29 Nisan 2019 Pazartesi

Yeni teyyare meydanının muhteşem sefaleti - Özdemir İnce

Hayatım boyunca önemli insanları tanımak merakım hiç olmadı. Tanımaktan da kaçındım. TRT Türkiye Televizyonları Program ve Yayın Planlama Müdürü idim; yapım ve yayınların kaynak ve beynini yönetiyordum. Hiçbir bakanı, milletvekilini, holding CEO’larını tanımazdım. Hürriyet’te yazmaya başladıktan 10 yıl sonra patron Aydın Doğan’la tanıştım.
***

Başyüce’nin medar-ı iftiharı yeni teyyare meydanının muhteşem sefaleti üzerine yazacaktım. Beni hayatımda en çok hayal kırıklığına uğratan Ertuğrul Özkök’ün yazısından (Hürriyet, 26.4.2019), son bir ay içinde tanık olduğum muhteşem sefalet ve rezaletin sorumlularından birinin adını öğrendim: TAV Havalimanları Holding’in CEO’su Sani Şener imiş. 

Şimdilik, bu teyyare meydanının mimari ilkelliğini, dekorasyon, döşeme ve süsleme özentisini, “lounge”unun muhteşem görmemişliğini bir yana bırakıyorum. İşletme kalitesi bakımından dünyada şimdiye kadar yolculuk ettiğim en berbat teyyare meydanı.

***

10 Nisan 2019 günü TK1825 uçuşuyla, puanla beleşine alınmış “Biznız klas” biletiyle Paris’e gidiyoruz. Kapı önünde valizler için bir araba bulduk kolayca. Bilet ve tartı yerine kadar hizmet etti ve 50 liramızı çarptı. Ocak ayında bilet alırken yer rezervasyonumuz yapılmıştı ama uçak değiştiği için iptal edilmiş. Lâkin yolcularına vırtzırt mesaj gönderen THY durumu bize haber vermemişti. Sorun veciz bir konuşmayla halledildi.
Sıra geldi uçağa gitmeye: Kapıda birkaç masa vardı. Disk kayması (bel fıtığı) belâsı yüzünden iki büklüm yürüyordum. Kapının uzak olup olmadığını sordum. Uzak dediler. O zaman Ülker’le beni ücret karşılığı götürecek bir araç bulmalarını rica ettim. Abone olmak lâzımmış ama bedava tekerlekli sandalyeler varmış. İstekte bulunduk. Geldiler. Tekerlekli arabalara kurulduk, yol git git bitmez. Sonradan öğrendiğimize göre 3.5 kilometre imiş. Çocuklara acıdım, 10’ar lira bahşiş verdim.
Asıl rezalet uçakta idi. “Biznız klas”lı diye iç hatlarda kullanılan uçağı kakalamışlardı. Uçağın uçuş numarasını girişte yazdım.
***

Dönüş 25 Nisan idi. TK1822. Paris Charles de Gaulle havaalanında, bilet ve tartı masasındaki görevli hanıma, İstanbul’da teyyare meydanında iki adet tekerlekli araba şipariş etmesini rica ettim. Derhal not etti ve mesaj gönderdi; birkaç dakika içinde bizi taşıyacak aracın da geleceğini söyledi. “Selis bir Fransızca” ile teşekkür ettim. CDG havaalanını iyi bildiğimi ve gidilecek mesafede arabaya ihtiyacımız olmadığını söyledim. Bindiğimiz uçak dış hatlarda kullanılan uçak idi. Önümüzdeki koltuğa yardımcısız yürüyemeyen bir kadın geldi.
***

İstanbul’a saat 16’da indik. Uçak bozkırda 15 dakika  “taksi” yaptıktan sonra körüklü kapıya yanaştı. Çıkmak için 20-25 dakika bekledik. Körüklü kapıdan geçtik. Bizi götürecek arabaları aradım. Yoktular. Belimi tutarak, topallayarak yürüdüm, yürürdük. Telefonla konuşan bir görevliye sordum. “Siz uçağa dönün, orada bekleyin” dedi. Döndük. Yardımcısız yürüyemeyen kadın kapıda ayakta araba bekliyordu. Yarım saat bekledik gelen giden yok. Meğer içerde daha 9 tane engelli varmış. Derken, içerden özel arabasıyla bir engelli getirdiler. Adam Iraklıydı, felç geçirmişti, Arapça bile konuşamıyordu. Bir yarım saat daha bekledik. Gelen giden yok. Görevlilerle şekerrenk konuşmaya başladım. Araba gelinceye kadar ayakta bekleyeceğimi, kapıyı terk etmeyeceğimi; ancak polislerin karga tulumba götürebileceğini söyledim. Mahcup THY personeli utanç içindeydi. Taşıma işinin taşeron tarafından yapıldığını söylediler. Adını vermediler. Daha sonra öğrendim, adı AIR CLINCS imiş. Derken saat 18’e doğru arabalar geldi. Çalışan çocuklar da mağdurdu. En azından üç kişinin işini yapıyorlardı.  R.T.Erdoğan’ın Teyyare Meydanı işletme olarak dökülüyordu. Ertuğrul’un göklere çıkardığı pide ve dürüm de berbattı “Biznız” lounge’da. 

Bir talep: R.T. Erdoğan da kılık değiştirerek bir vatandaş gibi uçağa binmeli bu acaip teyyare meydanında.

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Deliler yıkacak bütün duvarları - ALİ MURAT İRAT

Şimdi çoğunun içinde koca bir boşluk. Bir türlü dolmayan, anılarla az biraz ancak doyurulan kara bir boşluk. Çoğu, olamadığı yerde olmak istiyor, çoğunun aklı bir başka hayatın içinde, bedeni çöp. Çoğu yaşadığından anlamıyor, çoğu başkasının hayatını yaşıyor, aklı çöp. Çoğu dünle yarın arasında ezilmiş yaş alıyor. Diğer birçoğu için çukur sanal bir mahalle değil artık, evleri çukur olmuş fark etmek istemiyor. Bazıları belki huzursuzluğuna isimler aramakla meşgul. Her gün yeni bir mazeretle uğurluyor kendisini işe, her gün eski bir mazeretle kendisini karşılıyor işten dönüşte.
Beyaz örtülerle kaplı koltuklardan, dantellerle korunan eşyalardan bugüne bir şey kalmadı. Sadece eşyalar çoğaldı, insan azaldı. Eşyalardan çok insanlar yıprandı. Şimdi içimizdeki bu boşluk özlem, bu boşluk hasret, bu boşluk koca bir ihanet kendimize. “Tanrı da tanrı misafiri bu dünyada” diyordu Küçük İskender. Geçen sene ölen çocuklarla gitti o da, iki yıl önce ölen çocuklarla, üç yıl önce ölen çocuklarla, yıllardır her yıl ölen çocuklarla gitti. Avuçları çocuklarını sevmekten yorulmuş eller yumruk olup sıkıldığında -çocuklarının ölü bedenlerinin ardından- gitti o da. Şimdi tanrı insanın göğüs kafesinin orta yerinde kocaman bir boşluk. Herkesin kendine göre doldurduğu bir yanlışlık. Beyaz örtülerle üzerini örtüp dantellerle süslediğimiz bir tansık.
Elli yaşına gelmişlerin acelesi, altmışındakilerin kabullenişi, yetmişindekilerin iç çekişi bu dünya. Çocuklara yer kalmadı. Plastik bir topun patlaması bir mahallenin yas tutmasıydı halbuki, bir çocuğun ağlaması mahallenin seferberlik emriydi, bir çocuğun aşkı bütün bir hayatı değiştirirdi. Oysa şimdi kocaman bir boşluk: Yas, hüzün ve aşk. Çocuklar ölüyor, anneler örseleniyor. Anneler ölüyor, çocuklar peşi sıra. Şimdi göğüs kafeslerinde boşluk, göğüs kafeslerinde doymayan ve dolmayan bir sessizlik. Her şeyi yutan bir kaygı sarıyor dünyayı. Her şeyi saran endişeli bakışlar. Anaların rahimlerinde telaş, babaların bakışlarında hiçbir şeye yetememenin o derin hüznü. Bütün bunları aşabilelim diye, kaygıları kırabilelim, gözlerimizi tanımadığımız çocuklara yaşartabilelim diye, az da olsa yüreğimizi bir başkası için atıyor kılabilelim diye gezgin delileri arıyor gözlerim. Her şeyi söyleyen -ağzına geldiğince- ve her şeyi söyleyebildiğimiz ona. Gezgin delileri arıyor gözlerim. Oysa kapatılmış her şey ve herkes. Yeni deliler salıyorlar üstümüze, bizi konuşturmak için değil, bizi susturmak için salıyorlar. Sözü, sesi ve aşkı kapatan, Tanrı’yı kafamızı koyduğumuz yastığımızdaki yerinden eden bu işte. Bu, bütün suçların en belalısı; bu işte içimizdeki deliyi susturup kapatan; huzursuzluğumuza isim bu; kaygımızı besleyen, bizim yaratılmışlar içinde huzursuzluğuyla malül tek canlı halinde evrene salan bu.
Delileri ve çocukları özledim ben. Birisi kapatılıyor, birisi öldürülerek uslandırılmaya çalışılıyor şimdi.
Dünya ölmek üzere olan bir hastanın acımasız tutunma isteği dünyaya. Dünya dünyaya tutunma isteğinden başka bir şey değil. Düşerken kendine tutunmak gibi dünya. Dünya anaların rahimlerinde telaş, babaların bakışlarında hiçbir şeye yetememenin o derin hüznü. 
Delileri ve çocukları özledim ben. İçimizin boşluğunu ancak onlar dolduracak biliyorum. Biliyorum deliler yıkacak bütün duvarları, “yeni yeni çocuklar inecek günlerin avlusuna”. Biliyorum dünyayı deliler ve çocuklar yaşanır kılacak. Acıdan bir kez daha doğacak her şey, biliyorum.
ALİ MURAT İRAT / BİRGÜN

Türkiye nereden kuşatıldı?..- MEHMET FARAÇ

Karşı devrimcilik konusu ne kadar da önemli, ne kadar da yaşamsal değil mi kimileri için?.. Hele de memleketin geleceğini sarsan acı sonuçlarını görünce!!!
Peki; bu konudaki taarruzları en yüksek düzeye çıkartmak ve nihayetinde intikamcı bir anlayışla rejimle savaşmak ne kadar da öfke yüklü değil mi?..
Sorular çok da asıl meseleye gelelim; Türkiye'de laiklik her zaman saldırıya uğradı ancak 1950'den sonra yaşananlar yalnızca Atatürk'e, cumhuriyete ve onun iddeallerine karşı bir mücadele değildi... Cumhuriyetten rövanş almak için nihai hedef de vardı ve o çatışma hiç bitmeyecekti!..

Çünkü daha sonraları gelişen siyaset ve ortaya çıkan politik aktörler Demokrat Parti döneminde yaşanan rejim erozyonunu yükseltmeye çalışırken hem Menderes'in yolundan gitmeyi görev saydılar, hem de onun başlattığı cumhuriyeti yıpratma mücadelesini bir "karşı devrim"ci harekete dönüştürdüler...
Evet; 1980 öncesi ve sonrası Adalet Partisi, MSP, ANAP ve DYP de kendi ideolojisini, daha doğrusu siyasetini egemen kılmaya çalıştı ama hiçbir siyasal parti AKP döneminde rejimin bütün yaşamsal noktalarını hedef alabilecek taarruzlar yapmadı...

Erbakan'ın Refah Partisi'nde bile "millici" anlayış cumhuriyeti korumak konusunda duyarlı davranırken, o partinin içinden çıkanlar siyaseti dış güçlerin desteğiyle yürütürken, rejimle ilgili toplumdaki hassasiyetleri bir tarafa bırakarak bağnazlığın ideolojisi üzerinden cumhuriyete karşı mücadeleyi yoğunlaştırdılar...

İşte Türkiye'nin son yıllarda özellikle laik rejimle ilgili kaygılarının artması bu nedenledir... Peki, asıl mücadele hangi zemin üzerinde yürütüldü acaba?.. İşte asıl mesele...



ADIM ADIM KARANLIK?..
Konu rejim olunca ona saldırmanın yöntemleri de bilinçli bir stratejiyi egemen kılmaktan geçiyor...

Tuhaf değil mi; muhafazakârlık adı altında aslında gericiliği siyasete egemen kılmaya çalışan AKP, arkasına aldığı tarikat ve cemaatlerle iktidara geldikten sonra işte o dini grupların tabanında büyüyen karşı devrimci çabaları devletin bürokrasisi ile "eğitim"i yıpratarak uygulamaya çalıştı...

Bu karanlık çabalar sırasında neler mi oldu?.. İçinde cumhuriyet ve Atatürk geçen her şey yıpratılırken, herşey silinirken Aydınlanma Devrimi'nin tüm kazanımlarını geriye götürecek, devleti kuşatacak "asıl strateji" uygulamaya konuldu; "Eğitim"i dönüştürmek ve ne yazık ki çökertmek!..

Hani derler ya, "bir ülkeyi çökertmek istiyorsan önce eğitimine müdahale edeceksin!.." İşte o strateji uygulandı ülkemizde de...

AKP iktidarı döneminde, "Tevhid-i Tedrisat"ın yerle bir edildiği süreçte, bir yandan gerici kadrolaşma bürokrasiyi kıskaca aldı, diğer taraftan da imam hatip furyası ile eğitim sistemi tamamen kuşatıldı, adeta molla-medrese, mürit-militan yapısına zemin hazırlandı...

FETÖ gibi dinci örgütler de işte bu eğitim-bürokrasi, yani molla-medrese yapısı içinde büyütüldü, devlete kafa tutacak hale getirildi...

Evet; "eğitim"deki müfredat ve kadrolaşma tahribatının son 17 yıldaki sonuçlarını konuşmak, tartışmak, ortaya koymak için fazla bilgiye-belgeye gerek yok...
Ülkenin sosyo-politik yapısının yol açtığı toplumsal bunalımların ve travmaların sonuçları bile ne kadar yanlış bir eğitim sisteminin uygulandığını gösteriyor zaten;

Yani gençliği de vuran uyuşturucu salgını, liselere kadar ulaşan sentetik bağımlılık maddeleri, eğitim kurumlarıyla tarikat-cemaat yurtlarındaki taciz-tecavüz vahşetleri, huzuru bozan bireysel silahlanma, TEOG ve ÖSS sınavlarında "sıfır" çekenlerin hezimetleri, cehaletin yol açtığı cinnetler, boşanmalar, velhasıl sosyal yıkımlar...

Ve bunun sonuçlarının geleceğimiz olan gençleri ne hale getirdiğini anlamak için olaya akademik bir açıdan bakmak gerekiyorsa, Türk Eğitim Derneği'nin (TED) yan kuruluşu TEDMEN'in son eğitim raporunda yer alan dehşet verici bilgiler ülkenin geleceği ve toplumun beklentileri açısından ürkütücü nitelikte...

MUHALEFET YIKIMI GÖRÜYOR MU?..
TED'e bağlı TEDMEN'in  "2018 Eğitim Değerlendirme Raporu"nda TEOG'daki çarpıklığın acı sonuçları da var;
2008-2009 eğitim öğretim yılında 508 bin 42 olan açık öğretim lisesine kayıtlı öğrenci sayısı 2017-2018 eğitim öğretim yılında 1 milyon 400 bine ulaşmış...
2018 yılında TEOG puanıyla istediği okula yerleşemeyen ya da imam hatibe gitmek istemeyen 84 bin öğrenci de zorunlu olarak açık öğretim lisesine kayıt yaptırmış...

İmam hatiplerle ilgili bilgiler de AKP nin eğitimi ne hale getirdiğinin çarpıcı sonucu...

Çünkü 2012-2013 eğitim öğretim yılında 1099 olan imam hatip ortaokulu sayısı 2017-2018 eğitim öğretim yılında üçe katlanarak 3 bin 286'ya yükselmiş...
Raporda, eğitim sisteminin çöktüğünü kanıtlayan başka ürkütücü veriler de var...
"Net okullaşma oranları 6-9 yaş grubunda yüzde 98,35, 10-13 yaş grubunda ise yüzde 98,62 olurken, 6-13 yaş aralığında 153 bin 895 çocuk hiçbir okula kayıt yaptırmamış..."

Yani Türkiye, 53 ülke arasında devamsızlığın en yüksek olduğu altıncı ülke konumuna yerleşmiş...

MEB'in bütçesinin yüzde 79'unu personel ve SGK prim giderlerinin oluşturması devletin eğitim-öğretime ne kadar kayıtsız kaldığının işareti ama asıl konu başka;
Türkiye bu karanlıkla, müfredat karmaşasıyla, sürekli değişen yönetmeliklerle, sınav keşkemekeşiyle ve bağnaz eğitim sistemi ile nereye gidecek?..

Uygar dünya Mars'ta yaşam alanları ararken, tarikat-cemaat ideolojisini eğitime enjekte etmeyen çalışan zihniyet cumhuriyeti çağdaş ülkeler seviyesine nasıl çıkartacak?..

İktidar pervasız da, muhalefet bu rezaletleri yeterince izliyor mu, çare aramayı, toplumu uyarmayı ve direnmeyi düşünüyor mu acaba?..


Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

28 Nisan 2019 Pazar

İşsizler ülkesi - Zülal Kalkandelen

“Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Ocak 2019 itibarıyla resmi işsiz sayısının 4 milyon 668 bine çıktığını açıkladı. İş bulma umudunu yitirdiği için ya da başka nedenlerle iş aramayan, buna karşılık çalışmaya hazır halde bekleyen 2 milyon 311 bin işsiz de eklendiğinde, Türkiye’deki işsizler ordusu 6 milyon 979 bine ulaşıyor.”
Dün okuduğum bir haberde böyle yazıyordu.
İşsizlik sorununu yaşayanlar bilir.
Geleceğe dair umutları,
Yaşama sevincini,
Aile içi huzuru,
Kendine güveni de yok eder işsizlik.
Boşluğa düşen insan kendi varlığını sorgular.
İş bulma süreci uzadıkça yetersizlik duygusu artar.
İnsanlar ne iş yaptığınızı, nasıl geçindiğinizi soracak diye kimseyle konuşmak bile istemezsiniz. İşsiz olduğunuzu etrafınızdaki kişilere açıklama zorunluluğu, utanç duygusu yaratabilir.
Toplumu içten içe kemiren bir virüstür işsizlik.
Ve bu ülkede 6 milyon 979 bin insanın işi yok!
Bu insanlar, ertesi gün karnını doyurabilecek mi bilmiyor..
Alacaklılar kapıya dayanacak ya da evine icra gelecek diye korku içinde yaşıyor.
Hastalanırsa ilaç alamayacağını, tedavi olamayacağını biliyor...


Hiç geliri olmayanlar ne yiyecek?Günde 3 öğün simit çay yerseniz, cebinizde 1120 TL kalır” diyerek asgari ücretlilerle dalga geçen ve kendisi 22 bin TL maaş alan AKP Grup Başkanvekili Muhammet Emin Akbaşoğlu acaba hiç geliri olmayanlara nasıl bir çözüm öneriyor?
Türkiye’deki işsiz sayısı, dünyada 7 milyonun altında nüfusa sahip 142 ülkeyi geride bırakarak dünyadaki en kalabalık 103. ülke konumuna gelmiş. Bir ülke düşünün ki içinden 142 ülkeden daha fazla nüfusa sahip bir işsiz ordusu çıkarıyor!
İşsizliğin yarattığı maddi zorluklara ek olarak psikolojik rahatsızlıklar, stres ve gerginlik ile dolu 7 milyon insan ve onların ailelerini düşünecek olursanız, Türkiye nüfusunun yaklaşık üçte birinin sadece işsizlik yüzünden mağdur olduğu ortada.
Peki işi olanların bile ay sonunu getiremediği bir ortamda, işsiz vatandaşlar nasıl ayakta kalıyor?Yaşamak için alabildiği kadar borç alıyor, idare edebildiği kadar dayanıyor ve sonunda bazıları kendilerini TBMM ya da belediye önünde yakıyor.

Damat beceremiyorİktidar niye seçimde halkın kendisine bir ders vermek istediğini anlamak istiyorsa, ilk olarak bakması gereken sorunların başında bu geliyor.
Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, Eylül 2018’de Yeni Ekonomi Programı’nı açıkladığında, 2019 yılı işsizlik hedefini yüzde 12.1 olarak duyurmuştu. Ancak şu anda daha yılın başındaki Ocak 2019 verisi açıklanmasına rağmen, işsizlik 14.7 ile yıl sonu hedefinin çok üzerinde...
Yine TÜİK verilerine göre, gençler arasında (15-24 yaş) işsizlik oranı ise yüzde 26.7’yi bulmuş.
Damadın bu işi beceremediği ortada!
İktidar bu soruna öncelikle çözüm bulmayı akıl edebilecek mi? Hükümetin planları nedir?
Bir işsiz İstanbul’da otobüs durağına böbrek ilanı astı. Sultangazi’de parklarda yatan vatandaş,maddi zorluklar ve borçları yüzünden bunu yaptığını söyledi. 20 bin TL’ye böbrek satılan bir ülke Türkiye...
İşsiz ordusu bu şekilde sürekli artmaya devam ederse, bunun toplumsal bir patlamaya yol açabileceğini hesap etmiyorlar mı?

Zülal Kalkandelen /Cumhuriyet

Bir komünistin ateşten gömleği - Mine G. Kırıkkanat

1978 yılının 4 Mayıs’ı, güneşin Paris’i cömertlikle ısıttığı bir gündü. Raslantıya bakın ki, iki katilin sessizce içeri sızdığı apartmanın da numarası 4’tü… 


Henri Curiel, Dünyanın en güzel kentinin, en güzel mahallesinde yaşıyorum” derdi. Seine Nehri’nin aslında Kuzey yakası ve Güney yakası diye adlandırılması gerekirken; nedense Sağ Yaka ile Sol Yaka arasında bölünen Paris’in elbette Sol’una yerleşikti.
Başkentin antik çağdaki adını taşıyan Lutetia Arenası kalıntılarına birkaç yüz metre ötede, mimari harikası merdivenlerden oluşan Rollin Yokuşu’nun, tabii ki sol başındaki tarihi apartmanda oturuyordu. 

Saatler öğleden sonra 2’yi gösterirken, dairesinden çıktı. Yoga dersine gidiyordu. Mekanizması yenilenmiş, ama ferforje dış kapısı, kristal aynalı ahşap kabini korunmuş asansörün pirinç düğmesine son kez bastı. Son dakikalarını yaşıyordu, ellerini kavuşturup bekledi. Asansör mekanik bir gıcırtıyla durdu. Henri Curiel, demir kapıyı açtı. Ahşap kabine girdi. Kristal aynalarda son kez kendisini gördü. Belki saçlarını düzeltti, belki yakasındaki bir tozu silkeledi. İniş düğmesine bastı. 

Ölüm timinde gözcü olan apartman girişini kollarken, tetikçi asansörün önüne mevzilenmişti. Henri Curiel çıkarken 45’lik dedikleri Colt marka bir tabancayla üç el ateş etti.
***
Mısır’da Fransız kültürüyle yetişen Yahudi bir bankacının oğluydu. 1914 yılında Kahire’de doğmuş ve babası tarafından bankanın başına geçmek için eğitiliyordu.
Ama Henri Curiel; Andre MalrauxAndre GidePaul Nizan okuyor, Marksizme yakın duruyordu. 

Babasının topraklarında çalışan köylülerin yoksulluğunu kavrayınca zengin ailesine sırtını dönüp; sömürgeciliğe ve faşizme karşı savaşan komünist bir aktivist oldu.
1943’te kurduğu Mısır Ulusal Kurtuluş Hareketi, sonunda İngilizlerin ülkeyi terk etmesini sağlayan en etkin direniş örgütlerinden biriydi. Mısır hapishanelerine epeyce girip çıkan Henri, 1950 yılında Kral Faruk tarafından Mısır yurttaşlığından atıldı ve komünist olduğu gerekçesiyle sınır dışı edildi.

Fransa’ya yerleşti ve Fransız Komünist Partisi üyesi olarak, Cezayir’in bağımsızlığı için aktivistliğe başladı. Cezayir’deki direnişçilere silah ve sahte kimlik sağlayan bir yeraltı örgütü kurmuştu.

Fransa’nın o yıllarda ırkçı ve Apartheid politika uygulayan Güney Afrika’yla silah ticaretini ortaya çıkarması, Henri Curiel’in ölüm fermanı oldu. 

1976’da Le Point dergisi tarafından KGB destekli bir yeraltı örgütünün elebaşı olmakla itham edildi. 1977 yılında sınır dışı edilmek üzere taşrada ev hapsine alındı. Ama sınır dışı kararı uygulanmadı ve öldürülmeden birkaç ay önce serbest bırakıldı.

***
Henri Curiel, Fransız istihbaratı tarafından öldürüldü. Cumhurbaşkanı Giscard d’Estaing idi. Katiller belirlendi, asla tutuklanmadılar. Cinayet “devlet sırrı” gerekçesiyle soruşturulmadı, yargılama yapılmadı. 

Ama Henri Curiel’in yakınları ve birkaç avukat, yıllarca uğraşarak, devletle didişerek dosyanın kapanmasını engelledikleri gibi; yakın zamanda da dava açılmasını sağladılar!

Derken Paris Belediyesi, Henri Curiel’in anısını, ölümünden 41 yıl sonra evinin duvarına çakılacak taş bir levhayla onurlandırmaya karar verdi. 

Geçen perşembe yapılan törene, politika, hukuk ve medya dünyasının önemli isimleri katıldı. Ben de vardım, çünkü çoğu arkadaşım... Hepsini, Henri Curiel’in kuzeni gazeteci Sylvie Braibant sayesinde tanıdım. Zaten tören Sylvie’nin konuşmasıyla açıldı ve Henri Curiel’in oğlu, Fransa’nın önde gelen gazetecilerinden Alain Gresh’in sözleriyle bitti. 

Alain Gresh, rahat yaşamını elinin tersiyle iten babasının niçin ateşten bir gömlek giymeyi seçtiğini, Nâzım Hikmet’in dizeleriyle anlattı. Fransızcası da Türkçesi kadar güzel çınlayan “Sen yanmazsan / Ben yanmazsam / Biz yanmazsak / Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” dizeleri, Henri Curiel’in anısına çok yakıştı.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

27 Nisan 2019 Cumartesi

Hindistan seçime giderken - KORKUT BORATAV

Hindistan’da parlamento (“Lok Sabha”) seçimi başladı. “Başladı” diyorum; zira, bu ülkede genel seçimler bir ay boyunca aşamalı olarak yapılır. Bu seçimde tüm sandıklar 19 Mayıs’ta kapanacak; sonuçlar 23 Mayıs’ta ilan edilecektir.


Hindistan siyasetinin iki kanadı
    2014 genel seçimlerini, Hindu milliyetçisi Narendra Modi liderliğindeki BJP, 282 milletvekilliği ile kazanmış; beş yıl boyunca tek parti iktidarı olarak ülkeyi yönetmiştir. Laik Hindistan Cumhuriyeti’nin kurucu partisi olan Hindistan Ulusal Kongresi (“Kongre”) ise parlamentoya sadece 44 milletvekili sokabilmişti.

Hindistan’ın federal bir cumhuriyet olduğunu da hatırlatalım. Yerel, etnik, dinsel farklılıklara, kast ayrımlarına dayalı partiler eyalet, yönetimlerinde önem taşır. Bu dağınıklık parlamentoya da yansır; çoğu kez koalisyonları zorunlu kılar. Ulusal düzlemde etkili olan  iki büyük parti ise, BJP ve Kongre’dir.

Hindu milliyetçiliğinin fanatik-dinî  kanadı olan RSS örgütü, BJP içinde etkilidir. Başbakan ve BJP lideri Narendra Modi’yi de (RSS ile birlikte) Hindu faşizminin temsilcisi olarak nitelendirenler çoktur. 2019 seçimleri, bu anlamda da büyük önem taşımaktadır. Kongre’nin daha da fazla erimesi, “laikliğin sonu mu?” sorusunu tetikleyecektir.

Hindistan’daki iki büyük partiyi, AKP ve CHP ile değiştirin; laiklik sorunsalını, “Hindu” ve “İslamcı” seçenekler içinde değerlendirin; Türkiye ile benzerlikler çarpıcıdır. Bu benzerlikleri Türkiye’nin Faşizmleri ve AKP (İmge, 2015) başlıklı kitapta (ss. 250-269’da) incelemiştim. Hindistan’ın, Türkiye’deki gelişimi 10 yıllık bir  arayla izlediğini düşünüyordum. Bu paralellik sürmekte midir? Yanıtı, belki de Hindistan’daki Nisan-Mayıs 2019 seçim sonuçları verecektir.

Hindistan siyasetinde komünist hareket, sendikalarda, meslek örgütlerinde etkilidir.  Marksist akımla birlikte alırsak, düşün ve bilim alanında önemli bir yer kaplar. Ulusal düzlemde partileşmesi sınırlı kalmıştır; 2014 parlamentosunda komünistler sadece 10 milletvekili ile temsil edilmiştir. Buna karşılık komünist partilerden biri (CPI, M) üç eyalette güçlüdür; birinde (Kerala’da) koalisyon lideri olarak iktidardadır.

Anti-faşist mücadelenin güncel sorunları, Hindistan’da parlamento seçimleri nedeniyle gündeme geldi; sol çevrelerde tartışılıyor. Türkiye için de anlamlı olduğunu düşünüyorum.

Modi’nin faşizmi
    Beş yıllık Modi iktidarının bilançosunda faşizm nasıl yer alıyor?
    Hintli edebiyatçı ve düşünür Arundhati Roy (London Review of Books, 3 Eylül 2018), iktisatçı Prabhat Patnaik (Frontline, 12 Nisan 2019) ve Hindistan’ın önde gelen iktisat dergilerinden Economic and Political Weekly, (8 Eylül 2018 sayısı) çok sayıda örnek veriyor. Birkaçını aktarayım.

    1975 Olağanüstü Hal döneminin kalıntısı olan bir “Terörle Mücadele Yasası” yeniden hatırlanıyor; muhalif aydınlara karşı uygulanması başlatılıyor. Bir örnek, birkaç ay önce, çok sayıda yazar, hukukçu ve düşünürün “kent teröristi” (“urban naxal”) suçlamasıyla tutuklanmasıdır. Suçlananlar, yandaş basında “vatan haini”, “halk düşmanı” yaftalı kampanyalara hedef oluyor.

    Bunlardan biri, Keşmir’de Hint  güvenlik güçlerinin işlediği suçları inceleyen, ortaya çıkaran Gautam Navlakha’dır. Müslüman azınlığa karşı ayrımcı uygulamaların, baskı ve şiddetin artması, yaygınlaşması da söz konusudur.
    Solcu gazeteci Gauri Lankesh’in 2017’de öldürülmesinin arkasında karanlık milis güçlerinin olduğu belirtiliyor; örgüt adları veriliyor. Milliyetçi ortamı kışkırtarak muhalif kişiler üzerinde ağır “sokak baskısı” uygulayan güruhlar artmıştır. Hükümeti  eleştiren (adı verilmeyen) bir profesör, eylemciler tarafından derdest edilmiş; diz çöktürülerek özür dilemesi videoya çekilmiş; kayıt, sosyal medyada dağıtılmıştır.

    Eğitim ve bilim kurumları üzerinde baskı yoğunlaşmıştır. Marksist sosyal bilimcilerin yer aldığı ünlü, saygın Jawaharlal Nehru Üniversitesi tipik bir örnektir. Üniversite yönetimi değiştirilmiş; öğretim kadrosu ve öğrenciler üzerinde ağır ideolojik baskı başlatılmıştır.  Müfredatı “Hindu’laşan”  eğitimin, yeniden “Brahman’laşması” (yani azınlıkların ve aşağı kast mensuplarının fiilen dışlanması) da eleştirilmektedir.

    Bilim ve akıl-dışı bir söylemin, medyaya, kamuoyuna  yerleşmesi vurgulanıyor. Dinî, milliyetçi saplantılar, “nefret dili” öne çıkmakta; farklı görüşler arasında anlamlı, tutarlı tartışmalar imkânsızlaşmaktadır.

    Hindistan – Türkiye faşizmleri arasındaki benzerlikler çarpıcı değil midir?
    
Ayrıcalıklı iç ve dış sermaye çevreleriyle iktidar arasında yakın ilişkiler yolsuzlukları yaygınlaştırmıştır.

Yüksek büyüme hızına, gelir ve servet dağılımında hızlı bir kutuplaşma refakat etmiştir. Bu dönemde köylü intiharlarında çarpıcı artış gözlenmiştir. Onbinlerce katılımlı köylü protesto yürüyüşünün ve dünya tarihinin en geniş kapsamlı (iddiaya göre 150 milyonluk) genel grevinin bu yıl Hindistan’da gerçekleşmesi anlamlıdır.

Anti-faşist cephe tartışması
    Prabhat Patnaik’a göre “iktidarda faşist öğeler var; faşistleşme  söz konusudur; ama henüz faşist bir devlet yoktur.”
    “Faşist devletin oluştuğu” kritik eşik nasıl tanımlanabilir? Patnaik, bu soruyu yanıtlamıyor; “anti-faşist cephe” tartışmasına yöneliyor.

Hindistan’ın somut siyasî haritasında ortak cephe seçeneği, laik bir merkez partisi olan Kongre ile Hindistan komünistleri arasında bir seçim ittifakı ve/veya ortak mücadele platformu biçimlerinde gerçekleşebilir.

Burada, ek bir güçlük daha çıkıyor: Anti-faşist bir mücadelenin hedefleri, Modi’nin (BJP’nin) laiklik  ve hukuk devleti ilkelerini çiğneyen  uygulamalarıyla mı sınırlı kalacaktır?  BJP faşizmi ile bütünleşen emek-karşıtı, neo-liberal uygulamalarla da mücadele edilecek midir?

Bu soru, Kongre ile ortak bir programı güçleştirir; zira, Rahul Gandhi yönetimindeki Kongre, bir burjuva partisidir; neo-liberal ekonomi politikaları ile de barışıktır.  Patnaik ise, Hindistan’da neo-liberalizmin faşizmi besleyen ana kaynaklardan biri olduğu görüşündedir ve bu mücadeleyi dışlayan anti-faşist mücadelenin eksik kalacağını düşünmektedir.

Hindistan Komünist Partisi’nin kararı
Hindistan komünist hareketinin büyük partisi  olan  CPI (M), Nisan 2019’da Haydarabat toplantısında Patnaik’in görüşüne yakın bir anti-faşist çizgi benimsemiş gibidir:
“Bu hükümetin faşist Hindu’cu politikalarına karşı somut mücadelelerde, parlamento içinde ve dışında  BJP-karşıtı güçlerle, hatta Kongre ile birlikte hareket edeceğiz. Ancak, Kongre ile bir politik (seçim) işbirliği yapmayacağız. Zira, emekçileri Kongre’nin halk-karşıtı politikalarına teslim edemeyiz.” (World Socialist Web Site, 20 Nisan; Vijay Prashad, NewsClick, 4 Mayıs).

    Komünist Parti’nin kararı, Kongre ile seçim ittifakını dışlamakta; neo-liberal politikalara karşı mücadele platformunun önceliğini vurgulamaktadır. Bu politikalara teslimiyet gösterdiği ölçüde Kongre’yi eleştirme özgürlüğünü   korumakta; laiklik mücadelesinde ise işbirliğini benimsemektedir.

Türkiye ile benzeşmeler
    Bu ikilem, Hindistan’a özgü değildir. Önümüzdeki dönemde Türkiye sosyalistlerinin de gündemine gelebilir.

Türkiye’nin faşistleşmesine karşı bir mücadele, hukuk devletine dönüş talebi ile sınırlı kalabilir mi?  Türkiye faşizmi, 2007 sonrasının İslamcı, anti-laik dönüşümlerinden soyutlanabilir mi? Bugünkü siyaset haritasında bu soruya açıkça “Hayır” diyenler sosyalistlerdir.

    Dahası, hukuk devleti programına dayalı bir Merkez (“ılımlı İslam”- CHP) ittifakı, bugünkü eğilimlere bakarsak, neo-liberal (örneğin IMF’ci) bir iktisat programı ile de barışık olacaktır. Kriz ortamında halk sınıflarını savunmak sadece sosyalistlere düşecektir.

    Bu sorular, bugün gündem-dışı görülebilir. Ama, “Davutoğlu manifestosu”, belki de böyle bir Merkez ittifakı için kaleme alınmıştır.

Türkiye’nin demokratikleşmesi, “2015’e dönüş” perspektifiyle sınırlı bir restorasyon programı olamaz.

Korkut Boratav / SOL

Sosyal demokratlar Hitler'in önünü nasıl açtı? 90’ıncı yıldönümünde Berlin-Wedding işçi katliamı (ANALİZ) - Haluk Arıcan

Almanya'da bundan tam 90 yıl önce sosyal demokratların (SPD) öncülüğünde komünistler (KPD) hedef alındığı 1 Mayıs'ta en az 33 işçi polis kurşunlarıyla hayatını kaybetmişti. Bir yandan komünistleri hedef alan sosyal demokratlar, yardımı da Hitler'in önünü açan hamlelerde bulacaktı...




Bundan tam 90 yıl önce Berlin’de, sosyal demokratların (SPD) komünistlerin (KPD) gücünü kırmak için planladıkları 1 Mayıs katliamında, polis saldırıları sonucu en az 33 kişi öldürülürken yine en az 198 kişi de yaralanmıştı.
Üç gün süren ve çoğunlukla yoksul işçi mahalelerinde gerçekleştirilen saldırılarda, Berlin’in SPD’li Emniyet Genel Müdürü Karl Zörgiebel’in emrindeki makineli tüfek ve zırhlı araçlarla takviye edilmiş 14 bin (kimi raporlara göre 16.500) polis, hareket eden her şeye ateş açarak büyük bir katliama imza atmıştı. 

Berlin’de 40 yıldır düzenlenmekte olan 1 Mayıs kutlamalarının açık alanlarda yapılması, polis şefi Zörgiebel tarafından şiddet olayları bahane edilerek yasaklanmıştı. Nisan ayı sonunda imparatorluğun en büyük eyaleti olan Prusya Eyaleti’nin başbakanı SPD’li Otto Braun, Prusya İçişleri Bakanı Albert Grzesinski (SPD) ve imparatorluk İçişleri Bakanı Carl Severing (SPD), Zörgiebel’le bir araya gelerek yasağın KPD’ye karşı en sert şekilde uygulanmasını kararlaştırdılar. 

Amaç hem imparatorluk genelinde hem de özellikle Berlin’de çok hızlı bir şekilde güçlenen KPD’ye ağır bir darbe vurmak ve artan faşist saldırılarına karşı KPD’ye bağlı olarak kurulan milis savunma örgütü Kızıl Cephe Savaşçıları Birliği’ni (RFB) KPD ile birlikte yasaklamaktı. 1928 yılında yapılan genel seçimlerde KPD, Berlin’de yüzde 29,6 oy oranı ile SPD’nin hemen ardından ikinci parti olmuştu ve işçiler arasında komünistlere olan destek artmaktaydı.*

SPD’nin 1 Mayıs yasağındaki ısrarının diğer bir nedeni ise, KPD’nin Berlin’de SPD’den çok daha fazla emekçiyi sokaklara çıkarma olasılığıydı.

SPD’NİN 1 MAYIS TAKTİĞİ: İŞÇİ SINIFI İÇİNDEKİ KAN KAYBINI İŞÇİLERİN KANINI AKITARAK DURDURMA
KPD, işçi sınıfının en önemli gününde sosyal demokratların uygulamak istedikleri sınıf düşmanı bu yasağa uymayacağını ilan etti. Bunun üzerine sosyal demokrat politikacılar ve SPD’ye bağlı gazeteler, geleneksel burjuva güçlerini de yedeklerine alarak büyük bir anti-komünist propaganda ve kışkırtma atağına giriştiler. 

SPD’nin merkezi yayın organı Vorwärts’te ‘‘KPD ölüm istiyor, cesede ihtiyaçları var’’ şeklindeki kışkırtıcı manşetler Mayıs öncesi art arda yer aldı. Berlin’in SPD’li polis müdürleri de boş durmuyor, KPD içine sokulmuş polis ajanlarının ‘’KPD geniş katılımlı, olaysız bir 1 Mayıs istiyor’’ raporlarına rağmen polisler arasında ‘’KPD’nin 1 Mayıs’ta büyük bir ayaklanmaya hazırlandığı ve polislere ateş açacakları’’ yalan haberini yayıyorlardı.

KPD’nin 1 Mayıs Hazırlıkı Komitesi ise 26 Nisan’da yaptığı açıklamada, doğruluğu kısa sürede ispatlanan bir öngörüyle, SPD’li polis şefi Zörgiebel’in soğukkanlı bir şekilde 1 Mayıs’ta işçilerin kanını akıtmak için hazırlık yaptığını duyuruyordu.
Bu şartlarda gelinen 1 Mayıs’ta polis ilk saldırısını, Berlin’in yoksul işçi semtlerinden Wedding’de başlattı. 

Semt KPD’nin çok güçlü olduğu bir yerleşim yeriydi ve ‘’Kızıl Wedding’’ olarak biliniyordu. Saldırıda öldürülen ilk kişi, oturduğu evin 3. katındaki camdan bakarken polisler tarfından alnından vurulan SPD’li işçi Max Gemeinhardt’tı. Gemeinhardt, partisinin kararına uyarak 1 Mayıs’ı kapalı salon toplantısında kutladıktan sonra evine dönmüş, penceresini kapatmaya çalışırken de öldürülmüştü.

Günün sonunda Kızıl Wedding’in sokakları da SPD’nin polis eliyle akıttığı kanla kızıla bulanmış ve toplam 10 kişi öldürülmüştü.

Önderliğini KPD’lilerin yaptıkları direniş, katılımlarla 3 Mayıs’a kadar sürmüş, toplam 32 kişi polis kurşunlarıyla, bir kişi de zırhlı polis aracının ezmesiyle öldürülmüştü (bazı kaynaklarda ölü sayısı 38’e kadar çıkmaktadır). Bir kısmı ağır 200’e yakın kişi de kanlı 1 Mayıs katliamında yaralandı. Polis, 11 binden fazla kurşun sıkmıştı.

Öldürülenlerin üçte biri balkonda ya da pencerede dururken vurulmuştu.  Sokakta öldürülenler de ya yandan ya da arkadan gelen polis kurşunuyla öldürülmüşlerdi. Balkon ve pencerelere ateş açılmasının nedeni, buralarda kızıl bayrak asılı olmasıydı. Elinde karanfil olanlar coplanırken, Yahudi olduğundan kuşkulanılan veya öyle olduğu anlaşılan kişiler de gösterilerle alakaları olmasa bile polis saldırısına maruz kaldılar.

En son öldürülen kişi de Yeni Zelandalı bir gazeteciydi. Bütün bulgular polisin örgütlü işçilere zaiyat verdirmekte başarılı olamadığını, civarda bulunan ve kaçanları hedef alarak öldürdüğünü gösteriyordu.

SPD'NİN ÇÖZÜMÜ: KOMÜNİSTLERE KARŞI TERÖR​
Peki, SPD bu planlı kanlı saldırıya neden gerek duydu? Yukarda da belirtildiği gibi, KPD işçiler arasında SPD aleyhine etkinlik kazanıyor, büyüyordu.

SPD’nin büyük sermaye sahipleri tarafından 1919’dan beri desteklenmesinin tek koşulu, o zamandan beri tam olarak dizginlenemeyen ve silahtan arındırılamayan işçi sınıfını kontrol etme yeteneğini kaybetmemesinde yatıyordu. 

SPD işçilere ve emekçilere seçimler öncesi verdiği her sözü, seçimlerden sonra diğer burjuva partileriyle girdiği koalisyon pazarlıklarında ya da hükümet icraatıyla çiğniyordu. Bunun sonucu, işçiler arasında artan KPD etkisiydi. 

SPD, tabanı büyük ölçüde işçi ve emekçilerden oluşan, sosyalizm sloganlarından geçilmeyen, pratikte ise sermaye yanlısı uygulamalara imza atan bir burjuva partisiydi; yani Ekim Devrimi sonrasının klasik bir sosyal demokrat partisi. Bu, KPD saflarına giden her bir işçi, SPD saflarından ayrılmış bir işçi anlamına geliyordu.

Bundan dolayı SPD’nin sonu kanlı da bitecek olsa sert bir kamplaşmaya ihtiyacı vardı. 

Böylece saflar sıkılaştırılacak, komünistler yalıtılarak, yok edilemeseler bile izole edileceklerdi.

SPD’nin başka bir şansı yoktu.

SPD: HİTLER'E ÖZGÜRLÜK...
SPD’nin ve Berlin’in sosyal demokrat polis şefi Zörgiebel’in yasak gerekçesi olarak öne sürdüğü ‘’sağ-sol çatışması", Eylül 1928’de Adolf Hitler’e faşistlerin gösterilerinde yaptığı kışkırtıcı konuşmalardan dolayı verilen ‘’mitinglerde siyasi konuşma yapmasına engel getiren yasağının’’ Zörgiebel tarafından kaldırılmasından sonra yoğunluk kazanmıştı. SPD yönetimi, Hitler’e alan açan bu kararı protesto eden başını komünistlerin çektiği ve ölümlerin yaşandığı anti-faşist protestoları engelleyemediği için, aralık ayında açık havada yapılacak bütün siyasi etkinliklere yasak getirmişti.

SPD sonuç olarak, ‘’demokrasi adına’’ Hitler’in komünistlere, Yahudilere karşı şiddete çağıran konuşmalarına izin verirken, buna karşı çıkmak için yapılacak protesto gösterilerini yasaklıyordu. 1 Mayıs’taki engellemenin ‘’hukuki dayanağı’’ da işte bu yasaktı.

Bu durum KPD yandaşı olmayan işçiler arasında bile huzursuzluğa neden olmuştu.

SPD’ye karşı işçiler ve yoksul halk katmanları arasında artan tepkinin bir başka nedeni ise, SPD’nin kısa bir süre öncesine kadar karşı çıktığı, açık denizlerde savaşma kabiliyeti olan, modern bir savaş gemisinin inşasına onay vermesiydi. İşçi sınıfı içinde savaş karşıtı pozisyon güçlü, savaşın anıları tazeydi. Yoksulluk ise diğer bir etkendi.  Çocuk ve gençlerin yüzde 30’u yetersiz beslenme sorunu yaşarken, yeni savaş gemisi inşasının devlet bütçesinin en az yüzde 21’ine mal olacağı hesaplanıyordu.

1928 yılında yapılan genel seçimlerde SPD ‘’Önce ekmek, sonra savaş gemisi’’ ve ‘’Savaş gemisi inşası yerine çocuklara yemek’’ sloganıyla girmiş ve seçimden oylarını arttırarak birinci parti olarak çıkmıştı.  SPD bütün seçim kampanyası boyunca ‘’Oyunuzu savaş gemisi inşasına onay veren partilere verirseniz çocuklarınız sizi affetmez’’ temasını işlemişti. Silahlanmaya ayrılan bütçe, yoksullar ve çocuklar için harcanacaktı.

Ama şimdi, sosyal demokratların her seçimden sonra yaşadıkları bir sorun vardı. Sözlerini tutarlarsa, hükümet olamayacaklar, hükümeti kurarlarsa sözlerini tutamayacaklardı.

SPD’nin hükümeti kurabilmesi için diğer burjuva partileriyle uzlaşması gerekiyordu. Onlar da ekonomik olarak güçlenen Alman sermayesinin, diğer rakip ülke sermayedarlarına karşı etkili olabilmek için talep ettikleri savaş gemisi inşasına onay verilmeden SPD ile koalisyona yanaşmıyorlardı.

SPD, I. Dünya Savaşı’nın başından itibaren işçi sınıfının en temel ilkelerine ihanet etmişti, seçim vaadine mi ihanet etmeyecekti. Ama komünistler, artık işçi sınıfının güçlü bir aktörü olarak SPD’yi zorluyordu.

Çözüm, SPD savaş gemisi inşasına onay vermezse koalisyona girmeyeceğini söyleyen DVP partisinden geldi. DVP’li Dışişleri Bakanı Gustav Stresemann, koalisyona girmek istemeyen partisini işçi sınıfı içinde artan ‘’sol gelişmeleri’’ görememekle eleştirirken, SPD’nin KPD ile yakınlaşmasının Alman sermayesi için büyük bir tehlike oluşturacağı konusunda uyarıyordu.  Stresemann, hali hazırdaki hükümetin sosyal demokrat Şansölyesi Müller’e çektiği telegrafta da, SPD’nin savaş gemisine nasıl onay vereceğinin yolunu gösteriyordu. Stresemann çok ses getiren bu telegrafta, Weimar Cumhuriyeti anayasasının,  bakanların aldıkları kararlarda sadece onların kişisel sorumluluğunu tanıdığını, parti fraksiyonuna bir sorumluluk yüklemediğini belirtiyordu. Yani, SPD’li bakanlar SPD sözde red etse bile, savaş gemisine onay verebilir, SPD de ‘’Ne yapalım Anayasa böyle’’ diyerek işin içinden çıkabilirdi.

Böylece sosyal demokratların önderliğindeki koalisyon hükümeti kuruldu ve 10 Ağustos 1928’de Savunma Bakanı Wilhelm Groener’in savaş gemisinin inşasına başlanmasına yönelik karar tasarısı hükümet tarafından kabul edildi. Sosyal demokrat şansölye Müller ve aralarında Rudolf Hilferding’in bulunduğu SPD’li bakanlar, hayır oyu vermedikleri gibi, çekimser oyu verme gereği bile duymadılar.
Bu karar SPD’li milletvekilleri arasında bile çok şiddetli tartışmalara neden olmakla birlikte, SPD’li hükümet üyeleri üzerinde herhangi bir yaptırımı olmadı.  SPD’nin ‘’Sol gösterip sağ vurma’’ stratejisi işçilerin KPD’ye yönelmelerini hızlandırdı.

BURJUVAZİNİN SOSYAL SOPASI: SOSYAL DEMOKRASİ
Bu ortamda gelinen 1 Mayıs’ta SPD’nin KPD’ye vurduğu asıl darbe, katliamdan çok partiyi paralize etme çabasının bir sonucu olarak katliamın son günlerinde geldi. 2 Mayıs’ta KPD’nin gazetesi Rote Fahne (Kızıl Bayrak), 3 Mayıs’ta da KPD’nin milis örgütü Kızıl Cephe Savaşçıları Birliği (RFB), SPD’li İçişleri Bakanı tarafından yasaklandı. İşçilerin ve sol kamuoyunun SPD’ye karşı tepkisi o kadar büyüktü ki, KPD’yi kapatmaya teşebbüs edemediler
Bir yıl önce, milliyetçi partiden imparatorluk içişleri bakanının başarısız kaldığı RFB’yi kapatma girişimi, SPD’li bakan tarafından başarılmış oldu. 
SA vb. faşist örgütlerin önünde ciddiye alınacak tek milis gücü olan RFB, polis saldırılarıyla büyük bir yara aldı.**

Katliamın gerçekleştiği mayıs ayının sonunda toplanan SPD kongresinde, Almanya’nın kapitalizmden sosyalizme geçiş aşamasında olduğu ciddi ciddi tartışılıyordu. Birkaç ay sonra dünya kapitalizmi büyük bir krize girecek, işsizlik ve yoksullukla birlikte radikalleşen Alman işçi sınıfının kontrolünü SPD’nin sağlayamayacağı anlaşılınca, Alman büyük sermayesi önce geleneksel otoriter yönetime, sonunda da faşizme yönelecekti.
Komünist hareket ise, özellikle Almanya’da sosyal demokratların sermayeyi desteklemeleri, Alman emperyalizmine arka çıkmaları, komünistlere amansızca saldırırken faşizme alan açmaları ve son 1 Mayıs katliamının da etkisiyle ‘’sınıfa karşı sınıf’’ stratejisini geliştirdi. Bunun sonucu, Komintern’in 1929 Temmuz’unda toplanan 10’uncu plenumunda, işçi sınıfı içinde faaliyet gösteren bir burjuva hareketi olarak sosyal demokratlara karşı ‘’sosyal faşizm’’ kavramı kabul edildi.

Haluk Arıcan / SOL

*KPD, bir sonraki genel seçimde, 1930’da, Berlin’de oyların yüzde 33’ünü alarak birinci parti olacak ve Naziler iktidara gelene kadar bütün seçimlerde oy oranlarını arttırarak Berlin’de en çok oy alan parti olarak kalacaktı.
** Üyelerinin çoğu SPD’lilerden oluşan ve bazı burjuva partilerinin gençlik örgütlerinin de üye oldukları silahlı milis örgütü Reichbanner (İmparatorluk Sancağı), askeri eğitim almış milyonlarca üyesine rağmen, 1933’te SPD’nin ‘İç savaş çıkmasın’ siyaseti sonucu direniş göstermeden faşizme teslim oldu.

Kaçana küfür, kalana tecavüz - Mine Söğüt

Sanıyor musunuz ki; 
Gözünü cehennem gibi bir hayata açan aklıselim sahibi çocuklarınız, anadillerini öğrenirken aynı zamanda nasıl bir yerde büyüdüklerini de öğrenmiyorlar? 
Bu ülkede çocuk olmak, kadın olmak, farklı olmak, azınlık olmak, zayıf olmak ne anlama geliyor, hiç bilmiyorlar? 
Tercihleri ya da hayalleri yüzünden ileride başlarına gelebilecekleri şimdiden sezmiyorlar? 
Sanıyor musunuz ki... 
Büyüdüklerinde yaşayacakları ülkenin onların cehennemi olacağını en baştan görmüyorlar? 
Şu anda yaşadığınız bu ülkede... 
Sadece kadının değil, çocuğun da adı yok. 
Eğitim hakkı isteyen başörtülü kız çocuklarının başına basa basa tırmandığı koltuğuna oturduktan sonra kadına biçtiği rolün öncelikle annelik olduğunu göğsünü gere gere söyleyerek oy kazanmayı beceren; 
Politik tutumuyla, toplumsal cinsiyet eşitliği kavramının dine ve geleneklere bir küfür olduğuna kalabalıkları ikna etmeye çalışan; 
Kadının iffetiyle paralel gördüğü kılık kıyafetini, memleket meselesi haline getirmekten hiç gocunmayan bu iktidarın egemenliğinde büyüttüğünüz o çocuklar... 
Artık bal gibi biliyorlar ki bu ülkede; 
Kadın cinayetleri büyük bir kesimin gözünde neredeyse aile geleneği olarak algılanıyor. 
Hukuk öncelikli olarak hâlâ “ölenyaralanan- tecavüze uğrayan kadının” kusuru üzerine odaklanılıyor. 
O yüzden her gün bir başka kadının vurulmuş, parçalanmış, boğulmuş, tecavüze uğramış, kendisini asmış cesedi ayaklarınızın dibine düşüyor. 
Siz, o cesetlerin üzerlerinden atlayarak hayata devam ediyorsunuz. 
Ve vahşetini nüfus cüzdanı gibi cebinde taşıyan... 
Namus cinayeti madalyasını göğsüne asması an meselesi olan potansiyel katillerle aynı havayı soluyorsunuz. 
Gazeteyi her açtığınızda, televizyona her baktığınızda, pencerenizin önünde, kapınızın ardında... bitmek bilmeyen çocuk tecavüzü haberleri. 
Evde, sokakta, inşaatta, parkta, öğrenci yurtlarında, Kuran kurslarında dolanıyor tecavüze uğramış çocukların diri ya da ölü hayaletleri. 
Dahası mütemadiyen küstahça konuşuyor birileri: 
“Bir çocuk kaç yaşında evlenebilir?” 
“Bir kız kaç yaşında artık dinen erişkindir?” 
Ve “Aile içinde kimin kime ne gözle bakması caizdir?”


***
Çocuklarınızdan bu ülke gerçeklerini ne yaparsanız yapın gizleyemezsiniz.
Daha da fenası, çocuklarınızı bu gerçeklerin tehlikelerinden koruyamazsınız.
Yapabileceğiniz tek şey...
Ülke gerçeklerini bir an önce değiştirmektir.
Tüm bunları görerek ve anlayarak büyüyen aklı başında her çocuk, kendi geleceğiyle ilgili hayallerini bu ülkede asla gerçekleştiremeyeceğini sizden de önce kendisi görür.
Hayallerini gerçekleştirmek için başka bir ülkede yaşamak...
Hatta başka bir ülkenin vatandaşı olmak gerektiğini bilen çocuğa bu korkunç bilgiyi erkenden veren bu ülkenin bizzat kendi yerel cehennemidir.
Gitmek isteyene küfür...
Kalana da taciz ya da tecavüz...
Bu, ülkenin ne kendinizden ne de çocuklarınızdan saklayamayacağınız en ağır gerçeğidir.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

25 Nisan 2019 Perşembe

Sabri Uzun gözaltısının altındaki bit yeniği - BARIŞ TERKOĞLU

“Aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler” diyor Ece Ayhan. Ataol Ağabey ise “ölümdür yaşanan tek başına/aşk, iki kişiliktir” diye tamamlıyor. Öyleyse aşkın iki kişilik bir örgütlenme olduğunu söyleyebiliriz.

Suç örgütü için en az üç kişi lazımdır. Yetmez; suç aletleri de hiyerarşi de gerekir.
Örgüte yardım içinse silah ya da lojistik sağlama olmazsa olmazdır.
Hukukun da bir aritmetiği var. İçtihat yapmak, iki kere ikinin beş edeceği anlamına gelmez.
Sanki adalet düzenini terk ettikten sonra bütün ayarlarımızı da kaybettik.
Türkiye’de Emniyet’in en tepesine çıkmış Sabri Uzun’un önceki gün gözaltına alınmasından söz ediyorum. “Cumhurbaşkanına hakaret” artık sıradan vaka haline geldi. Ancak Uzun’u “terör örgütü propagandası ve örgüte yardım” ile suçlamaları sizi de şaşırttı mı? Örgütün FETÖ olduğu da söylendi ya... Peki Uzun, “örgüt işleri”ne nasıl girmiş?

Çok zor değil...

Eline telefonunu almış, Twitter uygulamasını açmış ve mesaj atmıştı. Parmak ucuyla yazdıkları, bir dönem yönettiği Emniyet’in nezarethanesine götürülmesine gerekçe oldu. “Birileri” neredeyse bir yıldır takip ediyordu. Son mesajından sonra “alalım” denildi. 

Sahi Sabri Uzun gibi göz önünde, devletin iyi tanıdığı bir isim ifadeye çağrılmak yerine neden gözaltına alınarak günlerce nezarethanede tutulur? Mesele gözdağı mı?

Gizli sanık Sabri Uzun
Sabri Uzun denilince aklıma benim de yargılandığım OdaTV davası geliyor. Zira Uzun, OdaTV davasının “gizli sanığı”ydı. FETÖ operasyonlarını sürdürebilseydi, Uzun da tutuklanacaktı.

Aslında görünen köyü tariften başka bir şey değil. 

Malum, 2010 yılının ağustos ayında eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı,“Haliç’te Yaşayan Simonlar” kitabını yayımladı. Kitap, FETÖ’nün poliste örgütlenmesini apaçık şekilde anlatıyordu. Avcı, kısa süre içerisinde alakasız şekilde Devrimci Karargâh örgütü operasyonlarına dahil edilerek tutuklandı. Yetmedi, PKK ve TİKKO propagandasından hakkında soruşturma açıldı. Yetmedi, OdaTV davasında 2011 yılının mart ayında bir kez daha tutuklandı. Hedef, Avcı’nın şahsından çok kitabıydı. FETÖ’cü savcılar kitabı Avcı’nın değil OdaTV davasında yargılanan gazetecilerin hazırladığını iddia ediyordu. 

Aynı günlerde gazeteci Saygı Öztürk’ün FETÖ’yü anlattığı “Okyanus Ötesi’ndeki Vaiz” kitabı çıktı. Kitabın içerisinde çok kritik bir ayrıntı vardı: “2001 yılında ‘Emniyet’te Fethullahçı yapılanma yok’ diyen İstihbarat Dairesi Başkanı Sabri Uzun da ‘nasıl yanıldıklarını’ anlatabilmek için, Avcı gibi kitap yazıyor.”
Yeni hedef Sabri Uzun’un kitabı oldu. 

OdaTV davasındaki kumpas belgelerinin arasında “Sabri Uzun” isimli bir dosya yer alıyordu. Belgede şunlar yazıyordu: “Sabri’nin kitap konusunda çekincesi var ikna etmeye çalışalım, kitabı seçimden önce yetişmeli. Nedim, Ahmet Şık’la bu konuda görüşsün, Kitaba çalışırken cesur olun.” 

Samanyolu TV dizilerini aratmayan ifadeler, Sabri Uzun’un hazırladığı kitabına gölge düşürmeyi amaçlıyordu. Güya Soner Yalçın talimat vermiş, Ahmet Şık ve Nedim Şener de oturup Sabri Uzun’un adıyla kitap yazıyordu. Bu yalan dünyası nedeniyle gazeteciler hapis yattı. Sabri Uzun ise direkten döndü. O gün değil ama FETÖ operasyonları başlayınca, yani Cumhurbaşkanı “İnlerine gireceğiz” dedikten sonra, “İn” adıyla yazdıklarını yayımladı. Sayesinde, Emniyet’i bir dönem yöneten Uzun’un gözünden FETÖ’yü okuduk.

FETÖ ile karşı karşıya
Sabri Uzun’un FETÖ kumpaslarıyla yüzleşmesinde bu olay ilk değildi.
Örnek mi?
Polis müdürü Recep Güven, 14 Haziran 2001’de Uzun’un masasına ilk kez Ergenekon kumpası şemasını koydu. Sabri Uzun, daha o yıllarda bunu reddetti.
Aynı şema 2006 yılında yine Recep Güven tarafından Uzun’a sunuldu. Sabri Uzun bir kez daha kumpasın parçası olmayı kabul etmedi.
Bir ay sonra adı “Şemdinli Olayları Hakkında Bilgi Notu”na haksız bir şekilde karıştırılarak tasfiye edildi. FETÖ’nün Büyükanıt’ı hedef aldığı not, Uzun’a maledilmişti. Sabri Uzun, uzun süre görevden alınmasının askerlerin işi olduğunu sandı. Üç yıl sonra gazeteci Cüneyt Özdemir’e artık böyle düşünmediğini şöyle anlatıyordu: “Sabri Uzun o yıllarda kendisini görevden alan önemli bir ‘güç’ olduğunu söylüyor, ama artık bunun askerler olduğunu düşünmüyordu! Hatta görevden alınmasında dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın göreve gelmesi sürecinde yaşanan bir komployu ortaya çıkarmasının etkili olduğuna inanıyordu.”
Peki neydi o komplo?
Sabri Uzun’un İçişleri Bakanlığı müfettişlerine 20 Eylül 2010 tarihinde verdiği ifadeden aktaralım: “Ben bu cemaatin (FETÖ kastediliyor) bir komutanla ilgili yaptığı yasadışı işi bizzat tespit edip ilgili bir makama kişiye özel yazıyla bildirdim.”
Yaşar Büyükanıt’ın özel hayatına ilişkin FETÖ merkezli sızıntıları hatırlarsanız Sabri Uzun’un kastettikleri daha iyi anlaşılır.
Sanırım görülüyor...
Sabri Uzun hakkında yapılacak en son suçlama FETÖ olabilir.
AKP’nin “ne istedilerse verdik” dediği dönemde, resmi olarak ise 2001’den itibaren Sabri Uzun ile FETÖ karşı karşıya geldi. Kumpaslara karşı çıktı. Hatta bir kısmını devlete raporladı. Tasfiye edildi. Hapishanenin ucundan döndü. Nihayetinde halihazırda süren FETÖ davalarında tanık oldu.

Başka hesaplar mı var
İlginçtir, 2011 yılında “Sabri Uzun’un kitabını yazacaktı” diye tutuklanan Ahmet Şık, 2016 yılında Erdoğan karşıtı tweetleri bahane edilerek Cumhuriyet davasında tutuklandı. Tıpkı Sabri Uzun’un önceki gün Erdoğan aleyhindeki mesajı bahane edilerek gözaltına alınması gibi.
Cumhurbaşkanına hakaret mesajlarının da, FETÖ iddialarının da, başka hesaplaşmalara perde yapıldığı günlerden geçiyoruz. Öyle ya, boşanma davalarında bile eşler birbirini bu yolla suçlayarak kolay yoldan ayrılabiliyor. Anlaşılıyor ki son dönemde FETÖ ile mücadelede yapılan hataları da, iktidarın politikalarını da eleştiren Sabri Uzun’un başına gelen pek de farklı görünmüyor. 

Sakın Sabri Uzun’un bugün ödediği, görünenin çok dışında bir hesap olmasın! Umarım söylendiği gibi bazı hasımlarının “fırsat bu fırsat” dediği durumla karşı karşıya değilizdir! Umarım gözaltının seçim sonrasına gelmesi sadece bir tesadüftür! Umarım yargı mensupları dışında kimse işin içinde değildir!
Bu kez “hata yaptık” demek için yıllarca beklemesinler de!

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Osman Amca Kriterleri - NAZIM ALPMAN

Demokrasilerde en güzel şey, sürekli gelişip değişebilir olmasıdır. Bunu da en iyi yapan siyasi parti en fazla halk desteğine mazhar olur.
Demokrasi ve değişkenlik denildiğinde de akıllara öncelikle iktidar partileri gelir. İktidar partileri sürekli olarak iktidarda kalmak gerektiğini düşündüklerinden demokrasinin orasıyla burasıyla zırt-pırt oynarlar.
Demokrasiyi bir ‘sandık oyunları’ mücadelesi halinde gördüklerinden oyunun merkezine sandıkları koyarlar. Oyların en fazlasını alabildiklerinden ölçü, çoğunluk virajına konulur.
En fazla oyu alan köşeyi döner!
Bunda bir sorun yoktur.
Sorunlar iktidar partilerinin oy oranı düşmeye başlayınca öne çıkar. Batı demokrasilerinde oylar düşünce iktidar partileri de muhalefete düşer. Doğu demokrasilerinde ise oyları düşse de iktidar partileri yönetim koltuklarını bırakmak istemezler. Daha güçlü biçimde yapışırlar makamlara.
İşte o zaman sorular çıkar.
Bizim memlekette böylesi bir yola girilmiş bulanmaktayız.
İktidar partisi 31 Mart 2019 Mahalli İdareler Seçimlerini belli başlı büyükşehirlerde kaybetti. Ama bunu kabullenmekte zorluk yaşıyor.
Ama birilerinin bunu iktidar partisini yönetim organına söylemesi lazım. Kim söyleyebilir?
Medya?
Türk medyası habercilikle bütün iplerini kopartıp atmış durumda.
Danışmanlar?
Onlar da uzun zamandır akıl-fikir ile ilgilenmeyi bırakmış onay-tasdik şube şefliğine bağlı çalışıyorlar:
“Gerçekten çok yerinde konuştunuz. Bi’ de zaten çok iyi hatipsiniz. Harika gidiyorsunuz.”
Bu kafa içleri boş, cüzdanları dolu danışmanlar ordusunu bir askeri eğitim birliğine yollayıp, alçak sürünme talimi yaptıracaklar ki değersizlikleri anlaşılsın.
Üstün yetenekli oldukları konusunda hiçbir inandırıcı unsura sahip olmayanlar 21 Nisan 2019 Pazar günü düşük yoğunluklu -zeka da olabilir- bir eylem planı uygulaması yaptılar.
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na karşı linç eylemi tasarladılar. Eylemin mantığı basitti. Çünkü daha inceliklileri yapılıp bitirilmişti. Elde kala kala bu mallar kalmıştı. Şehit cenazelerinde militan bir grup oluşturulacak. Fikri hazırlık önceden yapılıyordu zaten. Son gün yine tahrik fitilini ateşleyecek manşetler atılacak.
En sonunda da bir yumruk atılacak!..
Yumruğu atan ortadan kaybolacak. Karanlık güçler iş başı yaptı diye manşetler atılacak. Başı iyi gitti. Yumruk atıldı. Ancak eski zamanların üzerinden çok sular akmıştı. Akıllı telefonlar akılsız kafaları suçüstü yakaladı.
‘Yumruk memuru’ Osman Sarıgün’ün portresi kabak gibi ortaya çıktı. Önce kaçırıldı. Sonra yok artık polis jandarma bu faili de yakalayamazsa, sahillerde olta ile balık yakalasın daha iyi düşüncesi ülke geneline yayıldı. Yumrukçu Osman yakalandı. Hoop bir duruşma yürü git kardeşim sen anayasal bir protestocusun artık.
Zaten AKP’nin de üyesi. Bir de anayasal protestocu olunca yeme de yanında yat. Ya da başkalarını içeri at, Osman dursun onlar yatsın.
Yumrukçu Osman’ın tahliyesiyle bazı ‘şey’ler sıraya girip elini öptüler. Öpsünler Osman amcalarının elini.  Bunda da bir sorun yok. Ama demokrasinin beli de daha fazla dayanabilir mi? Doğu demokrasileri için yeni bir standart geldi:
-Osman Amca Kriterleri!
Nazım Alpman / BİRGÜN