27 Ocak 2020 Pazartesi

Macron'un emeklilik reformu halka takıldı(ANALİZ)-İ. Can Usta

Emmanuel Macron’un attığı her adım ayağına dolanıyor. Fransız emekçileri Macron reformlarına karşı dimdik duruyorlar durmasına ama bu direniş ülkedeki siyasi krizi aşmaya tek başına yetmeyecek gibi görünüyor.


Fransa’da emekçiler Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un gündeme getirdiği yeni emeklilik sistemine karşı 5 Aralık’tan beri yani yedi haftadır grevde.

Hükümet tasarıyı gündeme getirdiğinde “reformların anası” hatta “devrim” olarak pazarlamaya çalışmıştı. Oysa Başbakan Edouard Philippe grevin 38’inci günü olan 11 Ocak’ta emeklilik yaşı konusunda geri adım attığından beri psikolojik üstünlük emekçilere geçmiş gibi görünüyor. Philippe grevdeki sendikaları “sorumlu” davranmaya çağıradursun, emeklilik reformu projesinin tam olarak geri çekilmesi hala en baskın talep olarak öne çıkıyor. 

Aralık ayının başında yapılan bir ankete göre Fransızların % 76’sı emeklilik sisteminin değişmesi gerektiğini düşünüyor ama % 64’ü Macron-Philippe eliyle hazırlanan bir tasarıya güvenmiyor.

Grevin başlamasından iki gün önce, 3 Aralık’ta meclis “anti-semitizmle mücadele” konulu bir metni oyladı. Bu kararın İsrail Devleti’nin siyonist politikalarına karşı ifade edilen siyasi eleştirileri de Yahudi düşmanlığı olarak susturmaya yarayacağına inanılıyor. Yahudi karşıtlığıyla mücadelenin Fransız siyasetini nasıl bir anda demokrasi yarışında birleştirebildiğini daha önce konu edinmiştik:

EMEKLİLİK REFORMUNUN AYRINTILARI
Reformla getirilmek istenen sistemin her şeyden önce bireyci olduğunu söylemek gerek. Emekliliği kolektif mücadele konusu olmaktan çıkarıp puanlı kariyer hesaplamasına indirgiyor. Reformun altında imzası bulunanlar bununla da kalmıyor, işçileri kuşak farkıyla bölmeye çalışıyorlar. Birçok hükümet yetkilisinin reforma dönük kaygıları yatıştırmak için verdiği ilk tepki, reformun “zaten çalışma yaşantısına bundan birkaç yıl sonra başlayacak olanları ilgilendireceği”ni öne sürmek oluyor.

Hükümet çevreleri sık sık yürürlükte olan emeklilik sisteminin eşitsizliğinden demvuruyor ve kendi projelerinden en çok kadınların kazançlı çıkacaklarını öne sürüyorlar. Şu anki sisteme göre kadınların emeklilik maaşı erkeklerinkinden % 42 oranında daha düşük. Bugün emekli erkekler ortalama brüt 1933 avro aylık maaş alırken emekli kadınlarda bu tutar hepi topu 1123 avro. Yetkililer ne derse desin, bu büyük eşitsizliğin hiçbir reformla bugünden yarına çözülemeyeceği açık.

Reformun emekliliği hak etme yaşını 62’den 64’e çekeceği ve emekli maaşlarını genel olarak düşüreceği öngörülüyor. Eski sisteme göre kazanılmış birçok hakkı sıfırlayacak olan yeni sistem, hükümet sözcüleri tarafından “daha okunur, daha adil, daha basit” olarak sunuluyor. Macron 2017 seçimlerinde henüz siyaset sahnesine yeni atılmışken “evrensel” bir emeklilik sistemi getirmek istediğini, bu sistemde değerlendirilen her bir avronun bütün yararlananlara aynı hakları getireceğini savunmuştu.

PUANLAR VE RAKAMLAR
Şu an yürürlükte olan emeklilik sisteminde 42 ayrı emekli sandığı bulunuyor ve özellikle sendikalaşmanın yoğun olduğu sektörlerdeki emekçiler “özel rejim” denen iyileştirmelerden yararlanıyor. Yeni sistemdeyse emekli maaşları para birimi yerine puanlarla hesaplanacak. Yatırılan her on avronun bir puan etmesi, işsizlik ve doğum izni gibi özel koşulların da bonus puanlar olarak değerlendirilmesi tasarlanılıyor.

Yıllarca kazanılmış puanların emekli maaşına çevrilmesinin nasıl hesaplanacağı konusundaki soru işaretleri henüz giderilmiş değil. Reforma karşı çıkanlar yeni sistemin emekli aylıklarının hepsinde genel bir düşüş anlamına geleceğinden emin. Üstüne üstlük, yıllar boyu kazanılan puanların enflasyon karşısında eriyip gitmesi işten bile değil.

2017 verilerine göre, Fransa’da ortalama emekli maaşı brüt 1422 avro. 2018’de emeklilik sisteminin devlet bütçesine bindirdiği yük 2,9 milyar avroydu ve bu tutar GSYİH’nin % 0,1’ine denk geliyor. Reformun altında yatan temel motivasyon kaynaklarından biri, bir yıllık emekli maaşı ödemelerinin toplamda GSYİH’nin % 14’ünü geçmemesini sağlamak. Tıpkı kamu bütçesindeki açığın GSYİH’nin % 3’ünün altında tutulması gibi, AB standartlarının maliye alanındaki altın kurallarından birinden söz ediyoruz. Üstelik, Avrupa Komisyonu raporlarında Fransa’ya emeklilik sistemini tek bir rejime kavuşturmak için yenilemesinin önerildiği biliniyor.

EMEKÇİLERİN YANITI
Fransızlar reformu hiç iyi karşılamadı. Eylem günlerinde Paris’te yarım milyona yakın, bütün Fransa’da iki milyona yakın insanın sokağa döküldüğü oluyor.

Okullarda ders işlenmiyor, ulaşım hatları çalışmıyor, rafineriler duruyor, limanlar kapatılıyor, elektrik santralleri işletilmiyor. Sıradan protesto gösterilerinden değil, Aralık ayından beri stratejik noktaları tutarak Fransa kapitalizminin işleyişini sekteye uğratan bir süreçten söz ediyoruz.

Özellikle başkentteki eylemlere sert biçimde müdahale ediliyor. Paris’teki eylem günlerinde her seferinde onlarca yurttaş yaralanıyor ve onlarcası gözaltına alınıyor. Kendini gladyatör sanan polislerden tutun gözaltına alınan gazetecilere ve gaz fişeklerinin kan revan içinde bıraktığı eylemcilere, Fransız sosyal medya çevrelerinde bu tanıdık manzaralardan geçilmiyor. 5 Ocak’ta 42 yaşındaki Cédric Chouviat üç polisin birden üstüne çullanması sonucu solunum yetmezliğinden kalp krizi geçirip yaşamını yitirdi. Bu ölümün ana akım basına yansımasıysa, polislerin gözaltına alacağı yurttaşları yüz üstü yere yatırma yöntemini tamamen teknik bir açıdan tartışmaya açmakla sınırlı kaldı.


KOMÜNİSTLER DE SOKAKTA
Fransa Devrimci Komünist Partisi (PCRF) emeklilik reform paketiyle burjuvazinin iki amacı güttüğünü öne sürüyor: sosyal harcamaları kısmak ve emeklilik fonunda birikecek paraya konmak. Parti, dünyanın altıncı en büyük ekonomik gücü olan Fransa’nın sosyal hizmetleri, emekliliği, sosyal güvenceyi karşılamaya kaynak ayıramazken Nijerya, Mali ve Suriye’deki operasyonların giderlerini nasıl karşılayabildiğini tartışmaya açıyor. Emeklilik hakkının korunması için ortaya çıkan harekete olanca gücüyle destek veren PCRF, Sarı Yeleklilerin eylemlere katılmasını umut verici buluyor. Devrimci KP emeklilik hakkı için verilen savaşımı “tekelci burjuvazinin diktatörlüğüne karşı” bir sınıf savaşımına taşımak gerektiğini savunuyor.

Fransa’da Komünist Yeniden Doğuş Kutbu (PRCF) hükümetin tasfiye etmeye çalıştığı hakların 1945’te komünistlerin sayesinde kazanıldığını vurguluyor. PRCF emeklilik reformunun Macron yönetimine doğrudan Brüksel’den emredildiğini savunuyor ve bunun üstüne “ilerici bir Frexit” talebini dillendiriyor.

Sarı Yelekliler hareketine son derece mesafeli yaklaşan Fransız Komünist Partisi (PCF) emeklilik reformuna karşı ortaya çıkan harekete bu kez bütün gücüyle destek veriyor. Parti’nin analizine göre hükümet “toplumsal ve ekolojik adalet özlemlerini susturmaya” çalışıyor ve kendini otoriterlik yoluyla topluma dayatıyor.
PCF’nin bu mücadelede öne çıkardığı iki araç, reformun geri çekilmesi için aydınların, sol partilerin ve çevrecilerin başlattığı imza kampanyası (imzacı sayısı henüz 150 bin civarında) ve grevdeki işçilerle dayanışma için kurulan “grev sandıkları”. PCF ayrıca emeklilerin “pastadan daha büyük bir pay” alacağı, emeklilik yaşını 60 olarak öngören “ilerici” bir emeklilik reformunun hazırlanması için de çağrıda bulunuyor.

Reform projesine karşı direniş ulusalararası komünist hareket tarafından da ilgiyle izleniyor. Avrupa Komünist İnisiyatifi Salı günü konuyla ilgili bir açıklama yapıp Fransız işçileriyle dayanışmasını ifade etti.

SAĞIN ETKİSİ ZAYIF
Komünistlerin iddialı değerlendirmelerine karşın Fransız solunun eylemlerdeki etkisinin sınırlı olduğunu bilmek gerek. Belki başka bir ülkede tersi olması beklenirken, sosyalist-komünist partiler sendikalara yön vermek şöyle dursun, sendikaların çağrılarına uyum sağlıyor ve emek örgütlerinin eylemlerini güçlendirmeye çalışıyor.

Fransız sağı reform ve eylemler konusunda dağınık bir görüntü veriyor. “Ilımlı sağ” olarak değerlendirilen Cumhuriyetçiler (LR) reformun aciliyetine inanıyorlar ve bu nedenle projenin özüne değil ayrıntılarına itiraz ediyorlar. Bazı LR temsilcileri Macron’un projesinin tutarsızlıklarını hedef alıyor ve emeklilik yaşını daha da yükseltme gibi cüretkar önerilerde bulunabiliyorlar.


“Aşırı sağ” kabul edilen, Marine Le Pen’in partisi Ulusal Toplaşma (RN – eski adıyla “Ulusal Cephe - FN”) 5 Aralık grevine etkin bir katılım göstermedi. Sarı Yelekliler hareketinde çok daha görünür olan RN’nin bu kez grevlerde sendikaların ve örgütlü işçilerin belirleyiciliğini kırmaktan uzak olduğu belli.

İ. Can Usta / SOL

26 Ocak 2020 Pazar

Mustafa Delioğlu resimleri ve salıncaktaki biz! - Işıl Özgentürk


Yazımı bitirmişim, başlığımı atmışım sosyal medyaya şöyle bir bakıyorum, Elazığ’da 6.8 ölçeğinde bilim adamlarının olacak dedikleri deprem olmuş. Bu depremi bekliyordum, çünkü bu aralar sosyal medya “sallandık”, “biz de sallandık”, “şimdi de sallanıyoruz” sözcükleriyle öylesine doluydu ki, bence ülkece bir salıncaktayız gibi hissediyordum.

Salıncak devrildi ve ben yazımın tek satırını değiştirme kararı aldım. Başlayalım, biz tuhaf insanlarız; ele avuca gelmeyen, kendine has ve her şeyi kendinize benzeten. Şimdi ben de neden böyle tuhaf tuhaf konuşuyorum, çünkü hâlâ dünyanın en güçlü istihbarat birimlerinin bile bizi çözemediğini düşünüyorum. 

Bunları bana düşündüren gittiğim bir sergide gördüğüm resimler. Baştan söylemeliyim, eskiden beri kuşağımın  ressamı Delioğlu’nun resimlerini ve illüstrasyonlarını çok severim. Yeni sergisi “Eskiden-Yeniden” tam da düşündüğüm gibi her resimde bizim muhteşem hayatımızı anlatıyor. Ama ser verip sır vermeden, öyleyse usul usul sırları çözelim. 

Resimlerdeki erkekler ne kadar da tanıdık, hani şu dar paça pantolonların üstüne daracık beyaz, pembe gömlekler giyip, yüzlerinde tarifsiz bir sırıtışla dolaşan yeni kuşak erkekleri düşünün, hepsi bir arada ve yüzleri öyle boyanmış ki, kibir, kendini bir şey sanma ve her şeyi ben bilirim sözcüklerini adeta satır satır okuyorsunuz. 

Vay canına sen neymişsin be abi? Aman aman kaldırımlarda onun arabasına yer açın, trafikte yol verin ve sakın bir gece karanlığında onunla karşılaşmayın, ne yapacağı belli olmaz. Geçenlerde bunlardan biri, yeni hapisten çıkmış benim de çiçek aldığım güzelim karısını ve az ötedeki gene çiçek satan anasını gözünü kırpmadan öldürdü. Aman aman dikkatli olun, Çünkü tuhaf tuhaf şeyler yapabilirler. Birkaç tanesi artık parasızlıktan mı, yoksa abazalıktan mı jigolo (erkek seks işçisi) olmaya karar vermiş, aramış taramış bu işleri internetten organize eden bir yer bulmuş, organizatörler kayıt yapmak için önce para alıp sonra yok olmuşlar. Şimdi mahkemedeler, hepsi gelmemiş, utanmışlar. 

Mustafa’nın resimlerini tek tek dakikalarca gezip sırları çözmeye çalışıyorum. Siyah beyaz bir resim, resimde ayakları bir yerde başları bir yerde erkekler ve aralarına aldıkları bir kadın, kadının sadece baldırları ve kırmızı ayakkabısı gözüküyor. Kadını yer gibiler, şaka bir yana resimdeki vahşet beni ürkütüyor. Sanki bir cehennem tablosundan bir detay. Korktum ve hemen bir kadınla bir erkeğin yan yana durduğu ve bana baktıkları bir resimde biraz soluklanayım dedim. Heyhat, kadınla erkeğin iletişimsizliği, sevgisizliği o kadar belirgin ki, bana pazar günleri serpme kahvaltı yapan mutsuz aileleri anımsatıyor. Yoklar sanki, resimdekilerin kahvedekilerden tek farkları yanlarında cep telefonuna gömülmüş üç dört yaşlarında kayıp bir çocuk olmaması. 
Koşarak resimden uzaklaşıyorum ve neşenin ve eğlencenin dibine vuran üç tablonun önünde keyfim yerine geliyor. Bu tablolar bana en sevdiğim ressam Brueghel’i anımsatıyor. Onlarca figür, dansözler ortalığı karıştırıyor, çocuklar neşe içinde oynuyor, sevgililer birer köşeye çekilmişler. Gördüğüm köy düğünlerini anımsıyorum ve birden bir görüntü aklıma geliyor. Toros Dağları’nın tepesinde bir Kardelen şenliğindeyim. Açılış için bir okul bahçesinde resmi zevat oturuyor, yüzleri bir ciddi bir ciddi ki köy halkı oturan zevata ayıp olmasın diye on beş dakikadır çalan davul zurnaya eşlik etmiyor. Ölümcül bir durgunluk ve birden köyün iki delisi kimseleri takmadan, kendi güzelim oyunlarına başlıyorlar. Ve orada bulunan ben, onları kıskanıyorum.
Sergide dolaşıyorum, Mustafa’nın kadınları hep uzun boylu ve kolları yok. Yüzlerindeki hüznü hissetmemek olanaksız. Mustafa’ya soruyorum: “Kadınların neden kolları yok?” “Vallahi Işıl bu kolsuzluk herhangi bir şey söylemiyor, bu gövdelerin sütun gibi duruşunu seviyorum ama bu bana çok soruldu, görenlerin bir kısmı kadının çaresizliğini anlattığımı söylediler. Belki de öyledir.” Sorularıma devam ettim: “Hemen her kadın resminde kediler var? Neden?” Mustafa gülerek “Kadınlar en çok kediye benzer, ondandır” dedi. 
Sergiden bir tünele girmişim de ülkemi seyrediyormuşum gibi bir duyguyla ayrıldım. Ve bir söz aldım. “68’de On Dokuz Yaşındaysan Hep On Dokuz Yaşındasın” adlı yeni kitabıma kapak sözü aldım. Ve Mustafa’yı acayip kıskandım, beyazı nasıl bu kadar katmanlı boyuyor.
 Işıl Özgentürk / CUMHURİYET
Not: Günün sloganı “DEPREM VERGİLERİ NEREDE? KİMİN CEBİNDE!”

Deprem - Mine G. Kırıkkanat

İlk sarsıntı olduğunda, tavla oynadıkları sehpa hafifçe yerinden oynadı, atılan zarların tıngırtısı biraz uzun sürdü, o kadar.
‘Şeş caar!’ dedi, dede.
‘Altı beş!’ dedi, baba.
Ve devam ettiler.
Ataerkil bir aileydi. Orta halli bir evde, ana baba, dede torun, dayı yenge birlikte otururlardı. Hırlaştıkları olurdu, ama seviştikleri günler de vardı.
İkinci sarsıntı ile duvardaki Ata portresi yan yattı. Tepedeki lamba şöyle bir gidip geldi, atılan zarlar çalkalandı.
‘Yahu ben penci düş atmıştım, dü beşe döndü!’ diye şaşırdı, dede. 
‘Yer sarsılıyor!’ diye bağırdı, torun.
Dayı yerinden fırlayıp Ata portresinin yanında asılı duran mavzerini kaptı, pencereye seyirtip mevzilendi:
‘Kimse kıpırdamasın, yakarım!’
Ana çığlık çığlığaydı:
‘Oğlum, oğlum! Kirişin altına gir, koru kendini!’
Baba, ilk şaşkınlıktan sonra tüfeği sokağa doğrultan dayıyı sakinleştirmeye çalıştı.
‘Sokak kıpırdamıyor birader, kendine gel, yer sarsıntısı oluyor, yer sarsıntısı!’
Dede, ‘Bizim zamanımızda yerler böyle sarsılmazdı!’ dedi.  
‘Bırakın yakayım bu evi sallayanları!’ diye bağıran dayı ile tüfeği onun elinden almaya çalışan baba, pencere kenarında boğuşuyorlardı.
Kuran okumakta olan yengenin tiz sesi, işaret parmağını havaya dikip ‘Dinsizler imansızlar, kıyamet günü geldi işte, hesabını verin günahlarınızın bakalım!’ diye çınladı.
Üçüncü sarsıntıyla birlikte, Ata’nın sureti yere düştü, tavla devrildi, zarlar ortalığa saçıldı. Dayı, tüfek elinde hazırola geçti.
‘Saat dokuzu beş geçe, Atam Dolmabahçe’de gözlerini kapadı, bütün dünya ağladı, doktor doktor kalksana, lambaları yaksana, Atam elden gidiyor, çaresine baksana!’
‘Elektrik kesik ama’ dedi baba.
‘Sular da gelmedi bugün’ diye sızlandı ana.
Torun, ‘Saçmalamayı bırakın!’ diye gürledi. ‘Derhal evden çıkmamız gerekiyor!’
Dede, yere saçılan zarları topluyordu. 
‘Ana, şeş beş gelmiş!’
Ana oğlunun koluna yapıştı.
‘Hayır çıkma! Masanın altına sığınalım.’
Yenge kendisini masanın altına attı.
‘Masanın altı benim, kimse giremez!’
Baba kirişlere sarılmış ağlıyor, dayı devrildiği koltuktan bağırıyordu:
‘Bırakın tepeleyeyim yeri sarsanları!’
Torun, ‘Canımızı kurtaralım, dışarı çıkalım, ne olur!’ diye yalvardı.
Ana, ‘Kal beraber ölelim’ diye inledi. 
Baba bağırdı: ‘Evim elden gidiyor, devlet nerede?’
Dede dört ayak üstünde emekliyor; dayı kalkamadığı koltuktan mavzerinin kurşunlarını boşaltıyordu, pencereye doğru ve görünmez düşmanlar üstüne.
Yenge masanın altında altın bileziklerine ve faizdeki hesaplarına ağıt yakıyordu. ‘Vademi kimler yiyecek aaahh... Duamı kimler diyecek vaahh...’
Dördüncü sarsıntının şiddetiyle hepsi yere yuvarlandı.
Evin kapıları menteşelerinden çıktı, ardına kadar açıldı.
Deprem gelmişti.*
Ne değişti dostlar, ne değişti?
Yukarıdaki öyküyü, 1999 yılında yaşadığımız iki büyük depremden üç yıl önce, yani Yalova’da kaybettiğim yakınlarım, dostlarım hayattayken ve bu depremlerin yarattığı toplumsal travmadan henüz etkilenmeden yazmıştım, sevgili okurlarım. 
Neden daha o yıllarda bile yaşamadığım bir deprem olgusuna takılmış; Türkiye’nin her anlamda dökülen sosyal yapısını, yıkılma tehlikesini, önsezi denebilecek deprem metaforuyla anlatmak istemiştim, ben de bilmiyorum...
Ama 1996’da yazdığım bu öyküyü tekrar okurken, betimlediğim koşulların pek de değişmediğini fark ettim.
Koyun duvardaki Ata portresinin yanına Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın fotoğrafını; mümin yenge elbette ki çok daha saldırgan, hatta dede de hacı olmuştur arada, ama öyküdeki toplumsal taslak, o gün olduğu gibi bugün için de geçerli değil mi?
Bu öyküden yedi, 1999 afetinden dört yıl sonra, İstanbul’un beklediği depremin jeopolitik sonuçlarını bilimsel verilere dayanarak kurguladığım bir uyarı, hatta alarm romanı yazdım: Bir Gün Gece**.
İlk baskısı 2003’te yapılan romanda tarif ve ihbar ettiğim hiçbir altyapı ya da üstyapı çarpıklığı aradan geçen on altı koca yılda değişmediği gibi, katmerlendi, çoğaldı, genişledi ve afetin vereceği zarar oranı beşe katlandı! 
Kitap yıllardır çok okunuyor, hep konuşuluyor, ama gidişatı değiştirebilecek yetkililerde en küçük bir ürperti, sorumluluk benzeri bir duyarlılık yaratmadı, yaratmıyor!
Deprem vergilerinin deprem felaketinden gayrı her şeye harcandığı bir ülkede, zaten hangi duyarlılığın anlamı ve karşılığı var ki?
Elazığ’da yakınlarını yitiren yurttaşlarımıza sabır, yaralılara şifa diliyorum.
Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET
* Topuk Tıkırtıları/Milliyet Yayınları, 1996
** Kırmızı Kedi Yayınevi, 2018

Hiç ortaya çıkmamış çalışma: Asistan Mumcu’nun kaleminden(III) - IŞIK KANSU

Asistan Mumcu’nun kaleminden: Özgürlükleri halk getirdi...

İKİNCİ MEŞRUTİYET

Türk siyasal tarihinde “hürriyetin ilanı” olarak tanımlanan İkinci Meşrutiyet, Genç Türkler’in yurtiçinde ve dışındaki özgürlük savaşlarının sonunda ortaya çıkmış bir siyasal devirdir. Bu devrin İkinci Meşrutiyet’e yol açmış önemli olayları vardır. Bunlar “Osmanlı Terakki ve İttihat Heyeti İçtimaiyesi” tarafından Manastır Valisi’ne gönderilen ve hükümeti gayrımeşru bir hükümet olarak niteleyen 23 Haziran 1908 beyannamesi ile Rumeli mitingleri ve saraya çekilen telgraf olarak sıralanabilir. Bu son olaylarla saray büyük bir ayaklanmanın varlığından şüphelenmiş ve devrin iktidarı çaresiz kalarak meşrutiyeti ilan etmişti. Manastır vilayetinde Harbiye Mektebi Ders Nazırı Binbaşı Vehip Bey tarafından ilan edilen İkinci Meşrutiyet, bu girişimin “Kanuni Sultan Süleyman devrinden beri padişahla millet arasındaki kafesi” yıktığını “adalet, meşveret, müsavat, hürriyet ve uhuvet” ilkelerini kabul ettiğini ve Meşrutiyet’in “yetimlerin gözyaşlarını dindirecek..” Kanunu Esasisi’nin tüm sorunları çözümleyeceğini duyuruyordu.
HAFİYELİK KALDIRILDI
Rumeli’deki bu kaynaşma, sarayı zorunlu olarak İkinci Meşrutiyeti ilana zorlamış, padişah bir “irade-i saniye” ile kendi yerleştirdiği diktatörlüğü kendi eliyle kaldırır bir tutuma yönelmişti. Siyasi suçlular affedilmiş, af yetkisi genişlemiş ve hafiyelik kaldırılmıştı.
Padişah Abdülhamit, 2 Temmuz 1908’de Meşrutiyet programını Hattı Hümayun’da belirtirken, anayasal gelişmelerin kısa bir özetini veriyor ve\kendisinin meşrutiyet ilanı için gerekli koşulların var olduğu kanısına vardığını açıklayarak hak ve özgürlüklerin de kabul edildiğini duyuruyordu. Bazı yazarlar, Rumeli’deki İkinci Meşrutiyet’e yol açan siyasal gelişmelerin Osmanlı Devleti’ndeki reform teşebbüslerinde ilk kez halk unsurunu ortaya çıkardığını ileri sürmektedirler. Bu görüş gerçek olarak kabul edilirse, İkinci Meşrutiyet’in getirdiği özgürlükleri sarayın değil halkın getirdiğini kabul etmek gerekmektedir. Tanzimat dönemlerinde saraydan halka yönelen reform istekleri, bu yazarlara göre ilk kez halktan saraya doğru bir yön ve güç kazanıyordu. Bu gözlemin çıkaracağımız sonuçlar bakımından önemi vardır. İkinci Meşrutiyetçiler sadece 1876 Anayasası’nın yürürlüğe konması ile yetinmemişler ve bazı anayasa değişiklikleri yaparak padişahın yetkilerini kısıcı ve parlamentoya yetki tanıyıcı hükümler getirmişlerdi. Bu yeni değişikliklerle parlamenter sistemi andırır bir anayasal denge kuruluyor, haberleşme gizliliği, toplanma ve dernek kurma gibi özgürlükler kabul ediliyordu.
İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ
İkinci Meşrutiyet siyasal bilinçlenme açısından önemli bir aşamadır. Bu devirde kitleler ilk kez siyasal fikir ve siyasal örgütlerle karşılaşma olanağı bulmuşlar ve bu koşullara bağlı olarak da bir kamuoyu oluşmaya başlamıştı.
Bu devrin siyasal örgütü “İttihat ve Terakki Cemiyeti”dir. Bu dernek çatısı altında saltanatı yıkmak isteyen her tür siyasal düşüncede aydınlar yer almıştı. Bu nedenledir ki, iktidara gelindikten sonra ne yapılacağı konusu kesin ilkelerle saptanmamış; zaman zaman Türkçülükten İslamcılığa, Osmanlıcılıktan liberalliğe, hatta laikliğe ve devletçiliğe yönelinmişti. Program ve tutumunda kararlı ve tutarlı da değildi. Abdülhamit ile mücadelede anayasa ve hürriyet romantizminin sözcüsü olan İttihat ve Terakki çok geçmeden, anayasanın eylemsel geçerliliğine karşı çıkmış ve anayasayı uygulamamanın yollarını aramıştı.
KISIR ÇEKİŞMELER
31 Mart gerici ayaklanmasından sonra İttihat ve Terakki’nin tutumu daha da sertleşmiş ve bir süre sonra kısır siyasi çekişmelerle Abdülhamit devrinin yıkıldığı noktaya yeniden gelinmişti, İkinci Meşrutiyet sonrası devrinin en ilginç olayı 31 Mart siyasal gelişmelerin dönüm noktası olmuştur. 31 Mart gerici ayaklanması, şimdiye dek birçok açılardan değerlendirilmiştir. Ancak, bu gerici hareketin sadece İslamcı-teokratik nedenlerle ve amaçlarla yapılmadığı bu hareketin temelinde yabancı parmağı bulunduğu ileri sürülmekte ve bu görüşlerde tarihsel belgelerle kanıtlanmaktadır. (Avcıoğlu, Doğan, 31 Martta Yabancı Parmağı, Bilgi Yayınevi, 1969. Yazar, bu incelemesinde İngiliz ve Alman emperyalizminin 31 Mart’taki rollerine değinerek, devrin siyasal kadroları ile bu devletlerin yakınlıklarını anlatıyor ve 31 Mart’ın baş sorumlusu Derviş Vahdeti’nin bir İngiliz kuklası olduğunu ileri sürüyor.)
GERİCİ-İLERİCİ AKIMLARI
31 Mart’ın bu yeni gözlemlerle aydınlanması sadece tarihsel değil fakat aynı zamanda aktüel önem taşımakta, Türkiye’de devrim ve demokrasiyi tehdit eden tehlikelerin kaynaklarını belirtmektedir. Bu nedenle konunun daha üzerinde konuşulmaya ve araştırmaya muhtaç yönleri de vardır. Gerici-ilerici akımlar gözlemi ve stratejisi yapılırken sadece gericiliğin ve ilericiliğin soyut nedenleri üzerinde durulmamalı, altyapı ilişkileri ile uluslararası ekonomik gelişmelerde gözden kaçırılmamalıdır. Siyasal düzenlerin ve örgütlerin bu gerçeklerin bir sonucu olduğu düşünülürse, İkinci Meşrutiyet’in ve 31 Mart gerici ayaklanmasının siyasal değerlendirilmesinin henüz başında olduğumuzu söylemek gereksiz bir abartma sayılmamalıdır. Konuyla ilgili araştırmalar eski değer yargılarını değişmeye zorlayacak kadar güçlüdür. Batılılaşma ve demokratlaşma hareketlerini yeni baştan değerlendirmek zorunluluğu kendini artık güçlü bir şekilde duyurmaya başlamıştır.
NE ZAMAN SONA ERDİ?
31 Mart gerici ayaklanmasından sonraki devir, fiili bir tek parti devri olarak tanımlanmaktadır. Meşrutiyet’in ilanından 31 Mart’ın ortaya çıktığı günlere kadar Osmanlı toplumu her türlü siyasal fikrin konuşulduğu bir ortam haline gelmiş, bu ortamda “hürriyeti ilan edenler” memleketin hürriyet ve meşrutiyetle yönetilemeyeceği sonucuna varmışlardır. Bu siyasal olay ve yargı, Türk demokrasi geleneğinin bir toplumsal özelliğine dayanmaktadır. Özgürlük babaları, biraz sonra özgürlük katilleri olmaktadır. Bu sonuç acaba politikacıların iyi ve kötü olarak ayrılmalarının bir sonucu mudur yoksa altyapı ilişkilerinin kaçınılmaz bir gereği midir?
İkinci Meşrutiyet devrinin ne zaman son bulduğu konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. Profesör Zafer Tarık Tunaya, bu devrin hukuken saltanatın kaldırılması tarihi olan 2 Kasım 1922’de ve siyasal bakımdan İlk Büyük Millet Meclisi’nin kurulması ile son bulduğunu ileri sürmektedir.
Bu devir, demokratik hayatımızda iki büyük siyasal partiye dayalı; kısır çekişmelerin ve siyasal kavgaların hüküm sürdüğü bir siyasal dönemdir.
Işık Kansu / CUMHURİYET

25 Ocak 2020 Cumartesi

Hiç ortaya çıkmamış çalışma: Asistan Mumcu’nun kaleminden(I-II) - IŞIK KANSU

(I)

Araştırmacı gazeteci, yurtsever aydın Uğur Mumcu’nun 1969 yılında Ankara Hukuk Fakültesi’nde asistanlık yaptığı dönemde fakülte dergisinde yayımlanan “Türkiye’nin Yapısal Özellikleri ve Anayasal Düzeni” adlı makalesini Avukat dostumuz Ersan Barkın, bir süre önce yeniden gün ışığına çıkarmış, büyük bir heyecanla bize duyurmuştu.
Uğur Mumcu’nun her zamanki titizliğinin eseri olduğu anlaşılan makale (116 dipnot ve çok sayıda kaynaktan alıntıya dayanmaktadır), birkaç açıdan tarihsel önemdedir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
-       Genç Uğur Mumcu’nun birikiminin derinliğini göstermesi açısından dikkat çekicidir.
-       Türkiye’nin demokrasi tarihindeki aşamaları irdelemede sağlam bir tutarlılık içermektedir.
-       Uğur Mumcu’nun ileriki yıllarda boyutlandırdığı Cumhuriyet devrimi ve kazanımları ile sol öğretiyi bütünleştiren çizgisinin ilk çarpıcı göstergesi niteliğindedir.
-       Tüm dünyayı çevreleyen “68 kuşağı” ile özgürlükçü 1961 Anayasası’nın etkisi altındaki Türkiye’nin düşünce ve tartışma evrenini belgelemektedir.
-       Bir kurucu ve kurtarıcı düşünce ve uygulama yöntemi olarak Kemalizm’e bugün de güncelliğini koruyan yorumlar getirmektedir.

Tarihsel akışı, yaşadığı günü ve geleceği bilinçle algılayıp topluma sunmada seçkin bir yere sahip gazetemiz yazarı Uğur Mumcu’yu, özlemle, sevgiyle, saygıyla anıyor; içinde yaşadığımız dönemde yaşadıklarımızı da aydınlatacak bu önemli makaleyi, “Adalet ve Demokrasi Haftası” çerçevesinde, bir dizi halinde okurumuza sunmaktan büyük onur duyuyoruz.

TÜRKİYE’NİN YAPISAL ÖZELLİKLERİ  VE ANAYASAL DÜZENİ

UĞUR MUMCU
 
GİRİŞ :
 
 Türkiye Cumhuriyeti, Kurtuluş Savaşı sonrası kurulmuş, ilke ve amaçları bu savaşla saptanmıştır. Bu nedenle yeni kurulan Türk devletinin kendisinden önceki Osmanlı Devleti ile bir ilgi ve benzerliği yoktur.

Ancak, devletin ilke ve yapısı için doğru olan bu gerçek, toplumsal yapı için söz konusu değildir. Osmanlı İmparatorluğu gibi, genç Türkiye Cumhuriyeti de Anadolu dediğimiz yarımadada kurulmuştur. Anadolu’nun toplumsal özellikleri, her iki devleti de etkilemiş ve bu devletlerin siyasal yaşantılarına damgasını vurmuştur. Siyasal yapının araştırılması için bu yapı ile toplumsal düzenlerin ilişkisini incelemek gerekmektedir. Bundan sonradır ki, soyut öğreti ve kuramları yerle yerine oturtabilelim ve siyasal düzeni alt yapı ilişkileri yönünden niteleyebilelim.

Bu araştırma, öncelikle çok yönlü bir incelemeyi gerektirir. Ancak bilimsel incelemelerin yapılmadığı, bilim adına “somut”un değil sadece “soyut” kuralların egemen olduğu bir “laboratuvar” da yapılacak bütün araştırmaların eksik olacağı ve bilimsel kanıtlar yanında bir parça “sezgi”ye dayanacağı da bir gerçektir. Ancak soyut kuralları, kuramları ve siyasal yargıları, toplumsal yapı özellikleri ile karşılaştırmak ve de soyut kuram ve kuralları gerçeklerin sınavından geçirmek tek bilimsel yoldur. Bizde bu küçük incelememizde “gerçek”ten “kural ve kuram”a doğru giderek bir deneme yapmaya çalışacağız.

ASYA TİPİ ÜRETİM BİÇİMİ :
Doğu toplumlarının Batı toplumlarından ayrı özellikler taşıdıklarını ileri süren Batılı yazarlar, öncelikle Doğu toplumlarında özel mülkiyet yerine miri arazi düzeninin bulunuşunu “doğu cennetinin anahtarı” olarak nitelemişlerdir. Toprağın özel kişilerin değil, devletin ya da köyün ortaklaşa mülkiyetinde olması, Doğu toplumlarına kendilerine özgü nitelikler vermektedir. Doğu sorunu ile ilgilenen Kari Marx ve Engels gibi düşünürler, iklim ve bölgesel koşullar ve özellikle toprağın kanal ve su yolları ile sulanmasından, bu gibi kamu görevlerinin ancak merkeziyetçi yönetimlerce yapıldığı sonucunu çıkarmaktadırlar. Devletin sadece sulama değil, toplumun tüm hizmetlerini üzerine alması, toprak mülkiyetine de sahip olmasını gerektirmektedir.

Çıplak mülkiyeti devletin olan bu toprağın işleme ve yararlanma hakkı, özel kişilerin ya da toplulukların elindedir. Elde edilen ürünlerin bir kısmı ailenin yoğaltımında (tüketim) kullanılır. Geri kalan ürünler devletindir. Devlet yaptığı hizmetler karşılığı bu artık-ürüne el koyar. “Asya Tipi Üretim Tarzı”na (ATÜT) dayalı devlet, “topluluklar arasındaki savaşı ortadan kaldırmakta ve topluluk için gerekli kamu işlerini yürütmektedir.”

Ancak devlet, el koyduğu bu değerle uyumlu olarak kamu hizmetini yürütmemektedir. Yani, artık ürün tümü ile kamu hizmetlerine ayrılmamaktadır; devlet-üretici ilişkisi “genel sömürme” biçimindedir.

Köylünün ürettikleri çeşitli yollarla devletin eline geçer. Devlet eline geçirdiği bu artık ürünü, merkeziyetçi bir devlet yönetiminin koşullarına göre harcar. Devletin siyasal örgütü bu ekonomik ilişkiyi yansıtır. Devlet, üretici ile ilişkisinde kendi hiyerarşisine bağlı asker-memurları kullanır. Üretici devleti bu asker-memurlar temsil ederler. 

Devletin çıplak mülkiyetine sahip olduğu bu topraklar :
1-    Arazi-i Miriye-i Sırfa (Tüm gelirinin hazineye ayrıldığı topraklar)
2-    Arazi-i Müriye-i Mefkufe (geliri ya da tasarrufu ya da hem geliri hem tasarrufu belli konulara ayrılan topraklar) olmak üzere ikiye ayrılır.

Askeri otoriteye bağlı Osmanlı Devleti’nde, toprağın yönetimi bazı koşullarla belli kişilerin ellerine verilirdi. Devletin miri araziden “muayyen bir kısmın yıllık gelirinin tamamını veya bir kısmını, belli hizmetler mukabilinde bir şahsa tevcih etmesine” dirlik ya da tımar denirdi. Bu topraklar genellikle savaşta yararlık gösteren kumandanlara ve devlet memurlarına verilirdi. Ancak dirlik sahibi, araziyi kendi işleyemediği gibi, sahibi bulunduğu dirliği de bir başkasına devredemezdi. Araziyi reayaya işletmek üzere verir ve elde edilen ürün üzerinde devletin gelirlerini toplardı.

Dirlik sahibi arazinin maliki değildir. Çıplak mülkiyet devletindir. Burada dirlik sahibinin devlet ile ve reayanın dirlik sahibi ile ilişkisi, Batı’daki feodal beyden başkalık gösterir. Batıda senyör, hem toprağın, hem de bu toprağı işleyen serfin sahibidir. Batı feodalitesinde köylülerin içerisinde bulundukları bağımlılık, kullum-kölelik nitelikleri taşıyordu.

Sahibi arz denilen ve asker-memur karışımı yetkilerle donatılmış bu dirlik sahipleri Batı’daki senyörlerle karşılaştırılırsa, senyörlerden az yetkilere sahip oldukları görülür.

Dirlik sahibi vergiyi halktan alır, devlete verir. Devlet, böylece vergiyi bu asker-memurlar eliyle toplamış olur. Merkezi otoriteye bağlı dirlik sahiplerinin devlete karşı boyunları büküktür. Dirlik sahibi, merkezi otorite ile ilişkilerini sürdürebilmek için, merkezin buyruklarına uyar. Doğu-Batı toprak düzenindeki ayrı nitelikler, bu ilişkide kendini gösterir. Batı feodal beyinin kendi mülk ve kişiliğine bağlı egemenliği, Doğu toplumlarında devletin dirlik sahipleri eliyle temsil ettiği egemenlik biçimindedir. Bu ilişki içerisinde asker-memurlar, devlet adına köylünün ürettiği ürüne el koyarlar. Devlet buna karşı topluma hizmet eder. Ancak hizmet az, bu hizmet için el konulan ürün fazladır. Devlet topluma, bu toplumun olanaklarından yararlandığı ölçüde hizmet etmez. Devlete bağlı “kapıkullarını” besleyen, onlara emekçi kitleler ve sınıflar karşısında siyasal ve ekonomik güç veren ilişki budur. Egemen sınıflar, devletin temsilcisidirler. Merkezî siyasal örgütün güçlenmesi ve toprak ilişkilerinin bu nitelikte bir üretim biçimine girmesi ile iki tür ayrıcalıklı grup toplum içerisinde güç sağlıyordu. 

Bu gruplar: 
1 — Hizmet aristokrasisi 
2 — Mülk sahipleriydi.

Asya tipi üretim tarzı şeması özetlenirse, üretim biçiminde emek ve toprağın iki ana öğe bulunduğu ve emek sahibinin köylü, reaya olduğu söylenebilir. Köylünün ürettiğine devleti el koyar. Bu iş, devlet adına ve devlet hiyerarşisine bağlı asker-memur kişiler aracılığı ile yapılır. Emek sahibi, toprağın tasarruf hakkına sahip olduğu için özgür, ancak toprağın mülkiyetine sahip olmadığı için “genelleşmiş köledir”

Asya Üretim Tarzı’ndaki bir toplum sınıflı bir toplumdur, “..ödenmeyen artık emeğin üreticilerden çekip alındığı iktisadi şekil.... matbu ile tabi arasındaki ilişkileri tayin eder...”

Bundan dolayı, Asya toplumlarında sınıflar, devleti temsil eden matbu ve üreticileri temsil eden tabi olmak üzere ikiye ayrılır. Yani, devletin siyasal birliğine bağlı ve devletin örgütün içerisinde bulunan asker-memur karışımı niteliğindeki dirlik sahipleri ile çıplak mülkiyeti devletin olan toprağı işleyen reaya, köylü ve emekçi sınıfları oluşturmaktadırlar.

Kısaca özetlediğimiz Asya Tipi Üretim Tarzı görüşlerine cevap verilmekte ve de Osmanlı toplumunda çağın koşullarına uygun olarak ticaret ilişkilerinin var olduğu, köylünün küçük işletmeler aracılığı ile ticaret yaptığı, köylülerin bu işletmelere sipahilerden alınan tapularla sahip olabildikleri ileri sürülmektedir. Asya Tipi Üretim Tarzı görüşlerine katılmayanlar, Anadolu’da “..Asya tipinden farklı ve özel mülkiyete hayli yaklaşmış bir tasarrufun varlığından..” söz etmektedirler.

Ayrıca, İpek yolunun Osmanlı topraklarından geçmesi, hanlar ve kervansarayların bu yollar üzerinde kurulması, Osmanlı toplumunun Asya tipi üretim ile anlatılan çizgilere pek uymadığını anlatmaktadır. XVI. yüzyıl öncesi Türk köylerini “... çağın şartları gereği kapalı üretim hakim olmakla birlikte, ticarette bir hayli açılmışlar ve ticari hayata az çok entegre olmuşlardır…”

Doğan Avcıoğlu Türkiye’nin Düzeni kitabında anlattığına göre “Islam et Capitalisme..” adlı eserin yazarı Redinson, Osmanlı toplumunda bir “Müslüman Ortak Pazarı”ndan söz etmektedir. Kaldı ki Osmanlı toprak düzeni, özel mülkiyet düzenine açılması olanaksız bir engel değildi. Reaya, tapu senedi ile tasarruf edebilmekte, tarımsal işletmeler tasarrufa konu olabilmektedir.

Bunun dışında miri arazinin tasarruf hakkı, giderek mülkiyet haklarına benzeyen bir özelliğe bürünmüştü. Osmanlı toplumundaki bu yapısal özelliklerine bağlı olarak bir kısım reaya zenginleşmiş, tefecilik, faizcilik yayılmaya başlamıştır. Toprağın hukuksal düzeni ve faizciliği yasaklayan dinsel buyruklara rağmen ticari ilişkiler yasakları aşmış, toplumu yozlaşmağa yöneltmiştir. “Faizcilik giderek köylüyü sömürmeğe, tarladan mahsulü ucuza kapatmaya..”, tarla ve bahçelerin rehini, murabaa mukaveleleri (yazlığa çıkmak üzere yapılan sözleşme) yapmaya zorlama gibi tam bir sömürüye dönüşmüştür.

Bu toplumsal koşullar içerisinde merkezi otoritede başlayan siyasal yıkıntı ile toplumda ciddi rahatsızlıklar, Osmanlı Devleti’ni sarsıntılara sürüklüyor ve toplum sanayi ihtilalini bu olumsuz koşulları ile karşılıyordu. Toprakta özel mülkiyetin gelişimi, tefecilik ve faizcilik gibi yollarla sermaye birikiminin oluşmaması ve bir kısım reayanın topraklarını bırakarak gezici işler araması, Asya Tipi Üretim Tarzı kuramcılarının görüşlerinin aksine “prekapitalist düzeni temellerinden sarsan, ama daha ileri bir toplumsal geçiş olanaklarını bağrında taşıyan olaylardır.”

Sonuç olarak, gerekse Asya tipine bağlı toplumlarının, gerekse Batı feodalitesinin dayanağı, toprağa bağlılıktır. Bu bağlılığın zorunlu sonucu olarak, köylünün omuzlarına yüklenmiş ekonomik yükümlülükler —üretim ilişkileri değişmedikçe— az çok benzer özellikler gösterirler. Batı feodalitesine bağlı serf de, doğudaki reaya da mülkiyeti kendilerinin olmayan topraklarda çalışmakta olup; her ikisinin de üretim artığından emek sahibi olmayanlar yararlanmaktadır. Tüketicinin niteliği üretimin temel özelliğini değiştirmez.

Batıda feodal bey, Asya toplumlarında ise devlet, Batıdaki feodal beyler yerine kendi siyasal örgütüne bağlı asker-memurlar aracılığı ile artık değere el koyar. Konumuz bakımından önemli gözlem bizce budur. Herhangi bir üretim ilişkisinde araştırılacak konu, üretim biçiminin niteliğidir. Sınıflar, bu üretim biçiminin sonucunda oluşurlar. Asya toplumlarında sınıfları belirleyen ekonomik ilişki, devletin reayayı sömürmesidir. Reaya Osmanlı toplumunda emekçi sınıftır. Devlet, el koyduğu artık değeri, saray aristokrasisi ve dirlik sahipleri ile birlikte paylaşır. Dirlik sahipleri ve saray aristokrasisi devlet ile iç-içe geçmiş olarak egemen sınıfları meydana getirmiş olurlar. Devletin siyasal yapısını niteleyen temel ilişki budur.

SANAYİ İHTİLÂLİ VE OSMANLI İMPARATORLUĞU
Batı’da Sanayi ihtilâli yapılırken, Osmanlı toplumu bir yıkıntı içerisindeydi. Dar topraklar üzerinde yetersiz doğal kaynaklarla yaşamak zorunda kalan Avrupa, coğrafi keşiflere yönelerek, bu keşifler sonunda ortaya çıkan yerlerdeki doğal kaynaklara el koydu. Bunun sonucu, Fransa, İngiltere, Hollanda gibi devletlerin kasalarında sermaye birikimi oluşmaya başladı. Avrupa, bu fetih politikasının sonucu ticari kapitalizmin ön koşullarına ulaştı. XVI ve XVII. yüzyıllardaki bu gelişmeler “...eski üretim biçiminin çöküşü ve kapitalist üretimin doğuşuna...” yol açmıştır.

Artık Batı’nın altın ve gümüş darlığı nedeni ile bir türlü sahip olamadığı üstünlük, Doğu’dan Batı’ya geçmiş ve artık roller değişmeye başlamıştır. Türkiye’nin doğal kaynakları ve coğrafi özellikleri dolayısı ile sanayi devrimini tamamlamış ve ticari kapitalizmin koşullarına ulaşmış Batı ile ilgi kurması bir ekonomik zorunluluktu. Sermaye artık para gücü aracılığı ile tüm dünyaya hükmedecek “sanayi feodalitesi”nin doğumuna yol açmıştı. Bu yeni feodalite egemenliğinin kurallarını yürütecek ve de sermaye “fethedilmemiş” topraklarda açık pazar olanakları arayacaktı.

1838 Ticaret Antlaşması ile Osmanlı Devleti Batı ile kaçınılmaz ilişkisini kurarak tam bir açık pazar durumuna girmekte gecikmedi. Yusuf Kemal Tengirşek bu anlaşmayı şöyle niteliyor: “...devletin başına Düyun-u Umumiye gibi bir bela.” Büyük Reşid Paşa ise, bu anlaşmayı imparatorluğun kalkınma yolunu açacak bir belge olarak imzalıyordu. Bu antlaşmanın Batı’ya sağladığı ekonomik ayrıcalıklar giderek devleti kıskıvrak yakalayacak bir güce erişti.

Bu koşullarla devlet, ticari kapitalizmin tüm yıkıcı etkileri ile karşı karşıyaydı. Tanzimat, yüzeydeki bütün yeniliklerine rağmen, temelde Avrupa ticari kapitalizmine hukuksal ve idari kolaylıklar sağladı. Tanzimat’ın getirdiği biçimsel reformların denetlenmesi bile Batı devletlerince kullanılacak bir yetkiydi. 1856 Paris ve 1878 Berlin Antlaşmaları ise bu teslimin en güçlü bağlarıydı. “Tanzimat hareketi hukuk planında dahi, Batılılaşma değil, Batı’nın sömürgesi olma hareketidir.”

Kısaca değinilen bu gelişme sonunda, devlet borçlanarak; bu borçları ödeyemeyecek bir yıkıntı içerisine sürüklenmiş ve Osmanlı İmparatorluğu Düyunu-u Umumiye’ye teslim bayrağını çekmişti. Devlet artık, mali, idari ve siyasal örgütleri ile “milli” değildi: Uluslararası sermaye, devleti yenmiş ve teslim almıştı.

Avrupa ticari kapitalizminin gelişip Osmanlı İmparatorluğu ile ilgi kurunca küçük sanayiin çökmesi bir ekonomik zorunluluktu. Bu ilişki sonunda Osmanlı küçük sanayii çökmüştü. Bu çöküşle ilgili olarak Ömer Lütfi Saraç’ın verdiği rakamlar gerçekten ilgi çekicidir. Örneğin 1838 yılında İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’na 10.834 sterlinlik pamuklu dokuma ihtiyacı bir yıl sonra 1829’da 39.920; 1830’da 95.355 ve 1831’de ise 105.615 sterline yükselmiştir.

Sadece dokuma sanayi dalında verilen bu örnek, sanayi ihtilalini yapmamış bir ekonominin üstün bir ekonomi ile ilişki kurunca, ne denli ekonomik bağımlılığa sürükleneceğini göstermektedir.

Osmanlı İmparatorluğu açısından bu ters yönlü gelişim, dış borçların etkisi ile büsbütün olumsuz bir yöne sürüklenmiş, 1854- 1914 yılları arasında alınan dış borçların tutarı (399.498.110) Osmanlı lirasını bulmuş ve devlet bu “fatura” ile Düyun-u Umumiye’ye teslim olmuştu. Devlet gelirlerinin yüzde 31.5'i Düyun-u Umumiye’nin elinde olup bu örgüt ikinci bir maliye bakanlığı gibi çalışıyordu. Bir yabancı yazarın konu ile gözlemi ilginçtir. Yazar, Düyun-u Umumiye yönetimi ile ilgili görüşlerini şöyle özetliyor:
“...Düyun-u Umumiye, Türk mali politikasını, gerek kendisine gerek ilgilendiği teşebbüslere en uygun yönlere çevirecek kadar güçlü idi. Yönetim kurulunda, çeşitli devletlerin temsil edilmesi, bu meclisi bir veya birkaç Avrupa temsilcisinin temsilcisi olmaktan çok, Avrupa’nın bir sınıf halkını temsil eden bir kurul durumuna sokmuştu...”

Avrupa’dan alınan borçların ödenmemesi nedeni ile 1881’de “Muharrem Kararnamesi” ile kurulan Düyun-u Umumiye şeklen bir Osmanlı dairesidir. İşin temelinde ise Avrupa’nın o zamanlardaki bütün devletler bu örgütte temsil ediliyorlardı. Dolaylı vergilerden başka, dolaysız vergilerin de yüzde 29.9'u da yabancı denetimi altındaydı. Düyun-u Umumiye personelin atanmaları da doğrudan doğruya yabancılardan kurulu Düyun-u Umumiye Meclisi’nce yapılırdı. Yukarıda dirlik sahiplerinin merkezi idare ile ilişkilerinde değindiğimiz vergi toplama işi, artık Düyun-u Umumiye idaresince yürütülüyordu. Ekonominin dış ilişkileri bulunmadığı sırada, devletin siyasal örgütüne bağlı asker-memurlar eliyle yürütülen vergi toplama işi, artık devleti teslim alan ticari kapitalizmin kararları ve örgütleri ile yürütülüyordu.



(II)

Uğur Mumcu'nun hiç ortaya çıkmamış çalışması: Batılılaşma hareketleri

Asistan Mumcu'nun kaleminden: Bu ekonomik koşulların içinde Osmanlı, fikir dünyasında çeşitli fikir akımları ile çalkalanıyordu....

SİYASAL GELİŞMELER

Bu ekonomik koşulların içinde Osmanlı, fikir dünyasında çeşitli fikir akımları ile çalkalanıyordu. Batı’nın ekonomik üstünlüğünden habersiz Osmanlı aydınları, biçimsel reformlarla, Batı gibi üstün ve güçlü olunacağına inanıyorlardı. Bu fikirler “..Batı medeniyetine (civilisation) girmeyi ve Avrupa müşterek hukukuna katılmaya imparatorluk için bir nefsi müdafaası sayan, Koca Reşit Paşa, Tanzimat fermanını okuduğu gün ilân etmişti..” Alt yapı ile çelişme bu dönemde hiç düşünülmemiş ve sadece Batı’dan aktarılan kuralların ortak uygarlığa geçişte yeter çabalar sayılmıştı.
Sorun Batılılaşmak olarak ortaya konulunca, bunun neden ve sonuçlarını araştırmak gerekir. Koşullar Osmanlı İmparatorluğu’nu Batılaşmaya zorluyordu. Ama bu ne nitelikte bir zorlamaydı?
“Bu programın gerçekleştirilmesi için ortayı, diğerlerinden daha ağır basan üçüncü bir kuvvet çıkacaktır. Bu kuvvet bizzat Batı’dır…” Ancak Batı “...Osmanlı devletinin kurtuluşuna ve kalkınmasına çok kere Haçlı zihniyeti ile, fakat her şeyin üstünde, menfaatleri açısından bakmıştır...” Fakat Batı bütün bu girişimlerini medeniyet adına yapıyordu. 1856 Islahat Fermanı’nın imzalanmasında baş rolü oynayan Çarlık Rusyası’nın uygarlık adına ileri sürdüğü istemlerde ilgi çekiciydi. “Bu iddia (Imperialist) bir politikanın hareket noktasını teşkil edince, en ileri sayılan Batı devletlerinin güttükleri gerçek gayenin gizlenmesine de yaramıştı. Meselâ, Çarlık Rusyası’nın Batı medeniyeti adına hareketini anlamaya, böyle bir hak iddiasını meşrulaştırmağa pek imkân yoktur. Kaldı ki, mujikin (Rus köylüsü) sosyal seviyesinin Osmanlı köylüsünden daha üstün olup olmadığı soruşturmağa değerdi...”
Yapısal özellikler siyasal gelişmeleri belirler; onlara yön ve renk verir. Osmanlı İmparatorluğu’nda Batılılaşma çabaları, ekonomik ilişkilerin Batıca ele geçirildiği bir döneme rastlar. Düzeyde, biçimsel kurallarla ne kadar değişiklik yapılırsa yapılsın, bütün bu değişimler gerçek uygarlığın kurulmasına, toplumun demokratlaşmasına yardımcı etken olmuyorlardı ve olamaması da doğaldı.
Batılılaşma hareketleri döneminde en önemli girişimlerden biri Şuray-ı Devlet adı ile Danıştay’ın kurulmasıydı. Şuray-ı Devlet, idare sahasında “...bir istişare meclisi ve selâhiyeti çok noksan bir idare kaza taslağı olarak vazifesine devam eylemiştir.” Prof. Tarık Zafer Tunaya'ya göre Şuray-ı Devlet’in kuruluşu “...Meşruti rejime bir adım teşkil etmişti..”, o zamanki ortak kanıya göre “...iptidai bir meclis-i mebusandı...” Vilâyet Meclisleri, kendileri ile ilgili reform tasarılarını şuraya verirler, böylece merkezi iktidar ile yurttaşların dolaylı da olsa ilişkisi sağlanmış olurdu. Şuray-ı Devlet’in geçirdiği aşama, Batı tipi kurumlar ile iktidar ilişkisini yansıtması bakımından ilgi çekicidir. Başlangıçta Batı tipi parlamento düzenine geçişte bir aşama olarak kabul edilen Şuray-ı Devlet, bir süre sonra iktidarı frenleyici eylemlere girişmiş, bundan son derece tedirgin olan iktidar, Danıştay'a kendilerine bağlı kişileri seçerek devrin tanımı ile Şurayı Devlet değil “Şuray-ı Evet” olmuştu.
Böylece Batı tipi ilk kurum, doğarken olmasa bile çocuk yaşta ölmüştü. Bu dönemin ikinci önemli olayı, imparatorluğun yeni idari bölgelere ayrılmasıdır. Bu ayrım ile Osmanlı İmparatorluğu, vilâyetlere bölünmekteydi. Bu bölünme imparatorluğun geleneksel yapısına ilk kez seçim ilkesini ve mahalli idare sistemini getiriyordu. Vilâyet, Liva, Kaza, Karye olarak dörtlü bölünmede önemli yenilik, vilâyet, liva, kazalarda ve karyelerde halk tarafından seçilen “İhtiyar Meclis”leri ile “İdare Meclis”leri varlığıdır.
Seçim ilkesi, bu idari bölünme ile benimsenmiş, meşruti yönetime doğru bir adım atılmıştı. Bütün karye halkı tarafından seçilen ihtiyar meclisleri, vilayet, liva, kaza tarafından seçilen İdare Meclisleri Osmanlı toplumunda seçimin ne demek olduğunu anlatan ilk uygulamalardı. Gerçekten, 1876’da ilk meşrutiyetin ilk genel seçimlerinde, idari bölünme sonucunda oy hakkına sahip olan seçmenler ikinci seçmen olmuşlardır.
Tanzimat hareketi ikicil bir nitelik taşır. Bir yanda, çağın koşullarına uyularak biçimsel Batı kurum ve kurallarının benimsenmesi; diğer yandan İslamcı kurum ilkeleri de korumak, giderek çelişmeli bir uygulamaya, temelden yoksun girişimlere yöneliyordu. Bu devir eski ile yeninin birlikte yaşatılmak istenen bir siyasal çalkantının izlerini taşır. Bir yandan padişahın sınırsız yetkilerini kısmak isteyen demokratik özlemli aydınlar devrin iktidarı ile savaşırlarken, Batı kapitalizmi, saray aristokrasisi ile birlikte bu girişimleri emperyalizmin koşullarını kolaylaştırıcı yönde kullanmak istiyordu. Bu arada, Mekteb-i Harbiye ve Mekteb-i Mülkiye’de, soyut özgürlük yandaşı aydınlar düzene karşı ihtilâlci duyguları taşıyarak yetişiyorlardı. Padişah otoritesinin sarsılıp bunun yerine bürokratik güçlerin geçmesi amacı, Tanzimat’ın otorite kaynağı üzerindeki değişiminin özelliğidir. Bürokrasi, sarayın gücüne karşı kendi sesini duyurmak istemektedir. Batı burjuva demokrasilerinin biçimsel kural ve kurumları, burjuva-bürokrat yönetim özleminin ilk belirtileri sayılabilir.
BİRİNCİ MEŞRUTİYET
Tanzimatın öngördüğü amaçlar gerçekleşmemiş, siyasal amaçlar toplumsal sonuçlarını vermemişti. Bu zorunlu bir toplumsal kuraldı. Batı’nın başka toplumsal temel ve koşullara bağlı olarak sahip olduğu biçimsel kural ve kurumlar, bu temel ve koşulların dışında toplumun yasa ve kurumları olarak benimsenmişti. Bu uygulamanın toplumsal gerçekle çatışacağı doğaldı. Çatışma kendiliğinden doğdu. Batı ve Doğu telifçiliği, iki ayrı uygarlık verilerinin uzlaşmaz çatışması ile toplumda bilinçli bir gelişme olanak ve ortamını yaratamadı.
Padişahın siyasal gücünü, Batı demokratik kurumları ile sınırlamak isteyen devrin siyasal kadrosu, meşru hükümet, yasaların tartışma yolu ile kabulü, anayasaya bağlı devlet yönetimi gibi isteklerinin ancak bir parlamento eliyle gerçekleşeceğine inanmıştı.
Türk siyasal hayatında “Genç Türkler” adıyla anılan Meşrutiyet savaşçıları, devrin iktidarı ile olan savaşlarındaki cesaret ve özverilerine (fedakarlıklarına) rağmen, çağın ekonomik koşullarının bilincine varacak bir eğitimden geçmemişlerdi. Görüşleri sadece Batı’nın biçimsel kurallarına bağlı soyut demokrasi anlayışına dayanıyordu. Ancak bu eksiklik, “Genç Türklerin” kişiliklerine yüklenecek bir suç değildir. Toplumun onlara verdiği eğitim kısırdı. Bu kadro, her türlü görüşle eleştirilecek yanlarına rağmen, koşullarına oranla ilerici bir savaş vermişlerdi. Bu kadronun bütün savaşlarında derin bir vatanseverlik bilinci yer almaktaydı. Yeni Türklerin devrin iktidarı ile bu savaşı, Türk tarihinin en ilginç aşamalarından biridir.
Tanzimat’tan sonraki dönemin en önemli olayı, şüphesiz 1876 Anayasası’nın kabulüydü. 1876 Anayasası,Türk siyasal hayatın ilk yazılı anayasasıdır. Bu anayasa, kişi güvenliği, basın, eğitim özgürlükleri, eşitlik, mülkiyet gibi hakların yasa güvencesine alınmasını anayasal kurumlar olarak benimsiyordu. Ancak anayasal yapıdaki birtakım eksiklikler “…teminatsızlık ve müeyyide yokluğu...” bu anayasaya eylemsel geçerlilik vermeyecek ve Mithat Paşa’nın çabası ile yürürlüğe konulacak bu metin bir süre sonra etkinliğini yitirecekti.
1876 Kanunu-u Esasisi, halk iradesine dayalı bir anayasa değil, ancak hükümdar eliyle bağışlanmış bir berat niteliğindeydi. Padişah üstün yetkilerle donatılmış olup, seçimle gelen organlar, padişahça seçilmiş kurullarca etkisiz duruma sokulmaktaydı.
Teşkilâtı Esasi’nin bu yapısal eksikliklerinden yararlanan II. Abdülhamit, 14 Mart 1878’de Mebusan Meclisi’nin çalışmalarını ertelemişti ve buna neden olarak da fevkalâde hal ve halkın ehliyetsizliği gibi gerekçeler ileri sürülmüştü.
Türk siyasal hayatının özelliği bakımından 1876 Teşkilâtı Esasisi’nin geçirdiği siyasal öykü son derece ilgi çekicidir. İlk Anayasa metni, yürürlüğe konmasından kısa bir süre sonra eylemsel geçerliliğini yitiriyor ve bir diktatörlüğe yol açıyordu. Anayasal geleneğimizdeki ilk “harç” budur.
IŞIK KANSU / CUMHURİYET

'Fakat 28 Kanunisaniyi Unutma!' - AYDEMİR GÜLER

Ölümlerinin üstünden 99 yıl geçiyor ve kurdukları örgüt ile “fırka” sözcüğü dışında aynı adı taşıyan bir parti, onların adına “örgütlenmeye” çağırıyor. Önümüzdeki hafta “Mustafa Suphi örgütlenme haftası”dır.


Peki bir insan ne zaman ölü sayılır? 

Ruhun bir başka yaşam sürdüğünü ilan veya ima eden yaklaşımları bir kenara bırakırsak ve çok daha gerçek bir yanıt ararsak, aşağı yukarı tek bir sonuca varıyoruz: Kişinin büsbütün ölmesi demek, bugünü ve yarını etkileme olanağının yok olmasıdır. 

Hatırlayabilirsiniz, tarih kitaplarında veya tanıdıklarının anlatılarında rast gelebilirsiniz… Ama yetmez. Bir insana öldükten sonra bile, onun hakkında “aramızda”, “yaşıyor” diyebilmek için onun eski yaşamının bugünkü yaşamları etkiliyor olması gerekir. 

Mustafa Suphi, ve kimileri hakkında belirsizlik bulunan yoldaşları 99 yıl sonra bugünü etkilemeye devam ediyorlar. Türkiye Komünist Fırkası’nı kurmuşlardı ve o partinin yolunda, kendileri için sürpriz olmayacak bir sonla, göze aldıkları, cüret ettikleri bir ölümle buluştular. Türkiye Komünist Partisi 99 yıl sonra onların adlarıyla bugünün insanlarını mücadeleye çağırıyor. 

“Yaşatma pratikleri” ideolojiye, kültüre, dünya görüşüne göre farklılık kazanabilir. Kimileri yitirdiklerinin cennette yaşamaya devam edişiyle teselli bulur. Başkaları yitirdiklerini heykelleştirir, anıtlaştırır; sanki onların bizimle olduklarını söylemek için, ille fiziki olarak temsil edilmeleri gerekiyordur… 

Bunların her biri bir anma, hatırlama, güncelleme yöntemi. Yöntemler birbirine bulaşabilir de. Örneğin komünizm davasına inanan birinin “On beşlerin ruhu” için dua okuması “olmayacak iş” sayılmamalıdır. Nitekim çok uzak olmayan geçmişte ölünün ardından okuduğu duaları memleketin büyükleri arasında saydığı kimi devrimcilere de yollayan hocalara rastlanmıştır. Komünizm davasının çok daha toplumsallaştığı ortamlarda, bir eşitsiz gelişme örneği olarak çok daha fazlası da olabilecektir… Veya bizim de heykellerimiz, resimlerimiz olabilir; var da… 
Ancak diyelim ki, geçmiş kuşak komünistlerin hiç takipçisi kalmamış, onların çağrısı artık tekrarlanmaz olmuş; ama heykelleri yapılıyor! Veya -Atatürk’ün başına geldiği gibi- üst üste koyduğu taşları devirmişler, üstüne de ruhuna Fatiha okuyorlar! 

Olmaz olsun. Heykellerimiz kalmışsa eğer, geçmişten bir hatıra, turistik bir unsur niyetine değil, komünizmin bütün heybetiyle geri döneceğinin iddiası olarak kalsın! 

On beşler ulusal kurtuluş mücadelesinin kalıcı zaferinin ancak toplumsal kurtuluşla sürmesi koşuluyla mümkün olacağı tezidir. On beşler toplumsal kurtuluşun ancak ulusal kurtuluş savaşına işçilerin ve yoksul köylülerin temsilcisi olarak katılan komünist partinin eseri olabileceği tezidir. 

Doksan dokuz yıl sonra bu tezlerin güncellenmiş versiyonu herhangi bir varlık kazanamamış olsaydı, 28 Ocak katliamını anmak, hatta o günleri akademik bir eksende tartışmak, yine de mümkün olabilirdi. Ama bu tür bir hatırlama, ölenlerin “yaşadığını”, “aramızda olduklarını” değil ölüp gittiklerinin ilanı olmaz mıydı?
2020’de, kurdukları fırkanın 100. yaşında, toplumsal kurtuluş tezlerinin güncellenmiş hali ayaktadır. Bu nedenle bugünkü Parti, o günkü Fırka ile özdeş sayılır. 

Bugünkü Parti, Suphi ve yoldaşlarının bağımsızlıkçı, yurtsever, gericilik karşıtı, emekçi sınıfları temsil eden çizgisinin güncellenmesidir. Doksan dokuz yıl sonra ülkeyi boğan karanlığın, adaletsizliğin, bağımlılığın işçi sınıfı partisinin önderliğinde bir sosyalist devrimle yok edileceği iddiası ve mücadelesi, “Suphiler yaşıyor” dediğimizde bizi hamasetten uzak tutuyor. 

Katliamı lanetlemenin, yoldaşlarımızı anmanın en güçlü yolu önümüzdeki hafta onların ve bizim, bir ve aynı olan mücadelemize yeni insanların katılması olacak. Suphileri en iyi anan kişi, gelecek hafta onların ve bizim mücadelemize en fazla yeni insanı katan kişidir… 

Mustafa Suphiler yaşıyor; önümüzdeki hafta onların adıyla yapılan çağrıya olumlu yanıt verenler ne kadarsa, bu çağrı bugünü ve geleceği ne ölçüde etkiliyorsa o kadar yaşıyorlar. 

Çok yaşayın yoldaşlar!

Aydemir Güler / SOL