21 Mayıs 2019 Salı

Soylu ne demek istiyor? - ERK ACARER

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, geçen hafta yaptığı ‘İstanbul’un huzuru’ ve ‘IŞİD’ konulu açıklamalarla gündeme geldi. Önce, “Allah yapmasın da, İstanbul’da 31 Aralık 2016’dan beri tek bir patlama yok. 2.5 yıldır millet huzur ve güven içinde’’ dedi. Ardından, IŞİD’in Türkiye’de son 2.5- 3 yıldır olmadığı kadar hareketli olduğunu söyledi.

Soylu’nun ‘terör tehditi’ açıklamaları, yaklaşan İstanbul seçimleri öncesinde IŞİD’ten bir bombalı saldırı bekledikleri iması ve alt metinde bir gözdağı olarak da yorumlandı. İster istemez bir kez daha 7 Haziran- 1 Kasım 2015 kanlı seçim süreci anımsandı. “Verin 400’ü, bu iş sorunsuz çözülsün” ve “Ankara katliamından sonra anket yaptırdık oylarımızın arttığını gördük” benzeri ifadeler çağrışım yaptı.
2015’te Diyarbakır ile başlayan ve hatırlamak bile istemediğimiz, bir IŞİD filmi izledik. AKP’nin yenileyerek kazandığı 1 Kasım seçimlerine uzanan zaman diliminde, Diyarbakır, Suruç ve Ankara katliamlarında toplam 151 yurttaşımız IŞİD miting ve gösteri toplantılarında yaşamını yitirdi. Yüzlerce kişi yaralandı, organ kayıpları yaşayanlar ve tedavisi hâlâ sürenler var. Bu saldırılara ‘yol verildiği’ ya da ‘görmezden gelindiğine’ ilişkin oldukça büyük kanıtlar ortaya çıktı. Her katliam için, bir perde arkası vermek bile yeterli olacak.
• Diyarbakır’a bombaları bırakan Orhan Gönder’in kaldığı otel odası saldırıdan bir gün önce güvenlik birimleri tarafından basıldı. Ama Gönder gözaltına alınmadı.
• Suruç’ta patlamanın olduğu Amara Kültür Merkezi’nin yanında halkın ihbarı sonucu Abdullah Arslan adlı bir şahıs yakalandı. Çantasından IŞİD bayrağı çıktı. Karakolda sakalları kesildi ve serbest bırakıldı. Bugün süren davanın sanığı değil, tanık olarak bile dinlenmiyor.
• Ankara katliamında son 3 ayda gelen ve ilgili birimlere ulaştırılmayan 66 istihbarat raporu vardı. Kanlı saldırı günü gelen raporda ise bombacı Yunus Emre Alagöz’ün ismi dahi yazıyordu.

TEHDİTSE SKANDAL

Soylu’nun ‘IŞİD ve terör’ göndermelerini hafızamız ne yazık ki bu olaylarla birlikte okuyor. Eğer İçişleri Bakanı, tehditlerine IŞİD üzerinden bir yenisini ekliyorsa gerçekten ortada akıl almaz bir skandal var demektir. Ayrıca bu durumda; İstanbul’un AKP açısından öneminin, en az başkanlık ve rejim değişikliği kadar büyük olduğu da ortaya çıkıyor.

ENDİŞE İSE YİNE SKANDAL

Soylu, gerçekte samimi endişelerini dile getiriyor ise bu da başka büyük bir skandaldır. Çünkü bir bakanın halkın gözünün içine bakarak “IŞİD’de hareketlilik var” demesi “Biliyoruz ama baş edemeyebiliriz” anlamı taşır. Demokratik ülkelerde yöneticiler toplum ile endişe paylaşmak yerine olayları engellerler. Bizdeki gibi olay öncesi yayın yapılıp, olay sonrası yayına yasak getirilmez.

MADEM KAYGINIZ VARDI…

İçişleri Bakanı’na yine çok yakın zamanda gerçekleşen bazı tuhaf olaylar üzerinden bir soru yöneltmek de mümkün.
• Türkiye cezaevlerinde hasta tutukluların sayısı her geçen gün yükseliyor ve görmezden geliniyor. Oysa IŞİD’in Antep sorumlusu ve 53 kişinin katledildiği ‘Düğün saldırısı planlayıcısı’ Mehmet Kadir Cebael’in karısı ve IŞİD sanığı Fadile Halaç Cebael’in sağlık sorunları gerekçesiyle geçtiğimiz ekimde tahliye edildi.
• İstanbul Başakşehir’deki bir sitede Ruslan A., Saida N., Movsur C. ve Nagiyat M. adlı şahıslar yakalandı. İki ayrı daireden çok sayıda silah ve mühimmat ile IŞİD bayrakları ve örgütsel doküman ele geçirildi. Ayrıca Movsur C. isimli şahıs elindeki siyah naylon poşet ile çatı katına kaçtı. Poşetten çıkardığı silahı boşluğa attı. Ancak mahkemede IŞİD bayrağı ve örgütsel mühimmat üyelik için yeterli neden sayılmadı, beraat verildi. Sanıklar şubat ve mart ayında aralıklarla tahlile edildi. ‘Tazminat hakları da vardır’ denilen kararda, Yargıtay ilamı referans alındı.
• Bursa’da TEM ekipleri IŞİD sanıklarına yönelik operasyon yaptı. Gözaltına alınan Houda Z., Malika B., Fatıha T.’nin Interpol tarafından kırmızı, mavi bültenlerle arandıkları anlatıldı ancak 3 şüpheli kadın nisan ayında ilk celsede adli kontrolle tahliye edildi.
Son olarak geçtiğimiz günlerde Ortaköy’deki eğlence merkezi Reina’da yılbaşı gecesi düzenlenen terör saldırısına ilişkin davada, saldırgan Abdulkadir Masharipov’un resmi nikahlı eşi Zarina Nurullayeva ve birlikte yaşadığı Tene Traore tahliye edildi.
Ne diyelim; madem korkuyorsunuz niye serbest bırakıyorsunuz; serbest bırakıyorsanız niye korkuyorsunuz?
Erk Acarer / BİRGÜN

Ayak oyunu - ORHAN GÖKDEMİR

Arda… Başakşehir Kulübü ayak topçusu. Başakşehir’den önce İspanya’nın Barcelona Kulübü'nde top koşturuyordu. Yükselişi gibi düşüşü de hızlı ve sert oldu.

GS kulübünden Barcelona’ya transferini AKP’nin ayarladığı söyleniyordu. İddiaya göre o tarihte Barcelona’nın sponsoru olan AKP kontrolündeki THY bu “zeki ve çevik” sporcunun takımda oynatılmasının bedelini ödemeyi kabul etmişti.
Ahlakına gelince; Hatırlanan son eylemi, topu ağlarla buluşturması değil. Biri eski futbolcu ve yeni AKP’li Rıdvan’la referandumda “evet diyoruz” videosu, diğeri uçakta bir gazeteciye ana avrat küfür edip boğazlamaya kalkışması. AKP müdahalesinin futbolu getirdiği yerde ortaya çıktı bu yeni topçu tipi. Bir gazetecinin söylediği gibi, “Metin Oktaylardan, uçakta mafyacılık oynayan kaptanlara kadar düştük…”

Uçakta o yaşlı gazeteciye ana avrat dümdüz gittikten sonra ne yaptı biliyor musunuz? Umreye gitti. O umredeyken İspanya’da kumarda kaybettiği büyük paralar konuşuluyordu. Yeni Türkiye’nin sporcu karakteridir.

Karısı doğurmak üzereyken, bir barda karşılaştığı tanımadığı bir kadına sarkıntılık etti sonra. Müdahale eden kocasının da burnunu kırdı. Öfkesini yatıştıramayıp burnunu kırdığı adamın yattığı hastaneyi bastı, silah gösterdi.

O sırada savcılık FETÖ’nün futbol ayağına dahil olduğu iddiasıyla soruşturma başlattı. Soruşturma başlatılan ayak topçuları arasında Emre Belözoğlu, Okan Buruk ve Bülent Korkmaz gibi isimler de vardı. Takipsizlik kararı çıktı tabii.
Pazar günkü şampiyonluk maçında yedek kulübesindeydi.

***

Emre... Başakşehir Kulübü Kaptanı.
Otomobiliyle çarptığı bir yayanın ölümüne neden olduğunda genç bir GS futbolcusuydu. Mercedes’iyle E-5 karayolu üzerinde çarptığı işçi Kadir Çetin kaldırıldığı hastanede can verdi. Olay sırasında yanında bulunan 2 arkadaşıyla birlikte karakola götürüldü. İfadesi alındı, salındı. O kazayı kazasız belasız atlatmayı başardı!

Olayın kapatılmasında Fethullah Gülen tarikatının etkisi olduğu iddia ediliyordu. O tarihte yargıda çok güçlüydüler. Bir de GS kulübünde örgütlüydüler. GS üzerinden futbola hâkim olma projesi İslamcı iktidarın ilk ayak oyunudur.

GS’dan yurtdışına, yurtdışından FB’ye transfer oldu. O da takım arkadaşı Arda gibi yurtdışında tutunamamıştı. FB’den de kovulunca Başakşehir’e atandı. Atanma hikayesini şöyle anlattı: “Göksel Gümüşdağ benim hayatımdaki en büyük dostum, abim... Benim mutlu anlarımda herkes yanımdaydı zaten. Ancak her üzüntülü anımda yanımda olan tek bir kişi vardı. O da Göksel Gümüşdağ'dı. Evleneceğim kızı ilk ona tanıştırdım. Kaza geçirdim arabayla 20 yaşımdaydım, karakolda ilk yanımda olan kişiydi."

Çok hırslı ve çok kavgacı. Öfkesine ve nefretine sık sık yenik düştüğü vaki.

Dosyasında böyle onlarca olay var. Mesela, 2007’de takım arkadaşı Yobo'ya karşı ırkçı söylemlerde bulunduğu iddia edildi. İngiltere Futbol Federasyonu'na yaklaşık 2 saat ifade verdi ve suçsuz bulundu. Bir süre sonra Bolton'da forma giyen El Hadji Diouf'a “maymun” dediği iddia edildi. Diouf ifade vermeyi reddedince bu iddia da sonuçsuz kaldı. Bir sezon sonra takım arkadaşı Joey Barton ile gerginlik yaşadı. Barton'un tepkisine kafa atarak yanıt verdi. Yurtdışından döndükten sonra da hakaret edecek “zenci” bulmakta zorlanmadı. 2012’de Trabzonspor'un orta saha oyuncusu Zokora’ya “pis zenci” diye çıkıştı. Şükür ki bu Türkiye’de suç değildi.

Dincinin dinciye darbe girişiminden sonra, 2016’da, FETÖ'nün futbol yapılanmasına ilişkin iddianame hazırlandı. Suçlananlar arasında o da vardı. “FETÖ’nün toplantılarını organize ettiği, evliliğini dahi FETÖ’nün adamlarına sorduğu” iddia ediliyordu. Bu iddialara rağmen ne tanık ne de sanık yapıldı.
Soruşturma kapanınca çıktı doğruladı. Geçmişte “Allah rızası için”, Türk kültürünü yaşattığı ve ülkeye hizmet ettiğini düşünerek Fettulahçı Terör Örgütü'ne kurban bağışı ve öğrenci bursu vermişti. Ancak 17-25 Aralık döneminden sonra bu sinsi yapının gerçek yüzünü görerek eli kanlı bu terörist örgütle tüm ilişkisini kesmişti.
Pazar günkü şampiyonluk maçının ilk yarısında sahadaydı. Nefesi 20 dakikaya yettiği için sakatlanıp çıktı.

***

Göksel Gümüşdağ… Başakşehir Kulübünün Başkanı. Emre’nin kaza yaptığı sırada araçta bulunan iki kişiden biri olan Gümüşdağ, o zamandır beri futbol yönetiminin bir parçası. Aynı zamanda İBB’nin önde gelen yöneticilerinden. Kadir Topbaş döneminde fiili başkanın o olduğu söyleniyordu. Başka ve daha önemli özellikleri de var. Emine Erdoğan’ın yeğeni Müge Gülbaran ile evli. 2014’te İBB sporu satın alarak Başakşehir Futbol Kulübüne dönüştürdü, başına geçti. Sarayın Başakşehir nezdindeki temsilcisidir.

Futbolun Katarlılara teslim edilmesinde kilit roller üstlendi. Bu başarısından dolayı olacak adı TFF Başkanlığı için geçiyor şimdi. Daha önce de aday olmuş, ancak Erdoğan “şimdilik bekle” deyince çekilmişti.

Başında olduğu kulübün en büyük sponsoru Medipol hastaneler gurubu. Medipol Üniversitesi ve Medipol Hastaneleri'nin sahibi olarak görünen Dr. Fahrettin Koca da Erdoğan ailesinin doktoru. Öyle bir sistem kurulmuş ki yabancıya zırnık koklatılmıyor.

Zaten bu sahipliğin arkasında başka bağlantıların olduğu sıkça dillendiriliyor. Mesela CHP Manisa Milletvekili Özgür Özel, 2013’te TBMM’de yaptığı konuşmada "Medipol Hastane zincirlerinin ortağı olan, yandaş gazeteleri ve televizyonları olan First Lady kim?" diye sordu. 
Ne bilelim biz!
Fahrettin Koca AKP Cumhurbaşkanı tarafından Sağlık Bakanı olarak atandı. Şimdi hem bütün sağlık sistemini kontrol ediyor hem de aktardığı paralarla Başakşehir’in başarıdan başarıya koşmasına vesile oluyor.

Arkasında bu kadar güçlü bir destek olan takım bir ay öncesine kadar ligin açık ara birincisiydi. Teknik direktörleri Abdullah Avcı ile sözleşme yeniledikleri törende, Göksel Gümüşdağ’a, "Siyasetin sizi şampiyon yapmak istediği gibi bir söylenti var. Ayrıca, Arda Turan'ın transferinin de İstanbul Halk Ekmek'in sponsorluğunda yapıldığı söyleniyor. Ne söylersiniz?" diye sordular.

Kem küm etti, cevaplamadı. Oysa kulüp tüm altyapısını İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin desteğiyle kurduğu, transferleri Belediye ve bağlı kurumlarının desteğiyle yaptığı sır değil. Bu sayede yüzyıllık kulüpleri geride bıraktı. Onlar borçları ödeyemezken milyonlarca Euro ödeyerek ünlü birçok ayak topçusunu kadrosuna katmayı başardı. Takımın resmî sitesinden duyurduğu sponsorlarının çoğu AKP’nin adrese teslim verdiği ihalelerle büyüyen şirketler.

31 Mart’ta İBB’yi kaybedince sendelediler. Pazar günkü maça kadar ittire kaktıra geldiler.

***

Bir ay önce Başakşehir henüz açık ara liderdi. AKP Cumhurbaşkanı Erdoğan’a da Başakşehir’in durumunu sordular. "Ben rahatım. Niye rahatım? Başakşehir'i ben kurdum" dedi, "Başakşehir şampiyonluğu yakalarsa, bu da tabii bir devrimdir. Yani illa milyonların izlediği takımlar değil, demek ki binlerin izlediği takımlar da şampiyon olabiliyormuş" diye ekledi.

Mart ayı ortasından çıktık Mayıs’a. Erdoğan Başakşehir’i şampiyon ilan ettikten bir ay sonra GS Başakşehir’i evire çevire yenerek şampiyon oldu. Sarayın “futbol devrimi” hayalinin sonudur.

***

Başakşehir Kulübünün ve adını aldığı ilçenin adındaki “başak” Erbakan’ın “Refah Partisi”nin logosundan geliyor. İlçe bir Erbakan projesiydi. Burada İslami bir getto oluşturacaklardı. İlk konutlar yapıldıktan sonra bölgenin adını partinin logosundan esinlenerek “Başak Şehir” koydular. Sonra projeyi AKP devraldı, halen İstanbul’u yobazlaştırma projesinin merkez üssüdür.

Ama ayak oyunu bu, top döner, talih döner, her zaman kazanmanız mümkün değildir. Ayak oyunları ile kurulan düzenler eninde sonunda yıkılır.
AKP için kaybetmeyi öğrenme vakti. 

Başakşehir’in sonuna bakın, AKP’nin sonunu göreceksiniz…

Orhan Gökdemir / SOL

AK Parti'nin futbol kaosu! - Batuhan Çolak

Başakşehir…
Miadını doldurmuş futbolculara büyük paralar ödeyerek adından söz ettiriyor. Veteranlar takımı gibi olmasına rağmen yıllardır zirveye oynuyor.
Seyircisi yok, tarihi yok, hepsinden de ötesi ruhu yok.
Ekonomik krizin sınıf ayırt etmeksizin vatandaşı vurmasıyla tepkilerin odağına oturdu.
Kulübün parası nereden geliyor?
Yüz milyonlarca TL'lik bedeller nasıl ödeniyor?
Gelir yok, seyirci yok… Tek geliri TFF'den gelen yayın geliri.
Ama sponsorları oldukça güçlü.
İktidardan onaylı ve iktidar kontrolünde ne kadar şirket varsa, hepsi reklam veriyor.
Yıllık 50 milyon avroluk bir giderden bahsediyoruz. Bunun dışında İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından desteklendiği sürekli zikrediliyor.
TL cinsinden güncel kurla 336 milyon TL harcama yapıyor Başakşehir.
Bu kulübün bunca giderine rağmen borcu yok!
Başakşehir çarkı bu kadar rahat döndürürken Türkiye'nin köklü kulüpleri; Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe, Trabzonspor borç içinde yüzüyor.


AK Parti Genel Başkanı Tayyip Erdoğan da Başakşehir'e sahip çıkarak "Ben kurdum" açıklaması yapmıştı:
"Ben rahatım. Niye rahatım? Başakşehir'i ben kurdum. Bir taraftan da Rize kurtardı işi, o da yükseliyor. Başakşehir'i kurduğum gibi, onun altına bir de proje takım var. O takım da benim mahalle takımı olarak 14-15 yaşında oynadığım takım. O da Başakşehir'in altyapısını oluşturuyor. Esenler Erokspor… Onlar da ikinci sırada. Başakşehir şampiyonluğu yakalarsa, bu da tabii bir devrimdir. Yani illa on binlerin veya milyonların izlediği takımlar değil, demek ki binlerin izlediği takımlar da şampiyon olabiliyormuş. İyi bir yönetim kadrosu var, Abdullah Hoca'yla. Başakşehir maliyeti düşük bir takım. Ama öbür tarafta bakıyorsunuz, milyonlarca dolara takım kuruluyor, netice yok."
Ancak, Erdoğan'ın dediği gibi olmadı.
Şampiyonluk maçında Galatasaray, Başakşehir'i sahasına hapsedip galip gelmeyi bildi ve zaferini ilan etti. Maçın istatistiklerinde de müthiş bir üstünlük kurdular. Galatasaray 18 şut, Başakşehir ise 4 şut atabildi.
Çok ilginçtir ki ezeli rekabet bile şampiyonluk gecesinde unutuldu.
Fenerbahçe ve Beşiktaş taraftarlarının büyük bir çoğunluğu "Başakşehir'in şampiyon olmadığına seviniyoruz, Galatasaray'ı kutluyoruz" açıklaması yaptılar.
Aslında Başakşehir'e tepkinin bu denli yükselmesi, her şeyi parayla çözen, her istediğini yapan, devletin kaynaklarını istedikleri gibi kullananlara yükselen bir tepkiydi.
Başakşehir üzerinden oluşan tepki, AK Parti'ye İstanbul'da oluşan tepkileri anımsatıyor.
İnsanlar baskıdan, dayatmadan ve kendilerinin her yaptığını doğru, başarılı gören zihniyetten bıkmış, usanmış durumda.
Tıpkı hükümete, yakın medya organlarına duyulan tepki gibi sessiz bir eylem.
Satışları yok, okuyucuları yok ama milyonlarca TL akıtılıyor.
Kaynak yine belirsiz!
Başakşehir de tıpkı hükümete yakın medya organlarının kaderini yaşıyor.
Liyakat devreden çıkınca, tek gerçeği çıkar ve para olduğu ortamda kalitesizlik tavan yapıyor.
Başarı sınırlı alanlara hapsoluyor. Kitlelerin tepkisini üzerine çekiyor.
Ve aslında yaşananlar futbolun ve ekonominin kaosu hakkında ciddi bir özet geçiyor. AK Parti'nin liyakati ortadan kaldırdığı, hepsinden de önemlisi dayanışma ruhunu ortadan kaldırdığı birçok proje, birer birer yıkılıyor.
Çünkü çok uluslu firmalar gibi bir model de izlenmiyor. Para ve kâr temelli çok uluslu şirketlerin bir diğer önemli özelliği de kendilerine ait bir örgüt kültürlerinin olmasıdır. Bu firmalar, dayatmayı sevmezler, başarı ve sonuç odaklı olunca çalışan kişilerin, genellikle hak eden bir yükseliş yaşadıklarına şahit oluruz.
Ama AK Parti bu yöntemi de uygulamıyor.
Kurulan futbol takımından, ülke ekonomisini yönetenlere "Şunun yakını, bizim arkadaşımız, filancanın tanığı, şu teşkilatın adamı" mantığı hâkim. Damadınız en liyakatli kişi olsa bile Hazine'yi ona teslim edemezsiniz. Çünkü siyasi etik normlar, buna müsaade etmez.
Dönelim tekrar çöken Başakşehir projesine.
Galatasaray maçında bir kez daha yıkıldı.
Ama asıl yıkılan Türkiye'de birçok kurumu, şirketi; parti kurumu, parti şirketi haline getiren zihniyetin çöküşüydü.
Şimdi konuşmamız gereken konu Başakşehir'e giden paraların hangi vergilerimizden kesildiği sorusudur.
Başakşehir projesine giden paralar nereden temin edilmekte, hangi ilişkiler sonucunda bu kulübe gelmektedir?
AK Parti, kendine yakın örgütlü bir kitle oluşturayım derken karşısında çok büyük bir nefret havzası oluşturuyor.
Başakşehir'in şampiyon olmadığına sevinen on milyonlarca insandan bahsediyoruz. Bu bir sosyolojik gerçekliktir; yönetim erklerinin dili, yöntemi nefreti körüklüyor.
Dahası vatandaşın parası açıkça çarçur ediliyor.


Batuhan Çolak / YENİÇAĞ

20 Mayıs 2019 Pazartesi

AVRUPA SANDIĞA GİDİYOR (V) - SOL

'Ülke boyutuna göre büyük bir emperyalist sınıfa sahibiz'

Andreas Sörensen: Isveç bugün dünyadaki en büyük silah ihracatçılarından biridir. Yüksek kaliteli, yani öldürme gücü yüksek silahları, istediği ülkeye satmaktadır. Başbakan Stefan Löfven birkaç sene önce Suudi Arabistan’a bir seyahat yaptı. Stefan Löfven İsveç'in Suudi Arabistan’a silah satışını kolaylaştırmak için oraya gitti. Hükümeti bir yandan kendisini feminist olarak adlandırırken, kadın karşıtı bir diktatörlüğe silah satarak kendi halkıyla dalga geçti.
Okurlarımız İsveç’ten bir komünist partinin görüşlerini aldığımız bir söyleşiyle ilk kez karşılaşıyor. İsveç Komünist Partisi’nin geçtiğimiz cumartesi günü Stockholm’de yapılan seçim etkinliğinde Uluslararası İlişkiler Bürosu sorumlusu Andreas Sörensen ile soL okurları için bir söyleşi yaptık. Sörensen AB’ye karşı tutumlarından, AB içindeki güncel çelişkilere, son aylarda iklim değişikliğine karşı yaptığı eylemlerle gündeme gelen ve eylemleri olduğu kadar kendisi de tartışılan Greta Thunberg’den, Türkiye’den İskandinavya’ya göçlere kadar pek çok başlıkta görüşlerini paylaştı.

Avrupa Birliği'nin (AB) tarihsel misyonu, işlevleri ve güncel duruşu hakkında neler düşünüyorsunuz?
AB’nin üç tarihsel misyonu olduğunu düşünüyoruz: Öncelikle, sosyalizmle mücadele. Sosyalist blok üzerinde baskı oluşturabilmek amacıyla,  Avrupa sermayesinin sosyalist ülkelere yönelik saldırısında eşgüdüm sağlamak için kuruldu. Bir diğer misyon ise, Avrupa sermayesinin Avrupa ülkelerindeki emekçi halklara yönelik saldırısında eşgüdüm sağlamak. Örneğin, bugün Fransa’da, Belçika'da, Yunanistan ve İsveç'te grev hakkına yönelik saldırılarda hep aynı eğilimlerin olduğu açıktır.

İsveç halkının Fransa’daki gösteriler hakkındaki düşünceleri nelerdir örneğin?
Birçok bireyin pek fazla etkilenmediğini düşünüyoruz fakat sol içinde, Fransa’daki eylemcileri birer rol model olarak görme eğilimi yaygın. İsveç'te bizim de “sarı yelekliler”e ihtiyacımız olduğunu söylüyorlar fakat biz SKP olarak temkinli yaklaşıyoruz. Sarı yelekliler eyleminin birçok bileşeni var ve biz hepsini koşulsuz olarak desteklemeye hazır değiliz.

AB’nin son işlevinin de Avrupa sermayesini diğer emperyalist merkezlerle olan rekabette savunmak olduğunu düşünüyoruz. Rusya ve Çin’deki emperyalizmin restorasyon süreci sonunda bu manzarada kimi değişiklikler meydana geldi. Bu ülkeler de Avrupa sermayesinin birer rakibi haline geldi.

Örneğin bu Isveç sermayesine de önemli bir işlev yüklüyor; çünkü İsveç sermayesi ülke boyutuna oranla bir hayli büyük. On milyonluk nüfusumuzla çok güçlü bir kapitalizme ve emperyalist sınıfa sahibiz ve bunlar kendi kendilerine genişleyemiyor. Büyümek için, örneğin Alman sermayesi gibi, diğerlerine ihtiyaç duyuyor.

Dolayısıyla İsveç bakış açısından, AB’nin İsveç sermayesinin Dogu Avrupa ve Baltık ülkeleri gibi coğrafyalara doğru genişlemesine imkan verdiğini görebiliyoruz. İsveç sermayesi, İsveç bankaları, bu ülkelerin ekonomik yaşantısına hükmediyor, hatta kimileri Rusya ve Ukrayna’ya doğru genişleme imkanı buluyor. İsveç'in AB’ye katılımı, kendisine de bir pay çıkarmasına imkan tanımış oldu. Tabii Doğu Avrupa’ya doğru genişlemeden en çok fayda sağlayanların Alman ve Fransız sermayesi olduğu da su götürmez.

Kimilerine göre bölgede yoğunlaşan siyasi ve ekonomik krizler ile AB tarihinde bir dönüm noktasına yaklaşılıyor, AB’nin çekirdeği çatırdamaya başlıyor. Brexit krizi de sıklıkla bu yarılmayla birlikte anılıyor. AB gücünü mü kaybediyor? Bu gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz?
Biz Brexit’i, Brexit içindeki egemen sınıfların çatışmaları ile birlikte yorumluyoruz. Kimi tekelci gruplar ayrılmak isterken, kimi de AB’nin bir parçası olarak kalmayı tercih etti. Bazıları rekabet dolayısıyla kârlılıklarının düştüğünü düşünüyor, örneğin AB içindeki Alman şirketleri ya da tekel grupları üyelikten bir fayda sağlamıyor.

Bu tip üyelikten çıkış hareketlerinin riski, bir ülkenin AB içindeki rolüne dair illüzyonlar yaratması. Sözgelimi biz bir çıkışı olumlu olarak değerlendirirsek, bu onun mücadele etmeye değer olduğu, sözkonusu ülkenin AB dışında daha iyi bir durumda var olacagi anlamına gelir, ki bu doğru değil. İsveç kapitalistleri kendi ülkelerindeki isçi sınıfına saldırmak konusunda, AB içinde olsalar da olmasalar da, aynı baskıya maruz kalacaklar, ve bu da uluslararası kapitalizm dinamiklerini değiştirmeyecektir.

Bizim verdiğimiz mücadele, AB’den sosyalizm ile çıkış mücadelesidir. Çünkü bu, işçi sınıfında kapitalizm ve AB’ye dair illüzyonlar yaratmamanın tek yoludur. Hatırlamamız gereken şey ise, Brexit’in kendi başına AB’yi otomatik olarak zayıflatmayacağıdır. Çünkü Büyük Britanya AB içinde her zaman bir ABD ayağı olarak konumlanagelmiştir, Almanya ve Fransa'nın AB’yi bir güç merkezi haline getirmesine karşı durmuştur.

Brexit sonucunda AB’nin bir güç odağı olma sürecinin başladığını görüyoruz.
Brexit’in hemen ardından birçok AB ülkesinin askeri kuvvetlerinin PESCO (Permanent Structured Cooperation in Defence, Kalıcı Yapılı Savunma İşbirliği) içinde konsolide olmasına şahit olduk. AB içinde başka adımların da atıldığını görebiliyoruz.

AB içindeki Büyük Britanya AB’nin bir zayıf halkasıydı, ve çıkış otomatik olarak AB’nin bir ülke kadar güçsüzleştiği anlamına gelmiyor, aksine birlik kendisini başka başlıklarda kuvvetlendirebiliyor. Dolayısıyla birden fazla başlığı takip etmekte fayda var.

AB gücünü kaybediyor mu?
Sanmıyorum. Bize gore daha da kuvvetleniyor, uluslararası kapitalizm/emperyalizm dinamikleri içinde daha bağımsız bir role sahip oluyor, ve bu konuma biraz da Brexit sayesinde erişti. Dolayısıyla bu gelişmeleri AB’nin güçlenmesi ve dünya emperyalist sistemi içerisinde daha saldırgan bir tutum alması olarak yorumluyoruz.

Bu Avrupa Parlamentosu seçimlerine İsveç'ten bir komünist partinin ilk katılışı, bu kararı almasındaki etkenler nelerdi? Bir AB üyesi ülkenin AB karşıtı komünist partisi olarak AB’ye dair bir seçim sürecinin parçası oluyorsunuz. İsveç halkına bu konudaki motivasyonunuzu anlatma konusunda çeşitli sıkıntılar yaşıyor musunuz? 
İsveç AB’ye 90’li yılların ortalarında girdi, o günden beri İsveç'teki komünist partilerin politikası bu seçimleri boykot etmek yönündeydi. Bugün ilk defa İsveç'ten bir komünist parti Avrupa Parlamentosu seçimlerine katılıyor.
Bunun kısmen parti olarak gücümüzle ilgisi var. Geçtiğimiz sene ulusal parlamento seçimlerinde yer aldık; fakat AB seçimlerine girmemeyi tercih ettik. Bugün iki seçime katılıyor ve boyutumuza göre iddialı olan bir kampanya yürütüyoruz: bir sene içinde iki seçim. Bu daha önce görece zayıflığımızdan ötürü yapma imkanı bulamadığımız bir şeydi. Bugün örgütümüzü çok daha ilerletmiş bulunuyoruz, örneğin kendi bağımsız eylemlerimizi düzenliyor, ileri doğru adımlar atıyoruz.

Öyleyse halkın sorularını yanıtlamanız yeterli oluyor?
Ve bunu kolayca yapabiliyoruz.

Küresel ısınma üzerine tartışmalar ve aktivizm kültürü konusunda neler düşünüyorsunuz?
Bize göre çevre konulu tartışmalar etrafında örgütlenen aktivizm kültürü, insanların katılımını gösteriyor, bu iyi niyetli yönelimi olumlu karşılıyoruz. Daha iyi bir dünya istiyorlar, herkesin birlikte yaşayabileceği bir dünya istiyorlar. Fakat bu kaygı, korku, ve eleştiri sisteme yönelik bir başkaldırıya dönüşmediği sürece maalesef faydasız. Tam da bu sebeple, sermaye bu protestoları kapitalizmin sınırları çerçevesinde tutmak istiyor.

Çevreci hareketin cok daha radikal olabileceğini düşünüyoruz. Sistemin dar görüşlülüğüne çok daha eleştirel yaklaşmak mümkün. Fakat anti-kapitalist bakış açısından yoksun oldukları için sonunda kapitalistlerin kullanabileceği araçlar haline geliyorlar.

Bunu İsveç  bağlamında irdeleme imkanı bulduk. Ülkemizde aktif olan ve yaklaşık %5 oy oranına sahip bir yeşil parti var. 80’lerdeki çevreci hareketin bir sonucu olarak ortaya çıkan bu parti, aslında çok daha radikal olan ve bünyesinde birçok komünist ve sosyalisti de barındıran bu hareketliliğin kapitalizm çerçevesine sığdırılmasının bir yolu oldu. Bu anlamda sol parti ile aynı işlevi görüyor. Çevreci aktivistleri kendisine çekerek kapitalizmi muhafaza etmeye yarıyor, tıpkı sol partinin hoşnutsuz işçileri kendisine çekerek yaptığı gibi.

Birçok kişi 16 yaşındaki Greta Thunberg’in mücadelesini takip ediyor ve onun hakkında konuşuyor. İsveç Komünist Partisi olarak onun hakkında ne düşünüyorsunuz? Özellikle sosyal medya üzerinden birçok insana ulaşması, Isveç ve Avrupa’daki çevreci politik tartışmaları nasıl etkiledi?
Aslında Greta Thunberg’in İsveç dışında, İsveç içinde olduğundan daha popüler olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin Belçika'yı etkilediğini görüyoruz, genç öğrencilerin kitlesel gösterilerine tanık olduk. Fakat İsveç'te bu yaşanmadı. Meydanlarda bir araya gelen ve broşür dağıtan az sayıda insan vardı; fakat kitlesel bir hareket ortaya çıkmadı. 

Halkın genel olarak etkilendiğini düşünmüyoruz çünkü herkes çevrenin günden güne hasara uğradığının farkında, bunu zaten biliyorlar. Sorun şu ki, bunu kapitalizm ile ilişkilendirmiyorlar. Bu anlamda, Greta Thunberg çevreye verilen zararın kapitalizmle bağdaştırılmasına yardımcı olmadı.

Örneğin Belçika'da binlerce öğrenci sokaklara döküldü, orada daha büyük bir yankı uyandırdığını görüyoruz. Bunu Belçika açısından değil ama İsveç açısından okuyabiliyoruz. İsveçli insanları sokağa dökmek biraz daha zor; çünkü burada görece yüksek bir hayat standardına ve görece düşük bir politik bilince sahibiz. Sebep bu bileşim olabilir.

Avrupa Birliği ve özellikle Iskandinav ülkeleri Türkiye’deki pek çok eğitimli kişi için büyük bir cazibeye sahip olmaya devam ediyor. Bu ülkeler birer demokrasi ve özgürlük merkezi, aynı zamanda da akademik/profesyonel kariyer hedeflerine ulaşmak icin birer fırsat olarak görülüyor. Geçtiğimiz yıllarda artan yurtdışına çıkma isteği de bunu doğrular nitelikte. Bu konuda neler dusunuyorsunuz?
Bizim için İskandinavya'nın sözde sosyalizmi ve İskandinavya/İsveç modeli hakkındaki yanılsamaları gidermek çok önemli. Kimi gerçekleri açığa çıkararak bunu yapabileceğimizi düşünüyoruz. Aynı zamanda diğer ülkelerdeki mücadeleler bizim için de bir esin kaynağı oluyor.

Görülmesi gereken, İsveç'te geliştirilen modelin sermayenin ihtiyaçlarına da yanıt verdiğidir. Örneğin sahip olduğumuz birçok büyük toplu konut projesi, çok sayıda insanın bir arada yaşadığı yerlerdir. Bir yandan vatandaşlara barınma imkanı sağlamak üzere inşa edildiği iddia edilen bu mekanlar, öte yandan kapitalizmin çok sayıdaki insanı bir araya toplayarak sanayi ve işyerlerini merkezileştirebilmesine olanak tanımıştır. 

Eğitim kurumları da benzer şekilde. İsveç eğitim sistemi 1962 yılında büyük bir gelişim göstermiştir. Eğitim merkezileştirilmiş, bu da işçi sınıfının temel bir eğitim almasına imkan tanımıştır. Sebep elbette kapitalistlerin iyi niyeti değil, üretici güçlerin işgücünde belli bir eğitim derecesine gereksinim duymalarıdır. Böylelikle İsveç'teki bütün reformlar zamanın üretici güçlerinin ihtiyaçlarına göre şekillenmiştir.

İşçi sınıfı sosyal demokrasi şemsiyesi altında, özellikle 30’lu yıllarda, yüksek hareketliliğe kavuşmuştur. Geçmişte daha iyi çalışma ve barınma koşulları için taleplerin yükseltilmesine de fırsar  veren İsveç modeli, inşa edildiği o yıllardan bu yana başarılı şekilde parçalanmaktadır. Süreci daha iyi anlayabilmek için, üretici güçlerin eğitim ve barınma koşullarını iyileştirmeleriyle isçilerin daha iyi şartlara duyduğu ihtiyaç arasındaki diyalektik ilişkiyi ayırt edebilmeliyiz.

Bugün düzen aynı şekilde işlememekte, bu yüzden de sürekli saldırı altında kalmaktadır. Birincisi, İsveç'te radikal bir hareket kalmamıştır. Örgütlü bir emekçi sınıf olmadığı için, deyim yerindeyse kapitalistler özgürce at koşturmaktadır. Neredeyse hiçbir direnç görmeden emekçi sınıfa saldırabilmekte, ücretleri düşürebilmekte, çalışma koşullarını kötüleştirebilmekte, kiraları arttırabilmektedir.

Bugün İsveç devleti tarafından barışçı İskandinav ülkesi kisvesi altında sergilenen emperyalist saldırganlık hakkında ne düşünüyorsunuz ? İsveç devletinin çatışmalı coğrafyalara yönelik yarı örtülü silah satışına ve savaş gelirlerine karşı nasıl bir mücadele veriyorsunuz? 
Bugünkü etkinliğimizde konuşma yapan yoldaşımın da belirttiği gibi, Isveç bugün dünyadaki en büyük silah ihracatçılarından biridir. “Yüksek kaliteli”, yani öldürme gücü yüksek silahları, istediği ülkeye satmaktadır. Örneğin Başbakan Stefan Löfven birkaç sene önce Suudi Arabistan’a yaptığı bir seyahat sırasında, ülkedeki özellikle kadınlara dönük özgürlük kısıtlamaları sebebiyle eleştirilere maruz kalmıştır. Oysa Stefan Löfven İsveç'in Suudi Arabistan’a silah satışını kolaylaştırmak için oradaydı. Hükümeti bir yandan kendisini feminist olarak adlandırırken, kadın karşıtı bir diktatörlüğe silah satarak kendi halkıyla dalga geçmektedir.

Bir yandan Suudi Arabistan’a silah satarken bir yandan da gözleri Yemen’in üzerindedir ve aynı zamanda ülkeler arasında bir sözde barış sağlamaya çalışmaktadırlar.

Örneğin 200 yıllık bir tarafsızlık geleneğine sahip olduğu iddia edilen İsveç neden Afganistan’ın işgalinin bir parçası olmuştur? Soğuk savaş sırasında NATO ile işbirliği içinde, komünizm tehdidinin ortaya çıkması halinde aktive edilmek üzere yeraltında hazır bekleyen eski Nazilerden oluşan anti-komünist çetelerin kurulmasına öncülük etmiştir.

Tarafsız mıyız? Sovyetler Birliği’ne karşı Birleşik Krallık ile işbirliği içine girip, İsveç karasularındaki Sovyet denizaltılarına dair bütün bilgileri İngiliz istihbarat örgütü Mİ6’e veren biz değil miyiz?

Tarafsız değiliz. Bu, sürdürmeye çalıştıkları bir aldatmacadır. Aynı yanılsamayı AB seçimlerine dair de sürdürmek istiyorlar. AB seçimlerindeki sloganlarının aynısını, çalışanların haklarını savunmayı 1 Mayıs'ta şiar edinenler, 2 Mayıs'ta grev hakkını sınırlandırmak için bir teklif veriyor. Bir de bütün bunları çalışanları korumak için yaptıklarını söyleyerek insanlarla alay ediyorlar.

Hazırlayanlar: Burçak Özoğlu, Ali Somel,  Nükhet A. Bordignon, Aynur Gümüş, Erdal Akmaz, Tevfik Taş
SOL

AVRUPA SANDIĞA GİDİYOR(I-II-III-IV) - SOL


Avrupa sandığa kriz atmosferinde gidiyor(I)

AB üyesi 28 ülkeden yaklaşık 400 milyonu bulan birlik vatandaşı 23-26 Mayıs 2019 tarihleri arasında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimine katılma hakkına sahip. Birlik üyesi beş ülke dışında oy kullanmanın zorunlu olmadığı seçimlerde son olarak seçmenlerin yüzde 42,6’sı oylarını kullanmıştı. Aradan geçen beş yılda emperyalist sistemin içinde bulunduğu kriz Avrupa coğrafyasında farklı siyasetleri ön plana çıkardı, pek çok ülkede dengeler değişti. Tüm bunların AP seçimlerine nasıl yansıyacağı merak konusu.
Avrupa seçimlere hazırlanıyor. AB üyesi ülkelerde Avrupa Parlamentosu üyelikleri için seçim sandıkları kurulacak. soL olarak, AP seçimleri öncesinde, Avrupa siyasetini, farklı ülkelerdeki siyasal tabloyu anlama çabasında olacağız. İlkini bugün yayımladığımız bir dizi içinde değerlendirme ve haber yazılarının yanısıra farklı ülkelerden siyasetçilerle yapılmış söyleşiler yer alacak.
Avrupa Parlamentosu seçimleri 1979’dan beri doğrudan seçim yöntemi ile beş yılda bir yapılıyor. 2019 Mayıs’ında yapılacak seçim de 400 milyonun üzerinde seçmen sayısı ile genel oy hakkına dayalı en büyük seçimlerden biri sayılıyor. Önümüzdeki beş yıl için 751 vekilin seçileceği parlamentoda temsilci sayıları ülke nüfuslarına oranlı olarak belirleniyor. Mevcut durumda, Malta, Kıbrıs, Lüksemburg gibi küçük ülkelerde 6, şu an Parlamento’da en fazla sandalye sayısına sahip Almanya’da ise 96 kişilik kontenjanlar var.

HANGİ GRUP BİR SONRAKİ YASAMA DÖNEMİNDE ETKİLİ OLACAK?
Seçimlerde ulusal siyasi partiler olarak girilse ve yarışılsa da bir kez milletvekili seçildikten sonra, çoğu vekil ulusötesi siyasi grupların bir parçası olmayı tercih ediyor. Ulusal partilerin çoğu, Avrupa genelindeki bir siyasi partiye bağlı, bu Avrupa gruplarının hangisinin bir sonraki yasama döneminde etkili olacağı esas konu.

Şu anda Parlamento’daki en büyük grup 221 vekille Avrupalı Halklar Partisi, yani hristiyan demokrat vekillerin oluşturduğu grup. Onu 191 koltukla sosyal demokratlar takip ediyor. PODEMOS, AKEL, Syriza ve Portekiz Komünist Partisi’nin de bulunduğu Sol Birlik’in üyeleri olduğu Avrupa Birleşik Sol ve Yeşiller Koalisyonu’nun ise 51 vekili var. Yunanistan’ın Parlamento’ya gönderdiği 21 vekilden 2’si ise Parlamento’ya yönelttikleri çok sayıda soru önergesi ile ciddi bir mücadele veren ve bağımsız bir siyaset izleyen YKP’li vekiller.

SANDIK KARMAŞASI
2019 seçimlerinde AB sınırlarındaki sandıklarda önümüzdeki 5 yıl için 705 vekil seçilecek. Seçimler çoğu ülkede 26 Mayıs Pazar günü gerçekleşecek. Ülkelere özgü sistemlere bağlı olarak diğer ülkelerde 23, 24 ya da 25’inde yapılacak. Oylama sistemleri de ülkeden ülkeye değişiyor, ancak tümünde temel ilke aldıkları oylarla oranlılı olarak vekil seçilmeleri.

Ülkeler vekillerin belirlenmesinde farklı yöntemler uygulayabiliyor. Partilerin pusulada aday listeleri ile bulunduğu kapalı listeler olduğu gibi, seçmenlerin partilere ya da istedikleri adaya oy vermekte serbest olduğu ve partilerin liste sıralamasını değiştirebildiği açık listeler de var. Tekil devredilebilir oy yönteminde ise seçmenler istedikleri sayıda adayı listelerden seçebiliyor ve sıralama yapabiliyor. Bu yöntemde bir aday seçilmek için yeterli sayıda oy aldıysa, o aşamadan sonra geri kalan pusulalarda aynı aday ilk sırada olsa bile ikinci adayın oyları sayılmaya devam ediyor.

BREXİT ERTELENMESİ SAYESİNDE BRİTANYA'NIN 73 VEKİLLİK SEÇENEĞİ SÜRÜYOR
Avusturya’da pusulada yalnızca 7 seçenek bulunurken, en geniş seçeneğe sahip olan Alman seçmenlerinin karşısına 40’ın üzerinde parti çıkacak. Brexit ertelenmesi sayesinde Britanya’nın 73 vekillik seçeneği sürecek.

EN GENİŞ ÜYEYE SAHİP POLİTİK GRUP BAŞKANI BELİRLİYOR
Parlamento üyelerinin görevleri arasında, her ülkenin devlet başkanından oluşan Avrupa Konseyi ile birlikte, AB yasalarını yapmak, denetlemek ve bütçeyi onaylamak bulunuyor. Avrupa Komisyonu Başkanı da vekiller arasından seçiliyor. 2014 seçimlerinden itibaren her grubun kendi liderini (Spitzenkandidat) Avrupa Komisyonu Başkan adayı olarak gösterme hakkı bulunuyor. En geniş üyeye sahip politik grup Avrupa Komisyonu Başkanı seçimlerinde belirleyici oluyor. Bu şekilde ilk seçilen Komisyon Başkanı Avrupalı Halklar Partisi’nin adayı Jean-Claude Juncker olmuştu.

Avrupa'nın geleceği bu oylamaya kaldıysa...(II)

Avrupa Parlamentosu seçimlerine bir hafta kaldı. Bir yandan Almanya-Fransa merkezli bir Avrupa ordusu kurma gündemi, diğer yandan AB içi tartışmalara yol açmış mülteci krizi ve İngiltere’nin bir türlü netleşemeyen ayrılma süreci seçimlere giden Avrupa’nın resmini veriyor. “İstikrar adası çökerken” Birlik’i yeniden yapılandırma çabaları bu resme eklenebilir. Birlik hakkında farklı yorumlar yapılmakla birlikte, bu yorumlarda ortak olan bir tema var: Avrupa'nın geleceği ne olacak? Sermaye açısından bu soruyu şöyle yorumlamak yanlış olmaz: Gerçekten bir Avrupa Birliği var mı? Ya da bundan sonra da olacak mı?

  • Seçimler için her ne kadar tüm Avrupa'dan seçmenlerin önüne sandık kurulacak olsa da, oy tercihleri genellikle ülke içi siyasetlerin bir yansıması oluyor. Birlik içinde sömürü olanakları açısından dezavantajlı konumdaki devletlerin rekabete dahil olma eğilimleri de AP içindeki grupların hareketlerini belirliyor.. 
  • Avrupa'da merkez sağın bazen bir şantaj aracı bazen de bir sopa olarak kullanıp gizlice beslediği faşizan örgütler, bugün egemenler için de bir bela haline gelmiş durumda.
  • Seçimler bir kez daha Avrupa’nın emperyalist sermayesi için “Birlik”in yalan olduğunu gösteriyor. Fransa ve Almanya arasında zaman zaman oluşan rabıta bile iki dev arasındaki rekabetin gölgesinde kalıyor.
  • Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde komünistlerin sağında kalan Avrupa solu ise şaşkınlığı ile sahne alıyor. Sorunları tanımlarken "gerçekçi", çözümler önerirken şaşkın...

Avrupa Parlamentosu seçimlerine bir hafta kaldı. Bir yandan Almanya-Fransa merkezli bir Avrupa ordusu kurma gündemi, diğer yandan AB içi tartışmalara yol açmış mülteci krizi ve İngiltere’nin bir türlü netleşemeyen ayrılma süreci ve “istikrar adası çökerken” Birlik’i yeniden yapılandırma çabaları AP seçimlerinin sonuçlarını etkileyecek başlıklar olarak görünüyor. Beş yüz milyonu aşkın insanın yaşadığı kıtada, 741 temsilciyi seçmek için sandıklara gidilmesinin beklendiği Avrupa Parlamentosu seçimleri, yaşanan krizden kaynaklı nisbi bir siyasileşme ilgisi kazanmış gibi görünüyor.

Öte yandan oy oranları genellikle ülke içi siyasetlerin ve parlamento seçimlerinin bir yansıması oluyor. Bu süre içinde İspanya’da, İtalya’da ve Fransa’da el değiştiren iktidarlar AP seçimlerinde de oy dağılımı haritasını değiştirecek gibi görünüyor. 2014 yılında yapılan bir önceki seçimlerde Yunanistan’daki ekonomik kriz etrafında dönen tartışmalar belirleyici unsurlardan biri olmuş, ardından Syriza 2015 parlamento seçimlerinde birinci parti olarak çıkmıştı. Arada geçen sürede Avrupa’da siyasilerin en çok konuştuğu başlıklardan birisi ise 2015-16 yıllarında zirve yapan göçmen dalgası oldu. Emperyalist müdahaleler eliyle yerinden edilen büyük çoğunluğu Ortadoğu kökenli göçmenlerin Avrupa’ya ucuz iş gücü olarak kazandırılması projesinin en büyük destekçisi CDU-SPD koalisyonunun Almanya’sı, buna itiraz eden milliyetçi hükümetlerin başta olduğu İtalya ve Macaristan gibi ülkeler ile bu süreçte çok defa karşı karşıya geldi. Bu gerilim ülke içi siyasetleri, ittifakları da yönetme zorluğuna itti, zaman zaman kopma noktasına getirdi.

BİRLİK DİYORUZ AMA AYRILIK ÇOK
Anket sonuçlarına göre Hristiyan Demokratların oluşturduğu merkez sağ EPP (Avrupalı Halklar Partisi) grubun ve sosyal demokratların, önceki döneme göre oy oranları gerilese de yine en fazla sayıda sandalyeyi alması bekleniyor. EPP’nin lider adayı Alman Manfred Weber ise bir sonraki Avrupa Komisyonu başkanlığı için en güçlü aday. Kıtadaki Hristiyan etkisinden gurur duyduğunu belirten ve millyetçiliğe karşı Avrupalı değerlerin savunulmasını ön plana çıkartan Weber’in, Birlik’in konsolidasyonu yönünde ağırlığını koyması hedefleniyor. Ancak “yaşlı erkekler partisi” CSU üyesi taşralı Weber, bu haliyle bu beklentiyi karşılamaktan, hatta Birlik halkaları için ortalama bir temsiliyeti bir sağlamaktan bile uzak görünüyor.

Ayrıca Weber'in Avrupa Komisyonu başkanlığının doğal müttefiki olan Macron'un Yürüyen Cumhuriyet partisi Weberhakkında hiç de olumlu yargılara sahip değil. Fransa burjuvazisinin bu komisyonun başına yine bir Fransız'ın (Michel Barnier) geçmesi için kulis yaptığı bilgisi anaakım Alman basınında homurtular eşliğinde aktarıldı.

Almanya ve Fransa arasında imzalanan 24 Ocak 2019 Aachen Anlaşması, iki ülkeyi birbirine bağlamaktan ziyade Avrupa'nın diğer devletlerine karşı özel bir mevzilenmeyi temsil ediyordu. Avrupa'nın geri kalanına meydan okumak olarak anlaşılan anlaşmanın, çok geçmeden bizzat imzacı devletler için de, hemen hiçbir dostane bağlayıcılığı olmayan, zorunlu işbirliği olduğu gerçeği ortaya döküldü.
Avrupa Ordusu projesinden çark etme sinyalleri veren Paris, Almanya'nın Rusya ile geliştirdiği Mavi Akım 2 projesine taş koyma çabasıyla dikkat çekti. Atası 68 yıl önce Fransa ile Almanya arasında imzalanan kömür ve çelik anlaşması ile şekillenen gümrük ve pazar birliği olarak AB, bugün pazarına aldığı orta ve küçük ölçekteki ülkeleri sömürerek varlığını korumaya çalışıyor.

SAĞ – SOL YOK AŞIRI SAĞ’A KARŞI BİRLİK VAR: O ZAMAN AŞIRI SAĞ NİYE VAR?
Bir seçim önce sermaye sınıfının taleplerini yerine getirmede, Birlik’in ekonomik açıdan görece zayıf ülkelerine ve Birlik dışındaki coğrafyalara yönelik baskıları uygulamada işlevsel olan, neoliberal politikaların destekçisi faşizan partiler bugün ana akım siyasetçilerin sırtına bir yük olarak binmeye başladı. “Aşırı sağın yükselişi” AP seçimlerinin en önemli meselesi haline geldi. Öyle ki seçim liberal çevreler tarafından popülist ve aşırılıkçı siyasetlere karşı bir “kader oylaması” olarak lanse ediliyor. Bu anlamda bazı anlaşmazlıklara rağmen “Macron’dan Çipras’a” uzanacak bir birliğin korkulan sağın yükselişini durdurabileceği iddia ediliyor.

Sağın bileşiminde de son gelişmelerle birlikte ciddi değişiklikler olacak gibi görünüyor. EPP’den tartışmalı bir şekilde ayrılan, daha doğrusu üyelik hakları askıya alınan Macaristan Başbakanı Orban, bu süreçte İtalyan Lega lideri Salvini ile yakınlaştı. Salvini, AB modelinde dezavantajlı konuma sürüklenen İtalyan sermayesinin sömürüden daha fazla pay talebinin sesi olarak değer taşıyor. Macron-Salvini gerilimi, 500 milyonluk Avrupa pazarından daha fazla pay alma kavgasını temsil ediyor. Bir de emperyalist devletler arasındaki uluslararası rekabette güç ve denge unsuru olarak etkili bir araç.

Macroncu liberal sağın cephesi ile, Salvinici şovenist sağın mevzisi arasında seçime zorlanan Avrupa halkları, kötü ile daha kötü arasında bir ''seçim''e zorlanıyor. Avrupa Birliği'nin beka sorunu Avrupa Parlamentosu seçiminin de temel meselesi olarak şekillendi.

Berlin-Paris merkezli geleneksel emperyalist AB önderliği, birliğin daha zayıf bileşenlerinin kaleyi içeriden topa tutan salvoları karşısında ''yeniden yapılanma'' söylemi altında manevra yapmaya çalışıyor.

AVRUPA SOLU: TUHAF VE MUĞLAK
Avrupa Sol Partisi ise büyük sermayenin Avrupa’ya hükmettiğini, maaşların ve emekli aylıklarının kesintiye uğradığı, özelleştirmelerin hak kayıpları yarattığını ifade ettiği seçim bildirgesinde, tüm bu tespitlerin ardından ortaya gerçekçi bir çözüm koymamayı başarıyor. “AB’nin karar verme süreçlerine vatandaşların katılımını destekleyerek finans sermayesinin elinden gücünü almak gerektiği” gibi soyut bir önermeye yer veren Avrupa Sol Partisi, bir sermaye örgütü olarak AB içinde bunun nasıl başarılacağını yanıtlayamayan, bu haliyle kendi kendisiyle çelişen bir seçim vaadi ortaya koyuyor. Rusya ile “soğuk savaş tipi” bir yüzleşmenin ise Avrupa’nın hayrına olmayacağını vurguluyor. Ve elbette sosyalizmin s’sine yer vermiyor.

Protesto yerine ya da ülkelerarası dengelere oynamak amacıyla kendi ülkesinden adaylığını koymayan, bir anlamda adaylıkları sembolik kalan örnekler de var. Eski Syriza Bakanı Varoufakis Almanya’dan aday. Bir önceki dönem İtalya’da Matteo Renzi hükümetinde görev yapan Sandro Gozi ise bu kez Fransa’dan Macron’un partisinden aday oldu.

İNGİLTERE: AYRILINCA SEÇTİKLERİ NE OLACAK?
İki seçim arası en çok konuşulan başlıklardan biri de İngiltere’nin Birlik’ten ayrıl(ama)ması süreci oldu. Ayrılmanın yaratacağı ekonomik zorluklar kararın uygulamaya geçirilmesini sürekli erteledi, belirsizlik ve iktidardaki May’in basiretsiz siyaseti ise geniş halk kesimlerinde tepki doğurdu. 2016’da UKIP (Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi) ile Britanya’nın Birlik’ten ayrılmasının mimarlarından olan Nigel Farage, geçtiğimiz ay partisinden ayrılıp Brexit Partisi adında yeni bir parti kurdu. Farage, ayrılmak istediği Parlamento’ya bir kez daha vekil olarak dönmek üzere anketleri önde götürüyor. Bu durum genel olarak oy kullanma oranlarının çok düşük olduğu İngiltere’de halkın seçimlere beklenenin üzerinde bir katılım göstereceği yorumlarına yol açıyor. Brexit için belirlenen “boşanma” tarihinin ertelenmesi ile birlikte İngiltere’de de seçmenlerin Avrupa Parlamentosu’na vekil gönderme hakkı bulunsa da vekillerinin durumunun ne kadar geçerli olacağı belli değil, İngiltere ile AB arasında yapılacak anlaşmaya göre netleşecek.

SEÇİME KATILIM UZUN SÜREDİR YERLERDE SÜRÜNÜYOR
Seçime katılma, oy hakkını kullanma, örnek bir Avrupa demokrasisi sergileme konusunda aylardır yapılan çağrılara rağmen, halk parlamento seçimlerine rağbet göstermiyor. Seçime katılma oranı 1979’daki ilk seçimlerden bu yana sürekli düşme eğiliminde. Bir önceki seçime Birlik üyesi ülkelerin vatandaşlarının yarısından azı katılmıştı. 18-25 yaş arası gençlerin ise yalnızca %28’inin katıldığı belirtiliyor.
Umut ve enerji üretmeyen, medya pohpohlamalarıyla ittirilmeye çalışan seçim kampanyaları kitlelerde ciddi bir bezginlik duygusu yaratmış durumda. Nasıl olsa bir şey değişmeyecek duygusu asıl ''seçmen dilimi''ni temsil ediyor.
Halkın düzenden memnuniyetsizliği dolaylı olarak bu oranlardan anlaşılsa bile, bu memnuniyetsizlik heterojen ve oldukça örgütsüz. Avrupa halklarının son yıllarda daha fazla kemer sıkmaya, daha yüksek oranda işsizliğe, sosyal haklarının ellerinden birer birer alınmasına, başkent meydanlarında yapılan eylemlere güvenlik güçlerinin saldırmasına tepkisinin henüz etkili bir siyaset ile buluşabildiğini söylemekten uzağız.

ÜRKÜTÜCÜ YANARDAĞ AĞZI VE KOMÜNİZM HAYALETİ
1848 devrimlerini inceleyen tarihçi Eric Hobsbawm bu dönemi betimlerken ''Avrupa, yanardağın üzerinde duruyordu'' der. Komünist Manifesto'yu insanlıkla ilk kez tanıştıran Marx ve Engels’in sözü geçen dönemde kullandıkları bir tasvir ise''Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor, komünizm hayaleti'' cümlesinde ifade ediliyordu.

Eski Kıta, bugün yine bir yanardağın üzerinde duruyor. Her an patlamaya hazır öfkeli bir yanardağın üzerinde. Komünizm hayaleti öfkeli yanardağa tesir edip, sosyalist devrimlerini yapamadığı durumda sonuç, 1945 öncesinin tekrarı olmaya aday.

Kapitalizmin yapısal sorunları çözüme kavuşturulamayacak kadar sisteme içkin. Bu bağlamda, ''emeğin Avrupa Birliği'' olmaz, olamaz. “Emeğin Avrupası” ise ancak emekçi iktidarları ile mümkün.

Bu tabloda Avrupa Komünist İnisiyatifi üyesi partiler çeşitli ülkelerde ayrı ya da ortak listeler aracılığıyla seçime katılıyor ve “Başka bir Avrupa mümkün” diyor. Elbette koşulları ile birlikte. Önümüzdeki günlerde komünist adayların cephesinden seçim değerlendirmelerini paylaşacağız.

Macaristan İşçi Partisi: Hayal görmüyoruz ama...(III)

Ülkesinde Avrupa Parlamentosu üyelikleri için halkın önüne konacak oy pusulasında yer alan dokuz partiden biri olma hakkını elde eden Macaristan İşçi Partisi "Hayal görmüyoruz, %5 barajını geçmemiz olanaksız, ama mücadeyi büyütmek için önemli" diyor.

Yazı dizimize Avrupa Birliği'ne on beş yıl önce üye olmuş Macaristan ile devam ediyoruz. Muhafazakâr Orban hükümetinin iktidarda olduğu ülke son yıllarda en çok Birlik içindeki çelişkileri derinleştiren, göçmenler konusundaki sert politikalarıyla dikkat çekti.
Avrupa Parlamentosu seçimlerine katılacak komünist partilerden birisi de Macaristan İşçi Partisi. Partilerin komünist adını almasının sosyalizmin çözülüşünden sonra yasaklandığı Macaristan'da on yıllardır mücadele veren parti, tutarlı bir çizgi izlemenin işçiler nezdindeki önemini vurguluyor. Seçimlerde halkın önüne konacak pusulada yer alan dokuz partiden biri olma hakkını elde eden Macaristan İşçi Partisi "Hayal görmüyoruz, %5 barajını geçmemiz olanaksız, ama mücadeyi büyütmek için önemli" diyor.

Birkaç hafta içinde Avrupa Parlamentosu Seçimleri olacak. Avrupa’da yaşayanlar için politik gündemi nasıl görüyorsunuz? Daha özel sorarsak AB’nin Alman-Fransız ağırlıklı yapısını göz önüne alırsak, Doğu Avrupalıların eğilimlerinin ne yönde olacağını düşünüyorsunuz? 
Macarların da içinde olduğu Doğu Avrupa insanlarının pek çok kaygısı var. AB’ye üye olarak on beş yıl geçirmemize rağmen hayat standardımız Almanya ya da Avusturya’daki standarda yaklaşamadı. Fiyatlar Batıdakine çok yakın ama maaşlar istediğimiz hızda artmıyor.  
İnsanlar, Alman-Fransız ağırlığı altındaki AB’de ülkelerimizin ulusal egemenliklerini tamamen kaybetmelerinden korkuyor. AB düzenli olarak iç işlerimize karışıyor. 
Aynı zamanda insanlar AB’nin militarizasyonu ve Rusya’ya karşı olan saldırgan tutumundan da kaygı duyuyorlar. Doğu sınırlarına gün geçtikçe daha fazla sayıda ABD ve NATO askeri gönderiliyor. Ufukta savaş var gibi.  
AB işçilerin çıkarlarına hizmet etmediği gibi işçiler de derdini AP’de anlatamıyor. İnsanlar bunu anlamaya ve değişiklik talep etmeye başladı. AB reformlarla değiştirilemez. 

Son günlerde Macaristan İşçi Partisi başarılı bir kampanya düzenleyerek Macar halkından büyük destek aldı. Böylece Avrupa Parlamentosu seçimlerine adaylarıyla katılma hakkı kazandı. Bu süreç hakkında bize neler söylemek istersiniz?
İki haftada 20 bin imzaya ihtiyacımız vardı. Kampanya sonunda 26 bin imza toplamıştık. Bu başarı üç şeyi gösteriyor. İlk olarak partinin örgütsel yapısını güçlendirme kararımızın doğru olduğunu gösteriyor. İkincisi, pek çok yoldaşımız kimi zaman kahramanlığa varan büyük işler başardı.  Üçüncüsü de insanların partiye bakışı olumlu anlamda değişiyor. İşçiler için sürdürdüğümüz tutarlı mücadeleyi takdir ediyorlar. 

Peki AP seçimlerinde Macaristan İşçi Partisi nasıl bir yol izleyecek? 
Bazı temel sloganlarımıza bakalım: Avrupa bizim olmalı! Yaptırımlar ve savaş yerine Rusya’yla barış ve işbirliği istiyoruz. Avrupa birleşik devletleri yerine Avrupa halklarının demokratik işbirliğini istiyoruz. AB’nin göç politikasına da karşıyız. 
Hayal görmüyoruz. AP’ye girmek için gerekli olan %5 oyu elde etmek neredeyse olanaksız. Ama yeni bir Avrupa için olan mücadelemize güçlü bir ses katabiliriz. 

Türkiye’ye yaptığınız son ziyaretinizde Macaristan’da şu an iktidarda olan muhafazakâr partinin geçen yılki parlamento seçimlerinde, sizin kullandıklarınıza benzer sloganlarla insanları kandırdığından bahsetmiştiniz. Fidesz, yine oyların büyük kısmını yüksek ihtimalle alacak gibi görünüyor. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz? Bu sefer insanlar nasıl tepki verecek?   
Fidesz aynı araçları kullanmaya devam ediyor. Bir yandan yedi puanlı aile koruma eylem planını içeren pek çok sosyal önlemi devreye sokuyorlar. Örneğin kırk yaşın altında ilk defa evlenen her kadın, yeni hayatına başlaması için 10 milyon forint değerinde imtiyazlı kredi almaya hak kazanacak. Hükümet, üç çocuk yetiştiren ve en az yedi koltuklu araba satın almak isteyen ailelere karşılıksız 2,5 milyon forint kredi verecek. Sonunda her şeyi insanların ödeyeceğini biliyoruz ama bu tür popüler önlemlerin etkisini de azımsamamak gerekiyor.      
Diğer yandan Fidesz, eğer yasadışı göçten kurtulmak istiyorlarsa insanların kendilerine oy vermeleri gerektiğinin de altını çiziyor.  
Farklı kamuoyu araştırmalarına göre, seçmenlerin %36-40’I seçimde oy kullanacak ve Fidesz de büyük çoğunlukla kazanacak.  

Yakınlarda AP içinde, Orban’ın Fidesz’inin uzaklaştırılmasıyla, sayıca en büyük grup olan EPP (Avrupa Halkları Partisi) grubunda ayrılıklar yaşandı. Orban şimdi İtalya’daki Lega Partisi ile yakın ilişki içinde. Sağ siyasetteki bu değişikliklerin Avrupa’daki genel politik atmosferi nasıl etkileyeceğini düşünüyorsunuz?  
Avrupa krizde ve sermaye bu krizi yönetmek için yeni politik kombinasyonlar arayışında. Komünist ve diğer anti-kapitalist güçlerin güçlenmesini engellemek istiyorlar. Krizi yönetmek için komünist bir platformun ütopya olmadığını onlar da görüyor. Ve bundan korkuyorlar.  

Sosyal demokrasi ve liberaller insanlarla canlı bir ilişkiyi kaybettiler. Göçmenlere sıcak bakan politikaları ateşe odun taşıdı. Yeşiller ise ayrıntıda boğularak resmin tamamını göremiyorlar. 

Muhafazakarların duruşu net: Ekonomide devletin tekelci yöntemlerini kullanmak, milliyetçi ve dini duyguları okşamak. Bazı muhafazakârlar ise sağ güçlerle birleşerek ek bir güç elde edebileceklerini düşünüyor. Bu model Avusturya’da zaten hayata geçmiş durumdadır. Başında Kurz’un olduğu muhafazakâr ÖVP, Strache’nin yönetimindeki FPÖ partisiyle koalisyon halinde ülkeyi yönetiyor. 
Bu gelişmeler Avrupa’daki komünist ve işçi partilerine, kapitalist krizin yıkıcı sonuçlarından insanları kurtaracak güçlü ve ikna edici bir sol programla çıkmaktan ve yeni Avrupa’yı kurmaktan başka bir yol bırakmıyor. 

‘Avro’ya ve Avrupa Birliği’ne karşı AP seçimlerine giriyoruz’(IV)

Avrupa Parlamentosu seçimlerine İtaya’da Komünist Parti (Partito Comunista) de katılıyor. Parti Genel Sekreteri Marco Rizzo, 'yükselen sağa karşı solda birlik gerekmez mi' sorularını 'sağın yükselişinin sorumlusu kim, bir bakmaz gerekmez mi' sorusuyla yanıtlıyor.

26 Mayıs 2019 tarihinde gerçekleşecek olan Avrupa Parlamentosu seçimleri'ne İtalya'da katılacak olan partilerden birisi de Genel Sekreter Marco Rizzo önderliğindeki Komünist Parti (Partito Comunista).

Geçtiğimiz yıl yapılan parlamento seçimlerinde yüz binin üzerinde oy alan parti, son haftalarda halkla buluştuğu çok sayıda toplantı gerçekleştirdi. Seçimlere katılımları ile ilgili yaptıkları bir basın açıklamasında Komünist Parti’nin toplumu değiştirmek gibi önemli bir görevi olduğunu dile getiren parti, Avrupa Parlamentosu seçimlerine katılmasının temel sebebinin oy toplamak olmadığını, seçim çalışmaları boyunca medya bariyerinin aşılarak bir bilinç oluşturmanın hedeflendiğini belirtmişti. Anketlerin %1.2-1.7 arası oy oranı gösterdiği Partito Comunista’ya özellikle üniversite öğrencileri ve genç emekçilerin ilgisi artıyor.
Marco Rizzo’nun Nisan 2019’da Alberto Maggi ile gerçekleştirdiği ve Avrupa Parlamentosu seçimleri ile ilgili görüşlerini belirttiği, Milano merkezli günlük dijital gazete Affari Italiani’de yayınlanan röportajın çevirisini sizlerle paylaşıyoruz. İşçiler için gerçek bir alternatif olma zorunluluğunun altını çizen Rizzo, anketleri %36 gibi bir oranla önde götüren Salvini’nin Lega’sı ile ilgili ise kritik bir yorumda bulunuyor: “Bugün işçilerin Salvini'ye yönelmesi belki de merkez sol hükümetlerin işçi haklarına ve halk katmanlarına karşı çıkartmış olduğu yasalardan kaynaklanıyordur.”

'AVRUPA KOMÜNİST İNİSİYATİFİ'NİN PARÇASIYIZ'
Komünist Parti Avrupa Seçimlerinde yer alabilecek, doğru mu?
Evet, bu durumda  Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor diyebiliriz.  Avrupa Birliği’ne, Avro’ya ve NATO’ya karşı gereken mücadeleyi perçinlemek için tüm seçim bölgelerindeki listelerimizle Avrupa Seçimlerinde yer alacağız. Komünistlerin daima savunduğu bu konulardan bazıları geçmişte sol seçmenden oy almak adına Beş Yıldız Hareketi tarafından da desteklenmiştir. Ancak hükümet olmalarına rağmen bu temalar bugün tartışma konusu dahi edilmemektedir.Biz komünistler olarak işçilere ihanet eden sol ve yükselmekte olan sağ arasındaki sahte çatışmanın karşısında gerçek bir alternatif olmak zorunda olduğumuzu düşünüyoruz.

Bir açıklamanızda imza toplamadan tüm seçim bölgelerinde bulunacağınızı belirttiniz. Ancak Meclis’te ve Senato’da bir grubunuz yok. Bu ayrıcalığı ne şekilde sağladınız?
Seçim yasası gayet açık. Avrupa Parlamentosu’nda en az bir seçilmiş üyesi bulunan bir parti ile bileşik bir sembol altında sunulan listeler imza toplamakla yükümlü değildir. Avrupa Parlamentosu’nda bulunan seçilmiş üyenin İtalya’da seçilmiş olması gerekmiyor. Yasada böyle bir şey belirtilmemiş. Yeşillerin listesi de beş yıl önce aynı varsayım üzerinden kabul edilmişti. Bizler Avrupalı siyasi bir oluşumun üyesiyiz, Avrupa Komünist İnisiyatifi. Yunanistan Komünist Partisi’nin iki milletvekili tarafından Avrupa Parlamentosu’nda temsil edilen Avrupa Komünist İnisiyatifi’nin üyeleri olarak imza toplamamıza gerek yok. Yunanistan Komünist Partisi’ndeki yoldaşlarımıza oy pusulasına kendi parti amblemlerini eklemek konusunda bir uzlaşma sağladıkları için teşekkür ederiz. Bu enternasyonalizmin büyük bir örneğidir.

Komünist Parti bu zamana dek Avrupa Birliği karşıtı bir tutum sergiledi. Avrupa Parlamentosu Seçimlerine katılmak bu anlamda bir tutarsızlık değil mi?
Fırsatçılık ve kelime oyunları yapmadan kendi pozisyonumuzu ortaya koyacağız. Bizler Avrupa Birliği’nin ve onun kurumlarının içeriden değiştirilebileceğini düşünenlerden değiliz. Bu duruş bizi Avrupacı soldan net bir şekilde ayırır. Biz bu seçimleri ve mesajımızı iletmemizi sağlayacak olan alanları, Avrupa Birliği’nin yalnızca finans sermayesinin çıkarlarını düşünen, işçileri ve halkı ezen doğasını deşifre etmek için kullanacağız. Bunu Avro ve Avrupa Birliği ile mücadele etmeden işçilerin ve halkın Avrupası’nın imkansız olduğunu söyleyen bir deklarasyona beraber imza attığımız Avrupa’nın diğer komünist partileri ile beraber yapacağız.

İŞÇİLERİN SAĞA YÖNELİŞİNİN SORUMLUSUNU SOLDA ARAYIN
Seçimlerde Lega’nın ciddi bir biçimde önde olduğu görülüyor, bu sizi endişelendiriyor mu? Neden sol ile bir araya gelmiyorsunuz?
Bu ülkede sağın yükselişi bizi fazlasıyla endişelendiriyor. Ancak bu yükselişin sorumlusu sorumluluklarını yerine getirmemiş olan soldur. Bugün işçilerin Salvini'ye yönelmesi belki de merkez sol hükümetlerin işçi haklarına ve halk katmanlarına karşı çıkartmış olduğu yasalardan kaynaklanıyordur. Sorunun kaynağı olan bir sol ile birleşmek çözüm değildir. Demokrat Parti’nin (Partito Democratico) doğasını değiştirmek için parti genel başkanını değiştirmek yetmez. Aynı şey her seçim farklı listeler oluşturup isim ve logo değiştiren radikal sol için de geçerli. Bir komünist olarak, yalnızca güçlü ve tutarlı bir komünist partinin yeniden inşasının, sağın ilerleyişinin panzehiri olabileceğini düşünüyorum. Biz alternatif olabiliriz.

Hazırlayanlar: Burçak Özoğlu, Ali Somel,  Nükhet A. Bordignon, Aynur Gümüş, Erdal Akmaz, Tevfik Taş - SOL