4 Haziran 2020 Perşembe

Kaçak yapı arayan AKP’ye liste kolaylığı: Saraylardan başlayın...(SOL-Haber Merkezi)

İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un boğazdaki kaçak yapısının yıkılması sonrası AKP tarafından kimi muhalif isimlerin kaçak olduğu belirtilen yapıları yıkılmaya başlandı. AKP’nin drone'la kaçak yapı teftişi yaptığı bugünlerde, kaçak yapıların kısa listesini hazırladık…


İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un boğazdaki villasına bağlı kaçak yapıların İBB tarafından yıkılması, AKP’yi “kaçak yapı” avcısı haline getirdi. Yıllardır binlerce kaçak yapıya göz yuman, kasa dolsun diye düzenli olarak “imar affı” düzenlemelerine imza atan AKP, kendisini eleştiren bir haber spikerinin evinde kaçak bölüm olup olmadığını drone'la tespit etmeye çalışmıştı.

Benzer girişimlerin sayısı artarken, AKP’nin elini kolaylaştırmak adına kaçak yapıların kısa listesini çıkardık…

“Kaçak Saray…”

Atatürk Orman Çiftliği arazisine yasalara aykırı olarak inşa edilen Erdoğan’ın Saray’ı uzun süre “Kaçak Saray” olarak adlandırılmıştı.

Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Saray’ın kaçak olarak inşa edildiğine, AOÇ arazisinin gasp edildiğini işaret etmiş, bu konuda birçok dava açmıştı.

Atatürk Orman Çiftliği ve Cumhurbaşkanlığı Sarayı ile ilgili 5. İdare Mahkemesi’nin yürütmeyi durdurma kararlarına rağmen inşaat devam etmiş, Anayasa Mahkemesi ise bireysel başvuruya kabul edilemezlik kararı vererek kaçak inşaata vize vermişti.

Ahlat’ta yeni Kaçak Saray

AKP’nin, “kaçak yapıların önlenmesi” amacıyla verdiği yasa önerisinde, Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) Bitlis Ahlat’ta, Van Gölü kıyısında Cumhurbaşkanlığı Sarayı yapılmasına ilişkin iptal ettiği madde, aynı kroki ve benzer bir içerikle yeniden gündeme getirildi.

“Gösterilen alanın Kıyı Kanunu’na tabi kısımlarında imar planı kararıyla resmi kurum alanı yapılabilir” denilen öneride, sahillerde millet bahçesi yapılabilmesinin de önü açıldı.

Kaçak tarikat yurdu

Üsküdar Belediyesi'ne şartlı devredilen bir arazinin Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı isimli tarikat kurumuna devredilmesi üzerine mahalle halkı tepki gösterdi. Araziye inşa edilen tarikat yurdu hakkında yürütmeyi durdurma ve inşaatın mühürlenmesi kararı çıkmasına rağmen mühür kırılıp inşaat çalışmalarına devam edildi ve mühürlü inşaata iskân alındı.

FETÖ davası açılınca kaçak olduğu gündeme geldi: Milyonlarca lira kira ödediler

Aile ve Çalışma Bakanlığı’nın İstanbul’da 125 milyon lira kira ödediği binanın sahibine FETÖ davası açıldı, dava sonrası binanın kaçak olduğu ve iskanının bulunmadığı ortaya çıktı. Söz konusu bina VİA Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı’nın sahipleri Bayraktarlar’a aitti.

Müze yapacağım dedi, nargile kafe yaptı

Erdoğan’ın dostu ve sponsoru olarak tanınan Remzi Gür’ün İstanbul Beykoz’da Göksu Kasrı’nın kalıntılarının bulunduğu arkeolojik kazı alanında ‘müze yapacağım’ diye kiraladığı araziyi ‘nargile kafe’ yaptığı ortaya çıktı.

108 yıllık saraya kaçak yapı

Demirören Holding Yönetim Kurulu Başkanı Yıldırım Demirören’in kızı ile Hasan Kalyoncu’nun oğlunun düğünü için 108 yıllık Çırağan Sarayı’nın Boğaz kesimine yapılan kış bahçesinin kaçak olduğu öğrenildi.

Kaçak yapıya ziyaret

Geçtiğimiz yıl bayram tatili için Muğla Marmaris'e giden Erdoğan, bir süredir tartışmalara neden olan ve 150 dönüm arazi üzerinde yer alan Besa AŞ’ye ait yapıyı inceledi. Erdoğan’ın helikopterle izlediği inşaata Bakanlar Kurulu'nun izniyle başlanmış, kaçak yapı olduğu için yapılan şikayet üzerine mühürlenmişti.

Kaçak camiye kayyum izni

Mardin Büyükşehir Belediyesi'ne AKP tarafından atanan kayyum, HDP'li meclis üyelerini belediye binasına almazken, hayali Meclis toplantısında kaçak cami yapılan arsayı 'oy birliğiyle' İl Müftülüğü'ne tahsis etti.

Binlerce kaçak yapıya onay

Bugünlerde kaçak yapı avcılığına çıkan AKP, imar affı düzenlemesiyle büyük bir saldırıya imza atmıştı.

Deprem tehlikesinin bulunduğu birçok şehirde binlerce kaçak yapı, AKP'nin "kasayı doldurma" planı çerçevesinde bir gecede kaçak statüsünden çıkarılmıştı.

TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası hükümetin Boğaziçi öngörünüm bölgesini imar affı kapsamına alarak kent suçu işlemeye devam ettiğini, bunun bedelini olası bir depremde İstanbulluların ödeyeceğini açıklamıştı.

SOL-Haber Merkezi

2 Haziran 2020 Salı

Hangi seçenekleri tartışıyoruz? - II (Oğuz Oyan-SOL)

Sosyalist solun örgütlenmesi ve mücadelesi, asla kapitalizmin daha 'insancıl' bir öze bürünmesi sınırları içine hapsedilemez.



Binlerce akademisyen ve araştırmacının katıldığı uluslararası bir imza kampanyasına konu olan ve 15 Mayıs'ta dünya çapında 33 önemli gazetede aynı anda yayınlanma olanağı bulan "Covid-19 Manifestosu" (kısaca Manifesto) kuşkusuz önemli bir girişimdir. Bu bildiri, Covid-19 salgını sonrasında, daha demokratik bir toplum ve sürdürülebilir bir ekonomi ve ekoloji için ekonomik sistemin kurallarının yeniden yazılması çağrısı yapıyor.

Bildiri, sağlık hizmetlerinin, toplumun en savunmasız kesimlerinin koruma altına alınmasının ve buna benzer çok sayıda kamusal hizmetin piyasa koşullarına bırakılamayacağını, aksi durumda eşitsizlikleri büyütmek ile en zayıf ve yoksunları feda etmek riskiyle karşı karşıya kalacağımızı belirterek başlıyor. Böylesine olumsuz bir senaryodan kaçınmak için de üç çözüm yolu öneriyor: (i) Çalışanlara, kararlara katılma hakkı, yani işletmeyi demokratikleştirmek; (ii) emeği metalaşmaktan çıkarmak (burada Fransızca metni esas alıyoruz; İngilizcesinde emek yerine "çalışma", Türkçe çevirisinde "iş" denilmekte!); (iii) bu iki stratejik değişimin, hem pandemik kriz(ler)in hem de iklimsel/çevresel bir çöküşün önlenerek gezegenin kurtarılabilmesi için kolektif olarak harekete geçmeyi mümkün kılması. Metne başvururak bu maddeleri biraz daha açalım:

(i) Salgın günlerinde karantinaya mahkum edilen insanlar yanında, vazgeçilmez personelin her gün işe gitmelerinin gösterdiği şey, emeğin yaptığı işin sıradan olmadığıdır. Bu da, kapitalizmin insanları salt bir "insan kaynağına" dönüştürerek onları görünmez kılmasını açığa vuruyor; oysa emek olmadan ne üretim ne hizmet ne işyeri vardır. Emekçiler işletmenin kurucu bir öğesi olmasına karşın işletmenin yönetimine katılma hakkından sermayedarlarca dışlanmaktadır. İşyerlerinin demokratikleştirilmesi artık şarttır. Ancak kurulacak işçi konseyleri, II. Dünya Savaşı sonrasındakilerden farklı olmalı, aslî yönetim kuruluyla benzer yetkilerle donatılmalıdır. Nasıl ki şirket YK kararları hissedarlar kuruluna sunuluyor, bu kararlar işçi konseylerinin de çoğunluk oyunu almalıdır.

(ii) Bu kriz, emeğin bir meta olarak muamele görmemesi gerektiğini de göstermiştir. Kriz, temel kolektif tercihlerin tek başına piyasa mekanizmasına bırakılamayacağı ve stratejik kolektif ihtiyaçların metalaşma süreci dışına çıkarılması gerektiğini göstermiştir. Nasıl ki belirli sektörlerin kuralsız bir "serbest piyasa" mantığından korunması gerekiyor, herkese onurunu koruyacak bir işe ulaşma olanağının sağlanması da gerekiyor . Bunun bir yolu da herkese istihdam güvencesi sağlamaktan geçiyor. AB (ve merkez bankası gibi kurumları) "Avrupa Yeşil Anlaşması" ("Green Deal") çerçevesinde böyle bir olanağı harekete geçirebilir. Merkezi yönetim, yerel topluluklar ve yönetimlerle işbirliğiyle, tüm insanlara çalışma hakkı ve işsizliğe karşı koruma sağlayarak, hem onlara iyi bir gelecek sağlayabilir hem de çeşitli sosyal ve çevresel sorunların çözümüne daha iyi yanıt verebilir.

(iii) 2008 krizinden farklı olarak, eğer bugünkü krizde devletler şirketleri kurtarmak için müdahale ederse, bunun, demokratik toplum adına ve bu gezegende hayatta kalmamızı sağlama sorumluluğu adına yapılması, dolayısıyla bu yardımların şirketlerin davranışlarında bazı değişikler yapılması koşuluna bağlanması zorunludur. Şirketlere, katı çevresel normlara saygı yanında, şirket içi yönetimde demokratikleşme koşulları dayatılmalıdır.

Bugünkü cari sistemde, emek, gezegen ve sermaye arasındaki dengelenmede, kaybedenin hep emek ve gezegen olduğundan emin olacak kadar deneyimimiz birikti. Hayal kurmayalım: Sermayedarların ve şirketlerin çoğu, kendiliklerinden, ne emekleriyle şirketleri var eden insanların onurunu umursayacaklar ne de yaklaşan çevresel felaketle mücadele edeceklerdir. Oysa sayılan üç çözüm yoluyla farklı bir senaryo mümkündür.

Hangi ekonomik sistemin kuralları?

Şimdi hızlı bir içerik analizine girişebiliriz. Manifesto, sürdürülebilir bir gezegen için ekonomik sistemin kurallarının (kısmen) yeniden yazılması çağrısı yapıyor. Kısmi düzeltmelerle ekonomik sistemin kuralları yeniden yazılmış olur mu? Devlet yardımlarından yararlanan şirketlerle ve seçilmiş stratejik sektörlerle sınırlı "demokratikleştirme" çabaları, bunlar gerçekten işleyebilse dahi, ekonominin/toplumun genelini farklı bir yola sokacak etkide bulunabilir mi? Sermaye ile emeğin zıt çıkarları uzlaştırılsa bile, bunun sadece kısmi değil geçici de olacağı hesaba katılmakta mıdır?

Peki sistemin kurallarını yeniden yazacak öneriler sıralanıyor mu? Bazı doğru tespitler yapmak yetmiyor. Çözüm önerilerinin de onlarla uyumlu olması gerekiyor. Örneğin emeği metalaşmaktan çıkarmak hedefinin, kapitalizmden başka bir sistemi tarif etmesi gerekiyor. Böyle bir öneri var mı? Yok. İstihdam güvencesini, herkese insan onuruyla uyumlu çalışma koşullarını sağlayacak hangi somut araçlar öneriliyor? AB ve Avrupa Merkez Bankası gibi neoliberal bir anayasanın normlarına göre çalışan birlikler/kurumlar, merkezi yönetim-yerel yönetim işbirlikleri; borç verilecek şirketlere demokratik/ekolojik kurallar dayatmalar... Bu arada geçmiş deneyimlerin olumsuz sonuçlarının kolayca tersine çevrilebileceğini sanarak, emek-sermaye arasında şirket içi uzlaşma demokrasisini peydahlatacak işçi konseylerine bel bağlamak... Sistemi değiştirmeden dönüştürmeye çalışmak... Bu arada sistem-içi demokratik örgütlenmeler olan sendikaları bile denkleme dâhil etmemek... Bütün bunlar volontarizmden yani gerçeği kendi istemlerine tâbi kılabileceğini sanmaktan başka bir şey mi?

Manifesto ile 18 Mayıs tarihli CHP metni

Geçen hafta 18 Mayıs 2020 tarihli 16 maddelik CHP öneri paketini ele almıştık. CHP'nin reçetesi "Manifesto" ile aynı düzlemde karşılaştırılabilir mi? Biri bir siyasi partinin öneri paketi, diğeri ise farklı ülkelerden, solun çeşitli renklerini taşıyan bir aydınlar bildirgesi. Bu farklılığı dikkate almalıyız.

Gerçi iki metin de demokratikleşme ağırlıklı ama CHP'ninki, kaçınılmaz olarak, daha çok otokratik İslamcı iktidardan kaynaklı yerel sorunlara odaklı. Manifesto, Avrupa-merkezli bir bakışa sahip olduğundan, demokrasi sorunlarının AB ve üye ulusal devletlerde sanki aşılmış olduğu varsayımıyla hareket ediyor; AB'nin dayatmalarla ortaya çıkarılan neoliberal Anayasasını bile sorun etmiyor; daha çok bazı seçilmiş sektörlere dayalı bir kamusalcılık ve salt şirketler düzleminde bir demokratiklik üzerinden ilerlemeyi seçiyor.

Manifesto, çıkış gerekçesi gereği, daha evrensel bir söylem tutturmaya çalışıyor; emeğin varoluş koşullarına sistem-içi mekanizmalarla düzeltmeler getirmeyi umuyor; çevreci kaygıları ön planda tutuyor.

CHP metni de, mevcut haliyle yani iktidarı kendi zıttına dönüştürmeye dönük diliyle (kendi manifestosu olabilseydi farklı söylerdik) volontarist özellik taşıyor. CHP metninde de, büyük baskı altında olan ve iktidarın koltuk değneğine dönüştürülen/dönüştürülmeye çalışılan sendikalar ve sendikalaşma üzerinde durulmuyor. Neoliberal düzenleme rejimine karşı tek bir itiraz duyulmuyor.

22 Nisan tarihli CHP metni

Bu son noktada haksızlık etmemek için CHP'nin 22 Nisan 2020 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi'nde gene Genel Başkanın imzasıyla yayınlanan daha kapsamlı görüşlerini dikkate almak gerekebilir. Bu metnin ikinci bölümüne göz atalım:

"Salgın, neo-liberal politikaların yarattığı derin toplumsal ayrımlardan ilerliyor, eşitsizliklerden besleniyor, salgın yıllardır üstüne toz kondurulmayan küresel piyasa ekonomisinin açtığı eşitsizlik üreten yollardan G-20 ülkelerinin evlerine kadar giriyor. (...) Demokratlar, dünyanın Kovid-19 sonrasını, baskıcı ve otoriter iktidarlara, neo-liberal politikaların uygulayıcılarına bırakamaz. Demokratların birlikteliğinin temel iki önermesi, 'minimum maliyet- maksimum kâr' anlayışına dayalı üretim ve tüketim politikalarından vazgeçilmesi ve gelişmiş ülke vatandaşlarının sahip olduğu sosyoekonomik temel yaşam koşullarının, tüm insanlığın sahip olacağı haklar bütünü olarak görülmesi olmalıdır. (...) Dolayısıyla dünyanın geleceğini yeni sosyal devlet politikalarıyla şekillendirecek uluslararası bir dayanışmadan söz ediyorum. Yeryüzünün yeraltı ve yerüstü zenginliklerini ve tüm finansal hareketliliğini 'kâr' şartına bağlı olarak gören, bu doğrultuda biyolojik çeşitliliği dahi ortadan kaldırmaktan çekinmeyen, hava kirliliğini göz ardı eden, suya ulaşım hakkını, nitelikli barınma hakkını, nitelikli eğitim hakkını, seyahat hakkını, adalete erişim hakkını, hesap sorma ve hesap verilmesini bekleme hakkını ve diğer temel haklarımızı yok sayan neo-liberal/popülist yönetim anlayışına karşı uluslararası dayanışmayı zorunlu kılan yeni bir uygarlık inşası şarttır. (...) Neo-liberal politikaların ve küreselleşmenin nimetlerinden yararlanan sınıflar, yaşamı tehdit eden bu krizde, insanlığın ortak geleceği için faturanın önemli bir kısmını üstlenmeli. (...) Sorunun ekonomik boyutu kadar önemli olan kişisel ve evrensel düzeydeki vicdani/ahlaki sorumluluklarımızdır. Kabul etmeliyiz ki tüm dünyanın her anlamdaki güvenliği, dünyanın en azgelişmiş ülkelerinin her anlamdaki güvenliğine bağlıdır".

Bu metnin üçüncü bölümünde ise gene 16 maddelik bir öneri dizisi sıralanıyor. Ancak 22 Nisan metnindeki bu 16 madde, 18 Mayıs metnindekilerden oldukça farklı yapıda. Bir kere dili daha az sorunlu. Daha önemlisi, izleyecek metinde olmayan görece daha radikal önerilere yer veriyor: Temel hak olan sağlık ve eğitime erişimin ücretsiz olması; konut hakkının devletin mutlak güvencesi altına alınması; gıdaya erişimin temel bir hak olması; eğitim, sağlık, sosyal güvenlikte sıfır istihdam açığının hedeflenmesi; uygulanacak yeni vergilerin üst gelir gruplarına yönelik olması... gibi.

22 Nisan ile 18 Mayıs tarihli CHP metinlerinin farklılığı neredeyse benzerliklerinden fazla. Bu durumda acaba bu iki metin farklı kalemlerden mi çıktı sorusu da akla gelmiyor değil. Eğer 22 Nisan öncesinin Genel Başkan imzasını taşıyan CHP metinleri de dikkate alınsaydı, ayrıksı duranın 22 Nisan metni olduğu görülecektir. 22 Nisan metninin bir istisnayı mı yansıttığı sorusunu başka incelemelere bırakırsak, bu metnin bazı bakımlardan 15 Mayıs tarihli uluslararası Manifesto'dan daha köşeli ifadelere yer verdiğini, "II Dünya Savaşı sonrası, temelleri Avrupa'da atılan ancak son 40 yılda peyderpey vazgeçilen 'sosyal devlet' politikalarına, yeni politikalar eşliğinde dönüşü" çok daha net bir biçimde hedeflediğini görüyoruz.

Sonuç

Manifesto iyi niyetli bir çaba olarak tanımlanabilir kuşkusuz. Birçok aydının yaşamlarında ilk kez sisteme dönük eleştiriler dile getirmesine vesile olmuş da olabilir. Bu tavır alışın daha ileriye taşınması için çalışmak da anlamsız olmayabilir. Keza CHP'nin, 22 Nisan metninde çizilen çerçevenin gerisine düşmemesini sağlamak da öncelikle CHP'lilerin görevi olabilir. Ama şu nihai saptamayı yapmadan geçemiyoruz:

Kapitalist sisteme topyekûn karşı çıkmadan, yerine tereddütsüz bir biçimde sosyalist sistemi önermeden herhangi bir çıkış yolu yoktur. Öyle ki, daha önce yazdık, neoliberal düzenleme rejiminin değişmesi için bile sosyalist bir toplum hedefiyle örgütlenen geniş kitlelerin baskısı gereklidir. Nasıl ki II. Dünya Savaşı sonrasında gerek sosyalist sistemin gerekse kapitalist ülkelerde komünist/sosyalist solun güçlü bir alternatif olarak tarih sahnesine çıkmasıyla daha bölüşümcü bir Keynesci birikim modeli uzunca süre tutunabilmiştir, bugün de durum farklı değildir. Bununla birlikte sosyalist solun örgütlenmesi ve mücadelesi, asla kapitalizmin daha "insancıl" bir öze bürünmesi sınırları içine hapsedilemez. Hedefi düzeni değiştirmek olmayan hiçbir sosyalist hareket samimi bir program ve mücadele ortaya koyamaz.

Oğuz Oyan / SOL

Trump 'terör örgütü' ilan etti: İşte ANTIFA'nın kökenleri...- SOL

Trump'ın hedef aldığı ANTIFA, Almanya'da Nazilerin iktidara geldiği dönemde Almanya Komünist Partisi'nin bir parçası olarak kuruldu. Kendisini tarihi hareketin devamı olarak gören ABD'deki ANTIFA hareketi, Trump'ın işaret ettiği gibi 'organize bir hareket' değilken, ABD Başkanı bu sözlerle düzene karşı öfkesini dile getiren tüm eylemcileri hedef almayı amaçlıyor.



ABD Başkanı Donald Trump, dün Twitter hesabından faşizm karşıtı hareket ANTIFA’yı terörist örgüt diye tanımlayacaklarını açıkladı.
Trump polis tarafından öldürülen siyahi George Floyd için adalet talebiyle ülke genelinde yapılan eylemlerle ilgili yaptığı açıklamada da ANTIFA’yı hedef almıştı. Trump eylemlere katılanlar ve Beyaz Saray’daki eylemi düzenleyenler için “Bunlar George Floyd’la ilgisi olmayan ‘organize gruplar’. Bu ANTIFA ve radikal sol” demişti.
Peki, nedir bu ANTIFA?
Trump'ın hedef aldığı ANTIFA'nın tarihi, Almanya'da Naziler'in iktidara geldiği döneme kadar uzanıyor. Hareket, Almanya Komünist Partisi'ne bağlı bir oluşum olarak 1932'de kuruldu.
Kendisini tarihi hareketin devamı olarak gören ABD'deki ANTIFA hareketi, özellikle 2016 seçimlerinden bu yana büyümüş ve güçlenmiş durumda.

ANTIFA (Antifaşist hareket) tarihi

Kısaltması ANTIFA olarak bilinen Antifaşist Hareket (Antifaschistiche Aktion), Almanya Komünist Partisi'ne (KPD) bağlı bir örgüt olarak 1932'de Almanya'da kuruldu ve varlığı 1933'e dek sürdü. 1929'da iktidarda olan Sosyal Demokrat Parti, KPD'nin bir oluşumu olan silahlı Kızıl Cephe Birliği'ni "aşırıcılık" suçlamasıyla yasaklamıştı. Buna karşılık ANTIFA, 1931 yılında KPD'nin "sosyal faşist örgüt" olarak tanımladığı Sosyal Demokratlar'ın Demir Cephesi'ne karşı kuruldu. Almanya'da varlığını bir yıl sürdüren ANTIFA, bu dönemi Naziler'in önünü açan Sosyal Demokratlarla mücadele ederek geçirdi.
1933 yılında dağılan ANTIFA hareketi, 2. Dünya Savaşı sonrası farklı ülkelerde kurulan birçok sol örgüte ilham kaynağı oldu. Savaş sonrası birçok ülkede ortaya çıkan bazı sol örgütler, "ANTIFA" adını kullandı ve logosunu güncelleyerek yeniden kullandı.

ABD'de ANTIFA

ABD'deki ANTIFA hareketi, "siyasi reform yerine doğrudan eylem" sloganıyla hareket ediyor.
ABD'de birleşik bir örgüt olmayan ANTIFA, hiyerarşik liderlik yapısının olmadığı, çeşitli siyasi grup ve kişileri kapsayan bir oluşum olarak tanımlanıyor.
Oluşum içinde yer alan eylemciler, sosyal medya ve internet siteleri üzerinden eylem organize ederken, ABD'deki ANTIFA, genel olarak "insanların oluşturduğu bir örgüt" olmaktan ziyade "örgütlü bir strateji" olarak niteleniyor. Donald Trump'ın kazandığı 2016 başkanlık seçimlerinin ardından büyüyen hareketin içinde Ağustos 2017'den bu yana 200'e yakın örgüt bulunuyor.
Ancak bu hareketler tek merkezden hareket eden bir "örgüt" anlamına gelmezken, ABD'deki faşist hareketlere tepkinin "çatı adı" anlamını taşıyor. Bu nedenle Trump ANTIFA'yı "terör örgütü" ilan ederek, aynı zamanda ABD'deki eylemlerin tamamını hedef alıyor, tüm eylemcileri "terörist" ilan etmeyi amaçlıyor.

Modern ANTIFA'nın kökeni

ABD'deki hareket, kendini Avrupa'da 1930'lardaki Anti-Nazi hareketlerinin ve 1970'lerde beyaz üstünlüğüne karşı başlayan hareketlerin devamı olarak görüyor.
Bugünlerdeki ANTIFA hareketlerinin kökeni, 1970'lerde İngiltere'de "skinhead"lerin (dazlak) yükselişi ve Almanya'da Berlin Duvarı'nın yıkılmasının ardından ortaya çıkan neo-Nazizm' karşı başlatılan hareketler olarak görülüyor. 

ANTIFA'nın eksiği

Ancak günümüzdeki bu hareketin en önemli eksiği, 1930'larda ortaya çıkış sürecinde kapitalist düzene karşı sosyalist alternatifin planlı, programlı ve en önemlisi örgütlü bir karşı çıkışı olarak değil, sadece "örgütsüz" bir öfke hareketi görünümü sergiliyor olması.
Yani aslında Trump'ın hedef aldığı gibi organize bir ANTIFA hareketinin ABD'deki varlığından söz etmek mümkün görünmezken, hedef alınanlar ABD'deki düzene karşı sokağa çıkan, öfkesini dile getiren herkes oluyor.
SOL - Dış Haberler

1 Haziran 2020 Pazartesi

Ecdadın suskun ezanları - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Hatırlamak bazen hiç bitmeyen bir veda gibi. Hele insan yoklukta varlığı  yaşamaya çalışıyorsa... Bir Fransız belgeseli, ölen balıkçıların ardından eşlerinin yasını tutan dulları kameraya çekiyor. Ne garip, yatağın aynı tarafında yatmaya devam ediyorlar. Sanki kocaları halen yataktaymış gibi sınırı geçmiyorlar. Sevginin ardında bıraktığı boşlukta onu yaşatmayı sürdürüyorlar.
Sultanahmet’te 70 yaşını aşmış bir hamal görüp de artık kimsenin hatırlamadığı bir adresi sordunuz mu? Size düşünmeden tarif edip ardından da “hanı hamala, evi bakkala, ormanı çakala soracaksın” dedi ise kastettiğim odur. Adı İbrahim Güleç. Neredeyse 60 sene, yani kendini bildiğinden beri Babıâli’de hamallık yapar.
Yeniler bilmeyebilir. 18. yüzyılda devletin merkezi haline gelen Babıâli’ye 19. yüzyılda Türk basını yerleşti. Kural tanımaz piyasa düzeninin Sultanahmet’e otelleri, gazeteciliğe ise plazaları uygun görmesiyle Babıâli düzeni yıkıldı. Yayıncılık ise can çekişmeye devam etti. “Bab-ı Âli’de Gün Batımı” kitabı, Yaşar Kemal’in de Rıfat Ilgaz’ın da dost bildiği bir hamalın gözünden çöküşü anlatıyor.
Namazları bitirip ezanları susturdular
Sorsanız muhafaza ediyoruz, muhafazakârız derler. Güleç’i okuyunca “emin misiniz” diyoruz:
Bir de Osmanlı/Başbakanlık Arşivi’nin hicranlı hikâyesi var. Arşiv Babıâli’nin son nefesiydi. Onun da bilinmez bir elin gayretkeşliğiyle nefesini kestiler, Babıâli’den söküp çıkardılar. (...) Hiç olmazsa yerine yayıncılar için, kitabevleri için bir kültür varlığı inşa edilebilirdi. Ama onu da yapmadılar. Yıkıp yerine ‘Devlet Arşivleri Revize İnşaatı’ adı altında beş yıldızlı bir otel dikiverdiler. Bunu da ‘iktidarımız süresince kültürde gereken noktaya gelemedik’ diye hayıflanan AK Parti’nin idaresi altındaki İstanbul İl Özel İdaresi yaptı maalesef.
İbrahim Güleç, yaşam tarzı ve dünya görüşü ile iktidardaki partinin mazisinin içinden gelmiş. Ama inşaat yapmak için hiçbir değer bilmeyen düzenin Babıâli’yi ve tabii Sultanahmet’i ne hale düşürdüğünü içi acıyarak izliyor. Evi de Sultanahmet’te olan Güleç’ten, Ayasofya için eylemler yapanların iş Sultanahmet Camii’nde namaz kılmaya gelince ortalıkta olmadığını öğreniyoruz:
Sultanahmed’e gelince, caminin kubbesi martı yuvası olmuş, avlusu turist yığınlarıyla dolup taşmaya başlamış, evleri otelleşmiş, yaşam özümüzü terk ederek yozlaşmış bir mekân olarak yaşamını devam ettirmekte. Düşünün ki, böyle bir camide 6-7 kişi sabah namazı kılıyor. Mahalle camileri ise çoğu zaman sabah namazına kapalı. Ezan bile okunmuyor. O yüzden Sultanahmed ve civarını üzüntü ve gamlı bir şekilde yaşıyoruz. Emek veren ecdadın kemikleri sızladıkça bizlere de yazıklar olsun!
Camiyi yıkıp otopark yaptılar
Bizdeki tarikatların geneli Nakşibendiliğin Halidi kolundandır. Çoğunluğu Gümüşhanevi Tekkesi’nden çıkmadır. Damat İbrahim Paşa’nın eşi Fatma Sultan’ın Babıâli’nin karşısında 18. yüzyılın ilk yarısında inşa ettirdiği Fatma Sultan Camii’nin de 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren camiyi merkez alan tekkenin de yerinde yeller esiyor. Hamal İbrahim Güleç anlatıyor:
Ben İstanbul’a geldiğimde kalıntı vardı orada. Hatta yarım şekilde minaresi duruyordu. Etrafında barakalar vardı. İçlerinde bekârlar kalıyordu. (...) Orada çalışanlara ‘nerede kalıyorsun’ diye sorulduğunda ‘Kırık Minare’ derlerdi. O minare ve civarı, yani eski cami ve caminin etrafında medrese varmış. O medrese devrin uleması Gümüşhanevi Hazretleri’nin kaldığı mekân, hâlâ defterdarlığın önündeki sokağın ismi Gümüşhanevi Sokak’tır. Şimdi o tabelayı da kaldırmışlar...
İstanbul kültür mirasını en iyi bilenlerden Semavi Eyice de Güleç’i doğruluyor: “1950 yıllarında Türkiye Anıtlar Derneği’ne ihya ettirilecek camiler listesine Fatma Sultan Camii de alınmıştı. Fakat bu tasarı gerçekleşmeden 1956- 1957 yıllarında ‘imar’ adı altında yapılan yıkımlarda cami de birkaç gün içinde yıkılıp ortadan kaldırılmıştır. Sonraları caminin arsası Defterdarlık tarafından alınarak otopark ve yeşil alan halinde düzenlenmiştir.”
Yaşanan yangınlara rağmen kalıntıları duran camiyi yıkan muhafazakârların ne kadar kâr ettiğini bilmiyoruz.
Necip Fazıl ve Rıfat Ilgaz
İbrahim Güleç, MTTB’nin de aralarında olduğu sağ kuruluşlarda çok vakit geçirmiş. Ama Babıâli onun her görüşten yayınla, yazarla ilişkiye sokmuş. Necip Fazıl’ı ağzından çıkan hakaretlerle, emekçilere karşı kötü tavırlarıyla hatırlıyor. “Asrın balı idi ama bazen iğnesi benim gibi adamın canını acıtıyor” diyor. Öte yandan en samimi olduğu yazar Rıfat Ilgaz. Onun Sirkeci’de Selahattin’in Yeri’nde yazdıklarını teslim alan İbrahiç Güleç; dizdirdiğini, bastırdığını, ciltlettiğini ve dağıtıma kadar taşıdığını anlatıyor. Hakkını almaya gelince de kavga hep Rıfat Ilgaz’ın fazla para vermeye çalışmasından çıkıyor. Ilgaz’ın kurduğu Çınar Yayınları’nın logosunun fikir babasının Hamal İbrahim Güleç olduğunu öğreniyoruz.
Kurucusu Garbis Fikri’den sonra İnkılap Yayınevi’ni yöneten oğlu Nazar Fikri’yi de şöyle anlatıyor:
Bir gün matbaanın arka bölümünde yere kâğıt serdim, üzerinde namaz kılıyordum. Bunu Nazar Bey görmüş. Matbaanın müdürü olan Erdoğan Saygılı Abi’ye ‘Erdoğan, İbrahim yerde namaz kılıyor, ona namaz kılacak yer yaptır’ demiş. Nazar Bey, Ermeni olduğu halde hem İslam dinine hem bana büyük saygısı vardı.
Hamal taşları söküldü
Sahiden bizim muhafazakârlar neyi muhafaza ettiler? Şimdi korona sebebiyle kargocuları konuşuyoruz ya. Hatırlarım, tarihi hanların önünde ortası oturmaktan çukurlaşmış koca taşlar olurdu. Neden bilmezdim. Öğreniyoruz ki onlar bir zamanlar “hamallar dinlensin diye vakfedilmiş” dinlenme taşlarıymış. Babıâli’yi otel cennetine çevirenler o taşları “çirkin görüntü” diye söküp atmış. Binaların üzerine güvercinler yuva yapsın diye yerler hazırlanırken, bizimkiler güvercin konup pisletmesin diye dikenli teller döşemiş.
Biliyorum, insanlığın karıncaları bir gün kendi kaderini kendi elleriyle yazacak. O gün, hatırlamak artık acı vermeyecek.
Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Kalabildiğimiz tek yer, ötekilerin bellekleridir - Işıl Çalışkan / BİRGÜN

Yazar, şair ve felsefeci Oruç Aruoba, 72 yaşında hayatını kaybetti. Aruoba’yı dostları BirGün’e anlattı.

“Kalabildiğimiz tek yer, ötekilerin bellekleridir” diyor Oruç Aruoba ‘Yürüme’ isimli kitabında. Ve tam da söylediği gibi şimdi geriye belleklerdeki yeri kaldı.

Türkiye’nin önemli değerlerinden yazar, şair ve felsefeci Oruç Aruoba 72 yaşında hayata gözlerini yumdu. Gidişi ile sevenlerini hüzne boğan Aruoba, bugün Kocaeli’nin ilçesi Karamürsel’de son yolculuğuna uğurlanacak.
Akademisyen olarak başladığı kariyerine yazar, şair, çevirmen ve felsefeci olarak devam eden Oruç Aruoba, aforizmalara dayalı felsefi metinleri oldukça başarılı bir şekilde kaleme almış ve yaptığı çalışmalarla öne çıkan bir düşünürdü.
Aruoba akademik yaşamına, TED Ankara Koleji’ni bitirdikten sonra Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü’nde lisans ve yüksek lisansını tamamlayarak başladı. Yine Hacettepe Üniversitesi’nde çalışmalarına devam ederek felsefe bilim uzmanı oldu. 1972 ve 1983 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yaparken felsefe bölümünde doktorasını tamamladı. Bu süreçte, Almanya’da Tübingen Üniversitesi’nde felsefe semineri üyeliği ve 1981 yılında Victoria Üniversitesi (Wellington) (Yeni Zelanda) konuk öğretim üyeliğinde bulundu.
Kırmızı dergisi gibi çeşitli basın organlarında yayın yönetmenliği, yayın kurulu üyeliği ve yayın danışmanlığı yaptı. Birçok dergide yazı ve çevirileri yayımlandı.
İle, Uzak, Yakın, Yürüme, De ki İşte, Tümceler, Ne ki Hiç yazarın önemli kitaplarından birkaçı. Hume, Rilke, Wittgenstein, Nietzsche, Von Hentig, Başo ve Celan’ın Türkçe’ye çevirerek, literatüre kazandıran Aruoba, özgün bir dille yazdığı haiku (Japon tarzı kısa şiir) tarzındaki şiirleriyle de geniş kitlelere ulaştı. Edebiyat dünyasından dostları onu BirGün’e anlattı.
SORULARI KARŞILIKSIZ GİTTİ
kalabildigimiz-tek-yer-otekilerin-bellekleridir-738254-1.Oruç Aruoba’nın ülkedeki ender entelektüellerinden olduğunu ifade eden yazar Ahmet Telli, “Türkiye çokça aydın barındıran bir ülke ama entelektüeli az. Her entelektüelin sorduğu soru elbette gününde karşılığını bulmuyor. Oruç Aruoba’nın da gelecekte yanıtlanması gereken birçok sorusu var. Başımız sağ olsun” diye konuştu.

  OKURLARI ONU SONSUZA DEK YAŞATACAKkalabildigimiz-tek-yer-otekilerin-bellekleridir-738255-1.
Aruoba’nın yakın dostu şair, yazar, oyuncu Turgay Kantürk üzüntüsünü, “Böyle durumlarda konuşmak çok zor. Türk Edebiyatı için çok önemli bir kayıp. Önemli bir yazar ve düşünürdü. Okurları onu sonsuza dek yaşatacaklardır. Bilime inanan ve düşünsel yanıyla insanın gerçeğini aramaya adamıştı hayatını. Edebiyat hayatında önemli bir yer tutuyordu. Çok değerli bir insandı. Önemli bir kayıp” sözleriyle dile getirdi.
FELSEFE İLE ŞİİRİN DENGESİNİ BULDUkalabildigimiz-tek-yer-otekilerin-bellekleridir-738256-1.
Şair Şükrü Erbaş ise, “Oruç Aruoba felsefe ile şiirin birbirinin önüne geçmeden olağanüstü bir denge içinde buluşmasını sağlamıştır. ‘Edebiyat dünyası’ denilen dünyanın gelgitlerinden uzak, gerçek edebiyatın tevazuu içinde yaşamıştır. Yazdığı şiirin özgünlüğüyle ve hayatının sadeliğiyle kendinden sonra şiir yazacak herkese çok değerli bir örnek olacağına inanıyorum. Edebiyatımız için çok erken bir kayıptır, çok üzgünüm” dedi.
ARUOBA’NIN ESERLERİ
►Tümceler, Bir Yerlerden Bir Zamanlar, 1990
►De ki İşte, 1990
►Yürüme, 1992
►Hani, 1993
►Ol/An, 1994, şiir
►Kesik Esin/tiler, 1994, şiir
►Geç Gelen Ağıtlar, 1994, şiir
►Sayıklamalar, 1994, şiir
►Uzak, 1995
►Yakın, 1997
►Ne Ki Hiç, 1997
►İle, 1998
►Çengelköy Defteri
►Zilif, 2002
►Doğançay’ın Çınarları, 2004, şiir
►Benlik, 2005
►Meşe Fısıltıları 2007
►David Hume’un Bilgi Görüşünde Kesinlik, 1974
►Nesnenin Bağlantısallığı (Hume – Kant- Wittgenstein), 1979
►A Short Note on the Selby-Bigge Hume
►The Hume Kant Read
Işıl Çalışkan / BİRGÜN

Türkiye’de hane halkı yaşam koşulları: Gelir eşitsizliği ve karşılanamayan ihtiyaçlar - Fatma Pınar Aslan / SOL


Sosyalist Gelecek ve Planlama Sempozyumu’nun Bahar -2020 Çalıştayı Altıncı Oturumu için sunulan "Türkiye’de hanehalkı yaşam koşulları: Gelir eşitsizliği ve karşılanamayan ihtiyaçlar" başlıklı makale.

  1. Giriş
COVİD-19 salgınının Türkiye’de hanehalklarının yaşam koşullarında yıkıcı bir etki yaratmasını beklemek son derece gerçekçidir. Bu döneme ait veriler henüz oldukça az olup, istatistiksel göstergeler ortaya konmasa da, işten çıkarmalar ve ücretsiz izin uygulamaları ile hane halkı gelirlerinin azalması, ayrıca salgından önce de faturalarını ödeyemeyen, düzgün beslenemeyen halkın, salgın esnasında yaşam koşullarının daha da kötüleşmesi söz konusu olacaktır. Sağlık hizmetine ulaşım konusunda farklı gelir grubundaki insanlar arasında salgından önce de bulunan fark, salgın esnasında özel hastanelerin tamamen kamulaştırılmaması nedeniyle, düşük gelirli hanehalkları açısından daha da kötü sonuçlara yol açacaktır. Belediyeler ve bazı sivil toplum kuruluşlarının krizi hafifletmek yönündeki çabalarının bu kapsamlı durumu değiştirmeye maalesef gücü yetmemektedir.
Bu çalışma, henüz yaşamakta olduğumuz günlerin istatistiksel verilerine ulaşamadığımızdan, ileride açıklanacak verilerle zenginleştirilebilecek bir ön çalışma niteliğindedir.
Türkiye’de hanehalklarının salgının başlamasından önce nasıl yaşadıklarına dair bir analiz, TÜİK tarafından uygulanan Gelir ve Yaşam Koşulları Anketi’ne (GYKA) dayanılarak yapılabilir. Yayınlanan en güncel veri, 2018 yılına aittir ve 2019’da açıklanmıştır (TÜİK, 2019). 2018 yılına ait bu verilerde ortaya konan gelir eşitsizliği, yoksulluk ve temel ihtiyaçların karşılanamaması durumu, toplumun COVİD-19 salgınına hangi şartlarda girdiğini göstermesi açısından önemli olacaktır.
Aşağıdaki tüm sonuçlar, TÜİK GYKA 2018 mikro verisi kullanılarak, tarafımızdan yapılan hesaplamalarla elde edilmiştir. Mikro veri, 24.068 hanehalkı içinde, 15 yaş üzeri 61.255 kişiyle yapılan anket sonuçlarını içermektedir. Anketin uygulandığı hanehalkları, 15 yaşın altındakilerle birlikte toplam 81.178 kişiyi kapsamaktadır.
  1. Gelir Adaletsizliği
Gelir adaletsizliğini ölçmenin çeşitli yolları bulunmaktadır. Gini katsayısı ve yüzdelik dilimler yöntemi gelir adaletsizliğini ölçmek için kullanılan iki göstergedir.
Gini katsayısı, nüfusun kümülatif oranlarının, toplam gelir içinden aldıkları kümülatif gelirin oranıyla karşılaştırılmasına dayanmaktadır. Gini katsayısı, varsayımsal olarak, tam eşitlik durumunda 0, tam eşitsizlik durumunda ise 1 olacaktır. Dolayısıyla Gini katsayısı ne kadar yüksekse harcanabilir gelir o denli eşitsiz dağılmakta demektir.
TÜİK’e ait GYKA veri setinde yer alan harcanabilir gelir verisini kullanarak yaptığımız hesaplamada, Gini katsayısını 0,4003 olarak hesapladık. Bu rakam, OECD’nin hesaplaması ile örtüşmektedir. OECD’den aldığımız grafik (Grafik 1) farklı ülkeler için hesaplanan, 2019 yılına ait Gini katsayısını göstermektedir.
Gelir adaletsizliği probleminin neredeyse tüm dünyada ciddi bir sorun olduğunu söylemek mümkündür. Bu neredeyse tüm dünyanın kapitalist-emperyalist bir düzen içerisinde yönetilmesinin doğal bir sonucudur. Grafiğe göre, kırmızı ile işaretli olan Türkiye ise, gelir adaletsizliğinin en yüksek olduğu ülkelerden biridir.
Hanehalkları kullanılabilir hanehalkı gelirine veya hanedeki tüm fertler eşdeğer hanehalkı kullanılabilir gelirlerine göre küçükten büyüğe doğru sıralanarak; 20 gruba bölünerek %5’lik, 10 gruba bölünerek %10’luk veya 5 gruba bölünerek %20’lik hanehalkı/fert grupları oluşturulmaktadır. Bu grupların toplam gelirden aldıkları paylar da, gelir dağılımı eşitsizliği hakkında bilgi vermesi için kullanılan bir göstergedir.
Bu çalışmada hanehalkları arasındaki gelir eşitsizliği, hanehalkı toplam harcanabilir gelirlerinin dağılımı esasında, hanehalklarının büyüklüğü (ve hanehalkı ağırlık katsayısı) göz önüne alınarak hesaplanmıştır. Bu yöntem kullanılarak toplam hanehalkı gelirinin hanehalkları arasında %10’luk dilimlere göre dağılımı hesaplanmış ve sonuçlar Tablo 1’de gösterilmiştir. Buna göre, hanehalklarının en düşük gelirli %10’u, toplam gelirin %2,48’ine sahipken, en yüksek gelirli %10’u ise toplam gelirin %32,13’üne sahiptir.
Gelir eşitsizliğinin nereden kaynaklandığı ile ilgili olarak yapılabilecek bir analiz, farklı gelir kaynaklarının toplam gelir içindeki payları ile bunların gelir eşitsizliğine ne kadar katkı yaptıklarının karşılaştırılmasıdır.
Türkiye’de hanehalkı toplam gelirinin hangi gelir türlerinden oluştuğu, GYKA verileri kullanılarak hesaplanabilir. GYKA’da fertlere yıl içindeki gelirlerini ücret, müteşebbis geliri, işsizlik yardımı ve kıdem tazminatı, emeklilik ve yaşlılık aylıkları, emeklilik ikramiyesi, dul ve yetim aylıkları, hastalık ödemeleri (rapor parası), sakatlık, gazilik ve malulen emeklilik aylıkları ve karşılıksız burs ve bağışlar olarak ayrı gruplar halinde belirtmeleri istenmektedir. Ayrıca yardımlar, nafaka, gayrimenkul geliri, menkul kıymet geliri ve evde üretilip tüketilen tarımsal ürünlerin toplam değeri de, fertlere tek tek sorulmayıp hane bazında sorulmaktadır. Böylece hanenin toplam gelirinin hangi kaynaklardan elde edildiği hesaplanabilmektedir.
Çalışmamız açısından hanehalkı toplam gelirinin kaynakları 9 gruba bölünmüş ve bu grupların gelirin ne kadarını oluşturdukları hesaplanmıştır (Tablo 2). Buna göre, ücret geliri toplam gelirin %45,38’ini oluşturmaktadır. Gelir eşitsizliğinin kaynağını saptamanın bir diğer yolu ise, bu gelir türlerinin, toplam gelirin eşitsiz dağılımı içindeki paylarının hesaplanmasıdır. Bu hesaplamanın sonucu Tablo 3’te gösterilmiştir.
Tablo 2 ile Tablo 3’teki payların karşılaştırılması, gelir eşitsizliğinin nereden kaynaklandığına dair önemli bir veri sunmaktadır. Müteşebbis geliri toplam gelirin %12,67’sini oluşturmasına rağmen, gelir dağılımı eşitsizliğinin içinde %36,53’lük bir paya sahiptir. Menkul geliri toplam gelirin %1,66’sını oluşturmasına rağmen gelir eşitsizliğinin %17,41’ine sebep olmaktadır. Kira gelirleri toplam gelirin %2,04’ünü oluştururken, gelir eşitsizliğinin %4,43’üne neden olmaktadır.  Müteşebbis geliri, gayrimenkul geliri ve menkul gelirinin toplumun en zengin kısmının elinde toplandığı ve bu nedenle eşitsizliği arttırdığı ortadadır.
Diğer gelir türleri (ücret geliri, emeklilik, işsizlik, yardımlar vs.) ücret içindeki toplam paylarına nazaran, gelir eşitsizliğine daha az katkıda bulunmaktadır.  Ayrıca, tahminlerle uygun olarak, sosyal yardımların gelir eşitsizliği üzerinde küçük de olsa negatif bir etkisi vardır.
  1. Karşılanamayan İhtiyaçlar
Yaşamsal ihtiyaçların karşılanması söz konusu olduğunda, TÜİK GYKA önemli veriler sunmaktadır. Salgın sırasında sosyal güvenlik ve sağlığa erişimin ne kadar önemli bir sorun olduğu göz önüne alınırsa, salgın öncesi veriler bize insanların ne koşullarda salgın sürecine girdikleri hakkında fikir vermektedir. GYKA sorularına verilen yanıtlara göre, katılımcılardan bir yerde çalıştığını belirten kişilerden %31,8’i bir sosyal güvenlik kuruluşuna kayıtlı olmadığını belirtmiştir.
Ankete katılan fertlerin (15 yaş ve üzeri) %35,2’si kronik hastalığı olduğunu belirtmiştir. Sağlık hizmetlerine erişim konusunda, “ferdin son 12 ay içinde, tıbbi muayene veya tedavi ihtiyacı olduğu halde doktora başvuramama durumu olup olmadığı sorusuna katılımcıların %7,78’i “evet” cevabını vermiştir.
Bu soruya “evet” cevabı verenlerin nedenleri şu şekildedir:
  • Ödeme güçlüğü (çok pahalı olması ya da sigorta fonu tarafından karşılanmaması): %34
  • Rahatsızlığın kendi kendine geçmesini beklemesi: %25
  • İş, çocuk ya da bakmakla yükümlü olduğu diğer kişilerden dolayı zaman bulamama: %18
  • Randevu süresinin çok geç tarihte verilmesi: %10
  • Sağlık kuruluşunun uzak olması / ulaşım imkanının olmaması: %6
  • Ameliyat / tedavi korkusu: %4
  • İyi bir doktor veya uzman tanımaması: %2
Bu cevaplardan anlaşıldığı üzere nüfusun yaklaşık %8’i ihtiyacı olduğu halde doktora gidemediğini belirtmiştir. Bu insanların da üçte biri paraları olmadığı için doktora başvuramadıklarını belirtmektedir.
Burada, TÜİK’in soruyu yanlış biçimlendirdiği görülmektedir. “İhtiyacı olduğu halde doktora BAŞVURAMAMA durumu”na bir neden olarak “rahatsızlığın kendi kendine geçmesini beklemesi” cevabı, uygun bir seçenek değildir. Rahatsızlığının kendi kendine geçmesini bekleyenlerin, beklemelerinin sebebinin muhtemelen diğer seçeneklerde bahsedilenlerden biri olduğunu tahmin etmek zor değil. TÜİK’in soruları sorarken ve olası cevapları sıralarken ankete katılanları yönlendirdiğinin düşünülmesi kaçınılmazdır.
Anket kapsamında fertlere maddi yoksunlukla ilgili sorular sorulmuştur. Bu sorulardan seçilenler ve “hayır” yanıtı verenlerin oranı Tablo 4’de gösterilmektedir.
Görüldüğü gibi, katılımcıların %12’si eskimiş kıyafetlerinin yerine yenisini alamamakta, %10’unun iki çift ayakkabısı bulunmamaktadır. Dışarıda yemek yiyemeyen, sosyal bir faaliyete katılamayan katılımcıların oranı da oldukça yüksektir.
Burada yine, TÜİK’in cevap şıklarında “maddi yetersizlik nedeniyle hayır” cevabı yanında “diğer nedenlerle hayır” seçeneği sunduğu görülüyor. “Eskimiş giysilerinizin yerine yeni giysiler alabilir misiniz?” ya da “Biri günlük kullanıma uygun olmak üzere düzgün iki çift ayakkabınız var mı?” sorularına neden “maddi nedenler dışında hayır” denebileceğini anlamakta zorlanıyoruz. İnsanlara hem eskimiş giysilerini değiştirme olanaklarının olup olmadığını sorup hem de maddi olanaksızlığını dile getirmek istemeyen insanlara bir kaçış yolu sunulmakta, böylece maddi yoksunluğun göstergeleri azaltılmış olmaktadır.
Hanehalklarına ekonomik soruları ile ilgili olarak sorulan sorulara verilen yanıtlara bakıldığında ise hanehalklarının yaklaşık %20’sinin faturalarını ödeyemediği, %16’sının da kredi kartı ve diğer borçlarını ödeyemediği görülmektedir (Tablo 5). Hanehalklarının üçte biri gerekli harcamaların yapılamadığını, %65’lik kısım ise oturduğu konut için gerekli harcamaları yapmakta zorlandığını belirtmektedir.
Hanehalklarının %30’unda hafta 2 kez et, tavuk veya balık tüketilemediği görülmektedir. Hanehalklarının yarısından fazlası (%54) ailecek yılda bir haftalık bir tatili karşılayabilecek durumda değildir. %17’lik bir kısım ise, evlerini yeterince ısıtamadıklarını belirtmiştir.

Gelirin ısınma ve beslenmeye yetmemesi, fatura ve borçların ödenememesi yanında, yaşanan konutlarda da hanehalkı sağlığını ilgilendiren sorunlar yaygındır. Konutların üçte birinde sızdıran çatı, nemli duvar ve çürümüş pencere sorunları mevcuttur (Tablo 6). Bu gibi sorunların halk sağlığı açısından ciddi olumsuz durumlar yaratması öngörülebilir.
  1. Sonuç
Yeni koronavirüs salgını dünyada ve Türkiye’de emekçi sınıfları oldukça ciddi bir hayatta kalma mücadelesi içine sokmuştur. Salgın nedeniyle üretimin durduğu sektörlerde çalışanlar gelirlerini kaybederken, çalışmaya devam edenlerin de kendilerinin ve ailelerinin sağlıkları tehlike altındadır. Türkiye’de salgının nasıl kontrol edileceği ve insanların bu süreçte gelirleri azalırken kendilerini nasıl koruyacakları sorusu, sosyal devlet olma özelliğini oldukça uzun zamandır yitirmiş olan devlet tarafından cevaplanmadığı için, insanlar alabildikleri kadar önlem alarak kendilerini ve ailelerini korumaya çalışmaktadır. Devlet, insanlara kendi önlemlerini almalarını ve “evde kal”malarını öğütlemektedir.
Salgının başlamasından sonraki sürece ait veriler henüz oldukça az olmakla birlikte, salgının başlamasından önce Türkiye’de hanehalklarının ne şekilde yaşadıklarına dair mevcut bilgiler, insanların “hane” içinde salgından korunabilme olanaklarının kısıtlılığını göstermektedir. Gelir eşitsizliği oldukça önemli bir sorundur. Ücret gelirlerine ve transfer ödemeleri ve yardımlara bağlı olarak yaşayanların, kısaca toplumun ezici çoğunluğunun, gelir eşitsizliğinden etkilendikleri görülmektedir. Bu nüfus kesiminin gelirlerinin salgın sırasında daha da azalması beklenmelidir.
Salgından önce, bir yerde çalıştığını beyan edenlerin üçte birinin sağlık güvencesi olmadığı görülmektedir. Sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda bir “maliyet” unsuru olarak görülen çalışanlar, sosyal güvenliksiz çalışmaya zorlanmaktadır. Salgın esnasında üretimin bazı sektörlerde durması ve istihdamın azalması sonucunda, bu nüfus kesiminin önemli bir kesiminin gelirini tamamen kaybetmesi gerçekçi bir tahmindir. Ayrıca, salgından sonra devlet tarafından bir “çözüm” olarak ortaya konan kısa çalışma ödeneği uygulaması da, halihazırda sosyal güvencesi olan şanslı kesimin gelirlerinin önemli bir kısmını yitirmeleri demektir. Bu uygulama devletin de çalışanları sermaye üzerinde bir yük olarak gördüğünü göstermektedir.
Salgın öncesinde de sağlık hizmetlerinden faydalanamayan, temel ihtiyaçlarını karşılayamayan, iyi beslenemeyen, iyi giyinemeyen ve sağlıklı konutlarda oturamayan nüfus bölümünün oldukça fazla olduğu görülmektedir. Hanehalklarının yaklaşık üçte biri, haftada iki kez et yiyemediklerini belirtmişlerdir. On kişiden biri, iki çift ayakkabısının olmadığını söylemiştir. Salgında bir yandan iyi beslenmesi, sağlığını koruması öğütlenen diğer yandan da kendi başının çaresine bakması beklenen bu nüfus kesimlerinin sağlıklarını koruyamayacakları açıktır. İnsanların beslenebilmek ve en temel ihtiyaçları olan elektrik, su, doğalgaz faturalarını ödeyebilmek için “yardımseverlerin” ve belediyelerin insafına bırakılmaları, kapitalist sistemin krizlerle nasıl başa çıkamadığının ve krizin faturasının geniş nüfus kesimlerinin ödediğinin bir göstergesidir.
Salgın, kapitalist sistemde üretimin insan ihtiyaçlarına ne kadar uzak şekilde gerçekleştirildiğini göstermiştir. Kaynak kullanımının doğru planlanması, halkın çıkarı üzerine şekillendirilmiş bir sağlık sisteminin olması ve olağanüstü durumlarda devletin tüm halk adına gerekli önlemleri alması durumunda, salgının en az zararla atlatılması mümkün olabilirdi. Küba’nın salgın deneyimi buna oldukça iyi bir örnektir.
Türkiye gibi geniş kaynaklara sahip bir ülkenin, kaynakların toplum için planlandığı bir durumda, tüm bireyleri için en iyi şartları sağlayabileceği açıktır. Toplumu var eden emekçi kesimlerin sosyal güvencesiz çalıştırılmaları, olağanüstü bir durum ortaya çıktığında ilk gözden çıkarılan olmaları, sağlık sisteminden gerektiği gibi faydalanamamaları ve elektrik, su, doğalgaz gibi en temel ihtiyaçlarını karşılayamamaları ve “yardıma muhtaç” olmaları kabul edilemez bir durumdur.
Fatma Pınar Aslan / SOL - Bilim ve Aydınlanma
Kaynaklar
OECD, (2020). Income Inequality Data, Erişim Tarihi: 18.05.2020 https://data.oecd.org/inequality/income-inequality.htm
TÜİK, (2019). GYKA 2018 Mikro Verisi (Bu çalışma için TÜİK’ten alınarak kullanılmıştır.)
Katkılar
Erhan Nalçacı
Fatma Pınar Arslan’ın verilere dayanarak yaptığı ve hanehalkının durumunu ele alan çalışması nesnel durumu göstermesi açısından çok önemli. Bu verileri önümüzdeki yıllarda pandeminin etkilerini görmek açısından karşılaştırmalı olarak inceleme şansı verecek.
Gelir dağılımı ve gelirin kaynakları önemli ipuçları veriyor. Öte yandan bu yöntemin kısıtları çalışmanın başında verilebilir. Çoğu sermaye kesimi çeşitli yöntemlerle gelirini olduğunun çok altında gösteriyor veya saklıyor. Servete dayalı bir toplumsal eşitsizlik (üretim araç ve nesneleri, mali araçlar, gayrimenkuller vb.) istatistiğini ise devlet tutmak istemiyor.
Sosyalist Gelecek ve Planlama sürecinde hane halkının temelinde bulunan iktisadi temeli çözüleceğini önerdiğimiz için bugün hanehalkının yaşadığı bunalımı bütün boyutları ile ortaya koymak zorundayız. Bu çalışma bu yönüyle de kıymetli. Öte yandan hane içi şiddet, istismar, özgürlüklerin engellenmesi, hegemonya biçimleri, gericiliğin beslenmesi, işsizlik gibi bütün boyutlarıyla bu bunalımı ortaya koyacak bir çalışmaya ihtiyacımız var.  Belki Sonbahar sempozyumuna böyle bir ekip oluşturabiliriz.
Cevap
Türkiye’de gelir istatistikleri beyana dayalı olarak sunuluyor. GYKA ve diğer anketlerin sonuçları, kişilerin verdikleri cevapların doğruluğuna dayanıyor. Bunların dışında bir gelir istatistiği maalesef yayınlanmıyor. Bu nedenle, gelir eşitsizliğinin burada gösterilenden daha fazla olduğunu tahmin edebiliriz.
Diğer yandan, TÜİK’e ait bu veriler yetersiz olmakla birlikte, bir fikir vermesi açısından önemli. Özellikle, başka hiçbir kurum ve kuruluş, her yıl düzenli olarak ülkenin tamamında bu kadar çok sayıda fert ve haneden cevap alınan, bu kadar fazla soruyu kapsayan bir anket yapamadığı için. TÜİK GYKA verileri yıllar arasında da karşılaştırma yapılabilecek bir süreklilik arz ediyor. Bunların dışında, belediyeler, araştırma kuruluşları, sendikalar gibi birçok başka kurum da istatistik topluyor. Bu istatistikleri birlikte kullanarak, birbirleriyle karşılaştırarak daha zengin sonuçlara ulaşmak mümkün. Ancak benim de makalede yapmaya çalıştığım gibi, verilerin toplanma sürecine dair eleştirel bir bakış açısına sahip olmak gerek.
Bu veriler, hanehalklarının yaşam koşullarına dair temel düzeyde bir fikir verebilir. Sizin de belirttiğiniz gibi bu bakış açısının birçok yönden geliştirilmesi ve daha bütünlüklü bir “hanehalkı resmi” çizilmesi mümkün.

Diyanet yerli mal istemedi! - Ali Ekber Ertürk / SÖZCÜ

Diyanet’in bölgedeki merkezi olarak hizmet verecek Harput Külliyesi’nin teknik şartnamesi ortaya çıktı. Külliyenin kapısı ve bahçedeki yüzlerce ağaç için ‘ithal’ olması şartı konuldu...



Diyanet'in Elazığ'da yaptırdığı 58.7 milyon liralık külliyenin teknik şartnamesi ortaya çıktı. Harput Külliyesi'nin bahçesi için tüm ağaçların ithal olması şartı konuldu.

İşte o şartname


Teknik şartnamede, “Fotoselli kayar kapı” için mekanizmanın tamamının ithal ve Japon menşeli olması istenirken, “Otomatik cam kayar kapılar; kullanılan mekanizma menşei olan ülkeden orijinal olarak ithal edilmeli, yerli üretim parçaya sahip olmamalıdır” ifadesine yer verildi. Diyanet'in, İl Özel İdaresi üzerinden ihale ettiği Elazığ Harput Külliyesi'nin inşaatına 2018'de başlanmıştı. Külliye'nin 58.7 milyon liraya mal olması planlandı. Külliye, Diyanet'in bölgedeki merkezi konumunda hizmet verecek. Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından çıkarılan tasarruf genelgesinde yapılarda yerli malzemelerin kullanılması istenmişti. Teknik şartnameye göre Diyanet'in Külliyesi'nde kullanılacak ithal peyzaj süslemeleri ve sayıları şöyle:

İşte ithal ağaç listesi
Ali Ekber Ertürk-SÖZCÜ