6 Nisan 2020 Pazartesi

Evde kalın ama karantinaya alışmayın - Barış Terkoğlu


Oyuncu Tolga Mendi, yeni sevgilisiyle Belgrad Ormanı’nda yürüyüş yaparken yakalandı. Covid-19 virüsünün ardından devlet yetkililerinden gelen ‘evde kal’ tavsiyesine uymayan ikili, gazetecileri görünce panikledi. Mendi, ‘Rica ediyorum, lütfen o fotoğrafları yayımlamayın’ diyerek habercilerden fotoğrafların silinmesini istedi.
Hükümete yakın gazetenin “özel haberi” böyle. Aslında diğerleri de farklı değil. Tümünün magazin sayfaları “ünlülerin” evde olduklarını kanıtlayan, kendi elleriyle paylaştıkları fotoğraflarla dolu. Dışarıda yakalananlar ise özür diliyor. Eskiden bar kapılarında “ünlü” kovalayan muhabirler, şimdi ıssız korona sokaklarında evden kaçanları yakalıyor.
Herkes kendi kafesinde
Gazeteleri hapishanede bir gün gecikmeli okuyorum. Avukatlarıma, “Dışarısı nasıl” diyorum. Genelde “Tahmin bile edemezsin” yanıtını alıyorum. Bugüne kadar hiç tanık olmadıkları bir dünyanın tasvirini tecrit altındaki birinin anlamasının zor olduğunu düşünüyorlar. Oysa durum tam da hapistekilerin hayal edebileceği gibi. Üstelik bunun nedeni sadece eve kapanmış dışarıdakiler ile hücreye kapatılmış içeridekiler arasındaki farkın incelmesinden ibaret değil.
Michel Foucault’nun “Hapishanenin Doğuşu” adlı kitabı 17. yüzyıla ait bir veba yönetmeliğine yer veriyor:
Kentin ve ‘mücavir alanın’ kapatılması, buradan dışarı çıkmanın yasaklanması -aksine davranışlar ölümle cezalandırılır-, başıboş hayvanların hepsinin öldürülmesi kentin, her birinin başına yetkili bir eminin getirildiği ayrı mahallelere bölünmesi. Her cadde bir temsilcinin yönetimine verilmektedir; o da burayı gözetim altında tutmaktadır; eğer buradan ayrılırsa öldürülür. Belirtilen günde herkesin evine kapanması emredilmektedir. Evden çıkmak ölümle yasaklanmıştır. (…) Eğer evden mutlaka çıkmak gerekirse, bu sırayla yapılacak ve insanlar her türlü karşılaşmadan kaçınacaktır.(…) Temsilci de her gün sorumluluğu altındaki caddeyi gözden geçirmekte; her evin önünde durmakta; herkesi adıyla çağırmakta; herkesten durumları hakkında teker teker bilgi almaktadır. (…) Herkes kendi kafesine kapatılmış, kendi penceresinde adı okunduğunda cevap vermekte ve istenildiğinde kendini göstermektedir. Bu canlıların ve ölülerin büyük teftişidir.
Uzun yönetmeliğin yarattığı olağanüstü halin kısa özeti böyle.
Karantina modeli hapishane
Veba yönetmeliğinin yarattığı hapishane atmosferi tesadüf değil. Foucault’nun hapishaneyi kışla, okul, fabrika ya da hastane gibi “disiplin merkezleri” ile birlikte incelediğini, iktidarın yönetme mekanizmalarının yansıması olarak ele aldığını okuyanlar biliyor. Dönelim salgın hastalık karantinasına…
Foucault, en işlevli hapishane mimarisi olarak ele aldığı Jeremy Bentham’ın “Panoptikon Projesi”ni salgın hastalık yönetmeliğinin modellenmiş hali olarak anlatıyor:
Çevrede halka halinde bir bina, merkezde bir kule; bu kulenin halkanın iç cephesine bakan geniş pencereleri vardır; çevre bina hücrelere bölünmüştür. (…) Görülmeden gözetim altında tutmaya olanak veren düzenleme, sürekli görmeye ve hemen tanımaya olanak veren mekânsal birimler oluşturmaktadır.” Panoptikon’un büyük etkisi buradan kaynaklanmaktadır:
Tutukluda, iktidarın otomatik işleyişini sağlayan bilinçli ve sürekli bir görülebilirlik halini yaratmak.”
Gözünüzde canlandırabildiniz mi? Avrupa şehirlerinin merkezinden tüm evlerin göründüğü “panoramik manzara” veren kuleleri düşünün. Ya da bir futbol sahasının santrasından tüm tribünleri izleyebildiğinizi. Burada da iktidarın temsilcisi “yola gelmesi gereken” tüm mahpusların hücrelerini gözetleyebiliyor.
Ezeli ve ebedi sanıyoruz. Ama hapishanenin de bir tarihi var. İnsan bedenine eziyet çektirerek cezalandırmanın yerini “kapatma”nın alması uzun sürdü. Bugün anladığımız haliyle “cezaevi”nin geçmişi neredeyse iki asır kadar. Panoptikon planı ise kendini bu süreçte zamana uyarladı. Gözaltındaki polis merkezinde hücrelerin içindeki ya da hapishanede koğuşların ortak alanlarındaki kameralar “gözetleme”yi yeni teknolojiyle sürdürüyor. Buradan göremiyorum ancak magazin ekleri ipucu veriyor. Muhtemelen herkesin ev halini paylaştığı sosyal medya, karantina kontrolüne gönüllü bir göz yaratıyor.
Nihayetinde salgın hastalıkları önlemek için tartışmasız en etkili çözümlerden biri olan karantinalar ya da tutukluyu disipline sokan hapishaneler; iktidarın hastayı ya da şüpheliyi yalıtmasına, kontrol etmesine, gözetlemesine ve bunu genişleyen bir meşruiyete dönüştürmesine yarıyor.
Karantinadan nasıl çıkarız?
Şimdi elimizi yıkamamız gerektiğini, sosyal mesafeyi, evden çıkmamayı biliyoruz. Bilmediğimiz, korona sonrasında nasıl bir dünyaya uyanacağımız. Zira dünyayı değiştiren salgın hastalıklar, devletlerin düzenini, sermayenin yayılımını, dinsel kurumların otoritesini hatta emperyal sistemi yeniden tanımlıyor. Örneğin Avrupa’da veba salgınları emek arzını azaltarak makineleşmeyi çabuklaştırmıştı. Kilisenin gerici otoritesinin işe yaramazlığını göstererek yıkıcılığının sadece beden üzerinde olmadığını ispatlamıştı. Peki korona?
40 yıldır anlatılan neoliberal küreselleşme masalının boyalarının döküldüğünü artık kundaktaki bebekler söylüyor. Çin’deki pazardan çıkıp Batı metropollerini vuran virüs, dünyanın küre olduğunu kanıtlarken; küresel dünyanın lideri ABD, müttefiklerine de düşmanlarına da sırtını döndü. Bir milletten diğerine geçen virüs sınır tanımazken; AB, İtalya ya da İspanya ile arasına kalın sınırlar çizdi. “Eski dünya”nın yaptırımlarla yalıttığı Küba, Rusya ya da Çin ise hasta dünyaya ilaç ve doktor taşıyarak “başka bir dünya” sinyali verdi.
Ya iktidar düzenleri?
Şunu biliyoruz: Olağanüstü haller hükümetlerin çoğunlukla sopalarını çıkardığı dönemlerdir. Yatay ilişkiler tasfiye olurken; yönetme, dikine ilişkilerin hapishanedeki gibi müdür ve gardiyanlarla kurulduğu bir hal alır. Ülkeyi bir hapishaneyi yönetir gibi yönetmeye izin veren karantina rejimi geçince, iktidarlar sopalarını tekrar kılıfına sokmak istemezler. Hatırlayın, 15 Temmuz’un ardından OHAL ilan edilirken dönemin Başbakanı, “Halka değil, devlet kendisine karşı OHAL ilan ediyor” demişti. Ancak FETÖ virüsünün ardından ülkenin kararnamelerle yönetildiği, yurttaşlık haklarının sınırlandırıldığı, hukukun sıra dışılaştığı, Meclis’in işlevsizleştiği düzen baki kaldı. Kesin olan bir şey var ki korona sonrasında Türkiye dahil tüm ülkeler bir seçim yapacak. Karantina - hapishane düzeni devam mı edecek? Sağlığa, eğitime, güvenceli çalışmaya erişmenin hak olduğu bir sistem mi kurulacak?
Sopayı elinde tutan iktidarın temsil ettiği sınıfların bu soruya verdiği yanıt belli. Karantinadakiler için ise 100 yıl önce Cumhuriyete ve yurttaşlığa bir olağanüstü halin sonunda ulaştığımızı hatırlama zamanı.
Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

5 Nisan 2020 Pazar

Toprağın ve denizin bereketi: İstanbul Rum mutfağı(Röportaj) - Berken Döner / duvaR.

Meri Çevik Simyonidis ile İstanbul Rum mutfağını konuştuk. Simyonidis, Rum mutfağının inceliklerini, sofra adabını ve lezzetlerini anlattı.

Yeme-içme kültürü, geçmişten günümüze hayatın önemli bir boyutunu oluşturuyor. Bu yönüyle kültürel kimlik, bellek, hatırlama ve sosyo-ekonomik durumu temsil eden kültürel bir pratik olarak da incelenmeye olanaklı. Bir etkileşim alanı olarak ilişkiler başlatan, geliştiren; dayanışma ve buna benzer pek çok duyguyu üretmeye olanak tanıyan yapısından dolayı oldukça değerli. Hatırlama ve kültürel kimliği sürdürme yöntemlerinin de etkin araçlarından. Bu açıdan bir toplumun yeme içme kültüründe yapılan gözlemler gündelik hayattaki değişimlerin de ipuçlarını veriyor. İstanbul Rum mutfağını, sofra adabını ve lezzetlerini Meri Çevik Simyonidis ile konuştuk.


                                                               Meri Çevik Simyonidis ve Berken Döner

Rumların mutfak kültürünü incelediğimizde İstanbul’un bütün olanaklarının en iyi biçimde kullanıldığını görüyoruz. Sizce de öyle mi?
Rum insanının gelenek ve göreneklerini araştırdığımızda rahatlıkla görebiliriz ki baskın olan konu yeme içme, taverna, pastanecilik ve eğlence konularıdır. Bunu evlerinde de aynı merakla yaptıkları gibi iş olarak da tavernacılık, pastanecilik gibi sektörlerde Rum insanının başarılı çalışmalarını hala görüyoruz. Bu konu belki farklı sektörlerde resmi olarak çalışamadıklarına bağlayacağımız gibi biraz da DNA larda gizli sanırım. İstanbul yeme içme sektöründe olduğu gibi Yunanistan’a göç ettikten sonra da kitaplarımda da paylaştım bunu. Rum insanı bu sektörde çok başarılı olmuş, kendi markalarını yaratmış ve bu sektöre imzasını atmıştır. Eğlenme ve güzel yeme içme bilgisi birbirini tamamlayan şeyler. Rum insanı evinde de yemek yapmayı ve sofra seremonisini sever, en güzel meze ve yemekleri hazırlayıp ailesini sofra etrafında toplayan bir yapıya sahiptir. Her türlü olayın sofra etrafında çözüldüğünü bizzat biz de ailelerimizden gördük, yaşadık. Bu ister Noel veya Paskalya toplantıları olsun, ister nişan veya düğün veya vaftiz olsun ya da isterse cenaze töreni sonrası olsun. Her halükarda sofra etrafında toplanma vardır. Bu da zaten düşünürsek tek başına bile bereketi getiriyor o eve, dükkana yani o haneye. O kalabalıklar bir şekilde kendiliğinden bereketi oluşturuyor.
Rum toplumunda özellikle kadınların kendilerini gerçekleştirme çabalarında mutfağın çok önemli bir yeri olduğunu söyleyebilir miyiz?
Rum kadınları çok yönlü kadınlardır. Her konuda çok becerikli oldukları gibi çok yaratıcıdırlar ve her türlü konuyu çözebilme becerisine ve zekasına sahiptir. Yani ne yapar yapar, gerekirse tatlı dilini kullanır, gerekirse güler yüzünü, gerekirse de zekasıyla bir şekilde mutlaka çözer konuları. Tabii ki mutfak ve yemek konuları Rum kadını için özel bir yere sahip. Aileyi bir arada tutmak için mutfakta yaratıcılığını kullanır haliyle. Bu konuştuklarımız bir dönem Rum kadınları için olsa da, modern Rum kadınları için biraz değişiyor. Kadının çalışmaya başlaması ve mutfaktan çıkması tabii ki bu geleneği belli bir ölçüde etkiledi muhakkak. Ama her halükarda bu içten gelen yaratıcılığı bitirebilecek bir şey değil. Çalışıyor olsa da muhakkak mutfakta ailesi için bir şeyler yapacak ve mutfakta hakimiyetini hissettirecektir gibi geliyor bana.
‘RUM SOFRALARINDA MEZENİN YERİ ÖNEMLİDİR’
Yemek kültürünün yeni kuşaklara aktarılması hangi yollarla ve nasıl gerçekleşiyor?
Yemek kültürü kuşaktan kuşağa aktarılırken genç kuşağın bunu öğrenmek istiyor olması gerekir her şeyden önce. Bu konuya merakları olması gerekir. Mesela kendi aileme baktığımda bizim kuşak çalışan kadın modeli olmamıza rağmen mutfağı ve yemek kültürünü seven ve bunu devam ettirmeye çalışan bir nesildik. Benim kızıma bakıyorum o bir “vejetaryen”, yakında “vegan bir vejetaryen” olmak istiyor. Yeni yüzyıl farklı beslenme modelleri geliştirdiği için doğal olarak ilgi alanları da değişiyor. Ama oğlum çok yakın mutfağa ve çok yetenekli olduğunu düşünüyorum. Belki başka gençlerin bu kültüre merakı olacaktır ki yeni mutfak sanatı akademileri ve okulları sürekli açıldığına göre var meraklısı gençler arasında. Belki de bir moda bu bilemiyorum ama zamanla belli bir olgunluğa eriştikten sonra gelişiyor yemek bilinci insanda. Orta yaşlarda mesela. Eskileri anma, eskiye özlem gibi konular biraz ileriki yaşlarda beliriyor. Ama tabii ki bu kuşaktan kuşağa aktarılırken herhangi bir kültürün ki bu yemek kültüründe de böyle, yaşanmışlıkları ile birlikte, hikayeleriyle birlikte, yani konu tüm detayları ve rengi ile anlatılırsa daha kalıcı olacaktır diye düşünüyorum.
Rum evlerinde günlük yemeğin hazırlanışı hakkında bilgi verir misiniz? Bu işin düzeni nedir?
Günlük yemeğin her yemeğin hazırlanışı gibi belli bir düzeni var. Önce alışveriş olur sonra temizlenmesi, yıkanması ve pişirilmesi gerçekleşir. Yani bu konuda özel bir durum yok. İş sofra kurma noktasında ve yemeklerin sıralanması safhasında değişebiliyor. Rum sofralarında mezenin yeri önemlidir. Soğuk meze veya zeytinyağlı ile başlayan yemek, ara sıcak meze ile devam eder. Bu arada muhabbetler olur, günün anlam ve önemli konuları tartışılır. Ana yemek etli veya balık veya evde ne hazırlanmışsa devam edilir. Sonrasında tatlı muhakkak olur her evde. Tatlılardan sonra istenirse meyve yenir ve kahve muhakkak içilir. Böylece akşam yemeği biter ve sofra kaldırılır. Bunlar bizim neslin evlerimizde yetiştiğimiz sofra seremonileri. Şimdide her gün belki olmasa bile işlerimizin yoğunluğundan ve hayat şartlarından dolayı, yine de bu düzen devam etmektedir.
Rum evlerinde misafir nasıl ağırlanır? İkram edilen tatlar arasında neler var?
İlk önce Rumlara özgü çevirme tatlısı vardır bu mutlaka ikram edilir. Bu vanilyalı, sakızlı, bergamotlu olabilir ve bir bardak soğuk suyun içinde bir tatlı kaşığı olarak ikram edilir. Bunu yapmak özel bir maharet gerektirir. Bunu yapamamışsa mutlaka mevsiminde yapıp kavanozlarda sakladığı kaşık tatlıları vardır. Bunlar da mevsimine göre çilek, vişne, portakal, ahududu, incir, kayısı, şeftali gibi bunları minik bir tabakta soğuk suyla ve kahveyle sunar.
Kadın marifetliyse muhakkak evde likör de bulunur. Bu vişne likörü olabileceği gibi, limonçello veya zevkine göre bir şeyler muhakkak yapmıştır. Bunları ikram eder. Sonra çay faslında hazırlıklıysa yine öncede çikolatalı bir piramit pasta veya tuzlu kurabiye, zeytinyağlı yaprak sarma, minik muska börekleri gibi çaylık bir şeyler hazırlamıştır. Yemek için gelmişse o apayrı bir düzendir. Deminde bahsettiğim gibi soğuk mezeler önce çıkar sofraya. Evde yapılmış mayonezle bir Amerikan salatası, taze otlarla ve haşlanmış yumurtayla süslenmiş bir fasulye piyazı, zeytinyağlı yaprak sarma veya zeytinyağlı biber dolması, tuzlu sardalye, pastırma veya mortadella salamı, taze çırpılmış biraz tarama, eğer ciddi bir sofraysa Çerkez tavuğu mutlaka vardır her misafir sofrasında. Ara sıcak olarak minik peynirli muska börekleri, ciğer kızartma, minik köfteler olabilir. Ana yemek et veya balık ev sahibinin tercihine kalmıştır. En güzel şekilde hazırlanır. Salata sofranın ortasında muhakkak vardır yine mevsimine göre. Bunların yanında rakı, uzo veya şarap ve tatlı bir muhabbet olmazsa olmaz tabii ki. Tatlılar da çok çeşitlidir. Bu portakallı bir revani veya bir profiterol veya meyveli bir turta ayrıca hafif bir puding veya çikolatalı bir cup olacaktır. Sonrasında yine kahve içilir.

‘PASKALYA’DA ADET OLARAK KUZU ÇEVİRME YENİLİR’
Rum toplumunun beslenme geleneğinde oruç ve bayram günleri önemli yer teşkil ediyor. Bugünlere özgü geleneksel beslenme biçimleri nelerdir?
Geleneksel sofralarda da bu gibi sofralar hazırlanıyor. Şöyle ki Paskalya ve Noel Sofraları birbirinden farklı olarak Paskalya’da kuzu çevirme adet olarak yenilir. Bu kuzunun iç organlarından yapılan “mağiritsa çorbası” yemekten önce içilir ve kırk günlük perhiz dönemi bu çorbayla bitmiş olur. Noel’de ise hindi ve kestaneli iç pilavı mezelerden sonra sofraya gelir. Perhiz dönemi bu yortularda öncesinde kırk gün et ve et ürünleri olmaksızın, suda haşlama yemeklerin yenildiği zor bir dönemdir. Her oruç ve perhiz dönemi gibi amaç vücut için bir arınma ve yenilenmedir.
Yakın geçmişte İstanbullu Rumlar nerelerden alışveriş ederlerdi? Yiyecek-içeceklerin temini için belirli dükkanlar var mıydı?
Sadece Rumlar demeyelim ama genel anlamda biraz eskiye gidersek alışverişlerin Mısır Çarşısı’ndan, Eminönü’nden, pazar yerlerinden taze taze alındığını görüyoruz. Annemin bunun için özel bir günü vardı mesela, pazartesileri bu iş için koşturduğunu hatırlarım. Salı ve perşembe pazarın olduğu günlerdi ve pazara gidilip taze taze sebzeler ve meyveler gelirdi eve. Tatlı hazır alınacaksa tabii ki Baylan veya Bahar Pastanesi tercih edilirdi. Paskalya’da Noel’de çörekler evde yapılmıyorsa Palmiye Pastanesi’nden alınır, salam sucuk için Tadal’a gidilirdi. Balık Pazarı için Beyoğlu mutlaka gidilen alışveriş noktasıdır. Karides, ahtapot, lakerda, çiğ tarama veya hindi, bıldırcın yumurtası, ördek veya kaymak, hazır beyaz tatlı, gibi ihtiyaçlar için. Şütte ve Çerkezo Bulgar mezeci dükkanlarını unutmamak gerekir. Domuz ürünlerini, salam, jambon gibi buradan alıyorduk ve buna hala devam ediyoruz. Tarihi Üç Yıldız Şekerleme de taze ürünleriyle mutlaka uğradıklarımız arasında bir adres. Kosmaoğlu’ndan da füme domuz ürünleri olduğu gibi yine domuz sosis salam jambonu da tedarik ediyorduk ve ediyoruz da hala. Bunlar benim ailem için geçerli. Biz Kurtuluş’ta oturuyorduk. Karşı tarafta oturanların çarşı-pazarı farklı adreslerdi muhakkak.
Siz mutfakta ne kadar zaman geçiyorsunuz? En çok hangi yemeği yapmaktan hoşlanıyorsunuz?
Ben bir restoran sahibiyim ve bundan dolayı mutfaklarla aram çok iyi. Evde de işte de mutfağa girmek beni mutlu ediyor. Her yemeğin yeri ayrı benim için. Bazen güzel kokulu bir kek yapmak istediğimi hissediyorum evde, giriyor yapıyorum. Ev mis gibi kokuyor. Bazen bir meze veya bazen bir tatlı. Belli olmuyor.
Son zamanlarda anı-yemek kitapları oldukça popüler. Fakat buna rağmen İstanbullu Rumların yeme içme kültürünü tanıtan kapsamlı bir kitabın eksikliği hissediliyordu. Sizin kitabınız kendi alanında bir ilk olma özelliği gösteriyor. Nasıl aklınıza geldi böyle bir kitap hazırlamak? Bize bundan bahseder misiniz?
Bu kitapları hazırlama fikri birçok düşünceden sonra ortaya çıktı. Bu koskoca yemek tarihini yazmak kolay değil. Tarihçi değilim, tepki çekebilirim diye düşündüm. En iyisi kendileri anlatsın, onları sorularımla yönlendireyim ben sadece dedim. Sonra tanıdığım isimleri sıraladım. Tanımadıklarıma onlar yolladı sağ olsunlar. Yanıma amatör bir kamera aldım ve yola koyuldum. Harika muhabbetler yaptık bu harika insanlarla. Güldük, ağladık, üzüldük, yedik içtik, yazdık hatırladık… Onlar da hatırladılar gençliklerini, yaşadıkları o muhteşem dönemi. Evet muhteşemdi o zamanlar İstanbul, arkadaşlıklar, güzel dostluklar, o zamanki bereket, dükkanlar, taverna geceleri, keyif, coşku… Anlata anlata bitmeyen anılar… Kapı kapıyı açtı, biri ötekine gönderdi beni ve kitaplar oluştu. Yani öyle bir mutlulukla kapılarını açtılar ki, öyle hazırdılar ki anlatmaya benim gitmemi bekliyorlarmış gibi. Sağ olsunlar var olsunlar.
Röportaj yaptığınız isimlere baktığımızda kimisi İstanbul’da yaşamaya devam etse bile pek çoğu da Yunanistan’ın farklı kentlerinde yaşıyor. Üstelik aralarında huzurevinde yaşayanlar, çok yaşlanmış olanlar da var. Onlara nasıl ulaştınız? Zor oldu mu?
Çok kolay olmadı tabii ki. Yurt dışı seyahatlerim oldu Atina’ya, Selanik, Çanakkale, Gökçeada, Bozcaada gibi. İlk sahiplerine ulaşmaktı amacım bu mekanların. Bunları bulmadan rahat edemeyecektim, bir anlamı da kalmayacaktı bu çalışmanın. Tabii ki yaşayanları, hala hayatta olanları bulabildim. Bazılarının da akrabalarını buldum onları dinledim. Üç sene bir kitap için koşturdum. İki buçuk sene de diğeri için… Bu üçüncü kitap onlardan aldığım ve bizzat benim aile büyüklerimin yemek tarif ve reçeteleri.
Röportajlar sırasında ilginç anlar yaşadınız mı?
Hepsi baştan sona ilginç, çok duygusal, çok özel röportajlardı. Kitaplarda paylaştım hepsini. İlk kitap çıktıktan sonra telefonları açıp bizi unuttun diyen o güzel insanları hatırladıkça mesela gözlerim doluyor hala veya sosyal medyadan bana ulaşıp bizde konuşmak isteriz buyur bekliyoruz diyenleri… Atina’da kaldığım eve kadar gelip uçak için yolluk olarak taze milföy getiren Bay Lemoncoğlu’nu nasıl unutabilirim ki? Ya Niko Mundi’ye gittiğimde kapıyı Hüseyin Usta’nın açması Atina’da veya Madam İoanna’ya gittiğimde Bahar Pastanesi için bana kapıyı süslenmiş püslenmiş, saçı başı yapılmış bir halde açması ve giderken “Kızım senin de önüne Ziya Bey gibi adamlar (Bahar Pastanesi’nin şimdiki sahibinin) çıksın” demesi. Evlerden ayrıldığımda yolda yürürken hüngür güngür ağladığımı hatırlıyorum.
Sizden bir de tarif alalım. Malum, karantina dönemindeyiz, yeni tatlar denemek bizi hayata bağlıyor.
Seve seve… Ben de bu dönemi yemek yaparak atlatmaya çalışıyorum. Çok pratik bir tarif vereceğim.
Girit Lokumu için Malzemeler:
  150 gram Erzincan Tulum Peynir yoksa Beyaz Peynir
  2 yemek kaşığı Tereyağ
  3 yemek kaşığı Antep fıstığı
  3 yemek kaşığı file badem (istenirse eğer konulabilir)
  3 yemek kaşığı ceviz içi (istenirse veya Antep fıstığı yoksa)
  3 yemek kaşığı dereotu
  1 diş sarımsak
  5 yemek kaşığı zeytinyağı
Girit Lokumu Tarifi:
Tulum peynirini veya beyaz peynirimizi iyice ezdikten sonra tereyağı ve sarımsağı da ekleyerek iyice karıştırın. Ceviz içini veya  Antep fıstığı (Antep fıstığını tercih etmenizi öneriyoruz) ve dereotunu da ekleyip karıştırmaya devam edin. Minik toplar haline getirdikten sonra yine bol Antep fıstığına bulayarak servis ederken üzerinde zeytinyağı gezdirebilirsiniz.
Neşeli sofralarda yeninden bir araya gelmek ümidiyle…
Berken Döner / duvaR.

'Türkiye üç nedenle İtalya gibi olmayabilir' - İlker Belek

Kimileri ölüm sayılarının ikiye katlanma süresini dikkate alarak Türkiye’nin bu açıdan da İtalya’ya benzeyeceğini ileri sürüyor. Gerçekten de bu süre (ülkelerin salgınla geçirdikleri tüm süre dikkate alındığında) Türkiye’de 3 gün iken, İtalya’da 9, Almanya’da 5, İspanya’da 6 gün olarak bildiriliyor, dünya ortalaması ise 7 gün. Ancak yalnızca bu göstergeye bakarak ölüm sayılarına ilişkin kötümser beklentiler içinde olmak hiç gerçekçi değil.

Türkiye vaka sayısı bakımından, salgının ilk 23 günü için İtalya ile başa baş gidiyor.

Günlük test sayısı Avrupa ülkelerine ulaştığı taktirde durumumuzun daha da kötüleşmesi ihtimal dahilinde.

                               Grafik: Salgının ilk 23 günü için ülkelerdeki toplam vaka sayıları


Ölüm sayılarında Avrupa kadar kötü olmayabiliriz.
Aşağıdaki grafik salgının aynı dönemi için, Türkiye’deki ölüm sayılarının Fransa ve Almanya’nın üzerinde, ancak İtalya ve İspanya’nın çok gerisinde olduğunu gösteriyor.

                           Grafik: Salgının ilk 23 günü için ülkelerdeki toplam ölüm sayıları

Kimileri ölüm sayılarının ikiye katlanma süresini dikkate alarak Türkiye’nin bu açıdan da İtalya’ya benzeyeceğini ileri sürüyor. Gerçekten de bu süre (ülkelerin salgınla geçirdikleri tüm süre dikkate alındığında) Türkiye’de 3 gün iken, İtalya’da 9, Almanya’da 5, İspanya’da 6 gün olarak bildiriliyor, dünya ortalaması ise 7 gün.(1)

Ancak yalnızca bu göstergeye bakarak ölüm sayılarına ilişkin kötümser beklentiler içinde olmak hiç gerçekçi değil.

Örneğin en az ölüm sayısına ve en düşük fatalite hızına (hastalarda ölenlerin oranı) sahip olan Almanya’da sayının ikiye katlanma süresi, en çok ölüme ve fatalite hızına sahip İtalya’dan çok daha kısa. Oysa ilk bakışta tutarsız görünen bu bulgu ölüm havuzunun büyüklüğüyle ilgili. Havuz büyüdükçe ikiye katlanma süresi de uzar, üstelik bir de zaman içinde salgın yavaş yavaş pik noktasına yaklaşır. 
Nitekim İtalya’da bundan 10 gün öncesine kadar ölüm sayısının ikiye katlanma süresi 2-3 gün iken, 24 Mart’taki ölüm sayısının ikiye katlanması için 2 Nisan’a kadar zaman geçmesi gerekti: 10 gün. 

Türkiye’nin ölümlerde daha iyi durumda olacağına ilişkin beklentimiz üç önemli olguyla ilişkili: 
  • Covid-19 vakalarının ölümle sonuçlanmasını belirleyen esas faktör yaş gibi görünüyor. Türkiye’de yaşlı nüfusun (65 yaş ve üzerindekiler) oranı %9, İtalya’da 23. 
  • Vakaların ve özellikle yaşlı vakaların hayatını kaybetmesine yol açan bir neden yoğun bakım hizmetlerinin durumu.  100.000 kişiye düşen yoğun bakım yatak sayısı (2012 için) İtalya’da 12,5, Fransa’da 11,6, İspanya’da 9,7 iken (2), bizde 32 idi (3), sonraki dönemde daha da artarak 45’e ulaştı (4). Kısaca daha genç nüfusa daha fazla sayıda yoğun bakım yatağıyla hizmet vereceğiz. 
  • Geçen zaman içinde hastaların tedavisiyle ilgili bilgi de arttı. Türkiye İtalya’ya göre bir de bu avantaja sahip. Hastalığın erken döneminde kullanılmaya başlanan ilaçlar hayat kurtarıcı olabiliyor.
Bütün bunlara rağmen ölüm sayılarımız beklenmedik şekilde artarsa, bu tamamen hükümetin yoğun bakım hizmetlerini yönetememesine bağlı olacaktır.

İlker Belek / SOL



Salgın gıda krizi yaratır mı? - Nevzat Evrim Önal

Dünya Sağlık Örgütü, Dünya Ticaret Örgütü ve Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü tarafından yapılan açıklamada Yeni Koronavirüs salgınının beraberinde bir gıda kıtlığı yaratma ihtimaline dikkat çekiliyor ve uluslararası işbirliği çağrısı yapılıyor.


Dünya Sağlık Örgütü, Dünya Ticaret Örgütü ve Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü Çarşamba günü ortak bir açıklama yaparak, yaşanmakta olan Yeni Koronavirüs salgınında doğru gıda politikaları uygulanmaması halinde krizin dünya çapında bir gıda kıtlığı yaratma ihtimali barındırdığı uyarısında bulundular.
Söz konusu uyarıda belirli bir uygulamadan bahsedilmese de, açıklamanın Rusya tarafından alınan kısa süreli buğday ihracat yasağı kararının ardından gelmesi şüpheye pek yer bırakmıyor. Görünüşe göre uyarıyı yapan örgütler, gıda ihracatçısı ülkelerin gıda güvenliği amacıyla ihracatı sınırlaması durumunda dünya çapında yükselecek olan gıda fiyatlarının, bilhassa gıda ithalatçısı olan ülkelerde krizi kontrol edilemez toplumsal boyutlara taşımasından endişe duyuyor.

TARIMSAL ÜRETİM AKSAR MI?
Her ne kadar açıklamada tüketicilerin "panik halinde satın alma" ve gereksiz yere gıda stoklamasının önüne geçilmesi için şeffaflık çağrısı yapılsa da; yalnızca ticaretin aksaması değil aynı zamanda arz daralması ihtimalinden de endişe edildiği anlaşılıyor. Tarımsal üretim dünya çapında en fazla ulus-içi ve uluslararası emek hareketliliğinin yaşandığı sektör olmaya devam ediyor. Muhtelif ürünlerde hasat zamanı yaklaşırken seyahat kısıtlamalarının sürmesi hasadın yapılamaması anlamına gelebilir ve bunun da bir arz daralması yaratma ihtimali bulunuyor.

Yine de, temel gıda nesnesi olan tahılların üretim ve hasadının dünya çapında hayli yüksek bir makinalaşma düzeyine ulaştığı düşünüldüğünde, 2020 hasat yılında sıra dışı bir kuraklık yaşanmadığı ölçüde ürünün tarlada kalıp ziyan olmasını pek beklememek gerekiyor.

2008-2012'YE BENZER Mİ?
Üç kurumun yaptığı açıklama akıllara 2007-2010 fiyat sıçramasını da getirdi. 2008 sonunda patlayan dünya krizine giden süreçte yükselen gıda fiyatları yoksul ve gıda ithalatçısı ülkelerde büyük kıtlıklar ve yer yer ayaklanmalar yaratmıştı.
Ne var ki, bu dönemde arka arkaya yaşanan iki fiyat şokunun aynı sebepten kaynaklanmadığı düşünülüyor. Gıda fiyatlarında en önemli belirleyici faktörlerden biri olan akaryakıt fiyatları 2008 krizi öncesi çok yüksek iken (ham petrolün varil fiyatı 140$'ın üzerindeydi) krizle birlikte akaryakıt fiyatları ve gıda fiyatları düşmüş, ardından akaryakıt fiyatlarında bir yükselme olmamasına rağmen 2009 yılının Şubat ayından itibaren tekrar keskin biçimde yükselmiş, bir daha da kriz öncesi düzeylere geri inmemişti.


Uzmanlar bunun sebebinin, dünya çapında daima faal olan gıda spekülasyonunun krizle birlikte iyice şiddetlenmesi, hisse senedi piyasaları gibi riskli finansal piyasalardan kaçan sermayenin gıda spekülasyonu gibi görece güvenli bir alanda ikinci bir spekülasyon balonu oluşturmasına bağlıyorlar. Bugün dünya çapında ham petrol varil fiyatı 20-25$ ile tarihsel bir düşük düzeyde bulunuyor. Öte yandan krizle birlikte bilhassa emperyalist merkezlerde yürütülecek olan düşük faiz politikasından kaçan spekülatif sermayenin gıda piyasaları gibi alanlara kayması, burada arz ve taleple alakası olmayan fiyat şokları yaratması mümkün görünüyor.

TÜRKİYE'YE ETKİSİ NE OLUR?
Türkiye’nin son yirmi yıl içerisinde tarımsal üretim açısından eskisinden çok daha dışa bağımlı hale geldiği açıkça görülüyor. Hemen her yıl yapılan buğday ithalatı sürecin yalnızca bir boyutu: Türkiye tarımı 2008 yılından bu yana her yıl dış ticarette fazla değil açık veriyor. 2018 yılı ortasında dolar kurunun hızla yükselmesinin ardından yaşanan çarpıcı gıda fiyatları artışı, tanzim satış uygulamalarının zorunlu hale gelmesi durumun ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor. Nitekim Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli “bazı ürünlerde stok yapacağız” açıklamasında bulundu.

Her durumda, uluslararası bir gıda fiyatları artışının bu konuda dışa bağımlı olan Türkiye’de emekçileri etkilememesi imkânsız görünüyor.

'ULUSLARARASI İŞBİRLİĞİ' MÜMKÜN MÜ?
Üç örgütün yaptığı ortak açıklamada en önemli vurgulardan biri kuşkusuz "uluslararası işbirliği". Ne var ki, bugünkü uluslararası ortam işbirliğinden çok çatışmanın güçleneceğine işaret ediyor. ABD'nin yardım çağrısı yapan İran'a yönelik yaptırımları gevşetmemesi, Küba'ya uyguladığı abluka çerçevesinde Çin'den gelen yardım malzemelerinin Küba'ya ulaşmasına engel olması gibi haydutluklar başta olmak üzere uluslararası arenada tam anlamıyla bir itiş kakış sürüyor. Her şeyden önce, dünya çapında büyük ölçüde özelleştirilmiş olan sağlık ve tıbbi malzeme üretim sektörleri, kapasiteleri kriz değil normal koşullara uygun olduğu için koruyucu kıyafet ve maske gibi basit ürünlerin dahi talebini karşılayamıyor. Bunun sonucunda söz konusu ürünler paylaşılmak yerine kapışılıyor. Krizin devam etmesi durumunda net gıda ihracatçısı olan Rusya gibi kapitalist ülkelerin bu olanaklarını politik bir koz olarak kullanmasının önünde bir engel bulunmuyor. Zaten yapılan üçlü açıklamada da esas endişe bu gibi görünüyor.

Nevzat Evrim Önal / SOL

4 Nisan 2020 Cumartesi

Hayata övgü…- Orhan Gökdemir

Sodom ve Gomora bir Eski Ahit hikâyesi. Zamanın iki simge kentidir Sodom ve Gomora; ciddi ahlaki ikilemlerin yükü altında ezilmektedir.


Peygamber İbrahim ve yeğeni Lût da Sodom yakınında yerleşmişlerdir. Ancak Sodom erkekleri günahkârdır. Eski Ahit Tanrısı, eğer pişmanlık getirmezlerse hepsini yok etmekle tehdit etmiştir. İbrahim, Tanrı ile tartışır, pazarlığa girişir. Suçluların yanı sıra dürüst insanları da yok etmek doğru olmayacaktır nihayetinde. Tanrısı ise bu şehirlerde ahlaklı bulunmadığı kanısındadır. Sonunda Sodom'daki tek ahlaklının Lût olduğu anlaşılır. Şehir yanacaktır…

Pazarlık sonuçsuz kalınca ve şehrin yakılacağı anlaşılınca, Lût'u Sodom'u bekleyen felaket konusunda uyarmak üzere iki melek gönderilir. Sodomlular şehirlerine gelen haberci melekleri de taciz eder. Lût, kalabalığa onlar yerine iki bakire kızını sunar ancak ikna edemez. Melekler kapı önündeki Sodomluları kör edip, Lût'a ailesini alıp kaçmasını söyler. Kutsal kitap masalıdır…

Tanrı Sodom ve Gomora kentlerine “kükürt ve ateş yağdırırken” şehrin tek ahlaklısı olan Lût karısı ve iki kızıyla şehirden kaçar. Şehir yok edilmiştir. Ancak yolda Lût'un karısı Tanrı'nın arkasına bakmama emrine uymayınca bir “tuz direğine" dönüşür. Yani o da Sodom’un ahlaksızlarındandır. 

Peki, şehir ahlaksızları ile birlikte yok edilince geriye kalanlar ahlaklı olabiliyor mu, diyeceksiniz. Lût, kızlarıyla bir mağaraya sığınır. Kızları uzun bir tecrit döneminden sonra babalarını sarhoş edip kendinden geçtiği sırada iğfal etmeye karar verir. Bu zina birleşmesinden iki erkek evlat doğar. Sanırım insan soyunun dinsel atalarıdır. Hikâyenin gerisi böyle… 

***

Aşinayız anlatılanlara. Eski Mısır’da özellikle üst sınıfta kardeşler arası evlilik yaygın bir durumdu. Babasını öldürüp annesi ile evlenen Teb şehrinin mitolojik kralı Oidipous masalı, Sodom ve Gomora’nın Yunan versiyonudur. Bu masal da Sophokles'in anlatımıyla ölümsüzleşti. Bu kutsal-tanrısal işler bir de “kompleks” bıraktı geriye. “Oidipus kompleksi”, Sigmund Freud'a göre karşı cinsteki ebeveyni sahiplenme ve kendi cinsinden ebeveyni saf dışı etme konusunda çocuğun beslediği duygu, düşünce, dürtü ve fantezilerin toplamıydı.

Cumhuriyet yazarı Yakup Kadri’nin bir romanı da Sodom ve Gomora adını taşıyor. Yakup Kadri, işgal yıllarındaki İstanbul’u bu iki ahlaksız şehre benzetir. Zamanın İstanbulluları toplumsal değerlerden tamamen kopuktur. Seviyesiz, sapkın bir yaşam sürmekte, ülkeleri hakkında en ufak bir iyi niyet beslememekte ve bundan hiç utanmamaktadır. 

Demek ki bu hikayelerde çocukluk çağına takılıp kalmış toplumlar anlatılmaktadır. Dini saplantılar, bu saplantıları anlatan masallardan feyz alınarak oluşturulmuş eşitsizlikçi toplumlar insanlığın çocukluk halleridir. Haliyle bir değil birçok Sodom ve Gomora hikayemiz var tarihte. 

Ama şurası açık; Yozlaşma, sapkınlık, ahlaksızlık eski masallarda da yeni romanlarda da çürümenin işaretleri sayılmaktadır. Ve tuhaf bir biçimde hikayelerdeki derin çürümeye kitlesel ölümler eşlik etmektedir. Demek çürüyünce ölüyoruz…  

***

Halbuki ölüm yaşam kadar doğal bir insanlık hali. Ölüm yaşamın anlamının saklı kutusu, insanın manevi yanının sebep-i hikmeti. Kurulu bir denklemin bozuluşu, ölümsüz bir hayatın kuruluşu bazen. 

"Benim olduğum yerde ölüm yok, ölümün olduğu yerde de ben yokum. Onun için ölüm bana bir şey ifade etmiyor" demiş Epikür. "İyi yaşamayı öğrenmek, aynı zamanda iyi ölmeyi öğrenmektir" demiş Stoacılar. Neden acıtıyor ölüm bizi öyleyse? Biyolojik anlamda yaşam ve ölüm olgularının birbirinden kesin çizgilerle ayrıldığı, buna karşın psikolojik olarak iç içe geçtiği için. Heidegger'in cevabı böyle. Seçebilmemizden ama kaçınamamamızdan çaresizliğimiz. İnsan isterse ölümü seçebilir fakat istemese de ölümü yaşayacaktır. Seçebildiğimizde özgür kılabiliriz kendimizi demek ki. 

Heidegger, ölüm kaygısını "daha öte bir imkânın imkânsızlığı" olarak nitelendirip bunun "hayatta kalanlara bir yok oluş tecrübesi yaşatmasından kaynaklandığını" söylemektedir. Yani ölülerine ağlayan herkes aslında kendisine ağlamaktadır.
Artık sakin ve rahat değiliz ölüm karşısında. Ölüm itici, uzak ve yalnız. Dışımızda, bizden uzak olmasını diliyor, dileğimize inanıyor ve ancak bu yanılsamayla rahatlıyoruz. Dinin çekiciliği de ölümün olmadığını öğütlemesinden değil mi? Ama gelin görün ki kitlesel ölümlerle yüzleşiyoruz her adımımızda. Çünkü tepetaklak bir alem, insana yakışmayan bir düzen şekillendiriyor bakış açımızı. Kapitalizm şişirilmiş bir Sodom’dur, büyük bir ahlaksızlıktır. Tanrı olsanız, yıkmamak için içinde bir gerekçe arasanız bulamazsınız.

Kapitalizmin ruh hali bu, kazdığı kuyuya düşen herkes hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamalı, sürekli beslemeli hırslarını, kesintisiz tüketmeli. Halbuki yaşama olduğu gibi ölüme de hazır değil bu düzen. Ölüm yaşam kadar doğal bir insanlık hali, yaşamın anlamının saklı kutusu, insanın manevi yanının sebep-i hikmeti. Kötü yaşadıysan iyi ölmen mümkün değildir yani. 

Ölülere ağlayanlar kendisine ağlamaktadır, denildiği gibi. Gidende değil sorun, geride kalanda çünkü. Çürümüş bir düzenin kokusu sindi üzerimize, silemiyoruz, oturup ağlıyoruz halimize. Oysa ölüm eşitler hepimizi; hayat karşısında dinlerden, inançlardan, duruşlardan, sınıflardan, cinsiyetlerden azat eder. Doğduğumuz gibi, çırılçıplak başka bir gerçeğimizle yüzleşmeye çağırır bizi.

***

Demek çürüyünce çok ölüyoruz. Öyleyse çürümüşlüğün ortasında yeni bir hayat yeşertme görevimiz var. 

“öyleyse dostlar bırakın bu yalnızlıkları
bu umutsuzlukları bırakın kardeşler
göreceksiniz nasıl
güller güller güller dolusu
nasıl gül kokacağız birlikte
amansız, acımasız kokacağız
dayanılmaz kokacağız nefes nefese”

Çürümüş olanı yeşertmek mümkün değildir. Yani yine yanacak Sodom, yıkılacak yıkılması kaçınılmaz olan. Öyleyse Edip Cansever’in vahyettiği gibi, hayata sımsıkı sarılarak karşılayacağız kaçınılmaz olanı. Bir gül daha ekeceğiz balkondaki saksıya. Ve uğurlayacağız ölülerimizi arkalarından ağlamadan. Hep birlikte yeni bir hayatı karşılayacağız sonra…

Yalnızlığınızı süpürün öyleyse, sessizliğinizi yırtıp atın. Gözlerinizle, ellerinizle birleşin. Atın üzerinizdeki ölü toprağını. Açın bütün kapılarınızı, kimsesiz odalarınızı gül kokularına... 

Aslolan hayattır çünkü...

Orhan Gökdemir / SOL

3 Nisan 2020 Cuma

Bir yangından bir yangına ‘Tepebaşı Dram Tiyatrosu’ - H. AYHAN TİNİN / DİKEN

Geçmişin külleri arasından bir Nisan akşamında yok olan ‘Tepebaşı Dram Tiyatrosu‘ ise bu tarihin en onurlu ve acılı sayfalarından birini oluşturur. Bir yangınla başlar öyküsü, bir yangınla biter!

Tiyatro yalnızca oyuncular, tekstler, yönetmenler ya da yazarlar değildir. Onları bütünleyip saran, birbirine yaklaştıran, en güzel imecelerden biriyle sanata dönüştüren tiyatro binalarıdır.
Yani biraz kırmızı kadife kaplı koltuklardır. Tavandan yere ağır perdelerdir. Kulisler, localar, işlemeli tavanlar, kostüm odaları ve o sahneden geçmiş oyuncuların sesleri, ahşap zemindeki ayak izleri, koridorlarda kalmış anılarıdır. 
Yoksul bir Osmanlı vatandaşı olarak hayata gözlerini yuman ve bu topraklarda tiyatro sanatına bir ömür veren Tomas Fasulyeciyan’ın o unutulmaz tiradı bize bunu ne güzel anlatır:
“Zaten aktör dediğin nedir ki? Oynarken varızdır, yok olunca da sesimiz bu boş kubbede bir hoş seda olarak kalır. Bir zaman sonra da unutulur gider. Olsa olsa eski program dergilerinde soluk birer hayal olur kalırız.
Görooorum, hepiniz gardoroba koşmaya hazırlanıorsunuz. Birazdan teatro bomboş kalacak. Ama teatro işte o zaman yaşamaya başlar. Çünkü Satenik’in bir şarkısı şu perdelere takılı kalmıştır. Benim bir tiradım şu pervaza sinmiştir. Hıranuşla Virginia’nın bir dialogu eski kostümlerden birinin yırtığına sığınmıştır. İşte bu hatıralar o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar, bir fısıltı halinde sahneye dökülürler.
Artık kendimiz yoğuz. Seyircilerimiz de kalmadı. Ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar. Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır… Perde !”
Bugünkü Tepebaşı’nda ‘Theatré des Petit Chemps’ isminde bir tiyatro binası olduğunu batılı kaynaklardan biliyoruz. Ne zaman kurulduğunu bilmiyoruz. Fakat ne zaman yok olduğu daha kuvvetli bir tahmin. 1870 büyük Beyoğlu yangını… 
1871 yılında bugün hala kullandığımız Tünel yapılırken, buradan çıkan hafriyat ‘Theatré des Petit Chemps’in bulunduğu alana dökülmüştür. Böylece Tepebaşında bir seyir terası oluşturulmuş ‘Jardin Pulique’ ya da ‘Halk Bahçesi’ adıyla anılan alan açılmıştır.
Daha sonra 1984 yılında Bedrettin Dalan aynı bölgeye 70 bin ton beton dökerek adını tarihe yazacaktır. Şehremini değişse de bazı bölgelerin kaderi değişmiyor demek.
Biz hikayemize dönelim. 
1872 yılında Donatelli Paşa’nın halefi Guatelli Paşa’ya bir ferman verilir. Bu alana tiyatro yapması istenir. Yangından ders çıkarılmış ve bina kâgir olarak yapılmak istenmiş ancak maliyetin yüksek olduğu görülünce, ahşap olmasına karar verilmiştir. Şaşırdık mı?
Beyoğlu belediye binasını da yapan İtalyan mimar Barborini’ye verilir iş… Ancak bir süre sonra ödenek yetersizliğinden yapım durur. Dönemin 6. Daire diye anılan Beyoğlu Şehremini Bilek Paşa (Blaque) bu zengin bölgeye önce çingeneleri yerleştirir. Onlardan şikayetçi olan zengin konak sahiplerine de “İsterseniz aranızda para toplayıp verin, orayı tiyatro ve bahçe yapayım” der.
Sonuçta yine tam bilinmemekle birlikte 1890 yılında ünlü Mısır Apartmanı, Abbas Halim Paşa Köşkü, Cibali Tütün Fabrikası gibi yapıların mimarı Hovsep Aznavur tiyatroyu tamamlamıştır. Örnekleri Viyana ve Paris’te çokça görünen Barok tarzı bir yapıydı ‘Tepebaşı Dram Tiyatrosu…’
1908’e kadar yabancı gruplar sahneye çıkar. Sarah Bernart, Jean Bolier o sahnede yer alır. 20 Ocak 1916’da Darülbedayi-i Osmanlı ilk oyununu oynar ‘Çürük Temel’. Sonrası tiyatronun adına da uygun dramatik bir maceradır.
Tiyatro önce özel bir gruba kiralanmış ve epeyce bakımsız kalmış. Ardından 1927 yılında Muhsin Ertuğrul liderliğinde Darülbedayi sanatçıları boya, badana ve çeşitli tamirat işlerini yapmışlar; o tertemiz heyecanlarıyla ahşap binayı tutan kalasları ayağa kaldırabilmek için var güçleriyle mücadele etmişlerdir.
Tiyatro dediğin nedir ki zaten; iki kalas bir heves…
Bir yıl sonra açılır tiyatro. Üç yıl sonra içinde bir de tiyatro okulu açılır. 1932’de Atatürk oyun seyretmeye geleceği zaman iki loca birleştirilir ve ondan sonra adı ‘Atatürk Locası’ olarak kalır. İlk çocuk tiyatrosu da burada başlar. Yan bahçedeki sinema binasını alırlar. Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nun yanına bir de Tepebaşı Komedi Tiyatrosu açılır. Bu son iyi haberdir neredeyse…
1955’de imar müdürlüğü burayı yıkmaya kalkar, süs bahçesi yapılacaktır. 61’de tiyatronun elektrik tesisatı yetersiz diye faaliyeti durdurulur. Yasaklayacak mercii vardır fakat yenileyecek mercii yoktur. 1962’de ‘La Traviata’ ile açılır. Bir yıl sonra bir oyun yüzünden sahne basılır! Ne tuhaf buna da şaşırmıyoruz! 
Ardından yeniden yapılandırma projesi içinde turistik alan yapılmak istenir. 7 Ocak 1970 günü tiyatro tamamen boşaltılır. Aynı yılın Nisan ayında ‘elektrik kontağı’ndan bir yangın çıkar. Tepebaşı Dram Tiyatrosu yanar.
Tiyatro sanatçıları, başta Beklân Algan yılmaz, mücadeleye devam eder. Tiyatronun eski marangozhanesinden ‘Tepebaşı Deneme Sahnesi’ni kurar. Onun üzerinden de 1980 darbesi geçer.
Sonrası bilindik hikayedir. Bürokrasi müze sözü vererek arazinin üzerinden iş makinalarını geçirir. Ardından bugün TRT’nin kullandığı o çirkin bina ile koridorları kokan, demir merdivenleri paslı kat otoparkı yapılır. Yıl 1984!
Bu yıl 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü’nü sahnelerde kutlayamadık. Bugünlerde yaşadığımız acılarımızı içimize gömdük. Sonra Nisan gelince, Tepebaşı Dram Sahnesi’ni hatırladık, Sabahattin Ali’yi anımsadık. Gözümüze dolan yaşı, bir perdenin ucuyla silebilseydik. Nisan da ağır geldi. 
Perde!
H. AYHAN TİNİN / DİKEN

2 Nisan 2020 Perşembe

Aklınız ve gözünüz hazırsa başlayalım - Barış Terkoğlu

Siz de hayret ediyor musunuz? Bazen arkadaşınız, komşunuz, meslektaşınız bile olurlar. İlk sürtüşmenizde bir anda defterlerini açarlar. Hangi tarihte ne kabahat işlemişseniz sayıp dökerler. Şaşırır kalırsınız. Nasıl biriktirmiş diye sorarsınız kendinize.
Hayır, özel bir meseleden bahsetmeyeceğim. Aksine, hepimizin önünde yaşanan bir tuhaflıktan söz edeceğim. Zira vaka kimsenin sorgulamadığı derin ipuçları barındırıyor. “İktidar içindeki çete” diyorum ya, işte ona dair delil olma potansiyeli taşıyor.
Haberde yok yok 
Çok uzak değil. Gezi davası kararı 18 Şubat akşamı verildi. Yargı iktidarın hedefindekilere ceza yağdıracak diye beklerken, tüm sanıklar beraat etti. Elbette sonuç malum çeteleri memnun etmedi.
Önümde bir haber duruyor. 26 Şubat’ta yayımlanmış görünüyor. Haliyle en çok bir haftada hazırlanmış denebilir.
Haberin hedefi muhalefetteki birileri değil. Gezi davasında beraat kararı veren İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Galip Mehmet Perk. Başlık hükmü çoktan vermiş gibi: “200 FETÖ şüphelisiyle irtibatlı çıktı.”
Neler yok ki haberde? 
- Mahkeme Başkanı’nın 2 ayrı telefon hattından FETÖ iltisaklı 200’ü aşkın kişi ile irtibatının olduğu, 
- FETÖ’cü savcı Mehmet Berk ile 14 görüşmesinin olduğu,
- FETÖ’den ceza alan HSYK’nin eski 2. Daire Başkanı Nesibe Özer ile iletişiminin bulunduğu, 
- KHK ile ihraç edilen ve FETÖ’nün Emniyet’teki mahrem hizmetleri içerisinde faaliyet yürütmekle suçlanan eski İçişleri Bakanlığı çalışanı Ramazan Berk ile HTS kaydının olduğu, 
- Hâkim Galip Mehmet Perk’in amcası H. Perk’in FETÖ üyeliğinden yargılandığı, 
- Öbür amcası E. Perk’in “gayri resmi eğitim verilen bir yurtla ilgili” ifadesine başvurulduğu, 
- Hâkimin gerçek adının Kalo olduğu, sonradan adını değiştirdiği, 
- Hâkim Perk’in Gezi kararından 15-20 gün önce Yargıtay ve HSK ziyaretlerinde Gezi sanıklarına ceza vereceğini söylediği… 
Hâkimin yargıladığı Gezi davası sanıklarına bu kadar suçlama yapılamamıştı!
Sanki normalmiş gibi
İlginç değil mi? 
Hükümet medyasında yayılan haber, bir haftalık araştırmacı gazetecilik başarısı gibi görünmüyor. Bana Ergenekon davası mahkeme başkanı Köksal Şengün’ün yaşadıklarını hatırlatıyor. Sanıklar lehine karar veren Şengün hakkında bir anda itibarsızlaştırmaya yönelik haberler yayımlanmıştı. O dönem birlikte olan AKP - FETÖ medyasında yer alan haberlerde Şengün’ün özel hayatını hedef alan telefon konuşmaları bile ortalığa dökülmüştü. O günlerde özel yetkili yargıyı eleştiren haberler yaptırıma uğrarken, yargının kendisi de bu haberlere yol vermişti. Sonradan açığa çıktı ki, Köksal Şengün’ün kariyerini bitirmek için ilişkilerde olduğu kişilere uydurma soruşturmalar açılarak Şengün’ün telefonları dinlenmişti. Bunlar da sızdırılmıştı.
Hâkim Perk’i tanımıyorum. Belki de suçlamalar doğrudur. Benim ilgilendiğim konu bu değil. 
Hatta… 
Haber çıktıktan sonra Yargıtay’daki kaynaklara sordum. Yargıtay’da Perk’in “Gezi davasında ceza vereceğim” dediğinin konuşulduğunu anlattılar. Tuhaf olan, o gün kimsenin “Bunu önceden açıklamanız doğru değil” dememiş olması. Perk ceza vermeyince yaşanılan sanki normalmiş gibi istihbarata dönüşmesi.
Tehdit ya da şantaj yok
Bu kadar değil… 
İstanbul Adliyesi’ndeki kaynaklara, Hâkim Perk’in bir ekip kavgasının içinde olup olmadığını sordum. Belki şaşıracaksınız, ama ben şaşırmadım. Adliye’de Hâkim Perk’in referansının “İstanbul Grubu” denilen ekip olduğu konuşuluyor. Son dönemde Adalet Bakanı ile karşı karşıya gelmesiyle adını duyuran, İstanbul Adliyesi’ni yönettiği söylenen, iktidar içindeki bir hiziple hep yan yana gelen ekip, belli ki, Hâkim Perk’e önce referans oldu. İstediği gibi bir karar vermeyince ise dövmeye karar verdi.
Gezi’deki beraat kararının ardından HSK’nin de Hâkim Perk hakkında inceleme başlattığını biliyoruz. Nitekim bahsettiğim haberde de “HSK müfettişleri tarafından yürütülen soruşturmada mahkeme heyetine yönelik ‘şantaj’ ve ‘tehdit’ olup olmadığı mercek altına alındı” ifadeleri yer alıyor. Konuştuğum kaynaklar HSK müfettişlerinin böyle bir bulguya rastlamadığını, bunun devletin zirvesine de iletildiğini söylüyor. Yani sanıklar mahkemeyi tehdit etmemiş.
Yargıyı tehdit eden yapılanma
Bu kadar değil… 
Hâkim Perk karardan sonra ne yaptı diye merak ettim. Başkanı olduğu 30. Ağır Ceza Mahkemesi kritik bir davaya daha bakıyordu. O davada Adnan Oktar Grubu yargılanıyordu. Hâkim Perk’in söz konusu davaya katıldığını, mahkemeyi yönetmeye devam ettiğini öğrendim. Yani Perk’e yönelik herhangi bir tasarrufta bulunulmamıştı. Ancak hükümet medyası yazdıklarıyla, Perk’in kararları üzerinde aleyhinde kullanılacak bir şüphe yaratmıştı.
Sanırım ne düşündüğümü anladınız. 
Hâkim Perk hakkında toplanan bilgilere bir haftalık gazetecilik araştırmacısı olarak bakmıyorum. Belli ki yargıda görev yapan kritik isimler ile ilgili devletin içerisinde “dosya biriktiren” bir yapı var. Bu yapı elindeki bilgilerin gölgesini mahkemelerin üzerinde sallandırıyor. Aslında asıl tehdit ve şantajı bu yapılanma yapıyor. Hâkimlerin ya da savcıların “istenmeyen kararları”nda eldekiler ortalığa seriliyor.
Mekanizmalar farklı olsa da sistem bir dönem FETÖ’nün yargıyı araç olarak kullanmasını hatırlatıyor. Adalet Bakanı’nın bu tür yapılar için kullandığı “aynı maklubeye kaşık sallayanlar” tespitinin tesadüf olmadığını düşündürüyor. Hâkim Perk’i hedef alanlar o sofradan kalkmış gibi görünüyor
Köksal Şengül’e kurulan kumpası 10 yıl önce yazmıştım. O yazı OdaTV davasında tutuklanma delillerinden biri yapılmıştı. Olup biten ise “bir sonraki dönem”de anlatılmıştı.
Görmek ne karmaşık bir eylem. Gözbebeklerimizin büyümesi karanlıktayken görebilmek için yarattığımız refleks olabiliyor. Mağara söylencesindeki gibi insan karanlıktan aydınlığa çıktığı an bile göremeyebiliyor. Görmek; nesnenin aydınlığına, gözün çabasına ve aklın idrakina dayanan bütüncül bir durum aslında. Bazı olayları bu nedenle ancak ardımızda bıraktıktan sonra görebiliyoruz. Aklımız ve gözümüz hazırsa şimdi ihtiyacımız ışık, daha çok ışık.
Barış Terkoğlu / CUMHURİYET