25 Temmuz 2019 Perşembe

Yeni başlayanlar için 10 soruda Lozan (I-II-III-IV-V) - Aytek Soner Alpan / SOL


(I)Lozan hakkında ne 'bilmiyoruz'?

Herkesin Lozan hakkında konuştuğu bir dönemde soL Lozan dosyasını açıyor... Bugün, ne bilmiyoruz diye başlayacağız, zafer mi hezimet mi tartışmasının nereden kaynaklandığı sorusuyla bitireceğiz.

1. Lozan Antlaşması hakkında ne 'bilmiyoruz'?
Aslında tartışmaların içeriğine baktığımızda "hiçbir şey" diye yanıtlayabiliriz. Tartışmalar bomboş bir içerikle ve eğer tarih diye bir disiplin varsa, o disiplinden olabilecek en uzak mecrada yürüyor. İçeriği politikleşmiş tarihi meselelerde bu durum belli ölçülerde kaçınılmazken, bilimsellikten ve tarihsel gerçeklerden bu denli uzak tartışma memleketin düşünce dünyasındaki kurumayı da net bir şekilde gözler önüne seriyor.

Lozan Antlaşması üzerine yapılan spekülasyonlarda sık sık gündeme gelen başlıklar, antlaşmanın "gizli maddeleri" (Ayasofya'nın müze yapılması, hilafetin kaldırılması, laiklik, madencilik/petrol arama kısıtlamaları vs.) ya da antlaşmanın yalnızca 100 yıllığına geçerlilik taşıdığı gibi "meseleler" oluyor. Oysa Lozan'ın ne gizli maddeleri var ne de bir "son kullanma tarihi." Bunların iddia edilmesi cehaletten değilse, "büyük yalan söyleyin, tekrar edin, inanırlar" diyen Hitler'in propaganda bakanı Goebbels'in izinden yürümekle alakalı olabilir.

Sorumuza geri dönelim: Peki ne bilmiyoruz?

Lozan hakkında her şeyi biliyoruz. Yani bir tarihsel olay hakkında neyi ne kadar bilebilirsek, o kadar. Orijinal kopyası Fransız arşivlerinde bulunan Lozan'ın 143 madde ile 17 protokol ve sözleşmesinin her satırı biliniyor. Bu kadar da değil. Türk Delegasyonu tarafından Lausanne Palace’ta diğer ülkeler şerefine verilen ziyafetin mönüsüne kadar hemen her şeyi biliyoruz… Mesela, eski bir diplomasi geleneği olarak ziyafeti düzenleyenin ismi ana yemekte anıldığından bu ziyafette "İsmet Paşa Sülünü" servis edildiği bilgimiz dahilinde. Mönünün tamamı ise şöyle:

İçkiler: Sherry, Rüdesheimer (şarap), Cháteau Margaux (şarap), Piper-Heidsieck, brut extra 1911 (şampanya), likörler.
Mönü: Marenesse istiridyesi, kaplumbağa çorbası, chambord usulü deniz alacası (alabalık), fındık patates kızartması ile messena sığır filetosu, Polonya usulü kuşkonmaz, İsmet Paşa sülünü ile Ninon salatası, çilek melba ile Osmanlı pötifurları, seçme meyveler sepeti, kahve.

Lozan Konferansı'nın tüm tutanakları Türkçe dahil çeşitli dillerde yayımlanmış durumda. Peki bunlar Türkçe'de yeni mi yayımlanmıştır? Hayır… Devletler Hukuku Profesörü Seha L. Meray, 1969-73 döneminde bu belgeleri toplam 8 kitap halinde Türkçe yayımlamıştır. Meray, ayrıca, Osman Tuncay'la birlikte Osmanlı İmparatorluğu'nun Çöküş Belgeleri başlığıyla Mondros ve Sevr'in belgelerini de yayımlamıştır.

Lozan'a ilişkin tüm temel belgeler açıktır:
Diğer dillerdeki kaynakları geçecek olursak, konferans sırasında Türk delegasyonu ve Ankara arasındaki telgraflar Bilal Şimşir tarafından yayımlanmış durumdadır. Bu telgraflar, enteresandır, telgraf hattını denetimlerine aldıkları için İngiliz arşivlerinde de mevcuttur.

Konferans öncesinde ve sonrasında Meclis'te açık ve gizli oturumlarda yapılan tüm tartışmalar da yine yayımlanmış durumda. Bu Lozan'a has bir durum değil zira döneme ait tüm Meclis zabıtları ulaşılabilir durumda. Yakın tarihte bu zabıtlar TBMM Kütüphanesi'nin internet sitesinden erişime de açıldı. Bu zabıtlar, aynı zamanda, Taha Akyol ve Sefa Kaplan tarafından kitaplaştırıldı. Fahiş bir fiyat etiketiyle...

Lozan'a taraf olan devletlerin de arşivleri bu konuda araştırmaya açıktır. Lozan'ın çeşitli veçheleri ya da konferansın kendisi üzerine İngiltere ve Yunanistan arşivlerinde yapılmış bilimsel araştırmalar mevcuttur. Bunlardan, örneğin, Sevtap Demirci'nin kıymetli çalışması Türkçe'de Belgelerle Lozan ismiyle yayımlanmıştır. İngiliz arşivinin konuyla ilgili tüm fonları bu dönem için araştırmaya açıktır. 

Yunanistan Dışişleri Arşivi, uzun bir izin sürecine tabi olmakla birlikte, açıktır. Türkiye'de ise devlet arşivlerinin "tamamen açık" olduğu zaten resmi bir iddiadır. Konferansa gözlemci olarak katılmış olan Sovyetlere ait belgeler de Rus arşivlerinde açık durumdadır. (Hemen belirtmek gerekir ki Türkiye'nin Dışişleri Bakanlığı Diplomatik Arşivi hala kapalıdır. Yeni Türkiye'nin tarihçilerinden Cemil Koçak'ın "çok yakında açılıyor" diye yazmasının üzerinden de 1,5 sene geçti.)

Velhasılıkelam, Lozan'ın tarihsel açıdan gölgede kalan bir tarafı yoktur. Kaynaklar ortadadır. Okumak isteyen herkesin ulaşabileceği bir mesafededir. Konu üzerine, pek çok magazinel ve yalan yanlış kitap yazılmış olmakla birlikte, oldukça nitelikli çalışmalar da mevcuttur.

2. "Zafer mi, hezimet mi" tartışması nereden kaynaklanıyor?
Bu soruya verilebilecek tarihsel ve siyasal yanıtlar mevcut.
Tarihsel olarak, tartışmaya ilham kaynaklığı eden tek "kaynak" Türk heyetinde bulunan Rıza Nur'un hatıratıdır. Daha sonra Rıza Nur'un iddiaları, Mevlanzade Rıfat gibi isimlerin iddialarıyla harmanlanacak ve karşımıza Murat Bardakçı'nın --Bardakçı'nın kendisine tahammül edemesem de bu tanımlamasını pek sevdiğimi itiraf etmeliyim-- "fesli Tanzimat zamparası"  dediği "üstat" sıfatlı raporlu akıl hastalarımızdan olan, ancak ne hikmetse saraylarda ziyafet sofraları ile ağırlanan Kadir Mısıroğlu çıkacaktır.

Rıza Nur'a geri dönelim...

Rıza Nur, İzmir Suikastı'nı takip eden idamların ardından kendisinin de "rejim muhalifi" olarak adlandırılacağını ve ceza alacağını düşünerek Fransa'ya kaçmıştır. Daha sonra anılarını yazarak bu anıların 3 nüshasını Avrupa'da çeşitli arşivlere 1960'da incelemeye açılmak üzere bırakmıştır. En bilinen kopyası, British Museum'da bulunandır.

Lozan'a dönük türlü rivayetin kaynağını işte Rıza Nur'un 5 ciltlik bu hatıratının 3. cildidir. Oysa bu hatırat, her ciddi tarihçi tarafından ancak ve ancak dedikodu ve aklen çok hasta bir insanın hezeyanları şeklinde tanımlanabilir. Siyasi kısım ve iddiaları bilerek geçiyorum. Bu hatırat şunun gibi anekdotların bir toplamıdır:
(Lozan Konferansı'nda gergin dakikalardan sonra Türk heyeti salona dönüyor) Yüzümüzden bir şey anlamak istiyorlar. Dikkatle bakıyorlar. Bunların arasında Madam Bompard da var. Madam bana yanaştı:
- Rıza Nur! Apposez Votre signature! S’ilavous plait apposez!.. (orijinalinde bu şekilde yazılmış) diyor. Yalvarıyor. Elimin tersiyle suratına bir aşk edeceğim geldi. 

Madam Bompard, Fransız delagasyonundan Maurice Bompard'ın eşidir. Madam Bompard hakkında daha önce yer alan bölümde de şöyle denmektedir:

Şimdiye kadar Fransız kadınının da bu kadar terbiyesizini görmemiştim... Ka­dın... Hem resmi delege değil, nesine lâzım... Öyle kızdım ki kendi kendime: "Kadın dövülmez derler. Gel de dövme... Böylesi dövülmez mi?.. Bu nasıl saçından tutup ayağının altı­na alıp da çiğnenmez... Yer ve vaziyet müsait değil ki, hadi yap!.. Bir kıyamettir kopar. Türk vahşileri kadın dövüyor di­ye avazları çıktığı kadar bağırırlar. Sanki bu Avrupa denen toprakta yaratıldığından beri kadın dövülmemiştir. Halbuki her gün kocaları, başkaları kadınları döverler. Bunlar vahşi olmaz. Bize gelince vahşi oluruz." dedim. Bu kadın son zamanlarda bir sinir nöbeti geçiriyordu ga­liba. Menopozda mı idi ne idi bilmem!.. 

Düzey budur. Ciddiye alınabilirliği bu kadardır. Önemli devlet makamlarında bulunmuş, iddialı bir kişinin geleceğe -hem de yayımlanmak üzere- böyle notlar bırakması ve bunları bir takım çok ciddi kurumlara teslim etmesi o şahsın akli melekelerini sorguya açmaktadır.

İsmet İnönü, Mustafa Kemal hakkında söylenenler bundan daha ciddiye alınır değildir. Dolayısıyla bu hatıratın Rıza Nur'un psikopatolojik portresi dışında herhangi bir konuya kaynaklık edebilmesi mümkün değildir. Dileyen Lozan'ın resmi zabıtlarındaki Rıza Nur ile kendi anlattığı Rıza Nur'un konferanstaki konuşmalarını karşılaştırmalı şekilde okuyabilir. Aradaki açı, kaynağın güvenilirliği açısından fikir verecektir.

Meselenin siyasal boyutuna ilişkin daha önce soL'da yazılar yayımlanmıştı. Detaylara o nedenle girmiyorum. Kısaca söyleyecek olursak, Türkiye'de siyasal İslamcılığın tarih okuması, Necip Fazıl'ın "Muhasebe" şiirinde "inanmıyorum bana öğretilen tarihe!" çırpınışından ibarettir. 

Bu nedenle uydururlar. Bunun resmi tarihin "yapıntı" karakteri ile bağı çok azdır. Bu inançsızlık, o yapıntı tarihin belki de en gerçek unsurunun kendi mağlubiyetleri olmasından ileri gelir. Bu, henüz bitmemiş, bir hesaplaşmadır. Bu hesaplaşmada bir sıçramaya, zafere ihtiyaçları vardır.

(II) Lozan ve Sevr arasında pek de fark yok muydu?

Lozan hakkında sıkça karşımıza çıkan soruları yanıtlamaya devam ediyoruz. Bugünün soruları Lozan ve Sevr üzerine...

3. Lozan ve Sevr arasında pek de fark yok muydu?
Böyle saçma bir soru olabilir mi diye sorulabilir. Ancak bu deli saçması iddialar sıklıkla "muhafazakar" basında yer alıyor. Bu meseleyi, örneğin, cemaatin sabık tarihçisi Mustafa Armağan 2010 yılında sıklıkla gündeme getirmişti. Öte yandan bugün oldukça popüler olan "Sevr'i gösterip Lozan'a razı etmek" argümanı da yine içinde benzer bir ima barındırmaktadır.

Bunun için Sevr'in öngördüğü ve Lozan'la birlikte ortaya çıkan iki haritanın yan yana konulması yetecektir. Ancak mesele bundan ibaret değildir. Zira Sevr, yalnızca haritadan ibaret bir antlaşma değil değildir. 433 maddelik bu oldukça uzun antlaşmada Osmanlı topraklarının paylaşılmasının yanı sıra kalan Osmanlı topraklarının nasıl yönetileceği sorunu demiryollarındaki ray sisteminden, beyaz kadın ticaretine, arkeolojik eserlerin gaspından, salgın hastalıkların kontrolüne kadar pek çok başlıkta satır satır düzenlenmiştir.

Savaş tazminatı, kurulacak mali komisyonla bütçenin bu tazminatı ödetmek üzere işgalcilerce yönetileceği, ordunun basit bir kolluk gücüne indirgendiğini bir tarafa bırakıyorum.

Sevr, yalnız toprak bölüşümü antlaşması değil; enikonu bir sömürgeleştirme metnidir.

4. Peki Sevr'e nasıl gelindi?
Cihan Harbi, Osmanlı Devleti için fiilen Mondros Ateşkesi ile bitmiştir.
Bu mütareke, 30 Ekim 1918'de son derece ağır koşullarla ve işgalin zeminini hazırlar şekilde Osmanlı Devleti tarafından imzalanmıştır. Ateşkesin koşulları işgalin zemini hazırlamıştır zira Mondros'un 7. maddesi güvenliği tehdit eden koşullarda İtilaf devletlerine işgal hakkı vermektedir. Bu madde Nutuk'ta "dimâğı yakan ateşîn bir zehirdi" şeklinde anılmaktadır. 

Lozan'ı diplomatik hezimet olarak lanse etmeye çalışanlar, işgalcilere açık çek veren bu maddenin nasıl kabul edildiği meselesini pek gündeme getirmek istemezler.

İngiliz Amiral Somerset Gough-Calthorpe, Rauf Bey'e (Orbay) mütareke görüşmeleri esnasında, resmi değil kişisel bir konuşmada "siz bunu imzalayın, söz veriyoruz işgal olmayacak" diyerek "garanti" vermiştir. 
Hem de ne garanti…
Mondros Ateşkesi'nin imzalanmasından sayıyla 3 yazıyla üç gün sonra General William Marshall bir oldu bitti ile Musul'u işgal eder. Tek kurşun atılmadan Musul'un fiilen İngiliz işgaline maruz kalmasının öyküsü budur. Aynı günlerde Yıldırım Orduları Kumandanı olan Mustafa Kemal, İskenderun'un da işgale uğramaması, Toros geçitlerinin teslim edilmemesi için yoğun çaba sarfetmiştir.

 Mustafa Kemal'in bunun için İstanbul'la yaptığı yazışmalar pek çok kaynakta mevcuttur.

Mondros'tan kısa bir süre sonra İstanbul'un işgaline de başlanacaktır.
Vahdettin'in bu manzaraya neden olan Mondros'a dair yorumu şudur:

Bu koşulları, ağır olmalarına karşın kabul edelim. Öyle tahmin ederim ki, İngiltere'nin Doğu’da asırlarca sürmekte olan dostluğu ve lütufkâr siyaseti değişmeyecektir. Biz onların hoşgörüsünü daha sonra elde ederiz…

Yine aynı günlerde, Vahdettin bir İngiliz gazetesine verdiği ve "Osmanlı ile İngiltere arasındaki ilişkileri kuvvetlendireceğine" dair söz verdiği röportajda şunu söylemektedir:
İngiliz milletine, kuvvetli sevgi ve hayranlık duygularımı Kırım Savaşı'nda İngilizlerin müttefiki olan babam Sultan Abdülmecid'den miras aldım.

Mondros ve ardından Londra ve San Remo konferansları (Şubat ve Nisan 1920) ile Sevr'in (Ağustos 1920) tüm zemini hazırlanmıştır. Mondros'un ardından bu uluslararası konferanslara kadar geçen süre zarfında Anadolu'da işgale karşı direniş ve örgütlenme başlamış, bir sonraki bölümde değineceğimiz, temel çerçevesi Erzurum ve Sivas kongrelerinde çizilmiş olan Misak-ı Milli (kabulü 28 Ocak, ilanı 17 Şubat 1920) son Osmanlı Meclis-i Mebusanı tarafından kabul edilmiştir. Bu gelişmeler üzerine, 16 Mart 1920'de İtilaf Kuvvetleri, İstanbul'a asker çıkarmıştır. Meclis-i Mebusan tamamen kapatılır.

İşgal altındaki İstanbul'un durumunu Lord Kinross şöyle anlatıyor:
Türkler evlerine kapanmış, kendi kendilerinin gölgesi gibi, ancak ekmek almak için dışarı çıkıyorlardı. Bazıları şehre girmiş olan İtilaf Devletleri kuvvetlerinin yanında iş bulabilmek için feslerini atarak Türk olmadıklarını bile ileri sürüyorlardı. Beri yandan Rumlar, sokaklarda caka satarak dolaşıyor ve rastladıkları Türkleri, itip kakarak duvar kenarına sürüyorlar, geleni, geçeni Yunan karargâhında dalgalanan mavi beyaz bayrağı selamlamaya zorluyorlardı. Türkler bu aşağılamaya boyun eğmemek için arka yollardan dolaşmak zorunda kalıyorlardı.

Bir yandan Anadolu'da kongreler toplanıp, Meclis-i Mebusan'da yine Ankara'nın basıncı ile Misak-ı Milli kabul edilirken ve İstanbul'da böyle bir işgal havası hakimken Sevr'e giden süreçte başka neler vardır kabul edilen?

Lozan'ın efsanevi gizli maddeleri yoktur ama belgeli bir şekilde açığa çıkartılmış olan Vahdettin'in İngiltere'ye yaptığı teklif ve Vahdettin tarafından İngiltere'ye sunulan ve taraflarca kabul edilen bir gizli antlaşma vardır.

Aslı İngiliz arşivlerinde dışişleri fonunda bulunan bu belge bir dizi kitapta da yayımlanmıştır. Aralarında Doğan Avcıoğlu'nun Milli Kurtuluş Tarihi (c.1) de mevcuttur.

Uzun uzun alıntılayamayacağız ama 30 Mart 1919'da Damat Ferit eliyle Vahdettin tarafından İngiltere'ye önerilen öz olarak şudur:
İngiltere kendi çıkarlarını tehdit eden ya da uygun gördüğü yerleri 15 yıllığına işgal edebilecek, Osmanlı bakanlıklarına İngiliz müsteşarlar tayin edebilecek, her şehre valinin yanında 15 yıl müsteşarlık yapacak bir İngiliz konsolosu tayin edilecek, seçimleri ve maliyeyi İngiltere kontrol edecektir.

Buna karşılık Vahdettin saltanat ve hilafet makamlarını koruyacaktır.

12 Eylül 1919 (ne mübarek tarihmiş 12 Eylül!) tarihinde de İngiltere ile imza edilen ve bundan bir kaç ay sonra Amerikan gazetelerine sızan bir antlaşma vardır ki o da şöyledir:
1. İngiltere Hükümeti, kendi kumandası altında Türkiye’nin bütünlüğünü ve bağımsızlığını garanti eder.
2. İstanbul, Hilafet ve saltanat merkezi olacak ve Boğazlar İngiltere’nin kontrolüne bırakılacaktır.
3. Türkiye, bağımsız bir Kürdistan kurulmasına engel olmayacaktır.
4. Bunlara karşılık Türkiye, İngiltere’nin Suriye ve El Cezire hâkimiyetini sağlayacak ve hilafete ait manevi kudret ve yetkinin İngiltere’nin lehinde gerek Suriye bölgesinde ve gerekse Müslümanların yaşadığı diğer yerlerde egemen kılınmasını vaat eder.
5. Milli akımların önüne geçebilmek için Türkiye’de yeniden kurulacak olan Meşruti yönetime karşı meydana gelecek olumsuzlukları etkisiz hale getirmek için İngiltere Hükümeti bir zabıta teşkilatı kuracaktır.
6. Türkiye, Mısır ve Kıbrıs üzerindeki bütün haklarından vazgeçerek, özel ve resmi niteliği olan İngiltere Hükümeti konferansta, Türk temsilcilerinin bu yöndeki arzularını kabul edecektir.
7. Barış şartlarının tekrarından sonra padişah, dördüncü maddedeki özelliği konuşmak için İngiltere Hükümeti’yle ayrıca bir sözleşme imzalayacaktır. Bu sözleşmenin maddeleri gizli tutulacaktır.

Bu anlaşmayı imzalayan, yukarıdaki öneriyi yapan Padişah Vahdettin'in, çokça dendiği üzere, Sevr'i imzalamaması ne anlama gelmiştir?

(III)Çok tartışılan Misak-ı Milli nedir?

5. Osmanlı Sevr'i imzalamadı mı?
Lozan tartışmaları bir şekilde dönüp dolaşıp Sevr'e geliyor. O nedenle Sevr'i anlamak önemli. Bugünlerde yayılan önemli şehir efsanelerinden biri de Sevr'in Osmanlı tarafından imzalanmamış olduğu yönündeki safsata.
Dün bahsettiğimiz gibi Sevr Antlaşması, 433 maddelik ve ancak sömürgelere dayatılabilecek bir metin. Seha L. Meray ve Osman Olcay, daha önce andığımız Osmanlı İmparatorluğu'nun Çöküş Belgeleri başlıklı çalışmalarında bunu öz olarak şöyle anlatıyorlar:
...ortaya bir yenilgi belgesinin ötesinde Avrupa emperyalizminin yalnız kendi avlanma sahası saydığı Avrupa kıtasından atmaya kararlı olduğu Türkiye’ye karşı girişilmiş bir yok etme savaşının son aşaması çıkmaktadır. I. Dünya Savaşı’na son veren antlaşmalardan ne Versailles ne Saint-Germain ne de Neuilly antlaşmalarında bu derece insafsız, katı, acımasız hükümlere rastlanır. 

Sadece toprak genişliği olarak bakılacak olursa dahi Sevr'in yıkıcılığı ortaya çıkmaktadır: İktisat tarihçisi Vedat Eldem'in hesaplamalarına göre Sevr Antlaşmasıyla, İngiliz, Fransız, İtalyan ve uluslararası nüfuz bölgeleri dahil edilse bile kalan topraklar hepi topu 570 bin kilometre karedir. "Bağımsız" toprakların alanı ise 200 bin kilometre kareden biraz fazladır. Osmanlı tarihçisi Justin McCarthy'nin dediği gibi Sevr'e gelindiğinde bağımsız bir Osmanlı devletinden geriye yalnızca ismi kalmıştır.



Peki bu metin Osmanlı Devleti'nce imzalanmış mıdır?
Bu sorunun yanıtı, evettir.

Antlaşma, Osmanlı'nın da aralarında bulunduğu taraf devletlerce 10 Ağustos 1920'de imzalanmıştır. Antlaşmayı imzalayan Osmanlı delegasyonu, 
Şura-yı Devlet Başkanı Rıza Tevfik Bey, Bern Sefiri Reşad Halis Bey ve Maarif Nazırı Hadi Paşa'dan oluşmaktadır. (Sevr konusundaki bir galat-ı meşhur, antlaşmayı Damat Ferit'in imzaladığı şeklindedir. Damat Ferit, imzalayanlar arasında yoktur. Ancak Damat Ferit, "İngilizler beni pek sever" diyerek Paris Barış Konferansı'na katılmış ve ardından şamar oğlanı olarak Konferans'tan ayrılmıştır.)


Tabii, bu üçlü kafasına göre Paris'e oradan da Sèvres'e (Sevr) gitmemiş, hazır Sevr'e gitmişken buradaki porselen fabrikasında bir antlaşma imzalanacakmış "hadi, imzalayalım" dememişlerdir.

Antlaşmanın imza edilmesinin evveliyatı mevcut.
Tasarı, 11 Mayıs 1920'de müttefiklerce Osmanlı Devleti'ne tebliğ edilmiştir. Herhangi bir müzakere süreci olmamıştır. Osmanlı Hariciyesi, tebliğ edilen bu metin üzerinde bir buçuk ay boyunca (!) çalışmış ve 25 Haziran 1920 tarihinde İtilaf Devletleri'ne sert sayılabilecek bir yanıt vermiştir. Bu yanıta yine Meray ve Olcay'ın ilgili çalışmalarından ve Baskın Oran'ın "Lozan'ın Öncülü bir Onur Anıtı" başlıklı tebliğinden ulaşılabilir. Burada hemen belirtmek gerekir ki Oran'ın 1997 tarihli tebliği, "dönemin ruhuna uygun" bir tonda kaleme alınmış ve başlığından da anlaşılacağı gibi tebliğde Osmanlı Hariciyesi'nin bu adımı bir hayli abartılmıştır. 

Oysa Meray ve Olcay bu metni onurlu bir başkaldırmadan ziyade "eziklik duygularının gölgelediği bir yakarış" olarak niteler.

Burada, Hariciye Nezareti tarafından verilecek yanıtın sınırları olduğunu kabul etmekle birlikte, 1920 Haziranı'nda Anadolu'da çoktan bir ulusal direnişin başladığını hatta bir ikili iktidar durumunun ortaya çıktığını hatırlatmak gerekir. 

Zira 16 Mart 1920'de İstanbul'un işgalinin ve Meclis-i Mebusan'ın yeniden dağıtılmasının ardından 23 Nisan 1920'de Ankara'da Büyük Millet Meclisi (BMM) ilan edilmiş ve Ankara Hükümeti, 16 Mart'tan itibaren İstanbul'un aldığı herhangi bir kararın kendilerini bağlamadığını ilan etmiştir. Mahmut Goloğlu değişik bir açıdan bakarak, Ankara'da kurulan ve hala saltanatı koruma amacını taşıdığını söyleyen Meclis'le birlikte "Üçüncü Meşrutiyet"in ilan edildiğini söyler.

İtilaf devletlerine gönderilen yanıt ne Anadolu'daki direnişi ne de Mebusan Meclisi tarafından kabul edilen, bizim birazdan ele alacağımız Misak-ı Milli'yi esas alan bir metindir. Pazarlık esaslıdır. Tonu ne yönde olursa olsun, işbirlikçi karakterdedir. Oran'ın "onur anıtı" yakıştırması ve Lozan'la yaptığı mukayese en hafif tabirle abartılıdır. Şartların çok ağır olduğunu belirten bu metne, İtilaf Devletleri bir ultimatomla karşılık verir. 16 Haziran tarihli ultimatom nettir: Ya Sevr'i imzalarsınız ya topyekün işgale girişiriz.

Mütareke basınının mümtaz ismi, "yandaş"ların ecdadı Ali Kemal, Peyam-ı Sabah'ta yazdığı "Lanet! Lanet! Lanet!" başlıklı yazıda Sevr'in kabulünden başka seçenek olmadığını belirtmektedir. En gerçekçi seçenek Sevr'dir. Aynı günlerde Damat Ferit de İngiliz gazetecilere verdiği demeçte Osmanlı'nın iyi niyetine karşı yapılan dayatmaların sertliğine teessüf etmektedir. Tabii bir yandan da hükümet "kan dökülmesi taraftarı olmadığını" da yine basında sıklıkla vurgulamaktadır.

Buna mukabil, 22 Temmuz 1920'de Şura-yı Saltanat toplandı. Şura-yı Saltanat, olağanüstü durumlarda devlet ileri gelenleriyle ulemânın katıldığı, padişahın huzurunda yapılan toplantılara verilen isimdir. Meclis dağıtılmış durumda olduğu için Vahdettin, antlaşmayı 45 kişilik Şura-yı Saltanat'ın görüşüne sunmuş; şura da antlaşmayı Rıza Paşa'nın çekimser oyu dışında "zayıf bir mevcudiyeti, mahva tercih" gerekçesiyle onaylamıştır. 

"Gazeteci" Ali Kemal'in defalarca uyardığı tehdit hayata geçmemiş, Ankara taraftarları Şura-yı Saltanat'a sızamamış, Sevr kazasız belasız onaylanmıştır.
Şura esnasında, Ankara'nın Sevr'i tanımaması durumunda ne olacağı sorusu üzerine Damat Ferit şu yanıtı verir:
Hep birden elbirliğiyle çalışarak Anadolu’da isyanı bastıralım ve hem de cenab-ı hakdan ümid ederim ki basdırırız. Hiç değilse, böyle bir ümid kapısı açık bulunur.

Bir kaç kez sadrazamlığa getirilen Damat Ferit'in sadrazam olarak atanma gerekçelerinden biri zaten resmi olarak belirtildiği üzere budur: "milliyet namı altında ika edilen iğtişaşatı” (milliyet adı altında yaratılan anarşiyi) önlemek. 

Şura-yı Saltanat'tan önce ve sonra yapılan tartışamaları takip edenler bugün bazılarının Cihan Harbi sonrasında dahi cihan imparatorluğu sandığı devletin nasıl lime lime olduğunu açıklıkla görür. Cenab Şehabettin, şuranın toplanmasını "lüzumu belki var, faidesi hiç şüphesiz olmayacaktır" diye tanımlamış ve eklemiştir: "Bugünkü zavallı memleketin gerdüne-i mukaddderatı hûrde-hâş olmuştur..." (*)


Velhasıl, yukarıda fotoğraflarını da paylaştığımız kişiler, üç ahbap çavuş olarak Sevr'e gitmemiştir. Bir devlet politikası olarak yollanmıştır. "Anadolu'daki isyanı" bastırmak karşılığında şartların belki ileride yumuşatılabileceği umuduyla Sevr'i imzalamak ve memleketin anahtarını teslim etmek üzere. Padişah'ın bilgisi ve onayı dahilinde…

Sevr, 10 Ağustos'ta imzalanmıştır. 17 Ağustos'ta Kazım Karabekir, Meclis'e şöyle bir önerge sunar:
Vatansız, vicdansız, üç serserinin, yine kendileri gibi millet ve vatan ile alâkası olmıyan bir kaç kişi namına barış anlaşmasını imza ettiklerini ajansta gördük. Milli Mücadelemizde daha büyük bir azim ve imanla devama karar verdiğimizi arz ederim, İstanbul'da teşekkülünü evvelce duyduğumuz Saltanat Şurasında Türkiye'nin varlığını söndüren bu zalim anlaşmanın imza edilmesine karar ve oy veren, isimleri malûm şahısların ve anlaşmayı imza edenlerin vatana ihanet ile ittiham olunmasını ve haklarında gıyabi hüküm verilmesini, bu vatansızların isimlerinin her yerde lanetle anılmasının ilân ve tamim olunmasını arz ve teklif eylerim.

7 Ekim 1920'de kurulan Ankara İstiklal Mahkemesi 1 no'lu karar olarak Sevr'i imzalayan üç kişiyi ve Damat Ferit'i gıyaplarında yargılayarak idama mahkum eder (Belirtmek gerekir ki Kuva-yi Milliye'nin önde gelen isimleri hakkında da Nisan ayında bir Hatt-ı Hümayun yayımlanmış, ardından Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi bu isimlerin idamı için fetva vermiştir. 2 ve 11 Nisan tarihli Takvim-i Vekâyi'ye bakılabilir.).

Meclis'teki tepkilerin ne derece sert olduğunu isteyen daha önce de belirttiğimiz gibi herkese açık olan zabıt ceridelerinden okuyabilir.

Bugün cümle gericinin "ama padişah imzalamadı" diye hukuk cambazlığı limanına sığınsalar da durum apaçık ortadadır. Peki Şura-yı Saltanat ve Sevr'in imzalanmasının ardından antlaşmanın uygulanmasına dönük adım atılmış mıdır?

İstanbul Hükümeti, Şura'yı Saltanat'ın hemen ertesinde bir komisyon teşkil ederek bu antlaşmanın ne şekilde uygulanacağını belirlemek üzere Sadaret Müsteşarı Cemal Bey'in başkanlığında bir komisyon oluşturdu. Komisyon, henüz antlaşma imzalanmadan, hangi nezarete hangi görevin düştüğünü belirlemekle görevliydi. Buna mukabil her nezarette bir alt komisyonun kurulması kararı alındı. Bu komisyonlar da etüt çalışmalarına derhal başladılar. Devlet darmadağın olduğundan ötürü bu komisyonlar kısa zamanda kadük oldu.

Bu esnada, Ali Kemal'in Peyam-ı Sabah'taki "antlaşmayı uygulamak yetmez, acilen Anadolu'daki isyanı da bastırmak gerekir, yoksa başımıza iş açılacak" yollu utanç vesikası yazıları pek çok kaynakta mevcuttur.

Antlaşmanın uygulanması konusunda ısrarcı hükümet yeni çareler düşünmeye başladı. Harbiye Nazırı Ziya Paşa, Tatbikat-ı Sulhiye Komisyonu (Barışın Uygulanması Komisyonu) kurulmasını önerdi ve komisyonun çalışmasını düzenleyecek bir yönerge hazırladı. 28 Kasım'da Meclis-i Vükela bu teklifi ve yönergeyi onayladı. Ancak bu komisyon da bir türlü hayata geçirilemedi.

Antlaşmanın hayata geçirilememesinin sebebi fiilen Osmanlı Devleti'nin dağılmış ve bunu tatbik edecek otorite ve organizasyona dahi sahip olmamasıdır. Bu nedenle, antlaşma İtilaf devletlerince hukuken değil fiilen hayata geçirilmeye başlanmıştır. Zaten Yunanistan dışında başka herhangi bir taraf devletin parlamentosundan da onay almamıştır bu antlaşma.

Özetlersek, Sevr'in ölü doğan bir antlaşma olmasında İstanbul'un payına yazılacak en ufak bir durum yoktur. İstanbul bu antlaşmayı imzalamış ve her koşulda bu antlaşmanın tatbikine çalışmıştır. Ancak böyle bir yeteneği yoktur. Antlaşmanın yok hükmünde olmasının nedeni Vahdettin'in antlaşmayı onaylamamış  olması değil; Anadolu'daki direnişin Sevr'i reddetmiş olmasıdır. 

Sevr sürecinin ortaya çıkardığı tek hayırlı sonuç, Anadolu'daki direnişin Osmanlı yasallığından büyük ölçüde kopmuş olmasıdır. Saltanatın sembolük kabulu dışında, Osmanlı yasallığı ile Ankara arasında kurulan tek bağ, Ankara'nın Sevr'i de reddederken ve Sevr'den Lozan'a giderken meşruiyet kaynağı olan Misak-ı Milli'dir.

Bu da bizi bir sonraki sorumuza getiriyor.

(*) Şura-yı Saltanat konusunda daha detaylı bilgi edinmek için İbnülemin'in Son Sadrazamlar çalışmasının son cildine, Tayyib Gökbilgin'in Milli Mücadele Başlarken isimli kitabına ve Kemal Yakut'un "Müterake Döneminde Yapılan Saltanat Şûrâları" başlıklı makalesine başvurulabilir.

6. Misak-ı Milli nedir?
Gelelim çok tartışılan Misak-ı Milli meselesine.

Önceki günlerde de belirttiğimiz gibi Misak-ı Milli, Anadolu ile İstanbul arasındaki bağlantının tümüyle kopmadığı 1920 başlarında son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı tarafından onaylanan ve dünya kamuoyuna ilan edilen "kırmızı çizgiler"dir. 

Misak-ı Milli'nin temel çerçevesi Erzurum ve Sivas kongrelerinde çizilmiştir.
Burada yine altının çizilmesi gereken nokta şudur: Misak-ı Milli'nin ilanı bugünlerde yalan yanlış dile getirildiği gibi padişah ve çevresinin inisiyatifiyle değil, Anadolu'daki direnişin basıncıyla gerçekleşmiştir. Zaten bir önceki soruda, Misak-ı Milli'nin ilanı ve ardından yaşanan gelişmelerle birlikte İstanbul'un tavrının ne yönde geliştiğini özetlemeye çalıştık.

Peki Misak-ı Milli'nin ilan edilmesi nasıl gerçekleşti?

Bu konunun kimi detayları hakkında farklı kaynaklar farklı noktaları işaret etseler de, şöyle bir toparlama yapmak mümkün görünüyor:

1918'de Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasının ardından Vahdettin, Aralık ayında Meclis-i Mebusan'ı dağıtır. Yürürlükte olan anayasa gereği 4 ay içinde seçimleri yapma zorunluluğu olmasına rağmen fiili durumdan faydalanarak seçimleri yaptırmayan Vahdettin, memleketi yukarıda andığımız Şura-yı Saltanat eliyle yönetmeye başlar. Bir dizi sadrazam değişikliğinden sonra Ekim 1919'da Anadolu'daki direniş açısından halefi Damat Ferit kadar düşman olmayan Ali Rıza Paşa sadrazam olur. 

Ekim'in sonlarına doğru Ali Rıza Paşa hükümetinin Bahriye Nazırı Salih Paşa ile Mustafa Kemal Amasya'da buluşur. Bir dizi konu üzerinde anlaşan taraflar, ülkenin kaderine ancak Meclis-i Mebusan'ın karar verebileceğinde ortaklaşmıştır. Bu durumda Amasya'da gündeme gelen en temel sorun şudur: Meclis toplanmalıdır, ama nerede?

Mustafa Kemal ve aslında tüm Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti Meclis'in İstanbul'da toplanmasının işgal nedeniyle sakıncalı olduğu kanaatindeydi. Salih Paşa, Amasya'da bu görüşü kabul etmiş olsa da İstanbul'da padişahın bu yaklaşıma karşı gelmesi nedeniyle, Anadolu'da toplanacak Meclis-i Mebusan fikri suya düşer.

Bunun üzerine Kasım 1919'da Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti'nin (MHC) temsilcileri bir araya gelir ve Meclis'in İstanbul'da toplanması fikrini kabul ederler. Yalnız direnişin önemli isimlerinin, seçilseler dahi İstanbul'a gitmeleri riskli olduğundan MHC'ye yakın vekiller öncelikle kendi aralarında koordinasyon amacıyla Anadolu'da toplanacak ardından İstanbul'a geçeceklerdir. 

Gayrımüslimlerle Hürriyet ve İtilaf'ın seçimlere katılmaması neticesinde MHC'nin belirleyiciliğinde bir seçim süreci yaşanır. Bu esnada aralarında Mustafa Kemal'in de bulunduğu MHC'nin temsilcileri 27 Aralık'ta Ankara'ya geçerler. Seçilen vekiller de Ankara'ya uğrayıp ardından İstanbul'a geçmekteydiler. Ankara'da Mustafa Kemal'le görüştükten sonra İstanbul'a geçen vekillerin Meclis açılır açılmaz takip etmeleri gereken temel adımlar şunlardı:
1. Meclis'te bir Müdafa-i Hukuk Cemiyeti grubu kurulacaktı.
2. Mustafa Kemal, meclis başkanı seçilecekti.
3. Misak-ı Milli kabul edilecekti.

Misak-ı Milli olarak anılacak metnin bir müsveddesi bir grup vekile verilmiş (kimi kaynaklara göre sadece sözlü olarak iletilmiş), onlar metnin son halini vermişlerdir. Vermişlerdir vermesine ancak bu üç maddelik talimatın ilk iki maddesi hayata geçmez. Bu konuda çeşitli rivayetler varsa da burada konuyu dağıtmamak için değinmiyoruz. 

Meclis'te kurulan grubun adı MHC değil Felah-ı Vatan (Vatan'ın Kurtuluşu) olmuştur. İkincisi, Mustafa Kemal meclis başkanı seçilmez. Onun yerine FV mensubu dahi olmayan Reşat Hikmet seçime katılan 115 mebusun 65'inin oyunu alarak başkan seçilir. Reşat Hikmet'in ölmesinin ardından 4 Mart'ta Celalettin Arif Bey meclis başkanı olacaktır.

Mustafa Kemal, bu konuda Nutuk'ta adeta ateş püskürür ve talimatları yerine getirmeyenleri "imansız, korkak, cahil, nankör ve kendini beğenmiş" gibi sıfatlarla tanımlar. Grubun adını Nutuk'ta kendi deyişi ile bilerek çift l harfiyle ("bililtizam şeddeli") Fellah-ı Vatan şeklinde yazarak, grubu küçümser. Meclis'in İstanbul dışına taşınması fikri iyiden iyiye ağırlık kazanır.

Meclis içindeki macerasını uzatmadan söyleyecek olursak Misak-ı Milli, 28 Ocak 1920'de tarihinde Meclis'te Ahd-i Milli adıyla kabul edilir. Ancak bu resmi bir oturum değildir. Kaynaklarda bu oturum için gizli oturum denmektedir, ancak Meclis-i Mebusan'da gizli oturum gibi bir usul de yoktur. Ancak uluslararası kamuoyuna ilan edilmesi, İstanbul'daki vekillerin çekingen ve bir nebze ertelemeci görünen davranışları nedeniyle gecikir.

Bugün elimizde olan metnin altında dönemin 121 vekilinin imzaları vardır. 2014'e kadar kayıp olan ve hatta 12 Eylül döneminde SEKA'ya gönderildiği iddia edilen bu belge, 2014 yılında Murat Bardakçı tarafından Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüd Daire Başkanlığı'nın -kısa adıyla ATASE- arşivinde bulunarak, daha doğrusu bu arşivin yetkilileri tarafından belgenin renkli fotoğrafları "tarafına hediye edilerek" yayımlamıştır. En azından bu şekilde duyurulmuştur. Oysa Nejat Kaymaz'ın internet sitesinde aynı belgenin bir fotokopisi daha önce kamuoyuna  sunulmuştu. 29 Ocak 1920 tarihli ATASE belgesinde diğer mebuslardan ayrı olarak metnin sonunda Celalettin Arif Bey'in imzası vardır. Celalettin Arif Bey, herhalde, geçici olarak meclis başkanı görevinde olduğundan bu şekidle imzalamıştır. Ancak nedense sadece mebus sıfatını kullanmıştır.


Günümüz Türkçesi ile Misak-ı Milli'nin orijinal hali şöyledir (Daha sonra Ankara'da da kabul edilen hali küçük değişiklikler içermektedir.)

Birinci Madde-Osmanlı Devleti’nin özellikle Arap çoğunluğun yaşadığı ve 30 Ekim 1918 tarihli mütarekenin kabulünde düşman orduları işgali altında kalan kısımlarının geleceğinin, halkının serbestçe beyân edecekleri oylara uygun olarak tayin edilmesi gerekir. Sözü edilen mütareke hattının içinde ve dışında din, ırk ve ülkü birliği bakımlarından birbirlerine bağlı olan, karşılıklı saygı ve fedakârlık duyguları besleyen, ırk ve toplum ilişkileri ile çevrelerinin şartlarına saygı gösteren Osmanlı-İslam çoğunluğunun yerleşmiş bulunduğu kesimlerin tamamı, ister bir eylem ve ister bir hükümle olsun birbirlerinden ayrılamayacak bir bütündür.

İkinci Madde-Halkı özgürlüğe kavuşunca oylarıyla anavatana katılmış olan üç sancak (Kars, Ardahan ve Batum) için gerektiğinde yeniden halkın ser best oylarına müracaatı kabul ederiz. 

Üçüncü Madde-Batı Trakya’nın Türkiye ile yapılacak barışa kadar ertelenen hukukî durumunun belirlenmesi işi de, halkının özgürce beyân edeceği oylara uygun şekilde yerine getirilmelidir. 

Dördüncü Madde-İslam hilâfeti ile saltanatın merkezi ve Osmanlı hükümetinin başkenti olan İstanbul şehri ile Marmara Denizi’nin güvenliği her türlü saldırıya karşı dokunulmaz olmalıdır. Bu esas mahfuz kalmak şartıyla Ak deniz ve Karadeniz Boğazları’nın dünya ticaretine ve ulaşımına açılması konusunda, bizimle birlikte diğer bütün ilgili devletlerin müteffiken verecekleri karar geçerlidir. 

Beşinci Madde-İtilâf Devletleri ile düşmanları ve bazı ortakları arasında yapılan antlaşmaların esasları çerçevesinde, azınlıkların hakları kom şu memleketlerdeki Müslüman ahalinin de aynı haklardan istifade etmeleri ümidi içerisinde tarafımızca benimsenip güvence altına alınacaktır. 

Altıncı Madde-Millî ve iktisadî gelişmemizin imkânlarını elde etmek ve işlerin daha çağdaş ve muntazam bir yönetim ile yürütmesini başarabilmek için, her devlet gibi bizim de gelişmemizin şartlarının sağlanmasında tam bir özgürlüğe ve bağımsızlığa kavuşmamız, varlığımızın ve geleceğimizin ana ilkesidir. Bu sebeple siyasî, adlî, malî ve benzeri alanlarda gelişmemizi önleyici sınırlamalara (kapitülasyonlara) karşıyız. Belirlenecek borçlarımızın ödeme şartları da bu ilkelerle çelişmeyecektir. (28 Ocak 1920)

Metinle ilgili bir dizi sorun vardır. Bunlardan ilkini yukarıda andık. Metnin oriijnali yakın zamana kadar kayıptır, 2011'de SEKA gönderildiği iddia edilmiş, 2014'te aniden keşfedilerek basına "servis" edilmiştir. ATASE, bu önemli belgeyi neden kendisi yayımlamamıştır gibi sorular ortada durmaktadır.

İkincisi, Misak-ı Milli metni, muğlaktır. Mondros Mütarekesi'nin imzalandığı günkü sınırlarını esas almaktadır. Ancak yine de metinde "mütareke hattının içinde ve dışında" denilerek, mesele karmaşıklaştırılmaktadır. Üzerine vekillerin yemin ettikleri Misak-ı Milli neresidir?


Bu haritaya göre, hak iddia edilen noktalar bırakalım bugünkü Suriye ve Irak'ı Lübnan ve Filistin'e kadar uzamaktadır. Müdafa-i Hukuk Cemiyeti bu gösterilen coğrafyaların önemlice bir bölümünde ne örgütlüdür, ne de ilgilenmiştir. 

Bu tarihten sonra da bugünkü fotoşop akıncılarınınkinden farklı ve daha ciddi olarak çeşitli Misak-ı Milli haritaları çizilmiştir. Bunları yarın ele alacağız ancak tüm haritalar aynı metinden feyz almaktadır. Peki bu nasıl olmaktadır?

Benim kanaatim şudur: Misak-ı Milli, er ya da geç, İtilaf Devletleri ile oturulacak masada dönemin koşullarına göre müzakerelere başlanacak en geniş sınırları göstermektedir. Bir alternatif barış antlaşmasıdır. Aynı zamanda uğruna savaşılacak bir somutluğa işaret etmektedir.

Ancak sınırların nerede başlayıp nerede biteceğini esas belirleyen yeni oluşmakta olan siyasi yapının gücü, giriştiği mücadelede elde ettiği mevziler olacaktır. Bu da bizi Lozan'da çizilen sınırlara, Misak-ı Milli'nin "son haline" getirmektedir.

(IV) Türkiye Musul'u nasıl kaybetti?

7. Lozan'da Misak-ı Milli'ye ihanet mi edildi?
Dün arka planıyla anlatmaya çalıştık: Misak-ı Milli, sınırları detaylı tarif edilmiş bir harita değildir.
Ne mütareke günü Osmanlı sınırları bugün tartışıldığı biçimde bir netliğe sahiptir ne de metnin kendisinde böyle bir netlik vardır. Dolayısıyla bu metin, hem de askerî bir zafer sonrasında oturulacak müzakere masasında önerilecek alternatif plan olması itibariyle diplomatik hem de ideolojik bir işleve sahiptir. Açık açık söylemekte fayda var, tek taraflı bir beyanname olarak Misak-ı Milli'nin uluslararası bir geçerliliği yoktur.

28 Ocak 1920'de kabul edildiği biçimiyle kalan Misak-ı Milli, Cihan Harbi'nden yeni çıkmış ve işgal altındaki bir ülkenin parlamentosunun yaptığı yüksek sesli bir açıklama olarak tarih kitaplarında belki yer bulabilirdi.

Misak-ı Milli'den bahsetmek için askerî zafer ve Misak-ı Milli'yi savunan tarafın diplomatik olarak muhatap alınacağı bir masa önkoşuldur. Bunların yokluğunda Misak-ı Milli bir belge olarak anlamsızdır. Yalnızca içe dönük ideolojik ve propaganda işlevi bulunabilir. 1920'de durum budur.

Ulusal kurtuluş mücadelesinin en büyük başarısı Misak-ı Milli'yi hamasi ve nostaljik bir metin olmaktan çıkararak üzerinden siyaset yapılabilecek bir gerçek zemin haline getirmek olmuştur.

Bu noktada askerî zafer meselesini biraz açmak gerekiyor.
Ulusal direnişin, bugün ne kadar eğilip bükülürse bükülsün, iki boyutu vardı. Bu boyutlardan ilki işgale karşı yürütülürken, diğer boyut adlı adınca bir "iç savaş"tı. Ankara ve İstanbul biçiminde somutlanan ikili iktidar durumu bir süre sonra iç savaş halini almıştır.

Yukarıda anmış olduğumuz askerî ve diplomatik koşulların yerine gelerek, Misak-ı Milli'nin siyasi bir realite haline gelebilmesi, aynı zamanda bu iç savaşın kazanılması tarafından koşullanmıştır. Hem işgalcilerle askerî alanda etkili biçimde mücadele edilebilmesinin hem de Ankara Hükümeti'nin diplomatik anlamda inisiyatif sahibi olabilmesi için öncelikle İstanbul'un bileğini bükmesi gerekiyordu.

Zira Ankara'nın karşısında hem işgalcilerle askeri olarak işbirliğine giden; dahası, Sina Akşin'in deyişiyle sürekli Misak-ı Milli'den "fiyat kırarak" yani ödünler vererek işgalciler tarafından muhatap alınmaya ve Ankara'yı baypas etmeye çalışan bir İstanbul vardır.

Vahdettin, Osmanlı yasallığı içinde düşünülünce kendi mülkünden başka bir şey olmayan bugün bizim memleket dediğimiz toprağı korumak konusunda göstermediği direnci kendi titrini korumak için Ankara karşısında göstermiştir.
Burada uzun uzadıya tartışmaya fırsat yok ancak bugün Anadolu'daki mücadeleye dost bir Vahdettin çıkarmaya çalışanlara en kolay yoldan dönemin Meclis zabıtlarını okumalarını önerebiliriz. Ankara'da Meclis kürsüsünden, Mustafa Kemal ve yakın çevresi tarafından değil oldukça muhafazakar mebuslarca, hala sultan ve halife sıfatlarını elinde bulunduran Vahdettin "domuz", "bela", "taçlı hain", "kahrolası", "iyiyi ve kötüyü takdirden âciz, ecnebilere münkat bir mahlûk" gibi biçimlerde anılmaktadır.

Bütün bunlar ortalık yerde dururken masalın da bir sınırı olmalıdır.

Bu nedenlerle Ankara'nın en büyük başarılarından biri İstanbul Hükümeti'ni Lozan masasına oturtmamak olmuştur. İstanbul, bunu sonuna kadar zorlamıştır. Ve başta İngiltere olmak üzere İtilaf devletleri bunu sonuna kadar arzulamıştır. Hem Ankara hem İstanbul hükümetine Lozan'a gelmeleri için resmi çağrıda bulunmuştur. Bu haberin Ankara'da Büyük Millet Meclisi'nde ele alınması esnasında tepkiler gerçekten okunmaya değerdir.

30 Ekim 1922'de yapılan oturumda Dahiliye Vekili Ali Fethi Bey, İstanbul hükümetinin argümanlarını özetlerken araya giren vekillerin söylediklerinden kimi örnekler vermek istiyorum:

Dahiliye Vekili Ali Fethi B. (İstanbul): Fakat aynı zamanda Babıâli de davet olundu ve bize diyor ki: Babıâli eğer bu konferansa iştirak etmiyecek olursa altı asırlık hüviyet-i tarihiyesi munkariz (tarihsel kimliği son bulmuş) olacak.

Hacı Şükrü B. (Diyarbekir): Yerin dibine batsın!

Ali Fehmi Bey devam ediyor: ... Evet, sizi biz vaktiyle idama mahkûm etmiştik. Bir takım âsi ve bâği herifler idiniz veyahut adamlardan ibarettiniz.

Çorum Mebusu Hâşim Bey araya giriyor: Herifler kendileri efendim.

Ali Fehmi Bey, İstanbul Hükümeti'nin birlikte düşünüp karar verme önerisini dillendirdiğinde ise dayanamayarak araya giren Hasib Bey'in yanıtı şu olmuştur: Biz ölürken onlar baloya gidiyordu.

Saltanatın tanınmaması fikri Lozan'da temsiliyet konusu üzerinden netlik kazanırken, saltanatla bir bütün olarak görülen hilafetin ne olacağı meselesi meclis tartışmaları esnasında kendiliğinden gündeme gelir.

Erzurum Mebusu Müftü Mehmet Nusret Efendi bu konu üzerine söz alır ve hilafetin tarihini anlattıktan sonra şunu söyler: Tarihi İslâm dikkatle tetkik olunursa, hilâfeti sabihadan sonra bu imamet, bu milletin Müslümanların başına bir belâ olmuştur.

Bu oturum boyunca çok heyecanlı olan Diyarbekir Mebusu Hacı Şükrü Bey yine araya girer ve bağırır: "Belâdır belâ…" Buna karşılık Meclis'te "bravo" sesleri işitilir.

Hacı Şükrü Bey'in heyecanını anlatmak ve daha önemlisi Vahdettin ve şürekasının nasıl algılandığını göstermek amacıyla Hacı Şükrü Bey'in verdiği resmi önergeyi de alıntılayıp bu devam edelim:
   
Riyaseti Celileye
İslâm mukaddesatına ve İslâmiyete karşı şeytandan daha şeni olarak son asırda müte­caviz bir Loyd Corc türemişti. Meğer şeytan­dan, Loyd Corc’dan daha şeni alçaklar var­mış. Sorar mısınız? İşte bu vesikayı yollıyan ve düşünenler, öyle ise başta Vahdeddin oldu­ğu halde besmele ile bunları bilumum İslam­ların taşlamasını teklif ederim.30.10.1338 - Diyarbekir Mebusu Hacı Şükrü

Bu tartışmalar eşliğinde saltanat 1 Kasım 1922'de kaldırılmış ve tek meşru hükümetin Mart 1920'den bugüne kadar Ankara Hükümeti olduğu ilan edilmiş ve kabul ettirilmiştir.

Bu, yeni kurulmakta olan ülke için büyük bir diplomatik zaferdir ve fırsattır. İngiltere'nin "Bunları aynı masaya oturtur, birbirine kırdırır, hakkından geliriz" stratejisi boşa düşmüştür. Misak-ı Milli'nin masaya getirilebilmesini sağlayan bana kalırsa, bu hamle olmuştur. 11 Kasım'da Lozan'a daha  gidilmeden böyle bir kazanım elde edilmiştir. (Ankara'nın, bana kalırsa, göz dolduran bir hamlesi de barış konferansının İzmir'de yapılmasını teklif etmesidir. İngiltere ve Yunanistan buna direnç göstermişse de kabul edilmeyeceği baştan belli olan bu teklifin yapılmasındaki amaç, Ankara'nın elini kuvvetli gördüğünü hissettirmek istemesidir.)
  
Lozan'a henüz gitmeden elde edilen bir avantaj da Ankara'nın elinde tuttuğu Fransa ve Sovyet kartlarıdır. Ankara, İngiltere ve Fransa arasındaki Almanya'nın savaş borçları üzerinden oluşan gerilime akıllıca yatırımlar yapmış ve o gerilimi kendi lehine kullanmıştır. Ancak bundan daha önemlisi Ankara Hükümeti ile Sovyet Rusya arasında gelişen pragmatik dostluk ilişkisidir. Ankara, Konferans'a gözlemci olarak katılacak ve mutlak suretle Türkiye'nin tezlerini destekleyen Sovyetler sayesinde masada oldukça rahatlamıştır. Lord Curzon'un, Sovyet temsilcisi Çiçerin konuştukça "İsmet Paşa'yı dinliyor gibi" hissetmesi boşuna değildir. 

Ancak meselenin bu boyutu ayrıca ele alınmayı hak etmektedir. Özellikle Türkiye'nin Sovyetleri her an satabileceğine dair sık sık İngiltere'ye daha konferans masasında işaretler vermesi derinlemesine incelenmelidir. O nedenle geçiyoruz.  

İkinci olarak, Misak-ı Milli sınırları sanıldığı kadar net değildir dedik, ancak bugün fotoşop cengaverlerinin elinde mouse, boyadığı haritalar kadar da fantastik değildir. 

Selanik, Ege Adaları, Kıbrıs vs. kesin biçimde söyleyecek olursak Misak-ı Milli'nin konusu değildir. Bunların Lozan'da kaybedilme gibi bir durumu da söz konusu olamaz. Hakeza, hızını alamayıp Mısır'ı Lozan'da kaybettik diyenlerin ne tarih-coğrafya bilgisi ne de insafı vardır.

Lozan'dan 90 sene önce Halep'ten girip Kütahya'dan çıkarak Anadolu'yu işgal eden Mısır'ın Lozan'da kaybedildiğini söylemek düpedüz yalancılık değilse, ancak bizim yobazların Anadolu'yu işgal eden Kavalalı İbrahim Paşa'nın Hicaz'daki Vahhabi ayaklanmasını bastırarak Abdullah bin Suud'u esir alışını unutmak isterken yaşadıkları bir hafıza arazıyla açıklanabilir.

Ege Adaları ve Selanik iddiasının da benzer şekilde iler tutar tarafı yoktur. Zira buralar değil Mondros, Cihan Harbi öncesinde Osmanlı'nın elinden çıkmıştır. 

Kıbrıs da yine Osmanlı tarafından savaş neticesinde değil, Ruslara karşı kendisi desteklemesi için 90 bin sterlin gibi bir meblağa İngilizlere kiralanmıştır. İngiltere, Osmanlı'nın Cihan Harbi'ne Almanya safında katılması üzerine adayı ilhak ettiğini açıklamıştı. 
Bunlar hikayedir.
Doğu'da iş hamasete gelince "kardeş ülke, iki devlet bir millet" denen Azerbaycan'ın içlerine sokulan haritaların da (tarihsel dayanağı olmakla birlikte) Misak-ı Milli tartışmasında bir anlamı yoktur. Türkiye'nin Doğu sınırı Lozan öncesi bağlanmıştır.

Dün de adını anmış olduğumuz araştırmacı Nejat Kaymaz'ın yine ATASE arşivinden alarak yayımladığı 1919'daki son Meclis-i Mebusan seçimlerine hangi Osmanlı vilayetinden kaç mebusun seçildiği bilgisini içeren harita Osmanlı'nın o an itibariyle reel sınırları konusunda bir fikir vermektedir.


Haritada taramanın koyuluğu işgalin derecesini ve seçimlerin zorluğunu işaret etmektedir. Üzerine konuşulması gereken reel sınırlar budur.

Ancak bunun dışında, Misak-ı Milli'de atıf yapılması nedeniyle konuşulması gereken iki husus var.

Birincisi, Batı Trakya meselesidir. Batı Trakya yine Cihan Harbi öncesinde Osmanlı'nın elinden çıkmış olmasına rağmen, Misak-ı Milli'de burada halk oylaması yapılması önerisi getirilmektedir. Batı Trakya konusundaki diplomatik zorluk şuradan ileri gelmektedir: Osmanlı, Batı Trakya'yı Lozan'da Türkiye'nin muhatabı olan Yunanistan'a değil, Bulgaristan'a kaybetmiş; Yunanistan bu bölgeyi Bulgaristan'dan almıştır. Bu durum ve Türkiye'nin Yunanistan'a göç etmiş durumda olan bir milyonu aşkın Anadolu ve Trakya kökenli Rumun yeniden eski topraklarını dönmelerini istememesi, Batı Trakya konusundaki iddiasından geri adım atmasına neden olmuştur. Meselenin bu kısmına  değineceğiz.

İkinci mesele ise Musul'dur. Musul derken, kent değil Kerkük ve Süleymaniye'yi de içine alır şekilde  Musul Vilayeti kastedilmektedir. Musul'un Lozan'da kaybedildiği iddiası da, yine cahilane yorumların aksine, yanlıştır. Musul, Lozan'da kaybedilmemiştir. Lozan'da alınamamıştır. Başka türlü söyleyecek olursak, Musul meselesi, Lozan'da çözümlenememiş ve sonraya bırakılmıştır. Buna bir sonraki soruda değineceğiz.

Bunlar dışında nihayetlenmesi Lozan sonrasına sarkan bir diğer başlık Boğazlardır. Herhalde konferans süresince üzerinde en fazla tartışılan başlıklardan biri Boğazlar olmuştur. Lozan'da Boğazlar konusunda geçici bir çözüm geliştirilmiştir: Askeri olmayan gemi ve uçaklar barış zamanında boğazlardan geçebilecekti. Boğazlar tamamen askersizleştirilecek ve idaresi başkanı Türk olan uluslararası bir kurul tarafından yürütülecekti. Konferans'ta Türk heyetinin bu koşullara fit olması karşısında başından beri "Türk tezini" destekleyen Sovyet heyeti çileden çıkmıştır. Lozan koşulları, 1936 yılında bugünkü Boğazlar rejiminin kabulüne kadar sürmüştür.

Musul meselesine geçmeden önce altının çizilmesi gereken en önemli nokta, Türkiye'nin haklı bir takıntı haline getirdiği adli ve iktisadi kapütülasyonlar meselesidir. Bu mesele de Lozan'la çözülmüş ve "egemen devlet" tanımıyla tamamen çelişen bu uygulamaların tamamı kaldırılmıştır.

Lozan'da bunlar dışında yapılan bir dizi düzenleme daha mevcuttur onları daha detaylı olarak "Lozan'ın eleştirilecek başlıkları" bahsinde değineceğiz.

Gelelim Musul'a.

8. Türkiye Musul'u nasıl kaybetti?
Lozan'la birlikte Türkiye'nin sınırları netliğe kavuşuyordu. Bunun tek istisnası güney sınırıydı. Tabiri caizse, Türkiye uzunca bir süre güney sınırı olmayan bir ülkeydi. 1925 yılında basılan Yeni Türkiye Coğrafyası kitabında olan iki ve olmayan bir harita bu tuhaflığa güzel bir örnek teşkil edecektir sanıyorum.
Matbaa-i Amire tarafından basılan ve 1925 programına uygun olarak yazıldığı söylenen kitaptan iki Türkiye haritası aşağıda görülmektedir:




İlk harita bir siyasi haritadır. İkincisi ise, Türkiye'deki yolları ve limanları gösterir haritadır. Görüldüğü gibi her iki haritada da Türkiye'nin güney sınırı yoktur.

Bir de olmayan harita olduğunu söylemiştik. Ülkeyi coğrafi bölgelere ayıran ve her bölgenin haritalarını veren kitap "Otuz Altıncı Ders: Cezire-i Ulya yahud Cenub-ı Şarki Anadolu" başlığına geldiğinde harita vermeyi kesmektedir.

Bu bölümün ve kitabın en sonunda anlatılan ise Musul Vilayeti'dir ve Musul Şehri'nin bir fotoğrafı paylaşılmaktadır.

İlk gün anlattığımız gibi Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasının ardından bir oldu bitti ile fiilen İngiliz işgali altına giren Musul, 1925 yılında coğrafya derslerinde vatan toprağı olarak okutulmaktadır.

Musul'a dönük ısrar Kurtuluş Savaşı sürecinden itibaren açıkça ve pek çok kez dile getirilmişti. 1922 yılında Türkiye ile İngiltere, bir açıdan bakacak olursak daha fazla savaşmaya mecali kalmamış iki devlet, defalarca Musul'da savaşın eşiğine gelecek ve iki taraf da son kozlarını oynamak üzere adı konmamış bir savaşın içine gireceklerdir. 

İngiltere, Irak'tan ve daha öncesinde Hindistan'dan Musul'a asker yığar. Ancak bunun bir sınırı vardır zira Hint Müslümanlarının Anadolu'da yürütülen mücadeleye olan sempatisi İngiltere'nin Hindistan'daki askeri varlığını zayıflamasına müsade etmemektedir. Hatta İngiltere, Avusturalya dahil sömürgelerinden tıpkı Cihan Harbi'nde olduğu gibi asker istemiş ancak olumsuz yanıt almıştır. 

Ankara Hükümeti ise Revandız'ı Kuvva-yı Milliye kuvvetleri için bir üs olarak kullanarak Musul'da kimi zaman açıktan kimi zamansa örtük bir operasyon yürütmekte, bölge aşiretleri ile ilişkilerini derinleştirmeye çalışmaktadır. 

Tarih kitaplarında pek yer almayan ve Özdemir Bey önderliğinde yürütülen bu gayrinizami savaş konusunda ancak yakın zamanda doyurucu çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. İşin önemli tarafı şudur: İngiltere, bu mücadeleye karşı koyamayarak kademeli bir geri çekilme kararı dahi alır. Bu şekilde Süleymaniye yeniden Ankara Hükümeti'nin kontrolüne geçer. İngiltere buna karşı Arap milliyetçilerini öne sürecek, bir yandan da bölge halkına dönük olarak İstanbul ile Ankara arasında kopan bağlara dikkat çeken bir propagandaya başvuracaktır. Bu bağlar tamamen koptuktan sonra, özellikle de hilafetin kaldırılmasının ardından Anadolu'daki direnişin Musul'daki popülaritesini törpülemek için İslam kartı devreye sokulacaktır.

Kısaca söyleyecek olursak: Lozan'a gelinceye kadar iki taraf da birbirine net bir üstünlük sağlayamamışsa da Lozan masasında ilk bakışta avantajlı görünen taraf Ankara'dır. 1922'nin sonunda Özdemir Bey pek çok aşiretle anlaşmış durumdadır 

Bunun yanında İngilizlerin özellikle Kürtler arasındaki popülaritesi bir hayli düşüktür. Bunda bazı Kürt aşiretlere dönük olarak izlediği kıyıcı politikaların ve "Ermenistan" siyasetinin etkisi büyüktür. Kürtler, hem 1915 defterinin yeniden açılmasını istememekte hem de İngiltere'nin bir fırsatını bulsa yol vermekten çekinmeyeceği Ermenistan'ın gölgesinde kalacaklarından endişelenmektedirler.

Lozan'da Türkiye, öncesinde yaptığı gibi Musul'da bir halk oylaması konusunda ısrarcı olmuştur. İsmet Paşa, bölgenin nüfusunun ekseri Türklerden ve Kürtlerden oluştuğunu Kürlerin de Turani bir kavim olduğunu belirttiği bir konuşma yapmış, bundan daha önemlisi Kürtlerin Türklerle gönüllü bir kader birliği içine girdiğini belirtmiştir. Türk heyetinin esas isteği, bu argümanın kabulü ve bir halk oylamasına gidilmesidir.

Çok deneyimli bir sömürge imparatorluğu diplomatı ve siyasetçisi olan Lord Curzon ise son derece sinsi bir strateji izler. Musul konusunda İngiliz ve Türk tezlerinin zıt olduğu açıktır. Ankara'nın zayıf karnı da...

Curzon, Musul konusu kilitlenmeye yol açtığı anlarda, konferans başkanı sıfatını da etkili şekilde kullanarak masaya azınlık sorunları ve kapitülasyonlar gibi Türk delegasyonunun son derece hassas olduğu başlıkları getirerek gündem saptırır. 

Görüşmeler kopacaksa dahi bunun Musul yüzünden olmasını ve Türkiye'nin meseleyi bir oldu bittiye getirmesini engellemek ister. Zira bu savaş demektir ve hem genel olarak İngiltere hem de özel olarak Curzon savaş istememektedir. Ortadoğu'da girilecek yeni bir savaş Curzon'un siyasi kariyerini muhtemelen bitirecektir. Ancak daha önemlisi İngiltere'de ciddi ekonomik ve siyasi (İrlanda sorunu) sorunlar baş göstermeye başlamıştır. Bu nedenle savaşsız bir yol tercih edilmelidir.

Türk heyetinin, özellikle İsmet Paşa'nın da görüşmelerin kesilmemesi için sebepleri vardı. Bunların başında Meclis muhalefeti geliyordu. Ankara'da 2. Grup net bir biçimde şekillenmiş ve Mustafa Kemal'in yürüttüğü stratejiye muhalefet ediyordu. Lozan'ı muzaffer bir ordunun önünün kesilmesi olarak yorumlayan bu grup, savaşalım dendiğinde de "yok daha neler" diyordu. Ancak İsmet Paşa'nın eli boş Ankara'ya dönmesinin siyasi bir krizle sonuçlanacağı açıktı. Buna ek olarak iktisaden çökmenin eşiğine gelmiş bir Türkiye ve 1912'den beri sürekli savaş içinde olan yorgun bir halk söz konusuydu.

Lord Curzon, görüşmeleri sistematik bir içimde gerdi. Kah Ermeni meselesini, kah kapitülasyonları masaya getirerek Ankara'nın sorunların çözülmemesi konusunda ayak dirediği imajını yaratmak için özel bir çaba ve basın mesaisi izledi.

Bunun neticesinde konferansın 23 Ocak 1923 tarihli oturumunda aslında bir orta yol bulunmasını isteyen İsmet Paşa sert bir konuşma yapmak durumunda kaldı:

Kurtaracağına söz verdiği Irak halkını İngiliz Hükümeti bir an özgür ve her türlü işgalden arınmış olarak bıraksa ve memleketlerinin kaderine ilişkin olarak tam bir bağımsızlık içinde oy vermelerine izin verse idi, herhangi bir işgali, korumayı ya da mandayı isteyecek tek bir kimse bulamazdı: Çünkü bugün uluslar, kendi kaderlerini etkili olarak kendileri saptamak istemekte hiçbir koruyucu ya da kılavuz gereği duymamaktadırlar. Bütün uluslar koruma ya da uygarlık yolunda kılavuz v.b. gibi sözlerin boyunduruk altına alıcıların elinde fethedilmiş haklar siyasal ve ekonomik bakımdan yutmak için kullanılan araçlardan başka bir şey olmadığını anlamış bulunmaktaydılar.

Bundan sonraki çabalar sonuç vermez.

Son kertede Musul meselesi, tüm barış görüşmelerini kilitlemişti. Hatta aylarca sürecek bir kesintiye uğratmıştı.

Musul'da ilerlenemeden barış sağlanması imkansızdır. Tıpkı Türkiye'nin yeniden tam boy bir savaşa girmesinin imkansız olduğu gibi. Mustafa Kemal ise Musul meselesini uzun vadeye yayma taraftarıdır ve diğer sorunlar çözüldükten sonra gerekirse uygun bir askeri yöntem kullanılmasının mümkün olduğu görüşündedir.

Bu ortamda Musul konusunun ayrıca ele alınması kabul edilir ve Lozan dışında tutulmasına karar verilir.

Meclis'te muhalefetin "Misak-ı Milli'yi satıyorlar" yaygarası ile karşılanan bu yaklaşıma Mustafa Kemal, "Misak-ı Milli'nin haritası yoktur, o milletin çıkarlarıdıra " çıkacak, yarı hamasi ancak gerçekleri yansıtan bir yanıt verir. 

Meclis'te Musul üzerine yaptığı konuşmada Mustafa Kemal şunları söylemişti:

Yapılacak noktalar: Musul vilâyeti meselesinin hallini, bir sene zarfında İngilizlerle Türkiye’nin karşı karşıya geçerek intaç etmesine talik etmektir. En mühim mesele bu olarak geliyor. Buna muvafakat ettiğimizde zarar mı vardır? Kaideten şimdilik fayda mı vardır. Buna muvafakat etmezsek ne yapmağa mecburuz? Bugün suhuletle hepimiz anlayabiliriz ki, Musul’u vermemekte ısrar edersek muharebeye dâhil oluruz. Binaenaleyh, Musul meselesini bir seneye kadar halletmek üzere talik edip sulha geçmek ve muharebeyi kabul etmemek mümkün müdür, kabil midir ve faydalı mıdır? bakat lüzum görürseniz bugünden Musul meselesini müspet veya menfi bir surette hallederiz. Menfaatimiz bunu iktiza ediyor, diye buna karar verirsiniz. Bilakis Musul meselesinin hallini muharebeye girmemek için bir sene sonraya talik etmek demek, ondan sarf-ı nazar etmek demek değildir. Belki bunun istihsali için daha kuvvetli olabileceğimiz bir zamana intizardır. Bugün sulh yaparız, bir ay sonra iki ay sonra Musul meselesini halletmeye kıyam ederiz. Fakat bugün Musul meselesini halletmek istediğiniz vakit bu meselede karşınızda valnız İngiliz değil, branşız,İtalyan, Japon ve bütün dünyanın düşmanlan vardır. Yalnız karşı karşıya kaldığınız zaman İngilizlerle karşı karşıya kalacağız ve yalnız olarak İngilizlerle karşılaşacağız. Musul meselesini bugünden halledeceğiz, ordumuzu yürüteceğiz, bugün alacağız dersek bu mümkündür. Musul’u gayet kolaylıkla alabiliriz. Fakat Musul’u aldığımızı müteakip muharebenin hemen hitam bulacağına kani olamayız? Şüphesiz orada bir harp cephesi açmış olacağız. Tahlil etmiş olursanız Musul’dan sarf-ı nazar etmiş olmuyoruz. Tahlil ederseniz hudud-u milliyemiz dâhilinden bir şey bırakmış olmuyorsunuz. Belki daha kuvvetli bir mevkie geçiyorsunuz. Yani bir sene sonra harp ile geçeceğine, sulh ile geçsin, o hedefe daha iyi hazırlanıyoruz. Arz ettiğim budur.

Musul sorununun ertelenmesi sonucunda, o günün koşullarında, önemli kazanımlar içeren bir siyasi antlaşma, Lozan, imzalandı.

1926'ya kadarsa Musul sorunu, uluslararası kamuoyunun gündeminde kalmayı ve giderek komplike bir hal almayı sürdürür. Toplanıp dağılan konferanslar esnasında İngiltere, Türkiye'nin Musul ısrarına karşı yeni bir argüman bulur: Nasturiler. 

Hatta bu yönde bir isyan organize edilir. İsyan esnasında sınırın belirlenmemesini öne süren İngilizler hava kuvvetleri ile Türk kuvvetlerini vururlar. Çok öz olarak söyleyecek olursak, İngiltere Musul'u isteyen Türkiye'den Hakkari başta olmak üzere bir dizi kenti koparmaya çalışmıştır. 

İngiltere bu şekilde sistematik olarak, Türkiye'nin diplomatik çabalarını yeni sorunlar içinde boğmayı denemiştir. Tüm bölgeyi uluslararası bir sorunun parçası haline getirebileceğinin işaretlerini vererek sorunu karmaşıklaştırmıştır.

Bu sırada bir kaç kez daha İngiltere ve Türkiye Musul üzerinden askeri olarak karşı karşıya gelir.

İngiliz belgeleri, Mustafa Kemal'in 1925 yılında İbn Suud ile ortaklaşa bir Musul harekatı planladığını göstermektedir. Aynı dönemde sebebi ve motifleri hala tartışılan Şeyh Said İsyanı patlak verir. Spekülasyondan kaçarak söyleyecek olursak, Şeyh Said ayaklanması, Türkiye'nin Musul tezinin yaslandığı "Türk-Kürt ittifakı mevcut" argümanını boşa çıkarmış ve İngiltere'nin bir hayli işine yaramıştır.

Bu esnada İngiltere Nasturi meselesi üzerinden Türkiye'yi sıkıştırmayı sürdürür. 

İngiltere'nin iddiası Türkiye'nin Osmanlı'daki gibi Hıristiyanlara dönük etnik temizliği sürdürüğü yönündedir ve bu duruma uluslararası müdahale edilmelidir. Bu, Türkiye'nin korkulu rüyalarından biridir. Uluslararası müdahale çarkına bir kez girilince parçalanmadan çıkmanın mümkün olmadığı konusunda Kemalist kadroların kesin bir kanaati vardır. Hatta bu takıntı o düzeydedir ki, yine Lozan bağlamında kararlaştırılan mübadele kapsamında Türkiye'ye gelen mübadillerin sevk ve iskanında her türlü yabancı yardımı ve krediyi reddetmiştir.

Musul meselesi, 1926 yılında Cemiyet-i Akvam'a taşınır.

İngilizler bu noktadan sonra Musul meselesini Türkiye ile Milletler Cemiyeti arasındaki bir mesele gibi göstererek, Türkiye'nin dahil olmaya ve kabul görmeye çalıştığı uluslararası kamuoyunda izole etmeye çalışır. Bunda bir hayli başarılılardır da.

Bütün bu basınç altında ve İngiliz diplomasisi karşısında yaya kalan Türkiye, askeri kartını iç muhalefet ve isyanlar nedeniyle kullanamadan, İngiltere ile 1926 yılında Ankara Antlaşmasını imzalar. Türkiye bugünkü Irak sınırını kabul eder.

Musul petrollerinin satışından da  25 seneliğine belli bir pay alacaktır.

Girit'in Osmanlı'dan kopuşu döneminde bir tekerleme halkın diline pelesenk olmuştur: Sade suya tirit, gitti bizim Girit.
Biz de buna şunu ekleyebiliriz: Lozan'da alınamayan Musul, gitti usul usul.

(V) - Lozan'a nasıl bakmalı?


9. Lozan'da eleştirilecek ne vardı?
İktisadi alanda Lozan'da çok önemli kazanımlar elde edilmiştir. Henüz kurulmakta olan devletin "biçimsel egemenliğe" sahip olabilmesi için gereken asgari koşullar Lozan sayesinde sağlanmıştır. Şöyle ki; adli ve iktisadi kapitülasyonlar tamamen kaldırılmış, Düyun-u Umumiye İdaresi'nin maliye üzerindeki denetim yetkisi sonlandırılmış, ülke limanları arasındaki taşımacılık hakkı yani kabotaj yabancılara kapatılmış, ilk beş yıl gümrük tarifesinde değişikliğe gitmeme şartıyla ülkenin gümrük egemenliği tanınmıştır.

Ancak bu adımlara karşılık Lozan ve onu takip eden süreçte, Türkiye, Osmanlı dış borçlarının %67'sini faiziyle birlikte ödemeyi kabul etmiştir. Bu, bana kalırsa, Lozan'da atılan en büyük geri adımdır. 

Osmanlı ile siyasi ve ideolojik düzlemde kopuşu zorlayan yönetim, iktisadi olarak tüm hareketlerini sınırlayacak bir sürekliliği kabul etmiştir. Bu borçlardan Türkiye'nin payına 108 milyon altın Osmanlı lirası tutarında bir meblağ düşmüştür. Bu borç tutarının banknot olarak ödenmesi kabul edilmemiştir. Türkiye Cumhuriyeti, 1929'dan itibaren yedi yıl boyunca yıllık 2 milyon altın lira ödeyecek, 1936 sonrasında ise taksitler daha da artacak ve 1952 yılında 5,2 milyon altın liraya ulaşacaktı. Çeşitli iktisat tarihçilerinin yaptığı hesaba göre 1929 yılında, yani henüz işin başında borç taksidinin ödemeler dengesi üzerindeki yükü 15 milyon TL civarındaydı. Bu da ülkenin ihracat gelirlerinin %10'u gibi olağanüstü yüksek bir meblağa tekabül ediyordu. 1930'lu yıllarda bu taksitler ödenemez duruma geldi. 1936 yılında, Türkiye, Osmanlı borcunun çoğunun muhatabı olan Fransa ile anlaşarak yıllık taksitlerinin yarısını belli ihraç malları ile ödemeye başladı. 

1938'de de taksitlerin tamamının bu yolla ödenmesi kararlaştırıldı.

Burada erken Cumhuriyet dönemi iktisat politikalarının genel bir eleştirisini yapmak niyetinde değiliz. 
Ancak şu kadarını söyleyebiliriz: Lozan'ın iktisadi çerçevesinin arkasında hem Korkut Boratav'ın hem de Yahya Sezai Tezel'in açıkça işaret ettiği, Gülten Kazgan'ın da ima ettiği üzere 1908-1922 ile 1923-1929 dönemleri arasındaki zihinsel süreklilik mevcuttur. 

Kemalizmin yapmış olduğu net ekonomik tercihler 1923-1929 yılları arasındaki liberal politikalarla kapitalist kalkınma stratejisinin uzantısıdır. Hızlı sanayileşme, tarımsal üretimin hızla artırılması, ülkenin ulaşım altyapısının geliştirilmesi hedefleri mevcuttur, ancak bunlar için yeterli sermaye birikimi yoktur. Bu açığın kapatılması için liberal politikalara ve yabancı sermayeye yaslanılması fikri baskın hale gelmiştir. 

Yukarıda "biçimsel egemelik" ifadesini vurgulamamızın sebebi biraz da budur. Zira, bu egemenlik anlayışı, yabancı sermaye karşıtı ilkesel bir tavırla şekillenmemiş (kategorik olarak reddedilmesini kastetmiyorum), hatta tam tersine yabancı sermayenin ulusal ekonomiye ilişkin karar alma süreçlerinden uzak tutulması gibi aslında kapitalist ekonomide imkansız olan bir dengecilikle sakatlanmıştır (Anlatma fırsatı bulamadığımız, ama Musul sorunu ile alakalı, ABD kökenli sermaye ile girişilen Chester projesi anılabilir). 

Burada yine sınıfsal tercihlerin izlerini takip etmek mümkündür: Burada söz konusu olan, kurtuluş mücadelesi döneminde giderek daha fazla desteğine yaslanılan müslüman-Türk tüccarların ufkudur. Bu tüccarların millilikten anladıkları, yabancı sermayenin ülkedeki uzantısı durumunda olan gayrımüslim yerli sermayenin yerini almaktır. Şubat-Mart 1923 tarihli İzmir İktisat Kongresi'nin tutanaklarına göz atmak bu konuda iyi bir başlangıç noktası oluşturabilir.

Lozan konusunda ikinci eleştirilebilecek başlık, bu antlaşma ile karara bağlanan zorunlu nüfus mübadelesi konusudur.

Yunan ve Türk ulus-devletleri, ileride çıkabilecek etnik sorunları bertaraf etmek için etnik homojenleştirme taraftarı bir tutum içindeydiler. Özellikle Sovyet Rusya’nın varlığında bölgede kontrolsüz bir gelişmeyi engellemek için İngiltere de jeostratejik çıkarları gereği “stabilite”den yanaydı. Böyle bir atmosferde masaya nüfus mübadelesi fikri getirildi. 

“Getirildi” diyorum, zira fikre kimin kaynaklık ettiği yanıtlanabilmiş bir soru değil. 

Venizelos ve İsmet Paşa, daha sonra, fikrin diğer taraftan çıktığını söyleyerek bu konuda birbirlerini suçlamışlardır. Öte yandan pek çok kaynak, mübadelenin fikir babası olarak

Norveçli kaşif ve diplomat Fridtjof Nansen’i işaret etmektedir. Uluslararası mülteci rejiminin inşasında öncü isimlerden olan Nansen, mübadele kararının alınmasında ve uygulanmasında aktif rol oynamıştı. Ancak “fikir babalığı” iddiasını Nansen de kabul etmemiştir.

Çeşitli tartışmalar neticesinde 30 Ocak 1923’te Lozan’da Türk ve Rum Ahalinin Mübadelesine İlişkin Mukavelename imzalandı. 

Yani uluslararası bir kurumun gözetiminde (Cemiyet-i Akvam) gerçekleştirilecek tarihin ilk zorunlu nüfus mübadelesine karar verilmiş oldu. Sözleşmenin başlığında “Türk” ve “Rum” sözcükleri geçse  de mübadelede temel alınan kriter “din”di. 

Dolayısıyla, kimi istisnalar dışında Yunanistan’daki Müslümanlar ve Türkiye’deki Ortodoks Hıristiyanlar mübadele edilmiştir. Örneğin, Anadolu’da yaşayan, Türkçe konuşan ve Yunan harfleri ile Türkçe yazan Karamanlı Ortodoks Rumlar ile Giritçe denilen bir Yunanca ağız konuşan, pek çoğu Türkçe bilmeyen Giritli Müslümanlar da mübadele kapsamına alınmıştır. 

Bu insanların gönderildikleri yerlerde karşılaştıkları zorluklar kendi başına bir incelemenin konusu olabilir. Diğer taraftan, İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada’daki Ortodoks nüfus ile Batı Trakya’daki Müslümanlar mübadeleden muaf tutuldu. Bu topluluklar, daha sonra bu iki ülke arasındaki anlaşmazlıklarda kullanılacak "rehin toplumlar" haline gelmiştir. Mübadelenin kabul edilmesiyle birlikte Türkiye, Misak-ı Milli'deki taleplerden biri olan Batı Trakya'da halk oylaması fikrinden vazgeçiyordu. 

Bunun alternatifi savaş esnasında ve sonrasında Anadolu ve Trakya'yı terkeden 1,2 milyon Rum'un evlerine geri dönmesini kabul etmek oldu.

Biliyoruz ki nüfus mübadelesi fikri ne Türklere ne de Yunanlara yabancıydı. 1910’lu yıllarda Osmanlı-Bulgaristan, Bulgaristan-Yunanistan ve Yunanistan-Osmanlı arasında zorunlu olmayan nüfus değişimi görüşmeleri ve pratikleri mevcuttu. Dönemin diplomatik uygulamaları arasında bulunsa ve meşru görülse de böyle bir yöntem bugünden bakıldığında bir etnik temizlik yöntemi olarak kabul edilmektedir. Ancak Türk-Yunan nüfus mübadelesi ne ilk, ne de son olmuştur. 

Hindistan-Pakistan bölünmesi esnasında uygulanan ve bir felaketle sonuçlanan bu uygulama hala bir plan olarak kimi uluslararası sorunların çözümü için gündeme gelmektedir. Hatta geçtiğimiz yıllarda Mümtaz Soysal, Vecdi Gönül gibi isimler Kürt sorununun çözümü için mübadele meselesini önermişlerdir. Bu nedenle bu uygulamanın gayrı insani boyutu ve sorun çözmekten çok yeni sorunlar yaratan karakteri yüksek sesle dile getirilmelidir.

Bu konunun bir uzantısı olarak görülebilecek bir dizi başlıkta Türkiye'nin Lozan'dan gelen yükümlülüklerini uygulayıp uygulamaması gibi sorunlar bu dizinin konusu dışında kalıyor.

10. Lozan'a nasıl yaklaşmalı?
Lozan, ne resmi tarih yazımında gösterildiği gibi tarihte eşi benzeri olmayan mutlak bir diplomatik zaferdir, ne de bugün bazı aklıevvellerin iddia ettiği gibi bir hezimettir. 

Lozan, Cihan Harbi'nden yenik çıkmış, işgale uğramış ve yüzyıllardır uluslararası siyasetin dengeleri sayesinde ancak suni solunum yapabilen Osmanlı'nın ister istemez tarihsel mirasçısı olan Türkiye'nin siyasi ve iktisadi anlamda formel egemenliği konusunda önemli kazanımlarla ayrıldığı ve elbette masaya otururken ki taleplerinin bazılarından vazgeçtiği bir antlaşmadır. 

Milliyetçiliğin yayılmacı gözlüklerini çıkarıp nesnel bir ölçüyle bakılacak olursa, görülecek olan şey masaya oturmadan önceki toprak taleplerinin kimi istisnalar haricinde gerçekleştiğidir. 

Ancak Sovyet yazarı Gurko-Kryajin'in 1924'te yazdığı gibi bu antlaşma "diplomatik kançılaryalarda değil, Anadolu'nun savaş meydanlarında doğan" bir antlaşmadır. 

SSCB Bilimler Akademisi tarafından yayımlanan Ekim Devrimi Sonrası Türkiye Tarihi isimli çalışmada çok doğru biçimde ifade edildiği gibi "geçmişte Türkiye hükümetlerinin hayal bile edemedikleri Lozan zaferi, Versay sistemi savaş sonrası antlaşmalarının bir parçası olan Sevr Antlaşması'nın ortadan kaldırılması demekti".

Diğer taraftan, tüm bu tartışmaların sınıfsal bir özü olduğunu ve Lozan'a giden sürecin ardında sınıfsal akıl ve reflekslerin yattığını unutmamak gerekiyor.

Yukarıda kısaca bu sınıfsal arka planı anlatmaya çalıştık. Şunu ekleyebiliriz:
Kurtuluş mücadelesinin sınıfsal aklı, gerçekleşen devrimin anti-emperyalist karakterinin derinleşmesinden, sınıf savaşımının keskinleşmesinden ve işçi sınıfının ve köylülüğün mülk sahibi sınıflar lehine kazanımlarının genişlemesinden korkmuştur. 

Benimsenen kapitalist kalkınma stratejisi gereği mali-ekonomik bağımlılık ortadan kaldırılmamış, bunların yeni biçimlerde yeniden üretilmesinin yolları yaratılmıştır. 

Kurtuluş Savaşı'ndan başlayarak solun sistematik tasfiyesi de bu aklın çıktısıdır.
Bu sınıfsal akıl, aynı zamanda diplomatik anlamda Türkiye'yi tüm tezleriyle birlikte mutlak olarak destekleyen tek ülke olan Sovyetlerin masada yüzüstü bırakılmasında da görülmektedir.
  
Burada unutulmaması gereken noktalardan biri, Lozan'ın imzalanabilmesini sağlayan en önemli faktörlerden birinin Ekim Devrimi'nin yarattığı kırılma olduğudur. Sovyetlerin desteği ve varlığı olmadan Lozan'ın bu şekilde imzalanması, bu büyüklükte bir siyasi birimin bu coğrafyada ortaya çıkması mümkün değildi. Sınıf mücadelesinin kuralları serttir ve burada duygulara yer yoktur. Türkiye örneğinde de bu geçerlidir. Bu gerçek, Türkiye kendisini "Batı dünyası ve Hür dünyanın" bir parçası olarak kabul ettirmeye çalıştıkça, Sovyetlere dönük bir minnet değil, emperyalizme teslimiyet üreten bir motor haline gelmiştir. 
Cumhuriyeti bugün gelinen yıkımla başbaşa bırakan da tarihin bu motoru olmuştur.

Son olarak şu noktayı hatırlatmakla yükümlü hissediyorum. Falih Rıfkı'nın Batış Yılları isimli çalışmasında söz konusu dönem hakkında değerlendirme yaparken mutlaka akılda tutulması gereken şu satırlar yer alır:  
Ömürlerini yeniden yaşamak isteyenler çoktur. Bizim kuşaktan ömürlerini tekrarlamaya cesaret edenler bulunabileceğini pek sanmıyorum. On dokuzuncu yüzyılın sonlarından yirminci yüzyılın ikinci dekadına doğru nasıl olup da tarihin mezarına gömülmeden atlayabildiğimize hâlâ şaştığım kara günleri duygulu bir Türk bir daha yaşamak değil, hatırlamak bile istemez.

Naçizane tavsiyem, bu dönem değerlendirilirken bu denli büyük bir travma olduğunu da akılda tutmak gerektiğidir. Bu travmaya bugün tekrar heveslenildiği gibi haritaların yeniden çizilmesinin yol açtığının bilinciyle ve sınıf mücadelesinde duygulara yer olmadığı vurgusuyla birlikte…

Buraya nereden geldik? Lozan'ın tartışmaya açılmasıyla… Onlara dair iki kelam etmeyecek miyiz? 

Onların kim olduğunu zaten Nazım anlatmıştı:
Bursada havlucu Recebe,
Karabük fabrikasında tesviyeci Hasana düşman,
fakir-köylü Hatçe kadına,
ırgat Süleymana düşman,
sana düşman, bana düşman,
düşünen insana düşman,
vatan ki bu insanların evidir,
sevgilim, onlar vatana düşman…

Eskilerin bir dizi yazıyı bitirdiği gibi bitirelim:
Hitam

Aytek Soner Alpan / SOL (2016)

-----------------------------------------------------------


Görsel için açıklama:

Bu görsel 30 Ekim 1924 tarihli Akbaba dergisinin kapağıdır.
Görselin sağ tarafında üzerinde "Anavatan" yazan ölmekte olan yaşlı bir kadının kurumuş memelerini emen bir Siyam ikizi vardır. Birinin üzerinde "saltanat" diğerinin üzerinde "hilafet" yazmaktadır. Saltanatın tasmasını tuttuğu kedinin üzerinde ise "millet" yazmaktadır. Bu resmin altındaki açıklamada "Yedi yüz senelik Osmanlı tarihi" yazmaktadır.
Soldaki resimde de "millet", üzerinde "cumhuriyet" yazılı bebeği emziren genç annedir. Resmin altında da "bir senelik cumhuriyet tarihi" yazılıdır.




24 Temmuz 2019 Çarşamba

Doğu Akdeniz’de neler oluyor? - MUSTAFA TÜRKEŞ

Son yıllarda Doğu Akdeniz’de yaşananlar, bölgede gerginliklerin uzun süreli olacağına işaret etmektedir. Açıkça söylemek gerekirse, Doğu Akdeniz’de gerginlikler derinleşiyor, rekabet kurumsallaşıyor.

Liberal yaklaşıma göre karşılıklı bağımlılık tarafları yakınlaştırır, aralarında yeni işbirliği alanları oluşturur, böylece gerginlikler giderilir. Liberalizmin bu iddiasını doğrulaması beklenen Doğu Akdeniz örneği tam tersi bir sonuç veriyor. Doğu Akdeniz’de 
(a) fosil enerji rezervleri ve bunların Avrupa pazarına ulaştırılması için 
(b) boru hatları, tarafları işbirliğine götürmesi beklenirken son yıllarda açıkça görüldüğü üzere, tersine gerginlik derinleşmekte, rekabet kurumsallaşmaktadır.

İlki 1999’da İsrail tarafından, 2011’den itibaren ABD, sonra Britanya, İtalya ve Fransa kökenli enerji şirketlerinin Doğu Akdeniz’de ekonomik değeri yüksek fosil yakıt rezervleri bulunduğunu keşfetmeleri yalnızca bölge ülkeleri arasındaki tansiyonu yükseltmekle kalmadı, bölge dışı büyük sermaye gruplarının devreye girmesine, böylece gerginliğin genişleme ve derinleşmesine yol açtı. İşbirliği yerine gerginlik ve rekabet arttı.

Liberalizmin bir başka versiyonu bu duruma şöyle bir açıklama getirmeye çalışıyor: Bu bölge ancak bir hegemonik güç tarafından kontrol edildiğinde istikrarlı olabilir. 

Bu, açıkça emperyalizme davetiyedir!
Bu da yapıldı: Kıbrıs Rum yönetimi ve Yunanistan hükümetleri uluslararası dev enerji şirketlerini bölgeye davet ettiler, fosil yakıt arama ruhsatı anlaşmaları yaptılar. Kıbrıs Rum yönetimi 2003’te Mısır, 2007’de Lübnan, 2010’da İsrail ile Doğu Akdeniz’in ekonomik varlıklarını biçimsel bakımdan uluslararası hukuka aykırı düşmeyecek şekilde BM (1982) Deniz Hukuku Sözleşmesine dayandırarak Münhasıran Ekonomik Bölge (MEB) sınırlandırma anlaşmaları imzaladılar. Böylece tanımladıkları MEB’leri uluslararası enerji şirketlerine fosil yakıt aramak için lisansladılar. 

Kuzey Kıbrıs Türk yönetimi ve Türkiye hükümeti bu süreçte önce şaşırdı, sonra 2011 yılında aralarında imzaladıkları kıta sahanlığı sınırlandırma anlaşması ile TPAO’ya fosil yakıt arama izni verildi, böylece sismik arama gemileri bölgeye gönderilmeye başladı. Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan, AB’yi de arkasına alarak tepki göstermeye başladı.

Ocak 2019’da Kahire’de gerçekleştirilen toplantıda Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, İtalya, İsrail, Mısır ve Ürdün’den oluşan Kuzey Kıbrıs Türk Yönetimi ve Türkiye’nin temsil edilmediği Doğu Akdeniz Gaz Platformu adıyla anılan bir oluşumu başlatmaları ABD’nin devreye girişine ve gerginliğin kurumsallaşmaya ve derinleşmeye başladığına işaret etmektedir. 

25 Haziran 2019’da iki senatör tarafından sunulan “Doğu Akdeniz Güvenlik ve Enerji Ortaklığı Tasarısı” ABD senatosundan geçti. Bu tasarıya göre ABD, İsrail, Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti arasında Doğu Akdeniz’de enerji işbirliğini koordine edecek bir Merkez kurulacak. Elbette bu merkezin baskın, hegemonik aktörü ABD olacak.

Bu merkez liberalizmin bir versiyonunun öngördüğü hegemonik istikrarı sağlayabilir mi? Teorik olarak belki, ama gerçekte mümkün gözükmüyor, çünkü ABD artık eskisi kadar güçlü bir hegemon değil; ABD yanına AB’yi alsa dahi enerji denkleminde Rusya ve Çin’in izleyecekleri politikalar oldukça önemli; ABD’nin tek başına hegemonyayı belirlemesi mümkün olmaktan çıkmıştır. Kısacası, Doğu Akdeniz’de istikrar sağlamak kolay gözükmüyor.

Liberalizmin değişik versiyonları bu sorunu çözemiyor; çözemez de. Bunlar gerginliği derinleştirip, kurumsallaştırıyorlar. Böylece bölgedeki halklar ulusal düzlemde birbirine karşı mücadeleyi esas alıyorlar. Bu bir kısır döngü oluşturuyor: bugün a ulusu, yarın b ulusu diğerinin çıkarını zedeliyor, ama son tahlilde bu sistem içinde hep uluslararası tekeller kazanıyor.

Esas olarak sorunun çözümü, doğru bir başlangıç ile kapitalizme alternatif bir sistem kurmak ile mümkün olabilir. O bölgede yaşayan bütün halklar, Doğu Akdeniz’de bulunan fosil enerji kaynaklarının hak sahibidirler. Bunu başlangıç noktası olarak görmek elzemdir. Birini veya ötekini yok sayarak veya dışlayarak yeraltı kaynakları hakça dağıtılamaz. Uluslararası hukuk üzerinden yapılacak tartışmalar hakça dağıtımın garantisi değildir, zaten uluslararası hukukun varlığı, geçerliliği de tartışmalı hale gelmiştir.

Emperyalizme davetiye çıkarmak yalnızca kapitalizme hayat öpücüğü verir. Bakın Türkiye’de iktidarın düştüğü duruma; bir zamanlar emperyalizme yaslanıp alt süper güç olma hevesindeydiler, şimdi ona karşı güvence arayışındalar.

Mustafa Türkeş / SOL

Lozan’ı tartışmaya açmanın Doğu Akdeniz’deki sonuçları - BARIŞ DOSTER

Temmuz ayı, Türk tarihinin zafer ayları arasındadır. 

1908’de Jön Türk Devrimi, 
1919’da Erzurum Kongresi, 
1923’te Lozan Antlaşması, 
1926’da Kabotaj Kanunu, 
1936’da Montrö Boğazlar Sözleşmesi, 
1939’da Hatay’ın anavatana katılması, 
1974’te Kıbrıs Barış Harekâtı... 

Bu günler, tarihsel birer kırılma noktası; aşılmaz ve aşınmaz birer zafer anıtı; Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı, bütünlüğü, egemenliği ve siyasal birliğinin kilometre taşlarıdır. 

Ne var ki tarih bilgilerini ve ideolojik yönelimlerini Rıza Nur’dan (kendisi Lozan’da Türk Heyeti’nin üyesiydi), Necip Fazıl Kısakürek’ten ve Kadir Mısıroğlu’ndan alan iktidar bloku, Lozan Zaferi’ni hezimet olarak görmüştür. Lozan kahramanı İsmet Paşa’ya ve Atatürk’e hep saldırmıştır. 

Cumhurbaşkanı’nın, iki yıl önce Atina ziyaretinde, Lozan’ı bir kez daha, hem de Yunanistan’da tartışmaya açması, güncellenmesini istemesi, hafızalardadır. 


Oysa tarihi belgeler açıktır. Lozan zaferdir. Zafer olduğunun kanıtlarından biri de İngiliz arşivleridir. Bizzat İngilizler, Lozan Antlaşması’nın, kendileri açısından hezimet olduğunu belirtirler. Dahası var; Lozan’ı anlamak için, Kurtuluş Savaşı’nı iyi bilmek, Cumhuriyeti doğru anlamak, Mondros Mütarekesi’nin ve Sevr Antlaşması’nın hedeflerini gerçekçi biçimde kavramak gerekir. 


Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki Kuvayi Milliyecilerin cephede yırtıp attıkları Sevr’i, İsmet Paşa liderliğindeki Türk Heyeti de Lozan müzakerelerinde tarihin çöp sepetine yollamıştır. O Sevr Antlaşması ki, özünde emperyalizmin mastır planıdır. 

Sevr anlaşılmadan, emperyalizmin Büyük Ortadoğu Projesi, “ılımlı İslam” dayatması, Akdeniz’e açılan Kürt koridoru planı, Türkiye, İran, Irak ve Suriye’ye ilişkin politikaları, Ege’de, Akdeniz’de, Ortadoğu’da Türkiye’yi kuşatma çabaları, sözde soykırım iddialarını desteklemesi, FETÖ’nün darbe girişimi anlaşılamaz. 

O yüzden Atatürk, Nutuk’ta, Lozan müzakerelerini anlatırken, yüzyıllık hesapların görüldüğünü belirtir ve şöyle der: “Bu antlaşma, Türk Milleti’ne karşı,yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması’yla tamamlandığı sanılmış,büyük bir suikastın çöküşünü anlatan bir belgedir. Osmanlı dönemi tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal zafer eseridir.”

Lozan’a kimler karşı?“Lozan hezimettir” diyen iktidar blokuna, 
“Lozan yapay, Sevr gerçekçidir” diyen ikinci Cumhuriyetçilere, 
“Sevr, halklara özgürlük veriyordu” diyen etnik ayrılıkçılara sormak gerekir. 

Birinci Dünya Savaşı sonrası imzalanan antlaşmalardan hangisi yürürlüktedir? Bulgaristan’la imzalanan Neulliy mi? Avusturya’yla imzalanan Saint- Germain mi? Macaristan’la imzalanan Trianon mu? Almanya’yla imzalanan Versailles mı? Osmanlı’yla imzalanan Sevr mi? Bir tek, Kurtuluş Savaşı sonrasında imzalanan Lozan varlığını korumaktadır. Çünkü temelinde İstiklal Harbi vardır ve gerçekçidir.
 
O nedenle bugün Yunanistan’ın Ege Denizi’nde işgal ettiği Türk adalarını gündeme getirirken de, Doğu Akdeniz’de hakkımızı ararken de, dayanağımız Lozan Antlaşması, ilham kaynağımız Kuvayi Milliye ruhudur. 

Lozan müzakerelerinde, İsmet Paşa’nın hazırladığı konuşmayı, Bu bir konuşma değil, Türkiye’nin çektiği acıları yansıtan bir iddianamedir” şeklinde niteleyen Ali Naci Karacan’a ve “Lozan” kitabında, “Lozan, bir kelime ile söylenmek istenirse, istiklaldir” diyen Prof. Dr. Cemil Bilsel’e kulak vermek gerekir. 

Çünkü tarihini bilmeyenlerin istiklali, istiklaline sahip çıkmayanların istikbali olmaz.

Barış Doster / CUMHURİYET

Gökçek döneminden bir helikopter hikayesi - Murat AĞIREL

Cumartesi günü yazmış olduğum yazıda Ankara Büyükşehir Belediyesindeki helikopter yolsuzluğunu sizlere aktarmıştım.

Kısaca yazımı hatırlatmak gerekir ise Ankara Büyükşehir Belediyesi bir tek biri çift motor helikopter kiralama ihalesine çıkıyor. İhaleyi belediye iştiraki BELKA 1,7 Milyon TL'ye alıyor. 12 ay kiralamasına rağmen sadece 3 ay kullanılıyor. 

BELKA kiralamış olduğu helikopterleri aynı süre içerisinde bu sefer ASKİ 4,4 Milyon TL'ye kiralıyor!

Helikopterleri kiralayan Güneydoğu Havacılık firması....

Sahibi Hüseyin Sarıdağ, Genel Müdürü olarak da Hasan Sarıdağ gözüküyor.
Bu firmayı biraz araştırdım. 1999 yılında TBMM'de soru önergesine dahi konu olmuş bir firma.

1999 yılında Marmaris'te çıkan ve 50 hektar alanın kül olmasına neden olan orman yangınında Orman Genel Müdür Yardımcısı Ahmet Ulukanlıgil, ihale sürecinin ocak ayında başlamasına karşın Güneydoğu Havacılık firmasının kendilerini oyaladığını savunarak, "Bu firma bize zaman kaybettirdi. Verdiği depozito da yandı. Daha sonra firmalar fiyat yükseltti. Böyle olunca ihalenin sonuçlanması gecikti" dedi.

15.07.1999 tarihinde Bülent Akarcalı'nın Ulaştırma Bakanı'nın cevaplaması istemi ile soru önergesi verildi. O dönem Ulaştırma Bakanı olan Enis Öksüz cevap verdi.
Şöyle yazıyordu cevapta:
"Hasan Sarıdağ'ın bakanlığımızda çalıştığı süre içinde, bakanlığımızın konuyla ilgili herhangi bir ihalesi olmamıştır. Ancak, söz konusu kişinin, Orman Bakanlığı'nın açmış olduğu Orman Yangını Söndürme İhalesi'nde, bakanlığımızdan almış olduğu 6 aylık ücretsiz iznini kullandığı esnada, kardeşlerinin ortak olduğu "Güneydoğu Havacılık İşletmesi Ltd. Şti."nin vekili olarak Orman Bakanlığı ile görüşmelerde bulunduğunun öğrenilmesi üzerine, konuyla ilgili olarak Bakanlığımız Teftiş Kurulu Başkanlığı'nca soruşturma başlatılmıştır. Ayrıca, anılan şahıs, Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü'ndeki Şube Müdürlüğü görevinden alınarak, bakanlığımızın başka bir biriminde Diyarbakır Bölge Müdürlüğü'ne şef kadrosu ile atanmıştır."

Evet...

Şu anda firmanın Genel Müdürlüğü'nü yapan Hasan Sarıdağ daha önce Sivil havacılık Genel Müdürlüğü Daire Başkanı olarak görev yapmış, görevi esnasında ise kardeşinin şirketinin vekili olarak ihaleye katılmış görüşmelerde bulunmuş. Sonucunda görevinden alınmış.

Hakkındaki iddialara ise "Ben her şirketi yönlendiriyorum. İşim bu. 6 ay ücretsiz izin aldığım da doğru. Ama Genel Müdürlüğümüz taşındığı için izin almıştım" diye cevap vermiş.

Bu süreçten sonra 05.03.2008 tarihinde Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü'ne Ankara Büyükşehir Belediyesi Fen işleri Daire Başkanı İrfan Kaya atanıyor.

Tam bu sırada...

Sivil Havacılık Şube Müdürlüğü 4 Haziran 2009'da Güneydoğu Havacılık şirketine yönelik rutin bir denetim yaptı. Denetim sırasında, helikopter bakımlarının yetkisiz personel tarafından yapıldığı tespit edildi. Bunun üzerine şirketin bakım yetkisi askıya alındı ve eksikliklerin giderilmesi için süre verildi.

Şirket, bu süre içinde, yetkisiz personeli eğitiminden geçirerek ilk eksikliği giderdi. Ardından da helikopterlerin bakımlarını yeniden yaptı. Bunun üzerine, SHGM askıya aldığı yetkiyi şirkete geri verdi.

Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü 30 Aralık günü Güneydoğu Havacılık şirketine, ani bir baskın düzenledi. Denetimde yapılmamış bakımları yapmış gibi gösterdiği ortaya çıktı. Ayrıca helikopterde bakım gecikmesi yaşandığı da tespit edildi. Bunun üzerine, şirketin bakım yetkisi elinden alındı.

Uçuşları da durduruldu.

Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü'ne atanan İrfan Kaya 03.05.2011 tarihinde görevinden ayrılıyor ve EGO Genel Müdür Yardımcısı olarak göreve başlıyor. 09.02.2012 tarihinde ise ASKİ Genel Müdürü olarak atanıyor.

İrfan Kaya'nın pilot lisansı bulunuyor ve havacılık sektörüne de ayrı bir ilgisi var. Öyle ya BELKA'nın 1,7 milyona kiraladığı helikopterler 4,4 Milyona kiralamak büyük bir beceri gerektiriyor!

Havacılık aşkı öyle büyük ki Güneydoğu Havacılık ve ASKİ ortak uçuş okulu dahi kuruyor.

Hatta...

Hasan Sarıdağ okul ile ilgili "Bütün desteği ASKİ veriyor. İkisi helikopter pilotu olmak üzere toplam da 4 öğretmenle birlikte bu işi yapacağız" diye röportaj dahi veriyor.

Hasan Sarıdağ sadece Güneydoğu Havacılıkta yönetim kurulu üyesi değil aynı zamanda 19 Eylül 2011/7902 sayılı ticaret sicil gazetesine göre AZURE Havacılık firmasınında yönetim kurulunda.

Güneydoğu Havacılık 2013-2015 tarihleri arasında %90'ı ASKİ'den toplam 4 milyon 100 bin TL değerinde 12 ihale almış.

İhale konuları evlere şenlik...

Fotoğraf çekimi, katalog oluşturulması, sandviç alımı, uçak alımı işi, prefabrik bina alım işi, parke ve fayans alım işi, çelik kapı vs. vs. gibi havacılıkla alakası olmayan iş konuları...

Ben şimdi soruyorum.

Güneydoğu Havacılık şirketinde yönetim kurulu üyesi olan Hasan Sarıdağ'ın kızı ve damadı ASKİ'de çalıştı mı?

Halen çalışıyor mu?

Sayın İrfan Kaya'nın havacılık sevdası nedeni ile Ankaralı yurttaşların cebinden ne kadar çıkmıştır?

İrfan Kaya görevden alındıktan sonra bu ilişkiler mercek altına alındı mı?

ASKİ hakkında nereden tutarsak elimizde kalıyor.

(devam edecek)

Murat Ağırel / YENİÇAĞ

23 Temmuz 2019 Salı

‘Kemal Türkler kavgamızda yaşıyor’ - ŞÜKRAN SONER

Çarpıcı anıların tanıklıkları çok canlı, kalıcıdır.. Sayısız en büyük grevler, direnişler, zirvede Demir Döküm olayları.. Kanlısı, kansızı, yüz binlerin katıldığı 1 Mayıs’lar, İstanbul’un sadece DİSK’li değil, Türk-İş’li, tüm örgütlü örgütsüz işçilerinin fabrikalarını terk ederek sokaklara taştıkları, dünya emek tarihinde de bir benzeri yaşanmamış en büyük direnişin günleri, 15-16 Haziran’lar.. 

Mitingler, yürüyüşler, barış, yıldönümü etkinliklerinde stadyumlara, en büyük salonlara sığdırılamayan coşkulu işçileri hak savaşımında tane tane anlattığı cümlelerle peşinden yürüten, açıkladığı tüm örgüt kararlarının eksiksiz eyleme dönüşmesinin karşılığını alabilen lider. DİSK’in kuruluş yılı öncesinden başlayan, 12 Mart’tan 12 Eylül’e uzanan süreçlerde.. Cezaevleri, her hak savaşımının hele de emekçiler söz konusu ise en ağırı ile ödetilen sayısız çoklukta bedelleri yetmezmiş gibi..

Aradan 39 yıl geçmiş, dünün sabahında gazeteye işbaşına geldiğimde,  KemalTürkler’in, Merter’deki evinin kapısı önünde pusu terör tuzağında vurulduğu, Samatya Hastahanesi’ne kaldırıldığı haberini aldım. Zayıf bir umut, yaşıyor olabilirdi. Eşi, işçilerin Sabahat Ablası, giriş kapısında kucaklayarak karşıladı.. Üstü tepeden tırnağa kocasının kurumuş kanı içinde, ellerini açmış, yaşadıklarının şokuyla tanıklıklarını anlatıyordu..

***
12 Eylül’ün öncesinin en karanlık provokasyonlarının günleri.. Tetikçisi değil, hedef alınmış işçi liderinin kimliği, işçi sınıfının güçlü hak savaşımları algısındaki sorgulanamaz yeriydi.. Cenazesinin kaldırılmasında işçilerin katılımı, protestoları için en sıkısından yasaklar zinciri.. 

Kim dinler? İstanbul’un bilemem ne uzaklıklardan, yakın illerden fabrikalarının işçileri, işlerini kaybetmeyi, her tür cezayı göze almış olarak, işyerlerini bırakmışlar, örgütlenebildikleri kadarıyla birlikte yollara çıkmışlardı. Biz cenaze namazı için Aksaray’daki cami avlusunda iken, bugüne göre çok ilkel telsiz, telefon polis haberleşmelerinden, Saraçhane Meydanı’nı yol boyunca doldurmuş kalabalıkların sırada beklediklerini duyuyorduk. Vatan Caddesi cenaze kaldırılmadan dolmuştu, Topkapı surdışının tepeleri de öyle..
***
O kadar çok korkmuşlardı ki.. 12 Eylül darbesinin ilk icraatı DİSK ağırlıklı tüm sendikaların grevlerini yasaklamak, DİSK yöneticilerinin gözaltı ile başlayan, uzun işkenceli, darbe boyunca sürdürülen idamla yargılanmaları, DİSK’in yine Merter’de olan merkez binasının lambrileri sökülerek arkasında silah, suç kanıtı arama, tüm resmi evraklarının çuvallara doldurulup suç kanıtı yapılmaları ile başlatılmıştı.

Kemal Türkler’in dünkü anma etkinliğine katılanların içinden bile, yüzlerini anımsadığım, elbette isimlerini, işyerlerini sayamayacağım işçiler, kendileri için de çok ağır geçen işkenceli sorgulamaların ardından serbest bırakıldıkça, gazeteye uğrayıp içeriden ve dışarıdan önlerini görebilecekleri bilgileri almak üzere nasıl çırpındıklarını anımsatıyorlardı. Suç kanıtı bulunamasa, yaratılamasa da, işyerlerindeki sendikal örgütlülüğün, hak kazanımlarının kırılması yolunda adım adım şeytana papucunu ters giydirecek yollar denenmişti.. 

Dünün anma etkinliğinin havasının bir başka olabileceği, günün, dönemin ruhunu yansıtan arayışların karşılığı bir şeyler görebileceğini düşünmüştüm.. Yanılmamışım.. Anma etkinliğine kuşkusuz gönül borçları çok derin, örgütlülüğün gücü ile hak kazanmanın bilinci beyinlerine kazılı, çok ağır bedeller ödemiş olsalar da yılmamış, sevdalarından vazgeçmemiş çekirdek eski kadrolar, içlerinde yetişmiş emek, hak savaşımının ruhunu yakalamış sonraki kuşaklardan yetişmiş sendikal, siyasal kadrolar her yılın anma etkinliklerinde de varlardı. 

Yeni hava, rengi nasıl açıklayabileceğimi mi merak ediyorsunuz? Kemal Türkler’in anmasında en çok kullanılan kimi sloganlar, söylemler, aralarındaki sorgulamalı çıkışlarda ipuçları var.. Ömür boyu işçi haklarında kanlı bıçaklı olmuş, işverenlerin seçtikleri en sarısından sendikalarla bile, herkesin birden kaybedecek bir şeylerinin kalmadığı noktalarda gelinen cephe arayışlarının sorgulanması var. Kimileri isyankâr, kimileri kaçınılmaz görerek, en sert sorularını tanık gözüyle gördükleri bana da yöneltiyorlar? Korkuyla değil, çıkış yolunda ipuçları elde etme arayışlarıyla.. “Onların yüzünden kaç kere işten atıldım, hapis yattım, şimdi birlikte nasıl çıkış yolu bulacağız?”, “İki konfederasyonun metal işçilerinin birlikte işveren karşısına çıkma kararlarının haberi bile duyulmadı. Saklanıyor mu, neden?” 

En çarpıcısı henüz yan yana gelemeyeceklerini gözlemlediğim, en uç sendikal örgütlülük anlayışındaki gençlerin, işçilerin birliğinin sermayeyi yeneceği sloganıyla, Kemal Türkler ölmedi, kavgamızda yaşıyorsloganında, kendilerinin farklı kimlik, renklerinden habersiz yeni kuşak gazetecilerin karşılarında tek çizgideymişçesine algılanmaları..

Şükran Soner / CUMHURİYET

22 Temmuz 2019 Pazartesi

Erdoğan sonrasını bekleyen Avrupa - OSMAN ÇUTSAY

Ana akım medya kapatır, kapatmak ister, tamam, ama birçok şeyi de farkında olmadan açık eder; tabii sorulan sorular yetkin ve doğruysa... Sonuçta büyük sermaye ve tetikçilerinden söz ediyoruz. Halkı sömürmeye mahkûm sermaye, örtmek isterken her şeyi açığa çıkarıverir; devrimler biraz da bu sayede mümkün olur.

Somut örnek: Avrupa’nın hegemonyal merkezinde yayımlanan sağcı Die Welt gazetesi, birkaç gün önce bu tür bir açık verdi. Almanya ve Avrupa’nın en büyük medya gruplarından birinin, ülkeyi yöneten her düzeydeki teknokratlar için eski ve tövbekâr ama bazıları gerçekten yetenekli, fakat hepsi “zır antikomünist” solcuların eline bıraktığı bir gazete bu. 

Aralarında Deniz Yücel gibi Erdoğan barbarlığının acısı çekmiş, ama doğrusu “ergen sinirliliği” dışında önemli bir entelektüel katkısına tanık olmadığımız sol düşmanı tuzu kuru “multikulti” liberallerin de bulunduğu bir gazete, diyelim.

19 Temmuz tarihli sayısında, bu açıklıkta değil de, biraz satır aralarına sıkıştırarak, Türkiye’nin bir tür askeri tepkinin (biz “darbe” de anlayabiliriz) eşiğinde olduğunu, kuşkusuz sandıkla da benzer bir Erdoğan gidişinin sağlanabileceğini işledi. Bu açıklıkta değil, dedik. Ama İstanbul’da yerleşik bir güvenlik uzmanının “Asker Erdoğan’ın hedefinin ne kadar güç, hatta hemen hemen imkânsız olduğunu anlıyor” ifadelerine de yer vererek. 

Dedik ya, terbiyeli bir biçimde ve mümkün olduğunca satır aralarına sıkıştırarak. Ama “Erdoğan’ın Batı’dan koptuğu” iddiasını bir dönem İstanbul’da da bulunmuş Macar asıllı bir yazarının analizine başlık yaparak... S-400 ve F-35’lerin ateşle oynamak olduğu ilan ederek. İş, vahim.

Neredeyse Türkiye-AB-NATO ilişkilerine ayrılmış bu sayının başyazısında Erdoğan ve Türkiye, De Gaulle ve Fransa ile de karşılaştırıldı. ’Erdoğan’ın De Gaulle’ü model almış göründüğü” iddiasıyla... NATO komuta kademesinden ayrılan ve sonra sessiz sedasız dönen Fransa’ya da dikkat çekildi ve Erdoğan’ın tuzaklarına düşülmemesi istendi. “Sonsuza kadar kalacak değil” ifadesiyle “bu adam gidici” demek isteyerek, Erdoğan’ın tehlikeli oyunlarının da biteceği belirtildi falan...

Berlin çekmecelerinden alınmış bilgiler ve onayları, bu tezlerin de Berlin’de karar vericilerin dosyalarına girdiğini görüyoruz.

Bütün bu analizleri, beklentileri, tezleri birleştirebiliriz.

Kirli bir Rus ve -sanki pek farklıymışlar gibi- saçma sapan bir Putin düşmanlığıyla birleştirince, Erdoğan’ın olağanüstü riskli ve mutlaka ters tepeceği açık S-400 ısrarına Alman siyaset ve medya sınıfı farklı bir çıkış gösterse, şaşırırdık. 
Erdoğan, Alman siyaset sınıfı için -Putin ve Trump ile birlikte- çoktandır bir nefret nesnesi. Berlin ikisine söz geçiremez, iyi, peki ya Erdoğan’a veya -daha doğrusu- Ankara’ya?

Tek tek yazarlara ve analizlere değinmeksizin sorulmalı: Bu kadar açık bir şekilde ülkenin en büyük medya grubunun en prestijli gazetesinde yer alan Türkiye’nin sandık veya ordu üzerinden bir Erdoğan karşıtı müdahaleyle karşı karşıya olduğu imaları/vurguları, Erdoğan’ın sonsuza dek iktidarda kalamayacağı tespitleri, boşlukta uçup gider mi? Sonuç vermez olur mu? Bunların bir yerlerden beslenen bilgiler ve tepkiler olduğu ve bir yerleri de beslediğini görmemek için saf olmak gerekir.

DÖKÜLEN İNCİLER ÖNEMLİ
Die Welt’in eski solun bazı yetenekli döküntülerinden kotardığı yazarlarının yumurtladığı incileri tamamlamaya çalışalım; hadi bizim çıkardığımız sonuç olsun: Alman medyası ve siyaset sınıfı, Türkiye’de Erdoğan karşıtı bir müdahale beklentisi içinde. Bu İmamoğlu da olabilir, ordu içinden bir itiraz da... Analizleri iç içe okuyunca, olup bitenleri yakından izledikleri ve çok da ters bir noktada durmadıkları anlaşılıyor. Daha açık olsun: Erdoğan gidecek, ama yerine gelenler NATO’cu, AB’ci ve ordu içinden destekli olacak. “Berlin aklı”, ipleri her an elinden kaçırabilecek bir Ankara ve iyice zayıflamış bir Erdoğan resmi veriyor. Bu, burada kalmaz.

Eski Alman solunun içinden ve daha sonra da Der Spiegel’in başından gelmiş “hara sahibi” Stefan Aust’un yönetimindeki bugünkü Die Welt, ille karşılaştırmak gerekirse, şöyle bir gazete: Ertuğrul Özkök, Sedat Ergin, hatta biraz Faik Öztrak, bol bol Ruşen Çakır, Murat Yetkin, Kadri Gürsel, Can Dündar ile eski Taraf ve halen içerideki-dışarıdaki liberal Cumhuriyet  yazarlarını bir şişeye koyup iyice sallayın, sonra da bunu 10’la falan çarpın, işte böyle düzeyi temsil eden bir sağcı gazete. 

Yönetenleri hedefliyor ve zaman zaman yetkin analizlere dayalı yeni bir gazetecilik anlayışını da temsil ediyor. Her sayfada bir veya birkaç geniş haber-analizlerle kotarılıyor. Günlük dergi gibi bir deneme bu. “Komutan” Stefan Aust, 15 Temmuz’dan birkaç hafta sonra bunun bir Erdoğan-Hakan Fidan darbesi olduğunu, elinde de bir yabancı istihbarat örgütünün o günkü Ankara’yı dinleme raporlarının bulunduğunu belirterek yazmıştı. Bu haberi soL’dan başka bir yerde görmek mümkün olmadı.

Ondan önemlisi, şu: Ülkenin en büyük medya grubunun prestij için ve yöneten teknokratlara seslenmek amacıyla çıkardığı böyle bir gazetede, bu kadar açık beklentilerle Erdoğan iktidarının sonunun geldiğinin iddia edilmesi, cepheden saldırıya geçilmesi, biraz tuhaf. Sağcılıkta birbiriyle yarışan iki küme bunlar.

Demek Türkiye’de toplumsal bir altüst oluşun başladığını herkes görüyor. İmamoğlu sevinçle kayıtlara geçirilmiş durumda. Eğer bu yılı çıkarabilirse, önümüzdeki 10-20 yılda Türkiye’nin yönetiminde ciddi bir imzası olacağını düşünüyor Berlin. Ama o olmazsa, askeri-sivil bürokrasiden yakında bir tepki çıkacağına inandıklarını satır aralarından okuyabiliyoruz.

Bir parçalanmayı beraberinde getirecek Erdoğan karşıtı yükselişi ve öyle bir dönüşümü nasıl bir Syriza’nın taşıyacağını arıyor olabilirler. Üniformalı mı üniformasız mı bir Syriza aranıyor? Henüz bu konuda kesin bir belirleme yok. Bir Sisi’ye fazla itiraz etmeyeceklerini zaten biliyoruz.

ERDOĞAN YOLUN SONUNDA DA...
Geldiğimiz nokta şu: Bir gazetenin satır aralarına bakarak, Berlin için Erdoğan Türkiyesi’nin  yolun sonuna geldiğini, bu nedenle böyle açık bir biçimde cephe aldığını söyleyebiliriz. Bu, bir sinyal. Erdoğan’ın yıktıklarını derleyip toplayacak bir kadro arıyor olmalı Berlin ve Avrupa. Var mı böylesi?

Türkiye kapitalizminin dikiş tutabileceğini düşünenler olabilir.

Türkiye’de bir Yugoslavya faciasının yaşanabileceğini not aldıklarını söyleyebiliriz. Bir Srebrenitsa senaryosu sahneleyebilecekleri de düşünülebilir. (İşin ardını araştırmadan, Alexander Dorin ve hatta Daniele Ganser’e hiç bakmadan, Batı medyasından ne duydularsa üzerine atlayarak Srebrenitsa’nın “Sırpların bir soykırımı” olduğu senaryosuna sarılan, karşılıklı savaş suçları işlendiğini duymak bile istemeyen, İzzetbegoviç gibi bir tescilli faşisti adamdan sayan “demokrat solcular” bizde de bol bol var; demek toprak verimli...) AB’de 2008’den beri bir türlü bitmeyen finans krizinde, Almanya’nın bile bu yıl resesyona gireceği beklentilerinin ayyuka çıktığı koşullarda, Türkiye’deki çözülmenin AB’ye olumsuz yansımayacağına inanıyorlar.

İplerin, NATO ve AB yanlılarının eline geçeceğinden eminler.

Batı demokrasilerinin, daha doğru bir adlandırmayla emperyalizmin, daha şimdiden parça pinçik olmuş Türkiye’de çekilecek acılara üzüldüğünü düşünen varsa, çok yanılıyor. Zengin mutfağına kan sıçramasın, gereğinden fazla sığınmacı da kapıya dayanmasın, Türkiye kökenliler Almanya Avrupası’nda birbirine girmesin yeter. Kapitalizmin kadroları Türkiye’de de Batı’da da yeterince dar kafalıdır.

Özetin özeti: Avrupa Almanyası’nın egemen medyası, Erdoğan Türkiyesi’nin bittiğinden hareket ediyor artık.

Yıkıntının altında kimlerin kalacağı ise hiç umurunda değil. Avrupa Almanyası’nın ve çevresindeki ufarak uydu zenginlerin rahatsız edilmemesi halinde, her türlü kanlı oyun oynanabilir, gerisi vız gelir tırıs gider.

İşte bunun için önemli, sosyalist bir Türkiye tasarımı ve bunun için çok önemli düzenlenecek planlama toplantıları. Mesela Bilim ve Aydınlanma Akademisi’nin “Sosyalist Gelecek ve Planlama Sempozyumu”...

Ufuk karanlık görünebilir. Ama memlekette umut da var. Umutsuz yaşanmıyor...

Osman Çutsay / SOL

‘Durum’ üzerine spekülatif düşünceler(I-II) - ERGİN YILDIZOĞLU

(I)

Yenilenen İstanbul belediye seçimlerinin sonuçları belli olduktan sonra, 26 Haziran’da  Washington Institute’de yapılan bir panelde Alan Makovsky, Türkiye’de ekonominin ve politikanın dengesiz bir döneme girdiğini” vurguluyor,Türkiye’nin tarihini düşününce, bu dengesizliğin yasadışı işler için bir formül oluşturmasından” korktuğunu söylüyordu. 


Alan Makovsky, 1990’lardan bu yana ABD dışişleri ve istihbarat çevrelerine Ortadoğu ve Türkiye konularında danışmanlık yapan, Washington Institute’ün kurucularından çok deneyimli bir “siyasetçi”; sözlerini dikkate almak gerekir.

‘Durumun’ bileşenleri 
Artık “Orta dönemdeyiz” derken (01.04.2019) aslında Makovsky’nin de vurguladığı dönemin, “durumuna” tabii kendi “teori çantamdaki” aletleri kullanarak işaret ediyordum. O saptamamdan bu yana gelişmeler, “durumun” bileşenlerini zenginleştirerek ve karmaşıklaştırarak devam ediyor. 

Daha önceki saptamalarımı tekrarlamadan, üç gelişmeye dikkat çekerek devam edeyim. 
(1) Eski AKP’li liderlerin AKP’ye “alternatif” olma iddiasıyla yeni bir parti kurma çabaları hızlandı. 
(2) AKP Meclis grubu içinde vekillerin “bu başkanlık sistemi bizi işlevsizleştirdi” gibisinden yakınmaları, “revizyon”, “rehabilitasyon” arzuları, egemen sermayeden sonra, yerel/bölgesel Anadolu burjuvazisinin de AKP liderliğine olan güveninin aşınmakta olduğunu düşündürüyor. Ne de olsa bu milletvekilleri ile o burjuvazi arasında organik (finansal, akrabalık, kültürel) bir bağ var (aynı “habitus”u paylaşıyorlar).
AKP liderliğinin, uluslararası ve yerel egemen sermayenin isteklerine karşın faizleri indirmekteki ısrarı, bu yerel/bölgesel burjuvaziyi “iktidar bloku içinde” tutma kaygısıyla da ilişkilendirilebilir. Ancak faizleri indirmek, ithalata bağımlı ekonomide kayda değer bir rahatlama yaratmayacak; aksine getirdiği belirsizlik, yan etkileri, bu yerel/bölgesel burjuvaziyi de vuracak. 
(3) S-400’ler, Doğu Akdeniz krizleri AKP Türkiyesi’nin bir jeostratejik kavşağa, iki iskemleye birden oturma döneminin sonuna geldiğini gösteriyor. (1) ve (2) kolaylıkla birleşebilir; 3. gelişme bu birleşmeyi hızlandırmakta bir katalizör işlevi görebilir.

Analize spekülatif bir ‘giriş noktası’ 
AKP’ye alternatif yeni parti kurma projesinin lideri Babacan’ın, Devlet Başkanı  Erdoğan’ı ziyareti sırasında, sarf edilen “ümmeti bölmeyin” ve “fazla da gecikmeyin” sözleri arasındaki çelişki bu “durumun” potansiyellerine ilişkin bir analize giriş noktası olabilir. Bu çelişki bir “bilişsel uyumsuzluğa” mı (cognitif dissonance) işaret ediyor? Öyle ya adeta “ümmeti bölmesinden korkulan” harekete “elinizi çabuk tutun” diyor. Ya da bu çelişki bir diyalektik hareket potansiyeli taşıyor.

Erdoğan’ın siyasi tecrübesini ve oyun kurma kapasitesini düşününce “bilişsel uyumsuzluk” olasılığı bana gerçekçi görünmüyor. Bence “diyalektik hareketpotansiyeli” olasılığı üzerinde düşünmek gerekiyor. 

Makovsky’nin korkularından hareketle şöyle düşünebiliriz: İktidarını, giderek çekirdek taraftarının desteğine ve “ümmet” düşüncesine dayanarak korumaya kararlı görülen AKP liderliği, tatsız sürpriz olasılıklarını azaltmak için, “Millet” düşüncesine daha yakın, kendine özgün bir tarihi, devlet ilişkileri olan MHP’ye bağımlılıktan bir an evvel kurtulmayı istiyor olabilir. 

Erdoğan MHP’nin boşaltacağı yeri, egemen sermayenin desteğini almış, yerel/ bölgesel burjuvaziyi, “liberal” çeperinden kaçanları toplayabilecek bir parti ile  koalisyonu  koymayı düşünüyor olabilir. Bu da zaten AKP kurulurken, liberallerin desteğiyle zımnen kurulmuş bir koalisyonun, bu kez resmen kurulması anlamına gelecektir.

Ancak, o panelde Makovsky’nin yanında oturan TÜSİAD temsilcisi  Kemal Kirişçi’nin,  İmamoğlu heyecanı, AKP’nin fabrika ayarlarına dönme olasılığına uzaklığı, Erdoğan’a güvensizliği, bu projenin başarı şansının yüksek olmadığını düşündürüyor. 

O zaman da yine Makovsky’nin, “dengesiz döneme”, bu dengesizliğin “yasadışı işler için bir formül oluşturmasına” ilişkin korkusuna geliyoruz. Bu noktada da “iktidarı” bir kenara bırakıp, muhalefetin sorunları üzerinde yoğunlaşmak gerekiyor.


(II)

Ülkede, denetim altına alınamayan, “kanayarak” devam eden bir ekonomik kriz var. AKP Türkiyesi, “S-400”, “Doğu Akdeniz”, İdlib ve Erbil suikastının gösterdiği gibi, ekonomik sonuçları olması kaçınılmaz jeopolitik krizlerle yüz yüzeYakında bunlara  Umman Körfezi’nde bir yenisi eklenecek. Bu sırada, AKP’de temsil edilen siyasal İslam, iktidarının iyice daralan zemini yeniden genişleme çabası içinde.

Bu resmin muhalefet kanadında, İstanbul belediye seçimlerinde yeni bir enerji kazanmış, umutlu beklentiler içinde, ancak henüz bir yol haritasından yoksun, bir kitle, siyasi partiler ve gruplar var. 

Hiçbir “durum” kalıcı değildir. Bu “durumun” içinden çıkılırken, muhalefet, çıkış sürecine Makowsky’nin korktuğu “yasadışı işleri” önleyebilecek, çıkışın yönünü belirleyecek biçimde müdahale edebilmek için, “durum” içindeki olanakların özelliklerini doğru değerlendirmelidir.

İki ders 
Gerek AKP yükselir, siyasal İslamın iktidarı yerleşirken, gerekse de Yunanistan’da Syriza yükselir “bir tarihsel blok“ kurma fırsatı şekillenirken, her iki ülkede de muhalefetin, çok parçalı yapısını aşamadığı, güçlerini birleştiremediğini biliyoruz. 

Buradan çıkacak en önemli ders siyasi partilerin ve grupların liderlerine ilişkindir.
Evet, siyasi gruplar, örgütler, partiler gereklidir, ama bunlar aynı zamanda kendi yapılarını korumaya öncelik veren “muhafazakâr” eğilimler taşırlar (Rosa Luxemburg, Simon Weil). Grupların liderliklerinin bu eğilimlerin ayırdında olması, kendi “özgün” çıkarlarını andaki “durumun” acil sorunlarına cevap verme sorumluluğunun, temsil etme iddiasında oldukları sınıf ve tabakaların, o durum içindeki genel çıkarının önüne koymaktan kaçınmaları gerekiyor. Liderler, sıradan bireyler, “durumun” ortaya koyduğu siyasi toplumsal sorunlara, ait oldukları grup ya da partileri bir an için unutarak, “toplumun ve adaletin yararına ne yapabilirim” sorusuyla yaklaşmalıdırlar.

Bir yanılsamaDurumun”, özelliklerinin ürünü “siyasi alan”, ekonomik kaygılar kadar, hatta daha da fazla iktidarını korumaya çalışan siyasal İslamın, yeni bir şekillenme arayan büyük sermayenin arzularını, jeopolitik sorunların körükleyeceği milliyetçi şoven duyguları da içeren bir ideolojik kültürel iklimle birlikte var oluyor. Ekonomik sorunlar, kaygılar bu iklimin içinde anlamlandırılıyorlar.

Muhalefetin bu iklimde başarılı olabilmek için kavraması gereken gerçek şudur: İnsan ile hayvan arasındaki fark: Açlık tokluk, barınma, türünü yeniden üretme sorunları değil, bir “simgesel sisteme” sahip olduğu için bu sorunları, adalet kavramıyla birlikte konuşma kapasitesi ve arzusudur. 

Kararlarını, tercihlerini, ekonomik çıkarlarına göre değil, ahlaki kültürel değerlere göre belirleyen entelijansiya, bu farkı sık sık unutur; büyük bir bilgiçlikle, biteviye halkın tercihlerini ekonomik kaygılarla ekmek peynir kaygısıyla yaptığını varsayar. 

Halkın ahlaki değerlere sahip bir kültür içinde var olan bireylerin toplamı olduğunu unutur. Böylece, farkında olmadan, kendisini “etik özne”, halkı da biyolojik varlıkların (haz ilkesine göre yaşayan bireylerin) toplamı olarak tanımlar. 

Üstelik, entelijansiya bunu yaparken kendine dayanak olarak Marx’ı aldığına inandığı için çok rahattır. 

Halbuki Marx, halkı oluşturan bireylerin bilincini toplumsal varlığının belirlediğini vurgular. Toplumsal varoluş ise her zaman kültürel (simgesel) veetik bir varoluştur.  

Freud’dan sonra da, insanın her zaman “rasyonel” davranmadığını “bilinçdışı” olarak tanımlanan bir yerden gelen etkiler altında, “bölünmüş” bir varlık olarak davrandığını biliriz. Bilinçdışı da simgeseldir. 

Bu nedenlerle, muhalefetin başarısı, güçlerini birleştirebilmesine ve ekonomik kaygıları anlamlandıran kültürel ortam içinde, siyasal İslamın, şoven milliyetçiliğin, liberalizmin (üçü de ekonomik kaygıların farklı ifadeleridir) söylemine karşı, kültürel ve etik sorunları, adalete ilişkin kaygıları kucaklayan bir karşı söylem ve tarz üretebilmesine bağlı olacaktır. 

İstanbul belediye seçimleri, haksızlığa karşı öfke ve “her şey çok güzel olacak”  umuduyla kazanılmadı mı?

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

MEB Suriyeli çocuklar için 234 Milyon TL harcadı (1) - Murat AĞIREL

YKS sonuçları açıklandı. Durum hiçte iç açıcı değil.

Abbas Güçlü sosyal medya hesabından bilgileri ve sonuç analizlerini paylaştı.
Sonuçlara göre sınava giren çocuklarımız 1. oturum olan TYT'de 40 Matematik sorusundan 5.6'sına, 20 fen sorusundan 2.2'sine, 20 Sosyal Bilgiler sorusundan 4.6'sına, 40 Türkçe sorusundan 14.6 sına doğru cevap vermiş.

Tabii insanın aklına "Milli Eğitim Bakanlığı ne yapıyor?"sorusu geliyor.

Ben de bu soruların cevaplarını araştırırken yukarıda anlattıklarım ile çok bağdaşmayacak olan oldukça ilginç bazı verilere ulaştım. Çıkan sonuca inanılmaz şaşırdım. Siz de okuyunca çok şaşıracaksınız.

Beni "linç etmeden" önce anlatmaya çalıştığım ayrıntıları anlayacağınızı umut ediyorum.

Milli Eğitim Bakanlığı ve bağlı Milli Eğitim müdürlüklerinin okuyan çocuklarımızın okullarına gitmesi için servis tahsis ettiğini duydunuz mu?

Ben duymadım.
Ya kilometrelerce uzaktaki okullarına derme çatma köprülerden geçerek, çamurlu yollardan yürüyerek, derelerden, dağdan taştan geçerek ulaşan çocuklarımız için yol yapıldığını veya bir proje yapıldığını duydunuz mu?

Ben duymadım.
Ama çocuğuna okul pantolonu alamadığı için intihar eden İsmail Devrim'i duydum. "Ne alaka" diyeceksiniz. O zaman birkaç ihale ile anlatayım…

İhaleyi düzenleyen yer Arnavutköy İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü. İhale tutarı 324 bin TL. İhalenin konusu "612 Suriyeli öğrencinin 41 araç ile 40 gün taşınması işi."
İhaleyi düzenleyen yer Fatih İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü. İhale tutarı 1.9 milyon TL. İhalenin konusu "Fatih'te eğitim gören Suriyeli öğrencilerin yaz kursu için taşınması işi."

Bu ihale listesi o kadar uzun ki sizlere aktarabilmem için sayfalarca yazmam gerekiyor. Sonuçta Milli Eğitim Bakanlığı, Suriyeli çocukların okullara taşınması için (benim bulabildiğim) tam 141 ihale yapmış.

Milli Eğitim Bakanlığı ve bağlı Milli Eğitim Müdürlükleri Suriyeli sığınmacıların çocuklarının okullara gidebilmesi, entegre olabilmesi için 2017-2019 tarihleri arasında tam 141 ihale düzenlemiş ve toplamda ise 234 milyon TL harcamış!

Bitmedi.

Devletin Suriyelilere karşı belli ki özel bir ilgisi var.

MEB Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğü de "Suriyeli çocukların entegrasyonu için bilişim malzemesi alım işi"ihalesi düzenlemiş. Tutarı 26 milyon TL.

Sonra aynı müdürlük, "Suriyeli çocukların Türk Eğitim Sistemine entegrasyonu için öğretmen eğitimi" konulu organizasyon işi için 7.4 milyon TL ödemiş.

En çok ilgimi çeken ihalelerden birisi ise şu…

Yine Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğü "Suriyeli çocukların Türk eğitim sistemine entegrasyonunun desteklenmesi projesi kapsamında 'giyim' işine yönelik mal alımı" ihalesi düzenlemiş.

İhalenin yaklaşık maliyeti ise dudak uçuklatıyor.

Tam tamına 126 milyon TL.

İşi AVS Savunma Tekstil Sanayi şirketi 62.9 milyon TL ile almış. Yani yaklaşık maliyetin yarısına işi almış. İşin içeriği ise 500 bin adet bot, mont, şapka, tişört alım işi.

500 bin adet!
Suriyeli konusu ile ilgili EKAP'tan araştırma yaparken bir ilginç konuyu daha buldum.

Suriye'ye hibe un temini! Bedeli 27 milyon TL.

Başka bir ihalede 13 milyon TL, diğerinde de 15 milyon TL bedel ile hibe un alımı yapmışız!

2016-2018 yılları arasında toplamda 16 ihale ve 151 milyon TL bedel ile Suriye'ye bağışlanmak üzere un alımı yapmışız. İhaleyi genellikle Torunlar Un İmalat, Petek Değirmencilik, Tosun Grup almış.

Bunlar sadece ihale araştırması yaparken bulduklarım.
Şimdi…
Aklıma takılan sorular şunlar.

AVS Tekstil firmasının 62.9 milyon TL bedel ile aldığı işin maliyeti nasıl olurda 126 milyon TL çıkar? Firma tenzilat yapmamış olaydı aradaki 63 milyon fark kimin cebinden çıkacaktı? Firma bu indirimi neye istinaden yapmıştır? Bu malzemeler nereye ne zaman dağıtılmıştır?

Suriyeli çocuklara "Türk Eğitim sistemine entegre olabilmesi için" harcanan bu paralar bir fondan mı yapılıyor yoksa Milli Eğitim Bakanlığı'na ayrılan bütçeden mi?

Şayet Bakanlık bütçesinden ise başka kurum neden yapmıyor? Ülkenin geleceğini şekillendirecek olan geleceğimizin teminatı çocuklarımıza harcanacak paralardan neden bu harcamalar yapılıyor?

Benim derdim Suriyeli sığınmacıların çocuklarının Türk Eğitim sistemine entegre edilmeye çalışılması değil. Derdim; Milli Eğitim Bakanlığı'na ayrılan bütçenin bilim öğretmek dışında neden başka konular için harcandığı…











Murat Ağırel / YENİÇAĞ

ABD ve İngiltere korsanlık yapıyor! - Arslan BULUT

İran devlet televizyonu, Hürmüz Boğazı'nda İngiltere bandıralı "Steno Impero" adlı petrol tankerine müdahale anının görüntülerini paylaştı.

Görüntülerde, Devrim Muhafızları Ordusu'na ait sürat tekneleriyle çevresi sarıldıktan sonra tankere helikopterden yüzleri maskeli İran askerlerinin indirildiği görülüyor.

Alıkonulan İngiltere'ye ait petrol tankerinin daha sonra İran sularına doğru çekildiği anlaşılıyor.

Anadolu Ajansı'nın haberine göre İran Devrim Muhafızları Ordusu Sözcüsü Ramazan Şerif, alıkonulan İngiltere petrol tankerine eskortluk eden İngiliz firkateynindeki güçlerin gemiyi kurtaramadığını bildirdi.

Şerif, petrol tankerinin "denizcilikle ilgili yasalara ve kanunlara uymaması ve takip sistemini kapatması" sebebiyle başka gemilerle çarpışma ihtimali bulunduğu için Hürmüzgan Denizcilik ve Liman İşletmelerinin talebi üzerine Devrim Muhafızları Ordusu Deniz Kuvvetleri tarafından alıkonulduğunu ifade etti.

***
Hani derler ya, "olay şöyle gelişti" diye…
Olay, İngiliz donanmasının, 4 Temmuz'da Cebelitarık'ta Suriye'ye petrol taşıdığı iddia edilen İran'a ait Panama bandıralı bir tankeri alıkoymasıyla başladı.
Ajans haberlerine göre İngiltere'ye bağlı olan Cebelitarık Özerk Yönetimi, İran tankerinin AB'nin Suriye'ye uyguladığı ambargoları ihlal ettiği gerekçesiyle alıkonulduğunu açıkladı!

İran, "Grace 1" adlı tankerin alıkonulmasının İngiltere için "sonuçları olacağı" uyarısında bulundu.

Nitekim İran, İngiltere'ye cevap olarak Hürmüz Boğazı'nda fırsat kollamaya başladı.

İngiliz donanmasına ait "HMS Montrose" savaş gemisinin geçen hafta Hürmüz Boğazı'ndan geçen bir İngiliz petrol tankerini durdurmaya çalışan 3 İran teknesini uzaklaştırdığı iddia edildi. İngiltere, bölgeye gemilerini korumak üzere ikinci bir savaş gemisi göndereceğini açıkladı.


Ardından "Steno Impero" adlı petrol tankerinin Umman karasularında İran tarafından alıkonulduğu anlaşıldı. İngiltere Dışişleri Bakanı Jeremy Hunt, "Steno Impero adlı petrol tankerinin uluslararası kanunlara aykırı bir şekilde Umman karasularında alıkonulduğu doğrulandı." diye açıklama yaptı.
İngiltere, İran tankerine el koyunca uluslararası kanunlara uygun oluyor, İran İngiltere tankerine el koyunca uluslararası kanunlara aykırı sayılıyor!
Olayın ardından AB Komisyonu Sözcülüğü, "Gemi ve mürettebatın bir an önce serbest bırakılması ve daha fazla gerilimi önlemek için itidal çağrısında bulunuyoruz" diye bir açıklama yaptı.

Almanya, Hollanda ile İspanya hükümetleri İran'ı kınadı ve Tahran yönetimine alıkoyduğu gemiyi serbest bırakması çağrısında bulundu.

Haberdeki "Almanya, Hollanda ile İspanya hükümetleri" ifadesi, akla Bremen mızıkacılarını getiriyor! İngiltere, İran tankerine el koyunca bu orkestradan hiç ses çıkmamıştı.

***
Avrupa Birliği, Türkiye'nin Doğu Akdeniz'e savaş gemileri eşliğinde petrol ve doğalgaz arama gemileri göndermesinin de uluslararası kanunlara aykırı olduğuna dair bir açıklama yapmıştı!

İsrail, Yunanistan, Mısır ve ABD, Doğu Akdeniz'de, KKTC'nin ve Türkiye'nin haklarına açıkça tecavüz ediyor ama bu yaptıklarını uluslararası hukuka uygun göstermeye çalışıyor.

Yeryüzü üzerindeki bütün doğal kaynaklara el koyma hakkını nereden alıyorlar?
Sadece ABD, İngiltere ve Fransa'nın askeri gücünden!

O halde Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki faaliyetleri de İran'ın İngiltere tankerine el koyması, son derece doğru ve haklıdır. Uluslararası hukuka uygundur. Doğu Akdeniz'de ABD gölgesinde girişilen aramalar da Cebelitarık'taki tanker olayı da korsanlıktır.

Korsanlık geçmişte de devlet kontrolünde yapılırdı. Şimdi ise Batılı devletler korsanlığı uluslararası kanunları öne sürerek doğrudan kendi askeri güçleriyle yapıyor. Nijerya'da Türk gemisine baskın yapan korsanların arkasında ise eski yöntemlere başvuran bir devlet var mutlaka.
Türkiye ve İran, bu korsanlığa boyun eğecek devletler olmadıklarını göstermiştir.


Arslan Bulut / YENİÇAĞ