesi/GSYH oranı da açık vermektedir: -2,1 → -1,2… Kamu maliyesinde bir yıl içinde  millî gelirin yüzde 0,5 ile 0,9’u oranında daralma tespiti…

Kamu maliyesinde daralma, çoğaltan etkisine bağlı olarak millî geliri fazlasıyla aşağı çeker.
Bu sayılar, iktidarın Eylül’de ilan ettiği Yeni Ekonomi Programı’ndaki (YEP’teki) 2018-2019 hedefleri ile uyumlu değildir. YEP’te yer alan 2018-2019  faiz dışı kamu dengesi / GSYH oranına (yüzdesine) ilişkin hedeflere göz atalım: -0,7 → +1,1… Kamu maliyesindeki toplam daralma hedefi, millî gelirin yüzde 1,8’ine ulaşmaktaydı. Bu daralma, kamu harcamalarında 60 milyar TL’lik kısıntı, vergilerde 16 milyar TL’lik artış ile gerçekleşecekti.

O tarihlerde YEP’te yer alan kemer sıkma ve yapısal uyum hedeflerinin IMF’nin Nisan 20018 tarihli Türkiye raporundan türetildiğini defalarca  vurgulamıştım. IMF’nin Nisan Raporu yazarları, elbette bu durumun farkındadır. Dahası, YEP’te (ve ona bağlanan 2019 bütçesinde) yer alan mali kemer sıkma hedeflerinin Ocak-Mart aylarında uygulanmadığı da fark edilmiştir.

Tekrar ediyorum: IMF’ye göre 2018-2019’da kamu kesimi faiz dışı denge / GSYH göstergesi sadece yüzde 0,9 oranında (-2,1 → -1,2) daralmıştır.

Nisan Raporu, iktidar belgelerinde kullanılan kamu dengesi tanımının yanıltıcı olduğunu da ileri sürüyor: “[Rapor’daki] kamu maliyesi tahminleri, Türkiye’nin 2019-2021 Yeni Ekonomi Programı’ndaki yer alan birincil ve genel denge verilerine göre daha olumsuzdur. Bu farklılık YEP’de içerilen bazı gelir ve gider kalemlerinin IMF tanımına uymamasından kaynaklanmaktadır.” (s. 169).

Kısacası, Nisan Raporu’na göre, Türkiye’nin 2018 faiz dışı kamu dengesi / GSYH oranı (yüzde olarak) -2,1’dir. YEP ise, aynı oranı daha küçük göstermiş; yüzde -0,7 olarak belirlemişti. Millî gelirin yüzde 1,4’üne ulaşan bu fark, AKP iktidarının kamu açıklarını yükselten bazı kalemleri dikkate almamasından ötürüdür.

Rapor, ayrıca, 2019’da iktidarın uyguladığı malî kemer sıkma önlemlerini de yetersiz buluyor; “daha fazla…” telkininde bulunuyor: “Türkiye’de, karmaşık ekonomik sorunlara karşı YEP bir çerçeve oluşturmaktadır. Bu zeminin üzerinde makro-ekonomik istikrarın güvenceye alınması için kapsamlı ve inanılır bir politika sepeti gereklidir. Para politikasının… etki alanı sınırlandığı için malî güçlendirme (“consolidation”) öne çıkarılmalıdır. Kamu-özel ortaklığı (KÖO) alanlarındaki [kamusal] harcamaların rasyonelleşmesi ve saydamlaşması, malî alanda güvence için gereklidir. Finansal bilançoların sağlığı, güçlendirilmesi için ek saydamlıklar ve şirketlerin borç kırılganlıklarının ele alınması için ek çabalar gereklidir.” (s.25)

IMF’nin Dünya Ekonomik Görünümü belgelerinde ülke politikalarına ilişkin önerilere fazla yer verilmez. Nisan Raporu’nda da Türkiye’ye ilişkin tek politika önerisi ise yukarıdaki satırlardan ibarettir.

Bu satırlar, (IMF’nin Nisan 2018 Türkiye Raporu’ndan esinlenmiş olan) YEP’e olumlu bir referans verdikten sonra, programın uygulanmasındaki eksiklikleri “lisan-ı münasip” ile işaret etmektedir. Ve olası bir stand-by anlaşmasının ipuçları da içerilmektedir: Kamu maliyesi ve KOÖ hesaplarında önce saydamlaştırma; sonra ek kemer sıkma; olası bir IMF kredisi ile bankalar ve şirketler kurtarılacaksa ön-koşul olarak bilançoların ve borçlulukların saydamlaştırılması…”

Hem IMF’nin bir yıl önceki Türkiye Raporu’nda, hem YEP’te yer alan (özünde tümüyle emek-karşıtı olan) yapısal uyum programlarına yukarıdaki satırlarda değinilmiyor. Ne gam? Berat Albayrak (aslında uluslararası finans çevrelerine hitap eden) 10 Nisan sunumunu “yapısal reform” anlayışı üzerine inşa etti ve (kıdem tazminatı, BES gibi) “gereken ve umulan” önlemlere de öncelik verdi.
İktidar, sıcak para ve kredi akımlarını denetleyen uluslararası finans çevrelerine “IMF’siz bir IMF programı uyguluyoruz” mesajını iletiyor; kaçamaklar nedeniyle ikna edemiyor. Bu ikilem, ekonominin güncel açmazını oluşturuyor.

Korkut Boratav / SOL

KaHeKalı ve mazbata - İLHAN CİHANER

İlk duyan “Karslı, Harranlı” gibi bir aidiyeti işaret ediyor sanır. Ama değil. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen Olağanüstü Hal’de(OHAL) çıkarılan, Kanun Hükmünde Kararnamelerle kamu görevinden ihraç edilenleri tanımlıyor. Çok yazıldı çizildi ama KHK’lar OHAL’in ilan edilmesine neden olan konu ve süreyle sınırlı ilken, parlamento ve anayasa hukukunun tüm ilkeleri yerle bir edilerek aynen kanuna dönüştürüldü ve OHAL rejimi kalıcılaştı. KHK’larla İhraç edilenlere dönük “tedbirler” de kalıcılaştı.


Tedbirler darbe girişimine ve Fetullahçı yapılanmanın suçlarına katıldıkları sabit olanlarla sınırlı ve yargısal denetime tabi tutulması gerekirken, “el değmişken” rahatsızlık verenleri, tabi olmayanları, itiraz edenleri de kapsadı. Geçmişte Fetullahçı yapılanma ile “kavga” eden sendikalar toptan KHK’lı oldular. Üniversitelerde Fetullahçı olan yöneticiler bile, barış diyen, hukuk diyen, itiraz eden akademisyenleri KHK’lı yaptılar. Bu durum ülkeyi 15 Temmuz’a getiren süreçle adil ve etkin bir mücadelenin önüne geçti.
Şimdi yerel seçimlere katılıp seçilen KHK’lılara mazbata verilip verilmeyeceğini tartışıyoruz. Seçimlerin hukuk, düzen ve dürüstlük içerisinde yapılmasından sorumlu olmaktan “patronluğa” terfi ettirilen YSK kararını açıkladı: KHK’lılar en çok oyu alarak seçilmiş olsalar bile seçilmiş sayılmazlar!
Önce kısaca hukuki durum; Anayasa vatandaşların seçilme hakkını güvence altına almış. Bu hakkın kullanılmasının kanunla düzenleneceğini belirtmiş. Yerel seçimlerle ilgili 2972 sayılı yasanın“Seçilme Yeterliliği” başlıklı 9. maddesi aynen şöyle: “2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu’nun 11’inci maddesinde belirtilen sakıncaları taşımamak şartıyla, on sekiz yaşını dolduran her Türk vatandaşı belediye başkanlığına, il genel meclisi ve belediye meclisi üyeliğine seçilebilir.” Yani Milletvekili seçilmesinde sakınca olmayan Belediye seçimlerine girebilir. Yeterli oyu alırsa da “seçilir.”
Pek kanunun 11. maddesi ne diyor: “İlkokul mezunu olmayanlar, kısıtlılar, askerlikle ilişiği olanlar, kamu hizmetinden yasaklılar ve belli suçlardan kesin mahkûmiyeti olanlar” milletvekili seçilemez (Hemen belirtelim ki “kamu hizmetinden yasaklılar” kesinleşmiş bir mahkûmiyetin sonucu olan yasaklılığı kastetmektedir). Özetle bu statüdeki yurttaş milletvekili seçilebiliyorsa yerel seçimlere katılıp belediye başkanı ve belediye meclisi üyesi de seçilebilir. Bu kadar net, bu kadar açık, bu kadar kesin! O kadar kesin ki 24 Haziran seçimlerinde bu tartışma yapıldı ve KHK’lılar mazbata alarak milletvekili seçildiler. Eğer referans kanun Milletvekili Seçimi Kanunu ise bu engelin orada da sonuç vermesi gerekirdi.
Asıl vahimi ve süreci açıkça bir “tuzak” haline getiren de şu: Mahalli İdareler İle Mahalle Muhtarlıkları ve İhtiyar Heyetleri Seçimi Hakkında Kanun’un 15. Maddesi “İlçe seçim kurulları, kendi seç̧im çevrelerinin adayları hakkında, yapacakları inceleme sonucunda bu Kanunda yazılı adaylık şartlarında noksanlık veya aykırılık bulunduğunu görürlerse, durumu geçici ilan tarihinden itibaren iki gün içinde ilgili adaya ve siyasi partilerin ilçe başkanlıklarına bildirirler” demektedir. Ancak herhangi bir yerde böyle bir bildirim yapıldığına dair bilgimiz yok.
Şimdi adaylıklarına hukuken engel olmadığı seçim kurullarınca onaylanıp seçimi kazananlara değil sonra gelenlere mazbata veriliyor. İşte İstanbul’da aradıkları gibi bir organizasyon!
Bir hususu daha belirtmekte fayda var bu durumdaki belediye başkanları HDP’li ve KaHeKalılara GeBeTelilerin de katılma ihtimali var.
İstanbul’daki hukuksuzluklara odaklanılmış ve “faşizmin geriletilmesi” kutlanırken, memleketin “öteki yerlerinde” demokrasi ve hukuk katliamı tıkır tıkır yürüyor. Oysa Erdoğan seçim öncesinde bu günleri açıkça işaret etmişti. KHK’lı uygulaması ve İstanbul için dillendirilen “bu kadar oy farkı ile seçim mi alınır? Huzur İçin seçim yenilenmeli!” türü söylemler rejimin kritik bir aşamasına işaret ediyor. Buna karşı verilecek tepki de geleceğimizi belirleyecek. Kanun maddesi ya da geçmiş çelişkileri açıklamak tabii ki yapılmalı ama yeterli olmayacağı açık. Ne olup ne olmadığını bizden iyi biliyorlar. Muhalefetin referandumda yapamadığını yapıp meşruiyet tartışması açmaya çalışıyorlar. Yapılması gereken bu zorbalığa teslim olunmayacağının, tüm muhalefetin -hatta demokratik olma iddiasındaki unsurların- hukuka aykırı olarak yenilenecek seçimlere katılmayacaklarının şimdiden açıklanması ve İstanbul’daki direniş ve mücadeleyi seçimlerin KHK’lı olma gerekçesi ve sair zorbalıklarla gasp edilen diğer yerlerle birleştirmek.
Süreçteki politik aktörlere eleştirileri rezerv tutarak demokrasinin ve hukukun asgari gereği olarak yapmak gerek bu dayanışmayı.
Ana akım medyayı eleştirmek için kullanılan bir söz vardı: İstanbul’a kar yağmadan Türkiye’ye kış gelmez! Kar epeydir yağıyor ülkenin her yerine…
İlhan Cihaner / BİRGÜN

AKP siyasi bir parti değil - ÜNAL ÖZMEN

Kasım 2002 genel seçiminde yüzde 34.42 oy alan AKP, 365 milletvekilliği elde ederek 550 sandalyeli meclis’te yüzde 66.36’lık güce sahip oldu. 19.42 oy oranı ile 177 sandalye elde eden CHP, Meclis’in yüzde 31.18’ini; Meclis’e giren 8 bağımsız milletvekili ise (seçilemeyen bağımsız adayların aldığı oy dahil) 0.96 oy oranı ile Meclis’in 1.45’ini oluşturdu. Yüzde 9.52 ile DYP, 8.35 ile MHP ve yüzde 5’in üzerinde oy alan Genç Parti, DYP ve ANAP meclis’e giremedi. Vatandaşın yüzde 45.2’sinin oyu, karşı oy kullandıkları AKP ve CHP’nin hanesine yazıldı. Baykal, ‘millet iradesine saygının gereği olarak’  iktidar partisi AKP’nin Genel Başkanı  Recep Tayyip Erdoğan’ın  suçunu affedip  milletvekili olmasını sağladığında, milletin yarısının iradesi sandığın dışındaydı. Erdoğan’ın siyaset yasağını kaldıran Anayasa değişikliğini iradesini “millet”ten almayan milletvekilleri sağlamıştı. Ahlaki gerekçelerle savunulduğu için bu kararın meşruiyeti tartışma konusu yapılmadı.

Fakat aynı Erdoğan, 31 Mart Yerel Seçimi’nde belediye meclisi oy oranına bakarak oyların yüzde 51.64’ünü, İstanbul ve Ankara’nın toplam 64 ilçesinin 47’sini almışken nasıl olur da bu illerin büyükşehir başkanlıklarını kaybetmiş olabilirim, bu mümkün değil diye düşünüp sonucu tartışma konusu yapabiliyor. Zarfta dört ayrı pusula olduğu, seçmenin, dört farklı tercihte bulunma hakkına sahip olduğu onun aklına bile gelmiyor. Gelmiyor, çünkü YSK tek zarf uygulamasını kâğıttan veya zamandan tasarruf olsun diye değil, seçmeni blok oy kullanmaya yönlendirmek için getirmişti. Plan, seçmenin bilinçli davranışı karşısında tam başarıyı getirmedi. Bu durumda geriye söylenecek tek söz kalıyor “13-14 bin oy farkla seçimi kazandım havasına kimsenin girmeye hakkı ve salahiyeti yoktur!”
Erdoğan’ı hukuk dışına çıkaran, AKP’yi baş edilemez belaya dönüştüren kendisine ait olmayan iradeyi kullanmasıydı. 2002’de azınlıkla çoğunluk gücü elde edildi ve azınlık, devletin güç aygıtlarıyla çoğunluğun iradesini kırdı. Artık AKP için oy, gücün değil meşruiyetin kaynağıdır. Seçmenin baki olmadığını, aslında azınlığı temsil ettiğinin bilincinde olmak bu partiyi parti olmaktan çıkarıp güvenlik kuvvetine dönüştürdü. AKP, artık siyasi bir parti değil, oyunu siyasetin kurallarıyla oynaması beklenemez. İktidarını demokrasiye borçlu olmadığı için demokratik sonuçları kabulleneceği düşünülmemeli. Ekrem İmamoğlu’nun mazbatasını belki bu gün verebilirler. Fakat maraza çıkarmaktan geri durmayacaklardır.
AKP, sahip olmadığı gücü kullanırken hep ağlayıp sızlandı, mağduriyet edebiyatı yaptı. Erdoğan, bu toplumda mağduriyetin meşruiyet sağladığını bilen ve bunu yöntem olarak kullanan bir siyasetçi. Bu nedenledir ki seçim barajının olmaması nedeniyle genel seçimlere nazaran demokratik olan yerel seçimde büyük illeri kaybetmiş olmasının ortaya çıkaracağı meşruiyet sorununu mağduriyet söylemiyle telafi etmeye çalışıyor. İtirazlarla sonucu değiştiremese bile büyük, organize ve örgütlü bir gücün hedefi olduğu algısı ona yetecektir. Elde ettiği gücü rahatça kullanabilmesi için kaybetmediği halde kaybettirilmiş (özellikle dış dünyada) biri olması gerekiyor çünkü.
Ünal Özmen / BİRGÜN

İMZAYA DAVET

Bir kitap yazdım ve matbaadan dün çıktı. Adı Piyasa Ahlakı. Piyasa, din, eğitim ilişkisini inceleyen kitap, piyasa din ortaklığının insana, insanlığa yönelik saldırısına karşı ahlaki tavır geliştirmeyi öneriyor.
Piyasa Ahlakı, okurun karşısına ilk kez Pazar günü TÜYAP İzmir Kitap Fuarında çıkacak. Bu Pazar saat 16.00-18.00 arasında Yakın Kitabevi standında olacağım (Salon 2 Stand 103F). İzmirlileri, İzmir’deki dost ve okurları beklerim.

11 Nisan 2019 Perşembe

İstanbul Bilal Erdoğan’ın babasının malı değildir - Barış Terkoğlu

Bu yazı bir süre sonra kendisini imha edecek. 

Hayır, ajan filmlerindeki gibi kendini yakarak değil. Koyunda saklanan yasaklı aşk mektupları gibi küçük parçalara da ayrılmayacak. Neyse ki, Türkiye hâlâ bir hukuk devleti. Bu yüzden hukuksuz işleri hukukçulara yaptırabiliyorlar. 

Bir sulh ceza hâkiminin önüne bir dilekçe konacak. Hâkim, “şikâyetçi” bölümünde Cumhurbaşkanı’nın oğlunu görünce toparlanacak. Bacağını diğerinin üzerinden indirip yanına koyacak. Gözlerini ovuşturup derin nefes aldıktan sonra sağ elinin işaret parmağıyla cüppesindeki düğmeye dokunacak. Değiştirmek istediği eski arabasını, çocuğunun okul taksitini düşünecek. Sonra, “gereği düşünüldü” diye yazıya erişimi yasaklayacak. 

Nereden biliyorsun” derseniz, “yaşadıklarımdan” derim. Bu köşede daha önce okuduğunuz “Cumhuriyet Bilal Erdoğan’ın babasının malı değildir” yazısını şimdi bulamıyorsanız, sebebi bu. 

Oysa kâğıda, yüreğe ve akla yazılan yalnız eskir, ama silinmez.


Bilal Erdoğan’ın vakıfları 
İstanbul seçimlerinde herkesi tartıştık da, bir Bilal Erdoğan’ı konuşmadık. İşin ilginci, Bilal Erdoğan da hemen her konuda konuşuyor da o da İstanbul bahsini açmadı. 
Oysa ben en çok onun ne düşündüğünü merak ediyorum.
 
Ekim ayının ilk günüydü. İbn Haldun Üniversitesi açılıyordu. Salonda profesörler oturmuş, kürsüde Bilal Erdoğan konuşuyordu. Mutlaka tesadüf değil. Zira üniversitenin başkan vekiliydi. Erdoğan’dan sonra kürsüye kim mi geldi? İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Mevlüt Uysal. Bilmiyordum, meğer o da aynı üniversitenin mütevelli heyeti üyesiymiş. Hem belediye başkanı hem de üniversite yöneticisi olarak yaptığı katkıları anlattı. 16. yüzyıldan kalma Süleymaniye Külliyesi Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından üniversiteye verilirken, İstanbul Belediyesi de üstüne düşeni yapmıştı. Sürpriz değil, üniversitenin ilk kampusu da sonraki inşaatları da Uysal’ın daha önce başkanlık yaptığı Başakşehir’de idi. 

İbn Haldun Üniversitesi, aslında bir TÜRGEV projesiydi. Nitekim üniversitenin sitesinde belediye ile TÜRGEV’in muhabbetinin eskiye dayandığı şöyle anlatılıyor:“Vakfımız 1996 yılında, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanıolduğu dönemde, bugünkü T.C. Cumhurbaşkanı Sn. Recep Tayyip Erdoğan öncülüğünde kurulmuştur.” 
Nitekim Bilal Erdoğan da, İstanbul Belediye Başkanı Uysal da aynı anda TÜRGEV’in yönetiminde.

Vakıf, “kamunun eğitim yükünü hafifletmeyi” amaçlıyor ama malvarlığının önemli bölümünü belediyeden elde ediyor. Hangi birini sayalım? İBB Meclisi’nde, “Orta ve yüksek öğrenim öğrenci yurtlarına ilişkin ortak hizmet projesi” adı altında, bir günde 6 binanın yurt olarak kullanılmak üzere TÜRGEV’e tahsis edildiğini unuttuk mu? Bugün İstanbul’un değişik yerlerinde, birçoğu belediye sayesinde, TÜRGEV’in 24 farklı yurdu var. Bir sürü bina, milyonlarca liralık destek. Çiğdem Toker’in ortaya çıkardığı 2018 yılına ait İBB Raporu sadece TÜRGEV desteğinin 52 milyona vardığını göstermişti. 
Bilal Erdoğan’ın resmen içinde olduğu vakıflar bu kadar değil. 

Daha TÜGVA var, YETEV var, Kartal Eğitim Vakfı var, İnsan ve İrfan Vakfı var, İlim Yayma Vakfı var, var, var, var. Çoğunluğunu İBB destekliyor. 

Geçen kasım ayında Fatih’teki Kariye Mahallesi’nde bulunan, İBB’ye ait binanın, 25 yıl bedelsiz olarak Türkiye Gençlik Vakfı’na (TÜGVA) verilmesi hatırımızda. Vakıf, İstanbul Belediyesi sayesinde birçok binanın üzerinde oturuyor.

Bilal Erdoğan’ın mütevelli heyetinde olduğu, bünyesinde bir spor kulübünü ve bir araştırma enstitüsünü barındıran Okçular Vakfı, İstanbul Belediyesi’nin tahsis ettiği arazi ve binalarda faaliyet yürütüyor. 2010’da açılan, Bilal Erdoğan’ın mütevelli heyeti üyesi olduğu İslam Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı’na Gülhane Parkı’ndaki binalar, müze yapması için verilmişti. İBB söz konusu vakfın birçok projede destekleyicisi.

Vakıflar deniziyle kurulan düzen 
Bilal Erdoğan’ın vakıflarına Başakşehir’de en büyük desteği veren, ardından İstanbul Belediyesi’nde sürdüren, kendisi de bu vakıflara üye olan Mevlüt Uysal’ın aday gösterilip kaybettiği Büyükçekmece’de AKP’nin yenilgiyi bir türlü kabullenememesi tesadüf mü? 

Vakıflar, Osmanlı düzeninin en önemli kurumlarından biriydi. Mülkiyet; bireyin olmaktan çıkıyor, kamunun faydası için kullanılıyordu. Devletin bile dokunamadığı, kendi özel amaçları olan vakıflar konu İstanbul olunca bugünlerde farklı bir hal alıyor. 

Sanki merkezinde Bilal Erdoğan’ın olduğu bir vakıflar denizindeyiz. Zaten kamunun olan belediye binaları, malları, paraları doğrudan kamu için kullanılmak yerine Erdoğan bağlantılı vakıflara devrediliyor. Bir ideolojik örgütlenme olduğu aşikâr olan çeşitli vakıflar ise sanki kendilerinin marifetiymiş gibi, bu mallar eliyle türlü işler yapıyor. Yardım alan eller “Allah razı olsun”lafını belediyeye ya da devlete değil, onun mallarını dağıtan Bilal Erdoğan’ın vakıflarına söylüyor. 
Küçümsemeyin... 

Örtülü ya da açık desteklerle, hibelerle, kiralamalarla milyarlık bir ekonomiden söz ediyoruz. Politik örgütlenmenin, yeni kuşakların ideolojik dönüşümünün vakıflar eliyle yürütüldüğü bir sistemden bahsediyoruz. 

Birileri İstanbul’a “vakıf gibi olmayan vakıflar” eliyle kurduğu düzenin sürekliliği için yapışıyor olabilir mi? 

“Cumhuriyet” için söylememiz yasaklandı ya, öyleyse İstanbul için söyleyelim: 

İstanbul, Bilal Erdoğan’ın babasının malı değildir.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Seçilmişler, sayılmışlar, öpülmüşler - NAZIM ALPMAN

Otuz bir Mart iki bin on dokuz pazar günü Türkiye Mahalli İdareler Seçimleri yapıldı.
Seçimleri haliyle Adalet ve Kalkınma Partisi kazandı! En çok belediye başkanlığını kazandı. En yüksek oyu aldı. En çok belediye meclis üyesini kazandı.
Eski seçimlerden farklı oldu 2019 Mart 31 Mahalli İdareler Seçimleri… Eski seçimler yapıldığı gün yapılıp biterdi. Her seçimin tek kazananı partisinin balkonuna çıkar, konuşmasını yapar, sonra ülkede herkes yatar uyurdu. Ülke derin uykudayken sandık seçim kurulları ellerinde torbalarla ilçe seçim kurulları koridorlarında kullanılan oy pusulalarını, tutanakları teslim etmek için sabahlara kadar beklerlerdi. İşte bu esnada atı alan Üsküdarı geçer, uyuyanlar kaybeder, uyanıklar kazanırdı.
Oylar teslim edilmemiş ama kazanan “kazandım” der geçer; kaybeden de kaybetmenin sıradan olağanlığıyla bir iç mücadele aşamasına yönelir, olağanüstü kongresine giderdi. Yani her şey olması gerektiği gibi gelişirdi.
31 Mart Seçimlerinde ise tam böyle olacakken, şöyle oldu. Daha doğrusu şöyle-böyle oldu. AKP büyükşehirlerin en büyüklerinde seçmenlerini kaybettiği gibi bir izlenim ortaya çıkıyordu ki, Anadolu Ajansı kendisine gelen sonuçları yayınlamaktan vaz geçti.
Bir şeyler yapmak gerekiyordu. Ülke bu sefer uyumak istemiyordu. AKP’nin İstanbul Belediye Başkan adayı Binali Yıldırım 31 Mart Pazar gecesi 23.25’te kameraların karşısına geçti. Yüzünde Kaybedenler Kulübü yönetim kurulu üyesi ifadesiyle, herkesi uykuya davet etti:
-Seçimi 3 bin 783 oy farkla ben kazandım!

Artık bütün ülke uykuya yatabilirdi. Planlandığı gibi yürünebilirdi. Sabah uyanıp da sokaklara çıkanlar göreceklerdi “Gönül Belediyeciliğinin” kazandığını. Alınlarına da teşekkür öpücüğü kondurulmuş olacaktı!
Ama bu CHP’ye bir şeyler olmuştu: Uyumuyordu!
Hadi sen uyuma tamam da milletimizi de uyutmuyordu. İstanbul Belediye Başkanı unvanına en yakın yerde pozisyon almış Ekrem İmamoğlu saat başı kamera ( Fox TV ve Halk TV) karşısına geçiyor 30 bine yakın bir farkla önde olduğunu açıklıyordu. Yaygın medyanın da hakkını yememek lazım iktidarı üzecek hiçbir gelişmeyi haber yapıp ekranlarına getirmediler. Bu ilke çerçevesinde İmamoğlu’nun açıklamalarında haber değeri görmeyip yayınlamadılar.
Bütün ülke İstanbul’a kilitlenmiş beklerken Ankara, İzmir, Adana, Mersin, Antalya, Eskişehir, Edirne, Muğla, Bolu, Hatay, Ardahan CHP’nin, Diyarbakır, Batman, Siirt, Van  HDP’nin, Tunceli ise TKP’nin kazandığı merkezler olarak ilan ediliyordu.
AKP birinci parti olmasına birinci partiydi ama içerilerden bir yerlerden sürekli ağlama sesleri geliyordu. Çanak gazeteler birinci  sayfalarında “AKP’nin zaferini”  müjdelerken iç sayfalarında “biz niye kaybettik” diye analizler yapıyorlardı.
Pankartlarda İstanbul’u kazanan(!) Binali Yıldırım hiç ortalarda görünmezken  AKP, İstanbul İl Başkanı Bayram Şenocak’ın omuzlarına yıkılmıştı.
 Farklı bir seçim oldu bu sefer. Oy verme bitti, oy sayma bitmedi.  Masal gibi denilebilir. Gökten üç elma daha düştü.
Biri seçilmişlere, biri sayılmışlara, biri de öpülmüşlere..!
Nazım Alpman / BİRGÜN

Yeni Ekonomi Paketi ambalajdan ibaret - HAYRİ KOZANOĞLU

Berat Albayrak’ın heyecanla beklenen meşhur “reform paketi” tam bir hayal kırıklığı yarattı. Soyut bir takım temennilerin ötesinde elle tutulur hiçbir önleme rastlanamadı. Hazine ve Maliye Bakanı’nın teknik anlamda bu sürece hazırlıksız yakalanması beklenemez. Muhtemelen 31 Mart seçimlerinde başta İstanbul büyük metropolleri kazanıp, bir “meşruiyet” tazelemesi yaptıktan sonra, “acı reçetenin” açıklanması planlanmıştı. Seçim şokunun ardından siyasi sürecin gelişimini görmeden, Reis’in tam onayını almadan, somut planların paylaşılamayacağı anlaşıldı. Ne var ki, IMF-DB toplantısına eli boş gitmek de mümkün değildi. Son ana kadar beklendi ve sade suya tirit bir basın açıklamasıyla yetinildi.


Gelgelelim Albayrak’a alkış tutmak için aportta bekleyen “akademisyen-basın mensubu” güruhu bu durumu dahi “beklenti yönetiminin yüksek tutulması”, “geçmişte olduğu gibi aşırı beklenti yaratılmaması” gibi yorumlarla onaylamayı başardı.
Hazine ve Maliye Bakanı’nın “turizm gelirleri 70 milyar dolara çıkacak”, “küçükbaş hayvan sayısı 100 milyona ulaşacak” tarzı aslı astarı bulunmayan vaatlerini bir yana bırakırsanız, en dikkat çeken veri kamu bankalarına 28 milyar liralık DİBS verilecek olmasıydı. Hatırlanırsa 2018 Ekim’de 3 kamu bankasına İşsizlik Sigortası Fonu’nun kaynaklarıyla, diğer bir ifadeyle emekçilerin paralarıyla 10.2 milyar liralık destek sağlanmıştı. 1087 milyar  lirayı bulan kamu bankaları kredileri  içerisinde 28 milyar lira devede kulak bir rakam kabul edilebilir. Üstelik bu para kamu bankalarının sermaye yapılarını güçlendirmek için kullanılacaksa, kredilerin artışına bir destek sağlamayacak, ekonomik durgunluktan çıkışa bir merhem olmayacak demektir.
Ekonomi paketinde “enerji girişim sermaye fonu ve gayrimenkul fonu gibi fonlar oluşturacağız” ifadesi de yer aldı. Anlaşılan krizdeki enerji ve inşaat sektörüne ait aktiflerin banka bilançolarından ayıklanması planlanıyor. Bu kredilerin iskontolu olarak fonlara satışı yoluyla bir çıkış aranıyor. Gelgelelim teminat mektuplarıyla birlikte inşaat sektörü kredilerinin 400 milyar liraya, enerji sektörünün döviz borçlarının 50 milyar dolara ulaştığı bir durumda, asıl mesele zararın kim tarafından üstlenileceği. İster istemez akla, bir IMF desteği olmadan bu işini altından kalkılamayacağı gerçeği geliyor. EBRD yani Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası fon sağlama değil, istenirse deneyimiyle süreci yönetme konusunda devreye girebileceğini açıklamış, bu piyasalarda gelip geçici bir mutluluk rüzgarı estirmişti.
Diğer kayda değer bir açıklama ise, “kıdem tazminatlarının fona devri”  ile ilgiliydi. IMF son Türkiye raporunda da altını çizdiği gibi kıdem tazminatını işverenlere bir yük olarak görüyor ve kıdem tazminatı   hakkının emek piyasasının esnekliğini azalttığını öne sürüyor. Bu emek kesiminin çok ciddi tepki göstermesi gereken bir plan. Zaten Albayrak’ın Odalar, TÜSİAD, MÜSİAD tüm paydaşları sayarken sendikaları, meslek kuruluşlarını zikretmemesi bakış açısının “sermayeden yana” sınıfsal boyut taşıdığının itirafıydı.
Bir diğer reform alanımız yargı. “Hukuk ve ekonomi birbirini tamamlayan iki önemli alandır”… tarzı ifadelerin değerlendirmesini daha Ekrem İmamoğlu’na  mazbatası verilmemişken, burjuva demokrasisinin asgari ifadesi  sandık aritmetiğine bile saygı gösterilmezken size bırakıyorum. Ancak  kendi hesabıma acı bir kahkaha atmaktan da kendimi alamıyorum…
HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

10 Nisan 2019 Çarşamba

Sadece silahlı bir güç değil - Mustafa Kemal Erdemol

ABD’nin, İran Devrim Muhafızları’nı terör örgütleri listesine eklemesi, Başkan Donald Trump’ın kendi deyimiyle “daha önce emsali olmayan bir adım” gerçekten de. İran Milli Güvenlik Yüksek Konseyi de bu karara misilleme olarak ABD Merkez Kuvvetleri’ni (CENTCOM) terör örgütleri listesine aldığını duyurdu. Süreç nasıl gelişecek göreceğiz ama öncelikle şu tam adıyla İslam Devrim Muhafızları (İDM) nedir bir anımsamak gerek. 1979 Devrimi ile kurulan İslami rejimi iç/dış tehditlerden korumaktan sorumlu, son derece seçkin, 125 bin kişilik bir askeri güç İDM. Yaklaşık 90 bin mensubu olduğu söylenen paramiliter Besiç milisini de kontrol ediyor. Sadece bu değil tabii, özellikle İran dışındaki operasyonlarla adını duyuran Kudüs Güçleri de İDM’ye bağlı.

Başlangıçta bir iç askeri güç olarak faaliyet gösteriyordu, ancak ülke sınırları dışında etkili olması Irak’ın İran’a savaş açmasıyladır. Savaş sırasında dönemin İran dini lideri Ayetullah Humeyni, İDM’ye kara, deniz ve hava gücünün kontrolünü bırakmıştı. O gün bugündür ülkenin en önemli askeri gücü.

Her yerde etkili, lazerli ameliyatlarda bile...

Yapılan kimi değerlendirmelerde İDM’nin “devlet içinde devlet” olduğu tespitleri de yer aldı çoğu zaman. İranlı sosyalistlerin, aydınların gözünde ise “derin devlet” olarak görüldü. Buna rağmen anayasal bir kurum. Sadece İran dini liderine karşı sorumluluğu var. İDM, sadece bir silahlı güç değil deyişime kanıt gerekirse, ülkenin nükleer programının da bir anlamda yürütücüsü olduğunu söyleyebilirim. Ülkedeki nükleer denemeleri yapan güç de İDM. Üretimine katkısı olan nükleer füzelerin İsrail’i vurabilecek güçte olduğu söyleniyor. İkinci kanıt da şu olabilir; iç/dış istihbarat konusundaki gücü ülkenin siyasi karar mekanizmalarında da çok etkili. İran ekonomisinde de payı var, devlete ait işletmelerin büyük ortaklarından biri aynı zamanda. Ekonomi üzerindeki büyük etkisi, mevcut Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani tarafından reformlar yoluyla kırılmaya çalışılıyor hâlâ. Üçüncü de şu olabilir tabii; otomobil imalatından lazerli göz ameliyatına kadar sanayinin hemen her yerinde İDM’yi görmek mümkün.

İran’ın dini lideri Ali Hamaney, İslam Devrim Muhafızları’nın bir birimi olan Kudüs Gücü’nü oluşturan kişi. Bu askeri güç, Şah’ın muhafızlarının halefi olarak biliniyor. Komutanı da ünlü Kasım Süleymani. İran’ın en güçlü askeri birimini “terör örgütü” ilan etmek, Trump yönetiminin İran’a yönelik uzun süreli baskı kampanyasının son hamlesi kuşkusuz. ABD, İDM’yi 1983’te Beyrut’ta ABD Deniz Kuvvetleri’ne yönelik saldırı ile 2011’de Suudi Arabistan’ın Washington Büyükelçisi’ne yönelik suikast girişiminden sorumlu tutuyordu uzun süredir. İDM’nin terör listesine alınmasının en önemli gerekçeleri bunlar.

Terör örgütü diyor ama...

Olayın en çarpıcı noktasına değinelim. ABD, çok eski tarihlere dayanan bir “terör geçmişi” olduğunu iddia ettiği İslam Devrim Muhafızları ile vaktiyle dolaylı işbirliği yapmış bir ülke. Irak’ta IŞİD’e yönelik operasyonlarda ABD, Kasım Süleymani liderliğindeki Kudüs Güçleri ile Iraklı Şii milislere hava desteği sağlamıştı. O dönemde ABD Hazine Bakanlığı’nca yaptırım uygulanan bir “örgüt” olarak değerlendiriliyordu İDM. İnanması zor ama ABD, gün gelir İDM ile yeniden işbirliği yapmak zorunda kalabilir. ABD’nin bu ikiyüzlü tutumu bir çoğumuza doğal gelebilir ancak ABD, bir ülkenin savunmasını oluşturan askeri gücü “terörist grup” ilan etmekle tarihinde bir ilki gerçekleştirmiş oluyor. Geçen yıl İran’ın Nükleer Enerji Ajansı Başkanı Ali Ekber Salihi’nin İDM’nin “terör listesi”ne alınması durumunda “bunun bir savaş ilanı olacağı” sözlerini de hatırlamakta yarar var.

Mustafa Kemal Erdemol / CUMHURİYET

Kara Bahar Operasyonu ve S-400/F-35 krizi - Cahit Armağan DİLEK

Hep söylediğimiz gibi Türkiye yönetilemeyen bir ülke konumuna geldi. Buna neden olan en temel etken 16 Nisan anayasa değişiklikleri.

31 Mart yerel seçimleri İstanbul özelinde henüz tamamlanamadı. Ve çok tehlikeli toplumsal sorular yaratabilecek olan seçimlerin yenilenmesine doğru evrilmektedir. Bu haliyle 7 Haziran genel seçimleri sonrasında Türkiye'de yaşanan sürece benzer bir durum İstanbul'da yaşanacak.

Bu durum ülkede gerginliği derinleştirebileceği gibi Türkiye'de devletin tüm kurum ve kurallarıyla işleyişine yönelik güveni de ortadan kaldıracaktır.

Türkiye İstanbul seçimiyle yatıp kalkarken, iç cephemizin dağıldığını, çevremizdeki kuşatmanın büyüdüğünü, Türkiye'yi nefes alamaz hale getirdiğini de göremiyoruz.

Bakın Türkiye bizzat ABD Başkan Yardımcısının ağzından "S-400 alırsan F-35 projesinden hatta NATO'dan çıkarılırsın" tehdidine maruz kaldı. Sahadaki gelişmelere bakılırsa bu tehdit sözde kalmadı fiiliyata da geçiriliyor.

Türkiye F-35 projesinin dışına itilirken, her ne kadar F-35 uçaklarında bazı hatalar tespit edilmiş olsa da, F-35 alıcıları artıyor. İlk teslimat F-35 uçaklarını almış olan ülkeler (ABD, İtalya, İsrail gibi) artık o uçakları tatbikatlarda ve hatta operasyonlarda bile kullanmaya başladı. Adeta Türkiye'ye nazire ediyorlar.
Türkiye'nin F-35 projesinden çıkarılmasına karşılık alternatif planlamalar yürürlükte. Başlangıçta Türkiye'ye satılması planlanan uçakların Yunanistan'a, Türkiye'nin ürettiği F-35 parçalarını da İsrail'in üretmesi planlanıyor. Bunu hem ekonomik kayıp hem de bölgedeki güç dengeleri açısından iyi değerlendirilmesi gerekiyor.

Son yıllarda aldığı askeri teçhizat ve silah sistemleriyle Mısır dev bir ordu kuruyor. Fransa'dan Mistral sınıfı amfibi gemiler, Rusya'dan uçak ve helikopterler almış olan Mısır son olarak Almanya'dan 6 adet Meko sınıfı fırkateyn alım sözleşmesi imzaladı. Mısır'ın ABD'den aldığı milyarlarca dolarlık ekonomik ve askeri yardım zaten devam ediyor.

Mısır'ın ABD güdümünde Yunan-Rum ikilisiyle askeri ittifak oluşturma gayretleri de düşünüldüğünde Doğu Akdeniz'de karşımızdaki askeri yapının ve kuşatmanın boyutları da ortaya çıkıyor.


Daha önce defalarca yazdığımız Karadeniz'deki NATO kuşatmasını da dikkate aldığımızda; çevresindeki bu kuşatma ve Türkiye'deki seçim karmaşası ortamında Moskova'da Putin-Erdoğan zirvesi gerçekleşti.

Ekonomi ve enerji konularının ağırlıklı olduğu görüşmeler yapıldı. Ama Putin açıklamalarıyla başka bir konuyu öne çıkardı.

Putin daha önceki görüşmelerinin aksine bizzat kendisi S-400 konusunu hem açış konuşmasında hem de basın toplantısında gündeme getirdi. Putin S-400'lerin zamanında teslim edilmesinin öncelikli gündemleri olduğunu söyledi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ise açıklamalarında S-400 konusuna hiç değinmedi ta ki son soruyu soran Rus gazetecinin yine S-400'ler üzerinden bir soru sormasına kadar. O soruya verilecek cevabı da Erdoğan olması gerektiği gibi verdi. Egemen bir ülkenin kararıdır dedi. Dedi ama Putin'in açıklaması ve ısmarlama olduğu aşikar Rus gazetecinin sorusuyla Rus tarafının ısrarla S-400 konusunu gündeme getirmesi manidardı.

Putin en başından beri S-400 konusunu Türk-Amerikan ilişkilerini zayıflatacak bir manivela olarak gördü. Ve ABD ile Türkiye arasında bu konudaki krizin zirve yaptığı bir süreçte Putin bunu kullanmayı iyi bildi. Putin bu hamlesiyle Türk-Amerikan ilişkilerine damardan, en hassas noktadan girdi.

Hem Putin hem de Erdoğan'ın bu açıklamalarına rağmen S-400 projesinin sorunsuz bir şekilde tamamlanması halen şüpheli. Çünkü ABD bunun karşılığında Türkiye'ye değişik yaptırımları bedel ödetmeye hazırlanıyor. En kritik silahı da ekonomi.

Değişik gerekçelerle ve kendi çıkarları uyarınca Türkiye'yi Suriye'den dışlamaya, Suriye'yi bölmeye çalışan ABD'nin Irak'ta yeni senaryoları hayat geçirildiği haberleri geliyor. Bunu deşifre eden de bizzat Bir Rus yetkili.

Rusya'nın Bağdat Büyükelçisi Maksimov ABD'nin CIA eliyle Irak'ta Kara Bahar adı altında yeni bir operasyon uygulamaya hazırlandığını iddia etti.

ABD'nin 2014 yılında uygulamaya koyduğu ve önemli oranda başarı elde edemediği Arı Kovanı operasyonu sonrasında, Irak'ı yeniden kaotik bir ortama sürükleyecek, iç çatışma ortamı sağlayacak, İran Devrim Muhafızları Ordusu'nun Irak'taki faaliyetlerini engelleyecek, Irak'ı parçalanmanın eşiğine getirecek ve en az 30 yıl sürmesini planladığı Kara Bahar adı altında bir operasyonu uygulamaya koyacağını belirten Maksimov, bu konuda önemli istihbari bilgilerin ellerinde bulunduğunu söyledi.

ABD'nin Irak'ta bazı planlarını terör örgütü IŞİD ile uygulamaya koyacağını da vurgulayan Rus Büyükelçi, CIA'nin Irak'ın başta İran olmak üzere bölge ülkeleri ile de olan ikili ilişkilerine zarar vermeyi planladığını belirtti.

Seçimleri bile tamamlayamayan, günlerdir oylarını sayamayan Türkiye bu haliyle iç cephesini zayıflatıp parçalara ayrılırken çevresindeki kuşatmanın ve bölgenin yeniden dizaynının farkına varabilecek mi? İçeride ve dışarıda kaybeden ülke olmayalım.


Cahit Armağan DİLEK / YENİÇAĞ

9 Nisan 2019 Salı

Kızıl bayrağın son yükselişi... - KAVEL ALPASLAN / duvaR

Sovyet deneyiminin ardından Rusya'da kızıl bayrak 1993 yılında son kez yükselmişti... Peki, bugün hâlâ ülkenin yakın tarihinde yok sayılan, batı merkezli medya kuruluşlarının da hiçbir zaman gündemlerine almadığı eylemlerde neler yaşanmıştı? İşte bir hatırlatma...


Prof. Dr. Cem Eroğul, Ekim Devrimi’nin 100. yılı dolayısıyla Ayrıntı Dergi’ye verdiği röportajda, “Yıkıldığında (Sovyetler) artık bir işçi devleti değildi. Ama, yeniden işçi devleti haline gelmek için gizli bir güç taşıyordu. Batıdakiler dahil dünyadaki yüz milyonlarca emekçinin ancak düşünde görebileceği bir sosyal devletti” diyordu. Böyle düşünecek olursak Aralık 1991’de ‘son kızıl bayrağın’ Moskova gönderinden indirilişi elbette ülkedeki emekçilerde büyük bir yara açmıştı…

Parçalanan Lenin heykelleri… Yıkılan Berlin Duvarı… Boris Yeltsin’in tankların üzerine çıkarak ‘darbeyi’ durduruşu… Bugün artık isteyen istediği görüntüyü kullanarak ‘sosyalizmin çöküşünü’ kolayca sembolleştirebiliyor. Sovyetler Birliği’nin çöküşten çok önce sosyalizmden uzaklaşarak içine düştüğü bürokratik yönetim bataklığını bir tarafa koyalım. Anlatacaklarımız, “Moskova’da açılan ilk McDonalds’da” sıraya girmeyenlerin -ya da başka bir deyişle BigMac’den ağzı yandıktan sonra yoğurdu üfleyerek yiyenlerin- orak çekiçli kızıl bayrağı tekrar dalgalandırmaya çalışması üzerinedir. Övgü ya da yergi değil tam aksine bir anlama çabasıdır.
BAŞLANGICIN SONU, SONUN BAŞLANGICI…
Sovyetler Birliği’nin dağılmasına doğru yaşanan darbe girişimi sırasında yüzünü elleriyle kapatmış asker, tankın üzerindeki Yeltsin’e eşlik eden ‘takım elbiseliler’ ve Rusya bayrağı… ‘Demokrasi kahramanı’ Yeltsin’i fotoğraflayan bu kare, Rusya’da gelecek günlerin idealize edilmiş bir tablosuna benziyordu. Bağımsız Devletler Topluluğu’nun kuruluşu, çöküş öncesinde ülkeler arası farklı içerikte bir ekonomik, siyasi işbirliği kurarak zaten gelecek günlerin nasıl şekilleneceğinin işaretini vermişti. Oligarkların yağmasıysa, resmi çöküşle birlikte hız kazanır ve ekonomik çöküş nihayet 1993 yılında, başta tankın üzerine çıkanların meclisi tank mermileriyle dövmesiyle sonuçlanır.
Hikaye aslında ‘büyük umutlarla’ yıkımı müjdeleyenlerin iktidarıyla başlıyor. Rusya, görülmemiş bir hızla devlet kaynaklarını yağmalayarak zenginleşen bir ‘oligark grubunun’ oluşumuna tanık olur. Yoksulluk ve işsizlik de oligarklara eşlik etmektedir. GSMH’de düşüş, Ruble’nin değer kaybedişi, ağır yeni vergiler, üretimde düşüş, krediler, iflaslar… Sovyetler Birliği izleri taşıyan yürütme modeli, Yeltsin yönetimi açısından ekonomik kaosu daha da derinleştirmiştir. Bu nedenle Yeltsin, gözünü parlamentoya ve Yüksek Sovyet’e çevirir. Daha fazla yetki ve meşruluğunu kanıtlamak için 1993 Nisan ayında referanduma gider ve buradan kendisi için olumlu bir sonuç alır.
KAMYONLAR POLİSLERE KARŞI: KANLI 1 MAYIS
Ülkede çok geçmeden Sovyet yanlısı gösteriler patlak verir. Aslında Ekim ayındaki parlamento çatışmalarından önce sokak gösterileri kendini 1 Mayıs 1993’te gösterir. Referandumun ardından öfkeli 100 bin gösterici polis barikatlarıyla karşılaştığında ilk kan dökülür. 1 polis ve 3 gösterici hayatını kaybeder. Olayların kamera kayıtlarında 1 Mayıs için kızıl bayraklarla süslenmiş kamyonun polis barikatının içine girmesi, çatışmanın boyutunu da gözler önüne seriyor.
Başkana oldukça geniş yetkiler tanıyan yeni bir anayasa için kolları sıvayan Yeltsin, Kanlı 1 Mayıs geride kaldıktan sonra parlamento engeliyle karşılaşır ve 21 Eylül günü Yüksek Sovyet’i reddettiğini açıklar. Ortada tek bir sorun vardır: Anayasal olarak Yeltsin’in böyle bir hakkının olmayışı! Dolayısıyla ortaya çıkan ayrılıkta artık son perde açılır ve Parlamentonun kararı tanımaması üzerine Yeltsin’in doğrudan saldırısı başlar. Parlamentonun kuşatılmasına karşı yüzbinlerce kişi desteğe gelecektir.
PARLAMENTOYU KİMLER SAVUNDU?
Burada yaşanan siyasi gelişmelerin detayları kadar, gösterilerin karakterini özellikle incelemek gerekiyor. “Yeltsin nasıl daha önce karşısına çıktığı tanklarla kazandı?” önemli sorusu tarihçiler tarafından defalarca yanıtlandı. O halde biz de şu sorulara yanıt arayarak devam edelim: “Nasıl oldu da binlerce kişi sokakları doldurup Sovyet bayraklarıyla polis barikatlarını aştı?” ve “Kimdi bu insanlar?”
Komünist partiler 1993 eylemlerinin omurgasını oluşturmuştu. Bununla birlikte sayısı komünistlere göre daha az olan bir grup milliyetçinin de parlamentoyu desteklediği biliniyor. Gösteriler ve ardından yaşanan çatışmalar idari/siyasi sorunlarla patlak vermişti ancak büyük bir ekonomik kriz dalgasından ve Yeltsin yönetiminden bıkan örgütsüz kitlelerin eylemlerdeki ‘gizli çoğunluk’ olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz. Polisin sert müdahalesinin ardından bu kesimlerin katılımı ile eylemlerin kitleselliği ve çapı da oldukça genişlemişti.
28 Eylül günü 10 bin göstericiyle polis arasında ilk büyük çatışmalar başladı. Takibindeki günlerde kayıplar verilirken 2 Ekim günü polisin kitleye doğrudan ateş açmasının ardından 80 kişi hayatını kaybetti. Bu kayıplar eylemlerin daha da genişlemesine neden oldu. Ertesi gün Gorki Parkı’nda 50 bin gösterici toplandı. O gün ITAR-TASS haber ajansından bir gazeteciyle eylemciler arasındaki ilginç diyaloğu geçti. Gazeteci, kendini tanıttıktan sonra bir kişi ‘burada olanlar hakkında gerçeği yazması gerektiğini’ söylüyordu. Gazeteci bunun kendi işi olduğunu hatırlattıktan sonra, “Eyleme gelenlerin yalnızca lümpenler olduğu söyleniyor” sorusunu yöneltiyordu. Kitlenin yanıtı kahkahalar olurken arada şunlar söyleniyordu: “Ben bir mühendisim…”, “Ben öğrenciyim…”, “Ben işçiyim…”, “Ben bir teknisyenim…”, “Evet sadece lümpenler ve evsizler!”
TANKLARIN ARDINDAKİ GÜÇ..
“Yeltsin hapse!”, “Lenin! Sosyalizm!” gibi sloganlarla parlamentoya yürüyen kitle polis barikatıyla karşılaşmıştı. Bir gün önce 80 kişiyi öldürenler aynı polisler olmasına karşın öfkeli kitle polis engellerini deldi ve parlamentoya yürüyüşe devam etti. Moskova Belediyesi’nden kitleye ateş açılınca olaylar çok daha farklı bir boyut aldı. Göstericiler belediye binasına girdi ve ateş eden etmeyen, kim varsa silahlarını ele geçirdi. Belediye binasındaki bayrak, kızıl bayrakla değiştirildi. Geri kalan kitleyse coşkuyla parlamentoyu savunanların yanına ulaştı. Böylece olaylar parlamentonun dahi beklentisinin çok daha ötesinde bir boyuta ulaştı. Akşam saatlerinde göstericilerin Ostankino Televizyonu merkezine hareket etmesi farklı bir çatışma başlattı. Burada pek çok kişi hayatını kaybetti. Rusya’nın farklı yerlerinde göstericiler kimi yerleri ele geçirse de dönüm noktası ertesi sabah yaşanacaktı.
Başlangıçta ordu gelişmeler karşısında tarafsız kalmıştı… Ancak Yeltsin’in kimi generallerle anlaşması sonucu tanklar ve zırhlı araçlar parlamento binasına girdi. Göstericilerse önce bu araçların parlamentoyu korumak için gönderildiğini sandı. Tankları sürdüren gücün kimler olduğu uyarı yapılmaksızın kitleye ateş açılınca acı bir şekilde anlaşılacaktı. Saatler sonra ordunun bombaladığı parlamento büyük kayıplarla düştü. Tanka karşı demokrasi kahramanı olanlar şimdi tanklarla gücüne güç katıyordu! Komünistlerin onlarca yayın organı, programları, kurumları kapatıldı. Yüzlerce kişi tutuklandı. Parlamentodan yana kim var kim yok tasfiye edildi… İşin daha ilginç yanı parlamentoyu temsil eden dönemin kimi liderlerinin çok geçmeden ‘yeni Rusya’ trenine atlayıp, ‘anti komünist’ kimlikle valilik koltuklarına oturacak olmasıydı.
Peki sonuçta bombalanarak başarısızlığa uğrayan bu eylemleri ‘saf bir halk hareketi’ olarak değerlendirmek doğru olabilir mi? Böylesi bir yargıda bulunmadan önce meselenin aslında ‘parlamentoyu savunmak’tan çok daha ötede olduğunu görmek gerekiyor. 1993 eylemleri bugün Rusya’da hatırlanmak bile istenmiyor. Batı merkezli burjuva medya kuruluşları ne dün ve ne bugün yaşananları gündemine almadı/almıyor. Başlıca nedense, elbette yaratılan ‘Berlin Duvarı gibi yıkılan sosyalizm’ efsanesinin arkasında olup bitenlerin tartışılmaması. Ne de olsa ‘tarihin sonu’ 1991 yılında ilan edilmemiş miydi?
Ama işte üzerinden yıllar geçtikten sonra bile kimi toplumsal olaylar zihinlerdeki arşivlerden ortaya çıkabiliyor. Sovyetlerin çöküşünün ardından -en azından bu deneyim adına- Moskova Belediyesi’nde son kez yükselen kızıl bayrağın hikayesi de o günü bekliyor…
Kavel Alpaslan / duvaR

Kırsaldaki yoksulluğu böyle yenecekler - Yusuf Yavuz / ODATV

Çorum’un İskilip ilçesine 6 ay önce atanan Kayamakam Beyazit Bestami Alkan’ın kırsal yoksulluğu ve göçü önlemek için başlattığı proje kapsamında üreticilere dağıtılan 535 bin çilek fidesi toprakla buluştu…


Çorum'un İskilip ilçesinde 7 yıl önce başlayan organik çilek üretimi yöredeki diğer köylüler için de umut oldu. Altı ay önce atandığı İskilip’te yaşanan kırsal göçün önüne geçebilmek için kolları sıvayan İskilip Kaymakam Beyazit Bestami Alkan, ilçe köylerinde çilek üretimini teşvik etmek için bir proje başlattı. 

“Gerekirse makam aracımı satarım” diyerek yola çıkan Kaymakam Alkan, üreticilere 1,5 milyon çilek fidesi temin etmeyi de öngören proje kapsamında köy köy gezerek incelemelerde bulundu. Yaklaşık 1000 dekarlık üretim alanının hedeflendiği proje kapsamında temin edilen 535 bin çilek fidesi toprakla buluştu. Üreticilerle birlikte Çomu köyünde fide dikimi gerçekleştiren İskilip Kaymakamı Alkan, yoksulluk yüzünden terk edilmiş köyleri görmenin üzüntü verici olduğunu belirterek, “İskilip'te bir şeyler yapmak gerektiğini hissettim. Bu göçü nasıl önleyebiliriz, çiftçimize nasıl kazanç sağlarız diye araştırdım. 2011 yılında İlçemizde başlatılan çilek yetiştiriciliği Şeyh Köyümüzde başarılmış, yani maya tutmuş. O zaman yapılacak çalışmanın, projenin hedefi belli oldu. Bugün itibariyle 535.000 adet çilek fidesi toprakla buluştu. Fideler tamamen doğal gübre ile yetiştirilecek, hiçbir şekilde zirai ilaç ve kimyasal gübre kullanılmayacaktır. 

Bu projede çiftçi kazanırsa, esnaf da kazanacak ve ekonomik çark İskilip’te daha hızlı dönmeye başlayacaktır” diye konuştu.

Çorum’un İskilip ilçesine geçtiğimiz yıl Ekim ayında atanan kaymakam Beyazit Bestami Alkan, yoksulluk nedeniyle boşalan köyleri görünce bunun önüne geçebilmek amacıyla kolları sıvadı. İlçeye bağlı 20 köyde inceleme yapan Kaymakam Alkan, yöredeki üretim ve potansiyel hakkında köylülerden edindiği bilgiler doğrultusunda bir proje başlattı. Şeyhler köyünde başarılı sonuçlar veren ve kentten köye tersine göçün başlamasını sağlayan çilek üretimini ilçenin diğer köylerine de yaygınlaştırmak için harekete geçen Kaymakam Alkan’ın öncülüğünde başlatılan proje kapsamında temin edilen ilk fideler üreticilere dağıtıldı.
‘GÖÇLE BOŞALMIŞ KÖYLERİ GÖRMEK ELEM VERİCİYDİ’
Proje kapsamında ilk etapta 535 bin çilek fidesi toprakla buluştu. Çomu köyündeki çilek fidesi dikimine katılan İskilip Kaymakamı Beyazit Bestami Alkan, burada yaptığı konuşmada yapılan çalışmalar hakkında şu bilgileri verdi: “Fakirlik, yoksulluk ve göç nedeniyle nerdeyse boşalmış köyler, hatta yıllar önce tamamen terk edilmiş köy bağlılarını görmek elem vericiydi. İskilip'te bir şeyler yapmak gerektiğini hissettim. Bu göçü nasıl önleyebiliriz, azaltabiliriz, köylümüze, çiftçimize nasıl gelir, kazanç sağlarız, köylümüz tekrar kendi köyünde nasıl efendi olur, bunun çaresi var mıdır, nedir diye araştırdım.
‘ÇİLEK ÜRETİMİ BİR KÖYDE TERSİNE GÖÇ BAŞLATTI’
2011 yılında İlçemizde başlatılan çilek yetiştiriciliği Şeyh Köyümüzde başarılmış, yani maya tutmuş, bunu gözledim. Bu köyümüzün elde ettiği gelirin, kazancın insanımız farkında. Şeyh Köyümüzde ki yalnızca 250 dekar olan çilek bahçelerinden, 2018 sezonunda elde edilen gelirin 1 milyon TL den fazla olduğu, köyden kente göçün durduğu ve hatta köye geri dönüşün başladığı (34 kişi geri dönüş yapmış ), köy Muhtarımızca bana anlatıldı. O zaman yapılacak çalışmanın, projenin hedefi belli oldu. Çilek yetiştiriciliği. Özellikle çok göç veren dağ köylerimizde, orman içi köylerimizde çilek yetiştiriciliğini yaymayı hedefledim.”
HEDEF 1,5 MİLYON FİDE, 1000 DEKARLIK ÜRETİM
Neden çilek üretimini yaygınlaştırmayı seçtiklerine de değinen Kaymakam Alkan, “Çünkü dikildikten 60 gün sonra ürün vermeye başlıyor ve Ekim ayı sonuna kadar ürün alınabiliyor ve aynı fideden 4 yıl ürün almak mümkün. Pazar sorunu da yok. Hedefim ve projem, bahar dikimi sonuna kadar 1,5 milyon sertifikalı çilek fidesi dağıtmak, diktirmek ve çilek bahçelerini 1000 dekara çıkarmak idi. Köy köy gezmeye başladım. Anlattım. Hedef aşıldı, talep 2 milyon âdete yaklaştı. Önümüzdeki birkaç yıl içinde, çilek dikimi yapılan köylerimizden, köyden kente göçün duracağına ve hatta geri dönüşün başlayacağına yürekten inanıyorum. Çünkü bunun canlı örneği Şeyh köyümüzde yaşanmıştır” diye konuştu.
ÜRETİMDE TARIM İLACI VE KİMYASAL GÜBRE KULANILMAYACAK
Proje kapsamında 535 bin çilek fidesinin toprakla buluştuğunun altını çizen Kaymakam Alkan, tamamen doğal gübre ile yetiştirilecek fidelerde hiçbir şekilde zirai ilaç ve kimyasal gübre kullanılmayacağını belirterek, “Bu projede çiftçi kazanırsa, esnaf da kazanacak ve ekonomik çark İskilip’te daha hızlı dönmeye başlayacaktır. Amacımız köylümüzün, çiftçimizin kendi köyünde, ata baba ocağında kalarak gelir elde etmesi, köyden kente göçün azaltılmasıdır” dedi.
İLKOKUL ÖĞRENCİLERİ DE KAYMAKAMLA ÇİLEK FİDESİ DİKTİLER
Öte yandan proje kapsamında Yerliköy İlkokulu uygulama bahçesine de öğrenciler tarafından çilek fideleri dikimi gerçekleştirildi. İskilip Kaymakamı Beyazit Bestami Alkan, İlçe Milli Eğitim Müdürü Süleyman Atcıoğlu, Köylere Hizmet Götürme Birliği Müdürü Mehmet Gürbüz ve Öğretmen Caner Sarıoğlu eşliğinde okullarının uygulama bahçesine çilek fideleri diken öğrenciler tarımsal üretimin önemini yaşayarak öğrendiler.
ADI ‘ÜRETEN ÇOCUKLAR BAHÇESİ’ OLDU
Burada çocuklara seslenen İskilip Kaymakamı Beyazit Bestami Alkan, “Siz çocuklara üretim kültürünü kazandırmak için buradayız. Üretimin ne demek olduğunu yaparak ve yaşayarak öğrenip, yarınlara hazırlıklı halde gireceksiniz. Bu bahçenin adı ‘Üreten Çocuklar Bahçesi’ olsun. ‘Üreten çocuklar’, emek ve üretmek kavramını çocuklar nezdinde bir araya getiren ve çevreci etkinlikleri de kapsayan bir kavramdır. Burada yetiştirdiğiniz çilek fideleri hiçbir kimyasal katkısı olmayan tamamen doğal ve organik bir ürün olacaktır. ‘Üreten Çocuklar Bahçemiz’ hayırlı olsun. Hepinizin gözlerinden öpüyorum” ifadelerini kullandı.
Yusuf Yavuz / ODATV