9 Ekim 2019 Çarşamba

İçiniz yanmıyor, hiçbirinizin…- MURAT SEVİNÇ / DİKEN

650 bin civarında genç yurttaşın ‘bedelli askerliğe’ başvurduğu Türkiye’de bir kez daha ‘savaş-fetih’ güzellemesi başladı. Yaklaşık yetmiş yıldır ABD desteği olmadan evinin yolunu bulmaktan aciz memleket sağı ve en güçlü müttefikleri ‘ulusalcılar’ adetleri olduğu üzere riyakâr ve süfli ‘emperyalizm’ eleştirisine koyuldular. Her şey olması gerektiği gibi! 
Kuşkusuz, ABD Başkanı Donald Trump ırkçı ve dengesiz müteahhitin kendine yaraşır cahil ve küstah ‘tweetleri’ uygun zemini hazırladı. Oysa Kürtleri ve Türkleri aynı anda aşağılayan satırları, herkesin birlikte hareket etmesi için fırsat olabilirdi. Ama… Türkiye… İşte… Bizi bozar… Ne yazık ki…
Dün gece, Suriye ve Irak’a sınır ötesi operasyon konusunda cumhurbaşkanına verilen iznin bir yıl uzatılmasına ilişkin tezkere, TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi.
Anayasa değişikliği ardından işlevini kaybeden parlamentonun, herhangi bir etkilerinin kalmadığının farkında olup bunu belli etmemek için mütemadiyen boş konuşmayı sürdüren muhalefet vekilleri, pek bir şey tartışamadan, konuşmanın yararsızlığından emin, ‘evet’ oyu verdi. Bir partinin milletvekilleri dışında.
“Evet” dediler, çünkü tarihsel misyonları ve yetenekleri başka bir şey yapıp söylemelerine engel. Bu kadarlar. Onlar da, bizler gibi farkında ne olduklarının. Zaten AKP bu nedenle 18 yıldır iktidarda. Zira en iyi iktidar biliyor muhalifin kumaşını, çapını, sınırlarını.
Had safhada İyi Parti genel başkanının, tarihsel bağlamından kopuk atıflarla süslü malum konuşmasıyla ilgilenmiyorum bir yurttaş olarak. Milliyetçi sağ işte. Zamanında bir hocamızın, saçma konuşan bir profesör için dediği gibi, “Her kahvede bunlardan üç beş kişi vardır!”


Asıl sorun, tabanının ‘sol’ yanının taleplerine inatla direnen ve buna karşın ‘solculuk’ iddiasından vazgeçmeyen ana muhalefet partisi liderinin ifadeleri.
Önce internette okudum açıklamasını. Yanlış anladığımı düşünerek bir kez daha okudum. Farklı sitelere baktım. Her yerde aynı sözler. Ne olur ne olmaz diyerek görüntüsünü seyrettim. Şöyle demiş Kılıçdaroğlu:
“Orada askerlerimiz var. O askerleri korumamız lazım. O askerlerin burnunun kanamaması lazım. O nedenle bu tezkereye, askerlerin hatırı için, oraya oğlunu gönderen askerlerin annelerinin hatırı için, o çocukların burnu kanamasın diye, bu tezkereye içimiz yana yana evet diyeceğiz.”
Birkaç kez dinledim. Yoruldum ve söylediğinin mantığını anlamaya çalışmaktan vazgeçtim. Aptal muamelesi yapmanın yalnızca iktidardakilerin hevesi olmadığını kanıtlamak ister gibiydi.
Konuşmayı yapan ve bizler, hepimiz biliyoruz neden “Evet” dediğini. Hepimiz farkındayız ‘gerçek’ nedenin. Yalnızca Kürt antipatisiyle açıklamanın yetersiz kalacağı, daha basit ve görünür bir gerekçeyle: Siyaseti, her şeye rağmen Erdoğan yapıyor. Muhalefetin sınırlarını çizen de o. Erdoğan’ın ‘izin verdiği’ alanda at oynatabiliyorlar yalnızca. Kürtlerle yan yana gelme ve Erdoğan/AKP tarafından ‘itham edilme’ ihtimalinden ölesiye korkuyorlar. Siyaset dediklerinin merkezinde, “Aman fırsat vermeyelim” var. Çapları, güçleri, yetenekleri bu kadar.
Ve kuşkusuz siyasetten başka her şeye benzeyen bu tavırlarını eleştirenleri, müstehzi bir gülümsemeyle karşılıyorlar. Bir ‘ölümlüyle’ karşılaşan ‘seçilmişin’ anlayışlı görünmeye çabalayan küçümser gülümsemesi. Her niteliksizin dudağının kenarına ilişmiş kibirle maluller.
Kendilerine, 80 milyonda bir ve başkaca hiçbir şey olmayan bir yurttaş olarak, Sebastian Haffner’in (1920-30’lara ilişkin gözlemlerini yazan Alman hukukçu) olağanüstü güzellikteki ‘Bir Alman’ın Hikâyesi’ adlı kitabının, 1930’lar Alman sol muhalefetinin ‘aptallığını’ betimlediği sayfalarından kısacık bir alıntıyla yanıt vermek isterim:
“…Sosyal demokratlar 1933’teki seçim mücadelesini dehşet verecek kadar aşağılayıcı bir tarzda, Nazilerin sloganlarının arkasına takılıp kendilerinin de ne kadar ‘milli’ olduklarını vurgulamaya çalışarak geçirmişlerdi.”
O sosyal demokratlar da, elbette siyaset yaptıklarını ve çok haklı olduklarını düşünüyorlardı, diğerleri gibi.
Muhterem Türkiye sosyal demokratları,
İktidarın dış siyasetine yönelttiğiniz onca itiraz ve eleştirinin ardından, o ‘evet’ oyunu neden verdiğinizi, bilip anlamak isteyen herkes biliyor, anlıyor. ‘Anayasa aykırı anayasa değişikliğini’ desteklediğinizde ne olacağını, kimlerin dokunulmazlığının kaldırılacağını biliyordunuz. Bizler de, sizlerin bildiğini biliyorduk! 
Aklı başında insanların sizlerden başkaca bir beklentisi yok.
Hiç olmazsa, “İçimiz yana yana” demeyin.
İçiniz yanmıyor. O koltuklarda oturan hiç kimsenin, içi yanmıyor.
Yalan söylüyorsunuz.
Söylemeyin…
Murat Sevinç / DİKEN

8 Ekim 2019 Salı

Türban başörtüsü değildir - ÖZDEMİR İNCE

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Adana’da katıldığı Dünya Avşarlar Derneği dördüncü kuruluş yıldönümü şenliğinde özetle şunları söylemiş:
“Bizim de çok kabahatimiz, kusurumuz var. Bir başörtüsü meselesini Türkiye Cumhuriyeti’nin en temel meselesi haline getirdik. Sana ne kardeşim ya, kadın ister başörtüsü takar, ister takmaz. O kız çocuğumuz üniversiteye gidiyor mu, okuyor mu, imkânını sağlıyor muyuz? Derdin o olmalı. Çocuklarımız okumalı, bilimi öğrenmeli ve hayatı sorgulamalı. ‘Neden Türkiye bu haldedir?’ demeli. Bunları yapmalıyız.”

Kılıçdaroğlu yanılıyor ve başörtüsü ile türbanı karıştırıyor. Sözcükleri yanlış kullanınca işte böyle olur. İslamcılar hile yaparak bir tür üniforma olan türbana “başörtüsü” dediler. Ancak Cumhuriyetçiler bu tuzağa düşmediler, başta ben fakir olmak üzere geleneksel başörtüsüne değil, türbana karşı çıktılar. Rahmetli dostum Tunuslu şair ve filozof Abdelwahab Meddeb başörtüsü ile türban farkını şöyle açıklıyordu. Açıklamaya Türkiye’yi ben kattım:
“Geleneksel başörtüden ideolojik başörtüsüne geçildi. Daha önce Pakistan’daki, Hindistan’daki başörtüsü sariye benziyordu. Fas’taki ise cebellaya benziyordu. İkisinin arasında bir benzerlik yoktu. Bugün, başörtüsü -ya da hicap- Endonezya’dan Paris’e, İstanbul’a kadar aynı: Türban yani. Geleneksel başörtüsü ile hiçbir ilişkisi yok, her yerde Siyasal İslamın simgesi oldu. Evrensel amaçlı bir üniforma oldu. Henüz kazanamadı ama Müslümanın aklı (mantığı) İslamcılığın etkisine girdi. Böyle bir etki son derece tehlikelidir.”

***

Kıdemli imam hatipli Ahmet Hakan, Kılıçdaroğlu’nun bu açıklamasının üzerine mal bulmuş mağribi gibi atladı: “CHP, biraz da şartların zorlamasıyla ve hayli gönülsüz olarak başörtüsünü mesele olarak görmekten vazgeçtiğine dair işaretler vermişti ama özeleştiriye asla ve kata yanaşmamıştı. / Dikkat! Dikkat! / Bu bir ilktir! / CHP, ilk kez bu konuda yan yollara sapmadan şahane bir özeleştiri yaptı./ Mırın kırın etmeden... Hepimizin ama hepimizin... / Bu özeleştiri nedeniyle... / Ayakta alkışlamamız gerekir Kemal Kılıçdaroğlu’nu...” (Hürriyet, 5.10.2019)

***

Türban”, yukarıda da işaret ettiğim gibi İslamcılığın evrensel boyut kazanmak için kullandığı en önemli silahtı. Başörtüsünün Tanrı buyruğu olduğunu ileri sürüyordu. Ama yalan söylüyordu, Kuran’da başörtüsünü zorunlu kılan özel bir ayet yoktu. Nûr suresi 31’inci ayetini tanık göstermeleri de mümkün değil(di).
Nûr Suresi 31. ayet: “Söyle inanan kadınlara: Harama bakmaktan sakınsınlar ve cinsel organlarını (ferçlerini) saklasınlar… Örtülerini göğüsleri üzerine indirsinler.”
Bu ayet dilimize mealen türlü türlü tercüme edilmiş. Ama Muhammed bin Hamza 15. yüzyılda saptırmadan şöyle çevirmiş:
“Dakı eyit mu’mine avratlara: Örtsünler gözlerinin bir nicesin, dakı saklasınlar ferçlerini. Dakı göstermesinler bezeklerini… Dakı bıraksunlar derinceklerini göncükleri üzre…” (Kültür Bakanlığı Yayınları, 1976, s. 283-284)
Günümüz Türkçesi ile şöyle: “Ve söyle inanan kadınlara: Gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar, ve saklasınlar cinsel organlarını. Ve göstermesinler zinetlerini (süslerini)… Ve yakaları üzerine bıraksınlar başörtülerini…”

***

Derincek “başörtüsü” anlamına geliyor. Ama bu başörtüsü, kadınların, erkeklerin, putperestlerin, Yahudilerin, Hıristiyanların, Müslümanların güneşten ve çöl kumlarından korunmak için başlarına örttükleri geleneksel örtü. Bugün de var. Kuran, “başınızı örtün” demiyor, “başınızdaki örtüyü çıplak göğsünüze indirin, salın” diyor. Çünkü İslamdan önce putperest Arap kadınları göğüslerini örtmüyorlardı.
Bu konuda birçok yazı yayımladım, ayetin Almanca, İngilizce, Fransızca ve İtalyanca çevirilerinden örnekler verdim. Bana sadece küfrettiler, ölümle tehdit ettiler.
***
Türban geleneksel başörtüsü değildir. İslamcı cihadın simgesidir! “Türban”a “Başörtüsü” demek selefi İslamcı AKP’nin tuzağına düşmek olur!

Özdemir İnce / CUMHURİYET

31 Ağustos 2019 Cumartesi

TÜRKEN foundation - ÜNAL ÖZMEN

ABD’de kurulan ve Londra’da şubesi bulunan TÜRKEN Vakfının vizyonu (ABD ve İngiltere’ye) “Yeni gelen öğrencileri batı kültürüne, yaşamına, şehirlerine ve kurumlarına uyarlamak.” Vakfın amacı anlamındaki vizyonunun “Öğrencileri Batı kültürüne uyarlamak” olduğunu TÜRKEN’in kurucu ortaklarından biri olan TÜRGEV’in söz konusu vakfa ayırdığı sayfadan öğreniyoruz.


Vakıf, TÜRGEV ve ENSAR’ın yurtdışı ayağı olarak kuruluyor. Yönetim Kurulu Başkanı Erdoğan’ın yeğeni; kızı ve damadı ise yönetim kurulunda. TÜRKEN de aile vakıflarından biri.

TÜRKEN’in patronu TÜRGEV ve ENSAR’ın Türkiye “vizyonu”, Batı kültürü ve Batılı yaşam tarzı karşıtlığına dayanıyor. Batı’da Batı kültürüne, Doğu’da Doğu kültürüne uymak tüccarlar açısından bir çelişki değil. TÜRKEN’in vizyonundaki “Öğrencileri Batı kültürüne uyarlama” maddesini, faaliyette bulundukları Batılı ülke yönetimlerine “güven mektubu” olarak da okuyabiliriz. Sorunumuz bu değil...

Asıl sorun, TÜRGEV ve ENSAR tarafından TÜRKEN Vakfına vakfedilen, Türk lirası karşılığı 330 milyon lira olan 54 milyon 250 bin dolar paranın kaynağı. CHP ABD Temsilcisi Yurter Özcan’ın ABD Hazine Bakanlığı Vergi Dairesinden edinip paylaştığı bilgiye göre bu miktar 2014-2017 yıllarında aktarılmış. Son iki yılda akan tutarı bilmiyoruz.

ENSAR ile TÜRGEV’in sahip olduğu mal ve parasal varlıkların kaynağına inildikçe yol, su, elektrik, okul, yurt yapsın diye devlete verdiğimiz vergilerin dövize çevrilip gönderildiği ortaya çıkıyor. Ekrem İmamoğlu’nun iptal edildiğini söylediği ve sadece İstanbul Büyükşehir Belediyesinden vakıflara aktarılmış 357 milyon liralık kaynak, vakfedicinin bizler olduğunu gösteriyor.

54 milyon 254 bin doların asıl bağışçısı kim? 
Örtülü ödenek mi? 
Vakıfları adına parayı gönderen Bilal Erdoğan ve İsmail Cenk Dilberoğlu mu? 

Birincisi ise, kasa hesabına bakılarak; ikincisi ise, bu şahısların servetindeki değişimden anlaşılabilir. Transfer edilen dolarlar eğer Suudi kralının 2012’de TÜRGEV’e yaptığı 100 milyon dolarlık bağıştan karşılandıysa, ENSAR payına düşen parayı nerden temin etti? Bilmek hakkımız, çünkü her durumda vakfedici biziz...

VAKIF DEVLET
Bir vakfın kurulup yaşayabilmesi için malını veya parasını vakfeden birinin/birilerinin olması gerekiyor. Devlet vakıf kuramaz, amacı ne olursa olsun malını ve parasını vakfedemez. Sözleşmelerinde belirtildiği gibi vakıfların kuruluş amacı toplumun bir sorununa merhem olmaksa, o zaten devletin varlık nedenidir. Devletin o sorunu çözmek üzere kurulmuş birimleri vardır. Mesela öğrencilerin kredi ve yurt sorununu çözmek için Kredi ve Yurtlar Kurumu adında bir kurumu var. Kurum yasayla verilmiş görevini yapamıyorsa çare sorunu vakıflara havale etmek değil, kurumu işler hale getirmektir.

Vakıflar, devletin henüz “devlet” olmadığı dönemlerde, serveti ayrıcalıklarıyla güvende tutan kurumlar olarak olarak ortaya çıktı. İslamcılar, modern devlet kurumlarının yerini vakıflarla dolduruyor. Geldiğimiz noktada Türkiye artık bir vakıf devlete dönüşmüş durumda ve baba, bu vakıf devleti, efradından oluşan mütevelli heyetiyle yönetiyor.

Belediyelerin, vakıflara kaynak aktarmayı durdurması yetmez. Eğer Türkiye yeniden modern devlet kurumlarına kavuşacaksa, kamu bütçesinden vakıflara aktarılan mal ve paralarla kamu gücü kullanılarak elde edilmiş varlıklarına el konulması zorunludur. 

Benim paramla kimsenin hovardalık yapmaya, Manhattan otellerinde zıkkımlanmaya hakkı yoktur!

Ünal Özmen / BİRGÜN

30 Ağustos 2019 Cuma

‘97 yıl’ önce bugün! - Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Değerli dostlar bu yılki gibi, “30 Ağustos Zafer Bayramı” cuma gününe rastlayınca bu köşe bütünüyle bu “Zafer”e ayrılır, türlü bağlamlarda ele alınıp değerlendirilirdi.

Bu kez, Kurtuluş Savaşı’nın  Başkomutanı  Atatürk’ün anlatımına özgülendi; kitabı  “Söylev”de şöyle başlar: “Düşündüğüm kesin sonuçlu bir meydan savaşı yapmaktı (...) Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ve Genelkurmay Başkanı  Fevzi (Çakmak)  Paşa, gereği gibi incelemeler yapmışlardı. Savaş ve saldırı planımız çok önceden saptanmıştı. Ankara’dan ayrılıp, ‘23 Temmuz 1922’ akşamı, Batı Cephesi Karargâhı’nın bulunduğu Akşehir’e gittim (...) 28 Temmuz  günü öğleden sonra yaptırılan bir futbol maçını izlemeleri nedeni ileri sürülerek, ordu komutanları Akşehir’e çağrıldı; saldırı üzerine görüştüm (...) saldırının nasıl yapılacağını ayrıntılarıyla saptadıktan  sonra Ankara’ya döndüm.” 

Atatürk, saldırı buyruğu verildiğini bildirmek için Bakanlar Kurulu’nu toplar, yapılan görüşmelerle bu konuda, görüş birliğine vardıklarını açıklar, ardından da Meclis’teki, “kökten karşıcıllar”ın durumuna değinir, bunların tutumunu şöyle anlatır: “Ordunun yozlaştığı, kıpırdayacak durumda olmadığı; böyle karanlık ve belirsizlik içinde beklemenin yıkımla sonuçlanacağı yolundakipropagandalarını iyice kızıştırmışlardı (...) bu olumsuz propaganda en yakın ve en inançlı kişiler üzerinde bile kötü etkiler yapmaya başlamış, onlarda da duraksamalar başlamıştı” der, ardından da yaptığı açıklamalarla bu gruba da güvence verdiğini söyleyip, cepheye gitmek için Ankara’dan ayrılır. 

Ne ki bu, gizli bir ayrılıştır; Atatürk bu durumu Söylev’de şöyle anlatır:  “Benim Ankara’dan ayrılacağımı bilenler, burada imişim gibi davranacaklardı. Dahası, benim Çankaya’da çay şöleni verdiğimi de gazetelerle  yayımlayacaklardı...”  Bu plan, sonraları hep büyük bir keyifle anılacaktır... 

Atatürk şöyle sürdürür konuşmasını: “20 Ağustos 1922 günü öğleden sonra, saat dörtte, Batı Cephesi Karargâhı’nda, yani Akşehir’de bulunuyordum. Kısa bir görüşmeden sonra, 26 Ağustos 1922 sabahı düşmana saldırmak için Cephe Komutanı’na buyruk verdim! (...) Komutanlar işe koyuldular.Saldırımız, her bakımdan bir baskın biçiminde yapılacaktı. Bundan ötürü, her türlü yürüyüş gece yapılacak, birlikler gündüzleri köylerde ve ağaçlıklar altında dinleneceklerdi (...) 25 Ağustos 1922 sabahı da, savaşları yönettiğimiz Kocatepe’nin güneybatısındaki çadırlı ordugâha gittik. 26 Ağustos sabahı Kocatepe’de bulunuyorduk. Sabah, saat 05.30’da topçu ateşimizle saldırı başladı.” 

Evet değerli dostlar, tam “851” yıl önce, yine bir “26 Ağustos” sabahı “Malazgirt”teki zaferiyle Anadolu’ya adım atan atalarımızın, Birinci Dünya Savaşı’nda yenilen 
Osmanlı Devleti’ne imzalatılan “Sevr Antlaşması”yla, adım adım Anadolu’yu terk etmelerini düzenleyen Batı Emperyalizmi’nin planı, 1922 yılının 26 Ağustos sabahı parçalanıyordu.

Yine Söylev’e dönüp okumayı sürdürürsek, “26 ve 27 Ağustos”  günlerinde  Afyonkarahisar’ın güneyinde ‘50’, doğusunda, ‘20-30’ kilometre uzunluğunda bulunan düşman cephelerini düşürdük. Yenilen düşman ordusunun büyük kuvvetlerini, ‘30 Ağustos’ta yaptığımız savaş sonunda (Buna Başkomutan Savaşı adı verilmiştir) düşmanın ana kuvvetlerini yok ettik ve tutsak kıldık. 
Düşman ordusunun Başkomutanlığını yapan ‘General Trikopis’ de tutsaklar arasındaydı. Demek, tasarladığımız kesin sonuç beş günde alınmış oluyordu.” 


Atatürk, Söylev’de (Nutuk) böyle anlatır, “30 Ağustos Zaferi”ni. Ayrıca görüldüğü gibi, bu “zafer”in, dolaysiyle “Kurtuluş Savaşı”nın Başkomutanı “Atatürk”tür; savaşın ana cephesini oluşturan “Batı Cephesi’nin Komutanı” da “İnönü”dür. 

Peki, “30 Ağustos Zaferi”yle sonuca ulaşan “Kurtuluş Savaşı”nın ardından oluşan “TC Devleti”nin, bugün başında bulunan Erdoğan, “Atatürk ve İnönü”ye ne diyor? Ne denli söylemek, yazmak istemesek de, Erdoğan’ın, “Atatürk ve İnönü”ye “iki ay..ş!” deyişi tarihte yerini aldı. 

“30 Ağustos Zafer Bayramı”mız kutlu olsun! “Nice ‘97’ yıllara!”...

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

26 Ağustos 2019 Pazartesi

Neo-Abdülhamitçilik - Mehmet Ali Güller

Nedir İdlib meselesi? Kısaca anlatalım:
 
Rus hava kuvvetleri destekli Suriye ordusu kuzeye doğru bir taarruza başlamış ve topraklarını parça parça yeniden egemenliğine alıyordu. Geri çekilen terörist gruplar İdlib’de mevzileniyordu. Suriye ordusu, Rusya hava kuvvetleri desteğiyle buraya da bir operasyona hazırlandı. Ancak AKP hükümeti sığınmacı sorunu yaratacağı gerekçesiyle bu operasyona karşı çıkıyordu (Oysa AKP için esas neden şuydu: İdlib’i verirse, Afrin’de tutunamayacaktı.

AKP hükümeti, normalleştiği ve işbirliği geliştirdiği Astana ortağı Rusya’dan zaman istedi. Moskova, Washington’la sorun yaşayan Ankara’nın Atlantik cephesiyle birlikte hareket etmemesi için o zamanı verdi ve Soçi Mutabakatı imzalandı. Mutabakata göre özetle Türkiye bir silahsızlandırma bölgesi kuracak, radikal teröristlerle ılımlı teröristleri birbirinden ayıracak, radikal teröristleri silahsızlandırma bölgesinden çıkaracak, M4 ve M5 otoyollarının güvenliğini sağlayarak trafiğe açacaktı… 

Ancak AKP hükümeti mutabakatın gereklerini yerine getirmedi. Rusya zaman zaman hatırlatsa da ve zaman zaman Suriye ordusunun İdlib kırsalına yönelik operasyonlarına yeşil ışık yaksa da, esas olarak ABD’yle pazarlık yapan AKP’yi küstürmemek için ağırdan aldı.

‘ABD’yle anlaşan İdlib’de tutunamaz’ 
Ancak AKP hükümeti ABD’yle güvenli bölge anlaşmasına varınca durum değişti! Rusya hava kuvvetleri destekli Suriye ordusu İdlib’e yeni bir taarruz başlattı. Bir Rus uçağı da nokta atış yaprak Türk konvoyunun önündeki ÖSO komutanını taşıyan aracı vurdu. Putin de “Soçi mutabakatını imzaladığımızda İdlib’in yüzde 50’si  teröristlerin kontrolündeydi, şimdiyüzde 90’ı” diyerek AKP’yi suçladı. 

Özetle Moskova, Ankara’ya “ABD’yle Fırat’ın doğusu için anlaşan, Fırat’ın batısında tutunamaz” mesajı verdi. 

Şimdi AKP hükümeti İdlib’de nasıl tutunabileceği üzerinde çalışıyor. Erdoğan’ın yarın Putin’le yapacağı görüşmeye hangi tavizleri içeren bir dosya götürdüğünü göreceğiz… 

Artık başlıktaki kavramı incelemeye geçebiliriz:

Erdoğancılık, neo-Abdülhamitçiliktir 

Abdülhamit’in 31 yıllık (1877-1908) istibdat rejimi, özetle dışarıda bir büyükgüce karşı bir diğer büyük güce yaslanmak, içeride ise iktidarına tehdit gördüğü her kesime şiddetli baskı   uygulamaktı.

Abdülhamit’in bu çizgisi ne 1.6 milyon kilometrekarelik toprak kaybını önledi, ne de Osmanlı’nın çöküşünü…
Erdoğan’ın 18 yıldır uyguladığı çizgiye Erdoğancılık denecekse, bu Erdoğancılık esas olarak neo-Abdülhamitçiliktir. 

Suriye düzleminde bakarsak, neo- Abdülhamitçilik şudur: Erdoğan’ın Rusya’yla anlaşarak kendisine Suriye’de alan açmaya çalışması, bunu ABD’yle pazarlığında kullanması ve bu iki büyük gücü de AB’yle ilişki ile dengelemeye çalışması

Suriye’de neo-Abdülhamitçilik 
Pratikte Erdoğan’ların Suriye’deki neo-Abdülhamitçiliği şöyledir özetle: 
Neo-Abdülhamitçilik, AKP’nin, Fırat’ın batısında Rusya’yla işbirliği yaparak İdlib’de ve Fırat’ın doğusunda ABD’yle işbirliği yaparak 30 km. derinlikte, güvenli bölgeler kazanacağını sanmasıdır. 

Neo-Abdülhamitçilk, Rusya ve İran’la Astana formatı kurması ama bunu dengelemek için de Rusya, Almanya ve Fransa’yla ayrı bir dörtlü oluşturup İstanbul Zirvesi toplamasıdır. 

Neo-Abdülhamitçilik, Suriye’de rejimi yıkma ve Şam’da İhvan rejimi kurma hayalleriyle başlayan ve 5 milyon Suriyelinin Türkiye’ye girmesiyle sonuçlanan siyasi körlüktür. 
Neo-Abdülhamitçilik, Esad’ı yıkmak için PYD’yle işbirliği yapmak, sonra PYD’ye karşı çıkmak ama en sonunda ABD’yle anlaşarak PYD’yi tanımayla sonuçlanacak yola girmektir.

Ankara Şam’la anlaşmalı 
Ancak bu anlayış sürdürülemez hale gelmiştir ve artık Türkiye’yi ciddi bir felakete götürmektedir!
 
Türkiye ABD’ye karşı Rusya’ya, Rusya’ya karşı ABD’ye yaslanma siyasetini bir an önce terk etmeli ve asıl Şam yönetimiyle anlaşarak komşusunun topraklarının tamamında egemenliğini yeniden kurmasınayardım etmelidir. 

Zira bir ülkenin sınır güvenliğinin garantisi, komşusunun sınırının güvenliğinden geçer!

Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET

25 Ağustos 2019 Pazar

Kırgızistan'da Neler Oluyor? - Çeviren: Yiğit Çobanoğlu, Merve Göktekin / SOL

Geçtiğimiz günlerde yolsuzluk suçlamasıyla dokunulmazlığı kaldırılan eski Kırgızistan Cumhurbaşkanı Almazbek Atambayev'in evine operasyon düzenlendi. Operasyonun başlamasıyla Atambayev’in destekçileri güvenlik güçleriyle çatışmaya girdi, direniş şiddetli olayların ardından bastırılabildi. Kırgızistan’da siyasi krizin ve derin toplumsal hoşnutsuzluğun yansıması olduğu göze çarpan bu gelişme üzerine Kazakistan Sosyalist Hareketi lideri Aynur Kurmanov’un New Front için kaleme aldığı değerlendirmeyi ilginize sunuyoruz.(Aynur Kurmanov – Kazakistan Sosyalist Hareketi Eşbaşkanı)


Eski Kırgızistan Cumhurbaşkanı Almazbek Atambayev'in memleketi Koy-Taş köyünde tutuklanmasının ardından, bölge sakinleri ile Ulusal Güvenlik Komitesi özel kuvvetleri ve polis arasında 7- 8 Ağustos'ta  iki gün boyunca yaşanan çatışmalar, siyasi krizin ağırlaşmasına neden olmuştu. Bu olay, 2010 Nisan ayından bu yana yaşanan süreç ile birlikte bütünüyle ülkedeki politik durumu değiştirebilir. Kendi hattımızı oluşturmak ve sonuç çıkarmak için bu olayların analizlerini yapmamız önemli.

Görünene ve bazı medya kuruluşlarının yansıttığına göre iki liderin hesaplaşması ya da servet ve gücün yeniden paylaşımı için çarpışan iki klanın en üst düzeydeki kavgasından ibaret. Bu yüzden sözde sol ve komünistler bu mücadeleye tepki göstermiyor, kenara çekilme tutumu alıyor. Bu pasif tutum eski bir Sovyet Orta Asya cumhuriyetinde yeni bir diktatörlük rejimi kurulmasının önünü açtığından sadece hatalı değil, zararlı bir tutumdur.

Bu olayları ve süreçleri görmezden gelmek uzun yıllar göreli özgürlüklerin adası olmuş Kırgızistan’ın özgünlüğünü ve halihazırda iki devrim sürecinden geçmiş, kitlesel özelleştirme ve halk karşıtı reformlara karşı verdiği mücadeleyle yeni bir tiranlığın kurulmasını engellemiş Kırgız kitlelerin bilincini dikkate almamak anlamına geliyor.

Ulusal Güvenlik Komitesi'nin özel kuvvetleri tarafından Atambayev'in silahsız destekçilerinin  7 Ağustos akşamı vurulması, polislerin silahsızlandırılması ve rehine alınmaları ile sonuçlanan iki başarısız saldırı ve bunları takip eden, birkaç bin polisin ve özel kuvvetin katıldığı Koy-Taş köyündeki 8 Ağustos operasyonu  ülkeyi yeterince ajite etti. O gün, eski başkanı tutuklama görevi İçişlerine bağlı özel bir birim tarafından üstlenilmişti.

Bu süreçte Koy-Taş’daki tüm yollar kapatıldı, iletişim kesildi, ağ bağlantısı kesildi. Merkez üssünde en az 3 bin polis memuru ve özel teçhizat toplandı. İki saat süren çatışmadan sonra polis durumu kontrol altına almayı başardı. Almazbek Atambayev teslim olma kararı verdi. Sorgulama için Devlet Ulusal Güvenlik Komitesi’ne sorgu için götürüldü ve nihayetinde en yakın ortakları ile birlikte tutuklandı.

Aynı gün, köylüler ve Atambayev’in ve Halk Karargahı’nın destekçilerinin konvoyları Ala-Too Meydanı'nda birkaç kez toplanmaya çalıştı. Mücadele çetin geçse de ve eylemciler zaman zaman polisi dağıtmayı başarsalar da nihai olarak özel kuvvetler ve çevik kuvvet polisi tarafından dağıtıldılar. Bununla birlikte, Cumhurbaşkanı Sooronbai Jeenbekov başkanlığındaki yetkililer, başkentteki kontrollerini muhafaza etmeyi, bir çok medyanın kuruluşunun yayınını kesmeyi ve baskı sürecini başlatmayı başardı. 9 Ağustos itibariyle “Nisan” TV kanalı bir dizi medya kuruluşu mahkeme kararıyla kapatıldı, Atambaev'in destekçileri kitlesel olarak sorguya çağrıldı ve eski cumhurbaşkanının evinin savunmasına katılanların tutuklandı. İktidarın bu adımlarına rağmen, aynı gün Kırgızistan Sosyal Demokrat Partisi’nin siyasi konseyi ve Halk Karargahı  iktidarın gaspına karşı mücadelenin sürdürülmesine ve Almazbek Atambayev’in serbest bırakılmasına ilişkin ortak bir açıklama yaptı.

Bugünlerde protestoların oldukça geniş katılımla gerçekleştirildiği ve eylemlerde farklı siyasi grupların, sosyal hareketlerin ve derneklerin temsilcilerinin yer aldığı belirtilmelidir. 

Aralarında Omurbek Babanov  ve Kumtor altın madenciliği şirketinin millileştirilmesini savunanların da olduğu Jeenbekov karşıtları geniş bir enformel cephe oluşturmaya başladı. 

Aslında, sıkı bir sağ liberal diktatörlük rejiminin kurulması, artık stratejik endüstrileri serbest bir şekilde özelleştirme ve yeni maden yatakları ele geçirme imkanı bulmayı uman yerel oligarşiler ve yabancı şirketler için olumlu bir gelişme. Bu “güçlü kol” ile özellikle Kırgızistan'ı Orta Asya'daki sermayelerinin daha da yayılması için bir sıçrama tahtası olarak gören Çinli ve Batılı şirketler, ilgileniyorlar.

Jeenbekov kendisini Rusya Federasyonu'nun bir müttefiki olarak konumlandırmaya çalışsa da, Çin, Avrupa, Koreli ve diğer şirketlere Jeenbekov’un başkanlığı sırasında akıl almaz imkanlar sunuldu. Çin imparatorluğu Kırgızistan topraklarına demiryolu hattı inşa etmeyi planlıyor. Bu hat, Rusya ve Kazakistan'dan geçerek büyük ölçekte emtiayı İran ve Türkiye üzerinden Avrupa'ya taşıyacak. 

Amerika Birleşik Devletleri Kurmanbek Bakiyev başkanlığındaki eski nüfuzunu restore etme umuduyla Kazakistan liderliği üzerinden kendi planlarını yürürlüğe koyuyor.

Mevcut cumhurbaşkanı, Bakiyev’in evrimini yineleyerek iktidarı gasp ediyor. Jeenbekov iktidarı, baskı ve korkutmayla, tüm direnişi kırmaya, muhalefet partilerini ve gruplarını Kazakistan örneğini izleyerek ortadan kaldırmaya ve neoliberal ekonomik reformları zorla kabul ettirme yolunda ilerlemeye çalışıyor.

Bu nedenle, mevcut geniş protesto hareketi, devlet mallarının tamamen özelleştirilmesi, sosyal harcamaların azaltılması ve yaşam standartlarının düşürülmesi planlarından kaynaklı ciddi toplumsal memnuniyetsizliği yansıtıyor.

Bakiyev’in yolunun izlendiğine tipik bir örnek, mevcut iktidarın demiryollarını özelleştirmek istemesi, buna karşı çıkan demiryolu işçileri sendikasının liderlerini baskı altına almasıdır. bu stratejik sanayinin yabancı şirketlerin çıkarlarına göre özelleştirilmesine ilişkin bir yasa tasarısını hazırlayan Kurmanbek Bakiev yönetimiydi.  Bugün bu kararı Sooronbai Jeenbekov hayata geçiriyor.

Jogorku Keneş'in sonbahar oturumunda, Uluslararası Çalışma Örgütü ve dünya sendikaları tarafından sendika karşıtı olarak tanımlanan Kazakistan versiyonundan tamamen kopyalanan yeni bir “sendika” yasasının kabul edilmesi planlanmaktadır. Bu yasa ile iktidar, tüm birlikleri devlet federasyonu altında  tekelleştirmeye, bağımsız örgütlenmeleri tasfiye etmeye ve işçilerin emeklerini ve sosyal haklarını savunmak için bir araya gelmelerini engellemeye çalışıyor.

Ancak Jeenbekov'un korkacak bir şeyi var; çünkü madencilik işletmelerindeki grevler veya grev tehdidi iktidarlar ve yabancı şirketler için bir baş ağrısı. Ayrıca, yerel halkın eylemleri, Çinli ve Batılı şirketlerin ülkeden çıkarılması ve stratejik maden işletmelerinin kamulaştırılması talebiyle aralıksız sürüyor.

Nitekim Almazbek Atambayev'i zorla yakalama girişimlerinden birkaç gün önce, yerel halk ile Solton-Sarı maden yatağını işletmekte olan Çinli altın maden şirketi Zhong Ji Mining'in görevlileri arasında çatışmalar yaşandı. Köylüler, şirketi, yerel faunayı zehirleyen kimyasallar kullanarak hayvanlarının telef olmasına neden  olmakla suçladılar. Bölge sakinleri Çin şirketinin ülkeden sınır dışı edilmesini talep ederek Bişkek-Naryn-Torugart stratejik yolunu yurt çadırlarıyla kesintiye uğratmakla tehdit ettiler.

Yabancı madencilik şirketlerinin faaliyetlerinden kaynaklanan had safhadaki hoşnutsuzlu da  artık tek bir bölgede değil, tüm ülkede yangına neden olabilecek patlayıcı bir etki yaratıyor.
Kitlelerin, siyasallaşmalarına ve eylemlerine rağmen önceki devrimler sırasında talep ettikleri birtakım sosyal hakları kazanamadıkları açıktır. Örneğin, 2010 devriminin sloganlarından biri, tüm sanayinin ve enerjinin kamulaştırılması talebiydi.. Bu talep, Bakiyev aşiretinin varlıkları ve mülkleri kamulaştırıldığı için kısmen yerine getirilmiş oldu, ancak yabancı maden şirketlerinin varlıkları etkilenmedi.

Tek şey, parlamenter Cumhuriyet ve biçimsel demokratik dönüşümler yoluyla, parti ve sendikaları olmayan aktif kitleler, çok sayıda sanayinin özelleştirilmesini önleyerek ve sosyal hakları gasp eden yasaların geçirilmesini geciktirerek yönetici kodamanların hevesini kursaklarında bıraktı. Şimdi siyasi durum, gerici eğilimlerin güçlenmesi yönünde değişti. Jeenbekov rejimi, yeni siyasi partiler yasası, kitlesel özelleştirme planları, bağımsız medyanın susturulması yoluyla Nisan 2010'da kazanılan özgürlükleri ortadan kaldırmayı hedefliyor.

Pek çok kişi 2010 Devrimi’ni bir “turuncu” devrim olarak değerlendirse de, bu olay Amerikan askeri üssünün Almazbek Atambayev'in girişimi ile kapatılmasını, Batı fonlarının ve STK'ların faaliyetlerinin kademeli olarak sınırlandırılmasını ve aynı zamanda parlamentonun ve iktidarın yerel organlarının yetkilerinin genişlemesini ve ceza hukukun daha insancıl hale getirilmesini sağladı. Başkan diktatörlüğünün kurulmasına yönelik geri dönüş, çalışanlara ve Kırgızistan halkına bir darbedir.

Bunun doğrudan kanıtı, Kırgızistan'daki devrimin kazanımlarını ortadan kaldırmak ve Bişkek'te kendisine ve Batının çıkarlarına hizmet eden bir rejim inşa etmek için uzun yıllar çabalayan Nazarbayev ile Jeenbekov arasında kurulan dostluktur. Sonuçta, Kırgızistan'ın örneği her zaman Kazakistan'daki halk kitleleri için çok çekici olmuştur. Nitekim bir zamanlar, Elbası (Nazarbayev) özel harekat (OMON) ve Kazakistan polisiyle Bakiyev'in diktatörlüğüne karşı protesto gösterilerini bastırmak için elinden geleni yapmıştı.

Şimdi tarih tekerrür ediyor ama sadece Jeenbekov aşireti nezdinde. Bu nedenle, tüm bu çatışmayı sadece iki veya daha fazla siyasi grubun mücadelesi olarak göremezsiniz çünkü ülkenin hangi kalkınma yoluna gideceği kimin kazanacağına bağlıdır. İki yol var: Kırgızistan Çin’e ve Batı'ya hammadde tedarik eden bir sömürgeye ve Asya kralının bir başka satraplığına mı dönüşecek; yoksa  demokratik yoluna devam ederek ve Orta Asya'daki ilerici dönüşümlerin kalesi haline gelerek tiranlıktan kurtulma olasılığı olduğunu mu gösterecek. .

Bu nedenle komünistler ve sol, kaçınılmaz olarak devrimci mücadele için yola çıkan geniş halk hareketini desteklemelidir. Şimdiye kadar, örgütlenmemiş işçiler, işsizler ve köylü gençlik, Halk Karargahı (Atambayev için oluşturulan), Sosyal Demokrat Parti ve mevcut başkan ve hükümetin istifasını savunan siyasi koalisyon etrafında birleşecek. Bu sürecin kendisi için vereceğimiz destek kritik hem de tutuklanan tüm aktivistlerin ve Almazbek Atambayev'in koşulsuz serbest bırakılmasını sağlamak için desteğimiz gerekli.

Ayrıca, selefinin tutuklanması ve protestoculara karşı güç kullanımı ile Sooronbay Jeenbekov'un orta vadede kaybettiğini de hesaba katmalıyız. Elinde tutarken bile  iktidarını sağlamlaştıramaz. Birincisi pozisyonu zayıf ve ciddi bir toplumsal destekten yoksun. Ayrıca halkın çoğunluğu boyun eğmek ve benzer yöntemleri kabul etmek konusunda gönülsüz. Kırgızistan’da Kazakistan’ın senaryosu pek çok insanın karakteri ve savaşçı ruh hali nedeniyle kategorik olarak mümkün değil. 

Sıradan Kırgızlar infazı, gücün gaspını affetmeyecek, baskıları unutmayacaklar. Bu nedenle biz komünistler, bu sıradan insanlarla birlikte olduğumuzu, bir kez daha kaderlerini kendi ellerine alacak olan halk kitlelerinin yanında olduğumuzu yüksek sesle haykırmalıyız.

Aynur Kurmanov – Kazakistan Sosyalist Hareketi Eşbaşkanı

Çeviren: Yiğit Çobanoğlu, Merve Göktekin / SOL

Şüphe et ki, doğruyu bulasın.../ Işıl Özgentürk


Haftada bir yazmanın çok zor olduğunu söylemeliyim. 
Çünkü gündem hızla değişiyor ve bir hafta içinde hemen her köşe yazarı gündemdeki olayı yazmış oluyor. 
Örneğin artık herkes devletin iki kurumu arasındaki (THK ve Orman Bakanlığı) kavgayı biliyor. Ama ben hâlâ şüphedeyim, iki taraf kavga ederken unutulmaya çalışılan başka bir gerçek var. Orman Bakanlığı, 2023 yılına kadar ödeme garantisi verdiği yangın söndürme ihalesinde daha düşük fiyat veren THK ile değil, daha yüksek fiyat veren iki ayrı şirketle anlaşmış. Bu şirketlerden biri bir mimarlık şirketi,uçağı bile yok, kiralayacak    
Öte yandan kullanılan birkaç uçakta Doğu blokundan alınmış, yani oldukça eski. Bu şirketlerle 4 bin saat üstünden anlaşma yapılmış. Kısaca yangın çıksa da çıkmasa da, uçaklar uçsa da uçmasa da bu şirketler paralarını alacak. Fazladan uçarsa onun da parasını alacak. Bu para ne kadar? 42 helikopter için 690 milyon lira. O helikopterler de ortada pek gözükmedi. 

Aklıma şu soru da geliyor: Devletin her yangın için vermeyi garanti ettiği para da mı suyunu çekti? Şimdi herkes birbirini suçluyor. İhaleye giren şirket ortada yok! Buna dikkat! 

İkinci konumuz elbette Diyarbakır, Mardin ve Van kentlerine atanan kayyımlar ve bu atamalara karşı yapılan haklı protestoların orantısız bir güçle bastırılmaya çalışılması. Böyle olacağını Süleyman Soylu seçimler öncesi söylemişti, “Kazansalar bile biz kayyım atayacağız!” Atadılar da! Bu kayyım atama işinden sonra bazı yazarlar  Erdoğan’ın derin devlet tarafından ele geçirildiğini yazmaya başladılar. Efendiler, kimse ele geçirilmedi, zaten çok uzun zamandır devlet ve iktidar derin devlet gibi çalışıyor. 

Şimdi biraz bu derin devlet işine bir göz atalım, dünyanın her yerinde iktidarları yöneten bir derin devlet vardır, bunlar aslında birer taşeron olan hükümetleri çok uluslu şirketler lehine idare etmeye çalışırlar. Örneğin silah lobisi, ansızın Irak’ı nükleer bomba yapmakla suçlar, hükümetlerin Irak savaşına girmesini sağlamak için sahte dokümanlar oluşturup kamuoyunu ikna ederler. Emri de başkana ve meclise verdirirler. Sonuçta Irak’ta bir milyon kişi öldürülür ve sonra özür dilenir, çünkü Irak’ta nükleer silah bulunamamıştır. Ben bunu nereden biliyorum? Dünya artık çok küçüldü ve kapatılmak istenilen pek çok kanalda yakın tarih için yapılan belgeselleri izlerseniz durumu anlarsınız. Bu belgesellerde artık emekli olmuş istihbarat elemanları çatır çatır konuşuyor. Ayrıca Amerika, Irak savaşı için özür diledi.

Derin devlet adını verdiğimiz şey aslında insanlardan oluşur. Ve oldukça karmaşık bir yapısı vardır, her kurumda olduğu gibi bu kurumda da farklı düşünenler olacaktır. Bu farklı düşününler arasında da çatışmalar söz konusudur. Biz sıradan yurttaşlar biraz bir şey öğreniyorsak bu farklı düşünenlerin rekabeti sonucudur. Ve dünyamız artık algıların başarıyla yönetildiği bir dünyadır. Şimdi algılar nasıl yönetilir, küçük bir örnek vermek istiyorum.
 
Diyelim ki, iki yabancı misafirim var ve onlara üç gün içinde Türkiye’yi anlatacağım, bakalım neler yapacağım: Önce iki yabancıyı havaalanından alıp sahil yolundan merkeze sokuyorum. Bu arada bakıyorum, şaşırıp kalıyorlar, bir zamanlar gezdirdiğim iki Japon arkadaşım gibi. Onlar daha ilk başta söylemişlerdi, “Türkiye çok zengin, Amerika dışında hiçbir ülkede bu kadar lüks otomobilli bir arada göremezsin.” 

Bunu biliyorum ya, hemen benzinin litre fiyatını da söyleyi veriyorum. İlk vuruş tamam, zengin bir ülkedeyiz. 

Ardından iki yabancıyı, lüks bir otele götürüyorum, ardından da Boğaz’da ünlü bir lokantaya. Bu arada kaldıkları otelin bir geceliğini ve yedikleri yemeğin parasını da söylüyorum. Şaşırıp kalıyorlar, fiyatlar acayip uçuk. Üstelik kaldıkları otel dairesi için (Türk parasıyla 22 bin lira) sırada insanlar olduğunu ve bu odada daha fazla kalabilmek için yöneticilere rüşvet teklif ettiklerini de ilave ediyorum. Eh, lokantaya da daha önceden yer ayırtmak gerekiyor. Ardından Kapalıçarşı’ya geçiyorum. Dünyanın pek çok yerinde Kapalıçarşıları gezmiş olan misafirlerim şaşırıp kalıyorlar. Bir altın bolluğu, muhteşem bir zenginlik! Daha üç gün olmadan yabancı misafirlerim, zengin, şaşırtıcı bir ülkede olduklarına ikna oluyorlar.

Ve sıra geliyor ikinci Türkiye’yi göstermeye. İki yabancıyı bu kez havaalanından aldıktan sonra şehir içinden merkeze götürüyorum. Karmakarışık bir trafik, sağdan soldan sollayanlar, yabancıların bir anda dilleri tutuluyor, korku tüneline girmiş gibiler. 

Onları şehrin merkezinde sıradan bir otele yerleştirip başlıyorum gezdirmeye. Arabamızı önce muhafazakâr bir semtteki bir kız Kuran kursunun önünde bekletiyorum, az sonra çocuk yaştaki kızlar, başları örtülü, ellerinde kitaplarıyla çıkıyorlar, yüzlerinde hiçbir neşe ifadesi yok. 

Ardından misafirlerimi Kapalıçarşı’nın labirentlerinde dolaştırmaya  başlıyorum. Muhteşem mücevherleri işleyen ustaların basık, havasız mekânları onları şaşırtıyor. 

Ardından benizleri soluk çocuk işçilerin iki büklüm çalıştıkları merdiven altlarını bir bir ziyaret ediyoruz. Onların ekmeği ekmeğe katık ettikleri mekânlarda yemek yiyoruz, bir de kola içiyoruz, bugünlük rızkımız bu kadar. 

Gece işimiz uzun, onları ev kadınlarının, küçücük kızların, haplanmış travestilerin iş beklediği herkes için malum caddelere götürüyorum, ardından birileri bizi evine kabul ediyor. Beş kişinin aynı tuvaleti kullandığı yan yana odalardan geçiyoruz, evdeki yoksulluk misafirlerimi etkiliyor. Ve misafirlerim onların uzattıkları çayı içmekte tereddüt ediyorlar. 

Gördünüz, kısacık bir zamanda iki Türkiye anlattım. İşte algı yönetimi böyle bir şey. AKP iktidarı bunu yıllarca başarıyla yaptı. Şimdi sır döküldü ve her şey ortalığa saçıldı. Panik havası bundan!

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Annelere evlat, çocuklara anne borçlu olmak! / Zülal Kalkandelen

Emine Bulut... 
Boşandığı Fedai Varan adlı erkek tarafından Kırıkkale’de katledilen 38 yaşında bir kadın. 10 yaşındaki kızının gözlerinin önünde boğazı kesilerek can veren bir anne! 
Ölmek istemiyorum” diye feryat eden kanlar içindeki Emine Bulut’a, “Anne lütfen ölme!” diye ağlayarak yalvaran kızı... 

Tuba Erkol... 
Konya’da eşi Bekir Erkol’un 20 yerinden bıçaklayarak katlettiği 37 yaşında bir kadın. 
3 evlat sahibi bir anne! Onun can verdiğinden habersiz olan 9 yaşındaki kızı... 
Ve “Ben annemsiz uyuyamam ki. Ben onsuz nasıl yatarım? Ne olur doktorlara biraz daha para verin de annemi yaşatsınlar” diye komşulardan yardım isteyişi...

***
Bütün bunlar bir günde oldu. 
Nefretin, şiddetin, öfkenin, üzüntünün en ağırı yaşandı. 
Eril zorbalığın irinleri ülkenin her noktasına yayıldı! 
Türkiye ve dünya, iki gün öncesine kadar tanımadığı bu iki kadına uygulanan şiddet ile sarsıldı. Onlar bu yıl Türkiye’de öldürülen 245 kadından ikisiydi. Erkek şiddetinin kurbanı olunca adları duyuldu... 
Çünkü canlarına değer verilen bir toplumda yaşamadılar. 
Sadece ezilen bir ruh, sahip olunan bir beden, hükmedilecek bir canlı olarak görüldüler.

***

Tuba Erkol ve Emine Bulut artık yaşamıyor! 
Çünkü bu ülkede kadına şiddet uygulandığında, kadınlar katledildiğinde birileri hep cinayetleri aklamaya çalıştı. 

Çünkü adli kurumlar, kadına şiddet uygulayanları, tecavüzcüleri, katilleri korudu. 

Çünkü YÖK, “Türkiye’nin değerleriyle mütenasip değil” diyerek Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projeleri’ni sonlandırdı. Çünkü kadın cinayetleri katlanarak artarken, dönemin başbakanı olan zat çıkıp “Bunlar münferit olaylar” dedi.

 
Çünkü kadınlar can verirken, iktidar partisi AKP, muhalefetin bu konudaki araştırma önergelerini sürekli reddetti.
 
Çünkü yetkililer, 6284 sayılı Kadınları Şiddetten Koruma Kanunu’nu uygulamadı.
 
Çünkü birileri, şiddetin önlenmesi için hayati olan İstanbul Sözleşmesi’ni tartışmaya açmaya yeltendi. Dinciler tarafından “Müslümanlara tehdit” olduğu iddia edilen sözleşme için Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Feshedilebilir” dedi. 

Çünkü kadınlar, sistematik bir şekilde, ekonomik olarak güçsüz bırakıldı.
 
Çünkü namussuzların egemen olduğu ataerkil kültürde, iki bacak arasına sıkıştırılan bir “namus” kavramı uyduruldu. Bunun arkasına gizlenerek şiddet, tecavüz ve cinsiyetçilik savunuldu.
 
Çünkü kız çocukları okutulmadı.

Çünkü “çocuk gelin” utancı sona ermedi! 

İki gün önce yaşanan cinayetler, bütün bunların sonucudur.

***

Kadına, çocuğa ve hayvana yönelik şiddet, Türkiye’de kökü çok derinlere inen öldürücü bir virüstür. İktidar tarafından pompalanan yobazlık, cehalet ve maganda terörü toplumu teslim almıştır. 

Annelere yıllardır çocuklarının kemiklerini arattıran devlet, ufacıkçocuklara gözlerinin önünde annelerinin katledilişini de izlettiriyor!

İnsan ya da hayvan, annelere evlat, çocuklara anne borçlu olmak... 

Bundan daha ağır bir yük yok bu hayatta!

Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET