21 Nisan 2019 Pazar

İşsizlik ve mahalledeki yangın - SERKAN ÖNGEL

Türkiye’de toplumsal kutuplaşma ciddi boyutlara ulaşmış durumda. Bu kutuplaşma kendini en çok mekân üzerinde gösteriyor. Mahalleler, ilçeler, iller bu kutuplaşmanın somut olarak görüldüğü yerler. Gelir grupları, eğitim düzeyi, sektörel yapı, bu ayrımı belirleyen temel faktörler durumunda. Siyasal olarak da bu ayrımların karşılığını mekânda net olarak gözlemleyebiliyoruz. Bir mahalleden başka bir mahalleye, bir ilden başka bir ile geçiş tüm bu ayrımları gözlerinizin önüne serebiliyor.
Yangın, büyük zararlara yol açan bir felaket. Hayat pahalılığı, işsizlik ekonomik krizin etkisi ile giderek gündemdeki ağırlığını arttırıyor. Bu anlamda mahallede yangın var? Peki bu yangın hangi mahallede? Hayat pahalılığının, işsizliğin dar gelirli grupları daha ciddi bir biçimde etkilediğini biliyoruz. Yangın her yerde yakıp kavuruyor ama AKP’nin güçlü olduğu mahallelerde etkisi çok daha fazla hissediliyor. Nitekim seçim sonuçları, Cumhur ittifakının aldığı sonuçlar bize bu durumu somut olarak gösteriyor.
Bildiğiniz üzere TÜİK verilerine göre işsizlik oranı Ocak 2018-Ocak 2019 dönemleri arasında yüzde 10,8’den yüzde 14,7’ye, işsiz sayısı 3 milyon 408 binden 4 milyon 688 bine yükseldi. Buna göre resmi işsiz sayısındaki artış 1 yılda 1 milyon 280 bin kişi artış gösterdi. DİSK-AR’ın hesaplamasına göre ise, geniş tanımlı işsiz sayısı 7 milyon 552 bin, işsizlik oranı ise yüzde 22 oldu.
Peki işsizlik kimleri ne kadar etkiledi? Bunu ortaya koymak açısından hem resmi işsizlik hem de Geniş Tanımlı İşsizlik kavramını kullanacağım. Geniş Tanımlı İşsizlik (GT-İşsizlik), umudu olmadığı için iş aramayanları da işsiz kapsamına alan bir hesaplamaya dayanıyor. Aynı zamanda işe başlamaya hazır olduğu halde son 1 aydır iş aramamış olduğu için resmi olarak işsiz sayılmayanlar da hesaplamanın içinde. Bunun yanında mevsimlik bir işte çalıştığı için işsiz sayılmayanlar da kapsam içine alıyor. Resmi işsizlik rakamlarında bu kesimler istihdamda kabul edilmediği için işsiz de sayılmıyorlar. Bunun yanında geniş tanımlı işsizlik hesaplaması gelip geçici işlerde çalışan zamana bağlı eksik istihdam edilenler de işsiz olarak tanımlanıyor.
Eğitim ve Cinsiyete Göre Geniş Tanımlı İşsizlik (GT-İşsizlik)
Ocak 2019 dönemi verilerine göre GT-İşsizlik oranı erkeklerde yüzde 18,9 iken kadınlarda yüzde 27,9’dur. Genel lise mezunu kadınlarda işsizlik oranı yüzde 36,1 seviyelerine yükselmektedir. Meslek lisesi ve ilköğretim mezunu kadınlarda işsizlik oranı yaklaşık yüzde 35 seviyesindedir. Genelde ise GT-İşsizlik oranın en çok olduğu eğitim grubu yüzde 27,9 ile ilköğretim mezunlarıdır. İlköğretim mezunu erkekler için GT-İşsizlik oranı yüzde 26 iken, okuma yazma bilmeyen erkeklerde yüzde 35’tir. Üniversite mezunları ise yüzde 17,8 ile Türkiye ortalamasının altında bir işsizlik oranına sahiptir.
Dolayısıyla yangın düşük eğitim gruplarını daha fazla yakmaya başlamış durumdadır. Burada önemli meselelerden biri de eğitim düzeyi düştükçe umutsuzların, işe başlamaya hazır ama iş aramayanların sayısının artmasıdır. GT-İşsizlik okuma yazma bilmeyenlerde, resmi işsizlik verilerinin 2 katından fazladır.
Resmi işsizlikte artışın en fazla olduğu eğitim grubu, 7,1 puanlık artışla ilköğretim mezunlarıdır. İlköğretim mezunlarını 5,3 puanlık artışla okuma yazma bilmeyenler, 4,9 puanla ortaokul mezunları takip etmektedir. Üniversite mezunları arasında ise artış 2,5 puan olarak görülmektedir. Son 1 yıl içinde ortaokul ve daha düşük eğitim düzeyine sahip olanların işsizler içindeki payı artmıştır.
Bu veriler elbette üniversite mezunlarının yaşadığı işsizlik krizinin boyutlarını hafifletmemektedir. Her 100 işsiz kadından 36’sının, her dört umutsuz işsiz kadından birinin üniversite mezunu olduğu somut bir gerçektir. Üniversite mezunlarında GT-İşsiz sayısı 1 milyon 471 bine ulaştığı, her 5 işsizden birinin üniversite mezunu olduğu koşullarda, eğitimli işgücü açısından yangın alevlenmiş durumdadır. Ancak bu yangın öte mahallede daha ağır bir biçimde yaşanmaktadır.
SERKAN ÖNGEL / BİRGÜN

20 Nisan 2019 Cumartesi

Patlıcan fiyatı ve S-400 füzeleri - Barış Doster

Yerel seçimler sonrasında, İstanbul’da da kazanan aday mazbatasını aldı. Böylece seçimler nedeniyle oluşan gerilim bir nebze olsun geride kaldı. Lakin her daim gündemin ilk sırasında yer alan ekonomi, işsizlik, hayat pahalılığı, açıklanan onca pakete rağmen, kimseye ümit vermiyor. İktidarın çizdiği pembe tabloya karşın, Türkiye’nin gerçekleri limon, patlıcan, soğan fiyatlarında, çarşı-pazar kuyruklarında, hastane koridorlarında, iş başvurularında görülüyor. Dış kaynak bulmak için ABD ve Avrupa’ya yapılan gezilerden beklenen sonuç çıkmadı. Türk Lirası, Avro ve dolar karşısında eriyor. İşsizlik, üretimsizlik, verimsizlik, eşitsizlik dönemsel değil, yapısal sorunlarımız olduğundan, günü kurtarmaya yönelik hamleler, sonuç vermiyor. 

Cumhuriyetin bütüncül kalkınma seferberliğini, sanayileşme iddiasını, planlı kalkınma çabasını küçümsemenin sonucu bu. Milletin dişinden tırnağından artırarak kurduğu, sadece iktisadi işletme, sanayi tesisi olmayıp, ulusal bağımsızlığın simgesi, milli gururun kalesi olan kurumların adlarını tarihten silmenin neticesi. Bu kuruluşları iki yıllık kârı karşılığında, kimi zaman arsa bedelinin altında fiyata satmanın yansıması. Özelleştirmeyi demokrasi olarak sunmanın, piyasa ekonomisinin ötesinde, piyasa toplumu yaratmanın neden olduğu bir bela.

Kârlar özelleştirilir, zararlar kamulaştırılır
“Paranın dini imanı yoktur” derler. Doğrudur. Ne var ki ülkemizde ve dünyada yaşananlar; halkın dini değerlerini, kutsallarını sömürenlerin, siyaset ve menfaat aracı yapanların, din tacirlerinin, iman bankerlerinin, inanç hortumcularının, maneviyat simsarlarının, mukaddesat tüccarlarının hep çok kazandıklarını, zenginleştiklerini gösteriyor. Üstelik bu ticaret; küresel kapitalizmle de uyumlu. Emperyalizmin ihtiyaçlarına da hizmet ediyor. Çok da kârlı. Bunu görmek için; kamu ihalelerine, kamunun sattığıkiraladığı taşınmazlara, belediyelerin yarattığı ranta, kimlere kaynak aktardığına, bürokrat-siyasetçi-işadamı ilişkilerine bakmak yeterli. 

Fakat bu yağma düzenine alışanların, talan sisteminden beslenenlerin bilmediği, görmediği bir gerçek var. O da kapitalizmde krizin esas olduğu. Kapitalizmin sürekli, istikrarlı biçimde kriz ürettiği. Dahası üretim, mülkiyet, bölüşüm ilişkileri açısından hiç de adil ve eşit olmayan bu çarpık yapıya sırtını yaslayanların, dışarıda bel bağladıkları emperyalist merkezler arasında da çelişki esas. Bu gerçek, dış kaynak bulma çabalarında, dış politika arayışlarında, savunma ve güvenlik tedarikçilerini çeşitlendirmeye yönelik adımlarda görülüyor. Türkiye’nin Rusya ve ABD arasında sıkıştığı, “S-400 sistemi mi? F-35 uçakları mı?” sorusunda düğümlenen gerilim, bunun somut kanıtı. 

Ülkemizde ve dünyada bir avuç azınlık zenginleşirken, çoğunluk yoksullaşıyor. Refah eşit dağılmıyor. Servet-sefalet uçurumu derinleşiyor. Kalkınma, adil paylaşım, hakça bölüşüm, fırsat eşitliği olmayınca, sistem toplumun geniş kesimleri lehine işlemiyor. Zenginlerin, güçlülerin, egemenlerin lehine işliyor. 

Kıssadan Hisse: Demokratik yöntemler; toplumcu ve halkçı sonuçlar vermelidir. Bu da üretenlerin, emekçilerin, mazlumların birlik ve dayanışmasından geçer.

Barış Doster / CUMHURİYET

Berat Albayrak’ın 'Reform' programı - KORKUT BORATAV

Seçim sonrasında açıklanacağı ilan edilen “reform programı” ilgiyle beklenmekteydi. “Program”,   Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak tarafından 10 Nisan 2019’da Türkiye’de, iki gün sonra da ABD’de (Washington’da) meraklılara aktarıldı. JP Morgan tarafından düzenlenen Washington’daki tanıtımın, davetli yatırımcılarda hayal kırıklığı yarattığı   haberleştirildi (Reuters, 12 Nisan). 

Albayrak’ın 10 Nisan konuşması, Hazine ve Maliye Bakanlığı Portalı’nda yer alıyor ve üç ana öğeden oluşuyor: 
(1): Âcil gündemdeki borç krizinin boyutları ve çözüm yöntemleri. 
(2) Bunalımın maliyetini emekçilere yansıtacak “yapısal” önlemler. 
(3) “Malî disiplin” önlemleri… 

Borç krizinin boyutu, çözümü… 
Albayrak, iktidar ve finans kapitalin ortaklaşa yarattıkları döviz krizinin bir borç bunalımına dönüştüğünü itiraf etmektedir. 

TL karşılığı sıçrayan dövizli borçlardan ve ekonominin küçülmesinden kaynaklanan sorunlu krediler, Bakan’a göre toplam olarak 276 milyar TL’ye (toplam kredi hacminin yüzde 11’ine) ulaşmıştır. Bu toplamda tahsili geciken alacaklar artmaktadır; ama, BDDK’ya göre kritik eşik olan yüzde 6 aşılmayacaktır Yani, bir borç krizi patlak vermemiştir; ama gündemdedir.  Batılı yatırım çevreleri bu oranların yapay olarak düşük tutulduğunu düşünmektedir (Financial Times, 10  Nisan). 

Gündeme geldiği Bakan tarafından da kabul edilen borç krizi, bankalar ve şirketler açısından nasıl çözülecek?


Albayrak’a göre ilk adım, üç kamu bankasının bozulan bilançolarının  27 milyar TL’lik Hazine kredisi ile desteklenmesi olacaktır. Bu bilançolar niçin bozulmuştur? Burada örtülü bir itiraf daha var: Hükümetin zorlaması sonunda düşük faizli kredi pompalaması nedeniyle… Bu bankalara kaynak aktarımının kamu dengelerini bozacağı ortadadır.

Özel bankaların batık kredilerine karşı çözüm yolu, “2018’de kârların dağıtılmaması ve buna benzer (???) bir dizi adım” ile başlıyor…  Ve orada son buluyor. Zira, bundan sonrası, inşaat ve enerji sektörlerinde iktidarın “gözdesi” olan şirketlerin kurtarılması ile ilgilidir. 

Nasıl kurtarılacaklar?   Bakan, “boş konuşarak” başlıyor: “Dünyadaki en iyi ülke örnekleri taranıyor[muş]… Dünyada bugün en başarılı modeli ülkemize uyarlayacaklar[mış]…” Sonra, işin özüne geliyor: “Enerji ve inşaat gibi NPL’ler [yani, batık krediler]  noktasında önem teşkil eden iki sektörde, sorunlu varlıkları borç-hisse takası ile dışarı çıkaracak ve bankalarımızın bilançolarını daha iyi bir hale getireceğiz.” Bu “takas operasyonu için enerji  ve gayrimenkul sektörlerini kapsayan iki fonun kurulması da “gündeme alınmış.” 
Batık şirketlerin batık kredilerini aynı şirketlerin hisse senetleri ile takas,  bankaların bilançolarını nasıl iyileştirir? Esrarengiz iki “fon”un finansmanını  kim üstlenecek? 

Meslektaşımız Hakan Özyıldız, 5 Nisan tarihli bloğunda soruyor: “Özel sektörün dış borçlarını kim, nasıl ödeyecek?” Son tahlilde döviz borçlarının Hazine tarafından üstlenilmesini sağlayacak “kötü banka” modelinin gündemde olduğunu ima ediyor. Albayrak’ın konuşmasında sözü geçen iki fon, bu türden bir “kötü banka” tasarımını akla getiriyor. 

Geleneksel neo-liberal çözüm gündemdir: Batık kredi ve şirketlerin fiilen kamulaştırılması ve alacaklıların kurtarılması… Devlete yıkılan ek dış borç yükü? Nihaî dış kaynak IMF yerinde duruyor.

Emekçilere saldırı: Yapısal reformlar…  
Defalarca vurguluyoruz; tekrar edelim: Neo-liberal terminolojide “yapısal reform”, emek karşıtı reçetelerden oluşur. Berat Albayrak da 10 Nisan sunumuna “yapısal dönüşüm” başlığını koyarak niyetini ifşa etmiş oluyor. 

Bu “niyet”, iki kritik adım ile hayata geçirilecek: BES’in zorunlu hale getirilmesi ve “kıdem tazminatı reformu”… Bu “reform”, sermaye çevrelerinin savunduğu kıdem tazminatı fonu  oluşturmayı öngörüyor. Sosyal devletin son kalıntılarından biri olan bugünkü kıdem tazminatı düzenlemesinin ücretlilere sağladığı güvence, tarihe karışacaktır.

Daha vahimi de var: Emekçilerden BES için yapılan kesintiler kıdem tazminatı (belki, ayrıca da, işsizlik sigortası) fonu ile birleştirilecek ve  burjuvaziye devredilecektir:  “Sistemde biriken fonların sermaye piyasaları üzerinden reel sektöre ve ülkemizin sürdürülebilir büyümesine kanalize edilmesini sağlayacağız. Artık şirketlerimiz çok daha kolay, ucuz ve uzun vadeli bir biçimde yeni yatırımlarını finanse edebilecekler; stratejik sektörlerdeki projeler için de ek kaynak oluşturmuş olacağız.”

Kısacası, kriz ortamında işçi sınıfından burjuvaziye ve Hazine’den uluslararası finans kapitale astronomik kaynak aktarımları tasarlanmaktadır.

IMF’siz IMF programında “malî disiplin” 
Sık sık tekrarlıyorum: Eylül’de TCMB’nin faiz ayarlaması, 2019-2021 Yeni Ekonomi Programı (YEP), ondan türetilen 2019 bütçesi, IMF’siz bir IMF programıdır. Ancak, seçim ekonomisi nedeniyle Mart sonuna kadar uygulanmamıştır. 

Albayrak konuşmasında, uluslararası finans çevrelerini, malî disiplinin uygulanacağına inandırmak istiyor. “Yatırımcılar”, enflasyon → döviz kuru → enflasyon döngüsünün son bulmasını istiyor ve bunu sağlayacak bütçe disiplini güvencesini IMF’de arıyor. Damat ise, “merak etmeyin; kemer sıkmayı uyguluyoruz…” mesajını veriyor ki sıcak para ve kredi muslukları tekrar açılsın: 
“Sıkı maliye politikasının en temel politikaların başında geldiğini; …YEP’te 76 milyar TL’lik tasarrufu ve gelir artırıcı önlemleri devreye alacağımızı ifade etmiştik. Şu ana kadar, 2019 bütçesinde bu rakamın 44 milyar TL’lik kısmını uygulamaya aldık…  Seçimden önce nasıl bu mali disiplinden vazgeçmediysek, seçimden sonra da vazgeçmeyeceğiz.” 

44 milyar TL’nin “uygulamaya alınması” (ne demekse?) finans çevreleri tarafından ciddiye alınmadı.  Hükümetin 2019 için belirlediği bütçe açığının yüzde 52’si (36 milyar TL) ilk üç ayda verildi. IMF’nin Nisan 2019 tarihli Dünya Ekonomik Durumu raporu da Türkiye kamu harcamalarında saydamlık gereksinimine açıkça değindi. Albayrak da, küçültücü eleştirileri sineye çekti.

IMF programlarında “malî disiplin”, öncelikle kamu harcamaları kısılarak gerçekleşir. Vergi artırımları ise ikincildir ve özel teşebbüs gözetilerek gerçekleşmelidir. Albayrak da “aynı telden çalmaya” özen gösteriyor: “Kurumlar vergisinin kademeli olarak düşürüp;… gelire göre artan oranlarda vergilendirmeyi daha etkin hale getireceğiz… Dolaylı vergileri azaltıp, dolaysız vergileri artırarak verginin daha da fazla tabana yayılmasını sağlayacağız.” 

Hem (kurumlar vergisi indirimleriyle) şirketleri gözeten; hem de “artan oranlı” ve “daha fazla tabana yayılan” vergilemeyi içeren bu “paket” nasıl tutarlı olabilir? Bordroların (ücret-maaş gelirlerinin) yüksek dilimlerine ve (en geniş tabanı oluşturan) tüketim harcamalarına yüklenilerek….

Maliye Bakanlığı’nın (Bakanı’nın) Türkçe sorunu
Albayrak, renkli, gösterişli grafiklerle yapılan “program tanıtımları”nı pek seviyor. Bu tür tanıtımlar, genellikle powerpoint yazılımı ile ekranlara yansıtılır; oradan izlenir. Bakan da merakla beklenen “reform programı”nı 10 Nisan’da ekrana bakarak (yani, sözlü olarak)   kamuoyuna sundu. 

Grafikli/görsel sunumun dayanağı olan nicel çözümlemeleri, tabloları içeren bir belge   arayanlar, Bakanlık resmî sitesindeki Yeni Ekonomi Programı Yapısal Dönüşüm Adımları 2019 başlığı altında yer alan metinle karşılaştılar. Yukarıda da bu metinden alıntılar yaptım. 

Ne var ki bu, “tuhaf” bir metindir; Hazine ve Maliye Bakanlığı’na ait resmî bir belge özelliği taşımamaktadır. Olsa olsa, Bakan’ın 10 Nisan’da ekrandaki grafiklere bakarken yaptığı konuşmanın bant çözümüdür. Konuşmaların bant kayıtları yazılı bir metne dönüştürülürken, dil, gramer, imla bakımından düzeltilir; konuşmacı da son revizyonu yapar. Bakanlık, böyle bir titizliği gereksiz görmüş. Sonuç, en azından Türkçe bakımından yüz kızartıcıdır.

Albayrak, Frenkçe terimlerden hoşlanıyor. Konuşmasında kullandığı ve Türkçede yeri olmayan “reforme etmek”, “kanalize etmek” fiilleri; “lansman”,”mod”, “desitnasyon” (herhalde  “destinasyon” olacak) “sözcükleri”, metne de olduğu gibi alınmış. 

Bakan (nedense) “güçlü” sıfatını da çok seviyor. “Güçlü Türkiye”, “güçlü ekonomi” özlemlerine karşı çıkmayız. Ama, bankacılık, emeklilik sistemi, altyapı, tablo, malî süreç, kalkınma sözcüklerinin güçlü sıfatı ile pekiştirilmesi, en azından tuhaf kaçıyor. 

Konuşmanın ses bandında yer alan aşağıdaki “cümle”, Maliye Bakanlığı’nın resmî sitesine de olduğu gibi aktarılmış: “Oluşturacağımız sistem tüm ana paydaşlara, yani çalışanlara, işverenlere ve devletimize katma değeri en yüksek olacak şekilde oluşturulacaktır.”  Türkçe daha fazla çirkinleştirilebilir mi? 

Yapısal Dönüşüm Adımları 2019’un bir kesimi, “Lojistik Master Planı Hazırlanıyor”  ara-başlığını taşıyor. 

100 sözcükten oluşan tek bir cümle, bu kesimin hemen hemen tümünü oluşturuyor: “Taşımacılıkla ilgili tüm hizmetlerin tek bir merkezden ve etkin bir şekilde verildiği ve birden fazla taşımacılık moduna erişim…”  ile başlayan ve “…tüm paydaşlara kazan-kazan modeline dönük iş birliklerinin gerçekleştirilmesi kurumsal ve uluslararası kamusal iş birlikleri ile hayata geçirilecektir” ile son bulan bir cümle… 

Sabrı olan tümünü okusun ve bu pasajı, özne, yüklem, ikisi arasındaki uyum, sözcüklerin, terimlerin, olası kavramların anlamları ve anlatılmak istenen “şey” açısından çözümlesin. 

Türkiye’nin en köklü bürokrasisini, geleneksel “devlet terbiyesi” meziyetini temsil eden Maliye Bakanlığı’na ne oldu?  İster istemez Hamlet’in sözlerinden (“Something is rotten in the state of Denmark”) esinleniyoruz: Devlette çürüyen bir şeyler mi var?

Korkut Boratav / SOL

Yandaş hortum, troll maaş, savaş bütçe ister - ERK ACARER

Korkunun gölge, çizilen çembere hapsolmanın öğrenilmiş çaresizlik, umudun çığ olabileceğini yaşayarak test ediyoruz. Öte tarafta durum farklı. Erdoğan’ı, AKP ve ‘paydaşlarını’ zor günler bekliyor. İktidar açısından bu sonucun arkasında, ‘tencere’, ‘poşet çay’, ‘bıktıran Don Kişot sendromu’, ‘kıymetsizleştirilen insan’ var.


Çorbaya muhtaç halk, ‘üç kuruşluk çayla bu işi kıvırırım kibrine’ tokat attı. Önce yel değirmeni yaratıp, sonra ona saldıran akılsızlığı gördü. Kavgadan yorulduğunu anlattı. “Kızımın katilini koruyamazsın, Çanakkale ile kıyaslayıp tükettiğin 15 Temmuz’un ekmeğini daha fazla yiyemezsin, babamı, kocamı reklam malzemen yapamazsın” dedi.

‘Kutsal sandıktan’ çıkan; soğan kuyruğundaki Ayşe teyzedir. Tekrar tekrar sayılan; “Güvenlikten söz ediyor ama kızımın katilini aklıyorsunuz” diyen 11 yaşındaki Rabia Naz’ın babası Şaban Vatan’dır. İktidara ayar çeken; darbede babası Mustafa Canbaz’ı yitiren Alpaslan Canbaz, eşi Erol Olçak’ı yitiren Nihal Olçak’tır.

ERDOĞAN NASIL KABULLENDİ?

Anlaşılmayacak bir şey yok. Bunu, toplumsal eğilimler konusunda uzman olan ve içgüdüleriyle sosyologlara taş çıkaran Erdoğan da anladı. Tanıdığımız Erdoğan, İstanbul için, ‘pösteki sayılmasını beklemez’ halkı sokağa davet ederdi. Meyillense de arkasından kimsenin gelmeyeceğini ve boşa düşeceğini çabuk hissetti. Belli ki şu anda ‘Ha deyince konsolide edeceği’ kitlesi yok. Üstelik erime sürüyor; yoksullaşan halk Diyarbakır kayyumunun, mermer üzerinde LCD seyrettiğini öğrenmekten hoşlanmıyor.
‘Paydaşı’ ise ‘aynı gemide’ tedirgin. Zaten para yoktu, üstüne ‘haydan gelen huya, belediyeden gelen ihaleciye, vakfa, ranta, yandaşa gider’ ferahlığı da bitti. Güç kaygandır, yandaş hortum, troll maaş, savaş bütçe ister. Yoksa ne yerlilik, ne millilik ne ‘Abdülhamit Hancılık oyunu’ kalır. Erdoğan tüm bunları değerlendirdi, ‘kızgın demiri soğutmak’ ifadeleri ile YSK bahsini de tamamen kapattı.

ÇETE İLİŞKİLERİ

Şimdi başka bir evredeyiz. Belge akacak, hırsızlığın, arsızlığın her yere sıvandığı görülecek. Çete ilişkilerinin ortaya çıkması ile ‘sıvanan şeyin’ üstüne tüy dikecek. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun alımları durdurması ve belediyenin bütün elektronik veri tabanında inceleme istemesi kimlerini çok korkuttu.
Ortada yalnız “rant bitecek” kaygısı yok. Ak milisler, çete ilişkileri, toplumu ‘tahrik ve tahrip edici’ vakıf yuvalanmaları tedirgin. Tetikçilerden Osmanlı Ocakları’na, yandaş mafyadan İsmailağa Cemaati’ne tutuşanlar var. Mesele sadece cüzdan değil mafyatik ilişkilerin ortaya çıkması endişesi yani. Erdoğan bu tip kırılma anlarında iki kurgu yapar. Ya işbirlikçisi ile bir olup savaş çıkarır ya da işbirlikçisini satıp, kendini ayrıştırır. Onunla savaşmaya başlar ve toplumu da buna inandırmaya çalışır. Sessizliği, ‘geçici yumuşama isteği’, plan evresinde oluşundan. Göreceğiz.
Bir handikabı daha var. İyi bir ‘toplum ölçer’ ve taktik ustası olsa da bu kez rakipleri çetin. Ekrem İmamoğlu aikido yapıyor. Karşıdakinin gücünü tutup, ona yönlendiriyor. Tarzı yayılıyor, etki altına alıyor. Kalabalıkların yanında duruyor, maça gidiyor, ‘mitingsiz miting’ yapıyor, “Yalnız değilim” diyor. Nobran bir dille değil akılcı bir üslupla set çekiyor. Karmaşık anlatım yerine basitliği tercih ediyor.
Mutfakta musakka iyi bir örnek. Herkesin hafızasında kalan eşitliğin değeri oldu. İmamoğlu “Vicdansızlar kendileri et yemiş, size bunu layık görmemişler” demedi. Ama ortaya bu sonucu çıkardı. Başa dönersek; Erdoğan’ı, AKP ve paydaşlarını bu kez gerçekten zor günler bekliyor. Rüzgâr, eğilimler, oyuncular çok değişik. Toplum duygularıyla hareket ediyor.
Erk Acarer / BİRGÜN

19 Nisan 2019 Cuma

Ağlaşma bittiyse... - Zafer Arapkirli

Seçim sürecinin en başından itibaren, bunca haksız ve antidemokratik koşullarda girilmiş bu seçimlerin meşruiyeti ile ilgili rezervlerimi korumakla birlikte, artık bu tartışmaları geride bırakmamız gerektiğini düşünüyorum. Bıraktık da zaten. 
Sonunda, hem dünyanın en güzel şehri, gözbebeğimiz, doğduğum büyüdüğüm yaşadığım diyar, “esas memleketim” İstanbul da, Türkiye de rahat bir nefes aldı. Hazımsız kaybedenler, mızıkçılar ve “ben kazanmadıysam batsın bu dünya”cıların sesi biraz olsun kısıldı. 

Her ne kadar, okudukça birkaç gün sonra kendilerinin bile gülmeye başlayacakları komik itiraz dilekçesi ile düzeysiz “bavul şovları”na devam edecekleri anlaşılıyorsa da, bu ülkeyi daha fazla gerilime ve uçuruma sevk etmek istemiyorlarsa, seçimin iptali (ve dolayısıyla) tekrarı üzerinde sonsuza kadar ısrarcı olmayacaklarını varsayıyorum. Bu noktadan sonra yapılacak şey tek ve bellidir: 

Sayın Ekrem İmamoğlu’na oy vermiş 4 milyonun üzerindeki insanın iradesine saygı gösterip, salim kafayla işini yapmasına imkân tanımak. Ve tabii ki, tekerine çomak sokmadan, işini engellemeye çalışmadan, dün kendi İBB başkanlarına sağladıkları yetkileri bugün kısıtlamaya kalkmadan, yani “utanmazca yeni demokrasi ayıplarına”  imza atmadan. Gölge etmesinler, başka bir şey gerekmez. Herkes kendi işini yapsın ve iktidar partisi ülkenin devasa sorunlarını çözmeye odaklanarak, bu güzelim mega kente ayak bağı olmasın yeter. 

Yük ağır 
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın İmamoğlu’nu çok ciddi bir uğraş bekliyor. Her alanda neredeyse pek çok Avrupa ülkesinden bile büyük bir nüfusun birikmiş devasa sorunlarını çözmek zorunda. Ancak benim bir İstanbullu ve bir yurttaş olarak hatırlatmak istediğim birkaç madde var ki, ben onun yerinde olsam bunlardan başlarım. Geçen 25 yılda olağanüstü boyutlara ulaştığını bildiğimiz gözlemlediğimiz israfa son vererek, oradan yapılacak tasarrufla, bu kent insanının en temel ihtiyaçların karşılanması ile ilgili şu adamlar atılmalı: 


Su, gaz ve toplu ulaşım hakkının vazgeçilemez ve asla pazarlık edilemez temel ihtiyaçlar olduğu hatırlanmalı. Su içmenin, ısınmanın ve seyahat etmenin zaten “Para ile satılamayacak, tartışılmaz insan hakkı” olduğu unutulmamalı. Zaten bedava olması gereken bu ihtiyaçların minimum fiyatlarla sağlanmasına öncelik tanınmalıdır. 

Yine, eğitim-sağlık-spor konularının “para ile satılması”nın aslında düşünülmesi bile ayıp sayılacak ihtiyaçlar olduğu hatırlanarak, bu konulara da öncelik verilmeli. 


Hava kirliliğinin giderilmesi, şu canım kentte kömürden, daha temiz ve yenilenebilir enerji üretim ve tüketimi için kafa yorulması ve emek harcanması da ertelenmemelidir. 
Depreme karşı hazırlılık, doğrudan insan hayatını ilgilendirdiği ve ihmal edilmesi durumunda 5-10 saniyede on binlerce hatta yüz binlerce canın yitirilmesine neden olacağı için, bir saniye bile beklenmeden öncelik verilecek harekât planları arasında yer almalıdır. 

Bakın; trafik sorununu, çevre sorunlarını, parkı-bahçeyi yeşil alanı, başka hizmetleri saymıyorum. Diyebilirsiniz ki bunlar da öncelikli talepler değil mi? Tabii ki öyle. Ben bir insanın doğumundan itibaren “tartışılmaz öncelikli ve bedava olması” gereken temel gereksinimleri sıraladım öncelikle.
 
Ve tabii ki, 25 yıldır bu kentin üzerine bir kâbus gibi çökmüş olan “Benden
Ondan, Bizimkiler-Sizinkiler, Onlar-Bizimkiler” zihniyetinin (AKP belediyeciliği) bir an önce temizlenmesi, öncelik taşımalı. Hizmet verirken 25 yıllık bu çirkinliği ve demokrasi ayıbını unutturacak adımlar bir an önce atılmalı. Mesela ben İBB’nin bir sosyal tesisine ya da herhangi bir hizmet birimine girerken kendimin “Turist gibi, başka bir dünyanın insanı, (daha da ayıbı) başka bir davanın insanı” gibi görüldüğü duygusundan artık arınabilmeliyim. Maalesef bunu yaşattı bize AKP iktidarları. Ülke yönetimi açısından da yaşatmayı sürdürüyorlar. 

Bu arada... 
Son bir dileğim de, toplumsal boyutta, yerel seçim ortamında yaşanan ekonomik ve dış politikadaki olağanüstü kaygı verici gelişmelerin ve beceriksiz sorumsuz merkezi iktidar yaratılan tablonun unutturulmasına engel olmamızdır. Ekonominin hali ve dış politikada biz “cambaza (oy sandıkları sayımı) bakarken” verilmiş olması muhtemel tavizler ve yapılan gizli anlaşmaların faturası gelecekte ağır olacaktır.
 
Unutmayalım... 

Derin bir nefes alıp, 25 yıllık İstanbul kâbusundan uyanırken, yeni İBB Başkanı Sayın İmamoğlu’na hepimiz destek olmalıyız.

Zafer Arapkirli / CUMHURİYET

Latin Amerika’nın ‘Kennedy’siydi’ - Mustafa K.Erdemol

Eski ABD başkanlarından J. F. Kennedy’nin, hiç de öyle olmadığı halde, “barışçı”, “ılımlı” olduğu sanılır malum, ama Garcia’ya yapılan Kennedy benzetmesi sadece yaşla ilgilidir, belirtelim. Barış ya da ılımlı olmak Garcia’nın yanından bile geçmemiştir. Elinde çok ama çok kan vardı.



Önceki gün kendisini gözaltına almaya gelen polislerin bulunduğu evinde intihar eden Alan Gabriel Ludwig García Pérez 1985 - 1990 ile 2006-2011 yılları arasında Peru’nun devlet başkanlığını yapmıştı. Seçildiğinde Latin Amerika’nın en genç, ülkesi Peru’nun da ikinci en genç devlet başkanıydı. (İlki 1842’de 34 yaşındayken seçilen Crisostomo Torrico’dur.) Batı basını Garcia’ya “Latin Amerika’nın Kennedy’si” demişti seçildiğinde. Eski ABD başkanlarından J. F. Kennedy’nin, hiç de öyle olmadığı halde, “barışçı”, “ılımlı” olduğu sanılır malum, ama Garcia’ya yapılan Kennedy benzetmesi sadece yaşla ilgilidir, belirtelim. Barış ya da ılımlı olmak Garcia’nın yanından bile geçmemiştir. Elinde çok ama çok kan vardı.

Doktora yalanı
Siyasi hayatına bir yalanla başladığı söylenir. Yapmadığı halde doktorası olduğunu iddia ederdi. Mezun olduğu Katolik Üniversitesi’nin yayınladığı belgelerle bu iddiasını çürütmesine rağmen buna pek aldırdığı söylenemez. Kimi devlet başkanları var böyle, ne diplomalarını ne de aldıkları akademik dereceleri kanıtlayabildiler. Garcia da onlardan biriydi.

Devlet başkanlığına başladığı dönemde Peruluların yüzde 41.6’sı yoksulluk içinde yaşıyordu. Başkanlığı sırasında, bu oran 1991’de yüzde 13 artarak yüzde 55’e ulaşmıştı. Uygulamalarıyla körüklediği iç çatışmaların yarattığı, Marksist Aydınlık Yol hareketi öncülüğündeki halk isyanını askerle çözmeye çalıştı. 47 kişinin hayatını kaybettiği Accomarca katliamının da, otuz kişinin öldüğü, düzinelerce kişinin kaybolduğu Cayara katliamının da sorumlusu odur. Sadece bunlar değil, 5 Haziran 2009’da García, devlet güçlerine bölgelerini sömürgen şirketlerin talanından korumak isteyen Amazon yerlilerinin Bagua bölgesinde yolları kapatmasını engelleme talimatı verdi. Sonuç yüzden fazla sivil, 14 polisin ölümü oldu. Uyguladığı berbat politikalar sayesinde yükselmesine katkıda bulunduğu kendisinden sonraki Başkan Alberto Fujimori yönetimince yolsuzlukla suçlanması siyasi kariyerinin bitişinin başlangıcıdır.

Ya utancından ya da…
Ölümü nereden bakılırsa bakılsın bir “onur eylemi”dir. Rüşvet karşılığı Lima metrosunun inşaat ihalesini Brezilyalı inşaat devi Odebrecht’e vermekle suçlanıyordu. Ya suçlamayı kabul edip utancından ya da hak etmediği halde suçlanmış olmaktan kaynaklanan bir onur eylemidir yaptığı. Entelektüel bir kimliği olduğu tartışılmaz. Peru Gerçekleri başta olmak üzere, çoğu felsefi/siyasi tam on üç kitap yazmış, ülke sağının bir anlamda teorisyeni olmuştu. Sonu, evinde kafasına sıktığı kurşunlarla geldi. Büyük katliamların sorumlusu olduğu, ülkesinin suç tarihine yazılıdır.

Brezilyalı inşaat şirketi Odebrecht’ten rüşvet aldığı iddiasıyla yargılanan Peru’nun eski Devlet Başkanı Garcia’nın destekçileri önceki gece ve dün protestolar düzenledi. Garcia için dün cenaze töreni de yapıldı. Hakkındaki suçlamaları reddeden Garcia “siyasi bir kıyımın kurbanı olduğunu” savunuyordu.

Mustafa K.Erdemol / SOL

18 Nisan 2019 Perşembe

Çıkmaz sokakta Türkiye - Ergin Yıldızoğlu

İstanbul belediye seçimleri sonuçları, mazbata skandalı, siyasal İslamın partisi AKP’nin ülkeyi nasıl bir çıkmaz sokağa getirdiğini gösteriyor. Ülkenin geleceği üzerine büyük bir soru işareti koyan bu tıkanıklıktan çıkmak isteyenlerin önündeki en büyük engeli, bu yönetimin bizzat kendisi oluşturuyor.

Ekonomi resesyonda, seçimler ‘murdar olmuş’... 
Ekonomi resesyonda. Enflasyon yüksek ve gerçekte ne kadar yüksek belli değil. Bütçe açığı, kamu bankalarının yandaşlara bol keseden dağıttığı krediler tehlike sinyalleri veriyor. İşsizlik artıyor. Rejim ne yapacağını bilmiyor. Sıkı para politikaları uygulasa resesyonu derinleştirecek, halkın yoksulluğunu artıracak, yandaş rantiye kapitalizmini batıracak. Resesyona karşı genişlemeci politikalar uygulasa, bir borç ve döviz krizine yol açacak. Halkın payına düşen yine yoksulluk olacak.
 
Otoriter/totaliter rejimler seçimleri daha oylar verilmeden kazanırlar. Seçim hileleri her zaman iktidarların tekelindedir; beceremezlerse sandıklar açılırken sıkıntıya girerler, kazanmak için almak zorunda kalacakları riskler hızla büyümeye başlar. Son belediye seçimlerinde tam da böyle oldu. 

Seçimlerden önce, medyada ve sosyal medyada, seçmen listelerinde yapılmakta olan hilelere ilişkin çok örnek vardı. Bu nedenle, AKP seçim sonuçlarından o kadar emindi ki, en önemli seçim bölgesi İstanbul’da zafer afişlerini önceden hazırlamış, seçim sonuçları resmen açıklanmadan duvarlara asmıştı. Kürt seçmenin taktik tutumunun, muhalefetin sandıkları denetleme konusundaki kararlılığının ve gelecek açısından en önemlisi, AKP liderliğininson dönemde sözünü ettiği “metal yorgunluğunun” etkisiyle olacak, evdeki hesap çarşıya uymadı. Uymayınca da AKP’nin İstanbul adayı Yıldırım seçimleri “murdar” ilan etti. Belli ki AKP ve siyasal İslam seçimlerle gelme ve gitme ilkesini kabullenemiyor, “seçim ama, biz kazanana kadar tekrarlarız” diye düşünüyor. 

Eski AKP milletvekili bir profesör de “şayet İstanbul 2 bin nüfuslu bir yer olsaydı aradaki fark 3 oy olacaktı. Bu basit denklem bile İBB seçimlerinde neyi tartıştığımızın boyutunu göstermeye yeter” diyerek, dayanılmaz bir ikiyüzlülük ve mantık burkulmasını sergiliyordu: İmamoğlu için 13 bin oy farkı kazanmaya yeterli değilse, AKP’nin adayının kazanması için yeniden sayım sonunda en az 8-10 bin oyun İmamoğlu’ndan alınıp Yıldırım’a yazılması mı gerekiyor? 

Aklın istikrarsızlığı, paranoyak şizofreni derinleşiyor. Medya, polis, yargı, YSK, AKP iktidarının elinde ama, bu iktidarın sözcüleri, dış güçlerin, uluslararası komploların, oyları sandıkta çaldığına inanmamızı istiyor. Nihayet paranoyak şizofreni, “bunu FETÖ-PKK-DHKPC”, kokteyl terör örgütü yaptı demeye kadar getiriyor.
Ülkede ve dünyada... 

AKP’nin “toplumsal mühendislik”, kutuplaştırarak yönetme politikaları, ülkede bir yarısı öbürünü, düşmanı olarak gören bir toplum yarattı. AKP iktidarının son belediye seçimlerinde İstanbul’da yarattığı skandal bu bölünmüşlüğü daha da artırdı; Doğu ve Güneydoğu bölgesinde yaşanan hak ihlalleri, Kürt vatandaşların “yabancılaşma” duygularını daha da derinleştirdi. 


AKP iktidarı ülkeyi bir kaosa doğru sürüklüyor! AKP politikaları, ülkenin dünyadaki, “bağımlı ülke” konumunun yarattığı sorunları kavrayamadığından, jeopolitik riskleri iyice karmaşıklaştıracak, ağırlaştıracak gelişmelere yol açıyor. AKP’nin Suriye politikasının soktuğu çıkmaz sokakta, S-400- F35-NATO derken, Türkiye iki büyük güç arasında, çok riskli bir “üzerinde rekabet edilen ülke” konumuna düşüyor.
 
Salı günü The Moscow Times“NATO’daki adamımız” başlıklı yorumunda “Moskova, yakında, NATO’nun birliğini, tek bir kurşun atmadan, tank... göndermeden, anahtar bir ülkeyi çıkararak yıkabilir... Moskova Erdoğan’ı, Washington’a olan güvensizliğini yem olarak kullanarak, oltasına taktı. Şimdi geriye avını kıyıya çekmesi kaldı... NATO’yu içinden parçalamak, bu arada 2.5 milyar doları kasaya atmak paha biçilmez bir avcılıktır” diyordu.

Gerçekten de bir beka sorunu var. Bu sorunu siyasal İslamın fantezileri, AKP rejiminin fiyaskoları yarattı. Muhalefet “yeter” demeye İstanbul’dan başladı. Burada kazandığı mevziyi mutlaka koruması gerekiyor!

 Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Hoca, al şu damadı oyundan! - Barış Terkoğlu

Maç akşam 7’de başladı. 9’a doğru bitti. 
Sinirlenip uyudunuz. Gece üçte yatakta aklınıza dolaptaki dolma düştü. Sessizce kalkıp mideye indirdiniz. Uykunuz kaçtı, televizyonun düğmesine bastınız. Neredeyse sabah olacak ama adamlar hâlâ izleyip izleyip tartışıyorlar: Golden önce faul var mı? Sarı kart mı kırmızı kart mıydı? 

Bir golü sabahlara kadar konuşuyoruz. Ama soğanı bile lüks eden başarısızlığı konuşamıyoruz. 

Berat Albayrak, Hazine ve Maliye Bakanlığı’na 10 Temmuz 2018 günü geldi. 9 ay bir hafta geçti. O gün anne rahmine düşen bebekler bugün gözlerini açtı. 

O gün dolar 4 lira 53 kuruştu. Bugün 5 lira 79 kuruş. Yani Türk Lirası dolar karşısında neredeyse yüzde 22 değer kaybetti. 

O gün Avro 5 lira 34 kuruştu. Bugün 6 lira 55 kuruş. Yani Türk Lirası Avro karşısında yüzde 16’nın üzerinde değer kaybetti. 

O gün borsa 99.252 puanda idi. Bugün 95.191 puana düştü.

Gecelik faiz o gün yüzde 16.28’di. Bugün yüzde 23.06 oldu. 
O ay işsizlik devletin resmi rakamlarına göre yüzde 10.8’di. Birkaç gün önce açıklanan ocak ayı işsizliği yüzde 14.7. Bu, resmen bir milyon civarında insanın daha bu sürede işsiz kalması anlamına geliyor. Gerçek rakamın bunun çok daha üzerinde olduğunu biliyoruz.

Ekonomi küçüldükçe küçülüyor 
2017 yılında ekonomi yüzde 7.4 büyüdü. Berat Albayrak’ın bakan olduğu yılın sonunda büyüme yüzde 2.6’ya düştü. 

2018 yılında Albayrak öncesi ile sonrası arasındaki farkı şöyle anlatalım: 
Albayrak göreve gelmeden önce, yani 2018 yılının ikinci çeyreğinde ekonomi yüzde 5.2 büyüdü. Albayrak’ın görev yaptığı 2018’in son çeyreğinde ekonomi yüzde 3 daraldı. Türk ekonomisi en son darbe girişiminin yaşandığı 2016 yılının üçüncü çeyreğinde yüzde 1.3 küçülmüştü. Yani Albayrak, büyüyen bir ekonomiyi yere çaktı. Tahminlere göre bu yıl ekonomi yüzde 2 buçuk daha küçülecek.

Albayrak yoksullaştırıyor 
2017 yılında kişi başına düşen milli gelir (GSYİH) 10 bin 537 dolardı. Berat Albayrak’ın yönetiminde 2018 yılını 9346 dolar ile kapattık. Bu yılın sonunda iyimser tahminle 8 bin 500 dolar civarına düşürecek. Yani yoksullaştık, yoksullaşmaya devam ediyoruz. 

Albayrak öncesinde yani 2018’in ilk 6 ayında enflasyon yüzde 9.17 idi. 2018 sonunda resmi rakamlara inanırsanız 20.3 oldu. Bu yıl da çok farklı olmayacak. 
Berat Albayrak seçildiği gün İstanbul Hali’nde en düşük kuru soğan 3 lira, patates 2 lira, domates 2 liraydı. Bugün aynı halde en düşük kuru soğan 6 lira, patates 5 lira, domates 5 lira. Halkın sofrasına her şey yüzde 100’ü aşacak şekilde gelmiş. 

Berat Albayrak göreve geldiği gün asgari ücretli bir aylık maaşıyla halden 534 kilo kuru soğan alıyordu. Bugün aynı halden 337 kilo kuru soğan alıyor.


Damat beceremiyor
Uzatmayalım...
Ekonomi özünde basit bir üretim ve paylaşım meselesidir. Bütün karmaşık ilişkilerin temelidir. Sokaktaki adamın hayatıdır.
Kimi zaman kalabalık rakamlarla, kimi zaman televizyonda akan alt yazılarla, kimi de kasıtlı olarak anlaşılmaz hale getiriliyor. 
Albayrak öncesi ve sonrası... 
Yukarıdaki tablo tek bir şey söylüyor:

Berat Albayrak beceremiyor. 
Futbol oynasa 5. dakikada oyundan alınırdı. Teknik direktör kayınpederi olup da oyunda tutsa, hakem ilk yarıda kırmızı kartla atardı. 

Ama futbol maçını sabaha kadar tartıştığımız ülkede, “kral çıplak” diyemiyoruz.
Çünkü Sabah da, Hürriyet de, Anadolu Ajansı da, TRT de, CNN Türk de, A Haber de aynı sülalenin himayesinde yönetiliyor. 

Dün “Trump mesajlarıyla ekonomimizi berbat etti” diyorlardı. Şimdi yatılı okul dolabında iskambil kâğıdı yakalanmış liseli mahcubiyetiyle Trump’ın karşısındaki iskemlede oturan Albayrak’ın fotoğrafını, “tarihi görüşme” diye servis ediyorlar. 

Dün “küresel sermaye Türkiye’ye operasyon yapıyor” diyorlardı. Şimdi Türkiye’de manipülasyondan soruşturulan JP Morgan’a Albayrak’ın “ne olur gelin” sunumunu tek çözüm olarak açıklıyorlar. 

Die Welt, Politico, Reuters...
Albayrak’ın ikna etmeye çalıştığı yabancılardan okuyoruz. Onu dinleyenler ya “saçma bir gösteri” ya da “kendini yatırımcılara rezil etti” yorumunu yapıyor.

Hazine ve Maliye bürokrasisini dışlayarak, bakanlığın içine doldurduğu “Pelikan yoldaşları” ile ekonomiyi yönetmeye çalışıyor. Hazine bürokrasisine “bu sunumları kim hazırlıyor” diye sorun. Çoğunlukla “biz de basından okuyoruz” yanıtını alıyorsunuz. Yabancı danışmanlık şirketlerinin adı havalarda uçuşuyor.

Bağımsızlığımızın ana meselesi olan Türk ekonomisi Damat Bey’in oyuncağı olmayacak kadar kıymetlidir. 

“O dolmayı keşke yemeseydim” diyorsanız televizyondaki bağırtıya değil, tribünlerden yükselen uğultuya kulak kabartın: Hoca, al şu damadı oyundan!

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Yeni havalimanına taşınan işçileri merak eden var mı? - ALPASLAN SAVAŞ

Atatürk’ten yeni İstanbul Havalimanı’na taşınma işlemini “büyük göç” olarak adlandırdılar. 47 bin ton malzemenin nakledildiği bu taşınma operasyonunu medya canlı yayınlarla adeta bir şova dönüştürdü. Film gibi izledi kamuoyu bu 45 saat süren büyük göçü.


Malzemelerin taşınması böyle gündem olurken bu yeni havalimanında çalışacak olan binlerce havayolu işçisinden kimse bahsetmedi. Oysa esas göç burada. Havalimanının apar topar açılışının yapıldığı 29 Ekim’in hemen öncesinde başladı ve halen devam ediyor.

İlk gelenler Atatürk Havalimanı işletmecisi TAV’da çalışan işçiler oldu. Onların bir bölümü yeni havalimanının yapımının ardından işletmesini de üstlenen İGA’ya geçirildiler.

Bu geçişte işçilerin yaşadığı sorunlar ve hak kayıplarına ilişkin birçok soru var. Patronların Ensesindeyiz Ağı birkaç gün önce bu soruları yanıtlaması için TAV ve İGA’ya çağrıda bulundu. Her iki şirketten de henüz ses yok.

Ortada iki şirketin altına birlikte imza attıkları büyük bir skandal var.
Biraz geriye gidelim ve anlatalım…

Yeni havalimanı işletmesinin İGA tarafından yürütüleceği belli olduktan sonra TAV, Atatürk Havalimanı’nda kendi bünyesinde çalışanların işten çıkarılmasına yönelik bir çalışma başlattı. Patronların Ensesindeyiz Ağı, bu bilgiyi geçtiğimiz Kasım ayında kamuoyuyla paylaştı. Bilginin kaynağı Ağ ile iletişim kuran TAV çalışanlarıydı. soL haber portalı da bu önemli bilgiyi haberleştirdi.

TAV, soL’a bir açıklama yollayarak iddianın gerçek dışı olduğunu ileri sürdü. Açıklamada talep eden çalışanlarının yeni havalimanında çalışmak üzere İGA’ya geçişlerinin sağlanacağı, geçmek istemeyen çalışanlara değerlendirmeleri için TAV bünyesindeki açık pozisyonların sunulacağı, ayrılmak isteyenlere ise tazminatlarının ödeneceği yazıyordu.

Ama böyle olmadı.

TAV, yeni havalimanında çalışmak için İGA’ya geçmek isteyen çalışanların başvurusunu aldı. İşçilere TAV ile İGA arasında bir “centilmenlik anlaşması” yapıldığını, geçişlerin bu anlaşma doğrultusunda ve Atatürk Havalimanı’nın taşınma işlemiyle birlikte toplu olarak yapılacağını söylediler. Buna göre TAV çalışanları faaliyet sonlanana kadar Atatürk Havalimanı’nda çalışmayı sürdüreceklerdi.

Ama çok geçmeden İGA İnsan Kaynakları, işçileri aramaya başladı. Telefondaki yetkili yeni havalimanında hemen işbaşı yapmalarını istiyordu. Oysa beklenen toplu geçişti. İşçiler İGA’ya “TAV’da tazminatımız var, nasıl hemen işbaşı yapalım” diye sordular. Aldıkları yanıt “Bizim acelemiz var, siz bilirsiniz, yoksa başkalarına bakacağız” oldu. Bu kez TAV’a “hani centilmenlik anlaşması vardı, Atatürk Havalimanı kapatılana kadar çalışmaya devam edip sonra toplu olarak İGA’ya geçecektik” diye sordular. Yanıt alamadılar.

Tüm planını yeni havalimanında çalışmak üzerine kuran ve bu kriz ortamında yeni iş bulmakta zorlanacağını bilen işçiler arasında panik başladı. Üstelik TAV, söylendiği gibi işçilere şirket bünyesinde başka pozisyonlarda iş de önermemişti. Binlerce çalışan birden bire ya uzun süreli işsizlik ya da tazminatı TAV’a bırakıp yeni havalimanında çalışma seçeneğiyle karşı kaldı.

Kırk katır mı istersin kırk satır mı! TAV ile İGA arasındaki centilmenlik anlaşmasının işçiler için bu anlama geldiği böylece ortaya çıktı.

TAV, 8 Nisan’da KAP’a yaptığı açıklamada Atatürk Havalimanı’ndaki operasyonu sonlandığı için 4500 işçinin iş akdinin feshedileceğini duyurdu. TAV’dan İGA’ya terminal işletmesi, güvenlik ve duty free işletmelerinde çalışmak üzere yaklaşık geçiş yapan işçi sayısının ise yaklaşık 2 bin kişi olduğu söyleniyor.

TAV’dan İGA’ya geçenlerin yaşadığı kayıp sadece tazminatları değil.

Daha düşük ücretle iş başı yapmak zorunda kaldılar. Çalışanlar 1000-1100 liraya varan kayıptan söz ediyor.

Sadece ücret değil, yol, yemek, prim gibi diğer kazançları da Atatürk Havalimanı’ndakine göre düşmüş durumda.

Devasa büyüklükteki havalimanında işleri az sayıda kişi ile yapıyorlar. İnanılmaz bir iş yüküyle çalışıyorlar.

Fazla mesai ücreti alamıyorlar.

Havalimanına ulaşabilmek için serviste saatlerce yoluculuk yapıyorlar. Şikâyetçi olanlar “evini değiştir” yanıtını alıyor.

Daha fazlasını Patronların Ensesindeyiz Ağı’nın dün yayınladığı röportajdan okuyabilirsiniz.(*)

Atatürk’ten İstanbul Havalimanı’na taşınmanın şaşaalı görüntülerinin arkasında işte böyle bir sömürü fotoğrafı var.

Bir de havalimanı çalışanları için büyük bir ders var. Örgütsüzlük demek patron kazığı demektir. Asla yalnız kalmayacaksın. Yenilen kazık kader değil. Tersine çevirmek için ise hiç geç değil.

Alpaslan Savaş / SOL

Reform paketi - Öztin Akgüç

Düzeltmek, daha iyi sonuçlar elde etmek amacıyla o kadar sık reform, köklü değişiklik yapıyoruz ki, so­nunda farklı yönde etkiler deformasyona yol açıyor. 

Açıklamalarda içeriğini çok iyi kavrayamadığımız süslü, yaldızlı sözcük­ler kullanıldığından, somut bilgi edinme olanağı da olmuyor. Genelde hep gelecek zaman ekleri kullanılarak pembe tablolar çizildiğinden, geçmişteki reformlarla ne­lerin gerçekleştiği ya da gerçekleşmediği sık reform ihtiyacının nereden kaynaklan­dığı da anlaşılamıyor. Bu bağlamda daha basit sözcüklerle “dı”lı geçmiş ekleri ile yapılacak açıklamalar, kamuoyunu aydın­latıcı olur.
 
Geçen hafta açıklanan reform paketi de bu genel özellikleri taşıyordu. Reform ihti­yacı nereden kaynaklanıyor, somut olarak neler getiriyor anlaşılamıyor, yine pembe tablolar çiziliyor, tümceler gelecek zaman ekleri ile bitiyor, yaldızlı sözcüklerle paket süsleniyordu. 

Verginin tabana yayılması, dolaylı ver­gilerin vergi gelirleri içinde payının azaltıl­ması, mali disiplinin sürdürülmesi, kıdem tazminatı fonu oluşturulması hemen her reform paketinde programında yer alıyor. 

Ülkemizde servet vergileri önemsenme­diğinden dolaysız vergilerin iki ana kayna­ğını gelir ve kurumlar vergileri oluşturur. Kurumlar Vergisi’nin oranının düşürülmesi öngörüldüğüne göre tabana yayılacak, hasılatı artıracak vergi, gelir vergisi ol­maktadır. 

Mizah gibi gelebilir ama Maliye Bakanlığı’nın vergiyi tabana yaymak, gelir vergisi hasılatını artırmak için yaptığı “re­formist” uygulamalarına örnekler vereyim. 


Gayrimenkul sermaye iradı vergilendiril­mesinde mükelleflere gerçek veya götürü gider indirimi seçimi tanınmıştır. Götürü gider indirimi seçiminde indirim oranı yüzde 25.0 iken yüzde 15.0’e indirilerek başlayan “reformist” uygulama, 2018 yılı gelirlerinin vergilendirmesinde sağlık har­camalarının belgelenmesinde de sürdürül­dü. Beyan edilen gelir vergisi matrahının yüzde 10’u ile sınırlı olarak sağlık harca­malarının indirilmesinin belgelenmesinde eczanelerden ilaç bedeli karşılığı alınan yazar kasa fişleri, önceki yıllar tevsik edici belge olarak kabul edilirken 2018 yılı gelir vergisi beyannamesinde, Gelir İdaresi Başkanlığı’nın özelgesine dayanılarak yazar kasa fişleri belge olarak kabul edil­medi. GİB özelgesinde yazar kasa fişleri, VUK’de tevsik edici belge olarak yer almadığından, sağlık harcamalarının da fatura ile tevsiki gerektiği ifade ediliyordu. Gelir yazılırken belge olarak kabul edilen yazar kasa fişlerinin, gider kanıtlayıcı belge olarak kabul edilmemesiyle, vergi matrahı ve oranı yükseliyor, vergi hasılatı artırılarak “reform” gerçekleştiriliyordu.
 
Önemli bir “reform” da, marketlerin plastik poşetlerine 25 kuruş ödenmesiyle, çevre de korunarak, Hazine’ye gelir sağla­narak gerçekleştiriliyordu. Ciddi bir çevre korunması amaçlanıyorsa, yapılması ge­reken, karbongazı salınımının ve çevreyi kirletmenin etkin bir şekilde vergilendiril­mesidir. 

Reform paketlerinin, değişmez konula­rından biri de kıdem tazminatı sorunudur. İşgörenlerin ancak yüzde 20’si hak ettikle­ri tazminatı tam alabildiğinden kıdem taz­minatı sorun olmaktadır. Kıdem tazminatı ücretin bir parçası olduğundan, işletmeler, muhasebe kuralları gereği, yürürlükteki yasalara uygun olarak kıdem tazminatı karşılığı ayırmak zorundadır. Ancak Maliye Bakanlığı’nın muhasebe uygulama genel tebliğleriyle küçük işletmelere kıdem taz­minatı karşılığı ayırma konusunda serbesti (hıyar hakkı) tanımıştır. Kıdem tazminatı tahakkuk ettiğinde, ödendiğinde vergisel açıdan gider yazılabildiğinden, küçük iş­letmeler genelde kıdem tazminatı karşılığı ayırmamaktadır. 

Buna karşı bağımsız de­netime tabi şirketler (bankalar, halka açık ortaklıkları, belli büyüklüğün üstünde olan şirketler) kıdem tazminatı karşılığı ayırmak zorundalar. Ancak işletmeler, ayrılan kar­şılıkla bir fon oluşturmamakta, diledikleri gibi kullanmakta; deneyimlerinin de doğ­ruladığı gibi kıdem tazminatını ödememe­nin yollarını da bulmaktadırlar. Bu nedenle işverenler devletin kontrolünde olacak bir fona sürekli kaynak aktarmak isteme­mektedirler. Özellikle sendikalı işçiler de kıdem tazminatlarını tam olarak almak beklentisinde olduklarından, devlet eliyle kesintiye uğrayabilecek bir sisteme karşı çıkmaktadırlar. 

Taraflar karşı oldukların­dan, kıdem tazminatı bir türlü “reforme” edilememekte; hükümetin eli altında bir fon oluşturulamamaktadır. 

Reform, ciddi, köklü önlemler gerek­tirdiğinden, lafzi reform süreci ülkemizde sonlanamadığından, yakın bir gelecekte de yeni bir “reform paketi”nin yüz günlük programın açıklanması beklenebilir.

Öztin Akgüç / CUMHURİYET

Türkiye, İstanbul seçimleri ile meşgul edilirken neler oldu? - Arslan BULUT

Türkiye, İstanbul seçimlerine kilitlenmişken, uluslararası ilişkilerde önemli gelişmeler yaşandı.

Bir konuda yorum yapabilmek için neler olduğunu bilmek gerekir.

Okan Müderrisoğlu, Sabah'ta Türk-Amerikan ilişkilerini ele aldığı yazısında "Yine de gelinen noktada... S-400'lerin teslimatının tamamlanması, alındıktan sonra ise Azerbaycan veya Katar'da tutulması seçeneği masada." ifadesini kullandı!

Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ise Washington'da ABD Savunma Bakan Vekili Patrick Shanahan ile görüşmesinin olumlu bir yaklaşım içinde geçtiğini belirterek, "Çeşitli aşamalardan geçtikten sonra Amerikan tarafından bize, ülkemizin ihtiyacı olan hava ve füze savunma sistemine ilişkin yeni bir teklif ortaya konuldu." dedi.

***

Akar, S-400'lerin ne zaman Türkiye'ye gelmesinin planlandığı sorusuna, "Son görüşme sırasında Rusya tarafından 'haziran' telaffuz edildi ama onun da gelmesi, gitmesi vesaire başka bir çalışma konusu." diye cevap verdi.
Gelmesini anladık da gitmesi ne demek?

Akar, Suriye'nin kuzeyindeki güvenli bölge konusunda, "Niye orada 30-40 kilometreden bahsediyoruz. Son zamanlarda teröristler maket uçaklara patlayıcı koyarak ülkemizdeki karakollarımıza, insanlarımıza karşı kullanıyorlar. Biz 'Teröristleri alın, silahlarını toplayın, bunları 30-40 kilometrenin dışına çıkarın' diyoruz. Bizim temel teklifimiz bu. Bu maket uçakların menzili takriben 30-40 kilometre." dedi.

Amberin Zaman ise Al-Monitor'da yayınlanan haberinde ABD'nin, Suriye'deki Kürt müttefiklerine, Türk kuvvetlerinin Türkiye-Suriye sınırında yayılmasına izin vermesi için baskı yaptığını yazdı!

Amberin Zaman'a göre Türk kuvvetleri kuzeydoğu Suriye'de önerilen güvenli bölgenin bir parçası olacak! Oysa ABD, "Güvenli bölgede Türkiye olmayacak" diyordu.

Bu iddia doğruysa Türkiye ve ABD arasında her konuda uyum sağlandı demektir!
Nitekim ABD'deki temaslarından sonra açıklama yapan Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, "NATO çerçevesinde Türkiye-ABD güvenlik ittifakının tarihi derinliği ve kurumsal gücü, ikili ilişkilerimizin temel taşıdır. Türkiye-ABD ittifakını derinleştirmek için sorunların bizi pozitif bir ajandayla geleceğe bakmaktan alıkoymasına izin vermemeliyiz. Türkiye-ABD ekonomik ilişkileri ikili ilişkilerimizin motoru olmalı, geleneksel güvenlik ortaklığımız kadar da güçlü olmalıdır." dedi. Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan da benzer bir konuşma yaptı...

***

Milli Savunma Bakanlığı eski genel sekreteri emekli kurmay albay Ümit Yalım'ın tespiti de vahim!
Yalım diyor ki "Türk Dışişleri Bakanlığı, 18 Mart 2019'da Birleşmiş Milletler'e gönderdiği resmi mektupla büyük bir skandala imza attı. Bakanlık, Girit güneyi Türk Kıta Sahanlığı'nda petrol aramak için Yunanistan ile anlaşma imzalayan Amerikan Exxon Mobil ve ortağı Qatar Petroleum şirketlerinin önünü açmak için gayrimeşru bir düzenleme yaptı. Bakanlığın yaptığı gayrimeşru düzenleme ile 1923 Lozan Antlaşması'na göre Türkiye'ye ait olan 92 bin kilometrekarelik Türk Kıta Sahanlığı (petrol ve doğalgaz havzası) ve 5 Türk Adası resmen Yunanistan'a terk edildi."

***

Bütün bunlardan ne çıkıyor? AKP iktidarının her konuda ABD ile anlaştığı, Suriye'nin kuzeydoğusunda bazı ceplere silahı kuvvetlerin yerleştirileceği, bu geçici duruma karşılık, S-400 füzelerinin Azerbaycan veya Katar'a gönderileceği, ayrıca 92 bin kilometrekarelik kıta sahanlığının Amerikan şirketlerinin kullanımı için beş Türk adası ile birlikte Yunanistan'a terk edildiği anlaşılıyor!
Terk edilen kıta sahanlığı, tıpkı Anadolu-Trakya coğrafyası gibi vatanın bir parçasıdır!

Türkiye, İstanbul seçimiyle oyalanırken, Türkiye adalarını ve kıta sahanlığını teslim etti ve S-400'lerle hava savunma sistemi kurmaktan vaz geçti! Bütün veriler bu yönde!

Yanılıyor olmayı dilerim.


Arslan Bulut / YENİÇAĞ