8 Haziran 2020 Pazartesi

Hırsızları bırakanlar bekçileri büyütüyor - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET


Bir göz kırpıyorsun. Saniyeden küçük o boşlukta bilsen neler oluyor. Uykuya dalıyor, uyanıyorsun. Bilmediğin o karanlıkta kaç bebek doğuyor, kaç insan ölüyor. Kesin olan bir şey var: İnsan, hafızası olmadan daha kolay yönetiliyor.

Meclis önce kapandı, sonra açıldı. Kapanırken kavga vardı, açılırken de kavgayla başladı. Sahi arada ne oldu?

Kapanmak üzereyken 14 Nisan’da çıkan infaz yasasını tartışıyorduk. “Af değil” diyorlardı, bazı suçların “yatarı” azaldı, denetimli serbestlik süresi de 3 yıla çıktı. Kaç kişi hapisten çıktı hâlâ kesin olarak bilmiyoruz. Korona izniyle birlikte 90 bin mahkûm olduğu söyleniyor.

Peki, kimler tahliye oldu?

Yaralama, dolandırıcılık, hırsızlık, göçmen kaçakçılığı, insan ticareti, taksirle ölüme neden olmak gibi suçlardan hüküm giyenler. “Önce siyasiler çıksın” diyenlere “terörist” diyenler, “önce kadın satıcıları” diyerek bir yasa yapmıştı.

Cumhurbaşkanı onları şu sözlerle cezaevinden uğurladı: “Bu vatandaşlarımızın devletin ve toplumun güvenlerini boşa çıkarmayacağına inanıyorum.”

Cumhurbaşkanı serbest kalanlara güvenini ilan etti. Ama Cumhurbaşkanı’nın unuttuğu bir şey var: Türkiye’de hapishaneler, cezanın evi ama suçtan kurtulma evi değil. Örnek olsun, 18-20 yaş arası tahliye olan gençlerin yüzde 70’i iki yıl içinde tekrar hapishaneye geri dönüyor.

Yasadan sonra 3. Sayfalar

Türkiye, yasanın Resmi Gazete’de yayımlandığı 15 Nisan’dan bu yana karantinadaydı. Şartlar suç işlemeye uygun ortam yaratmıyordu. Ama gazetelerin üçüncü sayfaları “zorun gerçekleştiğini” gösteriyordu:

- İzmir’in Torbalı ilçesinde, infaz yasası ile cezaevinden tahliye olan M.I. (21), çamlık alanda tartıştığı Ü.A.’yı (44) başına taşla vurarak öldürdü.

- Konya’da emekli polis memurunu dövüp 8 bin TL parasını ve evinin anahtarlarını gasp eden iki şüpheliden biri yakalandı. Gözaltına alınan S.G.’nin 4 gün önce infaz yasasından yararlanarak cezaevinden çıktığı öğrenildi.

- Denizli Pamukkale’de baba E.K. uyuyan oğlu M.K.’yi katletti. 11 yıldır cezaevinde olan ve 10 gün önce infaz yasası ile tahliye edildiği ortaya çıkan baba yeniden tutuklandı.

- 5 yaşındaki kız çocuğu D.A.’ya cinsel saldırıda bulunduğu iddiasıyla yakalanan A.Y.’nin ikisi “çocuğa cinsel istismar” olmak üzere toplam 9 suç kaydı olduğu ortaya çıktı. Silivri Cezaevi’nden izinli çıktığı belirlenen A.Y., tutuklanarak tekrar cezaevine gönderildi.

- Ankara’da, yeni infaz yasası kapsamında cezaevinden yeni çıkan F.S., şiddet uyguladığı eşinin evi terk etmesi üzerine evde iki çocuğunu, uzun namlulu silahla rehin aldı.

- Konya’da mesaisinin ardından evine giden 21 yaşındaki hemşire A.P., iki kişi tarafından kapkaça uğradı. Şüphelilerden K.S.’nin yeni infaz yasasından faydalanarak cezaevinden çıktığı ve poliste yaklaşık 15 kaydının bulunduğu öğrenildi.

- Kendisine şiddet uyguladığı için boşandığı eski eşi M.C.K.’nin yeni infaz yasasıyla tahliye olmasına tepki gösteren Z.E., “Adam öldüreceğim diyor, bunun neyini affedeceksiniz, ölmek istiyorum” dedi.

İş işten geçti

Uzatmayayım...

Artık gazeteler üçüncü sayfa haberlerinde faillerin suç kayıtlarından bahsetse de infaz yasasıyla tahliye olduklarını hatırlatmıyor.

Ancak görünen köy de kılavuz istemiyor.

Cezaevine en çabuk geri dönen suç grubunu, kaderlerini değiştirecekleri ortamı yaratmadan serbest bıraktılar. Olağan hayat süren sıradan vatandaşın bile ekonomik darboğazda yaşadığı salgın günlerinin içine attılar. Üç gençten birinin işsiz olduğu ekonomiye, para kazanmanın başka yolunu bilmeyen gençleri ittiler.

Bu sırada tabii ki hapisteki “siyasi”lerin yanına yenileri eklendi. Bir tweet’ten insanlar hapsedildi. “Benim listem hazır, bizim aile 50 kişiyi götürür” söylemine “çok büyütülecek konu değil” dendi.

AKP’de de birileri rahatsız olmuş olacak ki tahliyeler sonrasında parti MYK’si “çıkanları takip etmeyi” tartıştı. Ama iş işten geçmişti.

Hırsızları çıkarıp bekçileri büyüttü

Ve Meclis açıldı.

Meclis’i kapatırken adli suçluları dışarı çıkarmak için muhalefetle kavga eden iktidar, 6 hafta sonra Meclis’i “asayişi sağlamaya polis yetmiyor” diye açtı. Bu kez de bekçilere polis yetkisi vermek için muhalefetle kavga etti.

İtifaiyenin önce yangın çıkarıp sonra söndürmeye gitmesi gibi. Önce “hapishanede hırsız çok” diyerek hırsızları dışarı çıkardı, sonra da “çok hırsızlık oluyor” diyerek bekçileri “polis” yaptı. Her iki yasada da olan vatandaşın özgürlüğüne oldu.

Kendisi adına politika yapılan halk, kendisi için politika yapana kadar; politika sorunları, o sorunları yaratanların sorunları çözme vaadi olmaya devam edecek.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

7 Haziran 2020 Pazar

Borcun var dediler çiftçinin desteğine el koydular: Elektrikte özelleştirme çiftçiyi aç bıraktı - BİRGÜN

Güneydoğu’daki 6 ilde çiftçiye yapılan destek ödemelerine, elektrik borcu yüzünden el konuldu. Daha önce kamuya ait olan elektrik şirketi ise 2013’ten beri İşkaya-Doğu Holding Ortak Girişim Grubu’na ait.


Güneydoğu’da 6 ilde çiftçilere verilen mazot ve gübre destekleme paralarının, salgın sürecinde bile çiftçilerin elektrik borcu bahane edilerek özel elektrik dağıtım şirketine aktarılması tepki çekiyor. CHP’li Tanal’ın önergesini cevaplayan Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, Ziraat Bankası’nı işaret etti.

Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, Güneydoğu’da GAP kapsamındaki Şanlıurfa, Mardin, Batman, Siirt, Şırnak ve Diyarbakır’da devlet tarafından yapılan mazot ve gübre desteği ödemelerinin, çiftçilerin tarımsal sulamada kullanılan elektrik enerji borçları bulunduğu gerekçesiyle 6 ile hizmet veren özel elektrik dağıtım şirketine aktarılmasıyla ilgili Ziraat Bankası’nı işaret etti.

ZİRAAT BANKASI BORÇLARINA KARŞILIK MAHSUP EDİYOR

CHP İstanbul Milletvekili Av. Mahmut Tanal’ın soru önergesine cevap veren Bakan Pakdemirli, koronavirüs salgını sürecinde 6 ilde çiftçilerin Ziraat Bankası’ndaki hesaplarına yatan tarımsal destekleme ödemelerinin, çiftçilerin özel elektrik dağıtım şirketine olan elektrik borçlarına karşılık kesildiğini aktardı.

Pakdemirli, “Tarımsal sulamaya ilişkin vadesi geldiği halde ödenmeyen işletme ve bakım ücreti veya su kullanım hizmet bedeli ile elektrik enerjisi borcu bulunan çiftçilerin borçlarının tarımsal destekleme ödemelerinden mahsuben alınmasına ilişkin 06.09.2018 tarihli ve 30527 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan tebliğ hükümleri çerçevesinde Ziraat Bankası A.Ş. Genel Müdürlüğü tarafından üreticilerin destekleme ödemelerinden borçlarına karşılık mahsup edilmektedir” diye konuştu.

borcun-var-dediler-ciftcinin-destegine-el-koydular-elektrikte-ozellestirme-ciftciyi-ac-birakti-740707-1.
Mahmut Tanal

***

Çiftçinin desteği Dicle EDAŞ’a gidiyor

Çiftçinin aldığı destek ödemelerinin elektrik borçlarına mahsup edildiği illerin elektrik dağıtımı Dicle Elektrik Dağıtım AŞ üstleniyor. Daha önce kamuya ait olan şirket 15 Mart 2013’ten beri İşkaya-Doğu Holding Ortak Girişim Grubu’na ait. Özelleştirme bedeli ise 387 milyon dolar.

***

Tarımda borçlar ödenemiyor

Çiftçi destek ödemeleriyle banka borçlarını döndürmeye çalışıyor. Üstelik kanunen milli gelirin yüzde 1’i oranında tarım desteği verilmesi gerekirken, kanunun çıktığı 2006’dan bu yana bu oran hiç tutturulmadı. Tarımda ithalatla birlikte küçük çiftçi büyük uluslararası gıda şirketleriyle rekabete zorlandı. Şimdiyse çiftçinin borçları hızla artıyor. Üstelik çiftçi borcunu ödeyemediğinde ipotek ettirdiği toprak da elinden gidiyor.

Bu bilanço Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) verilerine de yansımış durumda. 2020 yılının Nisan ayı itibariyle tarım kesiminin 5 milyar 518 milyon lira tutarında takibe düşen borcu bulunuyor. Buna karşılık bu tutar 2019’un aynı ayında 4 milyar 271 milyon lira, 2018’de 2 milyar 769 milyon lira, 2017’de ise 2 milyar 225 milyon liraydı. Çiftçilerin ödenemediği için takibe düşen banka borçları yüzde 148 oranında artmış durumda.

***

Tarım kesiminin takipteki borcu kaç milyar TL?

borcun-var-dediler-ciftcinin-destegine-el-koydular-elektrikte-ozellestirme-ciftciyi-ac-birakti-740708-1.

BİRGÜN

‘Bu kadarına da pes!’ diye diye 2023’e 3 kaldı - Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET

Bu hafta TBMM’de yaşanan “vekil düşürme” darbesi o ana kadar var olan bir gerçeği teyit etti sadece..

TBMM, uzun süredir tek adam sistemi ile bypass edilmişti zaten. Egemenliği halk adına kullanması gereken bu kurum yasama yetkisini ve bakanlıkları denetleme yetkisini kullanamaz olmuş, bir kişinin iki dudağının arasından çıkacak talimatlara göre hareket eder bir hale gelmiş durumda.

Bir kişi tak diye emrediyor, parti devleti o emri şak diye yapıyor.

Yasama ve yargı üzerindeki bu baskı, Türkiye’de siyasetin alanını herkes için fazlasıyla daralttı. Sendikalar ve sivil toplum kuruluşları gibi muhalif siyasi partiler de siyasetin dışına itilmek isteniyor.

Bu baskı rejimi adım adım kurulurken, muhalefet hata üstüne hata yapıyor.

2018’de Kılıçdaroğlu, CHP’nin milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması konusundaki duruşunu “stratejik bir adım” olarak nitelemişti. “CHP siyasi tuzağa çekilmek istendi. Biz bu tavırla siyasi tuzağı bozduk” demişti.

Aslında o “stratejik adımla”, tuzağın içine kendileri de düştü. Anayasanın 83. maddesi açıkça ortadayken CHP’li Enis Berberoğlu ile HDP’li Musa Farisoğlu ve Leyla Güven’in milletvekilliklerinin düşürülmesi bunun kanıtıdır.

Hak ihlali konusunda Anayasa Mahkemesi kararı beklenmemiş, Saray’ın talimatı uygulanmıştır.

AKP Kırıkkale Milletvekili Ramazan Can, TBMM kürsüsünde bu hukuksuzluğu savunurken, “Biz, Cumhurbaşkanımızdan ve Genel Başkanımızdan seve seve talimat alırız. Bundan şeref duyuyoruz” diyerek bu gerçeği kayıtlara da geçirdi.

Cumhurbaşkanının aynı zamanda bir siyasi partinin genel başkanı olmasının yarattığı kaos bir kez daha bu olayda görüldü.

***

Muhalefet partilerinin toplumu yakından ilgilendiren konularda verdiği hayati önergelerin nicedir reddedildiği TBMM’de çok açık ki Cumhur İttifakı geçit vermiyor! Eller iniyor, kalkıyor ama fark etmiyor; sonunda tek adam yönetimi ne derse o oluyor.

Ülkenin doğal varlıkları bir bir yağmalanırken TBMM bunu önleyemiyor.

İnsanlar açlıktan kendini yakarken TBMM çözüm oluşturamıyor.

Toplumun her kesimi adalet talebini haykırırken TBMM adaletsizliklere seyirci kalıyor.

Halkın acilen ihtiyaç duyduğu yasaların hiçbiri çıkarılamıyor.

Öyleyse Atatürk’ten tam bu noktaya parmak basan bir alıntı paylaşayım:

“Bizim çok korktuğumuz ve daima korkarak kendimizi koruyacağımız bir şey vardır ki, herhangi bir şahsın, daha ziyade herhangi bir heyetin diktatör yönetimine dönüşmesidir. Çünkü şahıslar gibi meclisler de diktatör olur. Ve Meclis’in diktatörlüğü şahısların diktatörlüğünden daha tehlikeli ve daha öldürücüdür.

“Bundan dolayı uzun süre iktidara sahip olmak için iktidarda kalan milletvekilleri yavaş yavaş kendilerini seçen milletin arzusundan, isteklerinden, duygu ve düşüncelerinden uzak kalır, arada ayrılık olur. Bir gün bakarsınız ki meclis başka türlü çalışıyor, milli istekler başkadır.” (Kaynak: Sadi BorakAtatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri, Kırmızı Beyaz Yayınları s.237)

***

Bana göre muhalefet, yasaların hiçe sayıldığı bu ortamda çoktan Meclis’ten çekilip sine-i millete dönmeliydi. Kılıçdaroğlu, “CHP sokağa çıksın istiyorlar. Bu oyuna gelmeyeceğiz” diyor. İktidarın demokratik hak arayışını “terör” olarak gösterme çabasını kabullenmek olmuyor mu bu yaklaşım?

O zaman vatandaş olarak şu soruları muhalefet partilerine sormak zorundayız:

Anayasanın ve yasaların sürekli çiğnendiği bir siyasi atmosferde toplum üzerindeki bu ağır ablukayı nasıl kaldıracaksınız?

Geçmişte AKP’nin kumpaslarına ortak olan siyasal İslamcılar ile liberallere yakınlaşmak...

Milletvekillerinin tweet atması...

Ve haftalık basın açıklamalarıyla sınırlı kalan bir muhalefetle bu başarılabilir mi?

Yıllardır “AKP iktidarının sonu geldi” diyorsunuz ama her seferinde koltuklarına yapışmak için bir yol, bir usulsüzlük icat ediyorlar.

“Bu kadarına da pes...” diye diye 2023’e 3 kaldı!

Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET

6 Haziran 2020 Cumartesi

Önce yerini belirlersin…- Aydemir Güler / SOL

Tarihin içinden süzülüp gelen birikim diyor ki, kapitalizm bugünkü düğümlenmeden bir şey olmamış gibi çıkamaz. Bu kadar yoğun birikimler, köklü değişimlere açılmak zorundadır. Özet olarak mücadelelerin sonucu bugün son derece köklü bir değişim anlamına gelecek. Gelmek zorunda. Tarih bilimi bunu açıkça söylüyor.


Kapitalizmin bu krizin ardından ne yöne gideceği sorusunu tartışıyoruz. Herkes tartışıyor.

Dahası, herkes ister istemez kapitalizmin kazanacağı yön üzerinde bir etkide bulunuyor. Kimileri şu veya bu safta kıyasıya mücadelelerle, kimileri vurdumduymazlıkları, umutsuzlukları, hareketsizlikleriyle…

Bir süreliğine insanlığın rotasını belirleyecek olan sonuç bu etkilerin bir sentezi olacak.

***

Bakın; yerimizi belirlemeye ilişkin birinci maddemiz bu bakış açısıdır. Sonuç bilinçli ve bilinçsiz mücadelelerin, harekete geçenlerin oluşturacağı enerji ile harekete geçmeyenlerin o enerjiyi soğurma kapasitesinin bir ürünü olarak şekillenecek.

Yani sonuç bir kutsal kitapta veya pozitif bilimlerin üstünde yükselen bir çalışmada önceden yazılı olmayacak.
Kuşkusuz kitaplar yazılacak, tezler öne sürülecek, çok eskilerde yazılmış olanlar miting kürsülerine taşınmaya devam edilecek; ama işin yazıyla ve sözle ilgili olan boyutu, dönüp dolaşıp az önce formüle etmeye çalıştığım bakış açısına eklemlenecek. Bu sözler ve yazılar da mücadelelerin, etkileşimlerin bir parçası olacak. Bu nedenle çok ama çok önemliler. Şaka değil; geleceği belirleyen milyonlarca faktörden bir tanesi de birimizin ağzından veya klavyesinden çıkan vurgu olacak.

Demek ki, aydınım, ilericiyim, insanlığın iyiliğini istiyorum diyenlerin sorumluluğu büyük. Her zaman büyük, ama şimdi ilgili herkes ciddi olsun!

***

İkinci olarak, kimse yaptıklarının boş bir gezegende yapılacağını, yazdıklarının boş bir kâğıda yazılacağını sanmasın. Öncesinde boşluk olması tanrılara vergidir.

Biz, yani bu krizin içinde devinen insanlar tarihin akışının bir düğümlenme noktasındayız. Tarih geçmişten bugüne gelen bir yöne sahip.

Konumuzla ilgili olarak tarihin içinden süzülüp gelen birikim diyor ki, kapitalizm bugünkü düğümlenmeden bir şey olmamış gibi çıkamaz. Bu kadar yoğun birikimler, köklü değişimlere açılmak zorundadır. Özet olarak mücadelelerin sonucu bugün son derece köklü bir değişim anlamına gelecek. Gelmek zorunda. Tarih bilimi bunu açıkça söylüyor.

***

Kapitalizmin ne yöne gideceğini tartışıyoruz. Hedefler ve niyetler bu tartışmalara ve mücadelelere içkindir.
Büyük bir toplumsal ağırlık kapitalizmin yıkılması yönünde ortaya çıkarsa kapitalizm yıkılır! O toplumsal ağırlık kapitalizmin yerine nasıl bir düzen inşa edeceğini bilen bir önderlikle donanmışsa yerine yeni bir sosyalizm kurulur! Böyle bir ağırlık oluşmaz da, ortaya çıkacak olan sentez kapitalizmin yıkılmazlığını veri alırsa, yine birtakım değişiklikler olacaktır kuşkusuz, ama ne derece köklü olacakları bilinmez. Dünyanın belli başlı ülkelerinin faşizmle değilse bile faşistlerce yönetilmesi de bir değişimdir…

***

Kapitalizmin on yılı aşkın süredir büyük bir kriz yaşadığını görüyoruz. Teğet geçmesi denilen olgunun bir kısmı yalan. Gerçek olan kısmı ise, önüne beyhude baraj kurulan krizin yığılarak çok daha yıkıcı bir enerji biriktirmesini gizliyor. Teğet geçmek, daha şiddetli patlama adına günü kurtarmaktır.

Boş kâğıda yazamayız. ABD emperyalizminin Ortadoğu maceralarının sistemin bütününü saran kriz dinamiklerini, merkezden çevreye ittirmesi anlamına geldiği bugün bütün açıklığıyla ortadadır. Amerika Birleşik Devletleri’nde olup biteni bir işçi sınıfı ayaklanması olarak niteleyen oralı komünistler haklı görünüyor. Siyah direnişinin çekirdeğindeki emekçi karakter görünür hale geliyor.

Ne boş kâğıdı! O kadar çok alamet belirdi ki! Emperyalist kapitalist sistemin merkez üsleri daha korunaklıydılar. Şimdi bu doğru eskimiş bulunuyor.

ABD toplumundaki sarsılma ve çözülme ciddi bir altüst oluştur. Bu deprem söz konusu ülkenin emperyalist sistemin tepesinden daha alt bir kata basitçe ve sulh içinde inmesiyle sonuçlanamaz. ABD sarsıldıkça bütün sistem altüst olur. Dünya kapitalizminin sağlam kalelerinden ve zayıf halkalarından söz etmeye devam edeceğiz belki. Ama hem bu kavramların gönderme yaptığı coğrafyalar değişecek, hem de ertelene ötelene büyüyen o yıkıcı enerji hızlı değişimlere neden olacak.

***

Bir yandan da, mücadelelerin parçası olarak tartışacağız.

Önce yerimizi belirleyeceğiz. Kapitalizmin sömürücü karakterinin kriz merceğinden geçerek her zamankinden farklı biçimde çıplak, çırılçıplak hale gelmesi devrimcilerin görüşlerini yaymaları için olanakları genişletir. Ama ister genişletsin ister genişletmesin, komünizm, kapitalizmin kökten ve devrimci biçimde yıkılmasını hedefleyen akımdır. Krizin bir sonraki momentinde, bu sistemin düzeltilmesiyle yetinme fikri ağır basarsa komünistlerin konumu değişmeyecektir. Biz enerjimizi, aklımızı, her şeyimizi kendi ülkemizde ve bütün dünyada kapitalizmin adlı adınca devrilmesine adarız.

Önce yerimizi belirlemişizdir…

Yerimizi betimlerken en sık gönderme yaptığımız örneğin Büyük Oktobr Devrimi olması normal. Düzeltelim mi devirelim mi, hangisi daha olanaklı, daha akılcı… bu tartışmada Lenin yerine belirlemiş ve bugün geçerliliğini koruyan sözler söylemiş… Üstelik bugünün komünizmi Ekim Devrimi sayesinde, oradan aldığı enerjiyle varlık kazanmış…

Ama her büyük devrimci dönüşüm bir diğerini çağrıştırıyor ve aynı tartışmalar yineleniyor. Bakmaya devam edince bugün bizdeki ve dünyadaki tartışmanın bir benzerinin iki yüz yıl önce Fransa’da da yaşandığını görüyoruz. Devrim safından biri, Sièyes o gün açık söylemiş: “Hayır, demiş, tarafları uzlaştırmaya uğraşmanın zamanı değil. Ezilenin enerjisi ile ezenlerin öfkesi arasında nasıl bir anlaşma sağlanacağını umabiliriz ki?”

Eski devrimciler bize önce yerinizi belirleyin diyorlar…

Aydemir Güler / SOL

Şehit Meclis! - Orhan Gökdemir / SOL

Laik Cumhuriyet yıkılınca Meclis de yıkıldı. Enkaz kaldırma çalışması yapıyorlar şimdi, alan temizliyorlar. Bitince ortalıkta sadece Beştepe’deki saray kalacak. Uzun, ikinci istibdat dönemindeyiz…

Seçilmesinin ardından Leyla Zana'nın Kürtçe yemin etmesini vesile yapmışlardı. Dava açtılar, gözaltı kararı verdiler. Zana, Dicle ve Doğan, "milletvekili dokunulmazlığı" nedeniyle haklarında işlem yapılamayacağını savunarak TBMM'de ayrılmamaya karar verdi. Polis, 4 Mart 1994'da Meclise girip DEP'lileri zor kullanarak gözaltına aldı. Nokta’da “4 Mart Darbesi” tabir etmiştik. Galiba dergideki ilk haberimdi. O vesileyle hatırlıyorum.

Mecliste yaka paça gözaltına alınan DEP'liler bir süre sonra tutuklanarak Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'ne konuldu. Anayasa Mahkemesi de bu olayın ardından, DEP'i kapattı. Tabii o zamanlar “askeri vesayet” vardı, partiler kapatılabiliyordu.

Çok şükür AKP ile askeri vesayet yıkıldı, parti kapatma yasaklandı. Şimdi kapatmıyorlar ama kapatmaktan beter ediyorlar. Sadece son üç yılda 14 vekil düşürülmüş. Ortalıkta kayyum atanmamış, derdest edilip içeri tıkılmamış belediye başkanı bırakmadılar. Binlerce partili tutuklu. Parti örgütleri hemen her gün saldırıya uğruyor. Ama kapatmak yasak!

Gerçi “Cumhurbaşkanlığı Sistemi”nden sonra bir önemi kalmadı, meclis bütünüyle işlevsizleştirildi ama olsun. Demokrasi mücadelesinden vazgeçmemek gerek... Aksi taktirde Mecliste ne mücadelesi verilebilir ki?

Laik Cumhuriyet yıkılınca Meclis de yıkıldı. Enkaz kaldırma çalışması yapıyorlar şimdi, alan temizliyorlar. Bitince ortalıkta sadece Beştepe’deki saray kalacak. Uzun, ikinci istibdat dönemindeyiz…

***

İstibdatlardan birincisinin de bir “anayasa” ve “meclis” tartışması ile başlaması tarihin cilvelerindendir. Kurulması ile kaldırılması bir oldu. Özgürlük umanlar kendisini tuhaf bir esaretin içinde buldu.     

1876 Kanun-u Esasi’si monarşiyi ortadan kaldırmıyordu ama buna karşılık kişi hak ve hürriyetlerini de güvence altına almaya çalışıyordu. Anayasa ile birincisi üyeleri halk tarafından seçilen Heyet-i Mebusan, ikincisi de üyeleri padişah tarafından atanan Heyet-i Ayan olmak üzere iki meclisli bir parlamento oluşturulacaktı. Her iki meclisçe kabul edilen kanunların padişah tarafından onaylanması gerekiyordu. Ayrıca padişahın kanunları veto etme ve parlamentoyu feshetme yetkisi vardı. Yürütmenin başı oydu, sadrazamı ve bakanları bizzat seçecekti, ordu ona bağlıydı. Özetle, tıpkı bugün olduğu gibi görünüşte bir meclis ve bir anayasa var olmasına rağmen padişah kendi çalıp kendi oynamayı sürdürecekti.

Kanun-u Esasi, anayasal düzenden taraf olduğuna inanıldığı için tahta çıkarılan II. Abdülhamit tarafından ilân edildi. Ortalıkta bir anayasa vardı var olmasına ama ferman hala padişahındı. Anayasa ile geniş yetkilerle donatılan ve halifelik sıfatı bulunan padişah, tıpkı bugün olduğu gibi mutlak bir sorumsuzluğa sahipti.

Bu gelişmeler sırasında Osmanlı-Rus harbi çıktı. Abdülhamit harbi bahane ederek Meclisi feshetti. Anayasayı rafa kaldırdı. Ayak sürüyerek kabul ettirdiği maddeye dayanarak anayasanın mimarı Mithat Paşayı sürgüne gönderdi ve orada öldürttü. Ardından 30 yıl süren bir baskı rejimi kurdu. Anayasayı kaldırdığı raftan indirmeye hiç yanaşmadı ama vekillere maaşlarını ödemeye devam etti. Kurduğu hafiye örgütüyle ses çıkaranı ezdi. 1908’de alaşağı edilene kadar böyle sürdü her şey.

Resneli Niyazi adındaki genç bir subay canına tak edince yanında dört yüz kişiyle dağa çıktı. Bunu duyan Hamit’in dizlerinin bağı çözüldü. Abdülhamit alaşağı edildi, 1876 Anayasası raftan indirildi. Ekler yapıldı, padişahın yetkileri sınırlandırıldı, Meclisin gücü arttırıldı. Meclis ve Anayasa geri gelmişti.

Fakat İttihatçılar, padişahsız bir rejim kurmayı hayal etmemişlerdi. Abdülhamit’i indirdiler, Mehmet Reşat’ı bindirdiler. Binenin bir kukla olduğundan emin olunca aldıkları yetkileri geri verdiler. İkinci Anayasa ve Meclis de o hayhuy içinde kaybolup gitti.

Kurtuluş Savaşı’nın gölgesinde kurulan Yeni Meclis Laik Cumhuriyet ilan etti. Anayasalı ve Meclisli yeni bir dönemin başlangıcıdır.

Sonra 12 Eylül’de generaller gelip kısmi bir yıkım gerçekleştirdi. AKP son darbeyi vurup arta kalanları tamamen ortadan kaldırdı.

1923, 1908, 1876…12 Eylül 1980’den beri zamanda geriye doğru yolculuk yapıp duruyor ülke. Her adımında biraz daha geriye gidip, oradan kahramanlar, kurtarıcılar devşirmeye çalışıyor. Abdülmecit aziz, Abdülhamit mehdi, Sultan Selim ahir zaman peygamberi…

Şimdi cumhuriyetin ve meşrutiyetin gerisindeyiz. Meclis feshedildi. Anayasa rafta. Yetkileri Abdülhamit’ten fazla olan bir nev-zuhur sultanımız var. Üstelik her adımda daha fazlasını istiyor.

***

Bunlarla birlikte Meclis’in “milli iradeyi temsil ettiği” efsanesi çok trajik bir biçimde sona eriyor. Parti başkanları atamayla geliyor, seçimler hileli, oy hesabıyla alındığı iddia edilen kararlar şike kokuyor. Yargısı, yasaması yürütmenin emrinde. Büyü bozuldu. Lenin’in öngördüğü gibi burjuvazinin kocaman bir ahırı var artık. Ara sıra birini kulağından tutup ahırdan dışarı atıyorlar. Ahırdakiler atılmadıkları için kendilerini şanslı sayıyor. “Demokrasi mücadelesi” için imkân buluyor. Kısaca parlamenter sistemdir, çürüyor ve parçalanıyor.

Eskiden “kuvvetler ayrılığı” deniyordu, denetimi öngörüyordu. Sosyalizm çözülüp, sınıf güçsüzleşince ihtiyaçları kalmadı. Ayrıca ayrı olsa ne olmasa ne? Meclis gibi mahkemeler de sonuçta bir iktidar organı. Mahkemeler vekilleri tutup içeri atabiliyorsa bunu iktidarın bir parçası olmasına borçludur, demek istiyoruz. Bunu asla unutmuyoruz.

***

İşçi hareketi, bu sistemin çürüdüğünü çok erken fark etmişti, yerine Komünü ve Sovyetleri koydu. Marx, “Komün, parlamenter bir örgüt değil, aynı zamanda hem yürütmeci hem de yasamacı, hareketli bir gövde olmak zorundaydı” diye tarif ediyor bunu. Sovyetler de esinini Komünden almıştı. İkisi de sonuçta birer “diktatörlük”tü ama proletaryanın diktatörlüğüydü. Bugün daha net görüyoruz, parlamenter sistem de bir diktatörlüktür ama burjuvazinin diktatörlüğüdür. Demek ki her sınıf “seçimini” kendi usulünce yapar. Demek ki seçimimiz açık diktatörlükler arasındadır!

***

Hatırlayacaksınız, 15 Temmuz şeyinde darbeye kalkışanlar Meclisi de bombaladı arada. İlginç olan şu ki poliste, askerde, her yerde örgütlenen bu çete bir tek mecliste örgütlenmeyi akıl edememişti! Belki işlevini tamamladığını fark etmişlerdi, kim bilebilir? O eylemden dolayı “gazi” ilan ettiler meclisi. Halbuki tarihi ortada, Laik Cumhuriyeti ilan etmiş bir meclisi gazi ilan ettiniz mi onu “şehit” etmiş olursunuz. Şehit ettiler elbirliğiyle. Şehit ederken üye sayısını ve maaşlarını arttırdılar. Vekillik en boş beleş işlerden biri artık. Abdülhamit’ten Abdülrecep’e Meclisin kısa tarihidir.

1923, 1908, 1876…12 Eylül 1980’den beri zamanda geriye doğru yolculuk yapıp duruyor ülke. Yalnız unutulmamalı, geriye gitmek mümkünse, ileriye gitmek, geleceğe sıçramak ta mümkündür. Çürüyen, eskiyen, düşen her şeyi kaldırıp atmanın tek yoludur bu. Devrimdir, halktan başka dayanacak hiçbir kuvvetin kalmadığı şartların getirisidir.

Orhan Gökdemir / SOL

5 Haziran 2020 Cuma

Ankara – İstanbul / Serdal Bahçe - SOL

Bu ülkenin, hangi renkten olursa olsun, sağcıları Ankara’ya bir türlü ısınamadılar. İslamcılar için güdük de olsa burjuva devriminin modernist ve sekülarist damarının temaşaya çıkmış hali olduğu için makbul değildi; Osmanlıcılıktan dolayı her daim İstanbul’u özlediler.


Eğer Adana tarafından geliyorsanız Pozantı’ya kadar Torosların derin yeşilliği ve muhteşem doğası içinde yolculuk edersiniz. Otobüs sanki Karacaoğlan’ın gizli diyarına yolculuk eder gibi gelir. Pozantı’dan sonra ise manzara-i umumiye kökten değişir. Oradan Ankara’ya kadar sanki Terra üstünde değil de Merkür’de seyahat ediyorsunuz izlenimi doğuran boz ile kahverengi karışımı bir ıssızlık içinde ilerlersiniz. Manzara hep aynıdır, birkaç kasaba ve kent merkezi dışında. Aslında kasabalar ve kentler bile manzaradan ayırt edilemez durumdadırlar. Onlar da inadına gridir. Eğer Bursa tarafından geliyorsanız Bozüyük’e kadar muazzam bir yeşillik içinde bir tür Anadolu safarisi yaşarsınız, ancak Bozüyük’den sonra sanki bir doğal afet alanına girmiş gibi olursunuz. Yeşillik biter, bu defa karaya çalan bir kahverengi-boz karşımı bir arka plana katlanmak zorunda kalırsınız. Giderek güzelleşen Eskişehir bile bozamaz tekdüzeliği. Eğer Kuzeyden ya da Kuzeydoğudan yanaşıyorsanız Ankara’ya doğa aynı görünümü sunacaktır. Örneğin Ankara ile Sivas arası sanki nükleer felakete kurban gitmiş bir coğrafya izlenimi uyandırır. Issızlık, ıssızlık, yine ıssızlık. Afyon tarafından Ankara’ya yapılacak bir seyahat de aynı hissi uyandıracaktır açıkçası. Grilik, boza çalan kahverengi, sürekli aynı görüntü; sanki post-apokaliptik bir dünyadan geçmektesiniz hissi. Siyaseten ve tarihsel olarak önemli bir yere gittiğinize dair pek bir emare yoktur.

Yakup Kadri'nin Ankara’sı çok büyük bir romandır. Romanın kahramanı İstanbullu Selma Ankara’ya Milli Mücadele zamanında gelir, gelmek zorunda kalır. Çünkü Ulusal  Kurtuluşçular akın akın Ankara’ya gelmektedirler. Kocası gelince o da gelir ancak geldiğine hiç memnun olmaz. Bugüne kadar hiçbir İstanbulllu ya da İzmirlinin Ankara’ya ısındığını görmedim; anlaşılan o vakit de öyleymiş. Bir yerde Selma Ankara’ya bakar:

“Selma Hanım, bunları düşünürken, gözleri, oturduğu yerden, Ankara’nın keskin ve yalçın profiline ilişti ve tatlı bir tahayyül esnasında birdenbire acı, katı bir realite ile karşılaşan bir kimse gibi yüreği burkuldu. Bir çölün ortasında bir kaya parçasından hiçbir farkı olmayan bu şehrin manzarasında acayip bir tesir, insanı kendine çeken sert bir cazibe vardı.”1

Vardı, bu acayip tesir ve sert cazibe, tüm budamalara ve tüm iğdiş etmelere rağmen hâlâ vardır. Garip bir şehirdir Ankara, sert ceviz gibidir. Kırmak gerekir içine nüfuz edebilmek için. Bu satırların yazarının doğduğu değil ama doyduğu yerdir. Dolayısıyla memleketidir. Ankara’yı çepeçevre sarmalayan ve bir nebze içine de sızan çorak grilik ve kahverengilik elbette ki ürkütür onu da herkes gibi. Ancak soğutamaz onu hiçbir şey bu garip, yalçın kaya gibi duran ve bir devrimin kalbi olan kentten.

Özellikle AKP'li belediyelerin dönemlerinde iyice budanmış ve iğdiş edilmiştir. Hatta bu çözülme ve erime Özallı yıllara kadar bile geri götürülebilir. Güdük de olsa burjuva moderinizasyon sürecinin bir ürünü olan Ankara’dan geriye pek de bir şey kalmış sayılmaz bugünlerde. Hani Hasan Hüseyin’in mısralarına konu olan (ve Grup Yorum tarafından bestelenen) şu ünlü Güvenpark’daki yamru yumru ve kara taştan anıt var ya, işte o hâlâ var ancak artık Güvenpark yok. Güvenpark artık dolmuş duraklarından müteakip bir garip alandır. Kızılay mı? O ise artık fast foodcular, simitçiler, sürücü kursları ve diğer garabetler tarafından ele geçirilmiş anlamsız bir mekandır. Ulus, yani Burjuva Cumhuriyet’in asli doğum yeri artık işportacıların egemenliğindeki bir keşmekeştir. Ancak tüm bu bozulmaya karşın hâlâ bu garip kent Selma Hanım’ı tesiri altına alan acayip tesire ve sert cazibeye sahip hâlâ.

Bu ülkenin, hangi renkten olursa olsun, sağcıları Ankara’ya bir türlü ısınamadılar. İslamcılar için güdük de olsa burjuva devriminin modernist ve sekülarist damarının temaşaya çıkmış hali olduğu için makbul değildi; Osmanlıcılıktan dolayı her daim İstanbul’u özlediler. Liboşlar için ise devletin ceberut suretinin ve mutlak gücünün Akropolis’iydi, sermayenin fink attığı ve dokusunu sürekli bozarak yaşanmaz hale getirdiği İstanbul’a kaçtılar hep. Parayı bulanlar, ünü yakalayanlar, medyatik olanlar, biraz tecrübelenenler, ekserisi İstanbul’a kaçtılar. Ankara’yı sevmediler, sevemediler. Kafayı dış görünüşüne, griliğine ve soğukluğuna taktılar.

Belki Ankara’yı sevmemelerinin, sevememelerinin başka sebepleri de vardı. Örneğin Osmanlıcılıklarını artık hiç gizlemeyen, üstelik tarihi deforme ederek garip mitler yaratan İslamcılar Ankara Savaşı'na kızmış olabilir mi acaba? Öyle ya, 1402’de Ankara yakınında yendi Timuriler Yıldırım olan Bayezid’in ordularını. Yıldırım olan Bayezid mi? İngilizcede “underrated” diye bir kavram varır, küçük görmek, yok saymak anlamına gelir. İşte Yıldırım olan Bayezid sağcı Türk-İslamcı tarihçiler için hep “underrated” bir durumdadır. Neden mi? Çünkü yenilmiş bir padişahtır. Oysa aynı Bayezid Ankara Savaşı'ndan sadece 6 yıl önce bazı Batılı tarihçilerin deyimiyle mini bir dünya savaşını kazanmıştı, Niğbolu’da neredeyse tüm Avrupalı milletlerden oluşan bir orduyu müthiş bir askeri taktikle hem de çok kısa bir sürede yerle yeksan etmişti.

Serdal Bahçe / SOL

  • 1.Yakup Kadri Karaosmanoğlu (1987), Ankara, İletişim, s. 44.

Korona krizinde farklılaşan ülkeler - Korkut Boratav / SOL

İki farklı 'baz'a göre Ocak-Mart 2020 Türkiye millî gelir hareketlerinin özeti: On iki ay öncesi ile karşılaştırılırsa GSYH yüzde 4,5 oranında büyümüştür. Üç ay öncesi ile karşılaştırılırsa GSYH yüzde 15,5 oranında küçülmüştür.



İki farklı 'baz'a göre Ocak-Mart 2020 Türkiye millî gelir hareketlerinin özeti: On iki ay öncesi ile karşılaştırılırsa GSYH yüzde 4,5 oranında büyümüştür. Üç ay öncesi ile karşılaştırılırsa GSYH yüzde 15,5 oranında küçülmüştür.Korona salgınının ekonomik krize dönüşmesinin istatistik sonuçları yayımlanmaya başladı. Millî gelir (GSYH) bulgularının Ocak-Mart 2020 döneminde ülkeler-arası farklılaşması dikkat çekiyor. Salgına ilişkin ülke verileri de günlük olarak yayımlanıyor.

Ekonomilere, salgına ilişkin istatistiklere birlikte göz  atıyorum. Bazı tespitlerimi okurlarımla kuşbakışı paylaşmak istedim.

Ocak-Mart 2020: Ülkelerin küçülme, büyüme oranları:

Salgının ekonomileri küçülten, yavaşlatan  ilk etkisi, doğrudan hastalıktan kaynaklanmadı. Karantina / kapanma kararları belirleyici oldu. Bu kararlar üretim ve talep düzeylerini aşağı çekti. Millî gelirler  bu iki kanaldan baskı altına girdi.

Hastalığın çıkması →siyasal iktidarlarca algılanması → karantina/kapanma kararları ülkeler arasında eş-zamanlı seyretmedi.  Ülkelerin büyüme / küçülme oranlarının seyri, üçüncü aşamanın tarihi ile ilgilidir.

Salgının Çin’de kesinleşmesi, Ocak’tan itibaren dünya ekonomisini   durgunlaşma doğrultusunda etkilemeye esasen başlamıştı. Sonrasında ülkeler ikiye ayrıldı.

Koronavirüsün erken girdiği ve önlemleri Ocak-Şubat aylarında  başlatan ekonomiler 2020’nin  ilk üç ayında inişe geçti. Karantina / kapanma uygulamalarının süresi, yaygınlığı, derecesi bu tempoyu ayrıca etkiledi. Bu gruba giren büyük ekonomilerde yılın ilk üç ayında gerçekleşen GSYH değişim oranları (on iki ay öncesine göre yüzde olarak) aşağıdadır:

Çin: -6,8; Fransa: -5,4; İtalya: -4,8; İspanya: -4,1; Almanya: -1,9…

Çin, salgının patlak verdiği Hubei eyaletinde sert karantina uygulamasını 23 Ocak’ta başlattı; iki buçuk ay sürdürdü. Avrupa’nın üç Akdeniz ülkesi Şubat sonu ile Mart’ın ilk yarısında kapanma uygulamalarını başlattı. Almanya ise etkili kapanma, denetleme  yöntemlerine Mart ortasında geçti.

Büyük ekonomilerin bir başka bölümü, salgınla geç karşılaştı veya başlangıçta onu fazla ciddiye almadı. Bunlar kapanma önlemlerini Mart sonuna, Nisan’a kaydırdı; hafif tuttu; ABD ve Brezilya’da eyaletlere  bıraktı.  Bazıları yılın ilk üç ayında büyümeyi sürdürebildi. Ocak-Mart 2020 GSYH değişim yüzdeleri aşağıdadır:

Britanya: -1,6; Brezilya: -0,3; ABD: +0,3; Hindistan:+3,1; Türkiye +4,5…

Ekonomiden sorumlu bakanın pek sevdiği, “diğer ekonomilere göre pozitif ayrışan Türkiye” bulgusu buradadır. Bize de “niçin, nasıl?”  sorularını tartışmak düşer…

“Önce ekonomi” veya “Önce insan…”

Yanlış anlaşılmasın. Ocak-Mart 2020’de uluslararası büyüme oranlarındaki farklılaşmalar, siyasal iktidarların salt salgına tepkilerinden kaynaklanmıyor. Bunlar, salgın olgusunun ötesine gider karmaşık, yapısal etkenlerle kaynaşmıştır

İktidarların salgına tepkisi üzerinde odaklanınca temel bir ayrışma olduğunu düşünüyorum: Kapitalizmin doğal tutkusuna teslim olanlar veya salgını durdurmaya öncelik verenler…  Birinciler “önce ekonomi; sermaye birikimi aynen sürmeli…” diyor.

Diğerleri ise, kapitalizmin doğal tutkusunu reddetmiyor; ama “zamanı değil” gerekçesiyle erteliyor ve “önce insan hayatı…” diyor. Salgın sonrasında bu toplumlar daha temel sorunlarla yüzleşmeye başlayacak mı? İlk adım, “sermayenin mantığına teslim edilmiş sağlık sistemleri nasıl onarılmalı?” sorgulaması ile atılmalıdır.  Salgını “önce insan” diye karşılayanlarda en azından umut var.

Bu farklılaşmanın kısa dönemli ekonomik yansımalarını, yukarıda değindiğim GSYH verilerinde gözledik. “Önce  ekonomi” çizgisi, 2020’nin ilk üç ayında millî gelirlerdeki daralmayı frenledi. Hatta ABD, Hindistan ve Türkiye büyümeyi (yavaşlayarak da olsa) sürdürdü. “Önce insan ve salgını durdurmak…” çizgisini yeğleyen iktidarlar ise, ekonomilerin küçülmesini göze aldılar.

Aynı farklılaşma sağlık istatistiklerine de yansıyor. Bunların değerlendirilmesini, hekimlere, başta halk sağılığı uzmanlarına  bırakmalıyız. Ben açıklanan sıradan bilgilere (amatörce) göz atmakla yetineceğim: Hasta sayısı bakımından ilk beş ülke (en çoktan başlayarak sırayla) ABD, Brezilya, Rusya, Britanya ve İspanya’dır.  Nüfus sayısına oranlanırsa ABD 1,8 milyonu aşan hastayla (İspanya’nın ardından) ikincidir.

İlk beşlide yer alan üç ülkede, neo-faşist siyasetçiler (Trump, Bolsonaro ve Johnson) iktidardadır. Üçü de salgının ilk günlerinde  “sürü bağışıklığı” doktrinini fiilen benimsedi; ilk ikisi, ayrıca, salgına karşı bilim-dışı, ölümcül hurafeleri açıkça savundu. Salgının patlak vermesinde değil, ama yaygınlaşmasında, artan ölümlerde tartışmasız katkıları var.

Gerekçeleri neydi? Örtülü, açık dünya görüşleriyle ilgili olabilir. Yüzde 6’lık ölüm oranları yaşlı (“fuzulî) nüfusta yoğunlaşacak. Kapanmayı asgari tutan “sürü bağışıklığı” çözümü, salgın sonrasında ekonominin etkinliğini de yukarı çekecek. Nazi Almanyası’nın ötanazi uygulamalarının sadece Yahudileri değil, özürlüleri de kapsadığını hatırlayalım.

İşçi sınıfının dayanışmacı birikimini devralan ve mesleklerinin etik ilkelerini ayakta tutan eden sağlık emekçileri ise, bilimin sağduyusunu sahipleniyor: “Salgın durmadan, aşı bulunmadan gevşeyemeyiz…” Hem hayatlarını ortaya koyarak hastaları sağaltmada; hem de aşıya ulaşmada sürdürdükleri insan-üstü çabaları gözlüyor; izliyoruz.

Türkiye’nin iki farklı “dünya rekoru”

Ocak-Mart 2020’de millî gelir  hareketleri bakımından Türkiye’nin dünya büyüme rekortmeni olmasını da kısaca değerlendirelim.

Ülkeler-arası son GSYH verilerini 12 ay öncesiyle karşılaştırdım.  O tarihte (Ocak-Mart 2009’da) Türkiye ekonomisi dokuz aylık bir kriz sürecinin tam orta noktasından geçmekteydi: GSYH yüzde 2,3 oranında küçülmüştü.

Yukarıda büyüme hızları karşılaştırılan ülkelerden hiçbiri, on iki ay öncesinde bu tempoda bir küçülme süreci içinde değildi. (En durgun “Güney” ekonomilerinden biri olan Brezilya Ocak-Mart 2019’da binde 6 oranında büyümüştü.)

Demek oluyor ki, Nisan-Mayıs 2020 Türkiye verileri, ekonominin küçüldüğü on iki ay öncesi ile karşılaştırıldığı için yüksek çıktı; istatistiklerde buna “baz etkisi” denir.

Kısa dönemde millî gelirin büyüme/küçülme oranları, bazen de, bir önceki üç aya göre ölçülür. Bu kez öyle yapalım; “baz”ı öne alalım; TÜİK’in Ocak-Mart 2020 GSYH verilerini ekonominin hızlı (%6 oranında) büyüdüğü önceki üç ay (Ekim Kasım 2019) ile karşılaştıralım: Sabit fiyatlı (hacim endeksli) GSYH, Ocak-Mart 2020’de yüzde 15,5 oranında küçülmüştür.

Yukarıda kapsadığım diğer ekonomilerin millî gelir hareketlerini de bir önceki üç aya göre gözledim. Bu kez en fazla küçülen ekonomi Türkiye çıktı.

İki farklı “baz”a göre Ocak-Mart 2020 Türkiye millî gelir hareketlerinin özeti aşağıdadır:

On iki ay öncesi ile karşılaştırılırsa GSYH yüzde 4,5 oranında büyümüştür.

Üç ay öncesi ile karşılaştırılırsa GSYH yüzde 15,5 oranında küçülmüştür.

İstatistikler bazen şaşırtabilir. Ölçüm yöntemini değiştirerek ülkeleri karşılaştırın: Ocak-Mart 2020’de Türkiye, hem büyüme, hem küçülme tempoları (pozitif  ve negatif ayrışma) bakımından rekor kırmıştır.

Türkiye’nin istatistiklerinde anarşi devam etmektedir

TÜİK’in Ocak-Mart 2020 millî gelir tahminlerini merakla bekliyordum: 2013-2019 GSYH verileri yukarı çekilerek “düzeltilecek mi?”

Bu soruyu bu köşede (“İstatistiklerle Oynamayınız”, 22 Mayıs) sormuştum. Nedeni, TCMB’nin Mart’ta 2013-2019 ödemeler dengesi tablolarını revizyondan geçirmesi olmuştu: Yedi yılın net hizmet ihracatı sayıları 44 milyar dolar yükseltilmiş; kayıt dışı sermaye girişleri de (bu sayede) “buharlaşmıştı”.

Bu revizyonun harcamalar yoluyla millî gelir düzeylerini de yukarı çekmesi gerekirdi. TÜİK’in son yayınına bakıyoruz:  2013-2019 GSYH tablolarında cari ve sabit fiyatla toplam ihracat ve ithalat sayıları değiştirilmemiş; GSYH toplamları aynen korunmuştur.

Demek ki TÜİK, TCMB’nin revizyonunu dikkate almamıştır ve Türkiye’nin ekonomik istatistiklerinde anarşi süregelmektedir.

Biz, bu “anarşi”ye rağmen resmî istatistikleri izlemeyi, GSYH hareketlerini değerlendirmeyi, gerektiğinde eleştirmeyi sürdüreceğiz.

Korkut Boratav / SOL

4 Haziran 2020 Perşembe

Serdar Ortaç mı Ebru Gündeş mi? - Barış TERKOĞLU / CUMHURİYET

Demet Akalın’ın suçsuz olduğu anlaşıldı.  Ebru Gündeş’le Serdar Ortaç’ın küslüğünde günahı yokmuş. Gündeş’in kocası Reza Zarrab, 17 Aralık operasyonunda tutuklandığında Ortaç’ın “geçmiş olsun” bile dememesi kendi kabahatiymiş. Meğer, “ne olduğunu anlayamadım” diyen Ortaç, operasyondan 6 ay sonraki düğününe bile Gündeş’i çağırmamış. Ortaç ise ruh halini “gündem çok karışıktı, belki de korktum” diye açıklıyor.

Magazin basınının günlerce konuştuğu olayı okuyunca Güldür Güldür’deki Mesut Enişte gibi “sahi ne oldu o Reza’ya” dedim. Serdar Ortaç bir türlü neden anlayamamıştı? Ortaç anlamadı da geri kalanlar anladı mı?

Ebru Gündeş, Serdar Ortaç’ın elinden tutup sahneye çıkarmış. Ortaç, 1997’de Mamak Cezaevi’ne girerken jandarma aracını takip edip ilk ziyaretçisi olmuş. “Yanında olmasını beklemek hakkı” dedim. Ama gözümün önüne 17 Aralık’tan sonra yandaş medyadaki programlar geldi. İktidarın en meşhur tetikçileri bile o gün “Erdoğan’ı da Gülen’i de seviyoruz” şeklinde konuşuyorlardı. Apolitik Ortaç ne olduğunu anlayamamış olabilirdi.

Sonra aklıma 90’lı yıllardaki “Oy Didem” şarkısıyla İbrahim Tatlıses’in meşhur ettiği Küçük Günel geldi. Zarrab 8 yıllık aşk ilişkisinin sonunda Günel’e yapmadığını bırakmamış, evinden attırmış, adliyedeki gücünü kullanarak hapis cezası almasına bile neden olmuştu. Ortaç’ın Zarrab’dan hazzetmemesinin nedeni belki de buydu.

Ama Zarrab’ın Ebru Gündeş’e aynı günlerde bir BMW 7.60, bir Aston Martin, Kanlıca’da ikiz yalı, bir ofis, Bodrum Kalesi manzaralı yazlık, “60 Years” isimli lüks yat, “Dutyfree” adlı şampiyon bir at, Dubai’de bir ev, tanınmış ressam Nazmi Ziya Güran’ın Sanatçı Evi tablosu gibi inanılmaz hediyeler aldığı aklıma geldi. Aşklarının en az 60 yıl süreceğini söyleyen Zarrab, Gündeş’e Mars’ı bile vaat ediyordu. Ne olursa olsun, belki de Ebru Gündeş, Zarrab’ın sevgisinden emindi. Ortaç’ın da bunu bildiğini düşünüyordu.

Zarrab’ın tuhaf ‘cihat’ı

Önümüzden bir Reza Zarrab geçti. Unuttuk gitti. İki özenli gazeteci, Serdar Cebe ve Can Kamiloğlu’nun Zarrab davasını günbegün izleyerek yazdığı “Kod Adı Çikinova” unutturmuyor (Siyah Beyaz Yayınları). İki gazeteci, bizi hikâyedeki FETÖ gölgesinden de AKP’nin komple teorilerinden de uzaklaştırarak belgelere, iftiralara, dava dosyalarına dayalı bir Zarrab öyküsü anlatıyor. Okudukça Serdar Ortaç’ın kafa karışıklığını anlıyorsunuz.

Tam “FETÖ’nün hedefi Zarrab” diyeceksiniz. ABD’de FETÖ sorulunca “politika analisti değilim”, “siyasi grup mu terör örgütü mü bilmiyorum” dediğini duyuyorsunuz.

Tam İran Merkez Bankası Genel Müdürü’ne yazdığı “ekonomik cihat” mektubuna bakıp “cihat eylemcisi” diyeceksiniz. Hakan Atilla’yı savunması için Türkiye’nin tuttuğu avukat Victor Rocco’nun sözleri aklınıza geliyor: “Bu adam cihat sırasında kendine uçaklar, evler, yatlar satın aldı.” Cihat” diyen Zarrab’ın Berlin’deki sınır tanımaz gece kulübü Kitkat’ta iç çamaşırlarıyla sıra beklemesi, dava dosyasından size bakıyor.

Tam A Haber’in 2014’te Türk bayrağının önünde Zarrab’a “Türkiye’nin dış ticaret açığını ben kapatıyorum” dedirtmesine ikna olacaksınız, sonra birden 28 Kasım 2017 tarihinde ABD’de “hiçbir baskı altında kalmadan itirafçı oluyorum” dediğini ve başta Halkbank olmak üzere Türk ekonomisine büyük darbe vurduğunu hatırlıyorsunuz.

Akıllanmayan bir Zarrab

Tam Türkiye’nin, onun tutuklanmasının ardından ABD’ye iki kez nota verdiğine bakıp “ABD’ye esir düşen Zarrab” diyeceksiniz, sonra “her şeyi anlat” dediklerinde savcıları bile bıktıracak kadar konuştuğu, boğaz pastilleri ve suyla günlerce Türkiye’de dağıttığı rüşvetlerden bahsettiğini okuyorsunuz.

Tam bakanların elinden ödül aldığı fotoğrafları hatırlayıp “çalışkan iş insanı” diyeceksiniz, ABD’deki duruşmada, tahta başında, kurduğu 10 aşamalı dolandırıcılık tezgâhını anlatan bir üçkâğıtçı görüyorsunuz.

Tam avukatı Brafman’ın “Ebru Gündeş bir kaçağın karısı olarak anılmak istemez. Zarrab burada kalıp aklanmak istiyor” sözlerine bakıp masum kuzu olduğuna inanacaksınız, sonra aklınıza ABD’de cezaevinde hayat kadını ayarladığı, hapse marihuana soktuğu, gardiyanlara rüşvet verdiği için yeni davalar açıldığı, diğer mahkûmlara bile para dağıtıp akıl almaz işler yaptırdığı geliyor. “Belki uslanmıştır” diyecekken eski koğuş arkadaşı 62 yaşındaki Faouzi Jaber’in cinsel istismara uğradığı iddiasıyla şikâyetçi olduğunu hatırlıyorsunuz.

Tam Zarrab’a dava açılınca hükümetin onu nasıl savunduğunu, Erdoğan’ın Joe Biden’a “bırakın” ricasını anlatacaksınız, sonra avukatının Zarrab’a tecavüz davasını bile “Türk hükümetinin komplosu” diye açıklayan nankör savunmasını okuyorsunuz.

Tam Sibel Can’ın, İbrahim Tatlıses’in, Ebru Gündeş’in kasetlerindeki hisli şarkıların onun olduğuna inanacaksınız, sonra ABD’deki duruşmada Hakan Atilla’nın avukatının sorusu üzerine “or*spunun ve memurun bahşişini peşin vereceksin” sözünün açıklamasını nasıl yaptığını, “çikinova” lafıyla neler anlattığını dinliyorsunuz.

Keşke biz yargılansaydık

Ebru Gündeş’in evlerinin tüm duvarlarına “benimle evlenir misin” yazarak teklif yaptığını okuduğumuz “romantik adam”, davada Gündeş sorulunca “ben ve Ebru Hanım’la ilgili haberlerin yüzde 99’u yalandı” dedi. Yine de Ebru Gündeş, Serdar Ortaç’ın vefasızlığına kızmakta haklı. Ama Ortaç’ın Zarrab’ı bir türlü anlayamaması da temelsiz değil.

2012’de magazin figürü, 2014’te FETÖ savaşçısı, 2016’da ABD’de Türkiye’nin esiri, 2018’de Türkiye’ye tezgâh kuran bir vatan haini. Günel ile Ebru’yu, FETÖ ile AKP’yi, Türkiye ile ABD’yi hatta Amerika cezaevlerini birbirine düşürdü. Esad-Esed-Esad dönüşümü gibi; İranlı Reza Zarrab-Türk Rıza Sarraf-sonunda hain Reza Zarrab yazıldı.

Türkiye, İran’ın “Zarrab’ları aradan çıkaralım” teklifini kabul etseydi ya da Zarrab’ın itiraf ettiği kirli işlerini kendi ellerimizle yargılasaydık, ne onu tanıyacak ne de FETÖ’cüler veya Amerikalı savcılar onun üzerinden bir operasyon yapabilecekti. Ne de rüşvet almadığını herkesin kabul ettiği Halkbank yöneticisi Hakan Atilla başkalarının yerine günah keçisi ilan edilip bu kadar çile çekecekti.

Serdar Ortaç açmasa hatırlamayacaktık ama Türk Lirası’nın pul olması, daha da fakirleşmemiz, ekonomimizin itibar kaybetmesi, hatta “bize bir swift” arayışımız da bile Zarrab’ın ve suç ortaklarının parmağı var. Onu kuşkusuz en iyi Hakan Atilla’nın avukatı Rocco anlattı. “Her şeyin onun için bir fiyatı vardır”.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET