25 Nisan 2019 Perşembe

Gelecek için umut var kötümserliğe teslim olunmamalı - BİRGÜN

“AKP’nin geçmiş seçim deneyimleri ve sicili gösteriyor ki zafiyeti affetmez. Cumhurbaşkanı önceki oylamada “atı alan Üsküdar’ı geçti” diyerek bunu açıkça doğrulamıştır da. Bana göre kazanılan İstanbul seçimlerinin aynı akıbete düşmemesi örgütlü çalışmanın eseridir. Helal olsun ve ders olsun"

Seçimlerin ardından başlayan mazbata tartışması ve AKP’nin seçim yenilgisini bir türlü hazmedememesinin yankıları sürüyor. Öte yandan ekonomik kriz her alanda kendini daha fazla hissettiriyor. Bakan Berat Albayrak’ın Türk ekonomisine dair yaptığı sunum ise krizin yükünün emekçilerin sırtına yükleneceğini net biçimde gösterdi. BirGün Pazar ekibinin her ay Prof. Dr. Korkut Boratav’la gerçekleştirdiği söyleşinin bu ayki konuları bunlardı. Boratav, seçimlerde AKP’nin kaybetmesini halkın örgütlü duruşuyla açıklarken krize karşı hükümetin planını ise ‘emekçiden alıp burjuvaziye vermek’ diye özetliyor.

• Perşembe günü, Financial Times gazetesinde yayınlanan haberlerin birisi, “Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası rezervlerini yapay olarak şişiriyor” idi. Cumhurbaşkanı Erdoğan da aynı gün, bu habere tepki gösterdi. Financial Times’ın iddiasını siz nasıl yorumluyorsunuz?
Şöyle bir hesap vardır: Bankaların Merkez Bankası’na vermeleri gereken zorunlu karşılıkların, TCMB tarafından belirlenen bir oranı dövizlerden oluşur. Bankalara aidiyeti devam den bu dövizler Merkez Bankası brüt rezervlerini şişirir. Son verilere göre Merkez Bankası’nın brüt rezerv toplamı 75 milyar dolar. Bu miktara bankalara ait olan; ancak TCMB’de tutulan döviz karşılıklarını çıkarırsak net rezervleri elde ederiz. Bu hesaba göre muhtemelen 28 milyar civarında net rezerv görülüyor. Fakat Financial Times’ın eleştirisi şu: “Merkez bankası bankalardan zorunlu karşılıkların dışında kısa vadeli borç olarak rezervlerini şişiriyor. Bunlar indirilirse net rezervler, aslında, 16 milyar dolardır.” 
Financial Times, bu tespiti üzerine “yatırımcılar”dan görüş almış. Bunlar, aslında gerçek anlamda yatırımları, yani sermaye birikimini değil; “paradan para kazanma” peşinde olan Batılı rantiyelerin paralarını yöneten finansal şirketlerin danışmanları… Ve aslında kabili muhatap olmaması gereken insanlardır; finans kapitalin ayak takımıdır. Bunlar parazit rantiyelerin komisyonları yaşarlar. Mesela bunlardan birisi, kendisini “Türkiye uzmanı” olarak tanıtan Tim Ash isminde biridir. Bu son haberden sonra hemen “Perde arkasında olup bitenler rahatsızlık yaratıyor. Anlaşılıyor ki, ister net, ister brüt olsun Merkez Bankası’nın elinde TL’yi koruyabilecek döviz rezervi yoktur” diye ahkâm kesti. Türkiye’nin ve TCMB’nin bu gibi adamlara muhatap olması üzücüdür.
Bu konuda şunu söylemem lazım: Bizler Merkez Bankası istatistiklerine güvendik ve güvenmeye devam etmek istiyoruz. Merkez Bankası’nın da rezervlerde ve diğer konularda bu türden yorumlara söz bırakmaması; istatistiklerini olduğu gibi açıklaması lazım. 

ALBAYRAK CİDDİYE ALINMADI

• Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, 10 Nisan’da Türkiye’de ekonomik programa ilişkin bir sunum yaptı. Ardından da Washington’da çeşitli toplantılarda bu sunumunu paylaştı. Burada ortaya konulan programı nasıl değerlendiriyorsunuz.
Bu sunumlar, en azından Türkiye’nin borç krizinin eşiğinde olduğunun açık itirafıdır. Seçim kampanyası boyunca Cumhurbaşkanı ve bakan Nisan’da yeni bir reform programımızı sunacağız diye beklenti yarattılar. Niçin yeni bir program? Eylül’de ilan edilen Yeni Ekonomi Politikası nerede? Demek ki Eylül programını uygulayamadılar ki, yedi ay sonra yeni bir reform programı gerekiyor. 
Peki, ortaya ne çıkardılar? Albayrak 10 Nisan’da powerpoint sunumunu ekrandan gördükleriyle anlattı. Ekonomi basını, biraz önce “yatırım uzmanları” meraklı beklediler “yeni programı”. Eylül’deki Yeni Ekonomi Politikası da powerpoint grafikleriyle sunulmuştu; ama o program aynı zamanda 20-25 sayfalık bir belge olarak, tablolarla, ayrıntılı istatistiklerle yayımlandı. 10 Nisan’da ise çıka çıka 8-10 tane grafik ve damat Albayrak’ın sözlü sunumu çıktı. Programın belgesini aradığımızda sadece bakanın konuşmasının bant çözümü çıktı. Bu da Hazine ve Maliye bürokrasisinin bir ayıbıdır. Böyle bir program belgesi olamaz. Bant çözümünün Türkçesi bile düzeltilmemiş. Anlaşılmayan, meramı karışık ifadeler var. 
Nitekim, Türkiye’deki sunumu izleyen yabancı uzmanlar ne bakanın sözlü sunumunu, ne de bant çözümünü ciddiye almadı. Washington’daki sunum daha da ağır eleştirilere maruz kaldı. Üstelik o sunum daha JP Morgan’ın organize ettiği kapalı bir toplantıda yapılmış. JP Morgan kim? Yaklaşık bir ay önce BDDK ve SPK tarafından ağır bir suçlamayla hakkında soruşturma başlatılan yatırım bankası… Ne kadar hızla aklandı ki, bakan kendisini JPMorgan’ın konukseverliğine ve altyapısına teslim etmiş. 
Bakan, sunumunda “Türkiye bir borç krizine girmedi; ama eşiğindedir” demiş oluyor. Ve böyle bir krizi geçiştirmenin yöntemlerine kısaca, üstünkörü değiniyor. 

TÜRKİYE DIŞ BORÇ KRİZİNİN EŞİĞİNDE

• Ne öneriliyor çözüm olarak?
Bankalarla ilgili somu tek bir önlem var: Üç kamu bankasının sermayeleri 27 milyar liralık hazine kredisiyle (tahviliyle) desteklenecek. Niye? Burada da bir örtülü itiraf var. Kamu bankalarının yapay düşük faizli kredi pompalaması ile üstlendikleri seçim finansmanı, bilançolarını bozmuştur da ondan. 27 milyar lira yeterli midir? Ucu ne kadar açıktır bilemeyiz. Ne var ki böyle bir aktarım kamu dengelerini bozacaktır. 
Gelelim özel bankalara. Sunumda geçen ifadeyi aynen tekrarlıyorum: “Özel bankalarda kredi yapılandırmalarında 2018’de kârların dağıtılmaması ve buna benzer bir dizi adım ??? planlanıyor.” “Buna benzer bir dizi adım…” gibi gayri ciddi ifadeler bakanlık belgelerine yakışmaz. Ne demek “kârların dağıtılmaması?” 
Bakan, “sıkıntılı kredilerin kurtarılması zamana yayılması ve yapılandırılmasından” söz ediyor. Yani, batık kredilerin kurtarılması operasyonu… Kimler kurtarılacak? Adresini de veriyor: Bugünkü iktidarın ayrıcalıklı sektörleri: İnşaat ve enerji… Bu sektörlerdeki batık şirketleri kurtarma operasyonunun finansmanında iki tane de fon kurulacakmış. 
Ne yapılacak? Cevaben önce tuhaf ifadeler var: “Dünyanın en iyi ülke örnekleri taranıyor; dünyada en başarılı modeli ülkemize uyarlayacağız…” Hangi ülkeler? Nedir bu model? Sonunda şu ifadeler yer alıyor: “Enerji ve inşaat gibi batık kredilerin yoğunlaştığı iki sektörde sorunlu varlıkları borç hisse takası ile dışarı çıkarak bankalarımızın bilançolarını daha iyi hale getireceğiz”. Bu ne demek? Enerji ve inşaat sektörlerindeki batık krediler banka alacaklarından ayıklanacak. Peki, ne olacak? Bankaların bilançolarını iyileştirecek; ama batık kredilerin hesaptan çıkarılması için bunların bir şekilde temizlenmesi gerekir. “Enerji ve gayrimenkul sektörleri için iki tane fon kurulacak” deniliyor. Batık krediden fon kurulmaz; batık kredinin finansmanı için fon kurulur. Batı literatüründe bu tür borç temizleme düzenlemelerinde batık kredilerin yığıldığı “kötü banka” devreye girebilir. Belki de özel sektörün batık borcunu Hazine’nin üstlenmesi tasarlanmaktadır. 

EMEKTEN ALIP BURJUVAZİYE AKTARMA PLANI

• Emek cephesi açısından Kıdem Tazminatına ilişkin düzenleme gündeme geldi.
Krize çare olarak önerilen “yapısal uyum” terimi ile, aslında, krizin maliyetini emekçilere yükleme yöntemleri kastedilir. 10 Nisan’daki öneriler, Eylül’de ilan edilen Yeni Ekonomi Politikası (YEP) belgesinde vardı. Onlar da IMF’nin beş ay önceki Türkiye raporundan türetilmişti: Kıdem tazminatı fonu ve bireysel emeklilik sigortası (BES)… Bunlar tekrar gündeme geliyor. Bugün uygulanan kıdem tazminatı sistemi, Türkiye’nin sosyal refah devletinin son kalıntılarından biridir. Ve ücretlilere sağlanan kısmi bir istihdam güvencesidir. Fon kurulduğu andan itibaren bu güvence yok olur. Çünkü işveren için, ücretlileri işten çıkarmanın maliyeti ortadan kalkar. İlaveten BES de zorunlu hale getirilecek; birikimlerinin de katılacağı daha fon kıdem tazminatı fonuyla birleşecek. Emekçilere karşı yüz kızartıcı ikinci bir operasyon böylece oluşuyor. Aynen tekrarlayayım: “Sistemde biriken fonların sermaye piyasaları üzerinden reel sektöre ve ülkemizin sürdürebilir büyümesine kanalize edilmesini sağlayacağız”… Yani ücretlilerin katkılarıyla oluşan bu fon özel sektörün finansman kaynağını oluşturacak. Devam ediyor: “Artık şirketlerimiz çok daha kolay ucuz ve uzun vadeli bir biçimde yeni yatırımlarını finanse edebilecekler. Stratejik sektörlerdeki projeler için de ek kaynak oluşturmuş olacağız.” İşte krize çözüm yolları bu. 

DIŞ BORÇ KRİZİ TÜRKİYE’Yİ IMF ÇÖZÜMÜNE SÜRÜKLÜYOR

• Sizin IMF’siz IMF programı olarak tanımladığımız program, dış borç krizi ile birlikte nasıl bir yönde ilerleyecek? Türkiye özel sektörün borçlarını ödemek zorunda mı?
Türkiye’nin bugün 440 milyar dolarlık dış borcu var. Bunun yüzde 30’u devletin geri kalanı özel sektörün. Türkiye’nin dış borçları ağırlıklı olarak özel sektör sorunudur. Bu sorunun çözümü nasıl olmalı? Borçlu ve alacaklı arasındaki ilişkinin devleti ilgilendirmemesi gerekir. Zira, uluslararası bankalar Türkiye’de bir bankaya sendikasyon kredisi vermişlerse, Türkiye ekonomisinin ve kredi açılan bankanın özel koşullarına bakarak; ortalamayı aşan riskleri göze alarak geleneksel faizlere bir marj eklemişlerdir; ödeme koşullarını ona göre düzenlemişlerdir. Kredi ödenmezse özel mülkiyet sisteminin kurallarına göre zararı sineye çekerler. İflas noktasına gelirse iflas masasının kuyruğuna girerler. Devlet özel sektörün, bankaların batık kredilerini üstlenmez. Birincisi bu. 
İkincisi şu: Borç krizi stratejik sektörlerde iflaslara yol açarsa, müflis şirketin kamulaştırılarak işletilmesini gerekebilir. Ne var ki, damat Albayrak’ın ima ettiği inşaat sektöründe olası batık şirketler stratejik değildir; niçin devletleştirilsin? 
Üçüncü olarak gelelim devlet borçlarına. Kamu borçlarının Türkiye Cumhuriyeti tarafından ödenmesi savunulabilir. Devletin dövizli borçları esasen çok yüksek değildir. Bu borçların önemli bölümü ihraç edilen Türk Liralı devlet tahvil ve hazine bonolarının yabancı yatırımcılar tarafından satın alınmasından doğan borçlardır. Anaparaları ve faizleri TL ile ihraç edilen bu borçlar için Türkiye toplumunun bilinçli vatandaşları, bunların TL ile ödenmesini kabul edebilir. Ama bunların dış dünyaya transferi yabancı rantiyelere döviz tahsis yükümlülüğü yoktur. 
Bu şu anlama geliyor: Siyasi iktidar (veya Hazine) tarafından sermaye hareketlerinin (döviz transferlerinin) kontrolü… IMF dahi kalıcı olmamak koşuluyla kriz koşullarında döviz kontrollerine yeşil ışık yakmıştır. Türkiye krizi üzerine Ağustos’ta ilginç bir makale yazan Nobel ödüllü Krugman da bu öneriyi Türkiye’ye tavsiye etmiştir. “Dış borçların bir bölümü ödenmemeli…” demiştir. Batık dış borçların özel sektöre ait olan bölümünün ödenmemesi normaldir; devlete ait TL borçları ise sadece TL ile ödenebilir… 
Böyle bir uygulama Türkiye’ye girecek sıcak parayı durdurur. Demek ki o zaman Türkiye ekonomisinin spekülatif finans kapitale bağımlı olan zafiyetlerinin tedavisi de bu öneriyi yapan insanların sorumluluğuna girer. İktidar yapamıyorsa, “iktidarı hak etmiyorsun suçlaması” da bizim hakkımız olur. Ekonomi eğer varlığını ve normal gelişim temposunu sadece ve sadece spekülatif finans kapital akımlarıyla sürdürecek bir yapıda ise; bu bozukluğun onarılması iktidar olma iddiasında olan her siyasi akımın görevi olmalıdır. Her muhalefetin de görevi olmalıdır. 

SOSYALİST PARTİ VE AKIMLAR IMF’YE TESLİMİYETE KARŞI TAVIR ALMAK ZORUNDADIR

• Emekten yana muhalefetin bu eksende karşı duruşunun temelinde ne olmalı?
Ben bu teşhisten hareketle şunu söylüyorum: Bakan Albayrak’ın batık şirket ve banka borçlarını kurtaracak bir fon oluşturma önerisinin uzantısı, IMF’nin 2001’de Türkiye’ye uygulattığı operasyondur: Batık bankaların ve bankaların kredilerinin Hazine tarafından devralınması; IMF’nin devlete açtığı kredinin de bunun finansmanına tahsisi… Devlet bu krediyi IMF’ye sonraki yıllarda kemer sıkma politikaları ile oluşan bütçe fazlaları ile ödemiştir. 
İşte bu formül Türkiye’nin de gündemine gelecektir. Albayrak’ın sunumunda muğlak bırakılan o kurtarma fonları son tahlilde IMF’den gelecek bir büyük kaynak aktarımıyla tutarlı hale gelir. Veya bizim bilemediğimiz öngöremediğimiz istisnai kara para akımlarını gerektirir. Emekçileri ezen kriz koşullarını onlar için çok daha ağırlaştıracak olan IMF-türü seçeneklere karşı sadece iktidara hitap etmekle kalmamamız lazım. Türkiye’nin şu anda muhalefet sorumluluğunu üstlenmiş olanların IMF çözümüne karşı çıkması lazım. 
Bu nedenle sosyalistler IMF’ye teslimiyete karşı sistematik bir tavır almak zorundadır. Çok ağır koşullarda krizin bunalımını yaşayan Türkiye’nin emekçilerine bir de ilaveten dış borç finansmanın yükünü dahi yıkmak büyük bir insafsızlık olur. CHP’nin kafası karışıktır. Sorumluluk sosyalistlere düşüyor.
***

FAŞİZME GİDİŞE KARŞI FRENE BASILDI

• Seçimler öncesinde yaptığımız söyleşilerden birinde şöyle bir tespitiniz vardı. Özellikle CHP merkezine dönük eleştirilerimiz olsa bile yerel yönetimlerdeki CHP varlığının özgürlük alanlarının savunulması bakımından önemine dikkat çekip buraya çok önemsiz bir şeymiş gibi yaklaşmamak lazım gibi bir şey demiştiniz. Buradan hareketle seçim sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’nin en gelişmiş büyük kentlerinin, Bursa hariç, hemen hemen tümünde muhalefetin başarılı olması çok önemli bir kazanımdır. Faşizme gidiş sürecini frenleyen, belki durduran, belki de tersine döndürebilecek bir olumlu adım olarak görülmelidir. Özgürlük alanlarımız çok kısıtlanmıştı. Demokratik kitle örgütleri, mühendislerin, hekimlerin, avukatların, mali müşavirlerin vb.lerinin meslek örgütleri teslim olmamıştı ve özgürlük alanları olarak varlığını koruyorlardı. Bu alanlara yerel yönetimlerin de katılması çok önemli bir kazanım olacaktır. 
Millet ittifakı içinde seçimlere katlan muhalefetin parti sınırları dışındaki akımlara, sola açılmış olması, bu konuda iyimserlik getiriyor. Tunceli’de TKP’nin belediye başkanlığı da tarihsel bir kazanımdır. İstanbul seçimlerinde CHP örgütünün, tabanının çalışmaları, bu insanların cumhuriyet devrimcisi özelliklerini, dinamizmini doğrulamıştır. Gelecek için umut vermiştir; kötümserlik dalgasına teslim olmanın ne kadar yanlış olduğunu ortaya koymuştur. Hepsini, seçilenleri, militanları sevinç, takdir ve tebrikle karşılamamız lazım. İleride de birlikte çalışmamız; mümkün mertebe katkı sağlamamız lazım.
• İstanbul seçimleri daha iktidarın itiraz süreci ile birlikte daha özel bir anlam kazındı. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
AKP’nin geçmiş seçim deneyimleri ve sicili gösteriyor ki zafiyeti affetmez. Cumhurbaşkanı önceki oylamada “atı alan Üsküdar’ı geçti” diyerek bunu açıkça doğrulamıştır da. Bana göre küçük bir fakla kazanılan İstanbul seçimlerinin aynı akıbete düşmemesi örgütlü çalışmanın eseridir. Helal olsun ve ders olsun. Demek ki örgütlü dinamizm, faşizme baskın çıkıyor. Yurttaşların tutkulu, ödünsüz dinamizmi iktidar tarafından oluşturulmuş olan YSK’yı bile etkileyebilmiştir. AKP’nin İstanbul seçimlerinin yenilenmesine dair itirazı, bir anlamda devlet bürokrasisini tamamen teslim alamadıklarının itirafıdır. 
• Önümüzdeki dönemi iktidar ve toplumsal muhalefet açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
İktidar geçmiş sicilinden umulan baskıcı / faşizan tepkiyi mi gösterecek? Halk iradesinin sonucunu zorunlu olarak sineye mi çekecek? Yani, Turgut Özal ve Süleyman Demirel gibi mi davranacak? Bu iki siyasi şahsiyet Türkiye sağ siyasetinin zirve noktasını temsil eder. İktidardaki “günahlarını” silmemesine rağmen, siyasi hayatları boyunca halkın iradesine saygı göstermek olgunluğunu göstermişlerdir. En açık örnek Turgut Özal’dır. Ecevit ve Demirel için siyaset yasağı uygulanmasını referanduma taşıdı; yenilgiyi sineye çekti; iktidarı terk etmeyi de bildi. Süleyman Demirel de parlamenter demokrasiyi milli cephe sicili ile lekeledi; ama yenilgiye uğradığı her dönemde şapkasını alıp gitmeyi de bildi. Yerel seçimler iktidarı değiştirmez; ama yarın için bir sınama olarak önem taşıyor.
BİRGÜN

24 Nisan 2019 Çarşamba

‘Erkeklik kabuğu’nu kıran adam: Şener Şen - TAYFUN ATAY

Şener Şen filmografisi, bu topraklarda erkekliğin hali pürmelalini anlama yolunda kültürümüzün tarihsel aynasıdır.


Şener Şen’i sinemamızda en unutulmazlaştıracak nokta bana sorulacak olsa, onun ister komedi ister dram performansıyla, erkeğin içerisine kapatıldığı “erkeklik kabuğu”nun kırılmasına yaptığı katkıdır derim. 
Şener Şen filmografisini kendi mütevazı seyir maceram içerisinden değerlendirdiğimde, Hababam Sınıfı Uyanıyor’daki “Badi Ekrem” tiplemesinden itibaren hayatımızda ve bu toprakların tarihinde kalıcı iz bırakmasına neden olacak en önemli motiflerden biri budur diye düşünüyorum.
Hababam’da “Badi Ekrem”, Çiçek Abbas’da dolmuşçu “Şakir”; sonrasında hep baş rolde yer aldığı Namuslu, Züğürt Ağa, Muhsin Bey, Eşkıya gibi filmler…
Gönül Yarası’nda “Nazım Öğretmen”, Kabadayı’da “Ali Osman”, Av Mevsimi’nde “Komiser Ferman” ve Yol Ayrımı’nda kapitalizmin ete-kemiğe bürünmüş hali “Mazhar”…
Bu filmlerde Şener Şen bizi kâh kahkahaya kâh hüzne boğacak mahiyette “erkeklik kabuğu”yla yaralı karakterleri canlandırarak; veya yan rollerde onun etrafında yer alan bir dizi böylesi “kabuklu erkek” karakterlerle titreşim ve etkileşim içinde bir oyunculukla açılış yapar... Ve filmler içerisinde biz, onun muhteşem oyunculuğu eşliğinde bu “erkeklik kabukları”nın çatır çatır kırılışına tanık oluruz!..
Dolayısıyla Şener Şen, “erkeklik boyunduruğu” altında sessiz iniltilerle ezim ezim ezilen erkeğin bu “boyunduruk”tan kurtulup “insanlaşma"sına dair mutlu ya da hüzünlü sonları seyrimize sunan filmlerin kahramanıdır.
Şener Şen, erkekler olarak hepimizde mevcut, “erkekliğin en çok erkeği ezdiği” hissini dışa vuran, ete-kemiğe bürüyen aktördür.
Şener Şen, erkeğin içindeki ve onu içten içe kemiren, tüketen, bitiren “erkeklik kurdu”nu kurutmaya kurgusal/sanatsal mahiyette adanmış bir ömürdür.
***
Elbette onun tiyatrodan sinemaya ve “İkinci Bahar” gibi az, öz, eşsiz ve şahika dizilere açılan yelpazedeki oyunculuk performansına işin uzmanları farklı açılardan bakıp, yaklaşıp, değerlendirerek önemli çözümlemelerde bulunacaklardır.
Ama bir sosyal bilimci, toplumsal-cinsiyet ve onun içerisinde erkeklik kimliği ve “sorunu” üzerine kafa yoran bir sosyal antropolog olarak benim için Şener Şen filmografisinin en ayırt edici karakteristiği, bir “erkeklik hesaplaşması” olmasıdır.
“Badi Ekrem”, sınıfınızda toplumsal-cinsiyet ve kültür ilişkisi üzerine tartışma açmak istiyorsanız, bir ders malzemesidir.
Eşkiya’nın “Baran”ı, Kabadayı’nın “Ali Osman”ı, Yol Ayrımı’nın “Mazhar”ı; erkekliğin nasıl en çok erkeği ezdiği tezini öğrencilerinize aktarmak, bu zor anlaşılır, ancak içten içe hissedilebilir veriyi onlara duyumsatmak istiyorsanız, bir ders malzemesidir.
Ve erkekliğin herkesi kendine “av” kılıp hiç kimseye “av” olmamak sanatı olduğunu düşündüren acımasız, merhametsiz, vicdansız bir iş adamını ölümüne dize getiren, o Av Mevsimi’nin unutulmaz “Komiser Ferman”ı;
Eğer öğrencilerinize insan insanın kurdudur” diye işleyen bir ekonomi-politik sistemde avcının en büyük avının da kendisi olduğunu anlatmak derdindeyseniz;
Evet, o bir ders malzemesidir!..
Bu doğrultuda Şener Şen filmografisi, bu topraklarda erkekliğin halini, aslında hali pürmelalini anlama yolunda bir “kültür biyografisi”, yani kültürümüzün tarihsel aynasıdır.
O yüzden geçtiğimiz cuma gecesi Aydın Doğan Vakfı tarafından kendisine layık görülen 2019 Aydın Doğan Ödülü’nü almak için sahneye çıktığında Şener Şen’i dinlerken onun yumuşacık, müşfik ve mütevazı dilindeki, üslubundaki, havasındaki “androjen”liği yerli yerine oturtmakta hiç mi hiç zorluk çekmedim ben!..
Bir erkeğin doğumdan itibaren kendisine şırınga edilen erkeklik zehrine panzehir üretme, böylece daha tam bir insanlık durumuna ulaşma yolunda tek yapabileceği, böylesi bir “androjen”liğin özgürleştirici sularına yelken açmaktır.
Bu duygu-düşünce sarmaşması içinde Şener Şen’i ödül töreninde dinlerken, George Orwell’in Burma anılarında aktardığı ve bize iktidarın, “muktedir” olarak kendi temsiline soyunmuş insanı da ezen bir “makine” olduğuna çarpıcı şekilde açıklık getiren satırları döndü dolaştı zihnimde…
Çok yerde paylaştım, o yüzden burada özetle geçmeye çalışayım:
1920’lerde (şimdi Myanmar olan) Burma’da İngiliz sömürge yönetiminin polis müfettiş yardımcısı olarak görev yaparken, kızışmış bir erkek filin bir köye dalarak ortalığın altını üstüne getirip bir kişiyi de öldürdüğü haberi kendisine ulaşan Orwell, elinde tüfek arkasında da bir dolu “iktidarına tâbi” insanla filin peşine düşer. Fili bulduğunda da korkunç bir ikilemle karşı karşıya kalır. Fil, kızışması geçmiş, sakin sakin otlamaktadır ve yapılması gereken de sadece onu kontrol altına alıp böyle bir zararı bir daha vermesini önlemektir.
Ama arkasındaki ona tâbi iki binden fazla insan da bir “muktedir” olarak ondan “gereken”i yapmasını beklemektedir!..
O kadar yolu elde tüfek ve peşinde onca insanla gelip, sonra da zayıflık, güçsüzlük, “iktidarsızlık” ima edecek şekilde hiçbir şey olmamış gibi arkasını dönüp oradan uzaklaşmak imkansızdır.
Orwell, bir “muktedir” olarak mahkumu olduğu iktidarın gereğini yapar ve fili öldürür.
İşte erkeğin ömrü de erkeklik uğruna ha bire “fili öldürmek”le geçer!..
Bir sanatçı olarak Şener Şen’in ömrü ise bizi, hepimizi, bütün erkekleri “fili öldürmek”ten vazgeçmeye çağırmakla, ikna etmeye çalışmakla geçti ve geçmeye de devam edecek gibi görünüyor.    
 Tayfun Atay / T24

Para kalmadı arsa verelim - KADİR SEV

Son günlerde okul yapmaları karşılığında yüklenicilere para yerine kamu taşınmazı vermeye başladılar. Öngördükleri sıkı para politikalarına uygun bir yöntem: Bütçeden tek kuruş çıkmıyor.

Sistem şöyle işliyor: Çevre ve Şehircilik Bakanlığına bağlanan Milli Emlak Genel Müdürlüğü, okul karşılığında verilecek taşınmazları ve rayiç bedellerini belirliyor. Bu taşınmazlar, Yatırım Programları uyarınca ilgili yıllarda başlanması gereken okulların proje bedellerine yaklaşık tutarlarda olmasına dikkat edilerek gruplandırılıyor. Ve sıra yüklenicilerini bulmaya geliyor.
Yüklenici bulmak için kapalı teklif, açık ihale gibi yarışmayı sağlayan “esas ihale yöntemlerine” başvurulmuyor; iş pazarlıkla yaptırılıyor.
Karşılığında kamu taşınmazı verilerek yaptırılan işlerde 4734 sayılı Kamu İhale Yasası uygulanmıyor. Çünkü ihale konusu, esas itibariyle yapım işi değil “trampa” sayılıyor. Bu nedenle de 1983 tarihli 2886 sayılı Devlet İhale Yasası’nın trampaya ilişkin düzenlemelerine uyuluyor.
2886 sayılı Yasanın 51/g bendinde; Devletin özel mülkiyetindeki taşınır ve taşınmazların kiralanması, trampası … gibi işlerin pazarlıkla yaptırılabilmesine izin veriliyor. İdare, bu izin yetkisini temel kural olarak benimsemiş. Bütün işlerde pazarlık yöntemini kullanıyorlar.
Pazarlık yönteminde uyulması gereken kurallar için 2886 sayılı Yasanın 50’nci maddesinde şunlar yazılı; “…teklif alınması belli bir şekle bağlı değildir. İhaleler, komisyon tarafından işin nitelik ve gereğine göre bir veya daha fazla istekliden yazılı veya sözlü teklif almak ve bedel üzerinde anlaşmak suretiyle yapılır.
Kamu taşınmazları özelleştirme yoluyla elden çıkarılsa hiç olmazsa iyi kötü bir ihale yapılması gerekecek. Bu yöntemde yüklenicilerle karşılıklı oturup kardeş kardeş rant paylaşıyorlar.
Bunun yasal altyapısını 2005 yılında çıkarılan 298 sayılı Milli Emlak Tebliğini çıkararak hazırlamışlardı. Ancak, az sayıda başvurdukları için pek dikkat çekmemişti.
Sıkı para politikasına halel getirmeyen bu yönteme son günlerde, saldırmaya başladılar desek abartı olmaz. Bütçeye dokunmamak için kamu taşınmazlarını yağmalıyorlar. Resmi Gazetede 4-17 Nisan 2019 arasında yayımlanan 4 pazarlık ihale ilanıyla yüklenicilere okul yapmaları karşılığında 242 milyon lira değerinde 229 bin m² kamu taşınmazı verildi.
Şimdilik okul yapıyorlar, tadını alırlarsa yöntemi yaygınlaştırırlar. 
4 Nisan’da yayımlanan ilanda, proje bedellerinin toplamı 37 milyon lira olan 4 okul yapılması karşılığında 67 bin m² yüzölçümlü 17 kamu taşınmazı verilmesi öngörüldü. Ayrıntıları aşağıda görülüyor: 
  • Adana Yüreğir’de yaptırılacak proje bedeli 5 milyon 11 bin lira olan okul için Çukurova’da 16 bin M² yüzölçümlü 5 milyon 85 bin rayiç bedeli olan iki arsa;
  • Adana Yüreğir’de yaptırılacak proje bedeli 15 milyon lira olan okul için 28.571 M² yüzölçümlü Şambayalı ve Sofulu’da 8 arsa;
  • Adana Seyhan’da yaptırılacak proje bedeli 8 milyon 630 bin lira olan okul için Sarıçam’da 8 milyon 825 milyon rayiç bedel toplamı olan 10 bin m² büyüklüğünde 3 arsa;
  • Adana Seyhan’da yine 8 milyon 630 bin lira proje bedeli olan okul için Sarıçam’da 12 bin m² büyüklüğünde 4 arsa;
12 Nisan 2019 günü yayımlanan ilanda; Tekirdağ’da yapılması öngörülen yaklaşık 45 milyon lira proje bedeli olan okullar için 40 bin m² yüzölçümlü 9 arsa,
14 Nisan 2019 günü yayımlanan ilanda; Eskişehir Odunpazarı’nda proje tutarı 8 milyon 818 bin lira olan okul için 68,6 bin M²’si Çifteler’de, kalanı Odunpazarında yaklaşık 75 bin M² büyüklüğünde 15 arsa,
16 Nisan 2019 günü yayımlanan ilanda; İstanbul/Kağıthane ve Güngören’de birer okul yapılması karşılığında, İstanbul Çatalca ve Arnavutköy’de 27.131 M² büyüklüğünde 15 milyon rayiç bedel belirlenen ve üzerinde bahçeler ve tek katlı yapılar olduğu belirtilen 4 parça arsa,
17 Nisan 2019 günü yayımlanan ilanda; Antalya Serik, Aksu, Manavgat, Kepez, Muratpaşa’da 14 okul yaptırılması karşılığında 136 milyon lira tutarında ve toplamı 20 bin m² yüzölçümüne ulaşan Antalya Manavgat ile Muratpaşa’daki kamu taşınmazları,
Geçtiğimiz yıl ağustos ayından başlayıp bir kabaca bir tarama yaparsak şu iki ihaleyle daha karşılaşıyoruz;
14 Ağustos 2018 günü, Ankara Etimesgut’da bir okul yapılması karşılığında 9 milyon 300 bin lira değerinde 30 bin m² yüzölçümlü bir arsa; 23 Ekim 2018 günü, Afyonkarahisar’da yapılacak okullar için 60 milyon lira değerinde kamu taşınmazları ...

Yukarıda yazılanları kısaca özetleyelim: Yüklenicilere arsa karşılığında okul yaptırılması, kamu taşınmazlarının yandaşlara yağmalatılması işlevi görüyor. Pazarlık yöntemiyle rantlar dağıtılıyor.

Kadir Sev / SOL

Fatih Yaşlı: Bahçeli yeni devletin de sahibi olduğunu gösteriyor(Röportaj) - Hatice İkinci / SOL

Kılıçdaroğlu'na yönelik saldırıda MHP'nin ve Bahçeli'nin rolünü değerlendiren Fatih Yaşlı, böylesi provokasyonların kritik dönemeçlerde ortaya çıkışına dikkat çekiyor ve gelişmelerin seçim sonuçlarının doğrultusunu ve AKP'nin yönelimlerini belirleyeceğini kaydediyor.

Kısa süre içinde ikinci baskısını yapan “Antikomünizm, Ülkücü Hareket, Türkeş- Türkiye ve Soğuk Savaş” kitabını konuşmak üzere Fatih Yaşlı ile bir araya geldiğimizde, tüm Türkiye CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na asker cenazesinde yapılan saldırıyı konuşuyordu. Bu saldırının hemen ardından MHP lideri Devlet Bahçeli’nin şiddeti yükselten açıklamaları ve önümüzdeki günlerde benzer provokasyonlarla karşılaşabileceğimize dair yaptığı imalar büyük bir gerilim yarattı.

Yapılan saldırıya Çubuk Ülkü Ocakları’nın adının karışmasıysa ülke tarihinin karanlık geçmişine dair çağrışımlara sebep oldu. Dolayısıyla, Türkiye’de anti-komünizmin karanlık tarihini konuşmak üzere buluştuğumuz akademisyen-yazar Yaşlı ile sohbetimizin konusunu da Devlet Bahçeli, ülkücü hareketin yeni devletteki rolü ve sağın provokasyon tarihi gibi başlıklar oluşturdu. Bu arada Yaşlı’nın kitabının, alanının en başarılı örneklerinden biri olduğunu hatırlatalım ve sorularımıza başlayalım:

Kılıçdaroğlu’na asker cenazesinde yapılan saldırı, ardından Devlet Bahçeli ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun açıklamaları… Son üç gündür ne oluyor Türkiye’de?
Son üç günde olan biteni anlamak için 31 Mart gecesine dönmek lazım aslında. O gece ortaya çıkan tablo, AKP’nin inşa ettiği rejime uygun düşen bir tablo değildi. İlk bir haftada mazbatanın öyle kolay kolay verilmeyeceği görüldü. Rejim kendi içersinde bir takım değerlendirmeler yaptı. Kamuoyunun nabzını yokladı, uluslararası sermayenin, ABD’nin ne diyeceğine baktı. Tüm bunlar olurken Devlet Bahçeli de bir yandan şahin bir tutum sergilemeye başladı ve sürekli seçimlerin yenilenmesi gerektiğini dile getirdi.

Bunu Erdoğan’a rağmen mi yaptı?
Hayır. Ancak, Erdoğan’ın talimatları doğrultusunda da yapmadı. Son üç günde yaşananlar, son bir haftada yaşananlardan bağımsız değil. Önce, mazbatanın verilmesine mecbur kalınması, o esnada sosyal medyada “Şırnak’ta dört şehidimiz var” şeklinde manipülatif haberlerin dolaşıma sokulması ki, Milli Savunma Bakanlığı bu haberleri yalanladı. Bu haberlerin üzerinden sadece üç gün geçmişken, gerçekten de Hakkari’de, hem de uzun zamandır asker ölümü haberi almıyorken, operasyon neticesinde dört askerin yaşamını yitirdiği haberinin gelmesi… 7 Haziran-1 Kasım seçimleri arasında da askerin sahaya sürüldüğünü, asker ölümlerinden nemalanıldığını biliyoruz. Geçtiğimiz sene Süleyman Soylu’nun yaptığı “CHP’lilerin cenazelere katılmaması için talimat verdim” açıklaması, Kılıçdaroğlu’nun önüne mermi atılması gibi hadiseler, aslında cenazelerin CHP’ye karşı provokasyon yöntemi olarak kullanılacağının işaretleriydi.

31 Mart seçimlerinde HDP’nin batıda seçime girmeyip, CHP adaylarını destekleyeceğini açıklaması, beraberinde bir kırılma getirdi. Sayısal üstünlük meselesi ve referandumdaki tablonun aynısının ortaya çıkması, devlet ve AKP içersindeki bir takım merkezlerde ciddi endişeler yaratmış olmalı. Çünkü bu birliktelik, öyle ya da böyle İyi Parti ve Saadet Partisi’nin de dahil olduğu bir iktidar alternatifine dönüşebilir uzun vadede. Bunun önünün kesilmesi istenmiş olabilir.

Araya girip, sormak istiyorum; kitabında da sık sık bu tip saldırıları analiz ediyorsun, nasıl örgütleniyor bu provokasyonlar?
Bunu tam olarak bilemeyiz tabi. Ancak, Kılıçdaroğlu saldırısındaki anlatıma göre, Kılıçdaroğlu ve ekibini kalabalığın içersinde yönlendiriyorlar ve saldırgan kitleyi onların yanına yaklaştırıyorlar. O sırada, polis ve asker devreden çıkartılıyor. Sonrasında saldırı başlıyor. Muhtemelen olaydan haberi olmayan bazı askerler korumaya çalışıyor, bazıları da ortadan kayboluyor. Bunların doğrudan, nasıl tezgahlandığını görmemiz çok zordur.

Önümüzdeki günlerde yeni provokasyonlar bekliyor musun?
Eğer gerçekten de İstanbul seçimleri tekrarlanırsa bu kampanya sürecinde yeni provokasyonları, yeni bir takım kanlı girişimler görebiliriz. Seçimler tekrar edilmezse, bu önemli bir yumuşama dönemini de beraberinde getirir. Yeni uzlaşı konjonktürüne girilecekse, yeni provokasyonlar beklememek lazım. Ancak birileri bu uzlaşı sürecine müdahale etmek isterse de bir takım girişimler olabilir. Bunlar, güç ilişkileri tarafından belirlenir.

Devlet Bahçeli’nin yeni rejim inşasındaki rolü nedir sana göre?
MHP’nin 15 Temmuz'dan beri izlediği strateji, kendisi açısında çok son derece doğru ve başarılıdır. Ülkenin özellikle son 4-5 yılına bakıldığı zaman, MHP dışındaki partilerin de MHP’nin diline, söylemine, milliyetçiliğine yakınlaştığı bir durum ortaya çıktı. Beş-on sene öncesine kadar gayet marjinal diyebileceğimiz bir ideoloji şu an Türkiye’de merkez siyasetin bir parçası haline geldi. Üstelik de merkez siyaseti yönlendirici ve belirleyici bir konumda artık.

7 Haziran seçimleri sonrası AKP’yi devre dışı bırakacak şekilde bir koalisyon hükümeti kurma ihtimali matematiksel olarak ortaya çıktığında, Devlet Bahçeli “tamam” deseydi, o koalisyon kurulabilirdi. Ama bu aynı zamanda HDP’nin Türkiye siyasetinde artık legal bir aktör olarak tanındığı ve “Kürt sorununun siyasal yöntemlerle çözülebileceği” gibi bir çerçeve ortaya çıkarırdı. Devlet Bahçeli ve MHP bunu çok açık bir şekilde reddetti ve AKP’nin yanında konumlandı. Sonrasında zaten 7 Haziran’dan 1 Kasım’a doğru giden süreçte Türkiye’de nasıl kanlı eylemler yapıldığını, adım adım şiddetin nasıl yükseltildiğini, Suruç Katliamı’nı, sonrasında 10 Ekim Katliamı’nı hatırlıyoruz.

MHP’nin son söylemlerine baktığımızda da bu tutumun bir yansımasını görüyoruz. Cuma günü Erdoğan İstanbul seçimlerini tanıyabileceği anlamına da gelebilecek bir şekilde “demiri soğutmaktan”, “tokalaşmaktan”, “Türkiye ittifakından” söz etti. Bu, bir söylemdir, ne kadar uygulanabilir, bu başka bir şey. Ancak Devlet Bahçeli, saldırının olduğu gün yaptığı açıklamada “biz bir tane ittifak biliyoruz, onun adı da Türkiye ittifakı değil Cumhur ittifakıdır” dedi. Böylesi bir milli mutabakat AKP ile CHP arasında gerçekleşirse, bu aynı zamanda -HDP seçmeninin CHP’ye verdiği oyları da hesaba katarak söylersek eğer- HDP’nin tekrar legal bir aktör olarak tanınması anlamına gelir. Bahçeli, devlet ve AKP içerisindeki kimi aktörler buna karşı duruyor, bunu engellemeye çalışıyor olabilirler.

Erdoğan, bu “mutabakata” ikna olmuş durumda mı?
Bunu henüz bilmiyoruz. Kılıçdaroğlu saldırısı sonrasında önce sessiz kaldı, daha sonra son derece ortalamacı bir açıklama yaptı, saldırıyı da kınamadı. Bunun dışında, doğrudan “bu saldırının bir takım derin odaklar tarafından yapıldığını, kendisine yönelik olduğunu, Türkiye’deki kardeşliğin bozulmaya çalışıldığını” söyleyen bir mesaj da henüz vermiyor. Öte yandan tüm bu süreç doğrudan onun onayı dâhilinde de yapılıyor ve bir “izle-gör” yöntemi uygulanıyor olabilir.

Son üç gün bize tam olarak ne anlatıyor?
Tüm bunların neticesinde, toplumdan ve uluslararası alandan gelecek tepkiye bağlı olarak Erdoğan İstanbul seçimlerinin iptali ya da iptal edilmemesi konusunda bir karar alacaktır. Bu açıdan bakıldığında son üç gündür yaşanan süreç, aslında biraz da rejimin karakterinin nereye doğru evirileceğiyle ilgili. AKP iktidarı bugüne kadar meşruiyetini sandıktan aldı, her zaman sandığı işaret etti. Aynı zamanda seçim mekanizmasını rejim inşasına uygun bir şekilde yönetti. Ancak, seçim sonuçlarının resmen tanınmaması henüz gerçekleşmedi. Gerçekleşirse, bu rejim açısından da yeni bir evreye geçilmesi anlamına gelecek.

Nasıl bir evredir bu?
Türkiye’de 1946’dan bu yana iyi kötü bir seçim mekanizması hep işledi. Hiçbir iktidar doğrudan “ben seçimleri tanımıyorum” demedi. Yani, ara rejimleri ve darbe dönemleri dışında Türkiye, öyle ya da böyle iktidarın serbest seçimler aracılığıyla devredilebildiği bir ülke oldu. Bu, Türkiye’de demokrasinin çok gelişkinliğiyle falan ilgili değil, kapitalizminin uluslararası kapitalizmle entegrasyon kapasitesinin yüksek olmasıyla ilgili. AKP, stratejisini seçimle gitmeme seçeneği üzerine kurarsa, bu Türkiye kapitalizminin dünya kapitalizmindeki yerinin sorgulanmasını da beraberin de getirir. Uluslararası sermaye ve onunla entegre olmuş yerli sermaye bu duruma ancak bir süre tahammül edebilir. Bu sürenin sonunda ise Türkiye’yi yeniden Batı’ya entegre etmeyi amaçlayan, gerek siyaset içi, gerekse de siyaset dışı bir takım seçenekler kaçınılmaz haline gelir.

Bahçeli’ye dönersek eğer, başında olduğu ülkücü hareketin Soğuk Savaş döneminde üstlendiği “rejimi koruma” rolü, bugün üstlendiği “rejimi değiştirme” rolüne nasıl dönüştü?
Nasıl ki Sovyetler Birliği Afganistan’da yenildikten sonra, uluslararası bir cihat hareketi ortaya çıktıysa, yani bir rejim değişikliği, bir paradigma değişikliği ortaya çıktıysa, Türkiye’de de benzer bir değişiklik ortaya çıktı. Ülkücüler komünizme karşı devleti kurtardırlar ama bu arada cumhuriyet yıkıldı. Çünkü devleti kurtarmanın maliyeti 1923’ün bütün kazanımlarından vazgeçilmesi, siyasetin islamizasyonu ile mümkün oldu. Bu açıdan MHP’nin sadece bugünkü rejimle kurduğu koalisyona değil, aynı zamanda 1960’ların ortalarından itibaren sola karşı üstlendiği misyona da bakmak lazım. Yani 1965 yılında Türkiye İşçi Partisi’nin meclise 15 milletvekili sokması ile Türkeş ve arkadaşlarının yurtdışından gelip Cuhmuriyetçi Köylü Millet Partisi’ni ele geçirmeleri ve sonrasında 1969 yılında partinin adını MHP olarak değiştirip, paramiliter bir soğuk savaş aygıtına dönüştürmeleri tesadüf olmasa gerek.

Bu sadece Türkiye’nin yönetici sınıfının bir tercihi değildi. Bu aynı zamanda uluslararası bir sistemin de tercihiydi. Çünkü aynı dönemde NATO’ya bağlı bütün ülkelerde, kontrgerilla, gladio, derin devlet adını ne koyarsanız koyun, bu tür antikomünist, gayri nizami harp aygıtlarının birer birer oluşturulduğunu görürüz. MHP de bunlardan biriydi. MHP’nin sokak gücü olarak ortaya çıkmasıyla islamizasyonun derinleşmesi arasında da bir bağlantı vardır. 1940’ların seküler, şamanist, islamdan uzak Türkçülüğünün 1960’lı yıllar Türkiye’sinde komünizmle mücadele için yeterli motivasyon unsuru olmadığı farkedilmişti. Devlet, sadece Türkçülüğün antikomünizm için yeterli olmadığını gördüğünde ülkücü hareket de adım adım islamize olmaya başladı. Bu yıllarda başlayan islamizasyon süreci 12 Eylül’e kadar giderek derinleşti. Bugüne gelindiğinde Türkiye’de islami bir rejim kurulması, o rejimin anayasal düzeyde resmileşmesi ve yerleşmesi sürecinde ülkücülüğün oynadığı rolü çok açık bir şekilde görebiliriz.

Türkeş’in ölümünün ardından yapılan 1997 Kongresi’nde Devlet Bahçeli’nin MHP Genel Başkanı seçilmesi nasıl bir tercihinin sonucuydu?
90’ların ortasından itibaren ülkücü hareketlerin merkeze doğru yürüyüşü başlamıştı. Tüm dünyada 90’lı yıllardan itibaren neo-faşist hareketler merkeze doğru yaklaşırken, merkez siyasetler de neo-faşist hareketlere kucak açmaya başladılar. Türkiye’de de böyle bir süreç yaşandı. Sovyetler yıkılmış, tehdit ortadan kalkmış, 12 Eylül devrimcilerin üzerinden silindir gibi geçmiş, ideolojik bir savrulma yaşanmıştı. Bu açıdan bakıldığında, Devlet Bahçeli henüz koltuğa oturmadan önce de MHP kendisini yavaş yavaş marjinal siyasetin radikal kanadından çıkarıp, merkezde yer alan bir parti olaraki sunmaya başlamıştı. 

Türkeş’in ölümünden sonra Bahçeli bunu devam ettirmeye çalıştı. Bahçeli’nin lider olduğu dönem, aynı zamanda Türkiye’de 28 Şubat sürecinin yaşandığı dönemidir. Bu dönemde ilk kez devletin resmi tehdit belgelerinde ülkücülerin adının geçtiğini görürüz. Susurluk kazasıyla ortaya saçılanlar, ülkücü hareketin kimi kadrolarının devletin resmi birimlerinin kontrolünden çıktığına dair kaygılar yarattı.

Devlet Bahçeli bir devlet tercihidir ve o da buna uygun adımlar atmıştır. Ülkücü gençliği sokaktan çekme ve ülkücü mafyayla bağları koparma meselesi ülkücü hareketin hesaplaşması değildir. 28 Şubat restorasyon süreci aynı zamanda, ülkücü hareketin de kendisini sermaye düzeni adına yeniden yapılandırması sürecidir. Çok kısa sürede de bunun meyveleri alınmıştır. Sadece iki sene sonra, Türkeş’in döneminde asla mümkün olmayan yüzde 18 oy oranına ulaşılmıştır. Bahçeli’nin MHP koltuğunda oturması, mekeze yürümesi, Türkiye’de milliyetçiliğin sıradanlaşıp, popülerleşmesi sonucunu doğurdu. Sonrasında 2001 ve 2002 krizleri geldi. Bahçeli yaptığı erken seçim çağrıları ile Türkiye’nin siyasetini düzenledi. Öyle ya da böyle Bahçeli son 16 yıldır Türkiye siyasetini belirleyici işler yaptı.

Ülkücü hareket ve Ülkü Ocakları’nın kanlı provokasyon tarihine baktığımızda, en “model” diyebileceğimiz örnek hangisidir sana göre?
Maraş Katliamı’dır. 1978 önemli bir yıldır. Bülent Ecevit bir hükümet kuruyor ve ülkücü hareket buna karşı bir iktidar perspektifi geliştiriyor; Ecevit Hükümeti’ni devirmek, sıkıyönetim ilan ettirmek ve kendisine yakın darbeci subaylar aracılığıyla iktidarı almak. 
Hedef bu. 
Bunun için de siyasal cinayetlere başlıyorlar. 16 Mart katliamı, Kaftancıoğlu, Malatya olayları, yedi TİP’linin öldürülmesi ve en sonunda da Aralık ayında Maraş Katliamı. Bu bir silsile, bi zincir. Ve gerçekten de Maraş Katliamının ardından Ecevit sıkıyönetim ilan etmek zorunda kaldı. Ülkücüler bu anlamda hedeflerine ulaşıyorlar. Sonrasında da Ecevit Hükümeti devrilerek 12 Eylül geliyor. Amaca ulaşılıyor yani.

Hatice İkinci / SOL

Asıl gaz sıkışması bu haritada! - Arslan BULUT

Darbe girişiminden yararlanılarak yönetim sistemi değiştirilen Türkiye, Meclis denetimi de yok edildiği için doğru yönetilemiyor. Çünkü bütün kararları tek bir kişi yani partili cumhurbaşkanı veriyor. Bu da vatandaşlar arasında ayırım yapılmasına yol açıyor. Kuvvetler ayrılığı ilkesi de fiilen ortadan kaldırıldığı için sistem tıkanmış durumda. Türkiye, ABD Başkanı Trump tarafından açıkça, "Suriye'nin kuzeydoğusuna operasyon yaparsanız ekonominizi mahvederim" diye tehdit edildi.
Diğer taraftan ABD, Başkan Trump'ın, mayıs başında süresi dolacak olan İran'a ekonomik yaptırımlarda sekiz ülkeye tanınan muafiyetleri uzatmama kararı verdiğini açıkladı.


ABD yönetiminin bu kararı uygulanırsa, Türkiye, İran'dan petrol ve doğalgaz alamayacak!

***

Böyle bir durumda, Türkiye'de gündeme bakınız. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'na saldırı konusunda Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, "Şehit cenazesine giderken dikkat etmemiz gerekiyor. PKK ile hangi siyasi örgüt el ele, kol kola geziyor ve bunun yanında da Türkiye'de hangi siyasi partiler kol kola veriyorlar... Sonra oraya gidiyorlar. Burada artık bir gaz sıkışması var. Bu insanların birikmiş olan gaz sıkışması karşısında nereye gideceksin?" diyebildi.
Kılıçdaroğlu'nu yumruklayan saldırgan da "CHP ve Kılıçdaroğlu hakkındaki 'PKK destekçisi' söylemi beni etkiledi" diyor zaten! Bu vatandaş, PKK'ya operasyon yapmanın AKP iktidarı tarafından yasaklandığı açılım sürecinde derin uykuda mıydı acaba? O zaman gazı neden sıkışmadı?
Bu olay tartışılırken, eski İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun, sosyal medya hesabındaki paylaşımlarıyla "Cumhurbaşkanına hakaret, terör örgütü propagandası yapmak ve örgüte yardım" suçunu işlediği iddiasıyla başlatılan soruşturma kapsamında, gece yarısı evinde gözaltına alındı.
Yani asıl sebep, Uzun'un Twitter mesajlarında Ekrem İmamoğlu'na destek verirken Tayyip Erdoğan hakkında 17-25 Aralık operasyonları dönemindeki suçlamalara gönderme yapması!
Bu iki olay bile Türkiye'nin bir hukuk devleti olmaktan nasıl uzaklaştırıldığını gösteriyor! Neyse ki YSK, "KHK'lılar oy kullanabilir" kararı aldı! Yani AKP'nin seçimlerin tekrarı için dayanağı kalmadı.

***

Bugün asıl gündeme getirmek istediğim konuyu sona sakladım.
Amerikalı George Friedman, jepoliticalfutures sitesinde "İncirlik'in ötesinde" başlıklı bir yazı yazdı. Özetle şöyle diyor:
"ABD-Türkiye ilişkileri gergin... Türkiye, ABD'nin Suriye'deki Kürt gruplara verdiği destek konusunda sinirli... İki ülke şu anda Türkiye'nin Rus S-400 füze savunma sistemleri satın alması konusunda da bir sıkıntı yaşıyor. Bu sorunlardan hiçbirinin Washington ile Ankara arasındaki stratejik ittifakı temelden değiştirmesi muhtemel değildir, ancak eğer iki taraf da en önemli saydığı yerden taviz veremezse kısa vadeli sonuçlar doğurabilir.
ABD, İncirlik Hava Üssü'nden çok önemli bir kaldıraç noktasına sahiptir. ABD 1954'ten beri orada askeri bir varlığa sahiptir (İncirlik'te taktiksel bir nükleer silah olan 50 kadar B61 yerçekimi bombası var.) Türkiye son zamanlarda İncirlik'teki ABD güçlerini kısıtlamakla tehdit etti. ABD'de bölgeye uygun birçok seçenek olduğunu söyleyerek cevap verdi. ABD'nin Yunanistan'daki askeri varlığını genişletmek de dahil..."

***

Friedman, böyle dedikten sonra, Türkiye ve etrafındaki Amerikan üslerini gösteren haritaya bakılmasını istedi!


Haritada açıkça görülüyor ki Türkiye, hem kendi içinden hem de Balkanlar'dan, Ege'den, Akdeniz'den, Suriye, Ürdün ve Irak'tan Amerikan üsleri ile kuşatılmış durumda! Tabii İran için da aynı durum söz konusu.
Kemal Kılıçdaroğlu'na saldırıyı gaz sıkışmasının sonucu olarak göstermek veya Sabri Uzun'u gözaltına almak, bu haritadaki gaz sıkışmasını önleyebilir mi? Asıl gündem bu harita değil mi?


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

23 Nisan 2019 Salı

1920'ten 2019'a Ulusal Egemenlik - Fatma ÇELİK

23 Nisan 1920 salt Büyük Millet Meclis'inin açıldığı tarih değil; bu toplumun millet olma bilincinin başlangıç tarihidir. Millet olmanın bilinciyle "millet egemenliğinin" başladığı gündür.

Bu açıdan söz konusu tarih, bir dönüm noktasıdır.

Niyetim uzun uzun tarih dersi vermek değil. Ama bu ülkenin tarihinde, alınması gereken çok ders yatıyor…


Meclis'in açılış mücadelesi öyle kolay olmadı. Bir yanda düşman kuvvetleriyle mücadele ederken diğer yandan Cumhuriyet için adım adım hamleler yapıldı. Nitekim Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nı milli egemenlik prensibi ile başlatmış ve sürdürmüştü. Bu açıdan dışta tam bağımsız, içeride ise gücünü halktan alan bir sistem gayesiyle başlanan mücadelenin sonunda Meclis'in açılışı ile birlikte, milli egemenliğe dayalı yeni Türk Devleti doğmuş oldu.

Ve bu sebeple Atatürk, Türk devletini kurduğunda diyordu ki:
"Bütün cihan bilmelidir ki artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da milli egemenliktir. Yalnız bir makam vardır. O da milletin kalbi, vicdanı ve mevcudiyetidir."

Bu noktada, bilinmesi gereken mühim bir ayrımdan bahsetmek istiyorum: "Egemenlik" ile "iktidar" kavramları arasındaki ayrım…
Bu ayrım, 1961 Anayasası'nın gerekçesindeki ifade ediliş şekliyle şöyle: "Ulusal egemenlik millet varlığının bir iradesidir. Siyasal iktidara gelince, anayasada yazılı şartlar içinde hükümet edenlerin, belli organlar tarafından kullanılan yetkileridir. Bu yetkiler devletin idaresini sağlamak için emirler ve yasaklar koyma ve bunlara bağlı kalma araçlarını kapsar. Ancak milletin egemenliğe kayıtsız şartsız sahip olmasına karşılık, siyasal iktidar, hükümet edenlerin malı olmadığı gibi kullanılması da birtakım kayıt ve şartlara bağlıdır."
Yani, milli egemenlik şunu ifade ediyor:
Egemen sensin!
Kimse yürütme, yasama ve yargıyı kendi elinde toplayamaz; tüm erkler bir denge içerisinde millet için görevlerini yerine getirmek zorunda.
Bu millete hizmet etmek için seçilenler ise hangi görüşten olduğuna bakmaksızın; toplumun tamamına hizmet etmek zorunda.
Tüm bu sebeplerle milli egemenlik kavramı, bugünün Türkiye'sinde hiç olmadığı kadar önem arz ediyor.
Neden mi?
FETÖ tarafından kalkışılan hain darbe girişimi sonrası ilân edilen olağanüstü hal ortamında gerçekleştirilen referandumla milli egemenliğe oldukça ters bir yönetim anlayışı resmi olarak kabul edildi.
Oysa...
Atatürk bu milletin başına gelen tüm felaketleri kendi talih ve geleceklerini tek bir kişinin eline bırakmasına bağlayarak "Bu kadar acı tecrübeyi geçiren milletin, bundan sonra egemenliğini bir kişiye vermesi kesinlikle mümkün olmayacaktır. Milletimiz, hiç kimsenin iznine gerek görmeden ve müsaade etmeyenlere karşı isyan ederek, Milli egemenliğini almış ve kullanmıştır. Milli egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur" demişti.

Ve Meclis'in açılışında da ifade ettiği şekliyle gayesi; "Türkiye'de, yeni Türkiye Cumhuriyeti'nde millet egemenliğini güçlendirmek ve ebedileştirmekti".
İşte bu gayenin gerçekleşmesi ümidiyle, Meclis'in açılış gününü yarının büyükleri olan çocuklara armağan etti. Milli egemenliğin ebedi olması tek hedefti ancak Türkiye son bir kaç yıldır bu gayenin tersi istikamette ilerliyor. Millet olarak birlik olma bilincinden uzaklaşarak kutuplaştırılıp, çoğunlukçu bir yönetim anlayışıyla tek adam tarafından yönetiliyor.

Her şeye rağmen dilerim ki bu yerel seçimlerdeki Atatürkçü isimlerle elde edilen kazanımlar, tekrar Atatürk hedeflerine dönüşün başlangıcı olur...
Başta büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, tüm silah arkadaşlarını ve şehitlerimizi saygı ve minnetle anıyor, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımızı kutluyorum.

***

Günün Sözü:
"Küçük hanımlar, küçük beyler. Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, ikbal ışığısınız. Yurdu asıl aydınlığa boğacak olan sizsiniz. Ona göre çalışınız. Sizlerden çok şey bekliyorum." ATATÜRK


Fatma Çelik / YENİÇAĞ

22 Nisan 2019 Pazartesi

Merkel ve Erdoğan: Paralel dünyalar - OSMAN ÇUTSAY

İkisinin de kaderi birbirini andırıyor. Aynı yaştalar. Aynı zaman kesitinde yükseldiler, aynı zamanlarda bitebilirler. 

Bitecekler. 

Sahneden art arda çekilecekler. Öyle görünüyor. Elbette çekilme biçimleri birbirinden farklı olacak.

Şöyle: İkisi de 1954 doğumlu. İkisi de içinde yetiştikleri cumhuriyeti yıktı. İkisi de kendilerince dini kullanarak politika yapıyor. Ama belki kızlar hep daha akıllı ve daha gelişkin olduğu için,belki Almanya dünya ölçeğinde bir emperyalist güç olduğu için, Angela Merkel yıktığı cumhuriyetin yerine “gerici yenisinin” yerleşmesine katkıda bulunabildi. Laik cumhuriyetin son modern kalıntılarını yerle bir eden Recep Tayyip Erdoğan ise bir türlü yenisini ve elbette daha gericisini yerleştiremedi; züccaciye dükkanındaki fil gibi sadece kırıp döktü. Cumhuriyetin cesedi ortada duruyor.

Recep ile Angela’nın öyküsü bu: Emeklilik yaşları geldi sayılır, 65’lerini sürdürüyorlar ve yolun başında benzer aşamalardan geçtiler. Angela Merkel’in asıl yükselişi 1991-1994’de Helmut Kohl hükümetlerinde kadın ve gençlik bakanlığını üstlenmesiyle başlamıştı. Erdoğan’ın 1994’te İstanbul belediye başkanlığını üstlenmesi, siyasi ağırlıkları açısından bir paralelliğe işaret ediyor olabilir. Merkel’in bakanlığı öncedir, ama ağırlık olarak İstanbul’u 1994’te “fetheden” Erdoğan çok daha önlerde kabul edilebilir. Yine de bu ağırlık sıralaması yıllar içinde Merkel lehine yer değiştirecektir.

Böyle bakınca, paralel diyebileceğimiz yaşam çizgileri şaşırtıcı gerçekten.
Erdoğan’ın, AKP’nin kuruluşu dolayısıyla muhalefet lideri sayılabileceği yıllar, 2000’in hemen sonrası, Helmut Kohl’ü tasfiye edebilen Merkel’in dikine yükseliş yıllarıdır. Erdoğan, çabuk umur gördü: 2003 itibariyle başbakandı. Angela Merkel, sürpriz bir atakla CDU’nun başına geçtikten sonra 2002-2005’te muhalefet liderliği yaptı, 2005’te başbakandı ve bu görevini hâlâ sürdürüyor. (Bu hiç kolay olmadı, çünkü kimse inanamıyordu: Galiba Almanların ünlü mizah dergisi Titanic’in eski yöneticilerinden Martin Sonneborn’un bir kitabına kapak olmuş, ama artık pek bilinen bir foto-şaka var. Merkel ile Kohl yan yana. Merkel’in konuşma balonunda saf kız üslubuyla “Ben de bi gün başbakan olmak istiyom” yazıyor. Helmut Kohl'e oturtulan konuşma balonunda ise, mealen, “Ya sen kafayı mı yedin kızım, esrar mı çekiyon?” bulunuyor. Hâlâ internette çok gülünen bir foto-şakadır.) Merkel’in gerçi Kohl’ün 17 yıllık kesintisiz başbakanlık rekorunu kıramadan görevi teslim edeceği yolunda çok alametler belirdi. Ama aynı Merkel, bu arada sosyalist Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin tüm kalıntılarını tasfiye etmiş ve o bölgeyi restorasyon sürecinde tüm Avrupa’yı da kanatları altına sığıştıran emperyalist bir merkezi güce (“jeoekonomik hegemon”) eklemleyebilmiştir.

Benzerini, Türkiye’deki cumhuriyet için Erdoğan başaramadı. Nihai bir hesaplaşma arifesinde olduğumuz açık. 
Neyse... 
Yıktılar sonuçta.
Bu yıkımda Erdoğan liberal solun desteğiyle tanımsız ve gerici bir demokrasi kokusu sürünmüş yoğun-saldırgan bir İslamcılık kullanırken, Merkel Hıristiyanlık’tan belli belirsiz -dolayısıyla daha seküler sayılabilecek- bir aksesuar olarak yararlandı, ama asıl olarak modern emperyal bir dine, yani tanımsız demokrasiye ağırlık verdi. Solun desteğini almadığını kim söyleyebilir? Erdoğan’ın da “solun” desteğiyle iktidara oturması gibi bir şeydi bu.

İkisi de bu tercihlerine mahkûmdular.
Bir kadın ve bir erkek.
Bir ekonomik devin, dolayısıyla güçlü bir siyasal odağın hikâyesiyle, kendini dev aynasında gören bir ekonomik cücenin, siyasal İslam üzerinden laik temeller üzerinde kurulmuş bir cumhuriyeti sıfırlama hırsının hikâyesi. Bu ortak tasfiye, biraz zorlayarak söylersek, neredeyse aynı zaman dilimine sığdı.

Kirli bir devamlılıktı. Erdoğan, Kemal Derviş’li Ecevit politikalarını hazır buldu ve kullandı. Sadece Washington değil, asıl Berlin’in desteğiyle kanatlandı. Angela Merkel, sosyal demokrat Gerhard Schröder’in koalisyon ortağı Yeşiller Partisi ile birlikte hazırladığı çalışanların sosyal güvenlik kazanımlarını büyük sermaye lehine acımasızca tırpanlayan neoliberal “Hartz-IV" tasarruf yasalarının mirasçısı olmakla kalmadı sadece, onun Erdoğan’a verdiği desteği de hep sürdürdü. Bir devamlılık içindeydi yani.

Şuraya geldik: Bu iki cumhuriyet tasfiyesini pek de öyle birbirinden ayıramıyoruz. Neden mi? Çünkü Soğuk Savaş’ın en saldırgan iki antikomünist cephe devletinin birbirlerinden kopuk bir tarihleri olmadığını görüyoruz. Bunun basit bir efendi-maraba ilişkisini aştığını, iki cephe kardeşinin birbirine yaslanan tuhaf bir ortak yaşam sürdürdüğünü söylemek zorundayız. Biri yoksullaşır ve çökerken, diğerinin biraz da bu sayede zenginleşmesi gibi bir ortaklık bu.

Biri giderse, diğeri de gider. Tamam. Ancak eşzamanlı olması gerekmiyor bu çekilmenin. Sadece son kullanma tarihlerinin birbirine yakın oldukları söylenebilir.
Merkel zaten en geç bu yasama döneminin sonunda gidiyor. Sessiz bir gidiş bu. Sorun, Erdoğan’ın gidiş zamanında ve nedeninde galiba. Geride epey toz duman bırakabilir. 
Tuhaf.

Osman Çutsay / SOL

Tersine bir yazı - ERGİN YILDIZOĞLU

Yerel seçimlerden sonra “AKP büyük bir darbe yedi”, “Seçimle gitmezler algısı kırıldı”, “Türkiye yeni bir yol ayrımında” gibi gözlemler üzerinden yeni bir Zeitgeist şekillenmeye başladı. Bu gözlemler yanlıştır demiyorum. Ancak bunlara, eleştirel mesafeyi koruyarak bakmak gerekiyor. Ne de olsa bir entelektüelin görevi Zeitgeist sorgulamak, Sokrates’i anımsarsak, huzur bozan “atsineği” olmak, değil midir? 

AKP ve CHP’nin ülke çapında aldıkları toplam oy oranlarının arasında, bir önceki yerel seçimlere kıyasla çarpıcı bir fark olmadığı söylenebilir. Ancak ülke ekonomisinin (kapitalizminin) GSYH’sinin yüzde 31’ini üreten İstanbul, yüzde 15.6’sını üreten Ankara ve İzmir’in yerel yönetimleri CHP’nin “eline geçti”; Türkiye genelinde bu oran yüzde 60’ın üzerine çıkıyor. AKP’nin, yirmi beş yıldır elinde tuttuğu, büyük gelir kaynağı, toplumsal artık-değerin yandaşlara dağıtım merkezi olarak çalışan İstanbul Belediyesi’ni kaybetmiş olması, simgesel olarak büyük öneme sahiptir.


Kazanmak yetmiyor, savunmak gerekecek!
Ancak AKP döneminde Türkiye devleti yalnızca siyasi değil ekonomik süreçlere müdahale anlamında da modern tarihinde görülmemiş oranda merkezileşmiş, adeta serbest-piyasa ekonomisi, mülkiyet hakkının kolaylıkla ihlal edilebildiği, bir “kumandalı ahbap-çavuş kapitalizmine” çalışan “aile devletine” dönüşmüştür. 

Böyle bir devlet biçimi içinde merkeze, kaynak dağıtımı, belli büyüklükteki ihaleleri denetleme, hatta personel yapısına, terfilere vb. müdahale hakkı veren ya da vermek üzere olan yasalar ve kayyım atama yetkileri altında yerel yönetimlerin, siyasi, mali ve idari olarak ne kadar yerel olduğu belirsizleşmiştir. Bu nedenledir ki Cumhurbaşkanı’nın  ‘bakalım nasıl yönetecekler’ ifadesinin, ‘orada oturamazsın’‘seçimin tekrarı beka meselesidir; sandıktan çıktılar diye ahlaki kabul edemeyiz’ hezeyanlarının ne yazık ki pratikte karşılıkları vardır, bunlar içi boş tehditler değildir. 

İstanbul’da seçimleri kazanan CHP’nin, şimdi, bir de alınan mazbatayı, merkezi devletin olası saldırılarına karşı sürekli korumak zorunda kalmak gibi absürt bir görevi olacaktır. Uzlaşmaya çalışmak, “enkaz devraldık edebiyatı yapmayacağız” (önceki yönetimin pisliklerini sergilemekte isteksizlik) gibi tutumlar saldırganları yüreklendirecek, muhalefet seçmeninin gözünde savunma hatlarını zayıflatacaktır. “Yeniden seçim olursa fark yüzde 60’lara çıkar”, “kaos olmaz” gibi gevezeliklere asla kulak vermemek gerekir.

Siyasetin merkezi
Cumhurbaşkanlığı’nın, merkezi hükümetin müdahale yetkilerinin yanı sıra belediye meclisi çoğunluğunun iktidar partisinde (koalisyonunda) olması, özellikle İstanbul için “bakalım nasıl yönetecekler” tehdidini haklı çıkaracak güce sahiptir. 

Muhalefetin özellikle İstanbul’da elde edilen kazanımlara bakarak rahatlama ve “bakınız seçimlerle gidiyorlar” fantezisine kapılma lüksü yoktur. Bu son seçimlerin zaten, kolu kanadı kırılmış belediyelere ilişkin olduğu unutulmamalıdır. Genel seçimler, yerel seçimlerin deneyleri üzerinde çok daha sert bir zeminde yaşanacaktır. 

Diğer taraftan, yerel seçim sonuçları, CHP’nin İstanbul ve Ankara’yı sosyal demokrat gelenekten değil de milliyetçi muhafazakâr gelenekten, “Kürt sorununu” ekonomiye indirgeme, Türkeş’i saygıyla anma eğiliminde olan adaylarla, MHP geleneğinden gelen İYİ Parti’nin desteğiyle kazanmış olması, 16 yıldır Siyasal İslamın AKP yönetimi altında toplumda yaşanan dönüşümlerin de etkisiyle siyasetin merkezinin belirgin biçimde sağa kaydığını göstermektedir.

Bu resme, sağa kayma sürecinde CHP’nin direncinin son derecede zayıf kalmış olduğunu, CHP’nin ilk genel başkanlık seçiminde olası en güçlü adayın siyasi çizgisini, yerel seçimlerde HDP seçmeninin CHP adayına verdiği oyun genel seçimlerde evine döneceğini de eklemek gerekir. 

İstanbul yerel seçimlerinin sonuçları değerlidir. Kazanımın kararlılıkla savunulması gerekir. Ancak karşımızdaki siyasetçileri, kendi arzularımıza göre değil, onların geldiği “habitus” hesaba katılarak değerlendirmek gerekir. Sonra, yine “aldatıldık” diye ağlaşarak dolaşmamak için... Dixi et salvavi animam meam!

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Gülün yangını, Notre Dame - Mine G. Kırıkkanat

Bir kentin ne denli bayındır olduğu ve uygarlık düzeyi, aşağıdan değil yukardan, yerden değil gökyüzünden görünür.
Uçaktan ya da kuşbakışıyla.
Ama uçakların kent merkezleri üzerinde alçaktan uçması yasaktır. Kuşların umurunda olan da üzerinde uçtukları yerin bayındırlık manzarası değildir...
Bir kente tepeden bakmak, ona zaten tepeden bakan yüceliklere tırmanmayı gerektirir.
İşte ben böyle bir yüceliğin tepesinden, Notre Dame’ın sağ kulesinden seyrettiğim Paris’in önce damlarına vuruldum; sonra tepesinden tırnağına âşık oldum. 

Yıllar önceydi. Fransa’ya ilk kez geliyordum. Gençtim. Tek başımda kavak yelleri... 

Mevsim yaz. 

Dilini Türkiye’de öğrendiğim ülkeyi güneyden kuzeye katettim. Son durak Paris’ti. Çok okumuştum hakkında, her şeyini biliyordum. Tabii ki ilk görmek istediğim, başkentin koruyucu azizesi, kutsal Meryem Ana’ya adanmış baş yapıt, Notre Dame de Paris’ydi.
O zamanlar şimdiki turist yoğunluğu yoktu, üç saat kuyrukta beklemek gerekmiyordu, katedrale girmek için. Ama kuleye çıkan, her biri yarım metrelik 422 basamağı yine tırmanmak gerekiyordu! Dilim bir karış dışarda, kan ter içinde kalsam da başardım.
Ve Paris, önüme uzanıverdi. 


Sacre Coeur’den Eyfel Kulesi’ne bütün anıtlar belli bir geometriye göre sıralanmıştı. Ömrümde böyle bir mimari bütünlük görmemiştim. Hiç kiremit ve eternit kaplı ya da özensiz çatı yoktu. Bütün damlar arduvaz (kayağantaş) ve sonradan çinko olduğunu öğrendiğim gri renkli metal levhalar döşeli, bakımlıydı. Bazı damların ortasında havuz bile vardı, bazılarında bahçe, şezlong, şemsiye... 

Bir dua değildi, dilek bile değildi; apansız “Ben burada yaşamak istiyorum!” diye geçirdim içimden.

Belki de dua ya da dilek olmadığı için, Notre Dame’ın kulesinden evrene gönderdiğim istek; hiç beklemediğim yollardan 20 yıl sonra gerçekleşti.
Ve Paris* kitabımda, hayatımı değiştiren mabet de yer aldı elbet:

***

Hiç büyümemek için mumlar yakıyorum Notre Dame’a. Ozan Anatole France’ın “Bir fil gibi ağır ve bir böcek gibi ince”, diye tanımladığı görkemli kilise. Notre Dame’a havale edilen dileklerin gerçekleşmemesi olası değil. İlk temelleri 1160 yılında atılmış bu güzel anıtın. İsyanlar ve krallar geçmiş içinden. Talan edilmiş, devrim görmüş, yıkık mihrabına Meryem yerine “MantıkTanrıçası”nın adı verilmiş. Sonra aslına dönmüş, 1802 yılında.
2 Ocak 1804’te, Napolyon Bonaparte’ın imparatorluk tacını kendi kendine giydirmesini  seyretmiş, 800 küsur yaşında temellerinin üstünden. Kısacık ömürlü minicik adamların büyüklük meraklarına bakarak, epeyce eğlenmiş. 

Ama aynı tarihlerde, hayli yıpranmış kendisi de. O koca katedralin iskeleti dışında, her şeyi talan edilmiş. Sonunda upuzun ömürlü, dev bir yazarın incecik uçlu kalemi kurtarmış, Notre Dame’ı. 

Victor Hugo, 1831 yılında Notre Dame’ın Kamburu’nu yazınca, romanda anlattığı Gotik katedralin acıklı durumu, Kral Louis Philippe’i 1844 yılında özel onarım fermanı  çıkarmaya zorlayan bir protesto hareketi başlatmış. Kral’ın görevlendirdiği iki dahi mimar, Lassus ile Viollet-le-Duc, özellikle de ikincisi, Notre Dame’a yeniden hayat ve bugünkü biçimini vermişler.

***

Notre Dame, artık bir gülün hayali. Daha doğrusu, kurumuş bir gül hayaleti. Geçen pazartesi çatısını çökerten, gökyüzüne uzanan okunu göçerten yangın kasıtlı mıydı, kaza mıydı, henüz bilinmiyor. Polis çemberine alınan yaralı katedrale bir kilometreden fazla yaklaşılmıyor. Uzaktan görünüşü daha da hüzünlü...

Pek çok kişi gibi ben de kasıtlı çıkarıldığını düşünüyorum Notre Dame’ı yarıya yarıya yok eden yangının. Gerçek bir gün ortaya çıkar mı, o da meçhul... 

Sevindirici haber, katedralin onarımı açılan bağış kampanyasında, sadece dört günde 1 milyar Avro toplandığı ve onarımı için gereken tutarın bile aşıldığı... 

İkinci güzel haber ise, Ekrem İmamoğlu’nun artık İstanbul’un “mazbatalı” belediye başkanı olması. 

Ne demişler? Dört nikâh, bir cenaze. Şimdi YSK’nin parmağına takılacak yüzüğü bekliyoruz. Gerisi de gelir elbet.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

* Kırmızı Kedi Yayınevi, 2017

Nevşehir’de olmayan devlet dün de yoktu - Miyase İlknur

18 Haziran 1980 günü katledilen CHP’lilerin cenazesinde saldırıya uğrayan CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’i arayarak “Burada devlet yok” demişti. Devlet dün de Çubuk’ta yoktu.

CHP eski Nevşehir Milletvekili ve o dönem il başkanı olan Zeki Tekiner ve CHP üyesi Yavuz Yükselbaba 17 Haziran 1980 günü Ülkücü faşistler tarafından bir bakkal dükkânında katledildi. İki gün sonra Nevşehir’de yapılan cenaze törenine katılmak üzere CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit ve 100 kadar parlamenter Nevşehir’e gitmişti. CHP otobüsü şehre girdiği sırada bir grup “Kahrolsun komünistler” diye slogan atmaya başlamış ve otobüsü taş yağmuruna tutmuştu. Atılan taşlar sonucunda CHP otobüsünün camları kırıldı.

Dört otobüsten oluşan CHP konvoyunun ilk durağı devlet hastanesi oldu. Nevşehir İl Başkanı Zeki Tekiner ile Yavuz Yükselbaba’nın cenazeleri morgdan alınarak hastane bahçesinde saygı duruşu yapıldı.

Hastaneden alınan Tekiner’in tabutu CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, CHP Genel Sekreteri Mustafa Üstündağ ve milletvekillerinin omuzunda ikinci törenin yapılacağı camiye doğru yola çıkarıldı. 

Tabutu taşıyan Ecevit ve partililer, Nevşehir Ülkü Yolu Derneği’nin bulunduğu sokağın önünden geçerken bir grup ülkücü faşist burada da sloganlar atmayı sürdürdü. Aynı anda sokağın içindeki beş katlı bir inşaatın tepesinden cenaze kortejine silahla ateş açıldığı görüldü. Aynı cadde üzerindeki Göreme Oteli’nden de eş zamanlı ateş açılmaya başlandı.

‘Burada devlet yok’
Olay sırasında güvenlik kuvvetlerinin heyecana kapıldığı ve saldırganlara karşı silah kullanmadığı izlendi. Kurşun yağmuru altında tabutu bırakmayarak yürümeye devam eden CHP Genel Başkanı Ecevit ve arkadaşlarını kendi koruma polisleri, otomatik silahlarla ateş açılan inşaata ve havaya ateş açarak saldırganları püskürtmeye çalışarak korudu. Olay anında Ecevit, “Burada devlet yok, burada devlet yok” diye arka arkaya bağırdı. CHP’li parlamenterlerin de silah kullandığı çatışma yaklaşık 15 dakika boyunca sürdü. Kurşunlardan 14’ü Zeki Tekiner’in tabutuna isabet etti.
Çatışma sırasında CHP Muş Milletvekili Garip Şavlı kalçasından, CHP Gençlik Kolları Genel Sekreteri Mustafa Kemal Ertekin ayağından kurşunla yaralandılar. CHP’li parlamenterlerden ise Burhan Ecemiş, Abdullah Emre İleri, Mukbil Abay, Hayri Mumcuoğlu, Yüce Akıncı da atılan taşlar nedeniyle çeşitli yerlerinden yaralanarak hastanede tedavi altına alındılar.

Ecevit vilayette
Olaylara çok sinirlenen CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit ve milletvekilleri vilayete giderek Başbakan Demirel’le telefonda görüşmek istemiş ve telefonla Demirel’i aramıştı. Telefona önce Başbakan Demirel’in Özel Kalem Müdürü Kemal Gücüyener çıkmış, Başbakan Genel Kurul’da” diyerek görüştüremeyeceğini söylemişti. Bu cevap üzerine Ecevit, “Ben genel kurul falan anlamam. Nevşehir’e devlet gelmedikçe ben buradan ayrılmayacağım” demişti.
Demirel’le görüşemeyen Ecevit, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’i arayarak, “Nevşehir’de devlet gücünün kalmadığına tanık olduk. Devlet buraya hâkim oluncaya kadar ben bu şehirden ayrılmam” sözlerini yineledi. Evren, güvenlik önlemi alınacağına dair teminat verdi.


Ecevit camiye gidiyor
Nevşehir’de katledilen eski milletvekili ile CHP üyesinin cenaze töreni için vilayetten çıkan Ecevit, yürüyerek camiye gitti. Bu sırada güvenlik güçleri Ecevit’in etrafını sararak koruma tertibatı aldı. Sokaklarda kepenkler indirilmiş, el ayak çekilmişti. Ecevit camiye gittiğinde tören bitmişti. Cenazeleri omuzuna alarak arabaya kadar taşıdıktan sonra Ecevit vilayete geri döndü.
Olaylar nedeniyle gözaltına alınan 17 kişi o akşam serbest bırakıldı. Zeki Tekiner ve CHP üyesi Yavuz Yükselbaba’yı katleden Uğur Coşkun ise 4 kez idamla yargılandıktan sonra 1991’de şartlı tahliyeden yararlanarak serbest kaldı. Daha sonra her bir idam için 10 yıl hapis cezası getiren kanun çıkınca Belçika’ya kaçan Coşkun 1912’de yurda döndü.

Miyase İlknur / CUMHURİYET