24 Aralık 2019 Salı

Torf alanlarında şüpheli yangın - Mustafa SARIİPEK / SÖZCÜ

Dünyanın en değerli gübresi Torfla gündeme gelen Eber Gölü’nün bulunduğu bölgede çıkan yangınlar, akıllara sabotaj ihtimalini getirdi. Dün başlayan yangın sabah saatlerinde kontrol altına alınabildi. Tarım ve Orman Bakanlığı, gölün dip çamurunun bedelsiz çıkartılması için ihaleye çıkmış, bölge halkı karara tepki göstererek eylem yapmıştı.


Afyonkarahisar'ın Bolvadin ilçesinde bulunan Eber Gölü'nün dip çamurunda dünyanın en değerli gübresinin Tarım ve Orman Bakanlığı 5. Bölge Müdürlüğünce, “Ekolojik rehabilitasyon amaçlı dip çamuru çıkarımının bedelsiz olarak yaptırılması” ihalesini ve köylünün tepkisini ilk olarak gazetemiz duyurmuştu.
Bu haberden birkaç gün sonra bölgede 5-6 ayrı noktada çıkan yangınlar çıkması, sabotaj ihtimalini akıllara getirdi.

Eber Gölü'nün bulunduğu sazlık alanlarda, 5-6 noktadan başlayan ve rüzgârın etkisiyle artarak geniş alana yayılan yangın sabah saatlerinde zorlukla kontrol altına alındı. Foto: Mustafa Sarıipek / SÖZCÜ

SAZLIK ALANDA YANGIN ÇIKTI
Söz konusu ihale sonrası, gölde çalışan iş makinalarını çevre sakinleri engellemişti. Eber Gölü'nün bulunduğu sazlık alanlarda dün akşam saatlerinde henüz belirlenemeyen bir nedenden dolayı yangın çıktı. Ekipler, 5-6 noktadan başlayan ve rüzgârın etkisiyle şiddetli artarak geniş alana yayılan yangını kontrol altına almakta zorlandı.
Sulak alanlarda bulunması gereken yangın söndürme teknesinin olmaması nedeniyle, yangına müdahale edilemedi. Bolvadin Belediyesi'ne bağlı itfaiye ekipleri ise arazi şartları nedeniyle, yangına geç müdahale edebildi.

Eber Gölü'nün altında atıl durumda bekleyen Torf gübresinin Türkiye'nin 20 yıllık gübre ihtiyacını karşılayabileceği belirtiliyor. 
Foto: Mustafa Sarıipek / SÖZCÜ


GÖLDE YAŞAYAN HAYVANLAR DA ETKİLENDİ
Gündüz başlayan ve gece geç saatlere kadar devam eden Eber Gölü'ndeki sazlıklardan yükselen alevler, ilçe merkezinden de görüldü. Yangın sonucu, gölde yaşayan kaplumbağa ve kuş türü birçok canlının telef olmasından endişe ediliyor.
Dün akşam saatlerinde başlayan yangının sabah saatlerinde kontrol altına alındığı ve yaklaşık 30 hektarlık alandaki sazlıklar yandığı öğrenildi.
Tarım ve Orman Bakanlığı 5. Bölge Müdürlüğünce, “Ekolojik rehabilitasyon amaçlı dip çamuru çıkarımının bedelsiz olarak yaptırılması” ihalesine bölge halkı karşı çıkmış ve karara karşı eyleme geçmişti. Foto: Mustafa Sarıipek / SÖZCÜ

SABOTAJ İHTİMALİ VAR
Göl içindeki Torf gübresiyle ilgili yaşanan sıkıntı nedeniyle böyle bir yangının çıkartılabileceği üzerinde duran CHP Çay ilçe yöneticisi Candar Çan; “Ne ilginçtir ki; dip çamuru temizleme krokisinde gösterilen alanlarda başladı yangın. Torf kazısı yapılacak alana ulaşmak sazlıklardan dolayı zorlaşıyor” diye konuştu.
Kimseyi zan altında bırakmak istemediklerini sözlerine ekleyen ilçe yöneticisi, “Son zamanlarda çıkan yangınlar oldukça düşündürücü. Yangınların çıktığı yer, Torf alanlarına çok yakın. Yoksa bu yangınlar ile Torf alanlarına yol mu açılmak isteniyor. Tesadüf mü? Projenin bir parçası mı bu? Konuştuğum bölge yaşayanların kafasında birçok soru var” ifadesini kullandı.

Afyon Kocatepe Üniversitesi Moleküler Genetik Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ferruh Aşçı.

TÜRKİYE'NİN 20 YILLIK GÜBRE İHTİYACINI KARŞILAYABİLİR
Afyon Kocatepe Üniversitesi Moleküler Genetik Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ferruh Aşçı, Eber Gölü'nün altında atıl durumda bekleyen gübrenin Türkiye'nin 20 yıllık gübre ihtiyacını karşılayabileceğini ve yurt dışı fiyatının metreküp başına 50 dolar olduğunu belirterek toplam değerinin ise yaklaşık 200 milyar lira olduğu açıklamıştı.
Mustafa SARIİPEK / SÖZCÜ

23 Aralık 2019 Pazartesi

Ertuğrul Özkök’ün, Mehmet Barlas’ın, Ahmet Hakan’ın derdi…- Kemal Okuyan

Kuyruğa girdiler, “değerli konut vergisi”nin ne kadar kötü bir fikir olduğunu yazıyorlar. Ertuğrul Özkök, Mehmet Barlas, Ahmet Hakan ve diğerleri… Değeri 5 milyon ve üzeri olan konutlardan binde 3 ila binde 10 arasında vergi alınmasını öngören yasaya itiraz ediyorlar.

Öncelikle adaletsizliklerin vergi politikalarıyla çözülmeyeceğini hatırlatalım. “Zenginlerden daha çok vergi alınsın” türünden yaklaşımlar, sırtlarını popülizmin her daim geçerli olan gücüne dayasa bile toplumsal eşitsizliklerin kaynağına inemez.  Bizim sormamız gereken soru, neden çoğunluğun yoksul olduğu bir dünyada daha küçük bir bölmenin zengin ve çok küçük bir azınlığın hayret verici ölçülerde zengin olduğudur.

Mesele sınıfsaldır. Sermaye ve emek arasındaki çelişki, aslında göreli kavramlar olan yoksulluk ve zenginliğin ortaya çıkmasının nedenidir. Vergi politikalarıyla bunu değiştiremez, düzeltemezsiniz. İşin gerçeği vergi politikalarıyla toplumsal adaletsizliğin azıcık da olsa hafiflediği pek az rastlanan bir durumdur. Çünkü bugünkü düzende vergi politikaları patronlara kaynak aktarmanın bir aracı durumundadır.

Hâl böyleyken, değeri beş milyonun üzerinde olan lüks konutlardan özel bir vergi alınmasının adında adalet olan ve adaletsizlikte şampiyon olan bir siyasi partinin nihayet daha adil bir düzen için harekete geçtiği anlamına elbette gelmiyor. 

Öte yandan, paranın gücünü arkasına alan medyanın “etkili” isimlerinin bu meseleyi kafaya takarak “adaletsizlik bu” demesi de insanın sinirini bozuyor. 

Mehmet Barlas “geniş kitleleri huzursuz ediyor” diye buyurmuş. 147 bin 256 kişiden söz ediyorlar. Az değil ama Türkiye gibi bir ülkede “geniş kitle” diye tanımlamak için fazlasıyla küçük bir rakam bu. 
Peki nedir dertleri? 
Bu 147 bin 256 kişi arasında kendilerinin de olması mı?
Açıkçası kaliteleri malum olsa da, “kişisel” kaygılarla bu yazıları yazdıklarını düşünmüyorum. Düpedüz sınıf savaşı veriyor, ait oldukları sınıfın sesini yükseltiyorlar. Verirken de sayıları değil, bu kesimin Türkiye’deki özgül ağırlığını hatırlatıyorlar. Doğrudur, Türkiye’de kanaat oluşturmada 6 milyon asgari ücretli değil söz konusu 147 bin kişinin çok daha büyük bir etkisi var. 

Ve memlekette şu sıra asgari ücret belirlenmeye çalışılıyor. Açlık sınırı, yoksulluk sınırı ortada. Enflasyon ortada. Belirlenecek asgari ücretin bunu telafi etmesi mümkün değil. Yine de emekçinin elde edeceği ek tek bir kuruşun bile önemi var. Bu koşullarda “geniş kitleleri huzursuz eden” konunun değerli konut vergisi olarak belirlenmesi Türkiye’de zengin sınıfların kamuoyu oluşturmadaki üstünlüğünün yeni bir kanıtı olarak görülebilir.

Dediğim gibi zenginlik ve yoksulluk göreli kavramlardır. Ne yoksullara sadaka ve zekat, ne de zenginlere daha fazla vergi toplumsal adaletsizliği çözer. Çözüm sınıfların ortadan kaldırılmasındadır. Sınıfların ortadan kaldırılması için üretim araçlarında özel mülkiyetin ortadan kaldırılması zorunlu bir başlangıçtır.
İnsanlığın kurtuluşu buradadır ve huzursuz olacak bir şey yoktur. Örneğin lüks konut vergisi türünden dertlerle uğraşmayacak Özkök ve diğerleri fena mı!

Herkesin insanca yaşayacağı konutu olacak, herkesin insanca tatil yapma olanağı olacak ama kimsenin toplumun geniş bir kesiminin ulaşamayacağı “lüks”leri olmayacak. Birçok gereksinim de “lüks” olmaktan çıkacak.

Konuya dönersek… Çok takmayın, nasılsa ödemememenin bir yolunu bulur o 147 bin 256 kişinin çoğu…

Kemal Okuyan / SOL

22 Aralık 2019 Pazar

Onlar da hep Nobel aldı! - Yazgülü Aldoğan / CUMHURİYET

Lütfi Özkök, namı diğer “Nobel alacak yazarların portresini çeken fotoğrafçı!” Dikkat edin, almış olanların demedim, alacak olanların dedim.

Lütfi Özkök, namı diğer “Nobel alacak yazarların portresini çeken fotoğrafçı!” Dikkat edin, almış olanların demedim, alacak olanların dedim. 

Nereden mi biliyor? 

Kendi de bilmiyor, içine doğuyor, kim bilir? 

Hikâyeyi başa saralım: Lütfi Özkök, İstanbul’da çok çocuklu bir ailenin oğlu olarak dünyaya geliyor. Derslerinde çok başarılı olduğu için özel bir okulda okuma şansı buluyor, karşılığında balıkçı babasının ayni ödemesiyle, yani balıkla! Babası ona derslerindeki başarısından ötürü bir fotoğraf makinesi hediye ediyor. 

Daha sonraları bu sıradan fotoğraf makinesi için “Beni kurtaran bu makine oldu” diyecektir. Lütfi Özkök, Galatasaray Lisesi’nde de dersleri kadar şiir ve edebiyatla uğraşıyor. Daha sonra okumak için gittiği Paris’te de. Fotoğraf makinesiyle sadece portre çekiyor. Siyah beyaz portreler ve bu portreler hep şairlerin, yazarların portreleri. Kendisi de şiire meraklı olduğu için bir yolunu bulup kimlere kimlere ulaşmıyor ki. 

Ve okul arkadaşı İsveçli Marie - Anne’a tutulup bir de çocukları olacağı için İsveç’e yerleşmesi, ona şiir ve fotoğrafla iç içe bir hayat sunuyor. Çektiği fotoğrafları önceleri Türkiye’de şiir dergilerinde yayımlıyor. Sonraları portre fotoğrafçısı olarak öyle bir ün yapıyor ki biri Nobel aldığında herkes onun kapısını çalıyor, ya çektirmek ya da var olanı almak için. 

İstanbul Modern’de açılan “Lütfi Özkök: Portreler” sergisinde yer alan 89 portrenin 24’ü Nobel ödüllü yazarlar. İçlerinde tabii ki Türk yazarlar da var: Orhan Pamuk, Aziz Nesin, İlhan Selçuk, Yaşar Kemal, Kemal Tahir gibi. Ama Nâzım Hikmet’inkiler ayrı bir anlamlı. Bülent Ecevit’e sanki farklı özenmiş. 

Yabancılar içinde bana en ilginç gelen Samuel Beckett’inkiler. Nobel’i almadan önce çekmiş, sonra Nobel alınca artık Lütfü Özkök tarafından fotoğrafı çekilmek yazarlar için de bir tür sınıf atlamak gibi olmuş. Fotoğrafını çekmediği yazar Nobel alamaz diye espriler yapılmaya başlanmış. 
Hatta bu sergiye bile İsveç’ten Beckett fotoğrafları istenince karar verilmiş, niye yapmıyoruz diye!
PORTRELERİNDE RUH VAR
Bunlar kendisi hakkında anlatılanlar. Sergiyi, üstelik de küratörü İstanbul Modern Fotoğraf Galerisi Yöneticisi Demet Yıldız’la gezen biri olarak benim izlenimlerim ise daha sübjektif elbette. Yıllardır fotoğraf çeken ve mesleğe fotoğrafçı olarak başlamış biri olarak baktığımda Lütfi Özkök’ün fotoğrafın teknik kalitesinden çok kişinin ruhunu yakalamaya çalıştığını hissediyorum. Bütün fotoğrafları siyah beyaz, kimi net bile değil. Ama hepsinde kişinin bakışları, duruşu, verdiği pozla fotoğraf konuşuyor; sanki canlı ve bize bir şeyler söylüyor. Kimi portrelerde kriminal bir bakış yakalıyorum, sanki sanatçı bunu bilerek hazırlıyor. Bir başka dikkat çekici nokta ise içlerinde kadın portrelerinin çok az olması. Sergide sadece 4 kadın yazar portresi var. Birkaç kadın yazarın daha fotoğrafını çektiği biliniyor ama aileden elde edememişler. Oysa karalamalarla dolu not defterinde Marguerite Duras’ın adresi bile var. Daha önce yapılmış bir başka sergisi ise “69 Nobelli Yazarlar seçkisi” ki 69 portreyi içeriyor ve bunların çoğunu ödül öncesinde çekmiş. 
Sergiyi gezerken kitaplarını okuduğunuz, sevdiğiniz tanıdığınız yazarlarla karşılaştığınızda, ki bunların içinde Gabriel Garcia Marquez’den tutun da Günter Grass’a kimler yok ki, onların nasıl poz verdiğini ve o karanlık bakışlarla ne anlatmaya çalıştıklarını düşünün. Gerçekten ufak tefek bir adam, teknik özellikleri açısından çok da yeterli olmayan bir fotoğraf makinesiyle hepsinin evine, odasına, ruhuna girmiş ve deklanşöre basmış. Onu bizim önümüze getirmiş. Hep bir gün İstanbul’a geri dönme hayaliyle yaşamış ama İsveçli olarak kalmış! Belki de bu Nobel ödülüyle ilişkisi bundan ötürü?
Gezilesi, üzerinde düşünülesi bir sergi, İstanbul Modern’de 3 Mayıs 2020’ye kadar açık. 
Yazgülü Aldoğan / CUMHURİYET

21 Aralık 2019 Cumartesi

Osmanlı, Çingenelere ne yaptı? - OKAN ÇİL / duvaR

Hem devlet hem toplum nezdinde hırsız, düzenbaz olarak nitelendirilen Çingenelerin başları dertten pek kurtulmuyordu. Nerede bir hırsızlık yapılsa, nerede biri öldürülse civardaki Çingenelerden hesap soruluyordu. Hor görüldüler, özel günleri basıldı, vergilerle belleri bükülmeye çalışıldı. Peki bu Çingeneler kimlerdi?

Çingeneler ve Çingene kültürü pek çok yerde gerçeklikten uzak bir temsiliyetle, yer yer karikatürize edilerek ve önyargıyla dolu şekilde karşımıza çıkar. Türkiye’de ve dünyada, Çingenelere yönelik yerleşen bu yargıları, ötekileştirme zihniyeti anlayabilmek için, işin tarihsel kökenine gitmekte fayda var.
Çingenelerle ilgili ilk araştırmaların, 1780 yıllarında, Heinrich Morizt Grellman ve Jacop Carl Christoph Rudiger isimli iki Alman dilbilimci tarafından yapıldığı iddia edilse de Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde de Çingenelerle, Kıptîlerle ilgili sosyolojik veriler mevcut.
Osmanlı kaynaklarında Çingene ve Kıptî kelimeleri benzer anlamlara karşılık gelmekteydi. Göçebe bir halk olan Çingenelerin, gittikleri her ülkede de çeşitli lakaplarla anıldıklarını görüyoruz. Cigagin Bulgarca, Zingari İtalyanca, Tsigane Fransızca… İlginçtir; hemen her dilde de olumsuz bir anlamla beraber anılan bu kelimeler, bize yüzyıllar öncesinden bir şeyler söylüyor aslında.
Çingenelerin farklı milletlerce söz birliği edilmişçesine ötekileştirilmesinin belki de en temel nedeni, onların göçebe olmasından ve kontrol altına girmek istemediklerinden ötürü düzeni bozmalarından kaynaklanıyor. Yapılan araştırmalar, kökenlerinin Hindistan’a dayandığını söylese de V. yüzyıldaki toplu göçlerinden sonra uzun süre Mısır’da yaşamaları, onların Mısırlı olduğu fikrini doğurmuştu. (Egypt – Gypsy – Kıptî) V.-XIV. yüzyıl arası düzensiz aralıklarla ve çeşitli kollara bölünmüş olarak İran’a, Mısır’a, Anadolu’ya, Balkanlar ve Avrupa’ya dek ilerlemişlerdi. Göç esnasında benzer güzergâhları tercih ettiklerinden, bir savunma mekanizması olarak, arkadan gelenleri uyarmak için çeşitli yerlere yön işaretleri bırakmayı ihmal etmemişlerdi.
Bu süreçte göç eden kolların bir kısmı yerleşik hayatı kabul etseler de tıpkı göçerler / yarı göçerler gibi bir muameleye tabi tutulduklarını cizyedârların raporlarından, kadı sicillerindeki davalardan ve kanunnamelerden okuyabiliyoruz.
ÇİNGENELERLE EVLENMEME YASASI! 
İçinde yaşadıkları toplumun dilini, dinini, âdetini benimseme noktasında pek zorluk çekmeyen Çingeneler, yine aynı toplulukça ötelenmeye devam ederler. Mesela Eflak ve Boğdan’da, Çingenelerle yerli halk arasında çok nadir de olsa yapılan evliliklerin önüne geçebilmek için 1766’da, Boğdan Prensi tarafından bir yasa çıkarılmıştı. Bu ve buna benzer nedenler yüzünden kendi içlerinde evlenip çoğalan Çingeneler, özlerini korumayı da başarmışlardı. Dünyanın farklı ülkelerinde (değişen sosyolojik koşulları göz önünde bulundurarak) benzer meslekleri icra etmeleri (bohçacılık, falcılık, müzisyenlik, çiçekçilik, ayı oynatıcılığı, kalaycılık vs.) ve benzer kültürel kodlara sahip olmaları (Hıdırellez, dans, göçebelik, kadınların ve çocukların çalışması vs.) önemli bir ayrıntıdır.
Diğer taraftan Müslümanlıkları, Hristiyanlıkları, Yahudilikleri de her zaman tartışma konusu olmuştu. Evliya Çelebi, Kıptilerin “Kâfirler ile kızıl yumurta, Müslümanlar ile Kurban Bayramı ve Yahudiler ile Kamış Bayramı,” yaptıklarını söyler. Hatta göçebeliği sürdürenlerin daha çok Alevi-Bektaşiliği, yerleşikliği kabul edenlerinse Sünniliği seçmeleri de üstüne düşünmeye değer bir konu.
Osmanlı kayıtlarına girmeleri de İstanbul fethi sonrasında, Balkanlarla etkileşim kurulmasıyla beraber gerçekleşmişti. Bu kayıtların ilk hâlini tahrir defterlerinde görmekteyiz. Tahrir kayıtları, her ne kadar vergi sisteminin düzenlenmesine yönelik tutulmuşsa da o bölgenin ve o bölgedeki insan topluluğunun sayısı, mesleği, milleti ve dini hakkında (hane bazlı olarak) önemli bir kaynak niteliğindedir.
MÜSLÜMANLAR AMA VERGİ VERİYORLAR! 
Osmanlı’nın temel gelir vergilerinden biri olan cizye, sadece gayrimüslimden alınırken, Müslüman Çingeneler de bu vergiye dahil edilmişlerdi. Tabii şöyle bir farkla; gayrimüslimden 25 akçe tahsil ediliyorsa, Müslüman Çingeneden 22 akçe istenmekteydi. Onların gerçekten değil, görünüşte Müslümanlaştıklarına inanılıyordu.
Sultan Fatih döneminde hazırlanan kanunnamelerin birinde geçen şu cümleler hayli enteresandır. “Müslüman olan Çingene, kâfir olan Çingeneler arasında oturmamalı, Müslümanla karışmalıdır. İlle de onlarla birlikte oturup Müslümanlara karışmayacak olursa, onların da kâfirler gibi haraçları alınmalıdır.”
Diğer bir değişle vergi meselesi, Osmanlı’yla Çingeneler arasındaki çatışmanın uzun yıllar boyunca sürmesine sebep olmuştu. Bu ve buna benzer nedenler yüzünden bir kısım Çingenenin eşkıyalığa kalkıştığı, soygunculuk yaptığı ve insan öldürdüğü de kayıtlarda bulunmaktadır. Yakalanan eşkıyaların bir kısmı öldürülürken, bir kısmı da Tersâne-i Âmire’ye (Haliç Tersanesi) kürekçi olarak sokulurlar. (Kürek cezasının ne menem bir bela olduğunu anlamak için Emrah Safa Gürkan’ın Sultanın Korsanları kitabına ya da kitapla ilgili yazdığım şu yazıya bakabilirsiniz.)
Çingeneleri yerleşik hayata geçirmek ve bu sayede vergi sisteminin işleyişini sağlamak için çeşitli düzenlere giden Osmanlı, ilk olarak Çingenelerin belirli kazalar dahilinde göç etmelerine izin verir. Aksi bir durum söz konusu olduğundaysa yakalanıp o sınırlara geri getirilirler ve vakanın durumuna göre cezalandırılırlardı.
Çingenelerin vergi sistemine karşı geliştirdikleri taktiklerin başında da işte bu vardı; yer değiştirmek. Cizyedârların civar köylerde olduğu haber alındığında, hemen tası tarağı toplayıp kaçıyorlardı. Cizyedârlar aynı zamanda, onları yakalayıp getirmekle de görevli olduklarından trajikomik bir kaçma kovalamaca hikâyesi yaşanıyordu.
Bazen de kaçmayıp, cizyedârları soyup öldürüyorlardı. Yaşanan irili ufaklı çatışmalar ve benzer örnekler neticesinde, Çingenelerin at ve kısrak kullanmaları dahi yasaklandı. Sadece eşekle seyahat etmelerine izin veriliyordu.
Çingenelerin maruz kaldıkları bu durum, zaman zaman da cizyedârların suiistimalleriyle karşılaşıyordu. Cizyedârlar, bu cahil göçmenlerden fazlaca vergi tahsil edebiliyorlardı. Bazen de vergiyi tahsil ettikleri hâlde, kayda geçirmeyip ceplerine atıyorlar ve Çingenelerin kaçıp gittiklerini söylüyorlardı.
Cizyedârlara onları yakalama görevi biraz da bu yüzden verilmiştir diye düşünülebilir. Hatta belli bölgelerde, tahsil edilmeyen cizyenin, cizyedârdan alınması gibi yöntemlere de başvurulduğunu okuyoruz. Buradan düşününce, yaşanan çatışmaların nedeni daha anlaşılır oluyor. Çingeneler kaçıp gittiklerinde, cizyedârlar ya onların peşine düşüyor ya bin bela okuyup akçeyi çıkarıp kendi veriyor, yeterli paraları yoksa cezalandırılmaktan korktukları için, Çingeneler gibi sırrı kadem bastıkları da oluyordu.
Ağırlıklı olarak Rumeli dolaylarında yaşayan Çingenelerin, İstanbul’un fethinden sonra Kasımpaşa, Ayvansaray, Sulukule, Üsküdar’ın Selamsız Mahallesi gibi yerlere, daha o yıllarda yerleşmeye başladıklarını görüyoruz. Fakat bu yerleşmeler, yukarıda bahsettiğimiz gibi, her an değişime açık durumdaydı.
Cizyedârların bu belaya karşı buldukları çözümse hayli ilginç; madem Çingeneler sürekli kaçıyorlar, o zaman onların toplanma günlerinde vergi tahsilatı yapalım. İşte bu yüzden Rumi 23 Nisan (6 Mayıs) gününe denk gelen Kakava Bayramı’nda, yani Hıdırellez gününde yapışıyorlardı yakalarına…
Konuyla ilgili kadı sicillerini araştırdığımda, 1663-1664 yıllarında Hasan bin Bâli isimli bir Çingenenin cizye vergisinden muaf tutulmak, ehli sünnet bir Müslüman olduğunu kanıtlamak ve babasının yükünü çekmemek için açtığı bir davaya rastladım. Mahalleden getirdiği şahitlerle “Müslüman” olduğu onaylanınca vergiden muaf tutulabiliyor ancak.
Bu, karşımıza çıkan tek bir örnek. Çeşitli nedenlerle vergiden muaf tutulmalar, akçe sayısının düştüğü durumlar da mevcut fakat hem devlet hem toplum nezdinde hırsız, düzenbaz olarak nitelendirilen Çingenelerin başları dertten pek kurtulmuyordu. Nerede bir hırsızlık yapılsa, nerede biri öldürülse civardaki Çingenelerden hesap soruluyordu. Hatta yer yer suçsuz insanların dahi cezalandırıldığı oluyordu.
Osmanlı, Çingene meselesini çözmek için bir sürü şey yapsa da kalıcı bir rahatlama yaşanmamıştı. Sultan Fatih’den sonra Sultan Süleyman, Çingenelere sancak vererek (Livâ-i Çingâne) onları kontrol altında tutmaya çalışmış, ancak Osmanlı’nın son dönemine kadar benzer düzenlemelere devam edilmişti. Tanzimat yıllarında çıkarılar Kıbtîler Nizamnâmesi bu açıdan önemli bir göstergedir.
Son kertede; bir türlü zapturapt altına alınamayan Çingeneler, kendi kültürleri ve yaşayış biçimleriyle günümüze kadar geldiler ve 15. yüzyıldan beri olduğu gibi eğlencenin, müziğin, sokağın yanı başından ayrılmadılar.
Okan Çil / duvaR

Kaynakça
  • Osmanlı Toplumunda Çingeneler, İsmail Altınöz, Türk Tarih Kurumu, 2013, Syf: 36

Çalan İstanbul - ORHAN GÖKDEMİR


“Çılgın proje” diye başladı aslında. Gerçekten çılgındı. Hatta normal bir ülkede ve normal bir siyasal iklimde manyakça bile sayılabilirdi. Düşünsenize, hiç gereği yokken iki denizin arasına 45 kilometrelik kanal açacaksın, bir denizin suyunu ötekine katacaksın, doğaya tanrı kibriyle yaklaşacaksın…

Bundan sekiz yıl önce, İstanbul Kongre Merkezi’nde tanıttılar. “İstanbul Hazır; Hedef 2023”' projesi kapsamında -böyle bir projeleri de vardı arkadaşların, seçimi hiç kaybetmeyeceklerini sanıyorlardı- Karadeniz ve Marmara arasında yeni bir kanal açılacaktı. Adı "Kanal İstanbul" olacaktı. Projeyle İstanbul'da iki yarımada ve bir ada oluşacaktı. Zamanın başbakanı “Panama Kanalı, Süveyş ve Yunanistan'daki Corinth Kanalı ile kıyas dahi kabul etmeyecek yüzyılın en büyük projelerinden biri için bugün kolları sıvıyoruz” diye müjdeledi çılgınlığını. Projenin tamamı milli kaynaklardan karşılanacaktı bir de, çünkü Türkiye bir istikrar ve güven ülkesiydi dediğine göre. 

Ama hayat bu, nutuklarda durduğu gibi durmuyor kör olasıca! Bu açıklamadan iki yıl sonra Haziran Direnişi patlak verdi ülkede. Parka inşaat yapmaya kalkışınca muktedir, “yeter ulan” diyen halk ayaklandı. Meydanlara giremediler 15 gün boyunca, neredeyse düşeyazıyordular. O durulunca Cemaat geçti atağa, 15 Temmuz akşamı devirmeye kalkıştılar beyefendiyi. Sonra sıkıyönetim, ekonomik kriz falan derken ülke bildiğiniz manyaklaştı. Patron-asker-sağcı siyasi elbirliğiyle yapılan, Cumhuriyeti yıkma çılgın projesinin tezahürleridir. 

“Kör topal yuvarlanıp geldiler, 2023’e üç yıl kaldı şunun şurasında” diyeceksiniz. Ama görüldüğü gibi üç yılda bir büyük krizle sarsılıyor ülke. Halk da bu manyaklığı sırtından atma projesi yapıyor yani. Çılgın bir ülke burası; Park yüzünden ayaklanmışlığı var, kanal yüzünden devrime kalkışsa kimse şaşırmaz! 

                                                            ***

Bugünlerde yine harlandıysa sebebi var. Ekonomi krizde, siyasetleri tıkandı, yeni bir manyaklık lazım muktedirlere.

Projeye bakan diyor ki, geçtik inşaatı, betonu, rantı; iki barajı tehlikeye atacaksınız. Susuz kalacak şehir. “Çevre ve Şehircilik Bakanı”na sordular; “evet ama yaşanacak su kaybını Melen Barajı karşılayacak” dedi. Vaktiyle şehir susuz kaldığı için yapımına girişmişlerdi o barajın. Milyar liralar döktüler, betona boğdular nehir yatağını. Geçen gün İBB Başkanı basının önüne çıkıp fotoğraflarını gösterdi eserlerinin. Derin çatlaklar oluşmuştu yüzeyinde. Su tutması imkansızdı özetle. 

Projenin şehri sürüklediği uçurumu gören mimarlar-mühendisler diyor ki, İstanbul, Trakya, Marmara ve Karadeniz için, coğrafi, ekolojik, ekonomik, sosyolojik, kentsel, kültürel, yani yaşamsal bir yıkım ve bir eko-kırım projesi bu. Nasıl olabilir başka? Düşünün, İstanbul’un içme suyunun yüzde 70’i zaten başka illerden karşılanıyor. Taşıma su yani. İklim su koyvermiş, yağmamakta direniyor. Kuzey Ormanlarını havaalanı aşkına sildiler. Şimdi son kalan meralar, tarlalar da kanal tehdidi altında. Koyun üstüne deprem tehlikesini. Bunlara karşı önlem almak yerine şehre yeni bir şehir ekleyecekler sırf kişisel çıkarları için. Su götürmez manyaklıktır.  

Kanal konuşuyoruz ama projenin içinde başka projeler var. Kanalla birlikte etrafında 453 milyon metrekare ölçülerinde yeni bir yerleşim alanı oluşturulacak. 78 milyon metrekare üzerine bir havaalanı yapılacaktı, yapıldı bitti. 33 milyon metrekare üzerine Ispartakule ve Bahçeşehir yükselecekti, inşaat çılgınlığı şeklinde devam ediyor. 108 milyon metrekare üzerine yollar, 167 milyon metrekare üzerine imar parselleri yapılacaktı, çoktan yapıldı. Küçükçekmece kıyıları yağmalandı. Havzadaki bataklıklar dışında her yer beton denizi. İktidarın ayakta kalmasının tek yolu bu yağmanın devam etmesinden geçiyor. Bunun için bu manyaklığın bu kadar makul karşılanması.

Hattaki inşaat faaliyetine topluca bakılırsa niyeti göreceksiniz. Şehrin kuzeyini inşaat alanı haline getirecekler. 3. Havalimanı, 3. Köprü, hatta Körfez’i geçen Sultan Tayyar Osman Köprüsü bu amaçla inşa edildi. Önce yolu yaptılar sonra alanı ranta açtılar. 

Halbuki o arada öldü İnşaat Tanrısı. Ne alabilecek gücü olan var ne satmaya takati kalan. Katarlıları buldular son çare. Yalova’da ucuz arsa fırsatını kaçıran petro-dolar zengini yalelelli çakma Boğaz’da alıyor soluğu.

                                                             ***

Onun için “Kanal İstanbul” dediler adına zaten. Bir TOKİ projesi bu. Ali Ağaoğlu da yaptığı toplu konutlara böylesi Türkçesi bozuk adlar vermeyi seviyor, misal. İngilizceden çeviri olabilir, bilmiyorum, reklamcı ağzıdır.

Kaldı ki düzeltip “İstanbul Kanalı” desek ne olacak. Esası İstanbul’u halktan çalma faaliyetidir. Halkalı ile Altınşehir semtleri arasında, yani kanalın Küçükçekmece gölüne kavuşacağı noktada bir sürü çakma Boğaz yaptılar zaten. Boğaz manzaralı diye etrafındaki TOKİ binalarını inanılmaz fiyatlara kakaladılar halka. Bir sinekli göletin etrafında yalılar, villalar gırla. Rant düzeni hep böyle devam edecek sanan halkımız aldı, elinde kaldı.

Çünkü Boğazı çakma. O çakma Boğaz’da dolandırılanlar hakikisi yapılacak, biz de bir yer kapacağız diye elini ovuşturarak bekliyor şimdi. Ne göl umurlarında ne az ilerideki Sazlıdere barajı. “Çalan İstanbul” manyaklığıdır.

                                                           ***

Yürüyelim öyleyse. Sazlıdere’nin yamaçlarında Şamlar Köyü var. İlkokuldayken kardeş okul seçmiştik köy okulunu. Yılda bir otobüslere doluşup köyün yolunu tutardık. Paylaşmayı öğreniyorduk hep birlikte. Eyüp-Şamlar arası Eski Londra Asfaltı üzerinden uzun bir yoldu, şimdi şehrin içinde kaldı hepsi. Kanal yapılınca o köy kalmayacak orada. Alıp petro-doları mukabili Katarlılara verecekler topraklarını.

Şamlar köyünden hareket edip TOKİ beton ormanını geçince Sazlıdere’yi Küçükçekmece Gölüne bağlayan vadinin yamacında Yarımburgaz Mağarası var. İstanbul'un en eski yerleşim yeri. 700 bin yıl önce de bu mağarada insanlar varmış, 7 bin yıl önce de. Bizans döneminde kireçtaşı kayayı oyarak bir de şapel yapmışlar içine. Üst tarafı gecekondu. Mağara hayatından hallice bir hayat sürüyor o kondularda. Kanal yapılınca o konduları da ellerinden alacaklar kent yoksullarının. 

Sazlıdere’den ilerleyip Karadeniz kıyısına yaklaşınca Terkos gölü var. Şehrin en önemli su kaynaklarından biri. O da tehlike altında kanal projesiyle. Üç beş konut yapıp satacağız diye Terkos’u, Sazlıdere’yi, Küçükçekmece’yi bitirecekler. 

Havaalanı yapacağız diye ormanı çoktan dümdüz ettiler zaten, göletleri kuruttular, mandaları sürgüne gönderdiler. Göçer kuşların konaklama yeriydi, artık konacak yerleri yok. Birkaç deve yerleştirseler ortama, bildiğiniz Dubai. 

Tarihsiz bir şehir yaratıyorlar böyle böyle, talihsizliğimiz bu.

                                                            ***

Malum Dubai’de fazla gelen petro-dolarlarla denizi doldurup “Palmiye Adası” yaptı şeyhleri. Ne işe yarıyor diyorsanız söyleyeyim; uzaydan görülüyor, bir de zenginlere mahsus ev-otel var üzerinde. Gösteriş ve lüks yeni burjuvazinin alamet-i farikasıdır.

Ne yapacaklar başka? 

Kültür, sanat, şiir, müzik, edebiyat yok. Tarih bilmezler, mimariye aldırmazlar. İçmezler, haliyle sevmezler yurtlarını, vatanlarını. Kanal açıp, ada yapıp, para istifleyip övünecekler mecbur.

Ama böyle gitmeyecek bu. Onlar ağır ellerini toprağa basıp doğrulduklarında, bir sabah vakti, değişecek şehrin kaderi. Kanallarını, adalarını, beton ormanlarını, saraylarını kaldırıp atacağız. 

Topraksız bırakılmış yoksullarla, göleti kurutulmuş mandalarla, konaksız bırakılmış kuşlarla toplanacağız. 

Yarımburgaz Mağarasında büyük bir orkestra olacağız, insanlık senfonisini çalacağız… 

Orhan Gökdemir / SOL

Osmanlı türbesinde dikkat çeken detaylar: Hiçbir İslami öge yok, Göktanrı inancı resmedilmiş - SOL

Osmanlı'nın kuruluş yıllarında uç beyi İsa Sofi adına inşa edilen türbede yapılan incelemeler sonucunda İslami ögelere değil Gök Tanrı inancına dair birçok çizim tespit edildi.


Bilecik’in Söğüt ilçesine bağlı Borcak köyünde bulunan İsa Sofi türbesi, 12 ve 13. yüzyıllarda Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Türkmen göçerlerden günümüze kadar ulaşan çok önemli izler taşıyor.

Arkeofili'de yer alan bir yazıya göre, türbenin duvarlarına resmedilmiş Gök Tanrı inancına ait bezemeler, Anadolu coğrafyasında bulunan ilk örnek olması nedeniyle büyük bir öneme sahip.

Türbede başlatılan tadilat sırasında, üstteki sıvanın kazınması ile ortaya çıkan bu bezemeler, az sayılabilecek bir bozulma ile günümüze kadar ulaşmış. Gök Tanrı inancını yansıtan duvar resimleri, bu inanca yönelik anlayışların resmedildiği çok önemli bir belge niteliği taşıyor.

Kendisi adına türbe yapılan İsa Sofi’nin, vakıf belgelerinden Osman Bey zamanında burada bir zaviyesi olduğu ve buranın kendisine vakfedildiği biliniyor. Diğer taraftan yöre halkı tarafından Ertuğrul Gazi’nin silah arkadaşı olduğuna dair günümüze kadar ulaşan bir rivayet var.

İsa Sofi’nin adından dini bir şahsiyet olduğu ve adına türbe inşa edildiği için toplumun önde gelen bir ismi olduğu anlaşılıyor. Ancak türbede yer alan İslam dışı öğeler, içinde yaşadığı topluluk ve İsa Sofi’nin onlarla ilişkisi hakkında ipuçları barındırıyor. Söz konusu türbe, süslemeleri bakımından Anadolu’daki hiçbir türbe ile benzerlik göstermiyor.

Türbenin yer aldığı Borcak Köyü ve İsa Sofi Türbesi, Osmanlı Beyliği’nin kurulduğu Söğüt ilçe merkezinin yaklaşık 9 kilometre doğusunda bulunuyor.

Bu tür türbelerin yüksek tepelerde yer alması, eski Türk inancıyla alakalıydı. Nitekim yüksek tabakaya mensup kişilerin mezarları ulaşılması zor yerlere yapılırdı.

Erken Osmanlı mimarisine ait olan türbede bir kitabe olmasa da, İsa Sofi’nin vakıf kayıtları ve yöre halkının anlatımları, türbenin 14. yüzyılın ilk yarısında inşa edildiğini gösteriyor.

HİÇBİR İSLAMİ ÖGE YOK
Türbe İslami bir yapı olmasına rağmen, içerisinde bulunan süslemelerin ağırlıklı olarak Şamanizm kökenli olması, toplumda eski inancın çok canlı olduğunun bir göstergesi. Özellikle konar-göçer hayat süren Türklerde, İslamiyet kabul edilmesine rağmen eski inanca dair davranışlar kolaylıkla terk edilmemişti.
Türbe, kare planı ve sekizgen kasnak üzerine yapılmış kubbesi ile mimari olarak klasik Türk-İslam yapısı olma özelliğini taşıyor. Kapısı benzer yapılarda olduğu gibi alçak yapılmış. Bu özellikleri ile İslami yönü güçlü bir figüre ait olması gerektiği düşünülse de, 2017 yılında başlatılan tadilat sırasında alt sıvada meydana çıkan bezemeler, konuyu farklı bir boyuta taşıyor.

Türbenin içi, Orta Asya inanç sistemine ait olan öğelerle bezenmiş. Duvar bezemelerinde, Orta Asya inanç ve kültür sisteminin çok etkili olduğu açıkça görülüyor. Türbe içerisinde hiçbir İslami öğe bulunmamasına karşın, tamamının Göktanrı inancına ait olması, İsa Sofi’nin inancını da sorgulatır nitelikte.

Türbe ile ilgili dikkat çekici bir özellik de, bu İslam dışı süslemenin, daha yeni bir sıva ile kapatılmış olması. Yöre sakinleri, bu işlemin ne zaman yapıldığını bilmiyor. Osmanlılardan kalma metruk okul binasının mimarisi ve duvardaki hat üslubu, türbedeki kapatıcı sıvanın 19. yüzyılda yapıldığını düşündürüyor.

1980’LERE KADAR ÇEŞİTLİ RİTÜELLER UYGULANIYORDU
Türbenin eski dönemlerdeki öneminin yanında, İsa Sofi yakın zamanlara kadar köyün sosyal ve dini hayatında da önemini devam ettirdi. Halkın belli aralıklarla ziyaret ettiği bir yer olmasının yanısıra, yakın zamana kadar hıdrellez gibi kutlamalar da burada yapılıyor, dualar burada ediliyor ve şifalı pilav burada pişirilip yeniliyordu.

Çocuğu olmayanlar, hastalar dertlerine devayı burada dua ederek arıyorlardı. Dua edilirken geyik kemikleri mezar üstüne konuluyordu. Diğer yandan sandukanın içine el sokulması ve buradan koparılabilen bir bitki parçasının duanın kabulü anlamına geleceğine dair bir inanç vardı. Rivayete göre bir kişi elini mezarın içine soktuğunda İsa Sofi elini tutmuş ve insanlar korkudan bu alışkanlıklarına son vermişlerdi.

Bölgede bulunan birçok türbede olduğu gibi burada da mum yakma âdeti yakın zamanlara kadar devam etmişti. Yine benzer şekilde türbeye her akşam su bırakılması ve bununla İsa Sofi’nin abdest aldığına dair inanış da yakın zamanlara kadar yaşatılmıştı.

Dileklerin kabulü için bir vesile olarak, türbe bahçesindeki ağaçlara bez bağlama geleneği de yakın zamanlara kadar uygulanan bir başka ritüeldi.

SOL

20 Aralık 2019 Cuma

Dış kırılganlıklar nasıl seyrediyor? - KORKUT BORATAV

Bu köşede ekonominin “gidişatı”na sık sık göz atıyoruz. 

Hızla güncelleyelim:TÜİK’in son verilerine göre ekonomik kriz (“küçülme”) 2019’da son bulmuştur. Ne var ki, bu hafta yayımlanan Eylül 2019 işgücü istatistikleri, toplam istihdamda on iki ay öncesine 623.000 düşme belirliyor. Temmuz-Eylül 2019 ortalamasına göre de 720 bin emekçi, işlerini yitirmiştir. İstihdamın bu boyutlarda düştüğü bir dönemde GSYH’daki artış nasıl açıklanabilir? 

Tartışmayı sürdüreceğiz.

İstihdamdaki daralma işsizlik oranlarını da sıçratmıştır. Bu tür bulgular, bir ay değil, on iki ay öncesiyle karşılaştırılır. Eylül 2018-2019 arasında işsizlik oranını karşılaştırın: %11,7 → %13,8… Üç aylık ortalamada 817.000 yeni işsiz, toplumsal krizin süregeldiğini gösteriyor. Olası bir finansal kriz ise (şimdilik) atlatılmış görünmektedir. Bu yazıda bu konuya odaklanalım: 2018-2019 döneminde dış kırılganlıkların ve finansal risklerin seyrini izleyelim. 

2016-2017: Artan dış kırılganlıklar  
Uluslararası finans çevreleri, 2013’ten itibaren Türkiye’yi “yükselen ekonomilerin en kırılganları” arasına yerleştirmişti.

Bu sınıflama, izlenen ülkelerin dış (döviz) yükümlülüklerinin karşılanmasındaki risk derecelerine dayandırılır. Aşağıdaki Türkiye tablosu 2016-2019’u kapsıyor ve bu değerlendirmelerde öncelik taşıyan dışsal kırılganlık göstergelerini içeriyor. 

Finans çevrelerince kullanılan en yaygın, bütüncül göstergeler ilk beş satırdadır.
Bunlar ve sonraki iki satırda yer alan ek bilgiler krizin öncesine ve seyrine ışık tutuyor.

Tabloda yer alan mutlak sayıların artması “dış kırılganlıklarda bozulma” olarak yorumlanır.
2016’dan 2017’ye dış kırılganlık göstergeleri ağırlaşmıştır, ama uluslararası finans sermayesi bu durumu caydırıcı görmemiştir. Tablo’nun son satırı, bu olumlu değerlendirmeyi yansıtıyor: 2017’de düşen CDS (“batık kredi takası”), dış kredilerin risk göstergesidir; temerrüt olasılığına karşı sigorta maliyetini yansıtır.
Nitekim, 2017’de Türkiye’ye yabancı sermaye girişleri bir önceki yıla göre yüzde 46’lık bir artışla 50 milyar dolar sınırına ulaşacaktır.

2018’e girildiğinde de “yükselen” ekonomilerde finansal istikrarsızlıkları tetikleyecek ortak etkenler söz konusu değildir. Arjantin ve Türkiye hariç… Bu iki ülkeye özgü sorunlar yabancı sermaye çıkışlarını tetikleyecektir.

Türkiye’ye özgü “tetikleyici etken” üçlüdür: Haziran seçimi sürecinde Cumhurbaşkanı’nın finans kapitale açıkça meydan okuması; değişen ekonomi yönetimi ve ABD ile Rahip Brunson krizi… 

Bu olumsuz dürtüleri krize dönüştüren temel neden ise, Tablo’da yer alan ve 2018 içinde ağırlaşan dış kırılganlıklardır. 

Dolarlı millî gelir hesaplarının sorunları
Dışsal kırılganlık göstergelerinin çoğu, dolarlı millî gelire (GSYH’ya) göre ölçülen oranlardan oluşur (bk. Tablo’nun ilk dört satırı). Burada IMF’nin Türkiye GSYH verilerini kullandım. 

Bu yılın GSYH verileri henüz kesinleşmedi; öngörüdür. Buna göre 2018-2019 arasında Türkiye’nin dolarlı millî geliri %3,6 oranında küçülecektir: Milyar dolar olarak ifade edelim: 771,3 → 743,7…  Sabit fiyatlı TL ile GSYH ise 2019’da %0,2 (binde 2) oranında büyüyecektir

GSYH öngörüsü, dolarlı hesaplamada küçülmekte; sabit fiyatlı TL ile (“birazcık”) büyümektedir. Bu uyumsuz durum, 2019’da dolar/TL kurunun ortalama değişimi ile ülke içi fiyat hareketleri arasındaki farktan geliyor: IMF’nin 2019 için ortalama dolar fiyatı öngörüsü 5,75 TL’dir. Bu kur, bir yıl önceki ortalama dolar fiyatının (4,83 TL’nin) yüzde 19 üstündedir. 2019’da ortalama fiyatların  (GSYH deflatörünün) artış temposu, doları geriden izleyecektir.

Bu yılın on bir ayında dolar fiyatı biraz daha yumuşak bir tempoyla arttı. Bu tempo Aralık’ta da aynı kalır ve IMF’nin enflasyon öngörüsü tutarsa, dolarlı GSYH’nin küçülmesi yüzde 2,3’e inecektir. 

2018: Krizin arifesi, ilk ayları: Kırılganlıklar zirvede
Tablo sütun 3’te yer alan dış kırılganlık göstergeleri, 2018’in “en kötü” ayına aittir. 
Kriz ortamının (“tetikleyici etkenler”in) patlak vermesinin hemen öncesinde, Mart 2018’de üç gösterge “en olumsuz” değerlere çıkıyor: Ekonominin döviz varlıkları ile yükümlülükler arasındaki açığın (satır 2); finans-dışı şirketlerin net döviz yükümlülüklerinin (satır 3) ve dış borçların (satır 4) millî gelire oranları… 

IMF’nin Mart 2018 tarihli Türkiye raporu bazı uyarılar içerdi; ama kulak asan olmadı. 

On iki aylık cari işlem açığının millî gelire oranı Mayıs 2018’e kadar yükselmeyi sürdürdü. Döviz krizi Ağustos’ta patlak verdi; aylık dış açık, Ekim’de son buldu. 
Kısa vadeli dış borçların TCMB brüt döviz rezervlerine oranı ise üst eşiğe Eylül’de ulaşacaktır. Mart 2018 sonrasında kısa vadeli dış borçlar çok ılımlı bir tempoda düştü; bu gösterge yine de bozuldu. Altı ayda 20 milyar dolara yaklaşan rezerv erimesi nedeniyle… 

2019: Krizin hafiflettiği kırılganlıklar 
Kırılganlık göstergeleri Ağustos-Eylül 2018’de zirveye çıkarken yabancı sermaye net çıkış yapmaktaydı. Vadesi gelen kredi anaparaları tahsil edilmeye başlandı. Yerli burjuvazi de ülke dışına fon aktarımlarını hızlandırdı.

2019’da yabancı sermaye yeniden girişe başladı; ama, kriz öncesine göre düşük bir tempoda... 

2018’in “en kötü” aylarıyla  2019’un son (Haziran-Ekim) verilerini  milyar dolar olarak karşılaştıralım.
Bankalar, uzun vadeli dış kredilerinin bir bölümünü “döndürebildi.” Şirketlere verdikleri döviz kredilerini TL’ye dönüştürdüler veya yapılandırdılar. Sonuçta, şirketlerin net döviz dengesi  düzeldi: -222,5 → -178,0 milyar dolar.  
Bir bölümü döndürülebilen dış borç stokunda 20 milyar dolarlık düşme (467 → 447) oldu. Şirketlerin dış borç yükünün kamu bankaları, Hazine, hatta dolaylı yöntemlerle TCMB tarafından devralındığı anlaşılıyor. 2018 sonu ile Haziran 2019 arasında dış borçlarda kamunun payı (%33 → %34) bu şaibeli işlemlerle artmış olsa gerektir. 

Yabancı sermayenin çıkışı ve yabancıların Türkiye’deki (taşınmazlar, hisse ve borç senetleri olarak) TL varlıklarının dolar cinsinden erimesi, ekonominin net döviz pozisyonunu (açığını) düzeltti: -449 → -352

2018-2019 arasında en çarpıcı “düzelme” 12 aylık (birikimli) cari işlem dengesinde gerçekleşti: -57,4 → +4,3… Türkiye’nin kısa vadeli dış finansman gereksiniminde 61 milyar doları aşkın bir rahatlama… On iki ay içinde vadesi gelecek dış borçların Ekim 2019’daki toplamı 167 milyar dolardır; bir önceki yıl sonuna göre 8 milyar hafiflemiştir. Acil döviz yükümlülüklerine yüksek cari işlem açığı da eklenseydi, dış borç krizi gündeme gelirdi.

Geleceğe ilişkin riskler
Dış kırılganlıklarda gözlenen bu “iyileşmeler” millî gelire oranlanınca (bk Tablo’nun ilk dört sütunu) önemli derecelerde aşınmaktadır. Nedenini yukarıda açıkladım: Dolarlı millî gelir (IMF’ye göre) 2019’da yüzde 3,6 küçülecektir. 

Yine de cari denge/GSYH oranı hariç, (sütün 3,4,5’te yer alan) tüm kırılganlık ölçütleri 2016 ve/veya 2017’nin üstündedir. Kriz şokunun yarattığı zorunlu onarım, ekonominin 2016-2017’deki dış kırılganlıklarını tamamen giderememiştir.  
2019 sonundaki dış kredi risk göstergesi (CDS) de, bu nedenle 2016-2017 düzeyinin bir hayli üstüne yerleşmiştir (Tablo, son satır).

Millî gelirden bağımsız olarak tanımlanan kısa vadeli dış borç/rezervler oranı ise Ekim 2019’da hâlâ 2016 ve 2017’nin açık ara üstünde seyretmektedir. Bir neden TCMB rezervleriyle ilgilidir: Ağustos 2018’i izleyen hızlı rezerv erimesinin sadece bir bölümü telafi edilebilmiştir. Diğer neden, 2018 sonu ile Haziran 2019 arasında kısa vadeli dış borçların toplam içindeki oranındaki artıştır: %26,3 → %27,4
Tablo, dış kırılganlıkların, kriz öncesindeki düzeylerin altına inmediğini gösteriyor. Uluslararası finansal ortamın dinginliği içinde küçülen Türkiye, finansal krize sürüklenmemiştir.

“Sıfır büyüme” ortamından yüzde 3’lük bir büyümeye geçiş dahi toplumsal bunalıma son vermeyecektir. Bu tespiti geçen hafta vurguladım. Ekonomi 2016’da yüzde 3 civarında büyürken 33 milyar dolar cari işlem açığı vermişti. Aynı ortama dönüş artık mümkün değildir. 

İktidarın kronik basiretsizliklerini ekleyin: Risklerle, belirsizliklerle  dolu; bunalımlı bir gelecek öngöreceksiniz. 

Korkut Boratav / SOL