Uğur Mumcu’nun her zamanki titizliğinin eseri olduğu anlaşılan makale (116 dipnot ve çok sayıda kaynaktan alıntıya dayanmaktadır), birkaç açıdan tarihsel önemdedir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
- Genç Uğur Mumcu’nun birikiminin derinliğini göstermesi açısından dikkat çekicidir.
- Türkiye’nin demokrasi tarihindeki aşamaları irdelemede sağlam bir tutarlılık içermektedir.
- Uğur Mumcu’nun ileriki yıllarda boyutlandırdığı Cumhuriyet devrimi ve kazanımları ile sol öğretiyi bütünleştiren çizgisinin ilk çarpıcı göstergesi niteliğindedir.
- Tüm dünyayı çevreleyen “68 kuşağı” ile özgürlükçü 1961 Anayasası’nın etkisi altındaki Türkiye’nin düşünce ve tartışma evrenini belgelemektedir.
- Bir kurucu ve kurtarıcı düşünce ve uygulama yöntemi olarak Kemalizm’e bugün de güncelliğini koruyan yorumlar getirmektedir.
Tarihsel akışı, yaşadığı günü ve geleceği bilinçle algılayıp topluma sunmada seçkin bir yere sahip gazetemiz yazarı Uğur Mumcu’yu, özlemle, sevgiyle, saygıyla anıyor; içinde yaşadığımız dönemde yaşadıklarımızı da aydınlatacak bu önemli makaleyi, “Adalet ve Demokrasi Haftası” çerçevesinde, bir dizi halinde okurumuza sunmaktan büyük onur duyuyoruz.
TÜRKİYE’NİN YAPISAL ÖZELLİKLERİ VE ANAYASAL DÜZENİ
UĞUR MUMCU
GİRİŞ :
Türkiye Cumhuriyeti, Kurtuluş Savaşı sonrası kurulmuş, ilke ve amaçları bu savaşla saptanmıştır. Bu nedenle yeni kurulan Türk devletinin kendisinden önceki Osmanlı Devleti ile bir ilgi ve benzerliği yoktur.
Ancak, devletin ilke ve yapısı için doğru olan bu gerçek, toplumsal yapı için söz konusu değildir. Osmanlı İmparatorluğu gibi, genç Türkiye Cumhuriyeti de Anadolu dediğimiz yarımadada kurulmuştur. Anadolu’nun toplumsal özellikleri, her iki devleti de etkilemiş ve bu devletlerin siyasal yaşantılarına damgasını vurmuştur. Siyasal yapının araştırılması için bu yapı ile toplumsal düzenlerin ilişkisini incelemek gerekmektedir. Bundan sonradır ki, soyut öğreti ve kuramları yerle yerine oturtabilelim ve siyasal düzeni alt yapı ilişkileri yönünden niteleyebilelim.
Bu araştırma, öncelikle çok yönlü bir incelemeyi gerektirir. Ancak bilimsel incelemelerin yapılmadığı, bilim adına “somut”un değil sadece “soyut” kuralların egemen olduğu bir “laboratuvar” da yapılacak bütün araştırmaların eksik olacağı ve bilimsel kanıtlar yanında bir parça “sezgi”ye dayanacağı da bir gerçektir. Ancak soyut kuralları, kuramları ve siyasal yargıları, toplumsal yapı özellikleri ile karşılaştırmak ve de soyut kuram ve kuralları gerçeklerin sınavından geçirmek tek bilimsel yoldur. Bizde bu küçük incelememizde “gerçek”ten “kural ve kuram”a doğru giderek bir deneme yapmaya çalışacağız.
ASYA TİPİ ÜRETİM BİÇİMİ :
Doğu toplumlarının Batı toplumlarından ayrı özellikler taşıdıklarını ileri süren Batılı yazarlar, öncelikle Doğu toplumlarında özel mülkiyet yerine miri arazi düzeninin bulunuşunu “doğu cennetinin anahtarı” olarak nitelemişlerdir. Toprağın özel kişilerin değil, devletin ya da köyün ortaklaşa mülkiyetinde olması, Doğu toplumlarına kendilerine özgü nitelikler vermektedir. Doğu sorunu ile ilgilenen Kari Marx ve Engels gibi düşünürler, iklim ve bölgesel koşullar ve özellikle toprağın kanal ve su yolları ile sulanmasından, bu gibi kamu görevlerinin ancak merkeziyetçi yönetimlerce yapıldığı sonucunu çıkarmaktadırlar. Devletin sadece sulama değil, toplumun tüm hizmetlerini üzerine alması, toprak mülkiyetine de sahip olmasını gerektirmektedir.
Çıplak mülkiyeti devletin olan bu toprağın işleme ve yararlanma hakkı, özel kişilerin ya da toplulukların elindedir. Elde edilen ürünlerin bir kısmı ailenin yoğaltımında (tüketim) kullanılır. Geri kalan ürünler devletindir. Devlet yaptığı hizmetler karşılığı bu artık-ürüne el koyar. “Asya Tipi Üretim Tarzı”na (ATÜT) dayalı devlet, “topluluklar arasındaki savaşı ortadan kaldırmakta ve topluluk için gerekli kamu işlerini yürütmektedir.”
Ancak devlet, el koyduğu bu değerle uyumlu olarak kamu hizmetini yürütmemektedir. Yani, artık ürün tümü ile kamu hizmetlerine ayrılmamaktadır; devlet-üretici ilişkisi “genel sömürme” biçimindedir.
Köylünün ürettikleri çeşitli yollarla devletin eline geçer. Devlet eline geçirdiği bu artık ürünü, merkeziyetçi bir devlet yönetiminin koşullarına göre harcar. Devletin siyasal örgütü bu ekonomik ilişkiyi yansıtır. Devlet, üretici ile ilişkisinde kendi hiyerarşisine bağlı asker-memurları kullanır. Üretici devleti bu asker-memurlar temsil ederler.
Devletin çıplak mülkiyetine sahip olduğu bu topraklar :
1- Arazi-i Miriye-i Sırfa (Tüm gelirinin hazineye ayrıldığı topraklar)
2- Arazi-i Müriye-i Mefkufe (geliri ya da tasarrufu ya da hem geliri hem tasarrufu belli konulara ayrılan topraklar) olmak üzere ikiye ayrılır.
Askeri otoriteye bağlı Osmanlı Devleti’nde, toprağın yönetimi bazı koşullarla belli kişilerin ellerine verilirdi. Devletin miri araziden “muayyen bir kısmın yıllık gelirinin tamamını veya bir kısmını, belli hizmetler mukabilinde bir şahsa tevcih etmesine” dirlik ya da tımar denirdi. Bu topraklar genellikle savaşta yararlık gösteren kumandanlara ve devlet memurlarına verilirdi. Ancak dirlik sahibi, araziyi kendi işleyemediği gibi, sahibi bulunduğu dirliği de bir başkasına devredemezdi. Araziyi reayaya işletmek üzere verir ve elde edilen ürün üzerinde devletin gelirlerini toplardı.
Dirlik sahibi arazinin maliki değildir. Çıplak mülkiyet devletindir. Burada dirlik sahibinin devlet ile ve reayanın dirlik sahibi ile ilişkisi, Batı’daki feodal beyden başkalık gösterir. Batıda senyör, hem toprağın, hem de bu toprağı işleyen serfin sahibidir. Batı feodalitesinde köylülerin içerisinde bulundukları bağımlılık, kullum-kölelik nitelikleri taşıyordu.
Sahibi arz denilen ve asker-memur karışımı yetkilerle donatılmış bu dirlik sahipleri Batı’daki senyörlerle karşılaştırılırsa, senyörlerden az yetkilere sahip oldukları görülür.
Dirlik sahibi vergiyi halktan alır, devlete verir. Devlet, böylece vergiyi bu asker-memurlar eliyle toplamış olur. Merkezi otoriteye bağlı dirlik sahiplerinin devlete karşı boyunları büküktür. Dirlik sahibi, merkezi otorite ile ilişkilerini sürdürebilmek için, merkezin buyruklarına uyar. Doğu-Batı toprak düzenindeki ayrı nitelikler, bu ilişkide kendini gösterir. Batı feodal beyinin kendi mülk ve kişiliğine bağlı egemenliği, Doğu toplumlarında devletin dirlik sahipleri eliyle temsil ettiği egemenlik biçimindedir. Bu ilişki içerisinde asker-memurlar, devlet adına köylünün ürettiği ürüne el koyarlar. Devlet buna karşı topluma hizmet eder. Ancak hizmet az, bu hizmet için el konulan ürün fazladır. Devlet topluma, bu toplumun olanaklarından yararlandığı ölçüde hizmet etmez. Devlete bağlı “kapıkullarını” besleyen, onlara emekçi kitleler ve sınıflar karşısında siyasal ve ekonomik güç veren ilişki budur. Egemen sınıflar, devletin temsilcisidirler. Merkezî siyasal örgütün güçlenmesi ve toprak ilişkilerinin bu nitelikte bir üretim biçimine girmesi ile iki tür ayrıcalıklı grup toplum içerisinde güç sağlıyordu.
Bu gruplar:
1 — Hizmet aristokrasisi
2 — Mülk sahipleriydi.
Asya tipi üretim tarzı şeması özetlenirse, üretim biçiminde emek ve toprağın iki ana öğe bulunduğu ve emek sahibinin köylü, reaya olduğu söylenebilir. Köylünün ürettiğine devleti el koyar. Bu iş, devlet adına ve devlet hiyerarşisine bağlı asker-memur kişiler aracılığı ile yapılır. Emek sahibi, toprağın tasarruf hakkına sahip olduğu için özgür, ancak toprağın mülkiyetine sahip olmadığı için “genelleşmiş köledir”
Asya Üretim Tarzı’ndaki bir toplum sınıflı bir toplumdur, “..ödenmeyen artık emeğin üreticilerden çekip alındığı iktisadi şekil.... matbu ile tabi arasındaki ilişkileri tayin eder...”
Bundan dolayı, Asya toplumlarında sınıflar, devleti temsil eden matbu ve üreticileri temsil eden tabi olmak üzere ikiye ayrılır. Yani, devletin siyasal birliğine bağlı ve devletin örgütün içerisinde bulunan asker-memur karışımı niteliğindeki dirlik sahipleri ile çıplak mülkiyeti devletin olan toprağı işleyen reaya, köylü ve emekçi sınıfları oluşturmaktadırlar.
Kısaca özetlediğimiz Asya Tipi Üretim Tarzı görüşlerine cevap verilmekte ve de Osmanlı toplumunda çağın koşullarına uygun olarak ticaret ilişkilerinin var olduğu, köylünün küçük işletmeler aracılığı ile ticaret yaptığı, köylülerin bu işletmelere sipahilerden alınan tapularla sahip olabildikleri ileri sürülmektedir. Asya Tipi Üretim Tarzı görüşlerine katılmayanlar, Anadolu’da “..Asya tipinden farklı ve özel mülkiyete hayli yaklaşmış bir tasarrufun varlığından..” söz etmektedirler.
Ayrıca, İpek yolunun Osmanlı topraklarından geçmesi, hanlar ve kervansarayların bu yollar üzerinde kurulması, Osmanlı toplumunun Asya tipi üretim ile anlatılan çizgilere pek uymadığını anlatmaktadır. XVI. yüzyıl öncesi Türk köylerini “... çağın şartları gereği kapalı üretim hakim olmakla birlikte, ticarette bir hayli açılmışlar ve ticari hayata az çok entegre olmuşlardır…”
Doğan Avcıoğlu Türkiye’nin Düzeni kitabında anlattığına göre “Islam et Capitalisme..” adlı eserin yazarı Redinson, Osmanlı toplumunda bir “Müslüman Ortak Pazarı”ndan söz etmektedir. Kaldı ki Osmanlı toprak düzeni, özel mülkiyet düzenine açılması olanaksız bir engel değildi. Reaya, tapu senedi ile tasarruf edebilmekte, tarımsal işletmeler tasarrufa konu olabilmektedir.
Bunun dışında miri arazinin tasarruf hakkı, giderek mülkiyet haklarına benzeyen bir özelliğe bürünmüştü. Osmanlı toplumundaki bu yapısal özelliklerine bağlı olarak bir kısım reaya zenginleşmiş, tefecilik, faizcilik yayılmaya başlamıştır. Toprağın hukuksal düzeni ve faizciliği yasaklayan dinsel buyruklara rağmen ticari ilişkiler yasakları aşmış, toplumu yozlaşmağa yöneltmiştir. “Faizcilik giderek köylüyü sömürmeğe, tarladan mahsulü ucuza kapatmaya..”, tarla ve bahçelerin rehini, murabaa mukaveleleri (yazlığa çıkmak üzere yapılan sözleşme) yapmaya zorlama gibi tam bir sömürüye dönüşmüştür.
Bu toplumsal koşullar içerisinde merkezi otoritede başlayan siyasal yıkıntı ile toplumda ciddi rahatsızlıklar, Osmanlı Devleti’ni sarsıntılara sürüklüyor ve toplum sanayi ihtilalini bu olumsuz koşulları ile karşılıyordu. Toprakta özel mülkiyetin gelişimi, tefecilik ve faizcilik gibi yollarla sermaye birikiminin oluşmaması ve bir kısım reayanın topraklarını bırakarak gezici işler araması, Asya Tipi Üretim Tarzı kuramcılarının görüşlerinin aksine “prekapitalist düzeni temellerinden sarsan, ama daha ileri bir toplumsal geçiş olanaklarını bağrında taşıyan olaylardır.”
Sonuç olarak, gerekse Asya tipine bağlı toplumlarının, gerekse Batı feodalitesinin dayanağı, toprağa bağlılıktır. Bu bağlılığın zorunlu sonucu olarak, köylünün omuzlarına yüklenmiş ekonomik yükümlülükler —üretim ilişkileri değişmedikçe— az çok benzer özellikler gösterirler. Batı feodalitesine bağlı serf de, doğudaki reaya da mülkiyeti kendilerinin olmayan topraklarda çalışmakta olup; her ikisinin de üretim artığından emek sahibi olmayanlar yararlanmaktadır. Tüketicinin niteliği üretimin temel özelliğini değiştirmez.
Batıda feodal bey, Asya toplumlarında ise devlet, Batıdaki feodal beyler yerine kendi siyasal örgütüne bağlı asker-memurlar aracılığı ile artık değere el koyar. Konumuz bakımından önemli gözlem bizce budur. Herhangi bir üretim ilişkisinde araştırılacak konu, üretim biçiminin niteliğidir. Sınıflar, bu üretim biçiminin sonucunda oluşurlar. Asya toplumlarında sınıfları belirleyen ekonomik ilişki, devletin reayayı sömürmesidir. Reaya Osmanlı toplumunda emekçi sınıftır. Devlet, el koyduğu artık değeri, saray aristokrasisi ve dirlik sahipleri ile birlikte paylaşır. Dirlik sahipleri ve saray aristokrasisi devlet ile iç-içe geçmiş olarak egemen sınıfları meydana getirmiş olurlar. Devletin siyasal yapısını niteleyen temel ilişki budur.
SANAYİ İHTİLÂLİ VE OSMANLI İMPARATORLUĞU
Batı’da Sanayi ihtilâli yapılırken, Osmanlı toplumu bir yıkıntı içerisindeydi. Dar topraklar üzerinde yetersiz doğal kaynaklarla yaşamak zorunda kalan Avrupa, coğrafi keşiflere yönelerek, bu keşifler sonunda ortaya çıkan yerlerdeki doğal kaynaklara el koydu. Bunun sonucu, Fransa, İngiltere, Hollanda gibi devletlerin kasalarında sermaye birikimi oluşmaya başladı. Avrupa, bu fetih politikasının sonucu ticari kapitalizmin ön koşullarına ulaştı. XVI ve XVII. yüzyıllardaki bu gelişmeler “...eski üretim biçiminin çöküşü ve kapitalist üretimin doğuşuna...” yol açmıştır.
Artık Batı’nın altın ve gümüş darlığı nedeni ile bir türlü sahip olamadığı üstünlük, Doğu’dan Batı’ya geçmiş ve artık roller değişmeye başlamıştır. Türkiye’nin doğal kaynakları ve coğrafi özellikleri dolayısı ile sanayi devrimini tamamlamış ve ticari kapitalizmin koşullarına ulaşmış Batı ile ilgi kurması bir ekonomik zorunluluktu. Sermaye artık para gücü aracılığı ile tüm dünyaya hükmedecek “sanayi feodalitesi”nin doğumuna yol açmıştı. Bu yeni feodalite egemenliğinin kurallarını yürütecek ve de sermaye “fethedilmemiş” topraklarda açık pazar olanakları arayacaktı.
1838 Ticaret Antlaşması ile Osmanlı Devleti Batı ile kaçınılmaz ilişkisini kurarak tam bir açık pazar durumuna girmekte gecikmedi. Yusuf Kemal Tengirşek bu anlaşmayı şöyle niteliyor: “...devletin başına Düyun-u Umumiye gibi bir bela.” Büyük Reşid Paşa ise, bu anlaşmayı imparatorluğun kalkınma yolunu açacak bir belge olarak imzalıyordu. Bu antlaşmanın Batı’ya sağladığı ekonomik ayrıcalıklar giderek devleti kıskıvrak yakalayacak bir güce erişti.
Bu koşullarla devlet, ticari kapitalizmin tüm yıkıcı etkileri ile karşı karşıyaydı. Tanzimat, yüzeydeki bütün yeniliklerine rağmen, temelde Avrupa ticari kapitalizmine hukuksal ve idari kolaylıklar sağladı. Tanzimat’ın getirdiği biçimsel reformların denetlenmesi bile Batı devletlerince kullanılacak bir yetkiydi. 1856 Paris ve 1878 Berlin Antlaşmaları ise bu teslimin en güçlü bağlarıydı. “Tanzimat hareketi hukuk planında dahi, Batılılaşma değil, Batı’nın sömürgesi olma hareketidir.”
Kısaca değinilen bu gelişme sonunda, devlet borçlanarak; bu borçları ödeyemeyecek bir yıkıntı içerisine sürüklenmiş ve Osmanlı İmparatorluğu Düyunu-u Umumiye’ye teslim bayrağını çekmişti. Devlet artık, mali, idari ve siyasal örgütleri ile “milli” değildi: Uluslararası sermaye, devleti yenmiş ve teslim almıştı.
Avrupa ticari kapitalizminin gelişip Osmanlı İmparatorluğu ile ilgi kurunca küçük sanayiin çökmesi bir ekonomik zorunluluktu. Bu ilişki sonunda Osmanlı küçük sanayii çökmüştü. Bu çöküşle ilgili olarak Ömer Lütfi Saraç’ın verdiği rakamlar gerçekten ilgi çekicidir. Örneğin 1838 yılında İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’na 10.834 sterlinlik pamuklu dokuma ihtiyacı bir yıl sonra 1829’da 39.920; 1830’da 95.355 ve 1831’de ise 105.615 sterline yükselmiştir.
Sadece dokuma sanayi dalında verilen bu örnek, sanayi ihtilalini yapmamış bir ekonominin üstün bir ekonomi ile ilişki kurunca, ne denli ekonomik bağımlılığa sürükleneceğini göstermektedir.
Osmanlı İmparatorluğu açısından bu ters yönlü gelişim, dış borçların etkisi ile büsbütün olumsuz bir yöne sürüklenmiş, 1854- 1914 yılları arasında alınan dış borçların tutarı (399.498.110) Osmanlı lirasını bulmuş ve devlet bu “fatura” ile Düyun-u Umumiye’ye teslim olmuştu. Devlet gelirlerinin yüzde 31.5'i Düyun-u Umumiye’nin elinde olup bu örgüt ikinci bir maliye bakanlığı gibi çalışıyordu. Bir yabancı yazarın konu ile gözlemi ilginçtir. Yazar, Düyun-u Umumiye yönetimi ile ilgili görüşlerini şöyle özetliyor:
“...Düyun-u Umumiye, Türk mali politikasını, gerek kendisine gerek ilgilendiği teşebbüslere en uygun yönlere çevirecek kadar güçlü idi. Yönetim kurulunda, çeşitli devletlerin temsil edilmesi, bu meclisi bir veya birkaç Avrupa temsilcisinin temsilcisi olmaktan çok, Avrupa’nın bir sınıf halkını temsil eden bir kurul durumuna sokmuştu...”
Avrupa’dan alınan borçların ödenmemesi nedeni ile 1881’de “Muharrem Kararnamesi” ile kurulan Düyun-u Umumiye şeklen bir Osmanlı dairesidir. İşin temelinde ise Avrupa’nın o zamanlardaki bütün devletler bu örgütte temsil ediliyorlardı. Dolaylı vergilerden başka, dolaysız vergilerin de yüzde 29.9'u da yabancı denetimi altındaydı. Düyun-u Umumiye personelin atanmaları da doğrudan doğruya yabancılardan kurulu Düyun-u Umumiye Meclisi’nce yapılırdı. Yukarıda dirlik sahiplerinin merkezi idare ile ilişkilerinde değindiğimiz vergi toplama işi, artık Düyun-u Umumiye idaresince yürütülüyordu. Ekonominin dış ilişkileri bulunmadığı sırada, devletin siyasal örgütüne bağlı asker-memurlar eliyle yürütülen vergi toplama işi, artık devleti teslim alan ticari kapitalizmin kararları ve örgütleri ile yürütülüyordu.
Asistan Mumcu'nun kaleminden: Bu ekonomik koşulların içinde Osmanlı, fikir dünyasında çeşitli fikir akımları ile çalkalanıyordu....
SİYASAL GELİŞMELER
Bu ekonomik koşulların içinde Osmanlı, fikir dünyasında çeşitli fikir akımları ile çalkalanıyordu. Batı’nın ekonomik üstünlüğünden habersiz Osmanlı aydınları, biçimsel reformlarla, Batı gibi üstün ve güçlü olunacağına inanıyorlardı. Bu fikirler “..Batı medeniyetine (civilisation) girmeyi ve Avrupa müşterek hukukuna katılmaya imparatorluk için bir nefsi müdafaası sayan, Koca Reşit Paşa, Tanzimat fermanını okuduğu gün ilân etmişti..” Alt yapı ile çelişme bu dönemde hiç düşünülmemiş ve sadece Batı’dan aktarılan kuralların ortak uygarlığa geçişte yeter çabalar sayılmıştı.
Sorun Batılılaşmak olarak ortaya konulunca, bunun neden ve sonuçlarını araştırmak gerekir. Koşullar Osmanlı İmparatorluğu’nu Batılaşmaya zorluyordu. Ama bu ne nitelikte bir zorlamaydı?
“Bu programın gerçekleştirilmesi için ortayı, diğerlerinden daha ağır basan üçüncü bir kuvvet çıkacaktır. Bu kuvvet bizzat Batı’dır…” Ancak Batı “...Osmanlı devletinin kurtuluşuna ve kalkınmasına çok kere Haçlı zihniyeti ile, fakat her şeyin üstünde, menfaatleri açısından bakmıştır...” Fakat Batı bütün bu girişimlerini medeniyet adına yapıyordu. 1856 Islahat Fermanı’nın imzalanmasında baş rolü oynayan Çarlık Rusyası’nın uygarlık adına ileri sürdüğü istemlerde ilgi çekiciydi. “Bu iddia (Imperialist) bir politikanın hareket noktasını teşkil edince, en ileri sayılan Batı devletlerinin güttükleri gerçek gayenin gizlenmesine de yaramıştı. Meselâ, Çarlık Rusyası’nın Batı medeniyeti adına hareketini anlamaya, böyle bir hak iddiasını meşrulaştırmağa pek imkân yoktur. Kaldı ki, mujikin (Rus köylüsü) sosyal seviyesinin Osmanlı köylüsünden daha üstün olup olmadığı soruşturmağa değerdi...”
Yapısal özellikler siyasal gelişmeleri belirler; onlara yön ve renk verir. Osmanlı İmparatorluğu’nda Batılılaşma çabaları, ekonomik ilişkilerin Batıca ele geçirildiği bir döneme rastlar. Düzeyde, biçimsel kurallarla ne kadar değişiklik yapılırsa yapılsın, bütün bu değişimler gerçek uygarlığın kurulmasına, toplumun demokratlaşmasına yardımcı etken olmuyorlardı ve olamaması da doğaldı.
Batılılaşma hareketleri döneminde en önemli girişimlerden biri Şuray-ı Devlet adı ile Danıştay’ın kurulmasıydı. Şuray-ı Devlet, idare sahasında “...bir istişare meclisi ve selâhiyeti çok noksan bir idare kaza taslağı olarak vazifesine devam eylemiştir.” Prof. Tarık Zafer Tunaya'ya göre Şuray-ı Devlet’in kuruluşu “...Meşruti rejime bir adım teşkil etmişti..”, o zamanki ortak kanıya göre “...iptidai bir meclis-i mebusandı...” Vilâyet Meclisleri, kendileri ile ilgili reform tasarılarını şuraya verirler, böylece merkezi iktidar ile yurttaşların dolaylı da olsa ilişkisi sağlanmış olurdu. Şuray-ı Devlet’in geçirdiği aşama, Batı tipi kurumlar ile iktidar ilişkisini yansıtması bakımından ilgi çekicidir. Başlangıçta Batı tipi parlamento düzenine geçişte bir aşama olarak kabul edilen Şuray-ı Devlet, bir süre sonra iktidarı frenleyici eylemlere girişmiş, bundan son derece tedirgin olan iktidar, Danıştay'a kendilerine bağlı kişileri seçerek devrin tanımı ile Şurayı Devlet değil “Şuray-ı Evet” olmuştu.
Böylece Batı tipi ilk kurum, doğarken olmasa bile çocuk yaşta ölmüştü. Bu dönemin ikinci önemli olayı, imparatorluğun yeni idari bölgelere ayrılmasıdır. Bu ayrım ile Osmanlı İmparatorluğu, vilâyetlere bölünmekteydi. Bu bölünme imparatorluğun geleneksel yapısına ilk kez seçim ilkesini ve mahalli idare sistemini getiriyordu. Vilâyet, Liva, Kaza, Karye olarak dörtlü bölünmede önemli yenilik, vilâyet, liva, kazalarda ve karyelerde halk tarafından seçilen “İhtiyar Meclis”leri ile “İdare Meclis”leri varlığıdır.
Seçim ilkesi, bu idari bölünme ile benimsenmiş, meşruti yönetime doğru bir adım atılmıştı. Bütün karye halkı tarafından seçilen ihtiyar meclisleri, vilayet, liva, kaza tarafından seçilen İdare Meclisleri Osmanlı toplumunda seçimin ne demek olduğunu anlatan ilk uygulamalardı. Gerçekten, 1876’da ilk meşrutiyetin ilk genel seçimlerinde, idari bölünme sonucunda oy hakkına sahip olan seçmenler ikinci seçmen olmuşlardır.
Tanzimat hareketi ikicil bir nitelik taşır. Bir yanda, çağın koşullarına uyularak biçimsel Batı kurum ve kurallarının benimsenmesi; diğer yandan İslamcı kurum ilkeleri de korumak, giderek çelişmeli bir uygulamaya, temelden yoksun girişimlere yöneliyordu. Bu devir eski ile yeninin birlikte yaşatılmak istenen bir siyasal çalkantının izlerini taşır. Bir yandan padişahın sınırsız yetkilerini kısmak isteyen demokratik özlemli aydınlar devrin iktidarı ile savaşırlarken, Batı kapitalizmi, saray aristokrasisi ile birlikte bu girişimleri emperyalizmin koşullarını kolaylaştırıcı yönde kullanmak istiyordu. Bu arada, Mekteb-i Harbiye ve Mekteb-i Mülkiye’de, soyut özgürlük yandaşı aydınlar düzene karşı ihtilâlci duyguları taşıyarak yetişiyorlardı. Padişah otoritesinin sarsılıp bunun yerine bürokratik güçlerin geçmesi amacı, Tanzimat’ın otorite kaynağı üzerindeki değişiminin özelliğidir. Bürokrasi, sarayın gücüne karşı kendi sesini duyurmak istemektedir. Batı burjuva demokrasilerinin biçimsel kural ve kurumları, burjuva-bürokrat yönetim özleminin ilk belirtileri sayılabilir.
BİRİNCİ MEŞRUTİYET
Tanzimatın öngördüğü amaçlar gerçekleşmemiş, siyasal amaçlar toplumsal sonuçlarını vermemişti. Bu zorunlu bir toplumsal kuraldı. Batı’nın başka toplumsal temel ve koşullara bağlı olarak sahip olduğu biçimsel kural ve kurumlar, bu temel ve koşulların dışında toplumun yasa ve kurumları olarak benimsenmişti. Bu uygulamanın toplumsal gerçekle çatışacağı doğaldı. Çatışma kendiliğinden doğdu. Batı ve Doğu telifçiliği, iki ayrı uygarlık verilerinin uzlaşmaz çatışması ile toplumda bilinçli bir gelişme olanak ve ortamını yaratamadı.
Padişahın siyasal gücünü, Batı demokratik kurumları ile sınırlamak isteyen devrin siyasal kadrosu, meşru hükümet, yasaların tartışma yolu ile kabulü, anayasaya bağlı devlet yönetimi gibi isteklerinin ancak bir parlamento eliyle gerçekleşeceğine inanmıştı.
Türk siyasal hayatında “Genç Türkler” adıyla anılan Meşrutiyet savaşçıları, devrin iktidarı ile olan savaşlarındaki cesaret ve özverilerine (fedakarlıklarına) rağmen, çağın ekonomik koşullarının bilincine varacak bir eğitimden geçmemişlerdi. Görüşleri sadece Batı’nın biçimsel kurallarına bağlı soyut demokrasi anlayışına dayanıyordu. Ancak bu eksiklik, “Genç Türklerin” kişiliklerine yüklenecek bir suç değildir. Toplumun onlara verdiği eğitim kısırdı. Bu kadro, her türlü görüşle eleştirilecek yanlarına rağmen, koşullarına oranla ilerici bir savaş vermişlerdi. Bu kadronun bütün savaşlarında derin bir vatanseverlik bilinci yer almaktaydı. Yeni Türklerin devrin iktidarı ile bu savaşı, Türk tarihinin en ilginç aşamalarından biridir.
Tanzimat’tan sonraki dönemin en önemli olayı, şüphesiz 1876 Anayasası’nın kabulüydü. 1876 Anayasası,Türk siyasal hayatın ilk yazılı anayasasıdır. Bu anayasa, kişi güvenliği, basın, eğitim özgürlükleri, eşitlik, mülkiyet gibi hakların yasa güvencesine alınmasını anayasal kurumlar olarak benimsiyordu. Ancak anayasal yapıdaki birtakım eksiklikler “…teminatsızlık ve müeyyide yokluğu...” bu anayasaya eylemsel geçerlilik vermeyecek ve Mithat Paşa’nın çabası ile yürürlüğe konulacak bu metin bir süre sonra etkinliğini yitirecekti.
1876 Kanunu-u Esasisi, halk iradesine dayalı bir anayasa değil, ancak hükümdar eliyle bağışlanmış bir berat niteliğindeydi. Padişah üstün yetkilerle donatılmış olup, seçimle gelen organlar, padişahça seçilmiş kurullarca etkisiz duruma sokulmaktaydı.
Teşkilâtı Esasi’nin bu yapısal eksikliklerinden yararlanan II. Abdülhamit, 14 Mart 1878’de Mebusan Meclisi’nin çalışmalarını ertelemişti ve buna neden olarak da fevkalâde hal ve halkın ehliyetsizliği gibi gerekçeler ileri sürülmüştü.
Türk siyasal hayatının özelliği bakımından 1876 Teşkilâtı Esasisi’nin geçirdiği siyasal öykü son derece ilgi çekicidir. İlk Anayasa metni, yürürlüğe konmasından kısa bir süre sonra eylemsel geçerliliğini yitiriyor ve bir diktatörlüğe yol açıyordu. Anayasal geleneğimizdeki ilk “harç” budur.
IŞIK KANSU / CUMHURİYET