24 Mayıs 2019 Cuma

Yöresel bir figür: Fatih Terim - Müslüm Gülhan

“…Öğrenci dergisinin kapağı için tasarladığı amblemin kulübün resmi logosu haline gelmesi ve kongrenin aldığı karar ile kullanımına işlerlik kazandırılması sonrasında, söz konusu amblem ilk kez 1925 yılında yeni kurulmuş olan Galatasaray talebe sandığının zarf ve mektup kağıtlarında kullanılmıştı. Daha sonrasında ise lise öğrencilerinin kasketlerine ve ceketlerine işlenmişti…”
Yüz yıllık kulüplerin kurumsallaştıran kriterler: O kulübün tarihsel süreci, arması ve renkleridir. Ve hepsinin bir hikâyesi vardır. Her hikâyenin de kahramanları vardır.
“…Hasnun Galip, 1915 yılında askere yazıldı ve ilk vazifesi için Çanakkale’ye gönderilen oyuncu, ne yazık ki görev aldığı ilk muharebede şehit düştü…”
Her üç büyük kulüp kuruluş kodlarındaki vatana karşı sorumluluk duygusuna ve futbol alanı dahil, rekabet kurgusu dışında bir var olma mücadelesi içeriğine sahiptir. İşgale karşı, gene kültür emperyalizminin parçası olan futbol ile onları alt etmek bir etkinlik değil, aksine bir savaşın farklı versiyonunu temsil eder. Hiçbir para bu beklentinin ortaya çıkmasına veya yok olmasına neden olamazdı.
Kulüplerin 20-25 milyon taraftara sahip olma nedeni, önce kuruluş kodlarındaki sosyal ve ahlaki kurgulardır. Bu kurgular sayesinde, saha içindeki rekabet tarihsel önem kazanarak yüzlerce yıl devam etmektedir.
Mustafa Cengiz “neden ibra edilmedim?” diyorsa, dönüp bu tarihsel kodlardaki ortaya çıkan hikâyelere ve bunlar sayesinde oluşan kurumsal kültüre bakması gerekir.
Üç büyük kulüp başta olmak üzere, hiçbir kimlik kulüplerin üzerinde bir anlam kazanamaz ve kulüplerin önüne geçemez.
Bu kadar detaylı tarihsel kurgulara sahip kulüplerimiz, maalesef çağımızın koşularına uygun yapıya sahip olamamakla birlikte, gelen kurumsal dokunun da bozulmasına engel olamamıştır.
Bunun nedeni, küresel futbola entegre olacağız diye, endüstriyel geçiş sürecinde, futbolun tüm değerlerini bir kenara bırakarak ‘rant’ kurgusunu sağlayan ve kulübü kişiselleştiren yeni bağımsız yapıya karşı teslim olunmasıdır.
Bu kişileştirme operasyonu, kulüpleri kurumsal yapıdan çıkardıkları gibi, futbolun yöresel kalmasına da neden olmuşlardır. Çünkü futbol amaç olmaktan çıkıp, kişisel beklentiler üzerinden araç haline getirilmiştir.
Sürecin sorumlularının tamamının yöresel figür olması bu sonucu doğurmuştur.

İşte Fatih Terim de bu yöresel figürlerden biridir.
Kendisi de İtalya’daki başarısızlıklarından sonra bunun farkına varmıştır.
Ve süreci böyle yönetmesi gerekliliği üzerinden tüm stratejilerini belirlemiştir.
En önemli stratejisi, kendi rekabet ortamını yaratacak Milli Takım ile Galatasaray çatışma koşullarını oluşturmak üzerine olmuştur. Bu rekabet, maddi olarak elde edebileceği maksimum girdileri sağlamasına neden olmuştur. Kendisi açısından doğru bir strateji ama Türkiye futbolu açısından büyük bir kayıptır.
Ortada ise sadece Galatasaray’ın yöresel şampiyonluğundan başka bir şey yoktur. Galatasaraylılar belki bundan memnun olabilir ki doğrudur(!).
Kazanılan UEFA Kupası’nın ortaya çıkardığı değer, gene Terim’in kendi beklentilerine kaynak sağlamakla beraber, kulübün bugünkü borç sarmalına girmesinin başlangıcı olmuştur. O kurgudan hiçbir gelir elde edilememiştir. Sadece duygusal histeriyle yetinmek zorunda kalınmaktadır. Bu yüzdendir ki 19 sene bu kupayı yeniden kazanmak yerine kazanılan bu tek kupanın kutlamalarıyla geçiyor.
Bu kutlama süreci Terim için bir nimettir!
Her zaman, önünün açılması için mıntıka temizliği yapacak siyasi figürler bulan Terim, sistemin kendi koşulları içinde kalmasını, futbolu yöresel şampiyonluklar hedefinde tutmasını sağlamaktadır.
İşte bu güç, onu sahanın kenarında mahallenin kabadayısı haline getirecek kadar alt kültür seviyesine inmesine neden olmaktadır.
İşin komik yanı, Fenerbahçe ve Beşiktaş kulüpleri de bu kurguya çanak tutmaktadırlar.
Yöresel kurgu ve yöresel figürler, Türkiye’de futbolu masa başında sonuçlandırıp sahada bu sonucu tatbik edilen bir oyun haline getirmektedir.
Ortada oyun kalmasa bile…
Müslüm Gülhan / BİRGÜN

23 Mayıs 2019 Perşembe

AVRUPA SANDIĞA GİDİYOR (VII-VIII)

YKP MK üyesi Nikolau: AB'ye başkaldırının karşılığı kapitalist Yunanistan olamaz(VII)

Yunanistan’da 2019 dört seçimin birden yapılacağı bir yıl. Bu hafta yapılacak AP seçimleri, yerel ve bölgesel seçimler sonrasında, sonbaharda da parlamento seçimleri gerçekleştirilecek. Geçen yıllarda Syriza iktidarı boyunca uygulanan kemer sıkma politikaları toplumun geniş kesimlerinde tepki yaratmış durumda, bunun da sandıktan çıkacak sonuca yansıması bekliyor.

YKP Avrupa Parlementosu vekil adayı ve Yunanistan Komünist Partisi Merkez Komitesi, Uluslararası İlişkiler Bürosu üyesi Lefteris Nikolau hazırlandıkları seçimler öncesinde sorularımızı yanıtladı. Görüşmemizde Nikolau, kapitalizmin kendi hayatları için yarattığı açmazların farkına varan işçilerin bugün önünde bir seçenek olarak YKP’nin durduğuna işaret etti. AB karşıtlığı tartışmaları için “Drahmi kullanan kapitalist Yunanistan yetmez, tüm kurumlarıyla birlikte sermaye iktidarına son verilmeli" diye konuştu.

AB’ye dair tartışmalarda YKP kozmopolitanlık ve “Avro-skeptiklik” görüşlerinin ikisini de reddediyor. YKP’nin AB’ye dair görüşü nedir? Bu görüşü kitleler içerisinde nasıl yayıyorsunuz?
YKP, AB’yi olduğu gibi görüyor: Avrupa burjuva devletlerinin, Avrupa tekel gruplarının ABD, Çin, Rusya, Hindistan gibi rakiplerle mücadelesinde kârlarına hizmet etmeyi hedefleyen gerici emperyalist birliği. Bu gerici karakteri her gözeneğinden sızıyor. Sömürüyü yoğunlaştırmayı, esnek çalışma ilişkilerini yaygınlaştırmayı, zor mücadeleler sonucu elde edilmiş grev hakkını, eğitim-sağlık haklarını gasp etmeyi hedefleyen tüm girişimlerinde bu karakteri görmek mümkün. Sonsuz bir zenginlik parazit burjuva sınıfının elinde toplanırken, milyarlarca Avro her yıl askeri müdahalelere ve emperyalist NATO ile işbirliğine harcanırken, 110 milyondan fazla emekçi yoksulluk sınırında ya da sınırın altında yaşıyor, 16 milyondan fazlası ise işsiz.

AB’nin, kendi açıklamalarında bile, anti-komünist ve halk düşmanı nefreti gizlenemez durumda. Eski ve yeni sosyal demokratlar, yeni liberaller, aşırı sağcı AB ilderleri tarafından imzalanmış açıklamalarda bile, tıpkı bu 9 Mayıs’ta –Avrupa halklarının komünistler ve Kızıl Ordu öncülüğünde Nazi faşizmini yendiği günde- gördüğümüz gibi.

ÇÖZÜM YOLU DRAHMİ KULLANAN KAPİTALİST YUNANİSTAN OLAMAZ
YKP, AB’den belirsiz bir çıkışı savunan güçlerin aksine, ya da yalnızca Avro’dan çıkmayı savunanların aksine, AB, NATO ve tüm diğer emperyalist birlikler ile bağların koparılmasını, iktidarın işçi sınıfının ve halkın elinde toplanmasını savunuyor. İşçi sınıfı ve halk için çıkış yolu Drahmi kullanan kapitalist Yunanistan olamaz, AB içinde hatta dışında olsa da. Bu tür bir “çözüm”, kapitalizmin merhametsiz sömürüsü sürerken, halkın yaşam koşullarında iyileşme sağlayamaz.

YKP sosyalizm-komünizm için stratejisini parçalara, aşamalara bölmüyor. NATO ve AB emperyalist birlikleri ile bağları koparma talebinin, tekellere ve emperyalizm aşamasında bulunan AB ve NATO gibi birlikleri kuran kapitalizme karşı mücadelenin bütünsel bir parçası olduğuna, tekellerin çıkarlarının AB’nin işleyişinin ve yapılandırmasının temellerini oluşturduğuna inanıyoruz.

Bugün, Yunanistan’daki komünistler işçi sınıfı ve toplumsal hareketlerin içerisinde AB’nin ve AB üyesi burjuva hükümetlerin 8 saatlik iş gününün, kamusal ücretsiz sağlık ve eğitim hizmetinin ortadan kaldırılmasına, işçilerin gelirlerinin sermayenin kârlılığı için kesintiye uğramasına, yoksul çiftçilerin tarımsal üretimin tekellerin elinde birikmesini sağlamak için yok edilmesine yol açan “Avrupa Birliği'nin Ortak Tarım Politikası” gibi halk düşmanı uygulama ve kararlarına karşı mücadele ediyor.

Komünistler mücadelelere, grevlere, gençlik eylemlerine, çiftçilerin yolları kapatma eylemlerine öncülük ediyor. Halkımıza, ülkemizin emperyalist planlara ve örgütlere dahil olmasının olumsuz sonuçlarını gösteriyoruz. Aynı zamanda burjuva yönetim içerisinde hapsolmamak ve kapitalist sınıflar ve emperyalist merkezler arasında giderek belirginleşen çelişkileri kendi çıkarı doğrultusunda kullanabilmek ve Sosyalizmin Yunanistan’ına ve Avrupası’na giden yolları açmak için ancak gerçek düşmanı hedef alan bir sınıf hareketinin işçilerin gerçek çıkarlarını ifade edebileceğini gösteriyoruz. Bu yüzden ancak YKP’nin, daha geniş bir sermaye iktidarına son verme mücadelesinin bir parçası olan “ (emperyalizmle -ç.n.) bağları koparma” önerisi, halk hareketinin kesintiye uğramamasını, sürekliliğini ve zafere ulaştıracak perspektifini sağlayabilir.

Yunanistan 26 Mayıs’ta bir “üçlü seçime” hazırlanıyor: Avrupa seçimleri, bölgesel ve yerel seçimler. Avrupa Parlementosu seçimlerinin halkı harekete geçirmekte etkili olmadığı ve bunun bir sonucu olarak seçmen katılımının belirgin bir biçimde düşük olduğu biliniyor. Yunanistan Komünist Partisi (YKP), Avrupa Parlementosu’nda da temsil edilen bir parti olmasına rağmen, Avrupalı tekellerin çıkarlarına hizmet eden emperyalist bir merkez olan Avrupa Birliği’nin karakterine dair yanılsamalara katı bir biçimde karşı durdu. Avrupa seçimlerinin YKP için önemi nedir?
Burjuva siyasi sistemi yeni önlemler geliştirdiği her seferinde, kendini işçilerin manipülasyonu için yeniden yapılandırır ve YKP’nin çabaları karşısında yeni engeller yaratır. Avrupa seçimlerinin, yerel seçimlerle bir arada yapılmamasının sebebinin kamusal kaynakların israfını önlemek olduğu belirtiliyor. Oysa YKP halkın Avrupa Birliği (AB) duvarları ve kapitalist üretim biçimi içerisindeki tüm “çözümleri” denediğini özenle vurguluyor. Sosyal demokrat SYRIZA’nın eski ve yeni sosyal demokrasisi, “yeni liberal”, “muhafazakar”, “Avro-skeptik” reçetelerin hepsi kapitalist sömürü düzenine ve tekellerin diktatörlüğüne hizmet ediyor. Bu yüzden bu düzenin taraftarları halka karşı sert ve giderek sertleşen önlemler alıyorlar, böylece büyük tekel gruplarının bizim haklarımızın çiğnenmesi pahasına kârlarını arttırmaları sağlanıyor.

Kapitalizmin kendi hayatları için yarattığı açmazların farkına varan işçilerin bugün önünde bir seçenek var: YKP tarafından öne sürülen AB ile bağları koparma teklifine destek olmak, iktidarın halkın elinde toplandığı bir şekilde, bağımsız bir biçimde.

Bizim önümüzde ise büyük bir sorumluluk var: işçi sınıfının, diğer halk katmanlarının ve bu grupların gençlerinin önemli bir kısmının AB’yi kabullenmediklerini göstermek, tekellerin gerici birliğine ve bu birliğin savunduğu çürümüş sömürü düzenine karşı olduklarını göstermek. Tüm ülkelerin işçilerine AB’den kopma mücadelesinin, tüm iktidarın ve ekonominin işçilerin elinde olması için mücadelesinin, sosyalizmin Yunanistan’ı, sosyalizmin Avrupası mücadelesinin güçlendiğini göstermek.

YKP, belirttiğiniz gibi, Avrupa Parlementosu (AP) seçimlerine katılıyor, AB’nin değişmez emperyalist karakterine vurgu yapmak için bu seçimlere katılıyor. Tıpkı ulusal seçimlere katıldığımız gibi, işçilere bu burjuva parlementer kapitalizminin “insanileşebileceği” yanılgısına kapılmamalarını söylemek için katılıyor. AP seçimlerine bütüncül önerimizi halka sunmak için katılıyoruz: işçi sınıfının mücadelesini güçlendirmemiz gerekir, diğer halk katmanlarıyla ortak toplumsal çıkarlar için mücadele edebilecek ittifaklar kurmamız gerekir ve kapitalizm ve tekellere karşı birlikte savaşmamız gerekir. Bu perpektif işçi hareketi içerisinde, iş yerlerinde, sokaklardaki gündelik mücadelelerde güçlü bir YKP’yi ve yerel meclislerde, ulusal ve Avrupa parlementolarında kazanabileceğimiz tüm konumları kullanmamızı gerekli kılıyor. YKP’nin daha da güçlenmesinin bir iyimserlik mesajı ileteceğine ve Avrupalı ve uluslararası komünist hareketin yeniden örülmesi ve güçlenmesi için bir adım olacağına inanıyoruz.

Emperyalist sistem içerisinde çelişkilerin yükseldiği gözlemleniyor. Avrupa ise emperyalizm içi çelişkilerin merkezlerinden biri. Bu çelişkilerin 2019 AP seçimlerinin önemini artırdığını söyleyebilir miyiz?
AB kaygılı, hem AB içi eşitsiz gelişimin sürmesinden, iç çelişkilerinden, özellikle güçlü kapitalist sınıfları arasındaki çelişkilerden hem de emperyalizm içi, ABD, Rusya, Çin ve diğerleriyle rekabetten.

Emperyalizm içi rekabetin iki yanı da buna neden oluyor: bir yanda kapitalistler arasında durmaksızın süren mücadele bir tür “kurtlar ittifakı” yaratıyor ki bu rekabet İngiltere’yi AB’den ayrılmaya yöneltiyor, ama öte yanda “Avro-skeptisizm” örtüsü altında görülebilecek başka süreçler de varlık gösteriyor. “Avro-skeptisizm” sıklıkla milliyetçi, ırkçı hatta faşist görüşlerle bir araya gelen bir burjuva siyasi ideolojisi. Bu tür güçler korumacılığı, özellikle küresel kapitalist ekonomide yavaşlama sürerken, AB burjuvazisinin kimi kesimlerini düşmekte olan rekabet güçlerinin sonuçlarından korumak adına bir seçenek olarak öne sürüyorlar.
Öte yandan AB içerisindeki güçlü çizgi –Alman kapitalist sınıflarının çizgisi- AB’nin karar alma mekanizmalarında hükümetler arası karakterini korumak ile bu kararların değişen hızlarda uygulamaya konma, eş merkezden yönetilen farklı çemberler olarak gözükme ve katı bir maliye politikası izleme özellikleri dahilinde hareket ediyor.

Aynı zamanda, ABD, Rusya, Çin ve diğer güçler arasında doğal kaynaklar, enerji, emtia ticaret yolları, pazar payları için yaşanan emperyalizm içi çelişkiler daha keskin bir hal alıyor ve AB, tam da bu temellerde, askeri gücünü genişletmeye çabalıyor.

Elbette, AB içi ve diğer ülkelerle rekabet ve tüm diğer ilişkiler bir dizi siyasi gelişmeden etkilenecek. Yalnızca belli başlı sorumluluklara sahip olan Avrupa Parlamentosu ve onun seçimlerinden değil, her bir AB üyesi ülkenin iç siyasi gündeminden ve ekonomik koşullarından da etkilenecek.

Komünistler için mesele, AB’ye karşı baş kaldırmanın (örneğin Yunanların %74’ünün AB’ye karşı görüşleri olumsuz) düzeni tehdit etmeyen “Avro-skeptiklik” gibi görüşlere hapsolmasına engel olmak. Bu başkaldırının AB ve NATO ile bağları koparmayı hedefleyen, güç ve ekonominin işçilerin elinde toplandığı, sermayenin kârları için değil bizim ihtiyaçlarımız için kurulmuş bir ekonomi ve toplum için uğraşan, güçlü bir harekete dönüşmesini sağlamak için etkin bir mücadele sergilemek.

'Taktik oy kullanmanın kapitalizme yararı var' (VIII)

28 Nisan'da bir krizin ardından yaşanan seçimlerden henüz çıkmış olan İspanya'da da siyaset "aşırı sağın tehlikeli yükselişine" karşı düzen partilerinin eteklerinde toplanma çağrıları üzerinde yükseliyor. Meclis dışı partiler için seçimlere katılmanın iki kat zor olduğu İspanya’da, İspanya İşçileri Komünist Partisi (PCTE) 28 Nisan'da özerk bölgelerin büyük çoğunluğunda aday göstererek kısa sürede radikal bir çıkışı örgütlemişti. AP seçimleri için aday listesinde yer alan Martina Gomez ile görüştük.

Bugün, bir ay önce Katalan ayrılıkçıların bütçe planını reddetmesiyle ve yapılan güvenoylamasının düşmesiyle birlikte yönetim krizine giren Halk Partisi hükümetinin erken seçime gittiği İspanya’ya uzanıyoruz. 28 Nisan’da yapılan seçimde diğer büyük parti PSOE galip gelmiş, faşist parti Vox’un ise 24 vekille parlamentoya ilk kez girmiş olması çok konuşulmuştu. Meclis dışı partiler için seçimlere katılmanın iki kat zor olduğu İspanya’da, İspanya İşçileri Komünist Partisi (PCTE) ise özerk bölgelerin büyük çoğunluğunda aday göstererek kısa sürede radikal bir çıkışı örgütlemişti.

PCTE Avrupa Parlamentosu aday listesinde ikinci sırada bulunan, partinin gençlik örgütü sekreterliğini de yapmış olan Martina Gómez İspanya siyaseti ve özel olarak komünist partinin durumu hakkında konuştu.

Geçen ay yapılan parlamento seçimlerinden sonra yaptığını açıklamada, işçi sınıfının oylarını “korkuyla” verdiğini, gerçekte onları temsil edecek siyasileri seçmediklerini söylemiştiriniz. Bunun nedeni neydi ve sizce AP seçimlerinde de benzer bir etki olacak mi?
Geçtiğimiz 28 Nisan’da İspanya’da genel seçimler yeni bir siyasi durumda yapıldı. İki büyük parti, PP (Halk Partisi) ve PSOE (İspanya Sosyalist İşçi Partisi), arasında seçimden seçime gidip gelen iktidar değişikliğine olanak veren iki partili sistem, bu büyük partileri sağdan ve soldan tamamlayan, Ciudadanos (Vatandaşlar) ve Podemos gibi başka siyasi güçlerin ortaya çıkmasıyla değişti. Aşırı sağ parti “Vox”un görünürlüğü son aylarda arttı, özellikle de Endülüs bölgesinden vekil çıkarmaları bunu sağladı. Etkinin bu şekilde artması PSOE ve Podemos etrafındaki “faşizme karşı cephe” tarafından dile getirilen “taktik oy” çağrılarına yol açtı. Sosyal demokrasinin seçim konuşmalarının büyük bölümünü bu oluşturdu.

Böylece işçi sınıfı kendisini gerçekliği olmayan, yanlış konumlandırılmış bir ikilemin karşısında buldu. Bu sayede oyların büyük bölümü sosyal demokrasiye sürüklendi. Geçici iş sözleşmelerini yasallaştıran, iki emek karşıtı reformu geçiren, İspanya’yı NATO üyesi yapan, başka ülkelerdeki darbeleri destekleyen sosyal demokrasiye…

Bu yeni seçim kampanyasında, bu şekilde taktik oy kullanmanın “yararlı” olduğunu, ancak sadece kapitalizme yararı olduğunu anlatmak için çok çaba gösteriyoruz. Ve diğer yandan, işçiler için tek yararlı oyun kendi sınıf çıkarlarıyla tutarlı bir oy olacağını da...

Partiniz Avro’nun İspanya halkları için büyük bir kandırmaca olduğunu söylüyor. Geçtiğimiz yıllarda İspanya’da halkın yaşama ve çalışma koşulları nasıl etkilendi? İşyerlerinde nasıl bir ortam vardı, işçilerin örgütlenme kültürleri nasıldı?
Ocak 2002’den beri, yani İspanya’ya Avro geldiğinden beri, fiyatlardaki artış süreklileşti. Avro ekonomik emegenliğin ciddi anlamda kaybına ve emekçilerin alım gücünün batmasına hizmet etti. 2002’den beri fiyatlar ortalama %40 yükseldi, ücretler ise %28.

Bunun özellikle işler üzerine belirgin etkisi oldu, gıda, giyecek ve barınma ihtiyaçlarımızı (ki bu sonuncusunda fiyatlarin yükselişi durmuyor) maaşlarımızla karşılamak giderek zorlaştı. Ayrıca kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, emekli ücretlerinin kısılması da tüm bu sonuçları ağırlaştırdı.

AB’den bir “kopuş”u, bir kırılmayı öneriyorsunuz. Bu hangi koşullarda gerçekleşebilir?
AB’nin reformlarla iyileştirilemeyeceğini anlıyoruz, çünkü AB ona üye olan ülkelerin işçi sınıflarının yararına çalışan demokratik bir organ değil. Tam tersi, büyük tekeller tarafından ve onlar için yaratıldı, ürettiklerini ihraç edebilmeleri için, çalışma koşullarına müdahale etmek, sendikal hakları kısıtlayabilmek için.
Bu nedenle AB’yi kabul eden ve bu kapitalist emperyalist yapıdan kopuşu güçlü bir şekilde savunmayan hiçbir tutumun devrimci bir duruş olamayacağını söylüyoruz. Bu kopuş her ülkede güçlerin birikmesiyle ve bu duruşa sahip komünist partilerin ortak mücadelesiyle gerçekleşebilir.

İspanya İşçileri Komünist Partisi, PCTE adıyla parlamento seçimlerine girdi. Çok kısa bir sürede partinin binlerce imza toplamayı ve seçime katılma hakkını elde etmeyi başardı. Şimdi bundan hemen sonra, Avrupa Parlamentosu ve belediye seçimleriyle devam ediyorsunuz. Bu süreçten bahsedebilir misiniz? İnsanlar PCTE’ye nasıl tepki gösteriyor?
İspanya’daki seçim sistemi oldukça özgün. Birkaç yıl önce, halihazırda mecliste bulunmayan partilerin seçime katılabilmeleri için belli oranda imza toplamaları şartı getirildi, ki bu PCTE gibi partiler için fazladan çaba anlamına geliyor. Yine de tüm militan güçlerimizle sokağa çıkaya karar verdik ve otuz binden fazla imza topladık. Bu destek 29 seçim bölgesinde aday olmamızı sağladı ve bizi ülkedeki ilk komünist aday da yaptı.

O haftalarda kararlılıkla çalışan Parti ve Gençlik üyelerine teşekkür etmeliyiz, ama onlarla birlikte tüm çalışma arkadaşlarımıza, sendika arkadaşlarımıza, komşularımıza, Komünist Parti’yi, yani onlarla her gün mücadele eden, sokakları, grevleri, eylemleri, sendika seçimlerini, toplantıları paylaştıkları, bedeli ne olursa olsun işçi sınıfının çıkarını savunmaya kendini adamış partiyi destekleyen herkese de teşekkür etmeliyiz. Bu bağlılığın bir örneği için Madrid Özerk Bölgesi’nde PCTE’nin aday listesine bakabiliriz, son yıllarda müdahalede bulunduğumuz tüm şirketlerden işyeri meclisi üyeleri ve sendikacılar listede muazzam bir temsiliyete sahiptiler.

Hazırlayanlar: Burçak Özoğlu, Ali Somel,  Nükhet A. Bordignon, Aynur Gümüş, Erdal Akmaz, Tevfik Taş
SOL

Söyle damat Allah aşkına söyle - Barış Terkoğlu

“Nasıl unutmuyorsun” dedi kız. Çocuk, ilk karşılaştıkları andaki gülümsemesini hatırlamıştı. “Unutmak da bir eylemdir” dedi. “Maddenin korunumu yasası, yok etmek için bir şey yapmıyorum” diye devam etti. 

Unutuyor muyuz yoksa unutmak için bir şeyler mi yapıyoruz? Peki, İstanbul’un tekrarlanan seçiminde sizin aklınızdan çıkmayan an hangisi? Çok var biliyorum. Ama biri hep gözümün önüne geliyor. 

Yok, o değil! 

TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan’ın “yıllardır tüm enerjimizi yiyip yutan seçim maratonlarından hepimiz yorgun düştük” dediği konuşmasını kastetmiyorum. Seçim ekonomisinden, yaratılan gerilimden şikâyet etmişti. 

Kastettiğim, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ertesi gün çıkıp Özilhan’ı fırçalaması da değil. Öyle ya, Özilhan’ın memnuniyetsizliğine Erdoğan çok sert tepki vermişti. “Ben sizin 12 yıl önce durumunuzu da, bugünkü durumunuzu da biliyorum. Yeri gelirse bunu teşhir ederim” diye tehdit bile etmişti. Yetmemiş “bir hafta önce ziyaretime geldin, sizlerle neleri konuştuk? Bu dolarlar, bu Avro’lar sizleri kurtarmaz” diye devam etmişti.

Erdoğan, Özilhan’ı mesela işçilerine düşük maaş verdiği için eleştirmedi. Derdi, Özilhan’ın fabrikalarındaki çalışma koşulları da değil. Erdoğan’ın Türksermaye sınıfının temsilcisi ile sorunu İstanbul seçimleri. Özetle “size ne” diyor.
İşte benim aklımdan çıkmayan olay tam da burada başlıyor.

Berat Albayrak’ın Amerikan sermaye turu.Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın ABD Başkanı’nın karşısında, iskemledeki fotoğrafı nasıl akıldan silinir? Aslında fotoğraf “hem ziyaret hem ticaret” gezisinde çekilmişti. 

Albayrak, ekonomik kriz ateşinin ortasında Washington’a gitmişti. Üstelik yolculuk 31 Mart seçimlerinin sonrasına, YSK’nin İstanbul seçimini iptal kararının arifesine geldi.
G-20, Dünya Bankası ve IMF toplantılarına katıldı. JP Morgan’da sermaye sahipleriyle görüştü. Yetmedi, uluslararası fonların patronlarıyla özel toplantılar yaptı. Beyaz Saray’da mali görüşmelerin ardından da Trump’ın karşısına oturdu. 

Nihayetinde Albayrak, küresel sermayeye “Türkiye’ye gelin” demeye gitti. Şaka değil, JP Morgan’ın düzenlediği toplantıda 400’den fazla yatırımcı ve banka temsilcisi vardı. Aslında son derece avantajlı bir dönemdi. ABD ve Avrupa Merkez Bankası’nın gevşek para politikaları yabancı sermayeyi başka ülkelerde kâr arayışına  itiyordu. Kuşkusuz, hem Albayrak hem de yanında götürdüğü Merkez Bankası Başkanı Murat Çetinkaya durumun farkındaydı. Ama katıldıkları toplantılarda Çetinkaya sessiz, Albayrak ise danışmanlarının hazırladığı sunumlara bakarak oldukça konuşkandı. 

Berat Albayrak, terlediği toplantıların fotoğraflarıyla “her şey güzel olacak” dese de dinleyenler pek öyle düşünmüyordu. “Kimseyi ikna edebildiğini sanmıyorum” “fikrimiz değişmedi”, “düne göre daha umutlu değil” toplantıdan çıkanlardan duyduklarımızdı. 

Albayrak sürekli “güvenin” derken, karşısındakiler “güvenemiyoruz” diyordu.
İşte tam da burada önemli bir ayrıntı var.

Yabancı sermaye satın almışAlbayrak’ın küresel sermaye ile, hadi daha açık yazalım, “sıcak paranın sahipleri”yle toplantıları nisan ayının ortasına gelmişti. Herkes YSK’nin kararını bekliyordu. Belli ki Albayrak’ın konuştuklarının da merak ettiği buydu.
Peki, Albayrak onlara ne yanıt verdi? 

Tabii seçimin yenilenmesinden bahsetti. Aslında bunu kendisi de sözleriyle itiraf etti: “İstanbul seçimleri ne olursa olsun piyasa tarafından satın alındı”.
Yetmedi, “seçim tekrarlanırsa yatırımların artması veya kesilmesi açısından bir fark yaratmaz” diye devam etti. 

Not edelim, Albayrak’ın bu konuşmayı yaptığı tarih 16 Nisan’dı. 6 Mayıs’ta YSK, seçimi yenileme kararı verdi.

Albayrak konuştuğu gün dolar 5 lira 80 kuruştu. İptal kararından sonra 6 lira 20 kuruşa kadar yükseldi. Türk Lirası, bugün itibarıyla, bir ayda yüzde 5’ten fazla değer kaybetti. Yani yalnız İstanbul’da oturanların değil bütün Türkiye’nin ekmeği ufaldı.
Tüketici Güven Endeksi, yayımlandığı günden bu yana tarihin en düşük seviyesine seçim yenileme kararından sonra düştü. 2008 krizinde bile görmediği değere, 55.3’e indi

OECD; seçimlerin olduğu ay, yani martta, Türk ekonomisinin yüzde 1.8 küçüleceğini öngörüyordu. Daha da fenası varmış. Mayıs ayında tahminlerini değiştirdi. Daralmanın yüzde 2.6 olacağını söyledi. 

Rakamlar uzuyor… 

Özetle, yeniden seçim kararı yerle bir olan ekonomiyi beter hale getirdi.

Bir ay önce bir ay sonraSahi Erdoğan bu işe ne dedi? 

Bir ay önce “yerli” Damat Albayrak, Washington’da “gelin gelin, hiçbir şey olmaz” demişti. Bir ay sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan yabancıları işaret ederek ekonomiye yapılan sabotajdan, iktisadi operasyonlardan bahsetti.

Milli” Damat Albayrak, bir ay önce, Türkiye plajlarında denize bile girmemiş zenginler sorduğunda İstanbul seçiminin yenilenmesini tatlı tatlı anlatıyordu. Bir ay sonra Erdoğan, yılların Türk burjuvazisini özetle “seçimlerden size ne” diyerek fırçaladı.
19 Mayıs’ta solcusuyla sağcısıyla Samsun İskelesi’nde birlikte fotoğraf çektirenlerin ağzının tadı kaçmasın. Ama iktidarın “yerlilik ve millilik” sarkacındaki salınımı size de tuhaf gelmiyor mu? 

Oynadıkları oyunda aklın zerresini görebiliyor musunuz? 

Söyledikleri hedeflerin arasında tutan bir tane bulabiliyor musunuz? 

Cumhurbaşkanı Erdoğan yine de hepimize bir iyilik yapabilir. Hepimizin merakını kolayca giderebilir.
İlk Bakanlar Kurulu toplantısından sonra “hepiniz çıkın, Berat kalsın” der. Beyaz gömleğinin manşetlerini kıvırdıktan sonra terleyen damadının kulağına eğilerek fısıltıyla sorar: “Söyle Damat, Allah aşkına söyle, bu seçimleri kim satın aldı?”

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

22 Mayıs 2019 Çarşamba

TÜSİAD halk saflarında mı? - HAYRİ KOZANOĞLU

Büyük sermayeyi halk saflarında tanımlayarak, demokrasi cephesinin ana unsurlarından biri kabul etmek fazla iyimserliktir. Ancak TÜSİAD’ın uyarıları, İslami otoriter rejimin sermayenin de kabullenemeyeceği bir felakete doğru sürüklendiğinin altını çizmek açısından çok önemlidir.

Devletle sermaye arasındaki ilişkiler, basit bir indirgemecilikle açıklanamayacak ölçüde kompleks, gelgitlerin yaşandığı, gri alanları içeren, ilkelerden ziyade güç mücadelesinin geçerli olduğu bir çerçevede yürütülür. Böyle nüanslı bir analizin gereğinden yola çıkmak, son tahlilde kapitalist üretim ilişkilerinin geçerliliğini sürdürdüğü bir burjuva devletiyle karşı karşıya bulunduğumuz gerçeğini elbet değiştirmez. Ancak Türkiye siyasetinde belirleyici aktörlerin, CHP ve HDP dahil seçimler öncesinde TÜSİAD’da görücüye çıkma gereğini hissettiğini hatırlamak bile, zaten burjuva devleti zemininde bir tartışma yürüdüğünü hatırlamamıza yeter.

Konunu nereye geleceğini tahmin etmiş olmalısınız. AKP ile TÜSİAD arasındaki son gerginliği analiz ederken de yukarıdaki yapı temel alınabilir. İlk akla sanayici kimlikleri ağır basan Koç, Sabancı, Eczacıbaşı gruplarının geldiği büyük sermayenin 70’li yılların başlarından beri TÜSİAD çatısı altında örgütlendiğini ve “hâkim sınıf” kimliği taşıdığını biliyoruz.
Önce ticaretle başlıyor, sonra ithal ikameci sanayileşmeye, 80’li yıllarla birlikte de ihracata yönelik ücretine ağırlık veriyorlar. Hep devletteki karar alma mekanizmalarını etkileyen başlıca güçler arasında yer alıyorlar. Siyasetten uzak görünmeye çalışsalar da, 12 Eylül’e uzanan süreçten bildiğimiz gibi, toplumsal gelişmenin kendi büyüme ve birikim hedeflerine ayak bağı olduğunu düşündükleri noktada siyasete ağırlıklarını koyabiliyorlar, gazete ilanlarıyla askeri darbeye davetiye çıkarıyorlar.
Ayrıca, çoğu Anadolu kökenli olsa da, İstanbul sermayesi diye adlandırılan ailelerin yaşam tarzı, düşünce kodları anlamında burjuva ideolojisini, kozmopolit Batı kültürünü benimsemekte zorluk çekmediklerini de biliyoruz.

80’LERDEN AKP DÖNEMİNE TÜSİAD

Hatırlanırsa 80’li yıllar Ali Koçman sözcülüğünde AB rotasına girmek, özelleştirme, piyasalaştırma sürecini hızlandırmak için TÜSİAD’ın sesinin en yükseldiği dönemdir. Koçman’ın “gusto” sahibi bir kimse olmasından hareketle “Türkiye’de gerçek burjuva var mı?” tartışması da bu sıralarda hararetlenir.
90’lı yıllarda Yeni Demokrasi Hareketi (YDH) bir TÜSİAD üyesinin liderliğinde NATO’ya, AB sürecine, kapitalist küreselleşmeye tamamen entegre olması çağrısı yanında; Türkiye’deki etnik, mezhepsel kimlikleri görme vizyonuyla ortaya çıktı. YDH’nin yaşadığı acı seçim deneyimi net bir biçimde AB mecrasında ilerlemenin ancak Anadolu’dan, muhafazakâr kesimlerden kitlesel desteği bulunan bir özneyle mümkün olacağı mesajını verdi. Zaten zaman içinde YDH’yi oluşturan kadroların AKP iktidarının ideolojik, politik, fikri cephanesini sağlamakta ne denli önemli rol oynadıkları, muhafazakâr zihniyeti pazarlamakta bir nevi “PR elçisi” misyonu üstlendikleri görülecektir.
Sonraki dönemlerde 2007’de düğmesine basılan Ergenekon-Balyoz gibi operasyonları aynı isimler meşrulaştırma çabası içerisine girerken, TÜSİAD dahil sermayenin farklı kesimleri de bu süreçte hükümete destek verecektir. Bu operasyonların propaganda merkezi, bavul bavul sahte belge ikmali yapılan Taraf gazetesinde TÜSİAD’ın baş ekonomistinin köşe yazarlığı yapması da rastlantı sayılmamalıdır.
2001 krizi sonrası İsmail Cem – Mehmet Ali Bayar – Kemal Derviş gibi isimlerle yola koyulan Yeni Parti denemesinin mimarının da TÜSİAD olduğu söylenebilir. AKP’ye geniş kitlelerin desteğinin 2001 krizi sonrası uygulanan IMF-DB kaynaklı yapısal uyum politikalarının yarattığı yaygın işsizlik ve yoksulluğa tepki üzerinden yükseldiğini biliyoruz. Gelgelelim AKP sözcülerinin her fırsatta “IMF programından sapmayacaklarını” vurgulamaları bile o dönemde TÜSİAD’ın gönlünü çalmalarına yeter.

AKP’Lİ YILLAR

2003-2007 aralığında Erdoğan’ın “çıraklık” dönemi AKP’nin rüştünü ispat çabaları içerisinde geçer. Bu yıllarda TÜSİAD’ın yaygın kullanılan deyimle hükümete “ayar verme” rolünü üstlendiğine tanık oluruz. Çok tartışılan “Zina Yasası”nın geri çekilmesinde, fikir özgürlüğünün önündeki önemli bir engel 301’inci maddenin kaldırılmasında TÜSİAD’ın rol oynadığını biliyoruz.
RTE’nin 2007 seçim zaferi sonrası dizginleri iyice ele geçirdiğini, Anadolu kökenli ama muhafazakâr kesimden gelmeyen Zorlu, Ciner, Doğuş grubu benzeri TÜSİAD üyelerinin de AKP’nin dümen suyuna girdiğini görüyoruz.
Zaman zaman eğitimdeki 4+4+4 projesinde olduğu gibi TÜSİAD’ın sert çıkışları görülse de artık etki güçleri sınırlanmış, hegemonya Erdoğan’ın eline geçmiştir. Ekonominin dümeninde küresel sermayenin nabzını iyi tutan Ali Babacan’ın bulunması, ekonomide “sermayenin genel çıkarlarının gözetilmesi” konusunda kusur edilmemesi de TÜSiAD’ın muhafazakârlaşma gündemine fazla ses çıkarmamasını getiriyordu. Bu arada TÜPRAŞ’ın Koç-Shell ortaklığına satılması, enerji ihalelerinden birçok TÜSİAD üyesinin pay alması gibi özelleştirmeler de, çelişkileri fazla öne çıkarmayalım refleksine zemin hazırlıyordu.

ÖZİLHAN VE KASLOWSKİ’NİN ÇIKIŞLARI

Gelelim 15 Mayıs günü TÜSİAD’ın Yüksek İstişare Kurulu toplantısı sonrası alevlenen tartışmalara… Hatırlayalım, Tuncay Özilhan’ın söylediklerini : “…rotadan şaşmamak için kullanacağımız üç çıpa var; ekonomide liberal piyasa düzeni, kural temelli sistemle olan ittifak, ülke içinde de demokrasi ve hukukun üstünlüğü…” TÜSİAD Başkanı Simon Kaslowski de “Serbest piyasa ekonomisinden vazgeçildiği veya yeni bir model arayışı içinde olunduğu yönünde izlenimlere izin vermemeliyiz” dedi.
Ardından RTE’nin Özilhan’a hitaben şaşırtmayan tehditleri geldi: “Buram buram demokrasi hazımsızlığı ve istatistik cinliği yapan konuşmasını üzüntüyle izledim. Dışarıdan vuran vuruyor ama içeriden vuranlara günü geldiğinde hesabını sormasını bilirim!”
Bu sözlerin meali şu olmalı: Trump’a, büyük oyunculara gücüm yetmiyor, ama bilin ki size yeter! Zaten 23 Haziran’a ilişkin “bu bir yerel seçim” vurgusu da “Ben daha buradayım ayağınızı denk alın!” tınısını taşıyor.
Peki bu tartışmayı nasıl okumalı? 12 Eylül, 28 Şubat, Ergenekon-Balyoz operasyonları, Fettullah Gülen’in paralel bir devlet kurup kurmadığı tartışmaları akla gelince TÜSİAD’ın demokrasi “hassasiyetleri” yönünden pek de temiz bir sicili bulunmadığı söylenebilir. Zaten Şili’den başlayarak dünyadaki neoliberalizm uygulamaları büyük sermayenin derdinin demokrasi, özgürlükler değil, piyasa düzeni olduğunu gösteriyor. Friedrick Von Hayek’in, “Kişisel olarak ben liberal bir diktatörü, liberalizm yoksunu demokratik bir hükümete tercih ederim” sözleri bile neoliberalizmin gerçek maksadının piyasa egemenliğinin tesisi olduğunun kanıtı sayılabilir… Zaten TÜSİAD sözcülerinin asıl vurgularının piyasa ekonomisinin zedelenmesine ilişkin olduğu dikkat çekiyor.

NASIL OKUMALI?

Öyleyse Özilhan’ın ve Kaslowski’nin sözleri neden önemli? Çünkü büyük burjuvazi açısından da rejimin kapitalist akıldan kopup irrasyonel bir noktaya gittiğini görüyorlar. Öncelikle kapitalizm iş bölümüne dayanır; bu ilkeyi hiçe sayan, tüm yetkileri başkanda toplayan, bütün kurumları ona bağlayan bir model Türkiye kapitalizminin bugünkü beklentilerine cevap veremez. Bırakın o sıfatı taşıyanın “damat” olması, “Hazine ve Maliye Bakanı” unvanı bile, ekonominin iki temel işlevinin tek kişide toplanması anlamında mantık dışıdır.
Eğitim sisteminin geldiği son durum, müfredatın hurafelerle doldurulması, sarıklı-cüppelilerin eğitimci sıfatıyla sınıflara sokulması, en son değişiklikle din dersinin zorunlu matematiğin ise seçmeli olması da küresel kapitalizme eklemlenme çabası içerisinde teknolojik gelişmeye ayak uyduran bir işgücüne gereksinim duyan TÜSİAD açısından kabul edilemez.
Liyakatin esamisinin bile okunmaması, iş insanlarının özellikle bürokraside işinin ehli muhataplar bulamamasını getiriyor ki, bu da sorunların çözümünü bekleyen büyük sermayenin işini zorlaştırıyor. Nitelikli beyin göçü de “nitelikli insan kaynağı” açısından kaygılarını artırıyor.
TÜSİAD çevrelerini asıl endişelendiren, “dijitalleşmeden” söz ederken ülkenin küresel sermaye nezdinde kendi oylarını bile saymaktan aciz, burjuva düzeninin ilk koşulu sandık iradesine dahi saygı göstermeyen bir noktaya sürüklenmesidir. Bu da uluslararası sermayenin Türkiye’den ayağını çekmesi, kendileriyle işbirliğine bile yanaşmaması, ekonominin giderek küresel tedarik zincirlerinden kopması tehditlerini beraberinde getiriyor.
Yandaş medya organlarıyla TÜSİAD’çılara vergi müfettişlerinin hatırlatılması ise, “Sizi de Aydın Doğan’ın akıbeti bekliyor” tehdidini içeriyor. Elbet onlar da böyle tehlikelerin varlığını bilerek 15 Mayıs çıkışını göze almışlardır. Zaten kendisi de bir iş insanı olan Ekrem İmamoğlu’nun kişiliğinde geleceğin liderini görmeleri mi, yoksa ABD-AB nezdinde Erdoğan rejiminin geleceği olmadığı mesajını almaları mı onlara bu cesareti vermiştir, bilmek zor. Ekonominin dibe doğru battığını fark etmek, servetlerinin göz göre göre erimesine tanıklık etmek de cesaretlerini artırmış olabilir.
Özetle, “işçisi, emekçisi, memuru, işadamı, esnafı, köylüsü…” diye giden bir söylemle büyük sermayeyi halk saflarında tanımlayarak, demokrasi cephesinin ana unsurlarından biri kabul etmek fazla iyimserliktir. Ancak ülkenin bu hale gelmesinde büyük vebali bulunsa da TÜSİAD’ın uyarıları, İslami otoriter rejimin giderek sermayenin de kabullenemeyeceği akıldan uzak; kurum, kural ve hukukun geçerli olmadığı bir felakete doğru sürüklendiğinin altını çizmek açısından çok önemlidir.
HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN




AVRUPA SANDIĞA GİDİYOR.(VI)

Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde siyasi bomba: 'İbiza Skandalı'

Avrupa'nın faşizan sağı şimdilerde Avusturya'da faşist hükümetin küçük ortağı Strache'nin destek istediği bir Rus milyarderi ile gizli İbiza randevusunun görüntüleriyle sarsılıyor. Düzenin sağlı sollu merkez partilerinin 2019 AP seçimlerindeki stratejilerinin 'aşırı sağın yükselişine karşı oy istemeye' dayandığının altını çizelim. 2017'ye ait bu görüntülerin neden şimdi piyasaya çıktığını sorgulayan faşistler belki de sadece bu sorularında haklılar. Düzenin Sovyetler sonrası dönemde devleştirdiği bu ucube, belki de bu sefer yükselişiyle değil de inişiyle düzen siyasetine heyecan getirecek.
Avrupa Parlamentosu seçimlerinde asimetrik bir seçim kampanyası yürütülüyor. Avrupa Birliği çerçevesinde kalmayı savunan merkez sağ partiler bloğu ile bu bloğa kısmi eleştiriler getirmekle birlikte, temelde destek veren liberal sol, geleneksel sosyal demokrasi ve Yeşiller'in yürütegeldiği seçim kampanyası, ''ulusalcı sağın durdurulması'' müştereğine dayanıyor.

Seçime bir hafta kala patlak veren İbiza Skandalı’nın ve Avusturya’da koalisyon ortağı ırkçı parti FPÖ’nün genel başkan ve bakanlarının istifasına giden sürecin arkasında ne olduğunu ve arkasından ne geleceğini tartışmakta yarar var. Seçimin son kavşağında faşist harekete darbe vurduğu açık olan bu skandalda, AP seçimleri boyunca “aşırı sağ”ın yükselişini işaret ederek yürütülen “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” politikasının izleri sürülebiliyor.

'SAĞDUYU AVRUPASINA' SKANDAL ÇELMESİ
''Sağduyu Avrupası'' sloganını kullanan Avrupa faşist bloğu, sığınmacıları, devlet borçlarını, Rusya ile ilişkileri ve İslam dinini gündem yaparak olağanüstü destek topluyor(du). Ta ki, kendilerini Avrupa sağı olarak tarif edip, yerleşik partiler ile ''hesaplaşacakları''nı ileri süren AB üyesi ülkelerdeki faşizan sağın önünü kesen ''İbiza skandalı'' patlak verene kadar.

Avrupa Parlamentosu seçimlerine bir hafta kala dolaşıma sürülen İbiza Skandalı görüntüleri, hiç kuşkusuz başta Avusturya faşist hareketinin kitle partisi Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) olmak üzere, genel olarak Avrupa faşist hareketine darbe vurdu. Bu yönüyle bu "iyi haber". Öte yandan Avrupa siyasetinde faşistlerin şu sıralar en fazla neye yaradıklarını da unutmamak gerek: Avrupalıları liberal solun türlü renklerine hatta merkez sağ partilere mahkum etmeye...

'SAĞA KARŞI SEÇİM'
Sosyalist günlük gazete Junge Welt'ten Andre Scheer, AP seçim hazırlıklarını ''sağa karşı seçim hazırlıkları'' cümlesi ile özetlerken kesin olarak gerçeği yansıtan bir gözlemini paylaşıyor.

''Ulusalcıların olmadığı Avrupa, Oyunu ulusalcılığa karşı kullan'' mottosu ile örgütlenen toplantılarda sıklıkla İtalya İçişleri Bakanı Matteo Salvini ile Macaristan Devlet Başkanı Viktor Orban protesto ediliyor.

Alman iç istihbarat örgütü Anayasayı Koruma Teşkilatı (BfV) üç hafta önce Almanya'da ''aşırı sağın olağanüstü güç kazandığı''nı açıkladı. Elbette, ''aşırı sol''u eklemeyi ihmal etmeden.

''Aşırı sağ'' olarak kodlanan faşist hareketin büyümesine zemin sağlayan neoliberal sosyal yıkım projelerini hayata geçiren liberaller, şimdi yarattıkları sosyal yıkıntının sonuçlarından peydahlanan faşist harekete ''karşı'' tutum almak gerektiğinden dem vuruyorlar. Faşist hareketin sınıf işbirlikçisi demogojisine alan açıp, ona meşruiyet kazandıran düzen partileri, şimdi Avrupa Parlametosu seçimleri bahanesiyle toplumu ''sağa karşı birlik olmaya'' davet ediyorlar.

AB DAĞILMA SİNYALLERİ VERİRKEN: 'BREXİT'TEN SONRA ŞİMDİ DE ''STRAXİT'
İngiltere'nin AB'den çıkışını simgeleyen ''Brexit'' kısaltması yanına,  geçen Cuma gününden beri ''Straxit'' de eklendi.

2017 Avusturya seçimleri arafesinde bir  Rus milyarderin temsilcisi ile İbiza adasında görüşme gerçekleştiren Avusturya faşist partisi FPÖ'nün şefi Heinz-Christian Strache'in seçimlerde ''başarı elde ederek'' kolalisyon ortağı olması sonrasında gelişen olaylar, birkaç gün önce bir video ile ortalığa saçılmıştı.
Rus milyarderin ''çok yönlü desteği'' üzerine pazarlık yapan Avusturya Başbakan Yardımcısı ve Avusturya Özgürlük Partisi Genel Başkanı Heinz-Christian Strache'nin soyadından esinlenen ''Straxit'' kısaltması, sözü geçen faşist liderin istifasını ima ediyor.

Avusturya merkezli ''oe24'' adlı portalın genel yayın yönetmeni Niki Fellner, ''Strache FPÖ'ye, bir zamanlar Jörg Heider'ın verdiği gibi zarar verdi'' diyerek ekliyor: ''FPÖ, İbiza Skandalı ile hiç kuşkuya yer bırakmayacak kadar zarar gördü.''

Niki Fellner, Avusturya'nın üçüncü büyük partisi konumunda olup, Sebastian Kurz başbakanlığındaki koalisyonun sağ kolunu oluşturan FPÖ'nün oy oranının ''bu skandal sonrasında'' yüzde 20'nin altına düştüğünü kesin dille ifade ediyor.
''İbiza Skandalı'' sonrasında kamuoyunda itibarı zedelenenin yalnızca Avusturya faşist hareketi ile sınırlı kalmayacağı paylaşılan ortak kanı.

Liberal siyaset bilimci Prof. Hajo Funke, Neues Deutschland gazetesine verdiği mülakatta, ''İbiza Skandalı'' adı verilen video görüntülerinden sonra, ''Bu tipten depremlerin etkisi olur'' diyerek sözü geçen videonun sonucunda Almanya İçin Seçenek'in (AfD) de Almanya'da ''kötü sonuç'' almasının kaçınılmaz olduğu iddiasını dile getiriyor.

AfD yönetimi, Avusturya'daki faşist mevkidaşlarının başına geleni, ''yurt dışında hazırlanmış komplo'' olarak yorumladı. AfD, iktidar için kapıştığı burjuva siyasetinde, düzenin liberal ''merkez''i tarafından başına örülmeye çalışılan çorabı fark etmişe benziyor. Örneğin, AP seçimlerinin yapılacağı son hafta 26 Mayıs'ta Bremen'de gerçekleştirmeyi  planladığı büyük buluşmayı iptal etmek zorunda kaldı.

ALMAN ESKİ İÇ İSTİHBARAT ŞEFİ: VİDEO BİR TUZAKTIR,  ARKASINDA SPÖ OLABİLİR
Alman iç istihbarat örgütü Anayasayı Koruma Teşkilatının 6 yıl başkanlığını yapmış Hans-Georg Maaßen, Bild Gazetesi için kaleme aldığı ''konuk yazar'' köşesinde, sözü geçen video skandalında Avusturya faşist hareketinin lideri Heinz-Christan Strache'in milliyetçi görüntüsü ile taban tabana zıt sözlerine dair en küçük bir değerlendirme yapmadan, "video tuzağı''na odaklanarak, bu işin arkasında, solu ve solcuları aradığını ifade ediyor.

8 ay önce Chemnitz kentindeki faşist kalkışmayı örtbas etmek isterken yakayı ele verip, ''emekliliği'' istenen Hans-Georg Maaßen'ın ne sol ne de solcu düşmanlığından kuşku duyulmamalı. Bununla birlikte istihbaratçı içgüdüsüne sahip Maaßen, bu video olayını ''tuzak'' olarak nitelerken hiç de haksız sayılmaz. Bu tuzağın arkasında Avusturya Sosyal Demokrat Partisi SPÖ'nün (de) olabileceğini ima ederken, kanıta muhtaç olsa da, çok temelsiz bir iddiadan söz etmediği açıktır.

Meslekten istihbaratçı Hans-Georg Maaßen, 24 Temmuz 2017'de çekilen videonun Avrupa Parlamentosu seçimlerine bir hafta kala servis edilmesini sorarken, elbette anlamlı bir noktaya değiniyor.

''Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesi siyasi bomba'' olarak nitelenen bu video kaydının dolaşıma kim ya da kimler tarafından sürüldüğünü belki de hiç bilemeyeceğiz. Ancak ortada bir gerçek var: Bu ''skandal'', faşist hareketin yalan dolandan beslenen, varlığını bizzat ona borçlu olan siyasi doğasını tespit etse de, bu video hamlesi siyasal düzlemde başka bir amaca hizmet ediyor.

AP SEÇİMLERİ MACRONCULAR İLE SALVİNİCİLERİN KAPIŞMASINA SAHNE OLUYOR
Avrupa Parlamentosu için seçim yarışı, burjuvazinin iki fraksiyonu arasında yaşanıyor: Macroncu liberaller ve Salvinici faşist cephe. Fransa'daki sarı yelekliler hareketinde ''Salvinici el altından desteği'' arayan Macroncular gibi, İbiza Skandalı'nda da Salviniciler liberal/sosyal demokrat komplo izi sürüyorlar.

Avrupalı Yeşiller Eş Başkanı Reinhardt Bütikofer, ''İbiza Skandalı''nın ''birleşik ulusal sağa karşı müthiş bir şamar'' olduğunu söylerken haksız sayılmaz. Ancak Bütikofer, bu şamarın niçin AP seçimlerine bir hafta kala dolaşıma sokulduğu sorusuna bir yanıt vermiyor. Oysa böylesine iyi planlanmış, devasa bir siyasal projede tesadüflere yer olup olmadığı üzerinde durulmalıdır.

Geleneksel AB'ci çizgiyi savunan liberal Süddeutsche Zeitung ise, ''Hükümetin hızlı ve acınası bir biçimde bitişi, Avusturya'yı da aşan bir öğretiyi gösteriyor. Sağ popülistlerin ipiyle kuyuya inen, onların bataklığına çekiliyor. Onlarla birleşmek başarı getirmiyor. Demokrasinin korunması için kesin ve açık sınır koymak şart'' diyerek İbiza Skandalı'nın ilk video görüntülerini Spiegel Online ile birlikte paylaşan yayın organı olmuştu. Süddeutsche Zeitung'un ''Avusturya'yı da aşan öğreti'' derken, Almanya'da Almanya İçin Seçenek (AfD) adlı faşist partiyi işaret ettiği açık.

AVRUPA PARLAMENTOSU SEÇİMLERİNE BİR HAFTA KALA YAŞANANLAR TESADÜF OLABİLİR Mİ?
Avrupa Parlamentosu seçimlerini varlık-yokluk meselesi olarak sunan liberal cephe, faşist harekete her ne kadar faşist tanımını yakıştıramasa da, aşırı sağ olarak tarif ettiği bu fraksiyonu ''Avrupa'nın geleceği için en büyük tehdit'' olarak göstererek, mevcut politikalarına meşruiyet kazandırmaya çalışıyor. Bir tür ölümü gösterip, sıtmayı kabul ettirme stratejisi uyguluyor. Yukarıda saydığımız tüm olasılıklar ile, AP sandalyeleri içinde üçte bir oranını alması beklenen Avrupa faşist hareketinin ''Sağduyu Avrupası'' bloğunun, İbiza Skandalı sonrasında bu oranı asla yakalayamayacağı inancının yayılması birleşince seçimler öncesinde yaşananların hiç de tesadüf olmadığı izlenimi oluşuyor.

DÜŞÜK PROFİLLİ 'LİBERAL AVRUPA' MİTİNGLERİ
Bol yıldızlı Avrupa bayrağı altında, ''Avrupa'nın birliğe, çevre korumasına ve senin oyuna ihtiyacı var'' şiarıyla hayata geçirilmeye çalışılan kampanyanın umut ve heyecan yaratmaktan uzak olduğu basit bir gözlemle dahi saptanabiliyor. Örneğin Almanya'da altı büyük kentte eş zamanlı örgütlenen Avrupa Parlamentosu seçimlerini motive etme amaçlı toplantılara umulandan az insan katıldı. Berlin, Hamburg, Frankfurt, Münih, Stuttgart ve Leipzig'deki toplantılara toplamda en az 150 bin insan katılması öngörülürken, en iyimser değerlendirmelere göre bile bu sayının ancak üçte biri oranında katılım sağlanabildi.

Hazırlayanlar: Burçak Özoğlu, Ali Somel,  Nükhet A. Bordignon, Aynur Gümüş, Erdal Akmaz, Tevfik Taş
SOL

Muhalefet cephesinde - Aydemir Güler

Geçen hafta “Muhalif cephelerine bakarız” diye noktalamıştım köşe yazısını. 

Bakmak aniden son derece kolaylaştı!

19 Mayıs fotoğrafı çok toparlayıcıdır.


Bütün netliğiyle söyleyeceğim; Erdoğan’ın çevresinde oluşan “majestelerinin muhalefeti” halesinin fotoğrafına herkes iyi baksın. Sonra “gerisi palavradır!” dememe de kimse kızmasın…

AKP’yi yoktan var eden, ölümlerden kurtaran en önemli politik faktör düzen muhalefeti oldu bugüne kadar. “Politik faktör” diyorum, çünkü asıl tarihsel kaynağı sınıfsallık oluşturuyor. Emperyalist ve yerli büyük sermaye Türkiye’nin koordinatlarını değiştirmeye karar verdiler ve üzerimize çizik attılar. Aslolan budur. 19 Mayıs’larda ve benzeri başka tarihlerde, sanki hiçbir şey olmamış, üstümüze çizik atılmamış gibi davrandıktan sonra “muhalefet yapıyorum” diye ortalıkta gezinmek, hakikaten koskoca bir palavradır!

Bu sözde muhalefet AKP’nin karşıtı değil tamamlayıcısı, rakibi değil en büyük yardımcısıdır.

CHP’nin yirmi yılın en cesur profilini çizdiği bugün bile bu açıdan bir şey değişmediğini iddiayla söyleyebiliriz. Samsun fotoğrafının yanında üstünde sabahlanılan oy çuvalları da, Çubuk linçi de önemsizdir.

Lakin kadraja giren çoğunluğun siyasetteki yeri bataklıkta bir damla bile değil. Bu kalabalıktan bir kez daha AKP’yi ipten almaya yetecek bir güç çıkıp çıkmayacağını göreceğiz.

Kadraja girmeyenler var, ama onlar zaten vekaleti Kılıçdaroğlu’na verdiklerini başka fotoğraflarla teyit etmiş bulunuyorlar.

Örneğin, İyi Parti diye bir şey var mıdır, yok mudur? 

Özal ANAP için “dört eğilim” diye bir şey uydurmuştu. Meral hanım faşist damar üstüne kurulacak bir neo-ANAP veya neo-ANAP’ın faşist damarı projesidir. Bir parti değildir, siyasette taraf değildir. 19 Mayıs için de sadece kenara çekilmekle yetinmiştir.

Kadraja girmeyen başka bir örnek; Türkiye’de sol var mıdır, yok mudur? Yine bütün netliğiyle söyleyeceğim; Türkiye solunun Samsun fotoğrafında görünmeme nedeni Kılıçdaroğlu’nun arkasına saklanmış olması! Listelerinden aday olunan CHP, Samsun fotoğrafının partisidir. 1 Mayıs kürsüsüne çıkartılan, ama kürsü zaten çoktan küme düştüğü için oraya çıktığı pek duyulmayan İmamoğlu, Samsun fotoğrafının parçasıdır. Türkiye solunun bu aralar en önemli meşgalelerinden biri Ekrem beyin programında gülücük dağıtmak olmuştur. Bu arada CHP listesinden adaylık derken sözüm yalnızca Beyoğlu’na değil. Çaktırmadan yapan daha çok çevre var. Belediye meclislerine CHP’den ama HDP kontenjanıyla giren solun bir varlığı veya kişiliği olabilir mi? Bu sol her gün laikliğin ruhuna fatiha okunmasından hiç alınmamaktadır.

Bunlara bizim memlekette solcu denmez. TKP dışında yapılan bu icraatlar solculuk açısından yok hükmündedir.

HDP ise kuşkusuz vardır, lakin kendi tercihiyle bir anahtara dönüşmüştür. HDP anahtar olma karşılığında parti olmaktan vazgeçmiş bir oluşumdur. YSK kararından beri HDP hakkında kamuoyunda yapılan tartışma, bir siyasi partiyi yani bir özneyi değil, ondan ayrı bir sosyal tabanı konu alıyor. Kime oy vereceği tartışılan HDP değil. Öznesiz bir toplumsal kesim…

YSK kararı dedim de; karar akşamı ve sonra birkaç gün daha İstanbul’da eylemler gerçekleşti. CHP kendisine sahip çıkan bu eylemlerin çağrıcısı olmamıştı; katılmadı bile. Biliriz ve şaşırmayız, CHP halk söz konusu olduğunda yangın söndürücüdür… Bu durumda eylemler, vekaleti çoktan vermiş sola kaldı. Net olsun; Türkiye’nin TKP dışındaki solu CHP’nin tamamlayıcısıdır. CHP için kürsü kurulur, CHP için aday olunur, CHP için eyleme çıkılır!

Sol CHP’yi tamamlayacak. CHP de AKP’yi tamamlayacak…

Bu durum siyasal alanda, 12 Eylül’de bile görülmemiş bir çölleşmedir. Sol söz konusu olduğunda yüz yıldır görülmemiş bir kişiliksizleşmedir bu. TKP’nin 1 Nisan günü karşısına dikileceğini ilan ettiği “iki partili sistem” işte budur.

Öte yandan 19 Mayıs’ta fotoğraftan iyisi, bir video çıktı ortaya: Marmaris’te “AKP kafası” yüzlerce öğrenciyi mehterle ve uyduruk 15 Temmuz marşıyla yürütmeye yeltendi. Ellerinde patladı. Filmin sonunda çocuklar Bayrama el koymuş, alanda İzmir Marşı söylüyorlardı!

19 Mayıs’ta semt evlerini çoğaltan TKP’liler o güzel çocukların, onların emekçi annelerinin, emekçi babalarının memleketin her yerinde bulunduğunu biliyorlar.
İki partili sistemde muhalefet ve iktidar birbirini tamamlar. Bu çemberi kıracak olan tek şey sosyalist iktidar mücadelesidir.

Biz, kendi fotoğraflarımızı, videolarımızı çekiyoruz.

Bakın 19 Mayıs fotoğraflarına. Birilerine “palavra” dediğimizde kimse kızmasın, gücenmesin…

Aydemir Güler / SOL

Hesap büyük, olay büyük! - Murat Ağırel

Katıldığı bir iftar programında konuşma yapan Esenler Belediye Başkanı Tevfik Göksu, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen daha sonra da YSK'nın tartışmalı kararı ile mazbatası elinden alınan Ekrem İmamoğlu'na tepki gösterdi.

İmamoğlu'nun kazanmasına "en çok Yunan medyasının sevindiğini" ifade eden Göksu daha sonra İmamoğlu'nun nereli olduğunu iftar programına katılan vatandaşlara sordu. Vatandaşlardan "Trabzon" cevabını alan Göksu "E hesap başka" dedi.

Tabii buradaki amacı hepimiz biliyoruz. Sadece biz değil tüm Trabzonlular biliyor.
Hafta sonu panel için Trabzon Beşikdüzü'ne gittim. Orada da tepki devam ediyordu. Mahkeme kararı ile videonun yayınlanması yasaklandı. Barış Yarkadaş'ın sosyal medyada paylaştığına göre videoyu yasaklayan hakim avukatlıktan hakimliğe geçen eski AKP Edremit İlçe Başkanıymış.

Benim üzerinde duracağım konu ise başka.

Mehmet Tevfik Göksu ile ilgili araştırma yaparken "Kalyon Holding Genel Müdürü", "İSKİ Genel Müdür Yard.", "Bakan Danışmanı", "Azerbaycan'a transfer" gibi sıfatlar ile karşılaştım. Hem Belediye Başkanı hem bu görevleri nasıl yapıyor diye kafam karıştı ve kendisini aradım. Aynı isimde kuzeninin olduğunu bu görevlerde de bulunduğunu öğrendim.
Esenler Belediye Başkan'ı Mehmet Tevfik Göksu'nun abisinin başkanı olduğu bir vakıf var.
Adı: Yeni Dünya Vakfı.
Vakfın başkanı ve mütevelli heyetinde yer alan kişi, Esenler Belediye Başkanı Tevfik Göksu'nun abisi Mahmut Göksu.
Yönetim, mütevelli heyeti ve istişare heyetinde hayli ilginç isimler mevcut. Birçok AKP'li isim yer alıyor.
Esenler Belediye Başkanının abisi Mahmut Göksu.
Eski Aile ve Sosyal politikalar Bakanı ve Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Ayşen Gürcan.
İş adamı Gazi Akmercan, Ahmet Davutoğlu'nun danışmanı Genar'ın sahibi Mustafa Şen.
Eski Keçiören Belediye Başkanı Danışmanı Ali Toköz.
THY da görevli Hüseyin Sağlam AKP eski Mv. Sağlık Bakanı danışmanı Ahmet Baha Öğütken.
Gümüşhane Belediye Başkanı Ercan Çimen.
Gaziosmanpaşa Belediye Başkanı Hasan Tahsin Usta.
Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı, Eski Fatih Belediye Başkanı ve AKP Mv. Mustafa Demir.

Liste çok uzun…

FETÖ mensuplarının Eyüpsultan'daki buluşma noktası olarak bilinen otel ve restoran olarak kullanılan Halit Paşa Konağı 15 Temmuz sonrası yıkıldı. Yerine de İBB, şadırvan ve tuvalet yaptı.

Bu binanın karşısında bulunan ek bina ise OHAL kapsamında Maliye Hazinesine devredildi. Binanın dışındaki ahşap kaplamalar söküldü. Yeni Dünya Vakfı da arazinin sosyal kültürel tesis olarak kullanılması için başvuru yaptı. Plan değişikliği yapıldı yüksekliği arttırıldı. Plan değişiklikleri AKP oyları ile geçti. Ek bina ve arazisi Yeni Dünya Vakfına tahsis edildi.

Yeni Dünya Vakfı'nın yönetiminde bulunan kişilerin ve birinci derece akrabalarının iş ilişkileri de çok dikkat çekiyor.

Mesela mütevelli heyetinde bulunan Sağlık Bakanı eski Yardımcısı Ahmet Baha Öğütken. Ablası Fatma Mehvibe Özgün.

Öğütken'in 2015 yılında Sağlık Bakan yardımcısı olarak atanması sonrası ilginçtir abla Fatma Mehvibe Özgün, Avrasya Bağımsız Denetim ve Yeminli Mali Müşavirlik A.Ş. adlı firma ile İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı Sağlık İstanbul başta olmak üzere ihaleler almaya başlamış.
(2016/2881-2017/28903-2018/33417 ihale numarası ile) Sağlık İstanbul'dan…
(2016/10508 -2016/570453-2018/30859) ve 2018/680547 ihale numarası ile) İstanbul Halk Ekmek'ten…
(2019/40525 ihale kayıt no ile de) İSPER'den toplamda 989 bin TL'lik "Mali denetim ve tam tasdik hizmet alım işi" adlı ihaleleri almış.

Daha önce almamış mı peki?

Almış tabii ki ancak kardeşi Bakan Yardımcısı olmadan önce 2013-2016 tarihleri arasında şahıs şirketi ile ihale almış. İSBAK, BELTUR, İSTON ve OTOBÜS A.Ş'den almış ihaleleri toplamı da 974 bin 500 TL!

Yönetimde bulunanların ilginç bağlantıları bitti mi? Hayır tabi.

Mesela bir örnek daha;
Gazi Akmercan; Akmercan Turizm Taşımacılık'ın sahibi. Önce acaba Esenler Belediyesi'nden ihale almış mı diye merak edip baktım.

Evet almış.

(2011/109793, 2011/178537, 2012/135505, 2014/88189, 2017/336966) ihale numaraları ile toplamda 52.8 milyon TL ihale almış.

Tabi bu kadar işi Esenler Belediye Başkanı Mehmet Tevfik Göksu'ya sordum. "Evet doğru hem temizlik işleri yapan büyük bir firma. Benim dönemimde de öncesinde de işler aldı almıştır. Büyük bir firma normaldir" dedi.

Peki, sadece ihaleleri Esenler Belediyesi'nden mi almış?
Hayır tabi ki.
Akmercan adlı firma, İstanbul Büyükşehir Belediyesine bağlı İSKİ'den 5 ihale almış ve toplam tutarı 14.7 milyon TL.

Tüm Türkiye'deki başta İstanbul İlçe Belediyeleri olmak üzere tüm kurumlardan 2010-2019 tarihleri arasında aldığı 120 ihalenin toplamı ise 1.3 milyar TL. Yani eski para ile 1 katrilyon 361 trilyon…

Akmercan adına kayıtlı olanlar sadece bu.

Mesela yine aynı aileye ait olan S.G.S.Turizm Taşımacılık Ltd. Şti var. Sahibi Cemal Akmercan. Gazi Akmercan'ın sahibi olduğu Akmercan Turizm ile Marmara Ünv. Taşıma ihalelerini birlikte almışlar. İşin ilginç tarafı yine aynı vakıf yönetiminde bulunan Sağlık Bakan Yard. Ahmet Baha Öğütken'in ablası Fatma Mehvibe Özgün bu firmanı Mali Müşaviri!

Bu kadar araştırmadan sonra diyorum ki ne vakıfmış ama!

Anlayacağınız Türkiye'de AKP'li siyasilerin tüm maddi kaynakları vakıflar üzerinden ihale alarak sağlanıyor. Millete ve seçilmiş Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'na hakaret etseler de onlar için bu feryat figanın nedeni, seçimi kaybetmeleri halinde İBB'den alamayacakları ihalelerdir aslında.
Yani bal tutan parmağını yalıyor.

Vakıflar ihaleler için kimlik onaylama yeri olmaya devam ediyor.

Yazık güzel ülkeme…


Murat Ağırel / YENİÇAĞ